Ana SayfaDosyalarCoğrafyamızYEMEN MACERAMIZDAN ÖĞRENEMEDİKLERİMİZ

YEMEN MACERAMIZDAN ÖĞRENEMEDİKLERİMİZ

Yemen Türküsü

Yemen yolu çamurdandır
Karavanam bakırdandır
Zenginimiz bedel verir
Askerimiz fakirdendir

Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şol yemende can verenler
Biri memet biri memiş…

YEMEN MACERAMIZDAN ÖĞRENEMEDİKLERİMİZ

Mustafa ATALAR

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy:

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin yıllık kıssa yarım hisse mi verdi?

Tarihi “tekerrür” diye ta’rif ediyorlar

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

mısralarıyla yeterli tarih bilgisine ve bilincine sahip olamayışımızın cezasını nasıl ödediğimizi çok doğru bir biçimde ortaya koymakta ve eleştirmektedir.

Türk milleti tarih yapan ama yazmayan, yazamayan, tarih okumayan, dolayısıyla çok köklü bir tarihi olmasına rağmen yeni nesillerine yeterli tarih bilinci verememiş bir millettir. Bunu kabul etmek pek kolay değil ama maalesef bu yargı günümüzde her zamankinden daha da inkâr edilemez hale gelmiştir. Yeterli tarih bilgisine ve bilincine sahip olamamanın acı sonuçlarını aynı hataları, yanlışlıkları ve yanılgıları bıkmadan usanmadan sürekli tekrarlayarak aynı belaların, felaketlerin, dertlerin, sorunların, sıkıntıların tekrar tekrar başımıza gelmesiyle ve sorunlarımıza köklü ve kalıcı çözümler üretememekle ödedik ve ödüyoruz. Aklı başında her insan, yalnız kendi tecrübelerinden değil başkalarının başına gelenlerden bile ibret almaya, dersler çıkarmaya, böylece daha az hata yapmaya ve daha az maliyetle daha büyük başarılar kazanmaya çalışır. Ama biz bizzat kendimizin ve ecdadımızın yaşadığı bedeli, maliyeti dolayısıyla değeri çok yüksek eski tecrübelerimizden, önceden başımıza gelenlerden bile yeterince yararlanamıyoruz, hatta bunlardan doğru dürüst haberdar bile değiliz. Sanki biz içinde yaşadığımız bu coğrafyaya şimdi gökten inmişiz, geçmişin onca başarılarını, başarısızlıkları, zaferlerini, yenilgilerini, mutluluklarını, acılarını biz yaşamamışız veya o olup bitenler bizi hiç ilgilendirmiyor, bunların hiçbir anlamı ve önemi yokmuş gibi umursamaz bir tavır içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Bu yüzden de başımız bir türlü dertlerden sıkıntılardan kurtulmuyor.

Tarihimizin 1517-1919 yılları arasındaki döneminde, yine pek fazla bir şey öğrenemeden nisyan bataklıklarında unutup gittiğimiz bir dönemi de bizim Yemen hâkimiyetimiz dönemidir. Biz pek bir şeyler öğrenemesek, dersler alamasak da aslında bu dönem çok eğitici, öğretici, çok büyük ibretlerle ve derslerle dolu bir dönemdir. Yalnız o dönemi anlayabilmiş ve zamanında gereğini yapabilmiş olsaydık, ne birliğimiz beraberliğimiz dağılır, ne gücümüz, kuvvetimiz, iktidarımız elimizden gider, ne Yemen’i, ne başka coğrafyaları kaybeder, ne de bugün Güneydoğu sorunu gibi içimizi yakan, yüreğimizi kanatan olaylarla bu kadar büyük boyutlarda yüz yüze gelirdik.

Osmanlı coğrafyası içinde bizim en çok kayıp verdiğimiz, içimizi en çok yakan, kanatan, yüreğimizi en çok dağlayan olayların yaşandığı, en çok can, mal ve itibar kaybettiğimiz yerlerden biri Yemen’dir. Bir zamanlar bir gidenin bir daha geri dönemediği Yemen, bugün artık bizim için halkımızın gönlünde ve dilinde birkaç yanık türküden, dillerde dolaşan, hafızalarda kalan çok acı hatıralardan, hiç gitmemiş olmayı tercih ettiğimiz uzak bir ülkeden başka bir şey değildir. Çok büyük ve çok önemli olaylar yaşadığımız dört asrı aşkın Yemen maceramızla ilgili geniş bilgi sahibi olmak isteyenler, ne kadar uğraşsalar da yararlanabilecekleri ciddi, öğretici, doyurucu yeterli yazılı kaynak bulamazlar. Bu yüzden de, en aydın geçinenlerimizin ağzından bile zaman zaman ‘Bizim Yemen’de ne işimiz vardı?’ gibi anlamsız sorular duyabilirsiniz. Sanki Kaf Dağı’nın arkasında bilinmez bir masal ülkesine gitmişler de kaybolup bir daha geri dönememişler gibi oralara giden ve bir daha dönemeyen insanlarımıza tam olarak ne olduğu, başlarına neler geldiği, Yemen’i ve onları bizim niçin ve nasıl kaybettiğimiz konusunda hiç kimseden ve hiçbir yerden makul, mantıklı ve doğru bir cevap alamazsınız.

Aslında bizim Milletimiz de o büyük irfanıyla ve ferasetiyle sorulması gereken pek çok soruyu asırlardır sorup durmuş. Ama kendisine doğru dürüst muhatap bulamadığı için, yazılı ve sözlü olarak doğrudan doğruya soramadığı sorularını nazma dökerek sazıyla, sözüyle, türküsüyle dolaylı olarak sormayı denemiş ve bunu da olağanüstü bir üslupla ve çok güzel bir şekilde sormayı becerebilmiştir. Fakat gelin görün ki, bunlara da türkü denip geçilmiş, çaresiz milletimiz derdini başındaki ilgisiz ilgililere, yetkisiz yetkililere, bilgiç geçinen bilgisizlere bir türlü anlatamamış, sorduğu sorulara da her zamanki gibi doğru dürüst bir cevap alamamıştır.

Milletimizin yaşadığı o derin acı ve ızdırapları, o büyük üzüntü ve felaketleri, gözünün önünde cereyan anlamsız gelişmeleri dile getirdiği, aslında olayların gerçek nedenleri sorguladığı:

Açılan bayrağı gelin mi sandın?

Çalınan davulu düğün mü sandın?

Yemen’e gideni gelir mi sandın?

Adı Yemen’dir, gülü dikendir.

Giden gelmiyor, acep nedendir?

gibi ilginç ve güzel mısralar sadece türkü, şarkı veya şiir denip geçilebilir mi? Ama ne yazık ki, milletimiz bu ve benzeri sorularına makul, gerçek ve gerçekçi cevaplar verecek hiçbir muhatap bulamadı. Çünkü bizde asırlardır böyle soruların gerçek ve doğru cevaplarını bilenler söylemez veya söyleyemez, söyleyenler de bilmezler takımından olmuşlardır. Söyleyenlere, söylenenlenlere yazılıp çizilenlere bakıldığında, bunların ya olayların iç yüzünden ve gerçek nedenlerinden habersiz, sadece sonuçlara ve olayların dış yüzüne bakarak ahkâm kesen ahmak, aptal, avanak, cahil, cühela ve ukala takımının birilerini kollayan veya birilerinin işine gelen üstünkörü, yalan, yanlış, aptalca, saçma sapan, üstünkörü açıklamaları ve yorumları olduğu veya bu olayların gerçek sebepleri ve sorumluları olan bazı din, devlet ve millet hainlerinin gerçekleri ters yüz eden, yalanları, hezeyanları ve çarpıtmaları niteliğinde şeyler olduğu görülür. İnsan artık hiç kimseye, hiçbir açıklamaya inanamaz hale gelir.

Asırlardan beri, bizim başımıza onca büyük felaketler, dertler, musibetler, belalar gelir, millet tarifsiz acılar ve kayıplar yaşar ama hiçbir zaman bunların gerçek sorumluları, suçluları ve sebepleri ortaya çıkarılmaz. Bazen çok gerekli olduğunda hemen sanal bir suçlu veya günah keçisi bulunur bütün suç onun üzerine yıkılır, herkes rahatlar. Mesela bir yerde ufak bir deprem olur, onbinlerce insan ölür, çok büyük can ve mal kayıpları yaşanır, bütün suç depreme ve takdiri ilahiye yüklenir. Deprem’de şu kadar can, bu kadar mal kaybı oldu diye ilan edilir, herkes bunu normal karşılar, sineye çeker, kimsenin kılı kıpırdamadan, hiçbir yeni çare ve tedbir alınmadan yeni deprem beklenmeye başlanır. Bütün suç depreme hatta haşa bir yerde Allah’a yıkılır, ‘kader’ denir geçilir. ‘Yahu dünyanın başka yerlerinde, örneğin Japonya’da da depremler oluyor. Hem de oralardaki depremler bizimkilerden kat kat daha büyük! Neden oralarda bizim kadar can ve mal kayıpları yaşanmıyor, da bizde yaşanıyor?’ diye sormak kimsenin aklına gelmez. Ölümlerin gerçek sebebinin depremler değil de, bizim hatalarımız, yaptığımız çürük ve dayanıksız binalar olduğu gözden saklanıverir. Bu çürük binaları yapanların, buna göz yumanların suçları, hataları, ihmalleri hiç gündeme gelmez. Hiç kimse tedbirde kusur ettiğine bakmaz da hemen takdire bahane buluverir. Zaten bizde eskiden beri sürüp gelen anlayışa göre milletin, başındakilere soru ve hesap sorma gibi hakları yoktur. Milletin sadece görev ve sorumlulukları vardır o da ‘Öl!’ denilince ölmekten, ‘Ver!’ denilince vermekten ibarettir.

İşte bizim Yemen konumuz da diğer konularımız ve sorunlarımız gibi, onlara çok benzeyen, neredeyse onların tıpatıp aynı olan bir konudur. Yemen’de verdiğimiz kayıpların sorumlusu da sanki Yemen ve Yemenlilermiş gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılır. Peki, gerçek durum nasıldır? Sanıldığı ve bize de hep anlatılmaya çalışıldığı gibi, bir asır gibi kısa bir sürede bir milyondan fazla insanımız acaba Yemen çok uzak bir diyar olduğu, bu insanlarımız oraya gönderildikleri, Yemenliler de çok kötü, vahşi ve hain insanlar oldukları için mi oralarda yok olup gittiler, bir daha kendi öz yurtlarına ve yuvalarına geri dönemediler. Bu yazı kapsamında bu sorulara cevap aramaya çalışacağız. Bunlara cevap aranırken eminim ki siz satır aralarında bugünkü sorunlarımızdan çoğunun benzer nedenlerini de göreceksiniz.

YEMEN BİZE ÇOK MU UZAK?

Bana öyle geliyor ki, öncelikle şu gidenin bir daha geri dönemediği Yemen’in gerçekten de çok uzak bir yer olup olmadığını sorgulamak gerekiyor. Bu sorunun cevabı elbette sorana ve sorulana göre değişir. Himmet, gayret, ideal ve amaç yoksunu tembel insanlara Yemen değil, komşu köy bile uzak gelir. Hani iki tembel aylarca yan yana yatmışlar, sonra kalkıp yerlerini değiştirmişler. Çok geçmeden içlerinden biri derin bir ‘Ah!’ çekmiş. Arkadaşının niçin böyle derinden ah çektiği sorusunu da:

– Kardeşim, nasıl ah çekmem? Baksana insan bir kuş misali! Görmüyor musun, dün nerdeydik, bugün nerdeyiz? diye cevaplandırmış. Öte yüksek himmet, gayret, inanç, ideal ve dava sahibi kimselere göre ise dünyada hatta bütün kâinatta uzak veya gidilemeyecek hiçbir yer yoktur. Osmanlı Devleti gibi bir cihan devleti ve bizim gibi cihangirlik iddiasında olan bir millet için Yemen’i uzak görmek saymak en azından bize hiç yakışmayacak bir değerlendirme olur. Gerçekte de üç kıtaya yayılmış koskoca bir imparatorluk için Yemen şurası denebilecek kadar yakın ve burnumuzun dibinde olan bir ülkedir.

Dünyanın en önemli stratejik noktalarından biri olan Yemen, her zaman hele cihan devleti olmak, dünyaya düzen ve nizam vermek iddiasında olan bütün devletler için asla ihmal edilemeyecek, başkalarına ve rakiplerine terk edilemeyecek kadar önemli bir ülke olmuştur. Dolayısıyla bir zamanlar dünyanın hem en büyük devleti, hem de gerçek anlamda bir cihan devleti olan Osmanlı Devleti’nin buraya ilgisiz kalması düşünülemezdi. Dünyanın bu en stratejik ve hayati öneme sahip kontrol noktalarından biri durumundaki Yemen’e hâkim olmadıkça, Osmanlı devletinin dünya hâkimiyeti iddiasında bulunması, bunu sağlaması ve sürdürmesi de mümkün olamazdı. Kaldı ki, Osmanlı Devletinden çok daha küçük, çok daha iddiasız, bu coğrafyaya kat kat fazla uzaklıktaki devletler bile Osmanlılardan çok önce bu coğrafyayla ilgilenmeye başlamışlar, Yemen Osmanlı yönetimine geçtikten sonra da burayı onun elinden alabilmek için defalarca girişimlerde bulunmuşlardı.

Yemen’i uzak sanıp ‘Ne işimiz vardı bizim oralarda?’ gibi anlamsız, hatta erbabınca aptalca sayılabilecek sorular sormaya kalkanlar, bu coğrafyaya bizden çok daha uzaklardaki, bizden çok daha küçük ve iddiasız Batılı devletlerin bile buralarla nasıl ilgilendiklerini, buraları ele geçirmek için ne büyük gayretler, çabalar ve mücadeleler içine girdiklerini, ayrıca buraları elde etmeye çalışmaktaki gerçek amaç ve niyetlerini birazcık bilselerdi herhalde böyle sorular sormaya utanırlardı. Örneğin onaltıncı yüzyıl boyunca Yemen sadece Portekiz’le Osmanlılar arasında defalarca el değiştirmiş, Portekizliler bu mücadelelerde çok büyük kayıplar vermişler, çok büyük bedeller ödemişlerdir. Aynı şey daha sonraki asırlarda İngiltere için de söz konusudur. Portekiz’in veya İngiltere’nin bölgeye Osmanlı topraklarından kaç kat daha uzakta olduğunu haritayı önüne alıp bakan herkes görebilir. Peki Portekiz’in veya İngiltere’nin tarihle ilgilenen aklı başında vatandaşlarının aklına acaba Yemen’i uzak bulmak veya bu tip küçük millet psikolojisini yansıtan sorular sormak gibi şeyler gelmiş midir? Hiç sanmıyorum. Herhalde sormaya kalkanlara hiç kimse normal ve aklı başında insanlar olarak bakmazdı. Bizim gibi cihangir bir milletin içinden böylelerinin çıkabilmesi, bu kadar saçma soruların sorulabilmesi, hem bu millet, hem böyle soruları soranlar, hem de bunlara cevap vermeye çalışanlar için çok büyük bir talihsizliktir. Aslında ‘Bizim Yemen’de ne işimiz vardı?’ sorusunun ‘Bizim Anadolu’da ne işimiz vardı?’ sorusundan pek bir farkı yoktur. Çünkü işin biraz aslı esası araştırıldığında, böyle soruları bizim aydınlarımızın ağızlarına koyanlarla, tabii kendi aralarında ‘Türkiye ve Anadolu Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir coğrafyadır’ diyenlerin aynı çevreler olduğu görülecektir. Kendi tarihinden bu kadar uzak, bu kadar ilgisiz, bilgisiz ve şuursuz olabilmek özellikle bizim milletimizin fertleri için gerçekten de çok hazin ve acınacak bir durumdur. Ama bunun sorumluluğunu bu zavallılarda değil, onlara doğru dürüst tarih bilgisi ve bilinci verilememesinde aramak daha doğru ve insaflı bir yaklaşım olacaktır. Tarih bilgisi ve bilinciyle donatılmamış, aksine tarihi unutturulmuş, tarihinden koparılmış, soğutulmuş, hatta yalan, yanlış ve çarpıtma hikâyelerle tarihinden nefret ettirilmiş insanların abuk sabuk sözlerine, sorularına ve saçmalamalarına kızmanın, bunun için onları kınamanın da bir yararı ve anlamı olamaz. Böyle tarih bilgisinden ve bilincinden mahrum birine ne kadar: ‘Kardeşim, Yemen şurası! Bize hiç de uzak bir yer değil! Üstelik oralar bizim için her zaman herkesten, örneğin Portekizlilerden de, İngilizlerden de daha önemli olmuştur’ dense bile bu sözlerden anlayabilecekleri ve alabilecekleri fazla bir şey olmayacaktır.

Yemen’in bize uzak bir yer olmadığı gerçeği bir tarafa, bizim yaşadığımız büyük kayıpları Yemen’e gittiğimiz, oralarda bulunduğumuz için yaşamadığımız da ayrı bir gerçektir. Yani biz o büyük kayıpları, çok daha uzaklara gidemediğimiz, çok daha iyi, güzel, mutlu ve yaşanabilir bir dünya kurabilmek için daha fazla gayret gösteremediğimiz, yaptıklarımızın kat kat fazlasını yapma imkanımız varken yapamadığımız, buna göre sağlam ve iyi bir sistem kuramadığımız, buna göre adamlar ve nesiller yetiştiremediğimiz için yaşamışızdır.

CİHAN DEVLETİ SIYASETİ

Nizam-ı Âlem davası güden, Dünyaya nizam ve düzen verme iddiasında olan ve cihangir bir Millet olan Türk Milleti tarih boyunca hem de birkaç kez cihan devletleri kurabilmiş, zaman zaman da ona göre siyaset gütmüş olan bir millettir. Bazı tarihçilerin Türk asrı diye niteledikleri XVI. yüzyılda da Osmanlı Devleti tam bir cihan devleti olmuş, ister istemez de cihan devleti siyaseti izleyerek dünyanın her tarafıyla ilgilenmek zorunda kalmıştı. Osmanlı Devletinin dünyanın başka yerlerine olan ilgisi ve cihan devleti siyaseti gittikçe azalarak ancak XVII. yüzyıl sonlarına kadar o da sınırlı bir şekilde devam edebilmiştir. Aslında Osmanlı Devleti gibi çok büyük ve güçlü bir Müslüman devletin cihan devleti siyaseti gütmesi kınanması, eleştirilmesi gereken bir durum değil, övünülmesi, iftihar edilmesi ve zaten olması gereken bir durumdur. Hatta şimdi geri dönüp bakıldığında yapılanların çok fazla veya aşırı şeyler olmadığı, aksine olması ve yapılması gerekenlere göre çok az ve yetersiz kaldığı görülecektir.

Aslında Osmanlı Devletinin tarih boyunca başına çok büyük felaketler, belalar, sıkıntılar gelmesinin, en sonunda da tarih sahnesinden silinmesinin gerçek nedeni, onun bir cihan devleti olması, olmak istemesi veya öyle hareket etmesi değil, aksine çoğu zaman, hem de en gerekli olduğu zamanlarda bunu yapmaması, yapamaması, başaramaması, bunun gereklerini yerine getirememesidir. Bu sözlerin biraz daha anlaşılır hale gelebilmesi için birkaç örnekle örneklendirmeye çalışalım.

XVI. yüzyılda Osmanlı Devletinin en büyük düşmanlarından ve rakiplerinden biri de Portekiz Krallığıydı. Deniz gücü ve deniz ticareti bakımından dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Portekiz, özellikle Hint Okyanusunda yaptığı ticaretle çok zenginleşmişti. Portekiz Hint Okyanusunda, Uzak Doğuda ve Afrika sahillerinde sadece ticaret yapmakla kalmıyor, zayıf Müslüman devletlere de musallat oluyordu. Hindistan ve Endonezya’da bulunan Müslüman Devletlerden, halife sıfatını da taşıyan Türk hakanlarına sürekli yardım ve imdat çağrıları geliyordu. Bu yardım çağrılarına cevap olmak üzere özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle Hindistan’a, hatta Endonezya’ya birçok sefer düzenlendi. Endonezya’daki Açe Sultanı, 1538 yılındaki yardımdan sonra, Osmanlı Devletine bağlılığını ilan etti. Açe Sultanı, elçisi Hüseyin’le Kanuni’ye gönderdiği mektubunda, bağlılığını ve kendisini bir hükümdar olarak değil, Türk İmparatorluğunun bir beylerbeyi, bir sancak beyi gibi telakki etmesini arz ediyordu. Böylece Osmanlı Devletinin hukuki sınırları Uzak Doğu’ya, Güney Asya’ya kadar uzanmıştı.

XVI. yüzyılda Afrika kıtasının yarısından fazlası, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Osmanlı Devletinin yönetimi ve kontrolü altındaydı. Osmanlılar Afrika kıtasına yüksek hâkimiyetlerini kabul ettirmek için savaşçı bir siyaset gütmediler. Dostluk gösterdiler, yardım ve desteklerde bulundular, onlarla işbirliği içinde oldular. Osmanlı Devleti, Afrika kıtasını merkezleri Cezayir, Tunus, Trablusgarb, Kahire ve Massava’da bulunan 5 beylerbeyliği yani eyalet aracılığıyla yönetiyordu. Bunlar doğrudan doğruya yönetimleri altında bulunan bu eyaletler dışında, birçok yerli Afrika devletini de kontrolleri altında bulunduruyorlardı. Çoğu Afrika ülkeleri buralardaki yönetimler aracılığıyla tabiiyet yoluyla Türkiye’ye bağlıydı. Örneğin Afrika’nın en eski ve en büyük krallıklarından biri olan ve 1000 yıllarına doğru kurulmuş, bugünkü Nijerya, Nijer, Çad ve Kamerun’u içine alan Müslüman Bornu Krallığı 1550 yılında Trablusgarb’a, 1557 yılında da İstanbul’a elçi yollayarak, bağlılığını arz etmişti. Koskoca Bornu Devleti’ni Trablusgarb beylerbeyine bağlı Fizan sancak beyi kontrol etmekle ve ilgilenmekle görevliydi. Bornu üzerindeki Türk yüksek hakimiyeti, bazı fasılalarla XIX. Yüzyıl sonlarına, Sultan Abdülaziz devrine kadar devam etti.

Afrika kıyılarındaki Osmanlı hakimiyeti XVI. yüzyıl içinde Kenya kıyılarından çok daha güneye indi. Buralardaki yönetimler ve halklar onları sevinçle karşılıyorlar ve hemen bağlılıklarını bildiriyorlardı. Nitekim Tanganyika ve Mozambik kıyılarını ellerinde tutan Arap Şirazi Devleti de bir çok defalar Yavuz’a, Kanuni’ye ve III. Murad’a tabiiyetini arz etmişti. Böylece Doğu Afrika’daki Türk hakimiyeti Ekvator’un 20-25 derece güneyine kadar inmiş oluyordu (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB Yayınları: 374, İstanbul, 1999, sayfa 199-214).

Türk denizcilerinin Afrika kıyılarındaki faaliyetleri hem Osmanlı Devleti hem de bölgedeki Müslüman halklar ve devletler için çok önemliydi. Fakat Osmanlı Devleti zaman içinde bütün dünyaya olduğu gibi bu bölgeye de ilgisini kaybetmeye, gittikçe daha fazla içine kapanmaya başladı.

OSMANLILARIN DENİZAŞIRI SEFERLERE İLGİSİZLİĞİ

Osmanlı Devletinin bir cihan devletine yakışmayacak biçimde yetersiz kaldığı konulardan biri de açık denizlere ve denizaşırı ülkelere ilgisiz kalmasıdır. Osmanlı Devleti, Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmeyi başarmakla beraber, İspanya, Portekiz, İngiltere, Fransa, Hollanda gibi Atlantik devletleri derecesinde açık denizlerle ve denizaşırı ülkelere ilgi duymamış, dünya devleti olmak yerine Akdeniz devleti olmakla yetinmeyi tercih etmişti. Osmanlı Devleti, Akdeniz havzasına kapanıp kalırken, İspanyol korsanları İspanya’nın hâkimiyetini Atlas Okyanusuna, özellikle de Amerika sularına ve Karayip Denizine doğru yaymaya çalışıyorlardı. Yüzyılın sonlarına doğru açık denizlerin ve deniz aşırı ülkelerin egemenliği için Felemenk, İngiliz ve Fransız korsanları da İspanyollarla çekişmeye başladılar. Portekizliler ise daha çok Hint denizlerinde faaliyet gösteriyordu. Osmanlı Devletinin üst yöneticileri ise, deniz aşırı ülkelerle ilgilenmeyi, buralarda onlar gibi koloniler oluşturmayı hiç gerekli görmüyorlar, Osmanlı Devleti gibi büyük bir devletin buna ihtiyacının olmadığını, bunun kendilerine değil, daracık topraklara sıkışmış bu küçücük batı devletlerine yakışan küçük işlerden olduğunu düşünüyorlardı. Ne yazık ki, devlet adamlarımızın çoğu bunun devletin, milletin, dünyanın ve İslamın geleceği için ne kadar gerekli, önemli bir iş ve ihtiyaç olduğunun farkına varamamışlardı.

Denizaşırı ülkelerin öneminin çok iyi farkında olan devlet adamlarınızın başında ünlü denizcimiz Barbaros Hayreddin Paşa gelir. Barbaros Hayreddin Paşa Kaptan-ı Derya olarak atanır atanmaz bunu Kanuni Sultan Süleyman’a da anlatır. Padişah da ona bu konuları Sadrazamıyla görüşmesini söyler. Sadrazam Damat İbrahim Paşa Halep’tedir. Barbaros Hayreddin Paşa konuyu sadrazamının İstanbul’a dönmesini bekleyemeyecek kadar acil ve önemli görür. Sadrazam’ın İstanbul’a dönmesini beklemek yerine, kendisi soluğu Halep’te Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın yanında almayı tercih eder. Halep’e gidip sadrazamla görüşür. Ona batılılar tarafından yeni keşfedilen, ancak varlığı Müslüman denizciler tarafından çok önceden beri bilinen Amerika kıtasında İspanyolların yaptıklarını, giriştikleri faaliyetleri anlatır. Vakit çok geç olmadan ve hiç vakit kaybetmeden bu yeni kıta ile ilgili olarak yapılması gereken şeyler ve alınması gereken tedbirler üzerinde kendisine bilgi verir ve hemen İspanyolların yaptığı gibi bir deniz seferleri düzenlenmesini teklif eder. Bu teklifini sadrazama ve devletin diğer üst düzey yöneticilerine anlatabilmek için çok uğraşır. Fakat Sadrazam onun bu teklifini kabul etmediği, buna hiç lüzum görmediğini belirttiği gibi, izin de vermez. Böylece yenidünyada Türk ve İslam varlığının ve hükümranlığının önü kesilmiş olur. Halbuki bu yıllarda İngilizler bile daha Amerika seferlerine başlamamışlardı (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB Yayınları: 374, İstanbul, 1999, sayfa 209- 210).

Osmanlı Devleti bu yenidünya ile birazcık ilgilenmiş olsa, hem çok az bir çaba, emek, masraf, güç, kuvvet ve imkânla çok büyük işler başarılabilir, hem bu koca kıtanın kaderi başka türlü olabilir, hem de dünya tarihi çok daha başka türlü yazılabilirdi. Zaten bazı üst düzey yöneticilerimizin bu basiretsizlikleri, dar ve kısa görüşlülükleri, bazılarının da bilerek ihanetleri yüzünden Osmanlı Devleti yavaş yavaş cihan devleti olmaktan uzaklaştı, önce bölgesel güç olma durumuna doğru geriledi, daha sonra kendi varlığını bile sürdüremeyecek hallere düştü. İspanya, Portekiz, İngiltere, Fransa, Hollanda gibi bölgesel güç bile sayılamayacak küçücük devletler ise, uzak görüşlü yöneticilerinin zamanında alabildikleri tedbirler ve gösterdikleri çabalar sayesinde cihan devleti olma yolunda hızla ilerlediler.

TÜRK’ÜN YEMEN’DEN AFRİKA’YA UZANAN ELİ

Yemen ilk zamanlar, Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasıyla da ilgilenen önemli bir üssü durumundaydı. Eyaletinin vilayetlerinden birinin sancak beyi olan Ali Bey komutasındaki Türk denizcileri 1584 yılında Aden’den hareket ederek Ekvator çizgisinin güneyine kadar inmişler, uğradıkları her limanda Zenciler ve Zenci Arap karışımı melezler tarafından büyük sevinç gösterileri ve memnuniyetle karşılanmışlardı. Avrupalılardan ve özellikle Portekizlilerden çok çekmiş olan bu insanlar gönüllü olarak Osmanlı Devletine bağlanmaya ve Türklerin hizmetine girmeye can atıyorlardı. Ali Bey, buralara bıraktığı bazı memurlarla bir Türk idaresi kurmaya çalıştı. Ama İstanbul’dan yeterli desteği alamadı. Çünkü İstanbul’daki yöneticiler bu uzak ve kısır topraklara en ufak bir ilgi göstermiyorlardı. Bu ilk seferindeki başarılardan beş yıl sonra 1589 yılı başlarında Ali Bey, Yemen Beylerbeyi tarafından 4 kadırga, birkaç küçük savaş ve yük gemisiyle eski teşebbüslerini genişletmek üzere tekrar Doğu Afrika’ya gönderildi. Kenya’ya ve Mombasa’ya geldi. Her gittiği yerde yerli halk tarafından çok iyi karşılanıyor, ancak Portekizliler ve İspanyollarla defalarca savaşmak zorunda kalıyordu. Portekizliler ve İspanyollar Türklerin buralarda etkin olmalarını istemedikleri için var güçleriyle onu yok etmeye çalışıyorlardı. Türk amiralin başarılarından korkan ve ürken İspanya Kralı, Don Thome de Souza Countinho’yu büyük bir filo ile Ali Bey’in üzerine gönderdi. Ali Bey’in elindeki güç ve imkânlar bu büyük donanmalarla baş etmeye yeterli değildi. 5 Mart 1589’da Mombasa’ya giren Portekiz donanması, ani bir baskınla Türk donanmasını yaktı. Ali Bey esir alınarak, Lizbon’a götürüldü. Türk leventlerinden sağ kalanlar, Afrika içlerine doğru kaçtılar (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB Yayınları: 374, İstanbul, 1999, sayfa 202-204). Bunların ne oldukları, başlarına neler geldiği tam olarak bilinemiyor. Bir kısmının yamyamlara yem olduğu söyleniyor ama içlerinden hayatta kalanlar da olduğu hiçbirisi bir daha anavatanlarına geri dönemeseler bile oralarda hem kendilerinin hem de Müslüman Türk adını şanla şerefle bugüne kadar yaşatacak çok güzel ve olağanüstü işler başardıklarında da şüphe yoktur.

Ali Bey’in ve onun gibi idealist Türk denizcilerinin başlarına gelenlerle, onların yapmaya çalıştıkları büyük ve güzel işlerle ve bu coğrafyanın taşıdığı önemle o zamanki devlet büyüklerimiz yeterince ve doğru dürüst ilgilenmediler. Buralara sefer yapan nice Türk denizcileri kendilerine yeterli yardım ve destek gönderilmediği için oralarda kolayca gözden çıkarıldılar, akıbetleri bile araştırılmadı. Halbuki İngiliz tarihçi Dames: ‘O dönemde Osmanlı hükümeti Hint Okyanusuna daha büyük bir filo gönderebilseydi, bütün Doğu Afrika, Afrika’nın diğer ülkeleri gibi yüzyıllarca Türklerin olurdu.’ diyor (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB Yayınları: 374, İstanbul, 1999, sayfa 203).

Her şeye rağmen Türk gazilerinin, leventlerinin, denizcilerinin Hint Okyanusundaki çabalarının tamamen boşa gittiği, arkalarında hiçbir iz ve eser bırakmadıkları da söylenemez. Aksine onlar biz bilmesek, duymasak, görmesek de oralarda arkalarında çok güzel hatıralar, özellikle insanların gönüllerinde silinmez izler bırakarak gittiler. Nitekim yolu Afrika’ya düşenlerin veya bazı Afrikalılarla karşılaşanların, onlarda görecekleri olağanüstü ve inanılmaz Türk sevgisi, saygısı ve hayranlığı kendiliğinden oluşmuş değildir. Aksine yaşanmış olaylardan kaynaklanan, onların bugünlere kadar bile ulaşabilmiş tertemiz hatıralarının mirasıdır.

AFRİKA’LI MÜSLÜMANLARDAKİ TÜRK ADI VE İMAJI

Afrika’da (en azından bazı bölgelerinde) ne kadar olumlu ve çok güzel bir Türk adı ve imajı yaşadığının farkına ben ilk defa Hac görevi için gittiğim Mekke’de şahit oldum. Beni çok etkileyen olan bu olayı okuyucularla da paylaşmak isterim.

Mekke’nin oldukça kalabalık ve trafiği çok yoğun caddelerinden birinde yürüyordum. Gözüm yolun kenarındaki boylu boslu, dev cüsseli, her ikisi de âmâ olan iki zenciye takıldı. Birbirlerinin koluna sıkı sıkıya yapışmışlar, yolun karşısına geçmek istiyorlar ama bir türlü geçemiyorlardı. Trafik o kadar yoğun ki, ayaklarını kaldırımdan aşağıya atıyorlar, bazen caddede bir iki adım da ilerliyorlar, fakat hızla gelen arabaların sesini duyunca, indikleri kaldırıma hemen geri dönüyorlardı. Kendilerine yaklaşarak, Arapça, karşıya geçmek istiyorlarsa yardım edebileceğimi söyledim. Yardım teklifimi sevinçle ve minnetle karşıladılar. Aralarına girdim, bu sefer üçümüz kol kola girdik. Gelip geçen araçlara da dikkat ederek onları karşı kaldırıma geçirdim. Bana teşekkür ettiler. Yanlarından ayrılırken bana nereli olduğumu sordular. Ben de: –

– Türküm! dedim. Fakat o da ne? Benim ağzımdan ‘Türküm!’ sözü çıkar çıkmaz, adamlara bir şeyler oldu. Hiç anlayamadığım, anlamlandıramadığım olağanüstü, anlaşılmaz ve anlatılmaz bir heyecana kapıldılar. Kısa bir süre:

  • Türkmüş! Türkmüş!
  • Evet, evet Türkmüş! diyerek sertçe birbirlerini dürtüklediler. Sonra

ikisi birden büyük bir saygı ve edeple biraz daha bana doğru yaklaştılar, ben ne olup bittiğini anlamaya çalışırken onlar ellerini yüzüme gözüme, saçıma, başıma, koluma, omuzuma, sırtıma velhasıl nereme uzanabilirlerse orama sürme, dokunma, beni elleriyle tanıma yarışına girdiler. Zavallılar gözleriyle göremedikleri için beni elleriyle tanımaya çalışıyorlardı. Gözleriyle görebilseler veya ben başka bir milletten olduğumu örneğin ‘Arap’ olduğumu söylesem, böyle bir şeye kalkışmayacaklar, gerek duymayacaklardı. Afrika’nın kara derili bu güzel ve çok duygulu insanlarının çok büyük bir aşk, muhabbet, sevgi, saygı, hayranlık gibi yüce duygular içerisinde ve kendilerinden geçercesine Kabe örtüsüne veya Hacerülesved’e sarıldıklarını, dokunduklarını, öptüklerini çok görmüştüm. Şimdi ise karşılarında kendini ‘Türk!’ diye tanıtan biri olduğunu duyunca, adamlar sanki yine aynı veya benzer duygular içinde kaybolup gitmişlerdi. Ben hayatım boyunca hiç böyle bir olayla karşılaşmamıştım. Bu yüzden çok büyük bir şaşkınlık içinde bu adamlara ne olduğunu, ‘Türk!’ adını duyunca neden bu kadar heyecanlandıklarını anlamaya çalışıyordum. Artık hayallerinde yaşattıkları o efsanevi, esatiri kahramanlara benzetemediklerinden midir, yaptıklarından biraz mahcubiyet duyduklarından mıdır, bu kadar dokunmayı yeterli saydıklarından mıdır, her neyse üzerimdeki elleri biraz gevşer gevşemez hemen kendilerine tekrar selam verip ayrıldım. Adamların sevgi ve saygı gösterilerinden yakamı zor kurtardım.

Bunun nedenleri üzerinde düşününce, bendebu zavallı Afrikalı âmâların kafasında olağanüstü bir Türk imajı olduğu, o zamana kadar gözleriyle hiç Türk göremedikleri, ilk defa da kendisini Türk diye tanıtan biriyle karşılaştıkları için heyecana kapılıp onu hiç olmazsa elleriyle, duyu organlarıyla algılamak, tanımak istedikleri kanaati oluştu.

Afrikalılardaki Türk hayranlığını ve sevgisini gösteren başka olaylar da yaşadım. Hatta bir ara kendi kendime ‘Acaba böyle olaylarla bir tek ben mi karşılaşıyorum, bir tek ben mi tanık oluyorum?’ diye düşünecek hale gelmiştim ki, Afrika’ya gidiş gelişlerin artmasıyla benzer olayları ve hatıraları başkalarından da duymaya başladım, yalnız olmadığımı anlamak da beni bir hayli rahatlattı. Onun için şimdi burada, Prof. Dr. Hayrani Altuntaş’ın, Afrikalı Müslümanlardaki Türk sevgisini ve hayranlığını gösteren, bana ilginç gelen ve benimkine de benzeyen bir anısını nakledeyim ki, bir denge de sağlanmış olsun. Prof. Dr. Hayrani Altuntaş’ın birkaç yıl önce Afrika ülkelerinden birine bir seyahati olmuş. Burası onun ilk defa ziyaret ettiği, Türklerin de öyle fazla gidip gelmedikleri, seyahat etmedikleri bir Orta Afrika ülkesiymiş. Nitekim görüştüğü, karşılaştığı, tanıştığı insanlardan çoğu, ülkelerinde kendisinden önce hiç Türk görmediklerini ve tanımadıkları söylemişler. Fakat hiç Türk görmemiş ve tanımamış olmalarına rağmen, bu uzak Afrika ülkesinin insanlarında bu kadar olumlu ve güzel bir Türk adının ve imajının bulunması, hem de asırlardan beri böyle canlı, diri bir şekilde yaşaması Hayrani Altuntaş’ın da çok dikkatimi çekmiş. Katıldığı toplantılarda, kokteyllerde aralarında bir Türk’ün de bulunduğu hemen duyuluyor, bütün bakışlar ve dikkatler onun üzerinde toplanıyor, insanlar ona bir başka türlü bakıyorlarmış. Hatta bir akşam bir kokteylin verildiği çok büyük bir salonda, bazıları uzaklardan sağ ellerini yumruk yapıp başparmaklarını ‘Okey, tamam!’ işareti yaparak kaldırıyorlar, ona doğru sallıyorlar, herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle Arapça: ‘Etrâk! Akhyar un-nâs = Türkler! İnsanların en hayırlıları!’ diye bağırıyorlarmış.

Anlaşılan ecdadımız Afrika’da da öyle iyi, güzel, şerefli bir ad, nam, şan, şöhret bırakmış ve bu Afrika’nın en ücra köşelerine kadar öyle yayılmış ki, asırlardan beri hiç unutulmadan hala bu kadar canlı ve diri bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Türk adının bu insanları bu kadar heyecanlandırmasının, onlarda bu kadar büyük saygı ve takdir uyandırmasının başka bir izahı ve anlamı olamaz. Bu kolay ne kazanılabilecek bir başarıdır, ne de bu insanların kafasındaki Türk imajı ve yargısı kendiliğinden oluşmuştur. Dünyanın çoğu yerlerindeki olumsuz imajımız gibi bu da kazanılmış bir şeydir. Bu imajın oluşmasında Ali Bey ve leventleri gibi gaza ve cihad ruhuyla oralara kadar gitmiş, şehid olmuş ecdadımızın bıraktığı güzel anıların, izlerin, eserlerin çok büyük rolleri vardır. Demek ki onlar oralarda, Türk adıyla o insanlara ne büyük iyilikler yapmışlar, ne büyük umut olmuşlar, nasıl destekler ve yardımlar sağlamışlar ki, o insanlar bugün bile bize sırf onların neslinden geldiğimiz için bu kadar büyük sevgi ve saygı gösteriyorlar, gıptayla bakıyorlar, takdirlerini de en açık şekilde ifade ediyorlar. Biz bugün o idealist insanlarımızın bu güzel adı, sanı, şanı, şerefi, sevgi ve saygıyı hak edecek neler yaptıklarını bile bilemiyoruz. Çünkü onların oralardaki maceralarından bizim kaynaklarımız hiç bahsetmez. Başta İspanyol ve Portekiz kaynakları olmak üzere, Avrupa kaynaklarında onlarla ilgili yazılan pek çok şey de düşman gözüyle ve düşman diliyle yazıldıkları için güvenilirlikleri ve inanılırlıkları çok şüphelidir. Bakalım bizim kendi yazarlarımız ne zaman bu konularla da ilgilenecekler.

FARKLI TÜRK İMAJLARININ ARDINDA YATAN NEDENLER

Yemen’deki veya dünyanın başka yerlerindeki Türk imajı ile Afrika’daki Türk imajının aynı olmadığı, aralarında çok önemli farkların bulunduğu, Afrika’nın bazı yerlerinde başka yerlerde göremeyeceğimiz kadar olumlu ve güzel bir imajımızın olduğu anlaşılıyor. Acaba bunun altında yatan sebepler neler olabilir? Hiç kuşkusuz bunun altında yatan en önemli sebepler insan unsurumuzla çok yakından ilgilidir. Bilindiği gibi bizim Afrika içlerine doğru ilerleyişimiz ikbal devirlerimize, yani devletimizin en güçlü, insanlarımızın da en kaliteli ve nitelikli olduğu dönemlere rastlar. Daha sonraki devirlerde buralara olan ilgimizi de büyük ölçüde yitirdiğimizden, Afrikalılar sadece buralara ilk gelen ve buralarda kaybolup gitmiş nitelikli, kaliteli, erdemli ve hünerli insanlarımızı tanıdıkları için, sadece onların hatıralarıyla kafalarında belli bir Türk imajı oluşmuş ve günümüze kadar da gelmiştir. O dönemlerde milletimizin önemli bir çoğunluğu en sade vatandaşından en üst yöneticisine kadar belli erdemlere, faziletlere, üstün niteliklere sahipti. Öyle ki bu milletin içinden milletinin haline, üstün ahlak ve faziletine bakıp kendinden utanabilecek: ‘Ben böyle faziletli, üstün nitelikli, ahlaklı, erdemli bir millete sadrazamlık yapamam!’ deyip istifa edebilecek nitelikte sadrazamlar bile çıkıyordu. Devletin gerileme ve duraklama sürecine girmesine paralel olarak insanımızın da kalitesi o nispette düşmeye, faziletlerin yerini rezaletler, adaletin yerini zulüm ve haksızlıklar almaya başladı. Artık devlet görevleri, mevki ve makamlar ehil, liyakatli, dirayetli, ahlak ve fazilet sahibi insanlara değil, rüşvetle ve kirli ilişkilerle dağıtılmaya, insanlar bu görevleri kapmak için birbirlerini çiğnemeye ve yemeye, kötüler iyilere tercih edilmeye başlanınca devletin ve yönetimin çivisi iyiden iyiyi çıktı. Yemen’deki hükümranlığımız dörtyüz yılı aşkın bir süre devam ettiği için, Anadolu’daki Müslüman Türk kardeşleri gibi Yemenliler de bizim idbar devrimizin ve adam kıtlığımızın bütün sıkıntılarını, başlarındaki yetki ve sorumluluk sahibi ehliyetsiz, liyakatsiz, zalim, din, devlet ve millet haini yöneticilerin elinden bütün şiddetiyle çekmek zorunda kaldılar. Bu kötü günler nispeten yakın dönemlere rastladığı, iyilikler hemen unutulduğu halde kötülükler kolay unutulamadığı için, Yemenlilerin de Türklükle ve Türklerle özdeşleştirdikleri bu kötü yönetim ve yönetici zulmü altında çektikleri acıları ve sıkıntıları unutabilmeleri, dolayısıyla Yemen’de, Afrika’da olduğu kadar olumlu ve güzel bir Türk adı ve imajı olmasını beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir.

İnsan hayatı çok uzun olmadığı gibi, tekrarlanıp duran, ders alınmayan hatalara karşı da pek toleranslı değildir. Bazen hata cellâdını yanında taşır, işleyene hak ettiği cezayı hemen oracıkta veriverir. Bazen de biz kendi suçlarımızın, hatalarımızın cezasıyla beraber, önceki nesillerin zamanında çözüme kavuşturulmamış sorunlarının, cezası çekilmemiş suçlarının, vazgeçilerek dönülüp düzeltilmemiş hatalarının, ödenmemiş faturalarının birikmiş cezalarını da ödemek zorunda kalırız. Ya da aynı acımasızlığı bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek gelecek nesillere biz yapar, bir şekilde kendi üzerimizden attığımız ağır yükleri onların üzerine yıkarız. İnsanların bıraktığı miras sadece maddi değeri olan mal, mülk gibi şeyler olmaz. Bunlarla beraber, bundan daha da önemlisi insanın geride bıraktığı iyi veya kötü addır. Her ad gibi Türk adının da o adı taşıyan insanların durumlarına bakılarak iyi veya kötü, olumlu veya olumsuz sayıldığı dönemler olmuştur. Belki her millet için öyledir ama bir milletin başındakilere, yöneticilerine göre düzelmesi veya bozulması Türk Milleti için çok daha doğrudur. Türk Milleti başında iyi, düzgün, ehliyetli liyakatli yöneticiler olduğu müddetçe çok büyük işler başarabilmiş bir millettir. Türk milletinin belki de başka milletlerde bulunmayan bir başka hasleti de ne kadar değişime uğrarsa uğrasın, ne kadar bozulursa bozulsun, ne kadar yolunu şaşırırsa şaşırsın yine de özünde, cevherinde, mayasında tekrar asli haline, özüne, cevherine dönebilme, derlenip toparlanabilme, düzelebilmesine potansiyelini taşımasıdır. Bu özellik yüzünden defalarca öldü, yıkıldı, yok oldu sanıldığı halde esatiri bir kahraman gibi küllerinden yeniden var olabilmiş, tekrar tekrar süper güç olabilmiş devletler kurabilmiştir. Medeniyetimizin çok önemli bir fetret devrini yaşadığı günümüzde bile Türk medeniyetinin yıkılmış, çökmüş bir medeniyet değil, durdurulmuş, dondurulmuş bir medeniyet olduğunu A. Toynbee gibi batılı tarihçiler ve bilim adamları da savunmaktadırlar. Konuyu fazla dağıtmamak için, başka araştırmaların konusu olması gereken bu hususları bir kenara bırakarak biz yine Yemen maceramıza dönelim.

YEMEN MACERAMIZ NASIL BAŞLADI?

Biz Yemen’e savaşla ve silah zoruyla girmedik. Aslında biz Yemen’e biraz piyangodan çıkar gibi bir şekilde sahip olduk. Yavuz Sultan Selim, 1517 yılında Mısır’ı fethedince, önce Hicaz, Yemen, daha sonra da Bingazi, Nubya, Cezayir gibi ülkeler, Osmanlı Devleti hâkimiyetine geçtiklerini ilan ettiler. Bu büyük ülkeleri imparatorluklarına katmak için Osmanlılar, tek bir asker bile harcamadılar. Zaten güçlü Avrupa devletlerine yem olmamak için neredeyse bütün Arap ve İslam ülkeleri Osmanlı Devleti gibi bir süper gücün himayesine girmek zorundaydılar. İspanya ve Portekiz gibi devletler, İspanya’da sekiz asır süren Müslüman hâkimiyetine son verdikten sonra, Arap ülkelerine ve Kuzey Afrika’ya yönelmişler, Cezayir başta olmak üzere Kuzey Afrika’yı işgale başlamışlar, Afrika kıtasını güneyden dolanan Ümit Burnu yolunu bularak Uzak Doğu’ya ve Hindistan’a ulaşmışlar, Afrika kıyılarında koloniler kurmuşlardı. Bununla da yetinmeyerek hâkimiyet alanlarını sürekli genişletmeye çalışıyorlar, bütün İslam ülkeleri, hatta Mekke ve Medine gibi kutsal yerler için de önemli bir tehdit oluşturuyorlardı. Osmanlı Devletinden başka diğer Müslüman devletlerin bu saldırılara karşı koyabilecek, onlarla baş edebilecek yeterli güçleri ve kuvvetleri yoktu.

Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethettiğinde Memluk komutanlarından Çerkes İskender Bey, o sırada Yemen’deki Memluk topraklarını genişletmek için İmam Şerafettin’le savaşıyordu ve San’a’yı da ele geçirmişti. Yavuz Sultan Selim, Çerkes İskender Bey’i Yemen Valiliği’ne atadı, o da San’a’da Yavuz adına hutbe okuttu. Böylece Yemen de resmen Osmanlı toprağı oldu. Bölgede gerçek anlamda bir Osmanlı egemenliği ise ancak Kanuni Sultan Süleyman zamanında kuruldu.

Hindistan seferine çıkan Mısır Valisi Hadım Süleyman Paşa, Aden ve Zebid kıyılarındaki emirlerle savaşıp onları yenerek buraları tam anlamıyla Osmanlı topraklarına kattı. Yemen Osmanlı’ya bağlı bir eyalet haline getirilerek beylerbeyi atandı (1539). 1546 yılında Yemen Beylerbeyliğine atanan Çerkez Özdemir Paşa Yemen’deki Osmanlı topraklarını daha da genişletti. San’a’yı da tekrar Osmanlı topraklarına kattı (1547). Öte yandan batılı devletler de hiç boş durmuyorlar, özellikle Portekizliler bölgede yoğun bir işgal faaliyeti sürdürüyorlar, bu durum da Osmanlı Devleti’ni çok rahatsız ediyordu. Özdemir Paşa aynı yıl görevinden ayrıldıktan sonra Portekizliler 1547’de Aden Limanını ele geçirdiler. İşgallerini de Umman, Katar, Bahreyn ve Basra Körfezine doğru da yaymaya başladılar. Dünya devleti olma ve dünyaya nizam verme iddiasındaki Osmanlı Devletinin buna sessiz ve seyirci kalabilmesi mümkün değildi. İspanyol ve Portekiz saldırılarının bertaraf edilebilmesi için öncelikle deniz kuvvetleri ve donanma güçlendirilerek harekete geçirildi. Hint Kaptanlığına getirilen Piri Reis, 26 Şubat 1548’de Aden’i, 1552’de Maskat’ı daha sonra da Kişm Adası, Katar ve Bahreyn’i geri alarak, Portekizlileri bölgeden söküp çıkardı. Böylece İslam dünyası üzerindeki İspanyol ve Portekiz tehlikesi bertaraf edilmişti. Bu olaylar, Osmanlı Devleti’nin bölgenin önemini ve İstanbul’un güvenliğinin ve savunmasının da Yemen’den başladığını daha iyi kavramasını sağladı. 1499’tan itibaren, bütün onaltıncı yüzyıl boyunca, dünyanın önemli devletleri arasına giren Portekiz, özellikle Hint Okyanusunda Osmanlıları en çok uğraştıran Avrupa Devleti’ydi. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1553-1556 yılları arasında Hindistan’daki Müslümanların imdadına gönderdiği ünlü Türk denizcisi Seydi Ali Reis’in karşısına da Aden Körfezinde, Umman Denizinde, Hind Okyanusunda hep Portekizliler çıkıyorlar, çok şiddetli deniz savaşları oluyordu. Portekizlilerin ayağını buralardan temelli kesebilmek bir türlü mümkün olamıyordu. Portekizlilerin bu faaliyetleri Papa tarafından da sürekli destekleniyor, Papa, Hind sularında Türklerle vuruşurken ölen Portekiz denizcilerinin, Tanrı katında bütün günahlarının affedileceğini, doğrudan doğruya cennete gideceklerini ilan ediyordu. Piri Reis’ten sonra Portekizliler Umman’ın Maskat limanını tekrar ele geçirdiler. Burayı Yemen’in sancak beylerinden Ali Bey, Portekizlilerden geri aldı. Osmanlılar Portekiz gailesinden ancak onları, Fas’ta yenip Portekiz’in siyasi varlığına son vererek kurtulabildiler. Ama Portekizlileri bertaraf etmiş olmak bile Osmanlı Devletini Hint Okyanusunda, Doğu Afrika kıyılarında, Basra Körfezinde ve buraları kontrol eden Yemen’de tek ve rakipsiz konuma getirmeye yetmemişti.

Bir dünya gücü ve dünya devleti olmak isteyenler, gözlerini hiç bir zaman, dünyanın en stratejik bölgelerinden biri olan Yemen’den ayıramıyorlardı. Burası özellikle Hindistan ve Uzak doğu yolunu, Afrika kıyılarını kontrol etmek, buralarda hakimiyet kurmak isteyen bütün devletlerin kendilerini ilk ele geçirmek ve kontrol etmek zorunda oldukları hissettikleri çok stratejik bir bölgeydi. Bölgenin önemi, Avrupa devletlerinin sömürgecilik faaliyetleri nedeniyle ondokuzuncu yüzyılda daha da arttı. Hindistan yolunun denetimini daha iyi sağlamak ve Osmanlı Devleti’nin denizle bağlantısını bu taraftan da kesmek isteyen İngilizler, 1839’da Aden’i, 1857’de de Perim’i işgal etti. Büyük devlet olma iddiasından vazgeçemeyen Osmanlı Devleti ise Yemen’i elinden çıkarmak istemiyordu. Fakat ehliyetli, dirayetli, liyakatli yönetici kıtlığı yüzünden bölgeyi ne sağlam bir şekilde elinde tutabiliyor, ne de stratejik önem ve güvenlik kaygıları nedeniyle temelli bırakabiliyordu. Bu yüzden Yemen’i alırken de, verirken de hemen hemen hiç kan dökmeyen, kayıp vermeyen Osmanlı Devleti, bu geniş ülkeyi elde tutabilmek için özellikle buradaki hakimiyetinin son yüzyılı içinde akıl almaz denebilecek boyutlarda kayıplar verdi.

YEMEN’DE VERDIĞIMIZ KAYIPLARIN NEDENLERI?

Türk milleti, 1683 Viyana bozgunundan beri asırlardır hep kaybeden, kaybetmeye alışmış ve artık kaybetmeyi kanıksamış bir millet haline gelmiştir. Bu millet kaybede kaybede bu hale gelmiş ve getirilmiştir. Hala da bu psikolojiden kurtulabilmiş, kazanma yoluna tam anlamıyla girebilmiş olmanın emareleri ufuklarda gözükmüyor. Neden? Çünkü kayıplarımızın sebeplerini, nedenlerini ve niçinlerini, dolayısıyla kayıplarımızı kazanca dönüştürmenin yollarını anlayabilmiş değiliz, ciddi olarak bunu aramasını, bulmasını da bilemiyoruz. Bu yüzden de kısır bir döngü içerisinde, aynı hataları tekrar ede ede kayıp üstüne kayıplar vermeye devam ediyoruz. Kayıplarımızın nedenlerini araştırmak sorgulamak, kazanca dönüştürmek bir yana, daha kayıplarımızın çetelesini tutabilmiş, muhasebesini yapabilmiş bile değiliz. Neler kaybettiğimizin, nasıl kaybettiğimizin yanında, kaybettiklerimizin değerinden ve öneminden de gafiliz. Kendi tarihimizle ilgili genel bilgi eksikliğimiz, Yemen özelinde, özellikte buraları elde tutabilmek için katlanmak zorunda kaldığımız can ve mal kayıplarımız konusunda da aynen geçerlidir. Yemen’de ne zaman, ne kaybettiğimiz, nasıl kaybettiğimiz, niçin kaybettiğimiz, kaybettiklerimizin anlamı, önem ve değeri gibi konularda da tam bir bilgisizlik içindeyiz. Örneğin, Yemen’deki insan kayıplarımız hakkındaki bilgilerimiz, sadece tahmini ve yuvarlak rakamlardan ibarettir. Bizim devlet büyüklerimiz, öteden beri insan kayıplarını pek kayıptan saymazlar. Ölenler anasının kesesinden öyle harcanıp giderler ve bunların hesabı hiç kimseden sorulmaz. Örneğin, Yemen’de de görev yapmış olan İsmet İnönü, Yemen’deki kayıplarımızı yuvarlak rakamlarla şöyle anlatır:

‘Yemen’in taşının, toprağının, kumunun her karışında bir Türk askeri gömülüdür. Bu yüzbinlerce şehidin, meçhul askerlerin çoğunun mezarı bile yoktur. Bütün Yemen kıtası, Türk şehitliğidir (İsmet İnönü, Ali Fuat Erden, s. 41).

İctihat Mecmuasının 139 numaralı ve 30/11/1921 tarihli nüshasının 2941. sayfasında Portsait İstatistik dairesinden alınan kayıtlara göre, Süveyş Kanalı’nın açıldığı 1869 yılından sonraki 45 yıl içinde Yemen’e 1.000.000 (birmilyon) Anadolu evladı götürülmüştür. Evet götürülmüştür ama maalesef bunların önemli bir kısmı bir daha sağ salim geri getirilememiştir.

15/01/1937 tarihli, 627 sayılı Tan Gazetesinde Selahattin Güngör tarafından General Galip Bey’den nakledildiğine göre, yüzbaşı rütbesinde iken Yemen’e tayin edildikten sonra, Erkan-ı Harp Binbaşısı Cemil Bey’in izniyle 1310 yılında yaptığı araştırma sonucunda, 1287 (1871) ile 1310 (1894) yılları arasında, yani sadece yirmiüç yıl içerisinde Yemen’e sevk edilen askerden 130.000 Anadolu evladının Yemen çöllerine gömüldüğünü tespit ettiğini söylüyor.

Peki ama, acaba biz Yemen’de niye bu kadar çok kayıplar verdik? Aslında o zamandan beri esas sorulması, cevabının aranması, bulunması, çarelerinin aranması, tedbirine tevessül edilmesi ve gereğinin acilen yerine getirilmesi gereken soru buydu. Ama bizde değişik nedenlerle ve gerekçelerle böyle sorular hiç sorulmaz, sorulamaz. Bu yüzden bu soruyu kimse soramadı, hala da soramıyor. Eğer bu sorular zamanında sorulabilse, bunların doğru ve gerçek cevapları bulunabilse, kayıpların hesabı bunlara sebep olanlardan ciddiyetle sorulabilse, gereken tedbirler de zamanında alınabilse, ne bu kadar büyük kayıplar verilir, ne de biz bu hallere düşerdik.

Bazıları Yemen’deki kayıplarımızın bu kadar fazla olmasını burasının merkezden çok uzak bir yer olmasına bağlıyorlar. İyi ama o zamanlar bizden çok daha küçük, zayıf, güçsüz ülkeler, dünyanın çok daha uzak yerlerine, başka kıtalara, aylar yıllar süren çok daha uzun, zorlu, çileli, tehlikeli yolculukları göze alarak, kimsenin gidip gelmediği, üstelik de kendilerine çok yabancı ve düşman olan insanların yaşadığı bilinmez coğrafyalara sömürge amaçlı işgal güçleri göndermiyorlar mıydı? Onlar kayıpları bile bizimkiyle kıyaslanamayacak küçük ve az olduğu halde, bizim Yemen’deki kayıplarımız niçin bu kadar çok ve büyüktü? Öyle ya, haritayı açıp İspanya’nın, Portekiz’in, İngiltere’nin, Hollanda’nın gittiği ülkelere ve bölgelere baktığımızda, onların gittiği yerlere nazaran Yemen’in bizim burnumuzun dibinde, bize çok yakın ve çok daha dost bir coğrafya olduğu görünmüyor mu?

Bu kayıpları nerede ve nasıl verdiğimiz sorusunun cevabını araştırdığımızda çok daha vahim, inanılmaz, akıl, mantık ve hafsala alamaz bir gerçekle karşılaşırız. Yemen’deki kayıplarımızın yüzde doksandan fazlasını savaşlarda, çatışmalarda değil, başka sebeplerden, hem de çok basit, anlamsız, akıl almaz, küçücük sebeplerden verdiğimizi öğreniyoruz. Oralarda uzun yıllar görev yaptıktan sonra sağ salim geri dönebilen şanslı görevlilerimizden biri hatıralarında şunları anlatıyor: ‘Yemen’de kaybettiğimiz askerlerin hepsinin savaşlarda, Arapların kurşunlarıyla veya cenbiyeleriyle şehit olduklarını sanmak doğru olmaz. Ölümlerin gerçek nedenleri arasında barınaksızlık, bakımsızlık, açlık, susuzluk, hastalık, özellikle sıtma, ilgisizlik, çeşitli yönetim zaafları, gaflet, ahlaksızca hareketlerin sebep olduğu olaylar gibi pek çok şey vardır. Yemen’e gidip de sıtmaya tutulmayan hiçbir asker ve memur yok gibidir. Ölümlerin % 80’den fazlası sıtmadan olmuştur (Yemen Notları, Asaf TANRIKUT, sayfa: 9, Güzel Sanatlar Matbaası, Ankara, 1965).

Vatan savunması için gönderdiği milyonlarca insanını, savaş meydanlarında değil de eften, püften basit sebeplerle harcama başarısını göstermek bütün dünyada herhalde sadece bize özgü garipliklerdendir.

Yemen macerasını yaşayıp dönebilmiş insanlarımızın, Yemen’de Yemenlilerle bizim askerler arasında çıkan isyanların, çatışmaların, savaşların sebepleri üzerine anlattıkları şeyler gerçekten de inanılması çok güç, bize hiç yakışmayacak ancak fecaat tabiriyle kısmen ifade edilebilecek türdendir. Öyle ya bize dost olması gereken, bir ve beraber olmamızda her iki tarafın da ortak menfaatleri ve çıkarları bulunan bir coğrafyada her iki tarafın da hiç kayıp vermemesi, Müslüman’ın Müslüman’ı hiçbir şekilde katletmemesi gerekmez miydi? O zaman bu Yemen’lilere ne oluyordu da bu kadar çok isyan çıkarıyorlardı? Bu adamların Türklerle alıp veremedikleri neydi? Bu sorulara cevap bulabilmek için de öncelikle bu çatışmaların, isyanların, savaşların niçin, nasıl ve hangi sebeplerden çıktığını araştırmak, elde edilecek bilgileri inceden inceye tahlil, tetkik ve analiz etmek gerekmektedir. Ama maalesef bu konularda da ciddi araştırmalara sahip değiliz. Elimizde oralara gidip gelmiş bazı insanlarımızın, görevlilerimizin mektuplarından, hatıralarından, olayların bazılarına ilişkin birkaç rapordan ve yazıdan başka bir şey yok gibidir. Fakat sadece bunlar bile bizim adımıza oralarda görev yapan, devlet gücünü ve otoritesini kullanan din, devlet ve millet haini bazı kişiler tarafından ne büyük hatalar, yanlışlıklar, zulümler, hatta bunları yazanların tabiriyle alçaklıklar yapıldığını, bedelini, devletin, milletin ve zavallı Mehmetçiğin ödediği ne büyük suçlar işlendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Yemin’in aslında bize dost bir coğrafya olmasına, oradaki Müslümanların varlıkları, birlikleri, dirlikleri, düzenleri için Osmanlı Devleti gibi büyük bir gücün şemsiyesi altında bulunmaya şiddetle ihtiyaçları bulunmasına, kendileri de büyük ölçüde bunun şuurunda ve bilincinde olmalarına rağmen bir türlü tatsız olayların önüne geçilememiştir. Yine Türk milleti içinden oralarda görev yapan ve pek çok olaya şahitlik eden görgü tanıkları, Yemen’de yerli halk ile Mehmetçik arasında ortaya çıkan ve önce yüzbinlerce insanın, sonrada da tüm Yemen’in kaybına sebebiyet veren kin ve düşmanlıkların, isyanların, ayaklanmaların, savaşların, çatışmaların, kıtlıkların, açlıkların, sefaletlerin temelinde bazı yöneticilerimizin, idarecilerimizin, komutanlarımızın basiretsizliklerinin, beceriksizliklerinin, tedbirsizliklerinin, ihanetlerinin, zulüm ve haksızlıkların yattığında birleşiyorlar. Yemen’de çıkan isyanların sebeplerini, bu facialara kimlerin nasıl yol açtığını onların ağzından dinleyen, onların kaleminden okuyan akıl, insaf ve vicdan sahibi herkesin, bu olup bitenlere isyan etmemesi, isyancılara, baş kaldıranlara hak vermemesi, Yemenlilerin nasıl olup da bu kadar sabırlı davranabildiklerine, daha fazla olay ve isyan çıkmamasına, daha büyük çatışmalar ve savaşlar yaşanmamasına şaşmaması mümkün değildir.

Bu yazı kapsamı içinde biz de şimdiye kadar sorabildiğimiz veya soramadığımız sayısız soruların, dünümüze, bugünümüze ve geleceğimize ışık tutabilecek cevaplarını oralara görevli olarak gitmiş, oralarda bulunmuş, savaşmış, acılar çileler çekmiş insanlarımızın ağızlarından ve kalemlerinden aramaya çalışacağız. İçlerinde çok ilginç hayat tecrübeleri, maceraları, çok önemli dersler ve ibretler bulunan bu gerçek hayat hikâyelerini, bu yaşanmış olayları olabildiğince kronolojik bir sırayla ortaya koymaya çalışalım.

OSMANLILARIN SAN’A’YA GİRİŞİNDE YAŞANANLAR

Mısır’ın fethiyle 1517 yılında Osmanlılara geçen Yemen, 400 küsur yıl boyunca Osmanlı Devletinin en sorunlu bölgelerinden biri olmuş, huzursuzluk, kargaşa, isyan, ayaklanma, direniş, çatışma gibi olaylar hiç eksik olmamıştır. Yemen’in her yerinde ve her zaman tam bir Osmanlı hâkimiyeti olmamıştır. Örneğin Yemen’in en önemli şehirlerinden biri olan, Osmanlı Devleti’ni en çok uğraştıran, ele geçirebildiklerinde genellikle vilayet merkezi yaptıkları, Hudeyde Limanı’ndan 280 km kadar içeride ve deniz seviyesinden 2342 metre yükseklikteki San’a, Osmanlı Devleti ile Yemen İmamları arasında sık sık el değiştirmiştir.

Bu el değiştirmelerde yaşanan acı ve tatsız olaylar, her zaman bir sonraki çatışmanın tohumunu da içinde barındırmış, daha sonraki isyanları da hazırlayıcı roller oynamıştır. Örneğin Osmanlı Devleti adına, Çerkes Özdemir Paşa’nın 8 Receb 954 hicrî (1547) tarihin­de savaş yoluyla San’a’ya girişinde yaşanan tatsız olaylar da bize bu konuda önemli ipuçları vermektedir. Ahmed Raşid Bey’in Tarihinde (C.I.S.89) Özdemir Paşa San’a’ya girerken yapılanlar ve yaşananlar şöyle anlatılıyor:

“Askerler, San’a’ya gir­dikten sonra ahaliden 1200 (binikiyüz) kadarını öldürdüler. Kadınları ve kız çocuklarını esir alıp çarşıda ve pazarda sattılar. Pek çok mal ve eş­yayı yağma ettiler. Kadınlardan ve erkeklerden birçoğu bu şiddetli muamelenin yarattığı korkudan delirerek kendilerini öldürdüler ve astılar. O günün yarısına kadar bu durum böyle devam etti. Özdemir Paşa nihayet insafa gele­rek ahaliye aman verdi ve askerlerin ahaliyi öldürmelerinin ve yağmalarının önüne geçti.”

Böyle bir girişin hiç kimseye bir hayrı olamayacağı gibi Osmanlılara da olmamış, bu kötü girişten sonra San’a’da bir daha tam anlamıyla kalıcı bir barış, huzur, güven, sükun ve kardeşlik tesis edilememiştir. Yemen’deki dört yüz küsur yıllık egemenlikleri döneminde Osmanlılar San’a’yı sık sık kaybetmişler, 5 kez giriş yaptıkları bu şehri toplam olarak ancak 138 yıl ellerinde tutabilmişlerdir.

ASİR BÖLGESİ İSYANLARI

Yemen’de San’a gibi Osmanlı Devletini en çok uğraştıran ve en çok isyanların çıktığı yerlerden biri de Asir’dir. Yemen’le Hicaz Vilayetleri arasındaki Asir, Yemen’in devamı niteliğinde, Yemen’e bağlı ancak Yemen’le fazla irti­batı olmayan, bütün Yemen Vilâyetinin yarısı kadar geniş ve çok önemli bir bölgeydi.

Asir bölgesinde ve Yemen’de bu kadar çok isyan çıkmasını bazı yazarlarımız halkın cehaletine, yapısına ve özelliklerine bağlarlar. Nitekim Miralay Hacı Ahmed Raşid Bey, Yemen ve San’a Tarihi’nin ikinci cildinin 349- 351 sayfalarında yöre halkı hakkında şunları anlatıyor:

“Asir halkı, genellikle kan akıtmaya meyyal, son derece cebbar ve haşindirler. Kan davası gütmek, bu yüzden birbirlerini öldürmek ade­ti bunlarda da vardır. Kendi kişisel çıkar ve menfaatlerinin peşinde koşan ileri gelir bir kaç sefihin sözüne uyarak kabileler, kolayca ve sudan sebeplerle birbirine saldırır, birbiriyle savaşır veya hükümete isyan etmek gibi işlere kalkışabilirler. En alçak bir herif bile ‘Ben mehdiyim!’ diye ortaya çıksa, sözüne inanıp peşine düşen çok kimse bulur. Her işte, herkese böyle uyabilirler ve herkesin peşine takılabilirler. İşin sonunu ve sonunda başlarına gelebilecek şeyleri düşünmezler. İyiyi ve kötüyü ayırt edemezler. Bunların akılları başlarında değil, gözle­rinde gibidir. Allahın varlığından başka gözleriyle görmedikleri hiç bir şeye inanmazlar.”

Bütün bunlar büyük ölçüde doğrudur. Öte yandan bu isyanların, yaşanan acıların ve felaketlerin arkasında çok daha büyük ve önemli sebeplerin bulunduğu da başka bir gerçektir. Nitekim bölgeyi ve buralarda olup bitenleri çok yakından bilen bazı güvenilir kaynaklar, isyan sebeplerinin başında Yemen’de ve Asir’de görev yapan bazı din, devlet ve millet haini soysuzların yerli halka karşı giriştikleri sert, insanlık dışı tutum ve davranışların geldiğini öne sürüyorlar. Onlara göre, bu gibilerin yaptıkları alçaklıklar, bölgede uyanan ve gelişen Osmanlı ve Türk karşıtlığında, Arapların Türklere karşı öfke, kin, nefret, düşmanlık ve intikam hisleriyle dolmalarında, sık sık isyana kalkışmalarında çok daha büyük ve önemli roller olmuşlardır. Biz de konuyu en iyi bilenlerin yazdıklarından, Devlete sundukları resmi raporlardan bazı alıntılarla ortaya koymaya çalışacağız.

YEMEN’DEKİ İSYANLARIN EN ÖNEMLI SEBEPLERİ

Yemen halkının büyük çoğunluğu Şia’nın bir kolu olan Zeydiye Mezhebine mensup olduklarından Hilafet kurumuna değil, İmamet kurumuna inanırlar. Yani onlar mezhepleri icabı, Osmanlı Sultanlarını Halife sıfatıyla kendilerine önder tanımak istemezler. Burada çekilen sıkıntıların ve isyanların temelinde bunun da belli bir payının olduğu ortadadır. Fakat çıkan isyanların büyük çoğunluğunun mezhep ve görüş farklılığından ziyade kötü yönetimden kaynaklanmıştır. Bu isyanların ve ayaklanmaların büyük çoğunluğunun fitilini orada görev yapan Osmanlı asker ve memurlarının yerli halka karşı uyguladıkları haksız, hukuksuz, hatta insanlık dışı ve zalimce muamelelerin ateşlediği, Osmanlı Arşiv belgeleriyle beraber oralarda görev yapan insanlarımızın tanıklıkları gibi güvenilir kaynaklardan da net olarak anlaşılabilmektedir.

Sultan Abdülâziz döneminde Asir’deki ve Yemen’de çıkan isyanları ve nedenlerini araştırmakla görevlendirilen Memduh Paşa, Padişaha ve Sadarete iki rapor sunmuş, bu raporların özetlerine 1908’de yayınlanan ‘Yemen Kıtası Hakkında Bazı Mütâleât’ adlı kitabında da yer vermiştir. Bu kitabının 15 inci ve 23 üncü sayfalarından itibaren yer alan bu iki raporunda Memduh Paşa şunları söylüyor:

Duyumlara ve bazı resmî evraktan da anlaşıldığına göre, Devlet alacağının tahsili için köylere veya aşiretlere askerler gönderilmektedir. Devlete olan borçları halktan bazen zor kullanılarak, cebir ve baskıyla tahsil edilmekte, fakat bu paraların tahsil edildiğine dair onlara Devletin matbu, tasdikli, mühürlü resmi alındı makbuzları verilmesi yerine, mühür kısmına Mecidiye veya devletin başka bir madeni parası basılmış bir kâğıt parçası verilmektedir. Vatandaş borcunu ödediği halde kayıtlara ve defterlere işlenmediği için ödenmemiş görünmekte, aynı borç tekrar tekrar istenmektedir. Bir süre sonra aynı borcun tekrar tahsili için aynı yere bir başka askerî kuvvet gelmekte ve halktan devlete olan ve daha önce ödenmiş borçları tekrar ödemeleri istenmektedir. Borçlarını derhal ödeme­ğe gücü yetmeyenler, tahsilatçılardan mühlet istediklerinde bu sefer de tahsilâtcılar tarafından kanunlara ve nizamlara aykırı uygulamalar yapılmaktadır. Örneğin vergilerin toplanmasından sorumlu Şeyhin oğlunu rehine diye alıp götürmekte, hapishaneye tıkmakta, bunlardan bazıları çok kötü şartlar altında yıllarca hapishane­de kalmaktadır. Tahsilatla görevlendirilen memurlar ve askerler, bu yaptıklarının, tuttukları bu yanlış yolun, halkın izzeti nefsini çok rencide eden bu tür yanlış hareketlerinin sonucunun nerelere varabileceğini düşünemiyorlar. Hapisanede yıllarca olumsuz şartlar altında yaşamış, işkence ve aza cefa görmüş bu rehineler hapisten çıktıktan, bir kısmı da babalarının yerine Şeyh olduktan sona Devlete karşı iyi niyet beslememekte, kin ve düşmanlık hisleriyle dolmaktadır.

Yemen Vilâyetinde şimdiye kadar asayişin sürekli olamamasının önemli sebeplerinden biri de şudur: Araplar sözlerinde du­rurlar ve adalete de düşkündürler. Onlara verilen sözün tutulmasını, kendilerine adilâne muamele edilmesini isterler. Aksine bir tutum ve davranış onları çok öfkelendirir, büyük ve hesap edilemeyecek tepkilere, ağır ve şiddetli sözler söylemeye, hatta silâha sarılmaya yöneltebilir.

Asir isyanının çıkmasında ve büyümesinde halka karşı girişilen baskı, zulüm ve haksızlıkların çok önemli bir rolü olmuştur. Asir’deki isyan, insanlığa, insan onuruna ve haysiyyetine asla yakışmayan, devletimizin hükümetimizin siyasetine de hiç uygun olmayan çok iğrenç bir olay yüzünden başlamıştı. Emeksiz para kazanma sevdasına düşmüş bazı yetkililer, vergilerini vermedikleri bahanesiyle Arap kabilelerini tazyik ediyorlar, onlara sürekli baskı yapıyorlar, olay çıkarmaya çalışıyorlardı. Asir bölgesine bir Paşa komutasında bir askerî birlik gönderilmiş, tahsilata başlanmış, Kabile Şeyhi vergileri verdirtmişti. Fakat bu arada Liva Paşa, Şeyhin güzel kızını görmüş ve ona el atmak istemiş. Ne kadar karşı çıkılmış, böyle bir şeyin olamayacağı söylenmişse de Paşa dinlememiş ve kızı zorla alıkoyarak ırzına geçmiş. Bu rezaleti haber alır almaz, kabile silaha sarılmış. Kabilenin askerlere saldıracağını anlayan Liva Paşa, askerleri orada bırakıp kaçarak kendi paçasını kurtarmış. İsyancılar, Asir mutasarrıfını, subayları ve askerleri kılıçtan geçirmişler.

Böyle insanlık dışı hareketlerin Yemen’in başka yerlerinde ve cebel kısmında da yaşandığı, Devletin mülkî ve askerî memurlarının, bölge halkının en saygın ve en ileri gelen liderlerine ve önderlerine karşı da işlemekten çekinmedikleri bu tür alçaklıkları, kötülükleri gören halkta, devlete karşı şiddetli bir intikam hissi, kin ve nefret duygusu uyandığı bilinmektedir. Böyle olayların etkisiyle, içlerinde intikamcı duygular kabaran halk, eline fırsat geçtikçe bu kötülük­lerin acısını sadece yapanlardan değil, onlarla beraber gördükleri herkesten çıkarmaya kalkışmaktadır. Asayiş ve düzen bozulduktan sonra da büyük bir anarşi, terör ve kaos ortamı oluşmaktadır. Nitekim isyan yıllarında halktan bazıları, ellerine geçirdikleri kız­ların ve kadınların küpelerini almak için kulaklarını, yüzüklerini almak için de parmaklarını kesmek ve altın vardır diye kadınların ve erkeklerin ka­rınlarını deşmek gibi vahşiyane hareketlerde bulunmuşlardır.

Sultan Abdülâziz’in saltanatı döneminde çıkan bu isyan nedeniyle, Asir Emîri’nin üzerine asker sevk edilerek Emîr’in kalesi kuşatıldı. İki taraftan gün­lerce top ve tüfek ateşi devam etti. Fakat kale çok sağlam olduğundan doğru dürüst bir gedik açı­lamadı. Emri altında yüz binlerce kişi olan kabile reisi, daha fazla Müslüman kanı dökülme­sine vicdanı razı olmadığı için, makamı hilâfet tarafından kendisine aman verildiği takdirde teslim olacağını ve kaleyi de teslim edeceğini kumandana bildirdi. Kendisine söz verilmesi üzerine teslim oldu ve kaleyi de teslim etti. Fakat verilen sözde durulmadı. Geceleyin kabile reisi ve avenesi öldürülerek cesetleri bir kuyuya atıldı. Kabilenin altın ve gü­müşleri, değerli eşyası ve silâhları yağma edildi. Kabile, verilen sözde durulmadığını ve her şeyin yağma edildiğini görüp anlayınca kalplerinde çok daha büyük bir öfke, kin, nefret ve düşmanlık duygusu uyandı.

ARAP VE YEMEN İSYANLARINDAKİ

YABANCI PARMAĞI

Osmanlı Devleti’ni istikrarsızlaştırarak, bölüp parçalamak isteyen Batılı emperyalist devletler Yemen’de ve diğer Arap coğrafyasında, Devletin, yönetimin ve yöneticilerin zaaflarından, hata ve noksanlıklarından da yararlanarak çok yoğun bir faaliyet gösteriyorlardı. Bununla ilgili pek çok örnekten iki tanesini buraya almakla yetinelim.

Bahriye Nazırı ve Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa, 1959 da yayınlanan Hâtıralar’ının 218 inci sayfasında, Bi­rinci Dünya Savaşı sırasında, Suriye’de Fransız Konsolosluğunda ele geçirilen resmî belgelerin, bölgedeki Arap ihtilâlcilerinin Fransız himayesi altında, Fransız hükümetinin tertip ve teşvikiyle çalıştıklarını şüpheye ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde ispat ettiğini belirtmektedir. Kitabın 222 ve 223. sayfalarında Yemen, Hudeyde’deki italya Konsolosluğu Tercümanı Suriye katoliklerinden Habib Yusuf’un, İngiliz ve İtalyan pa­ralarıyla çeşitli Arap kabilelerini isyana teşvik etmeye çalışan Humuslu Doktor İzzet El-Cündî’ye yazdığı, 23.6.1913 ve 9.10.1913 tarihli iki mektubunun suretleri yayınlanmıştır. Bu Hıristiyan Arabın ne kadar düşük bir ahlâk sa­hibi ve nasıl bir Türk düşmanı olduğu mektuplarından kolayca anlaşılmaktadır: ‘Hudeyde’ye salimen gel­dim. Konsolosumuz beni Valiye (Yemen Valisi o günlerde Hudeyde’de bu­lunuyormuş), mutasarrıfa, askerî kumandana ve en yüksek memurlara takdim etti. Aptalların hepsi benden çok memnun! Ama hangi gayelerin peşinden koştuğumu nereden bilsinler? Harbiye Nazırı sun’i buz üretimine mahsus bir makine gönderdi. Türklerin ne derece kabiliyyetsiz hayvanlar olduğunu bilenler, bu maki­neyi katiyyen kullanamayacaklarından son derece eminler. Güvenilir kaynaklardan aldığım son haberlere göre, Mutasarrıf, Fersan adasını 200 ki­şiyle hiç mukavemet görmeden işgal etmiş. Şimdi memur tayiniyle uğraşıyormuş. Seyyid İdris’in hiç haber vermemesi acaba neden? Bunun hakkında bana daha geniş bilgi vermenizi rica ederim. İdris’e ait olan bu adanın işgali kanıma dokundu. İdris’in bu hareketsizliği, bütün hesaplarımızı alt üst ediyor. Suskunluğu da siyasi bir manevradan başka bir şey değil. Birden­bire ayaklanarak, bu Türk köpeklerinden intikamımızı alacağına ve yü­reklerimizi ferahlatacağına eminim.”

İNGİLİZ CASUSU HACI ALİ

İmam Yahya’nın isyanından bir müddet önce San’a’ya Hacı Ali adında, sarıklı ve cübbeli biri geldi. Bunun Hindli ve İngiliz tabiyyetinde olduğu söyle­nildi. Hükümet kendisini Gurgatülkâlis mahallesinde bir evde oturttu ve mihmandarlığına Polis Memuru Arapkir’li (Topal) Hamdi Efendiyi tâyin etti. Hacı Ali, Türklerin gittiği Bekîriye Camiinde namaz kılardı. Hacı Ali, işittiğime göre, günün birinde Babüşşüûb dışına (sur dışına) gezmeğe çıkmış. Yanında doğal olarak Hamdi Efendi de bu­lunuyormuş. Hacı Ali, İmam Yahya’nın bulunduğu bölgeye giden yolda hızlı hızlı yürümeğe ve Hamdi Efendi ile arasındaki mesafeyi açmaya başlamış, bunun kendisinden uzaklaştığını gören ve ona yetişemiyeceğini anlayan Hamdi Efendi bu durumdan âmirini haberdar etmiş. Yola çıkarı­lan süvari jandarmalar Hacı Ali’ye yetişmişler ve kendisini San’a’ya hü­kümet dairesine getirmişler. Orada üstü aranılan Hacı Ali’nin göğsünde çelik bir göğüslük görülmüş. Hükümet kendisini, San’a-Hudeyde arası posta tatarı Ağın’lı İbrahimoğlu 1295 Ağın doğumlu Hafız Mehmet (Baytaş) Efendinin seferinde Yemen Polis Müdürü ile Polis Komiseri Trab­zonlu Sadık Efendinin refakatinde Hudeyde’ye göndermiş ve orada İngi­liz Konsolosu Richardson’a teslim ettirtmiştir.

San’a İttihad ve Terakki merkezi evrakı arasında, Hudeyde’de bulu­nan P.T.T. Başmüdürü ve buradaki îttihad ve Terakki Kulübü Reisi Ali Ramiz’in San’a Kulübü reisliğine hitaben yazmış olduğu bir yazısını görmüştüm. Bunda, Hudeyde İtalya Konsolosu Sola’nın verdiği bilgiye göre, Hacı Ali bir ingiliz casusu ve Transival muharebesine iştirâk etmiş bir topçu yüzbaşısı imiş. Hudeyde Osmanlı Bankasında emrinde yirmi bin ingiliz Lirası kadar bir para bulunuyormuş. Hacı Ali Mısır’da Arapça öğrenmiş, ilim tahsil etmiş ve Hicaz’a da gitmiş (Yemen Notları, Asaf Tanrıkut, Güzel Sanatlar Matbaası, Ankara, 1965, s. 160).

İNSANIMIZA İNSAN GÖZÜYLE BAKMAMAK

Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında (1898) insanlarımızın Yemen’e nasıl götürülüp getirildiğini, bu yolculuklarda nelerin yaşandığını, doğal olarak en iyi bu yolculuğu bizzat yapanlar ve yaşayanlar bilirler. Mirliva Rüştü Paşa, 1911 yılında yayımlanmış, ‘Yemen Hatırası’ adlı kitabında kendi seyahatini ve Yemen yollarında bu kadar çok kayıplar vermemizin nedenlerini şöyle anlatıyor:

‘6 Haziran 1314 (1898) tarihinde Karadeniz sahillerinden topladığı yeni askerleri Yemen’e götüren Hudeyde Vapuru’na bindim. Yolculuk şartlarının kötülüğü yüzünden askerlerin bir kısmı daha Yemen’e varamadan yolda hayatını kaybediyordu. Gemideki binbeşyüz askerin sığamadığı gemiye yolda uğradığı liman ve iskelelerden de asker bindiriliyordu. Vapurun kurtarma sandalları bile askerlerle tıka basa doldurulmuştu. Yemen’e götürdüğüm 1500 askerden 50’si çoğu tifodan olmak üzere yolda çeşitli nedenlerden dolayı daha kıtalarına iltihak edemeden vefat ettiler. Limanlardan Yemen’e sevk edilecek yeni askerler çok kötü şartlar altında haftalarca aylarca iskelelerde bekletiliyorlar. Burada kendilerine uzun müddet sıcak yemek verilmeyen askerlerin vapurun içindeki iaşeleri de küflü peksimetten ibaretti. Yemen’e gönderilecek askerler kendi milli kıyafetleri içinde getirilip iskelelere bırakılıyorlar. Kışlası olmayan yerlerde onlara ne altlarına serecek, ne de üstlerine örtünecek bir şey veriliyor. Aylarca han köşelerinde veya kuru toprak üstünde kendilerini deniz yolculuğuyla yaklaşık bir ayda Yemen’e ulaştıracak gemiyi beklemeye başlıyorlar. Evinden, ocağından, ailesinden, anasından, babasından ayrılmış, köyünden iskeleye kadar günlerce yol yürümüş bu yorgun savaşçılara yemek vermek pahalıya gelir düşüncesiyle yevmiye veriliyor. Fakat bu yevmiyeler de düzenli verilmediği için kötü beslenme yüzünden asker çok büyük sıkıntılar çekiyor. Bu sıkıntılara katlanamayanlardan ölenler ve firar edenler oluyor. Sağ kalan, firar etmeyen, daha doğrusu firara takati kalmayanlar da zayıf, takatsiz ve mecalsiz bir şekilde Yemen’e sevk ediliyor. Örneğin 1319 (1903) Martından 1320 (1904) Şubatına kadar Yemen’e sevk edilmek üzere İskenderun Limanına gelen 8296 askerden 1613’ü burada firar etmiş, 27’si vefat etmişti. Yapılan suiistimallerin haddi ve hesabı yoktu. 1321 (1905)’de Garp vapurunda Adana’dan gönderilmiş 2000 çuval peksimet gördüm. Çuvalların içi, lokanta ve fırınlardan toplanmış ekmek kırıntıları, hatta peynirli pide parçalarıyla doldurulmuştu. Peksimet diye satın alınan bu yiyecekleri İskenderun’daki doktorlara muayene ettirdim. Raporlarında bunları insanların değil, hayvanların bile yemesinin uygun olmadığını belirttiler. Ayakkabı vurmasından açılan yaraların kangren olması yüzünden bile bir sürü askerimiz vefat etti. Çünkü kalkmışlar, Yemen’de askeri hareket icra edecek askerlere İstanbul’dan kesik kunduralar göndermişlerdi. Bunlar da askerlerin ayaklarını vurmuş, açılan yaralar yüzünden pek çok askerimiz hayatını kaybetmişti. Yemen’e giden askerler iki şekilde geri dönerler: Bir kısmı askerliğini bitirerek, bir kısmı da yaralı ve ağır hasta oldukları için terhisine ve hava tebdiline gerek duyulduğu için… Yemen’e gitmek zor olduğu gibi, Yemen’den dönmek de zordur. Askerler yabancı vapurlarla sevk edilemediği, bunları alıp götürmesi gereken idare vapurları da bazen bir yıldan fazla Yemen’e uğramadıkları için vapur bekleme yüzünden de önemli kayıplar verilmektedir. 1314 (1898) Mart’ından gelecek senenin Şubat’ına kadarki süre içerisinde vapur bekleyen askerlerden yalnızca Hudeyde Hastanesi’ndeki 322’si vefat etmiştir. İskelelerde ve Hastanelerde vapur beklemekten ölmeyerek dönüş vapuruna binme bahtiyarlığına eren hasta ve yaralıları bu sefer de Süveyş Kanalı’nda büyük bir sorun ve sıkıntı beklemektedir. Bu vapurun buradan geçeceği aylar öncesinden belli olmasına rağmen, vapur Süveyş Kanalı’na geldiğinde kanal geçiş ücretinin ödenmemiş olduğu anlaşılır. İstanbul’dan ödenek çıkarılıp gönderilmesi için bürokratik işlemler başlatılır. Bahriye Nezareti, Genelkurmay Başkanlığı, Maliye Bakanlıkları arasında yazışmalar tamamlanıncaya kadar içinde hasta ve yaralılarımızın bulunduğu vapurumuz dosta düşmana karşı haftalarca açık denizde bekletilir, bu yüzden de epey bir kayıp verilir. Aynı sıkıntı sadece insan sevkinde değil hayvan sevkinde de yaşanmaktadır. 1321 (1905)’de İskenderun’a geldiğimde Garp Vapuru’nu limanda buldum. Gemi buraya 17 gün önce gelmişti. Vapurun ambarında 100’den fazla hayvanın da bulunduğunu gördüm. Yemen Kumandanlığının bu hayvanlara şiddetle ihtiyaç duyulduğunu bildirmesi üzerine Yemen’e gönderiliyorlarmış. Vapurun İskenderun’da beklediği 17 günlük süreye daha önce başka iskelelerdeki bekleme ve yolculuk süreleri de dâhil edildiğinde bu zavallı hayvanların en az bir aydan beri adeta üst üste denebilecek kadar sıkışık bir vaziyette ayakta durmaya mahkûm edildikleri anlaşılıyordu. Hayvanlar çok sıkışık vaziyette oldukları için bunlara bakmakla görevli askerler bunların yemlerini, sularını doğru dürüst veremiyorlar, bakımlarını yapamıyorlardı. Kimisi açlıktan ve sıkıntıdan birbirlerinin yularlarını, kuyruklarını ve yelelerini yemişti. İlgili memura, ‘Madem gemi 17 gündür bu limanda bekliyor, niçin bu hayvanları İskenderun’a çıkartıp ahırlatmadıklarını’ sordum. Bana aldığı emrin böyle olduğunu, ayrıca hayvanları vapurdan indirip karaya çıkarmak, sonra tekrar vapura bindirmek için gerekli ödeneğin de bulunmadığını söyledi. Memur haklıydı. Ona söylenen: ‘Sen bu hayvanları al götür, Hudeyde Limanı’nda teslim et! Teslim tesellüm makbuzlarını da al bize getir! Yolda ölen olursa onun da usulüne göre muamelesini yaptırır, getirir evrakını teslim edersin!’ şeklindeydi. Durumu görünce İskenderun Kaymakamı Hayri Bey’e anlattım. Onu ikna edip bu hayvanların karaya çıkarılıp tekrar vapura bindirilmesi masraflarını karşılamasını, yularlarının da yenilenmesini sağladım.

Kısacası bizim Yemen’deki kayıplarımız hiç kuşkusuz, yukarıda açıklanan nedenlerden, bakımsızlıktan, daha da özü insana insan gözüyle bakmamaktan kaynaklanıyordu.’

BİR OSMANLI SUBAYI ANLATIYOR

İkinci defa görevli olarak gittiği ve 1903-1905 yılları arasında görev yaptığı Yemen’deki görevinden yeni dönen bir Osmanlı subayı, bir başka subay arkadaşına, onun talebi üzerine Yemen’de olup bitenler hakkında neredeyse kitap boyutunda çok uzun bir mektup yazıyor. Yemen’deki en büyük isyanlardan biri 1905’te çıkmış, bu isyan sırasında Osmanlı Devleti’nin Vilayet merkezi San’a yine isyancıların lideri İmam Yahya’nın eline geçmiş, ancak yedi ay sonra isyan bastırılarak San’a da geri alınmıştı. İsyana ve isyan öncesi olaylara çok yakından tanık olan Yüzbaşı Sami Efendi (daha sonra Süvari Sami Sabit Paşa olmuş), Reşit Akif Paşa’nın amcaoğlu olan arkadaşı Binbaşı Hasan Bey’in talebi üzerine ona, Yemen’de gerçekte nelerin olup bittiğini, bu isyanın gerçek sebeplerini, olayların görünemeyen, bilinemeyen arka planını İskenderun’dan ya­zdığı mektubuyla ve çok özel ve güzel bir üslupla anlatılıyor. Son derece objektif olmaya çalışılarak, akıcı bir dille yazılmış bu mektuptan herkes için yararlı, faydalı ve öğretici olabileceği düşünülen bazı bölümler özetlenerek ve sadeleştirilerek aşağıya alınmıştır:

İskenderun, 21 Kânunusani 1321 – 3.2.1905

İki Gözüm Kardeşim Hasan,

26 Kanunuevvel tarihli mektubunda benden Yemen’in tarihçesini istiyorsun. Evet, senin her arzunu bir emir gibi telâkki etmek alışkanlığı, sana karşı beslediğim yüce hislerin en büyük evlâdıdır (Hissiyatımda (duygularımda) ulviyet (yücelik) farzedişimdeki kusurumu affet!). Binaenaleyh senin emrini yerine getirmek benim için bir zorunluluktur. Ancak ya­zacaklarımı okurken, anlayış ve idrak eksikliklerim, değerlendirme noksanlıklarım olabileceğini de dik­kate almalısın! Sırf benim sözümle kimseyi suçlamada, karalamada ve hatalı bulmada sakın aşırı gitme, methedip temize çıkarmada da ipin ucunu kaçırma! Sen, benim sevdiklerimi sevmek, benim sövdüklerime sövmek zorunda değilsin! En iyisi sen, benim bu müseveddelerimi al oku, kendi muhakemenle yeniden gözden geçir, temize çek ve karanlıkta kalan yerleri aydınlat! Konuya bu şartla yaklaşmayı bana vaad edersen, ben de sana gücümün yettiğince bilgi sunarım. Yoksa senin bana yüklettiğin bu yük gerçekten de benim boyumu aşan büyük bir iştir. Gerçi kendi elinle sırtıma yüklediğin bu ağır yükün altında beni ezmeye temiz gönlünün razı olmayacağını pek iyi bildiğim için, aramızdaki bu sözleşmeye senin yokluğunda imanımın nuru gibi tanıdığım pak vicdanını kefil ediyorum.

9 Teşrinisani 1319 (22.11.1903) tarihinde Hudeyde’ye vardığım za­man; coğrafi konumu itibariyle bütün Arap yarımadasının en işlek çıkış yolu, bütün Kızıldeniz’in en işlek ticarî limanı olma potansiyeline sahip bu iskeleyi, 1302’de ailecek İstanbul’a dönerken bıraktığımız gibi yine iskelesiz buldum. Kara derili Arabların sırtında Yemen toprağına ayak bastık (Saygın yol arkadaşlarımdan birinin de Yaver Paşa Hazretleri olduğunu sana daha önce yazmıştım). İskeleye en az bir buçuk saat me­safede demir atan vapurlarla iskele arasındaki taşıma işini gören mavnalara Kızıldeniz sahilinde Senbuk deniyor. Otuz sekiz senedir bu kıt’ayı teşrif eden üst düzey yöneticilerimiz de hep böyle omuzlarda kıyıya nakledildikleri halde, gemilerin kıyıya yanaşabilmesine hizmet edecek doğru dürüst bir iskele yapılması hususunda bile gereken himmeti bağışlayamamışlar. Artık iskele bu halde olunca, limanın halini sormana elbette gerek yok.

Hudeyde’de bir gece kaldıktan sonra havanın çok sıcak olması nedeniyle ertesi gün akşamleyin San’a’ya gitmek üzere yola koyulduk. Koyulduğumuz yolun, klavuzsuz adım atılamayacak kadar doğal bir zemini vardı. (Bu­rada doğal kelimesini, ilk yaratıldığı gibi anlamında kullandım. Yoksa bastığımız yerin kum olması bakımından bizim için bir gayrita­biîlik vardı.) Bu yolun önemli bir kısmı bazı askeri birlik kumandanlarının himmeti ve bizim Koca Mehmetçiklerin pazu kuvvetiyle yapılmış. Şiddetli seller yüzünden yıkı­lan yerler de doğru dürüst bir tamir görmemiş. Hudeyde ile San’a arasındaki bu yolsuz yol, beş konaklık yani beş günlük bir mesafedir.

İBÂDULLAHI (ALLAH’IN KULLARINI)

KASIP KAVURAN ABDULLAH PAŞA

Şimdi de sana öncelikle bu koca vilâyetin genel ve bağımsız yöneticisini, yani Abdullah Paşa’yı tanıtmalıyım. Bu Abdullah Paşa’yı özellikle Yemen’de görmemiş olanlar, sakın onu tanıdıklarını söylemeye kalkmasınlar, yoksa çok büyük hata ederler. Çünkü Abdullah Paşa tipindeki adamlar, farklı zamanlarda ve değişik mekânlarda olağanüstü değişikliklere uğrarlar. Hele bir de ellerine dilediklerini yapabilme gücünü, imkanını, fırsatını ve iktidarını geçirecek olurlarsa öyle inanılmaz değişimler geçirirler, öyle büyük mutasyona uğrarlar, öyle garip ve farklı davranışlar sergilerler ki bunları tanımak, teşhis etmek hepten imkansızlaşır. Nitekim bu Abdullah Paşa’yı, ben de daha önce Beşinci Ordudayken Müşirliğinin ilk gururlu ve neşeli günlerinde tanımıştım. Fakat Yemen’de daha yakından tanıma ve inceleme imkânı bulduğum bu Abdullah Paşa’nın öncekiyle pek bir alakası kalmamış, eskisini tamamen unutturacak kadar değişmişti. Yemen’de neredeyse ikinci bir Firavun olma davasına kalkışmış olan bu Abdullah Paşa, zulüm, baskı, istibdat ve otoritesiyle ibâdullahı (Allah’ın kullarını) kasıp kavuruyordu. Bu kasıp kavuruyordu sözü, benim anlatmak istediklerimin yüzde, hatta binde birini bile anlatmaya yetmez. En iyisi bir iki örnekle anlatmaya çalışayım.

Adamın kendine has kanunları var. Bu Abdullah Paşa kanunlarına göre, ister süvari olsun, ister topçu olsun binbaşı rütbesine gelmemiş bütün subaylara atla gezmek yasaklamıştır. Yerel halktan başka hiç kimse sur içindeki şehrin sekiz kapısının herhangi birinden atlı veya yaya olarak dışarıya bir adım bile atamaz. Askeri ve sivil memurlardan hiç birisi diğerinin evine ziyarete gi­demez. Hiçbir subay veya memur Abdullah Paşa’nın geçtiği yol üzerinde boy gösteremez. Hiçbir memur Abdullah Paşa’nın cuma namazı kıldığı camiden başka bir camide Cuma namazı kılamaz. Herkesten sonra camiye gelen Abdullah Paşa, kapıdan içeri girer girmez herkes ayağa kalkmak zorundadır. Abdullah Paşa’nın herhangi bir nedenle bir kere bile azarladığı bir adam, onun sevmediği, nefret ettiği kimselerden sayılır ve artık mektubu bile gönderildiği yere değil, önce onun eline gider. Böyle bir adam hiçbir yere acele bir telgraf çekemez. Eğer aklın havsalan alabilirse, sana bunun gibi daha pek çok hatır ve hayale gelmedik örnekler sıralayabilirim.

Şimdi sen belki benim mübalâğa yaptığımı, bazı şeyleri çok abarttığımı düşünebilir, anlattıklarımı, anlatacaklarımı garipseyebilirsin. Ben de sana derim ki: Hasan Kardeşim! Adam orduda ve sivil yönetimde yetkili, etkili, inisiyatif sahibi birisi şöyle dursun, vakar, onur, kimlik, kişilik sahibi denebilecek tek bir adam bile bırakmamış. Aslında Yemen’in de şimdiye uğradığı sayısız felaketlerin, musibetlerin sebebi hububat ve ürün kıtlığından çok adam kıtlığıdır. Sen biraz sabret! Biraz sonra anlatacaklarımla hiçbir şeyi abartmadığımı kendin de anlayacaksın!

Yaver Paşa Hazretleri de o sırada San’a’da bulunurken benim kalkıp per­vasız bir şekilde adam kıtlığından bahsetmem, seni şaşırtmasın. İlk karşılaşmaları sırasında Yaver Paşa’nın Abdullah Paşaya ilk sözü: ‘Beni hiç tanımadığınız halde niye buraya getirttiniz? Bu işi bana bir kere teklif etmeden yapmanız için, benim Çerkesliğimi yeterli mi gördünüz?’ şeklinde ters ve azarlama doluydu. Abdullah Paşa, onun kendisine bu şekilde hitap etmesini, önce terfisiz, mevcut rütbesiyle buraya atanmış olmasından kaynaklanan bir infial olarak değerlendirdi. On bir gün sonra Ya­ver Paşa’ya Ferik rütbesi verildi. Fakat Yaver Paşa’nın Abdullah Paşa’ya karşı tutum ve davranışlarında en ufak bir değişiklik olmadı. Abdullah Paşa, ölçü alınmadan uzaktan uzağa dikilen elbisenin her zaman bol gelmeyeceğini, bazen böyle dar da gelebileceğini sonradan iyice anlamış oldu (Yaver Pa­şa’yı Abdullah Paşa’ya sizin merhum Adalı tavsiye etmiş). Herkesin yaptığını yapmamak, gece gündüz görevine devam etmemek, hiçbir konuda söz dinlemeyip hep kendi bildiğini okumak, Abdullah Paşa’nın Cuma namazı kılmaya gittiği camiye bir defa olsun gitmemek, gereksiz yere her işe müdahale etmek gibi aykırı tutum ve davranışları Abdullah Paşa’yla Yaver Paşa arasındaki gerginliği her gün biraz daha artırdı. Yaver Paşa’nın yiğitçe tutum ve davranışları Abdullah Paşa’nın Don Kişot’tan başka bir şey olmadığını açıkça ortaya koyuyor, fakat o asla renk vermiyordu. Yaver Paşa, bağımsız olmadıkça, bu adamın yanında, Yemen’de hiç bir şey yapamayacağını anlamıştı ve mümkün olan en kısa zamanda Yemen’den savuşmaya çalışıyordu. Bu olağanüstü insan, burada gördüğü insanlık dışı işlerden çok etkilenmiş, İspanya’dayken yakalandığı ‘Nevresteni’ (Naurasthenie) hastalığı burada yeniden nüksetmişti. Hastalığının nüksetme sebebi, iklimden veya havadan kaynaklanmıyordu. Sıhhiye Reisi Miralay Abdüsselâm Bey, kendisine hastalığına dair bir rapor verdi. Elbette Abdullah Paşa’dan izinsiz, hiç bir doktor değil bir Ferik’e, bir nakliye katırına bile rapor veremezdi. Fakat Genel Kurmay Başkanlığı bu raporu ve Yaver Paşa’nın başka yere naklini uygun bulmadı. Abdullah Paşa, Mabeyn-i Hümayun’la üç defa görüşerek, Yaver Paşa’nın hastalığının günden güne arttığını, yaşı genç olduğu için başka bir orduya naklinin daha uygun olacağını ısrarla anlattı. Neticede Yaver Paşa’nın tez zamanda Yemen’den ayrılmasını sağladı.

Abdullah Paşa’nın bir ordunun ruhu durumundaki subayların izzeti nefsini tepelemek için yaptığı kötülükler, askeri ve sivil erkânı, bütün amir ve memurları hükmü, zapt u raptı altına almak için giriştiği alçaklıklar, hiç kimsenin hiç bir yere hattâ Makam-ı Muallâ-yı Hilâfete bile başvuramaması, şikayette bulunamaması için başvurduğu hainlikler saymakla bitmez.

HER TARAFA UZANAN KİRLİ İLİŞKİLER AĞI VE RÜŞVET ÇARKI

Şimdi biraz da bütün vilâyet için uyguladığı yönetim şeklini ve usulünü tarif etmeye çalışayım. Bütün askeri ve mülki amirlerin yetkilerini ellerinden almış olan Abdullah Paşa zamanında, bir yere bir kıt’a sevkedilecekse, birlik komutanının erzak temin etmek veya bunu başka bir yere nakledebilmek için ödenek veya araç gereç talebinde bulunması mümkün değildi. Herkesin kendi başının çaresine bakması temel kuraldı. Aksi bir durum, o komutanın, cesaretsizliğine, beceriksizliğine, iş bilmezliğine, hatta korkaklığına delil sayılırdı. Her ordu kumandanı onun, ‘Erzakınız süngülerinizin ucunda­dır!’ yollu emrine kanun gibi uymak zorundaydı. Kendisi, en namlı, şanlı yöneticilerin en gaddar yöneticiler oldukları kanaatindeydi. Artık bu kadar açıklamadan sonra vilâyetin herhangi bir tarafına görderilen askerin geçimini, yemesini, içmesini, gecelemesini, yatıp kalkmasını nasıl sağladığını, bu durumun halk üzerinde ne kötü etkiler ve üzüntüler meydana getirdiğini açıklamayı gereksiz buluyorum. Gerisini artık sen anla! İşte din ve devlet haini, paraya, pula, mevki ve makama tapan böyle bir takım zulüm önderlerinin adilikleri, alçaklıkları ve ihanetleri yüzünden rencide olan ve zarar gören halk da ister istemez Devlet ve hükümet aleyhine isyan ve direniş silâhına sarılmayı tek çare sayıyordu.

Ben Yemen’deyken San’a’nın kuzey doğsundaki ve iki konak uzağındaki Ânis kazasının kumandanı Zekeriyya Paşa adlı bir alçaktı. Kazaya bağlı köylerden birini yağma etmek için köy halkından koyun gibi uslu ve uysal bir kaçını bir bahaneyle öldürmüş. Ardından da kuduz bir köpek gibi köye saldırmış. Daha sonra da bu alçakça faciasını örtebilmek için or­du merkezine bu mazlumların eşkıya ve isyancı olduklarını bildirdi. Bu alçak, Abdullah Paşa’ya epeyce paralar yedirerek bu olaydan da yakayı sıyırdı. Fakat zulme uğrayan Ânis halkının feryat ve figanları ta Âsitane-i saâdete (İstanbul’a) kadar ulaştı. Padişah, bu adamın derhal yargılanmasını emretti. Başlatılan soruşturma ve kovuşturma tamamlanamadan kumandanlığa Tevfik Paşa atandı. Onun zamanında da bu iş epeyce sürüncemede kaldı. Nihayet malum olay (1905 İsyanı) oldu ve bu dava da büsbütün unutul­du. Son olarak Hudeyde’de sorgusu yapıldı, hakkında hüküm de çıktı ama bu sefer de firara meydan buldu. Firarının üzerinden birkaç ay geçtiği halde hala ne cehennemde olduğu bilinmiyor. Zîra bu Paşa da, yukarıda anlattığım şeylerin daha da fecilerini yapa yapa bir hayli yükünü tutmuştu.

Asir olaylarına sebep olduğu uluorta bilinen Arabkir’li Yusuf Paşa’nın da yargılanması için Padişah iradesi çıktı, kendisi Beyrut’ta mahkeme karşısına da çıkarıldı. Fakat Abdullah Paşa’nın elinden geçen çil çil altınlar sayesinde hem aklandı ve hem de hemen ardından Ferik’lik rütbesine terfi etti. Bu şahsı ben kendi duyduklarıma ve gördüklerime göre, ne kadar tarif etmeye kalksam, yine de senin bana daha önce anlattıklarını tekrardan fazla bir şey söyleyemem. Senin an­layacağın Abdullah Paşa Yemen’de iken, Arapkir’li Yusuf Paşa Asir’i, Arnavut Zekeriyya Paşa da Ânis taraflarını, manda Ahmet namını Harbiye’den beri taşıyan Çerkes Ahmet de (Abdullah Paşa’nın inhasıyla Ferik olan ondördüncü fırka kumandanı) Hudeyde taraflarını berbat et­mekteydiler. Bu Ahmet Paşanın paraya tamahı çok fazladır. Fakat görev yaptığı yerde türlü fenalıkların ortaya çıkması, para yeme sevdasından çok idare edememe belâsından kaynaklanıyor. Bu altmışını geçmiş, geçkin mandanın mandalığı vücutça olmaktan çok akılca ve anlayışçadır. Ata bin­diği zaman onsekiz yaşında delişmen bir Çerkes yavrusu kadar hoppa ve züppedir. Bütün ömrü boyunca kendisine hiçbir konuda doğru ve isabetli bir karar alabilmek, makul ve doğru bir şey söyleyebilmek nasip olmamıştır. ‘Çerkes olmıyan herkes eşektir’ lafı da onun bu tür sözlerinden biridir. Ata çok meraklı olduğu ve ata binmeyi iyi bildiği söyleniyor ama doğrusu ben, sevdiğim bir hayvanı asla güvenip de bu hayvana emanet etmezdim. Bu herifin sırtından üniforması alınsa o kalın ve dayanıklı ensesiyle kendisinden pek iyi bir sırık hammalı olurdu. Bence onun yapacağı en iyi iş de bu olurdu.

Abdullah Paşa alçakça despotluğu ve baskılarıyla Fransızların force de facteur dedikleri faziletten külliyen mahrum olan yöneticileri bile büsbütün şaşırtırdı.

Abdullah Paşa, yeğeni, kız kardeşinin oğlu Süvari Kaymakamı Mustafa Bey’i rüşvet alma aracı ve kanalı olarak kullanıyordu. 1318 (1902)’de ortaya çıkan bu çocuğa dayısının mührünü istediği gibi kullanma yetkisi verilmişti. Maşaallah pek az zaman zarfında hayâ perdesi yırtıdığı için, rüşvet kapıları harem dairesine kadar açıldı. Mülazımlıktan Ferikliğe kadar bütün rütbelere onun adına tâbir caizse narh kondu (Çeşitli suistimalleri yüzünden daha sonra yargılanan bu zatın hak etmeden aldığı rütbeler de geri alınmış, albaylıktan teğmenliğe indirilmiş, o da askerlikten istifa etmiştir.) Selâm vereni borçlu çıkarıp, sızdırmayı çok iyi bilen biriydi. Abdullah Paşa ve avanesinin şerrinden korktukları için, Yemen’in ileri gelen saygın kişileri, din, ilim, siyaset, ticaret adamları, dini ve sosyal önderler mümkün mertebe ziyaretlerini azaltmaya veya kesmeye mecbur kaldılar. Sağdan soldan akla ziyan paralar toplandı. İnşaatlara sarf edileceği belirtilerek herkesten paralar alınıyordu. Her memur maaşının yarısını inşaata hediye adı altında vermedikçe para yüzü göremiyordu. Hele Asir ve bazı yerlerdeki askeri mevkilerde tam birbuçuk yıl boyunca yarım maaş bile verilmedi. Birkaç yıldan beri Yemen’de büyük bir kuraklık ve kıtlık hüküm sürdüğü için hububattan alınan âşar vergisi çok düşmüş, or­dunun günlük gıda ihtiyacı bile karşılanamaz hale gelmişti. Buna rağmen toplanan onca paranın bir kuruşu bile hububat alımı için kullanılmadı. Abdullah Paşa, Yemen’i terk ederken ordu anbarında tek bir tane hububat, veznede de bir kuruşluk ödenek bırakmadı. Hattâ ayrılacağı yolunda şayialar dolaştığı sırada kendisine bu durum hatırlatıldığında: ‘Bana ne? Biraz da benden sonra gelen­ler uğraşsınlar!’ cevabını vermişti.

Abdullah Paşa Yemen’i terk edip giderken, muhtelif mağazalara olan üç yüz elli küsur liralık borcunu da helâl ettirmeyi ihmal etmedi. .

Merkezdeki asker bu kadar sıkıntı içinde olunca başka yerlerdeki askerlerin durumunu var sen kıyas et! İşte azizim! Son olayların (1905’teki Yemen İsyanı) ilk ve en önemli se­bebi nedir diye sorarsan, sana açlık, bunun sebebini de açıklamama izin verirsen Abdullah Paşa’dır demekte tereddüt etmem.

İHMALKARLIKLAR VE TEDBİRSİZLİKLER ZİNCİRİ

İkinci bir sebep de yine Abdullah Paşa’nın ihmalkarlıkları, maksatlı kötülükleri yüzünden Asir’de başlayan isyana kesin bir darbe vurulmaması, başlangıçta işin küçümsenmesi, gerçeklerin gizlenmesi, sonucun nerelere varabileceğinin doğru dürüst düşünülmemesi, sorunun çözümünün bir fırka piyade ile iki batarya topla mümkün olabileceğinin zannedilmesidir. Abdullah Paşa İstanbul’a karşı gerçeği gizlemek maksadıyla önce isyanı bastırmakla görevli Hadi Paşa’yı yavaşlıkla, tembellikle, tedbirsizlikle, beceriksizlikle suçladı. Bunun üzerine isyanı bizzat bastırması için padişah iradesi çıktı ve Ab­dullah Paşa Asir’de görevlendirildi. Fakat Abdullah Paşa, bu görevden kaytarmayı da becerdi. Başta Vilâyet Müftüsü olmak üzere halkın önde gelenlerine bir mazbata tanzim ettirerek San’a’da kalmasını sağladı. İstanbul, Yaver veya Ahmed Paşalardan birini bu işle görevlendirme konusunda Abdullah Paşa’yı serbest bıraktı. Bu işin altından başarıyla kalkan kumandana terfi vaat edilmişti. Çerkes Ahmed Paşa seçilerek gönderildi. Fakat tam bir ahmak olan ve aklı başında olanları da dinlemeyen Ahmed Pa­şa da Hadi Paşa’nın bulunduğu yerden bir adım bile ileri gidemedi. Asker hareketsiz, atıl bırakıldı, korkaklaştırıldı. Ahmed Paşa’nın hiçbir şey yapmaması üzerine Yemen’in tecrübeli askerlerinden olduğu düşünülerek ve bir derece terfi ettirilerek Taizz kumandanı Miralay Haleb’li Mehmet Ali Bey onun yerine atandı. O da kendinden öncekelerin yolunu izlemekle yetindi. İsyancı Araplar büsbütün şımardılar ve isyanı dağlık Asir mıntıkası dışında vilâyetin en zengin sancağı olan Taizz’le beraber Hudeyde Tihamesi’ndeki Beytülfakih’e kadar yaydılar. Ziranikliler de vergilerini vermekten vazgeçtiler. Ordunun bu kadar zayıf ve aciz kaldığını gören İmam Yahya o sırada Dahyanî namında başka bir İmam’la savaşmayı bırakarak Hükümetle uğraşmak için, bu sorunlardan ve sıkıntılardan yararlanma emeline düştü. Yemen’de bir değil, birçok İmam ailesi vardır. Bu aç halk, hangi İmam kendilerini daha iyi beslerse ondan yana meyleder. Genç İmam Yahya da o zamanlar yeni vefat etmiş, babası Hamidüddîn’den kalan çok büyük miktarda erzaka, mühimmat ve nakit paraya sahip olduğundan diğerlerinden daha zengin, dolayısıyla onlardan daha üstün, etkili ve nüfuzlu bir durumdaydı. Türkleri bundan da­ha berbat bir durumda yakalayabilmek belki de bir daha hiç mümkün olamayacağı düşüncesiyle İmam Yahya’nın milisleri ötede beride saldırganlığa ve sarkıntılığa başladılar.

İsyan Abdullah Paşa henüz Yemen’deyken başlamıştı. Ama 22 Ağustos 1320 (1904)’de Vali değişikliği oldu. Abdullah Paşa’nın yerine atanan Tevfik Paşa, 10 Teşrinievvel 1320 (1904)’te görevine başladı. Tevfik Paşa’nın cahalette Abdullah Paşa’dan hiç de geri kalır tarafı yoktu. Ahlaki zaafları ve korkaklığı yüzünden, onun zamanında ordunun eski hali, dermanı, düzeni, disiplini de kalmadı. Tam tabiri ile söz ayağa düştü. Bu alçak herif, tez zamanda hemen birinci Ferik olabilmek sevdasıyla ihtilal ateşinin iyice alevlendiği bir dönemde gerçek durumu İstanbul’dan gizliyor, sorunu kısa zamanda çözeceğini, asileri bertaraf edeceğini bildiriyor, kendi âmiyâne ve âdiyâne tabiriyle “O köpekleri sopa ile kovalıyacağım” gibi sözlerle esip savuruyor, kasılıp gururlanıyordu.

GÖREV VE SORUMLULUKTAN KAÇAN

ACİZ VE YETERSİZ YÖNETİCİLER

Miralay Said Bey (şimdi Livadır) Ir’daki askeri harekatı yönetmekle görevliydi. Çok büyük askeri meziyetleri ve yetenekleri olmasa da ce­sur ve namuslu birisiydi. Ir harbini de mümkün olduğunca iyi idare ediyordu. Fakat isyan dairesi günden güne genişlemesine, çatışmalar her gün biraz daha şiddetlenmesine rağmen, merkez tarafından ne doğru dürüst bir tedbir alınıyor, ne de İstanbul’dan ciddî bir yardım isteniyordu. Ordunun en büyük silâhının erzak olduğunun önemini kavramaktan bile aciz ve yetersiz kumandanlar yetkilerini kullanmıyorlar, gerçek durumu ilgili makamlara arz edip açıklayamıyorlardı. Teşrinisaninin ortalarına doğru Hudeyde – San’a yolu kapandı. Menaha’ya kadar ulaştırılmış erzak, San’a’ya getirilemiyordu. Mira­lay Said Bey, Ir harbini bırakıp, Menaha’daki erzakı San’a’ya ulaştırmakla görevlendirildi. 17 Teşıinsanide iki üç yüz kişiden ibaret bir çete San’a’nın iki saat kuzeyindeki Cedir denilen köye girdi. Ordu’nun bunlar karşısında gösterdiği acizliğin cesaretlendirdiği Arap çeteleri, ertesi günü 20 dakika daha ilerleyerek Ravza’ya girdiler. Buradaki 40-50 kadar Arap zaptiyesi de kendilerine ilhak etti. Or­du yine bunlara hiçbir karşılık veremedi. Daha fazla cüretlenen Araplar, 19 Teşrinisanide Ravza’dan da yarım saat berideki Ciraf köyüne ve kısmen de San’a’nın güney taraflarında yarımşar saat mesafesindeki Hadde ve Senhan köylerine yerleştiler ve böylece şehri üç taraftan kuşatmış oldular. Telgraf hatları kesildi. Şehir bu kadar yakından kuşatıldığı halde, orduda hâlâ hiçbir hareketlenme yoktu. Beş on gün sonra içeriden de hububat tedarik edilememeye, erlere ve subaylara önce iki, sonra bir, derken en sonunda hiç ekmek verilememeğe başlandı. Bahçelerde yetiştirilen patates ve havuç gibi ürünler de tükendi. Şehirde hiç kuru üzüm kalmadı. Askerler arasında açlıktan ölümler başladı. Hâlâ kumandanın bir şeyler yapma zamanı gelmemişti. Said Bey’i beklemekten de ümit kesildi. Çünkü o da bu tarafa gelemiyordu.

Arif Hikmet Paşa, Hicaz’dan üç taburla yardıma geldiği halde o da San’a’ya doğru ilerleyemiyordu. Kendisi askeri bilgi ve becerilerden tam anlamıyla yoksun, fakat son derece saf ve mütevekkil biriydi. Askerin dağılımı, tertip ve düzeni o kadar kötü ve içler acısıydı ki, askeri bölgelerdeki birliklerimizden birinin diğerine yardım etmesi, birbirinin imdadına koşabilmesi bir türlü mümkün olamıyordu. Her biri bulundukları yerlerde ayrı ayrı kuşatılmış durumdaydı. Derken daha sonra askeri noktalar birer birer düşmeye başladı.

Bu sırada merkezde, hastalar hariç, eli tüfek tutabilen 2784 askerimiz vardı. Açlıktan ölümler, sudan ucuz hale geldi. Hububat depoları bulunan köylerden askeri harekat yoluyla hububat temini de düşünüldü ama böyle bir işe onay vermeye de mülki ve askeri erkandan hiç kimse cesaret edemedi. Askerin açlıktan ölmesine razı olundu. Şimdi ben sana, bu kuşatmanın bütün safhalarını ve yaşanan olayları senin benden istediğin gibi detaylarıyla anlatmaya kalksam, öyle üç beş günde değil, üç beş ayda bile bitiremem. Onun için sözü biraz kısa keseceğim.

Benim ve benimle beraber herkesin tasvip ettiği huruç harekâtı da yapılamadı. Şimdi senin haklı olarak ‘Madem herkes tasvip ediyor, uygun görüyor da niçin yapılamıyor!’ diye bir itirazın olabilir. An­cak askeri ve mülki erkan toplantılarına gerek duyulup da komutanlık, yöneticilik makamlarını işgal eden Ferik Ahmed, Liva Kâzım ve Zekerriyya, Topçu Miralayı Abbas, merhum Kaymakam Celâl ve saire gibi bütün korkaklar bir araya geldiklerinde, herkesi kendilerine bir görev ve sorumluluk verileceği korkusu alıyordu. Dolayısıyla riskli ve sıkıntılı hiçbir işe karar verilemiyor, zorunlu, gerekli ve yararlı kararların hiç biri alınamıyor ve uygulanamıyordu.

Bu anlattıklarımdan Yemen’deki bütün askeri ve mülki erkanın ve askerlerimizin böyle olduğu sakın anlaşılmasın. Tam tersine çok yetenekli, vatanperver, namuslu, becerikli olanları da var. Cins, miliyet, etnik köken ayırımı yapmadan şunu kesinlikle ve iftiharla söyleyebilirim ki, Yemen’de yetişen askerin her biri bir ejderdir, bir gazenferdir. Zaten bunların en yenisi beş senedir silahıyla haşir neşirdir. Nitekim Kânunievvel’in sonlarına doğru Menaha müfrezesi Arif Hikmet Paşa­’nın tevekkülü, İbrahim Seyfi Bey merhumun yol göstermesi ve en önemlisi Miralay Sait Beyin cesareti ve üç buçuk Yemen taburunun cüret, cesaret ve olağanüstü mahareti sayesinde yüz elli deve yükü erzak salimen ve büyük bir şan ve şerefle şehre girmeyi başardı. Bu kadarcık bir kuvvetin kuşatmayı yararak şehre girmesi böyle bir şeye hiç ihtimal veremeyen Arapları bile hayrete düşürdü. Hicaz’dan gelen alay yardım kafilesi, başlarında bizzat Miralay Sait Bey’in bulunduğu Yemen askerinin icra ettiği ve başardığı olağanüstü bir savaşla imdadımıza yetişti. Onların ümitsizliği, çaresizliği yırtan, tepeleyen, koparıp atan bu başarıları hepimize yeni ve büyük bir ümit aşıladı ve yeniden hayat kazandırdı.

AÇLIĞIN İNSAN ETİ YEMEYE MECBUR ETTİĞİ İNSANLAR

Erzaksızlık yüzünden Ânis’te kalamayan Mirliva Rıza Paşa ve Miralay Mustafa Bey kumandasındaki on bir bölük ve bir çok aile, San’a’nın 9-10 saat güney doğusundaki Maber mevkiine kadar gelebilmişler, fakat burada sıkışıp kalmışlardı. San’a’ya gelemiyorlardı. Arif Hikmet Paşa Müfrezesinin getirdiği erzak San’a’ya bırakılır bırakılmaz hemen gidip o kuvvetle birleşilmesi, böylece hem onların kurtarılması, hem de bu birleşik kuvvetin daha aktif ve güçlü hale gelmesi gerekiyordu. Bu gereklilik kumandana defalarca söylenmesine rağmen kabul ettirilemedi. Bunun yerine bu başarılı birlik, Ravza’ya gönderildi. Hem de o askerlerin çok sevdikleri ve güvendikleri Sait Bey’in kumandasında değil, yaptığı alçaklıklar yüzünden mahkemesi halen devam eden Zekerriyya Paşa’nın kumandasında sevk edildi. Halbuki Ravza’da bir şey yapabilme, buradaki harekattan olumlu bir sonuç elde edebilme imkanı kalmamıştı. Nitekim burada boş yere 27 gün boyunca meskun mahal savaşı, tabir caizse mahalle kavgası yapıldı. Sonunda başarılan tek şey, 30 otuz kadar subayın ve 800’ü aşkın askerin kaybedilmesinden ibaretti. Bu kumandanın kazandığı en şanlı zafer de, bir gece yenik, perişan ve bütün ümitlerini kaybetmiş bir şekilde San’a’ya geri dönmesi oldu.

Artık yaşama ümidimiz büsbütün kayboluyordu. Günlük ölü sayısı 250-300’ ü bul­muş, koca şe­hirde herkes zalim bir ölümün pençesinde kendi sırasının gelmesini bekliyordu. Artık yiyecek at, eşek, katır, köpek kalmamış, üstümüzdeki gökyüzünden kuşlar bile uçmamaya, asker artık insan eti yemeye başlamıştı. Hatta topçu kışlasında meydana gelen bir gece savaşında ölen bir Arabın ertesi gün kaba etlerinin tamamen sıyrıldığı, âdeta bir iske­let haline geldiği görüldü. Bir aralık ben merkez kumandanlığında çalışıyordum. Sur duvarlarının diplerinde buldurduğum el ve ayaklar, ikisi subay çocuğu olmak üzere, 13 çocuğun yenmiş oldu­ğunu gösteriyordu. Bir lokma et­mek için bir adamın öldürüldüğünü gördüm. Bir kadının elinden çocu­ğunun, ciğerparesinin kapılmak istendiğine tanık oldum ve çocuğunu kurtarmasına yardım ettim. Oooof Hasan, of! O zamanlar beni çok fazla üzmeyen ve etkilemeyen o olaylar, şimdi yazarken ağlatıyor. Neyse şimdilik bu kadarla yetin!

YENI VALI GELIYOR AMA YENI ÜMİT YOK!

Ali Rıza Paşa’nın geleceği haberi yüreklere biraz su serpti. Fakat Ali Rıza Paşa’nın getirdiği Suriye askerlerine kuvvet demek yerine, zaaf, hastalık, illet demek daha doğru olur. Gelişleri bile bir âlemdi. Ahmet Feyzi Paşa kumandasında San’a’ya doğru ilerlerken, Sinanpaşa ile Sûku’l-hâmis arasındaki Bev’an boğazında ve Yazil mevkiin­de yedi sekiz gün harp etmek zorunda kalmışlar. Bu olayla ilgili olarak benim tarafımdan yapılan bir inceleme nedeniyle vakıf olduğum bir olayı anlatmakla yetineceğim. Araplar bu olay nedeniyle Suriye askerinin korkaklığını ve perişanlığını çok iyi anlamışlar, artık bunlara asker ve savaşçı nazarıyla bile bakmıyorlardı. Hepsi ağız birliği etmişcesine ‘Onlar asker, masker değil, güzel güzel kadınlar!’ girişiyle söze başlıyorlardı. Araplar bunlarla savaşmaya gerek duymuyorlar, sadece ellerindeki askeri mühimmatı ve epey zamandan beri hüküm süren açlık nedeniyle askeri erzakı yağma­ etmeye önem veriyorlardı. Bu çatışmalar sırasında Suriye askeri çok büyük ve önemli bir hezimete uğramış, nesi var, nesi yoksa hepsini kaptırmıştı. Yazil köp­rüsünde yollarını kesen ve canfedâyâne güçlü bir saldırıyla kafilenin içine dalan 8-10 kişilik bir Arap çetesi, onların çığlıkları, vâveylaları arasında erzak yüklü bütün develeri kapıp kaçırmıştı. Biz bunların durumlarını bildiğimiz için, daha önce Menaha’da Manda Ahmed’in Hudeyde kumandan­lığı sırasında onun elindeki şifreyle Genel Kurmay Başkanlığına çektiğimiz telgraflarda, Suriye rediflerinin ve hattâ nizamiyyesinin gönderilmemesi için bir çok defalar istirhamlarda bulunmuştuk. İzzet Paşa’dan duyduğıma göre onlar da bu askerle harbedilemiyeceğini defalarca üst makamlara arz etmişler, fakat maalesef yine de o askerle Yemen’e gelmeye mecbur kalmışlar. İzzet Paşa’mızdan bahsederken, ‘Onun Rıza Paşa’nın suç ortağı olduğunu söyleyenler haklı mıdır?’ şeklindeki soruna cevap verebilmek gerçekten zor. Çünkü Rıza Paşa’ya isnat edilebilecek bir suç varsa, bunda İzzet Paşa’nın da payının olup olmadığını kes­tirebilmek, sizin için olduğu gibi benim için de kolay değil. En iyisi ben, kumandan hakkın­daki görüşleri ve tartışmaları anlatayım da, sen bundan kurmay başkanına bir pay çıkarmak gerekip gerekmediğine kendin karar ver!

YEMENLI ASKERLERE GÜVENMEME HATASI

Rıza Paşanın bence en esaslı hatası, yukarıda bir yerde de kısaca bahsettiğim, Ânis’den Ma’ber’e gelmiş on bir bölük kahraman Yemen askerimizin ve onların koruması altındaki aileleri kurtarmak için gereken şeyleri yapmamasıydı. En çok sıkıştığımız bir anda kuşatmayı yararak yüzeli deve yükü erzakı San’a’ya getirmeyi başaran Miralay Sait Bey komutasındaki Yemen taburuyla bunların yardımına gitmesi ve bunları kurtarabilmesi mümkünken ve gerekirken bunu o da yapmadı. Bu konuyu İzzet Paşa’yla tartıştığımızda bana, bütün subayların bu savaşa katılmama fikrinde olduklarını, hatta askerleri de bu yolda teşvik etme cüretinde bulunduklarını söyledi. Ben de kendisine, bu cüretkârları yola getirmenin ve cezalandırmanın da Müşir Rıza Paşa Hazretlerinin hakkı, yetkisi ve kudreti dahilinde olduğunu ifade ettim. Müşîr Rıza Paşa’nın bütün yaptığı iş, subaylardan yazılı olarak görüşlerini sormaktan ibaret kalmış. Subaylardan kimisinin gidebileceğini, bazılarının da çeşitli nedenlerle gidemiyeceğini gösteren mühürlü bir evrakı İzzet Paşa bana da gösterdi. Ayrıca Rıza Paşa’nın da bu işe gönlü yokmuş. Eğer kısa bir süre önce bu Rıza Paşa’nın, yanındaki birçok subay ve askerle beraber Şehare harekâtı sırasında şe­hit düştüğü haberini almamış olsaydım, burada onun hakkında daha çok söyleyeceklerim vardı. Fakat artık vefat ettiği, üstelik şehit düştüğü, benim söyleyeceklerim de onu övecek, methedecek, yüceltecek nitelikte şeyler olmadığı için kısa kesmek zorunda kalıyorum. Bana kalırsa sorun, bu merhuma şiddetle, hem de gerektiği kadar şid­detle emir vermekten ibaretti. Merhum aske­ri getirip bıraktıktan sonra, hiç kimseye danışmadan, önceden kumandanı bulunduğu Taizz’e gidiyormuş.

Benim kişisel görüşüme iltifat edilirse, Yemen askerine yeterince güvenilemediği için bunlardan yararlanılmak istenmemiş, bunlardan vazgeçilmesi fikri ağır basmıştı. Eğer bende uyunan bu kanaat doğru ise, özellikle Ye­menli askerler hakkındaki bu hüküm tamamen yanlıştır. Zira o kadar sıkı bir kuşatmayı yararak, Arif Hikmet Paşa’yı muzaffer bir şekilde San’a’ya ulaştıran kuvvet, her biri 250 kişiyi aşmayan, bu üç bu­çuk Yemen taburundan ibaretti. Üstelik bu olay sırasında şehit düşen 27 kişiyle, 14 kadar yaralının da tamamı Yemenli askerlerdendi.

KUMANDA KADEMESİNDEKİ ŞAŞKINLIKLAR

Beşinci Ordu subaylarının namuslu bildiklerimden işittiğime göre kumandada biraz şaşkınlık varmış. Örneğin artçı birlik olarak terk edilen askerlerin yardım çağrılarına önem verilmeyerek esir düşmelerine göz yumulduğu da olmuş. Anlatıldığına göre, güvenilir kaynaklardan gerekli ve yeterli emirler alınamayınca, bu sefer askeri harekât, karargâh mensuplarının o anda aklına ve ha­tırına geliveren emirlere ve tebliğlere uygun şekilde yürütülmeye çalışılıyormuş. Bazıları daha da ileri giderek karargâhın artçı birliklerden ürküp, daima öncülere yakın bulunmayı tercih ettiğini şikâ­yet konusu yapıyorlar. Bana kalırsa “Komuta kademesinin yüzde sekseni yaşını başını almış, askerden ziyade dilenciye benze­yen böyle hacı babalardan oluşmuş bir orduyla savaş yapılmaz!’ derim.

Rıza Paşa San’a’ya geldikten sonra İzzet Paşa’nın da yiğitçe baskılarıyla pekiyi hareket etti. Zira bir şey yapma veya yapabilmek imkânı kalmadığı halde, (masum insanları yok yere ırz ve namuslarıyla beraber feda etmek bir sorumluluk değilmiş gibi) yine de Vali Bey’le beraber sorumluluktan kaçınarak teslim olmaya yanaşmıyorlardı. Nihayet bütün askeri ve sivil yöneticilerce tesli­m olmaktan başka çare kalmadığına karar verilerek San’a’daki bütün sivil halk ile beraber on bine ulaşan kuşatma altındakilerin ırz, can, mal güvenliğini sağlayabilecek, bölgede hiç olmazsa askeri önemi çok büyük olan Cebel-i Haraz’ın (merkezi Menaha’dır) elimizde kalmasını temin edecek şartlarla bir teslim anlaşması yapılabilmesi için gereken çalışmalar başlatıldı. Askeri ve mülki yöneticilerden oluşan dört kişilik bir heyet, görüşmeleri yürütmek üzere görevlendirildi.

İzzet Paşa’mızın Tatar Rıza Paşa’nın teveccühüne mazhar olamamasının eğer bizim bilemediğimiz gizli bir sebebi, hikmeti varsa veya kurmay başkanı olması yüzünden ona karşı içinde bir kin ve garaz saklıyorsa bunlar bize gizli kalmıştır. Rıza Paşa’nın İzzet Paşayı askeri harekatlarda istihdam etmemesinin benim bilebildiğim en önemli sebeplerinden biri şudur. İzzet Paşa, 1321 (1905) Temmuzunun beşinci günü bir tabur piyade ve bir cebel topuyla Menaha’ya dağ eteklerinden 15 dakika kadar kuzey batıda ve eşkıya elinde bulunan Tend tepesine sevk edilmişti. Gündüz saat 10 sıralarında Me­naha’nın bu tarafa bakan bölümünde Toptabya ve Hızırtepe adlarını taşıyan iki tabyası Karargâh Toptabyadan (Şakir Paşa ve Feyzi Paşa) İz­zet Paşa’nın hareketini kolaylaştırmak için söz konusu tepeye doğru top atıyordu. Pek çok se­yirciyle beraber ben de bu olayı izliyordum. İzzet Paşa hemen eteklere tabya ede­rek ateş açtı, piyadesi bir bölük avcı çıkardı. Emrindeki birliğin önemli bir kısmı topunun arka­sındaydı. Avcılar Tend Tepesi’nden oldukça etkili bir ateşe maruz kaldıkları için ilerliyemiyordu. Ahmed Feyzi Paşa durmadan avcı ileri borusu çal­dırdığı, hattâ hücum emri verdiği halde İzzet Paşa bu emirlere itaat etmedi. Daha sonra İzzet Paşa’yla görüşmem sırasında bana bu boru işaretlerini işitmediğini söyledi. Saat on bire doğru bu harekatın bir sonraki güne ertelenmesi hakkında bir rapor gönderdi. Müşîr Rıza Paşa cevap vermedi. Gece yarımda geri döndü. İzzet Paşa cevap alamayınca işi ertesi güne bırakmayıp, geceleyin tepeyi zaptetmişti. Fakat Müşîr Rıza Paşa, gözünün önündeki askerin, kendi verdiği ileri hareket emrine itaat etmemesine canı çok sıkılmış olacak ki, tepenin alınmış olmasına rağmen ertesi günü hare­kâtı bizzat yönetmek üzere İzzet Paşa tarafına yürüdü. Sanıyorum orada aralarında bir tartışma da çıkmış.

İzzet Paşa, 7 Temmuzda Müşîr Rıza Paşa Hazretlerine vekâlet etmek üzere Menaha’ya döndü. Ben Yemen’i terkederken Müşîrlik görevine yine o vekâlet ediyordu. Sağlığı, sıhhati Elhamdü­lillah berkemâldir. Neşesi ve çoşkusu da emin ol ki yerindedir. İşten güçten zaman bulabilirse, hayvanlariyle meşgul oluyor. İzzet Paşa bu görevinden dolayı üzüntülü değil, âdeta hoşnut görünüyor. Zavallıyı ara sıra üzen bir şey varsa, o da beşinci ordu redifleriyle uğradıkları büyük yenilginin can sıkıcı hatıralarıdır. Yemen’e mal edilmiş gibi görünüyor. Zira her yerden, her taraftan “Ordu Erkân-ı Harbiye Reisi” adresi veriliyor. Inşaallah ya­kayı kurtarır.

YEMEN’DE EN FAZLA YARARLIK

GÖSTEREN BİRLİKLER

Son askeri harekât sırasında en çok hangi birliklerden yararlanılabildiğini soruyorsun. Bu soruya kestirme bir cevap verebilmek çok zor. Çünkü benim bu gidişimde Yemen, gerçekten de bütün İslam unsurlarının toplu bir fuarı ha­line gelmişti. Kara kuvvetlerimizi oluşturan unsurlarımızın her birininin bir başka meziyeti, üstünlüğü var. Yanya Nizamiye Livası’nın, büyük çoğunluğu Lâzlardan oluşan bir alayı Taizz taraflarına gitmiş. Ben onları göreme­dim. Diğer alayının bir kısmı Selânik, Piriştina, Üsküp bir kısmı da Aydın’lılardan oluşuyordu. Bu zavallılar Menaha’da tifodan döküldüler. O kadar dökül­düler ki 600-700 mevcutla gelen taburlar, harbe başlandığı 2 Temmuz 1321 (1905) tarihinde 250-300’e kadar inmişlerdi. Bu çok genç askerlerden oluşan alay, buradaki şiddetli, zalim, iklim ve hava koşullarına Rize, İs­parta ve diğer redif kıtaları gibi dayanamadılar. Bu kıtalarda hastalıklardan ölüm, nispeten az oldu.

Savaşmaya gelince, diyebilirim ki genel olarak Lâzlar ka­zanır. Bence bunlar savaşlarda Anadolu Türk’ünün mütevekkilâne itaatı ile Arnavut’un maharet ve becerisinin karışımı bir cengâverlik, savaşçılık özelliğine sahipler. Aynı şartlar altında bulunmalarına, aynı sıkıntıları çekmelerine rağmen, ben bu erleri (Lazları) diğer askerlerimizden daha şen ve daha neşeli gördüm. Ümitsizlik, yeis, fütur, yılgınlık bunları öyle pek kolay esir alamıyor. İçanadoludan gelen Türk askerini çoğunlukla durgun, Arnavutları da hemen her zaman melânkolik bul­dum. Fakat bu tür yargı ve kanaatlere varmada fazla aceleci de olmamak gerekir. Çünkü bu işte yaşın da çok büyük önemi ve etkisi var. Örneğin benim burada tanıdığım Arnavut askerlerin hepsi çok gençti. Rediflerin ise en genci kırk yaşından aşağı değildi. Yaş farkı dikkate alınmadan bir şey söylemek gerekirse, Lâzlar, Arnavutlar kadar çevik, fakat çok neşeli, gürültücü, patırtıcı, Arnavutlar ise daha sessiz, sakin ve sükû­net içinde savaşıyorlar, fakat çok neşesizdiler. Anadolu Türkleri ise daha içlerine kapanık, sakin, fakat yavaştı. Aynı şartlar altındaki aynı savaş sonunda, savaşı idare eden komutan kayıp nispetinin Arnavuttan Türk’e doğru genişleyerek gittiğini görecektir. Gerçi Aydınlılar da Türk ama bunları, giyim kuşamları ve çeviklikleriyle bir Arnavuttan ayırabilmek oldukça zordur. Kısacası Hasancığım; bunlar hakkında tam ve kesin bir ayırım ve değerlendirme yapmak, bunları Türk, Arnavut, Laz, Kürt, Arap diye bir ayırıma tabi tutmak, kesin yargılara varmak pek kolay da değil, doğru da değil! Örneğin, 1314 (1898)’de İsparta Livası’nın Karaman Alayı Yemen’de adlarına şarkılar, marşlar bestelenecek kadar büyük başarılar göstermişler, haklı bir şöhret kazanmışlardı. Fakat daha sonra yine aynı yöreden gelen başka bir alay, hiç bir varlık gösteremedi. Büyükliman Taburu’nun iki bölüğü bir harika iken, diğer iki bölüğü kolayca hissedilebilecek kadar zayıf ve aşağı durumdaydı. Kısaca şunu söyleyebilirim ki, benim bu seferki görev dönemimde en çok yorulan ve en büyük işleri görenler Rize Livası’yla, her birinin mevcudu 300-400 civarında olan Yemen Taburları’ydı.

BAZI KOMUTANLAR HAKKINDAKİ

ÖZEL GÖRÜŞ VE KANAATLER

Şakir Paşa hakkında kanaatlerimi madem doğru bulmuyorsun, bana elbette ‘Sen daha iyisini bilir, daha iyisini takdir edersin!’ demekten başka söz düşmez. Yemen’de tanıdığım askeri erkân içerisinde Yanya Livası Feyzi Paşayı (kaymakam iken Preveze Muhafızı namını alan zat) daha önceden pek iyi birisi olarak tanı­rdım. Fakat Yemen onu da yemiş, bitirmiş. Yemen’den ayrılırken, kendisini tifo hastalığına yakalanmış olarak bırakmıştım. En son aldığım mektupta vefat ettiği bildiriliyor. Allah rahmet eylesin!

Trablusşam Livası Kurmay Başkanı Cevat Paşa’yı pek iyi ve tedbirli bir yönetici olarak buldum. Adı geçen bu yeteneğini ve yeterliliğini Seyyar Ordu’nun levazım başkanlığını yaparken de ispat etti. Bu zat da en az Liva Feyzi Paşa kadar yüksek vicdanlı biridir.

Kudüs Livası Ali Paşa’nın sözünü etmeye değer hiç bir olumlu yönü yoktur. Aynı zamanda ahlak yoksunu biridir.

Rize Livası Âgâh Paşa, 170 kiloluk ağırlığıyla, iman amel ve istikamet sahibi, verdiği emirleri oturduğu yerden bile hakkıyla takip edebilen, takva sahibi biridir.

İsparta Livası Gâvur İshak hakkında benim bir söz söylememe gerek yok. Zaten sen kendisini çok iyi tanır, ne kadar zavallı biri ve âdeta mecnun olduğunu bilirsin. Esasen bunların hiç biri askeri harekâta katılamadılar. Buna izin verilmedi. Ahmed Feyzi Paşa, savaşta Sa­id Paşa ile Arabkir’li Yusuf Paşa’yı görevlendirdi. Şehare harekâtında bir de Süley­man Paşa varmış ama ben o zatı hiç görmedim. Benden sonra onun da şehit düştüğü bildiriliyor. Alay komutanlarının her biri bir bölgede çakılı bırakılmıştır. Bun­lar arasında öyle çok değerli kimselerin bulunduğunu sanmıyorum.

Üçüncü Ordudan Yemen’e oldukça yetenekli ve liyakatlı askeri erkan gelmiş, fakat bunlar Asir’in iskelesi durumundaki Konfide’den ileri gitmemişlerdi. Mehmet Ali Paşa da selefleri gibi burada kalmakta ısrarlıydı. Fakat Mehmet Ali Bey, onu dinlemeyerek yalnız on iki ta­burla Asir’in merkezi olan Ebha’ya girdi ve bu başarısıyla Miralay oldu. Ben bu zatı görmedim. Ben Harbiye’de iken o galiba Erkân-ı Har­biye üçteymiş. Üçüncü Orduda olduğu gibi Yemen’de de çok şöhretlen­di. Gerçi Ebha’ya savaşsız girmişti ama yüzbaşılığından beri Yemen’de görev yapan Mehmet Ali Paşa’nın cüret ve cesaret edemediği büyük bir işi başarmıştı. Bu cüretsizliği ve cesaretsizliği nedeniyle Mehmet Ali Paşa’nın yargılanması için de padişah iradesi çıktı. Aslında Mehmet Ali Paşa’nın da binbaşılığı döneminde epey bir şöhreti varmış. Fakat her halde daha sonraları kasayı bir hayli doldurunca, gözünde hayatın kıymeti epeyce artmış.

Özetin özeti olarak söylenebilecek bir şey varsa o da Yemen’de artık bir askeri harekâtı yönetebilecek ikinci bir Ahmed Feyzi Paşa’nın bulunmadığıdır. Avrupada yetişseydi, bir (Konde) bir (Moltke) olabilmek için hiçbir eksiği olmıyan bu koca Tatar, bu büyük dâhî, sınırsız zekâsı, yıpranmayan, aşınmayan hafızası, dönmek ve kırılmak bilmeyen azim ve kararlılığı, büyük cesaret ve cüreti, asla üşenmek, yorulmak tanımayan çalışkan vücuduyla Yemen’deki en dev adamımızdır. Niçin? dersen anlatayım. Azizim! Hudeyde’ye ayak basar basmaz, hiç arkasına bakmadan, önünü de düşünmeden ilk adımını âdeta bir dev gibi San’a’ya atmış. San’a’daki askerimizin iaşesinde çok büyük sıkıntılar yaşanmaktaydı. Durum böyleyken o bir dirhem bile erzak almadan, yirmibeş taburun başına geçti. Sana’dan sonra hemen ikinci adımını, Hudeyde-San’a yolunun iki misli olan Şehare ve Sade’ye attı. Doğrusu bu takdir edilmesi gereken, çok büyük cüret ve cesaret gerektiren bir işti. Bu koca Tatar, hilâfet makamından aldığı emre dayanarak, bu gerçekleştirilmesi değil, akıldan hayalden bile geçirilmesi insanı dehşete düşürecek askeri harekata cesaret edebildi, üstelik askeri de açlıktan öldürmedi. Her halde ‘Ne yaptı, bunu nasıl başardı?’ diye soracaksın. Doğrusu onun ne yaptığını, nasıl yaptığını biz de pek bilemeyoruz ama o istediğini yaptırabileceği Arapları çok iyi biliyor.

Bu zatın Yemen Arapları üzerinde öyle büyüleyici bir etkisi var ki, hiçbir akıl ve fikir, büyünün bu derece etkilisini kavrayamaz. Onun Araplara karşı öyle bir davranması, onlarla kurabildiği öyle ilişkileri var ki akıllar ermez. Gerektiğinde bizim on para bahşiş verebilmek için bile epeyce düşüneceğimiz bir Araba, Lazların tabiriyle bir karabacağa, o yerine göre 100 hatta 1000 Riyal’e kadar bahşiş verebiliyor. 1307’de kuşatmayla alınamamış Zafir Kalesinin alınması için Nasır Mebhut adındaki Şeyhe 10 000 (on bin) riyal vermişti. Ama daha sonra bunu ona fazlasıyla kusturduğu da herkes tarafından biliniyor. Bunları yazmaktan maksadım bu Tatarın rüşvetçilerin en liyakatlisi olduğunu, bi­zim büyük rüşvetçiler gibi kendi cebine çalışmadığını arzetmek içindir. Ayrıca onun meziyetleri, Araplara para ve rüşvet vermekten, onları casus gibi kullanabilmekten ibaret de sanılmasın. (Gerçi bunlar da az bir meziyet sayılmaz Aksine yerine göre çok önemli ve büyük bir kudrettir, nüfuzdur). Türklerin bu koca Tatar gibi bir adamı yetiştirip Yemen’e tayin edebilmeleri de olağanüstü ve dâhice bir iştir.

Ahmed Feyzi Paşa’nın Yemen’de tatbik ettiği askeri harekâtlara, tabyalarına bu işlerin teorisini ve pratiğini en iyi bilen kurmay askerler bile akıl erdiremez. Adamın elinde haritası bile yoktur. Ama o, Yemen’in canlı haritası gibidir. Kaç defa verdiği emirlerde, yaptığı harekat planlarında biz kendisi hakkında, ‘Bu sefer kesinlikle çok hatalı, yanlış yapıyor’ dediğimiz durumlarda bile o bizi hep yanılttı. Hiçbir zaman da onun hiçbir hatasının cezasını çekmedik. Kısacası, Yemen’in San’a’yı iki, Zafiri üç günde düşüren, Yemen’i ve ahalisini çok iyi tanıyan Ahmed Feyzi Paşa gibi askerlere ve yöneticilere çok ihtiyacı vardır (Yemen Notları, Asaf TANRIKUT, sayfa: 23- 39, Güzel Sanatlar Matbaası, Ankara, 1965).

.

Not: Bu Osmanlı Subayının mektubundan o zamanlar bile, milletimize en çok zarar veren, yiyip bitiren şeylerden birinin etnik milliyetçilik, bölgesel milliyetçilik, hemşehricilik, mezhepçilik gibi konular olduğu anlaşılıyor. Fakat sevindirici husus, bazılarının kişisel çıkar ve menfaatleri için girdiği bu yanlış yola herkesin rağbet etmemesi, buna şiddetle karşı çıkan akıllı ve dürüst insanların da bulunması… Nitekim Yaver Paşa’nın da bunlardan biri olduğu anlaşılıyor. Yemen Valisi Abdullah Paşa’nın yüzüne karşı Çerkezcilik yaptığını, kendisinin Çerkes olduğunu ama asla Çerkezci olmadığını açıkça söyleyebiliyor. Ayrıca bu kitabın Yemen’le ilgili bölümlerinde çok yararlanılan Yemen Notları adlı kitapta yine Çerkes olan Yemen Posta ve Telgraf İdaresi Başmüdürü Hacı Nuh Hilmi Bey’in yirmidört aydan beri maaş alamamasına rağmen çok iyi kalpli ve muhterem bir insan olduğunu, eskiden biriktirdiği seksen altın lirayı da ekmek parası almak için idareye ödünç verdiğini, iki defa da tanıdığı başka kimselerden kişisel senetle borçlanarak aldığı yüz altın lirayı da yine aç açık kalmış memurlara dağıtılmak üzere idareye verdiği anlatıyor (Yemen Notları, Asaf TANRIKUT, sayfa: 141, Güzel Sanatlar Matbaası, Ankara, 1965).

MEHMETÇİK’TEN YEMEN DEĞERLENDİRMESİ

Aklı başında bir Osmanlı subayının 1900’lü yılların başındaki Yemen’in durumunu anlatan bu ilginç anılarından, izlenimlerinden ve değerlendirmelerinden sonra bir de buraların kahrını çilesini en çok çeken Mehmetçiklerimizden birinin fikir ve düşüncelerine, değerlendirmelerine bakalım. Mehmetçik o eşsiz irfanı ile olup biten her şeyi ne kadar da doğru ve iyi anlamış, değerlendirmiş ve özetlemiş. Burada Yemen’den yazılmış, bu uzunca manzum bir mektubun ancak birkaç mısraıyla yetineceğiz:

Demeyin ki, bana Devlet bakıyor!

Başımı gün, ayağımı gön yakıyor!

Aç acına aşmadayız dağlardan.

Otu toprağı yeriz bağlardan.

Yemen’in dağlığı, çoktur uludur.

Hele kumsalı, cehennem yoludur.

Ulu Mevla’m, attı bizi Yemen’e

Hasret kaldık güle, bülbül çimene

Dağlığında ne ağaç var, ne meşe

Tek varan yolcuya maymunlar üşe

Yemen’in kanlı açıktır yarası

Sormak ister size, bizden burası

Bilmeyiz ki neden biz harp ederiz?!

Arabın derdi ne, biz ne diyoruz?

Sen atınca durakoysun mu sana?

O da candır, atar elbette sana!

Damını yık, kuyusunu taş doldur.

Gül gibi yavrusunu, yak soldur.

Bir iş etmiş gibi gel çık doruğa

Kelleler sapla çakılmış kazığa

Sonra sen gel de itaat bekle

Köprü kabil mi çaya ördekle

(İstanbul Umumi Kütüphane No: 267767’da kayıtlı ‘Yemen’den Gelen Bir Mektup’ adlı manzum bir eserden aktaran Asaf TANRIKUT, Yemen Notları, sayfa: 21, Güzel Sanatlar Matbaası, Ankara, 1965)

Her şey o kadar güzel anlatılmış ve yorumlanmış ki, bunun üzerine başka bir söz söylemeye, başka bir yorum yapmaya hiç gerek yok.

YEMEN’DEKI SON İSYAN

Bu başlığı okuyanlardan bazıları, yanlış enformasyonların da etkisiyle, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arapların İngilizlerle bir olup, bizi arkadan vurdukları, asırlarca bekçiliğini yaptığımız o topraklardan bizleri zorla sürüp çıkardıklarına benzer bir isyan hikayesi anlatılacağını bekleyebilirler. Fakat işin aslı hiç de öyle değildir, hatta tam tersidir. Yemen’de Osmanlı Devletine karşı en son isyan 1911’de, yani Birinci Dünya Savaşının başlamasından üç yıl, Osmanlı Devletinin savaş yenik çıkmasından da yedi yıl önce gerçekleşmiştir. Bu isyandan sonra ellerine pek çok altın fırsatlar geçmesine rağmen, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Yemen’de Osmanlılara karşı hiç bir isyan çıkmamış, Osmanlılar da savaşla girmedikleri bu topraklardan yine kansız ve savaşsız çıkabilmişlerdir.

Osmanlı Devleti’ne karşı Yemen’deki en son İsyan, İmam Yahya tarafından 26 Kanunuevvel 1326 (8.1.1911) tarihinde başlatılmıştı. İmam Yahya, 26 Kânununevvel 1326 (1911) tarihinde San’a’yı kuşattı ama ele geçiremedi. Sehir, 30.3.1911 tarihinde kuşatmadan kurtarıldı. Bu isyanın bastırılmasından sonra İmam Yahya ile Ahmet İzzet Paşa arasında (17 Şevvaal 1329 = Teşrin-i Evvel 1327 = 1911) tarihli bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya her iki taraf da sonuna kadar sadık kaldı.

Osmanlı Devleti’nin başına Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı gibi çok büyük gaileler açıldığı, çok büyük felaketler geldiği, Yemen’le anavatanın arasındaki her türlü bağlantı yıllar boyunca tamamen kesildiği halde, İmam Yahya ve Yemenliler fırsatçılık yapıp isyana kalkışmadılar. Bu zor dönemlerinde Osmanlı Devleti’ne hiç bir sorun çıkarmadıkları gibi, ellerinden gelen her yardımı da yapmaya çalıştılar. Halbuki özellikle İmam Yahya, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan konusunda çok antremanlıydı. Babası sağken de onun ölümünden sonra da Osmanlı Devletine karşı değişik sebeplerden dolayı sürekli baş kaldırmış, isyan etmiş, savaşmış bir liderdi. 1891, 1898, 1905 ve 1911 yıllarında ardarda çıkan bütün isyanların içinde veya başında bulunmuş Osmanlı Devletini çok uğraştırmıştı. 1905 yılında çıkardığı isyanın üzerinden daha altı yıl geçmeden, 1911 yılında tekrar isyan etmişti.

Daha önceki anlaşmalar mürekkebi bile kurumadan bozulurken, 1911 yılında imzalanan anlaşmaya özellikle Yemen tarafı ve İmam Yahya tam bir sadakat göstermiş, öteden beri yanıp tutuştukları özgürlük ve bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri için ellerine çok büyük ve altın fırsatlar geçtiği halde, bu fırsatlardan yararlanmaya tenezzül etmemişler, bu anlaşmaya harfi harfine, sonuna kadar, hatta Osmanlı Devleti teslim olduktan sonra bile uymaya gayret etmişlerdi. Peki acaba bunun sebebi neydi?

Şüphesiz bunun pek çok sebepleri vardır. Ama her halde bunlar arasında İmam Yahya’nın bu anlaşmayı imzaladığı Ahmet İzzet Paşa’ya karşı duyduğu itimadı, güven ve saygıyı, bunu sağlayabilen o büyük Osmanlı devlet adamının kimlik ve kişiliğini ön sıralara koymak gerekir. Bu sözün havada kalmaması ve daha anlaşılabilir hale gelmesi için biraz açıklamaya çalışalım.

Yemen’de gittikçe büyüyen isyanın ve karışıklılıkların önüne geçilebilmesi için İstanbul hükümeti tarafından bizzat Genel Kurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa görevlendirildi ve kendisi Yemen Genel Kuvvetler Komutanlığına atandı. 5 Şubat 1327 (18.2.1911) günü Hamidiye Kruvazörü ile Yemen’e hareket eden Ahmet İzzet Paşa, onbir gün sonra 16 Şubat 1327 sabahı Yemen’in Hudeyde Limanı’na vardı. Ahmet İzzet Paşa ve karargâh heyeti, 17 Mart 1327 (30.3.1911) tarihinde Menaha’ya geldiler. Ahmet İzzet Paşa, Menaha’ya geldikten bir saat sonra Miralay Çopur Rıza Bey komutasındaki üç alaydan oluşan askeri birliği San’a üzerine gönderdi. Bu birlik şehri aynı gün muhasaradan kurtardı.

AHMET İZZET PAŞA’NIN NUTKU

Şehrin kuşatmadan kurtarılmasının ardından yapılan kutlama hazırlıkları da tamamlandıktan sonra Ahmet İzzet Paşa, 4.4.1911 günü şehre girdi. Son derece azametli ve şaşaalı bir resmi geçit yapıldı.

Bu resmi geçitten sonra bütün askeri ve sivil yöneticileri bir araya toplayan Ahmet İzzet Paşa, onlara hitaben bir konuşma yaptı. Onun kimlik ve kişiliğinin, İmam Yahya’nın da daha sonra yapılacak anlaşmaya kendisini bu kadar bağlı kalmak zorunda hissetme nedenlerinin ipuçlarını bu çok önemli konuşmada bulmak mümkündür. Ahmet İzzet Paşa özetle şunları söylüyordu:

‘Düşmanla beraber, her türlü mahrumiyete, açlığa, susuzluğa, çok zor iklim ve doğa koşullarına da göğüs gerdiniz, savaştınız, çarpıştınız ve eşkiyayı kahredip San’a’ya girdiniz. Bütün başarı sizindir. Hepinizi tebrik eder ve hepinize teşekkür ederim.

Emin olunuz ki, Yemen halkının büyük çoğunluğu bizi severler. Fakat geçmiş dönemlerde bazı yöneticilerce işlenen büyük hatalar halkın bir kısmını bizden soğutmuş, halkı bazı şer odaklarına mahkum etmiştir. Son zamanlarda, özellikle 31 Mart’tan sonra oraya buraya kaçan bazı bozguncular, Yemen’deki bu ayaklanma ve isyanı da hazırladılar. Bu yüzden, her zaman boynumuza borç olan, isyancıları, eşkiyayı kahretmek görevi bu sefer iki kat borç oldu.

Her şeyin değeri, kıymeti fiyatının yüksekliğiyle ölçülür. Bir vatan parçasının değeri de oranın alınması, vatan edilmesi ve korunması için dökülen kanların, ödenen bedellerin yüksekliği ile ölçülür. Bu yüzden biz de, bu kadar büyük bedeller ödediğimiz, her zerresini şehit kanlarıyla suladığımız bu topraklardan hiçbir zaman vazgeçmeyeceğiz.

Yalnız size şunu söylemek isterim ki; bizim ecdadımızın tarihte kazandığı büyük başarıların, üstünlüklerin, şereflerin, ikballerin esas kaynağı onlardaki üstün ahlak ve faziletlerdir. Örneğin, ecdadımız Girit’i fethettiklerinde, oradaki halkın tarlalarını ekip biçmelerine, işlerine güçlerine devam etmelerine hiçbir şekilde engel olmamışlardı. Kuşatma altında tuttukları Girit halkından bazılarının kendilerine gönül rızasıyla verilen bir salkım üzümü bile parasını vermeden almayacak kadar, şefkat, merhamet ve adalet duygularıyla doluydular. Bundan sonraki başarılarımızın devamı da, bir elimizde güç, kuvvet, kudret kılıcının, bir elimizde adalet terazisinin bulunmasına, kalplerimizden de Allah’ın emrettiği gibi rahmet, merhamet ve şefkat hislerinin eksik olmamasına bağlıdır.’

İMAM YAHYA İLE ANLAŞMA

Ahmet İzzet Paşa’nın 1911 yılı Mart ayı başından itibaren giriştiği askeri harekat sonucunda, bir ay gibi kısa bir zamanda, Yemen’in İmam Yahya’nın eline geçen bütün bölümleri geri alındı. Ama sadece savaşı kazanmak, düşmanı harp meydanlarında alt etmek ve aciz bırakmak barışı kurmaya ve kurtarmaya yetmiyordu. Bunu çok iyi bilen Ahmet İzzet Paşa karşı tarafı özellikle İmam Yahya’yı birlik beraberlik, huzur ve barış içinde yaşamaya ikna etmenin onun da kabul edeceği ve benimseyeceği bir barış anlaşması yapabilmenin yollarını aramaya başladı. İmam Yahya ile bir araya geldiler ve çok uzun görüşmeler ve müzakereler yaptılar. Hemen hemen her konuda tam bir mutabakata vardılar. Hazırlanan anlaşma metni İstanbul’a gönderildi. Fakat İstanbul’daki bürokrasinin anlaşma metninin maddelerine gereksiz yere ve kılı kırk yararcasına müdahaleleri yüzünden, anlaşmanın imzalanması bir hayli gecikti. Bu arada İtalyan’larla aramızda savaş çıkması, İtalyanların Yemen sahillerini de ablukaya alması anlaşmanın son şeklini almasını ve imzalanmasını sürüncemede bıraktı. Fakat nihayet Ahmet İzzet Paşa’yla İmam Yahya arasında tam bir uzlaşma ve anlaşmayla sonuçlanan bu anlaşma her ikisi tarafından da (17 Şevval 1329 = Teşrin-i Evvel 1327 = 1911) tarihinde imzalandı.

İmam Yahya, bu anlaşmaya sonuna kadar ve tam anlamıyla sadık kaldı. Türkler, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında, İmam Yahya’nın önüne çıkan altın fırsatlardan yararlanarak, anlaşmayı bozmasından çok endişe ediyorlar, çok korkuyorlardı. Fakat İmam Yahya bu anlaşmadan sonra Osmanlı Devletinin en sadık dostu oldu ve hep dost kaldı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Yemen’in anavatanla bütün bağlantıları, haberleşme ve ulaşım imkanları kesilmesine, buradaki kuvvetlerimizin dışarıdan hiçbir yardım, destek almasına imkan ve ihtimal bulunmamasına rağmen, Osmanlı Devletinin bu en zayıf ve çaresiz olduğu dönemde, harekete geçme, isyan etme insafsızlığını ve hainliğini göstermedi.

İngilizler, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’i Osmanlılara karşı isyan ettirmeyi başarabilmişler, İmam Yahya’yı da türlü vaatlerle dört yıllık savaş boyunca isyana teşvik etmişler ama bir türlü onu isyana ve Osmanlı Devletiyle arasındaki anlaşmayı bozmaya ikna edememişlerdi. İmam Yahya sonuna kadar ahdine vefa gösterdiği gibi, Yemen’deki Kolordumuzun iaşesini ve ihtiyaçlarını karşılamak için de elinden gelen her şeyi yaptı.

Elbette bu onun hep böyle davranacağı, Osmanlı Devletine bir daha asla isyan etmeyeceği, Yemen’in tamamına sahip olma ve bağımsızlığına kavuşma sevdasından vazgeçtiği anlamına gelmese de, ne olursa olsun Osmanlı Devletine ve Türklere karşı onun Yemen hakimiyetemizin son dönemlerinde takındığı tavrı minnet ve şükranla karşılamak ve anmak gerekir.

Zeki Ehiloğlu, Yemen’de Türkler adlı kitabının 104. sayfasında şunları yazıyor: Hayat Ansiklopedisi Yemen tarihinden bahsederken, Büyük Harp sırasında Yemen’deki Osmanlı kuvvetleri dört taraftan mahsur kalmışlardı. İmam Yahya bu durumdan yararlanmama büyüklüğünü gösterdi. Osmanlı kuvvetlerinin gerçi İngilizler tarafından esir edilmelerine mani olmadı. Lakin düşmanca da davranmadı.’ diyor. Bu doğrudur. Eğer İmam çağdaş bazı şefler gibi düşünse ve davransaydı, 1911’de yapılan anlaşmayı, imzasını, taahhüdünü yok sayar, bizleri ya kılıçtan geçirir, yahut topyekun esir sayar, resmi ve şahsi neyimiz varsa hepsine el koyardı. İmam Yahya böyle yapmadı. Bilakis bizlere karşı büyük dostluk ve hatta gittikçe artan bir yakınlaşma gösterdi. Birinci Dünya Savaşı süresince de dostluk ve yakınlık göstermişti. Biz de kendisini daha yakından görüp tanıdıktan sonra şahsen iyi bir adam olduğunu anladık. İmam Yahya’nın ahdine vefalı bir Müslüman oluşu ve son Yemen Valisi Mahmut Nedim Bey’le Kolordu kumandanımız Ahmet Tevfik Paşa’nın Yemen iç siyasetini idare etmekte ortaklaşa gösterdikleri kiyaset, yeterlilik, mal ve canımızın kurtarılmasına büyük ölçüde hizmet etmiştir. Hatta Kolordu kumandanı ailesi ve karargahıyla birlikte San’adan yola çıkarken bizzat İmam Yahya, kardeşinden ayrılır gibi üzülmüş, veda ederken hepimize yakınlık göstermiştir. Ancak bu sonucu hazırlayan ve son badirede bizi ve bütün ordu ile Yemen’deki Türkleri şerefleriyle kurtaran, esas etken, İmam’la Ahmet İzzet Paşa arasında 1911’de imzalanmış ve büyük bir eser olan siyasi anlaşma ve uzlaşmadır.

İMAM YAHYA’NIN YÜREKLERE SU SERPEN KONUŞMASI

Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşından yenik çıktığına, İngiltere ve müttefikleriyle Osmanlı Devleti arasında ateşkes anlaşması yapıldığına, buna göre İngilizlere teslim olunması gerektiğine dair haberler, her yerde olduğu gibi Yemen’de de hemen duyulmuştu. Kolordu Kumandanlığı bu haberlerin doğru olup olmadığını bir telgrafla İstanbul’dan sordu. Bu telgrafa cevaben Genel Kurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa imzasıyla, Vilayet ve Mutasarrıflık şifresiyle gönderilen 7 Teşrinisani 1334 (20.11.1918) tarihli telgraf emrinde, 30.10.1918 tarihinde ateşkes anlaşması imzalandığı bildiriliyordu. Bu emrin açık sureti İngilizlerden de geldi. İngilizler, ateşkes anlaşmasının 16. maddesi gereğince Türklerin hemen teslim olmasını istiyorlardı. Fakat Kolordu ve Vilayet bir türlü bunlara güvenemiyor, bunun bir İngiliz oyunu ve hilesi olabileceğini düşünüyordu. Çünkü daha önce Bâb-ı âlî, işgal edilen vilayetlerde şifre anahtarlarının İngilizlerin eline geçtiğini, bu yüzden şifre ile gelecek emirlere güvenilmemesini Yemen’e de bildirmişti.

Aslında bütün mahrumiyetlere, tehlikelere, engellere, açlıklara, çıplaklıklara, parasızlıklara, sefaletlere rağmen bizim Yemen’deki Kolordumuz Aden ve İdrisi cephelerinde mütarekeye kadar muzaffer durumdaydı. Osmanlı Devletin yenildiğini kabul etmek herkese çok zor geliyordu.

Uzunca bir süreden beri Ravza’da bulunan ve gelişmeleri yakından izleyen İmam Yahya, 4 Teşrinisani 1334 (17.11.1918) Pazar günü San’a’ya geldi. İmam Yahya, San’a’ya girerken oradaki Türkler hem büyük bir endişe, hem derin bir teessür içindeydiler. Çünkü İmam, her ne kadar bu defa San’a’ya harpsiz, kavgasız, hattâ bir dost ve misafir edasıyla gelmekteyse de daha önceden yaşananların Türk kalplerinde yarattığı iz, sonradan dostluk göstermekle silinmeyecek kadar derindi (Yemen’de Türkler, Zeki Ehiloğlu, sayfa: 141)

İmam Yahya, daha sonra kışlaya gelerek Kolordu Ku­mandanlık Dairesi önünde toplanmış olan her rütbeden subaylara bir konuşma yaptı. Konuşmasında şunları söyledi: “Elhamdülillah hepimiz Müsiümanız. Birbirimizi koruyacağız. Bu gelen haber bir düşman hilesidir. Devletimiz galiptir, üstündür. Hiç endişe etmeyiniz. Biz sizinle ekmeğimizi yarıyarıya bölüşürüz.”

İmam Yahya’nın bu hitabesi gönüllere su serpmiş, özellikle (Halimiz ne olacak? Yemenliler ve İngilizler bize ne yapacak?) diye düşünen ve endişe içinde olan heyecanlı zihinleri oldukça yatıştırmıştı. Özellikle de ‘Devletimiz’ tabirini kullanması herkesin dikkatini çekmişti (Yemen’de Türkler, Zeki Ehiloğlu, sayfa: 160).

İMAM YAHYA TÜRKLERIN TESLIM OLMASINA KARŞI ÇIKIYOR

İşin bir başka ilginç yönü bazı üst rütbeli Osmanlı subaylarının ve yüksek memurların İngilizlere teslim olmakta çok aceleci davranmalarına rağmen, İmam Yahya, kesin bir barış antlaşması yapılmadan Türklerin İngilizlere teslim olmalarına şiddetle karşı çıkıyordu. Ona göre, bir ateşkes antlaşmasıyla silahlar teslim edilemezdi. Öncelikle devletler arasında barış antlaşması yapılması, bunun da usulüne uygun olarak ilgili yerlere tebliğ edilmesi gerekirdi.

İmam Yahya, Türklerin silahlarıyla beraber teslim olmalarına karşı olduğnu, 3 Rebiülevvel 1337 (6.12.1918) tarihli telgrafıyla İngilizlere de bildirdi. İmam diyordu ki: ‘Devletler arasında kesin bir karara ve anlaşmaya varılmadan ve bunlar resmen tebliğ edilmeden, askeri birliklerin teslim olması uygun değildir. Hukukumuzun kaybıyla sonuçlanabilecek olan güvenlik güçlerinin teslimi konusundaki bu aceleciliği hiçbir şekilde uygun görmüyoruz. Bu durum, insanlık alemine de, koskocaman Britanya hükümetinin en ufak bir hukuku­na da hiçbir zarar getirmez.’

İngiltere’nin Aden Valisi, İmam Yahya’nın Türk askerlerinin teslim olmasına karşı çıktığını ve Yemen’i boşaltmalarına engel çıkardığını Londra’ya bildirdi. Aden Valisi, daha sonra Hükümetinden aldığı emir ve talimatla, bu muhalefetinin doğrudan doğruya İngiliz hükümetine karşı gelmek olarak kabul edileceğini, hiç vakit kaybedilmeden bu teslimin gerçekleşmesinin gerektiğini, buna engel olmaya ve geciktirmeye çalışanların şiddetle cezalandırılacağını bir telgrafla İmam Yahya’ya bildirdi.

İmam Yahya 21 Teşrinisani 1334 (4.12.1918) (25 Safer 1337) günü kendisine ulaşan bu telgrafa cevaben yazdığı 3 Rabîulevvel 1337 tarihli cevabında da Osmanlı hükümetiyle kendileri arasında bir anlaşma olduğunu, Türk askeri kıtalarının tesliminin Yemen’in geleceğini belirsizliğe iteceğini, Yemen’in mutluluğunun ve geleceğinin de güvence altına alınması gerektiğini, anlaşmadaki hukuklarının kaybına neden olabileceği için güvenlik güçlerinin teslimini uygun görmediklerini tekrarlamıştır.

İngilizlere Teslim Olmaya Can Atan Osmanlı Paşası

Lahic Bölge Komutanı Ali Said Paşa, İstanbul’dan gelen emir ve Mondros Ateşkes Antlaşmasının 16. maddesi gereğince, Kolordu Komutanlığının emrini dinlemeden, bir an önce fırkasıyla birlikte İngilizlere teslim olmak istiyordu. Bu durum Ali Said Paşa’yla Vali arasında ağır, sert ve tehditkar ifadeler içeren telgrafların gidip gelmesine neden oldu.

Ali Said Paşa, Kolordu’ya yazdığı telgrafta: ‘Mağlubiyetimiz kesinleşmiştir. Artık asker kanı dökmeye sebep kalmamıştır. Teslim olmamıza izin veriniz. Yoksa ben, merkezin, Bâbıâlî’nin, emrine göre hareket edeceğim’ diyordu (Yemen’de Türkler, Zeki Ehiloğlu, sayfa 160) .

Aslında ateşkes anlaşmasının imzalandığını, yenilginin kesinleştiğini herkes biliyordu. Fakat Vali ve Kolordu Komutanı esir olurken bile orduda düzeni, nizamı, intizamı, disiplini bozmamaya, panik yaratmamaya çalışıyorlardı. İmam Yahya’nın da, Kolordu Komutanının da bütün çabaları ve gayretleri işleri biraz düzene sokabilmek için zaman kazanmaya çalışmaktan ibaretti.

Komutanlık Ali Said Paşa’ya kan dökülmesi tehlikesi varsa dağlık kesime doğru çekilmesi gerektiğini bildirdi. Fakat Ali Said Paşa, komutanına verdiği ültimatomdan dönmedi. Yemenlilerin işine yaramasından korkar gibi 5.12.1918 tarihinde elindeki ve emrindeki bütün kıtalar, silah ve mühimmat, techizat, hayvan ve taşıtlarla birlikte İngilizlere teslim oldu.

Telgraf Başmüdürü Nuh Hilmi Bey, Vali Mahmut Nedim Bey’in isteğiyle Ali Said Paşa’ya telgraf çekmiş, elindeki mühimmatın düşmana teslim edilmektense Müslümanlara ve İmam Yahya’ya verilmesinin daha hayırlı olacağını, bunun Yemen’deki Türklerin ve onların çoluk çocuğunun selameti için de iyi olacağını bildirmişti.

Ali Said Paşa, bu telgrafa verdiği cevapta ‘Biz İmam’ın ve yardakçılarının kulu, kölesi değiliz. Vali ve Kumandan, beş seneden beri de olduğu gibi, İmam’ı bizleri engellemeye gücü yetermiş gibi gösteriyorlar. Böyle tehlikeli bir zamanda da Devletimizi kandırmaya ve iğfale uğraşarak büyük bir suç işliyorlar. Devletimizin ve müttefiklerinin yenilgiyi ve ateşkesi kabul ettiğini, bütün Arabistan’ı barış antlaşmasından önce hemen boşaltmamız gerektiğini bildikleri halde, kasten bilmezden geliyorlar. San’a’daki biçare aileleri bu sahtekar hainlerin tehlikeye düşüreceklerinden korkuyorum’ şeklinde çok ağır ifadelerde ve suçlamalarda bulundu (Yemen Notları, Asaf TANRIKUT, sayfa 109-111, Güzel Sanatlar Matbaası, Ankara, 1965).

Yemen Valisi’nden Ali Said Paşa’ya Yönelik Suçlamalar

Ali Said Paşa’nın telgrafını okuyan ve çok gücenen Vali Mahmut Nedim Bey, kendisine gönderdiği 1.12.1918 tarihli telgrafta çok ağır ifadeler kullanıyor, çok önemli isnatlarda bulunuyor, tehditkar sözler söylüyordu.

Bu uzun mektuptan bazı cümleler: ‘Telgraflarınızda gösterdiğiniz telaş ve heyecan belirtileri gerçekten de çok garip ve üzüntü vericidir. Sizden böyle durumlarda daha akıllı değerlendirmeler ve davranışlar bekler, metanetli, dirençli, sebatkar bir askerin aklına bile getiremeyeceği böyle bir ruhsal çöküntüyü ve telaşı hiç ümit etmezdim. Sizin gibi bir bölge komutanı nasıl olur da böyle pervasızca ‘Biz ve müttefiklerimiz yenilmiştir.’ diyebilir. Bunu söyleyebilmek için insanda hamiyetten, milli ve manevi duygulardan, vatanseverlikten eser olmaması lazımdır. Merkezi hükümetin mahvına, perişanlığına, bizim başımıza gelen felaketlerin onlarınkinden daha aşağı olmayacağına kanaat getirmekte bu kadar acele etmeniz de çok yersizdir. İsabetli tedbirler alınarak, çareler üretilerek, memleketin yaraları sarılacak, daha iyi yönetilmesine çalışılacak, savaştaki şanssızlıklar yüzünden düştüğümüz bu ekonomik buhranlardan vatanı kurtarma çareleri bulunacak, milletimiz, memleketimiz eskisinden çok daha mutlu, müreffeh, bahtiyar ve mamur hale gelecektir.

Bir memleket, bütün dünyayı kasıp kavuran böyle büyük bir savaşta, doğal olarak idari, siyasi, sosyal ve ekonomik bir çok buhranlar geçirebilir. Fakat bu tür olayları, sıkıntıları, buhranları ümitsizlik ve çaresizlik sebebi saymak hiçbir zaman akıl karı değildir. Anlıyorum ki, sizin bütün fikirleriniz, düşünceleriniz, değerlendirmeleriniz, kararlarınız sırf İngiliz kaynaklarınca uydurulup yayılan haberlere dayanıyor. Şu amansız savaşın devam ettiği dört sene içerisinde bizden her türlü yardımı esirgemeyen, askerlerimizin iaşesini sürekli sağlayan, bize binlerce liralık borç veren, en sıkıldığımız zamanlarda iyi niyetle ve samimiyetle yardımımıza koşan, bize hiçbir zaman iyilik yapmaktan ve iyi davranmaktan geri durmayan, İslam dünyasının temel taşlarından birini teşkil eden İmam Hazretlerini böyle aslı esası olmayan haberlere dayanarak suçlamak, töhmet altında bırakmak, nankörce davranışlarla kalbini ve gönlünü kırmak, insanlığa ve namus kavramına son derece aykırı, üstelik çılgınca bir tutum ve davranıştır.

Paşa Hazretleri, bilirsiniz ki Yemen demek, sizin içine sığdığınız ve sığındığınız Lahic köyünden ibaret değildir. Yemen’in hepsi bir diğerinden günlerce uzakta 24 kazasıyla, 70 nahiyesi vardır. Böyle büyük bir ülkeyi terk etmenin na kadar nazik, mühim ve tehlikeli bir sorun olduğunu tarih okumuş bir kimse olarak bilmeniz gerekirdi. İmamın nüfuzunu korumak gibi çocukça sözlerle meseleyi bu kadar basite indirgemeniz şimdiye kadar işitilmemiş garabetlerdendir. Zaten sizin, öteden beri garabetler kaynağı oluşunuz bilgimiz haricinde değildir.

Bütün mal ve canlarını cihad uğrunda feda ettikleri için rütbe ve nişanla ödüllendirilmelerini resmen defalarca istirham ettiğimiz, devletimize, milletimize sadakatleri herkesçe bilinen Ahmet Paşa’lara, kadılara, Ali Paşa’lara ve Taizz mebusuna hangi kanun ve selahiyete dayandığı belli olmayan idam cezaları vermeniz, Şeyh Hassan’ı İngilizlere iltica etmek zorunda bırakmanız, Hıristiyanların bile saygı gösterdiği bir ibadethane olan zaviyesini tarümar etmeniz bunlardandır. Bugün elimizde bulunan belgelerden anlaşıldığına göre, Hükümetin adalet ve şefkat kanatları altına sığınmış ve Hükümetin her emrini yerine getirmeye hazır, bütün varlığıyla teslim olmuş, boyun eğmiş, Ebu Re’s gibi Yemen’in en önde gelen liderlerinden sayılan bir mazlumu, kasten, amden, zulmen ve kahren öldürdünüz. Sizinle hiçbir resmi ilişkisi olmayan, size karşı saygıdan başka his beslemeyen, ilim, irfan, hamiyet meydanında sizden geri kalır tarafları olmayan kişilere, hiç de yüksek eğitim ve terbiye görmüş insanlara yakışmayacak tarzda yüzünüzü asarak, girdiğiniz azamet, gurur, kibir, büyüklük perdesi arkasından laf çarptığınız, gereksiz ve sebepsiz yere hakaret ettiğiniz de biliniyor. Üstlerinizin emir ve talimatlarına aykırı olarak bütün Taizz Livası’nda mevcut askerleri ve ailelerini Lahic’e toplayarak genel bir kargaşaya neden olmanız, kışla ve hastanelerin tahribine yol açmanız, Tihame, Taizz ve cibaldeki vergi tahsilatının tamamen durmasına sebep olmanız da sizin garabetlerinizin ve dengesizliklerinizin canlı örneklerindendir. Üst makamlarda sizi övmesi ve methetmesi için Mülazım Rıfat Efendi’nin Lahiç’e gelişinde, serefine savaş partisi verdirerek zavallı milletin parasıyla alınan silah, cephane vesairenin tüketilmesine, birkaç masum insanın şehadetine sebebiyet vermeniz de herhalde sizin vatanseverlik gösterileriniz cümlesinden olsa gerektir. Şimdiye kadar bunlara ses çıkarmayışımız, milletin malı ve ordunun hayatı olan silah ve cephaneyi yalancı şöhretler kazanmak için kullanmanızdan dolayı hesap sormayışımız, her şeyin bir zamanı olduğu, vatanın selametini her şeye tercih ettiğimiz içindi. Yüklendiğiniz ağır görevler sırasında sizi rencide etmek ve kafanızı meşgul etmek istemedik. Fakat biz size karşı müsamahakar davrandıkça siz işi daha da azıttınız. Kolorduya yazdığınız telgraflarda da kendi huyunuz ve ahlakınız olan rüşvet ve irtikapla vilayeti suçlamaya kalktınız, alışkanlık haline getirdiğiniz iftiralarda bulundunuz. Nezahat ve istikameti kendisine düstur edinmiş bir kimse olarak ben, hiçbir zaman sizin gibi görev ve yetkilerimi kullanarak paralarla oynar hale gelmedim. Devletten alamadığım maaşların toplamı dörtbinbeşyüz lirayı buldu. Hala ailemin rızkından keserek askeri ihtiyaçların karşılanabilmesi için para yardımında bulunduğum da herkesin malumudur. Vilayete karşı takındığınız muarız tavır ve kendi kendinize tuttuğunuz kanunsuz ve hukuksuz yolla Vilayetin ve özellikle Taizz Livası’nın hayatını ve idaresini baltaladınız. Kendi görüş ve emirlerinize körükörüne itaat, keyfinize göre hareket eden, işlediği suçlar resmi soruşturma ve incelemelerle sübut bulan yegane bağlınız ve bağımlınız aracılığıyla Taizz Livası’nda işlenmesine meydan verdiğiniz mezalim ve gaddarca işler de bütün vicdan sahiplerinin içini sızlatacak, Hükümet için de Yemen’de silinmez lekeler teşkil edecek türdendir.

Bu vilayetin en verimli, en zengin, bölgenin bütün ihtiyacını fazlasıyla temin etmeye yeterli bir bölgesi olan Taizz Livası, bütün mukadderatı, varidat ve idaresiyle size terk edilmişken siz, eski derebey devirlerine has bir idare tarzı ile ahalinin kanını heder, mallarını gasp ettiniz, çoğu insanları yerlerini yurtlarını terk edip başka diyarlara göçmek zorunda bıraktınız, bu livada kapanmaz yaralar açtınız. Bunun için, Şir’ab, Makbene, Udeyn vesairede meydana gelen facialara bir kere dönüp bakmak yeterlidir. Engizisyon devrinde uygulanan türden mezalimlerinizden dolayı mazlumane feryatları göklere çıkan halkı dinlemek, iddialarla ilgili olarak devletin kanun ve nizamları, adalet ve hakkaniyet içerisinde inceleme ve soruşturmalar yapmak, zavallı çaresiz halkın hakkını, hukukunu korumak, Hükümetin Yemen’deki temsilcisi olarak elbette benim asli görevlerimdendir. Hal böyle iken, bu inceleme ve soruşturmayı doğal olarak kendi çıkarlarınıza, fikir ve düşüncelerinize, emellerinize uygun bulmadığınız, gerçekleri ortaya çıkaracağından korktuğunuz için, sizin görüş ve mütalaalarınıza başvurulmadığı gerekçesiyle önceki telgrafınızda türlü ithamlarda, tarizlerde, saldırılarda bulundunuz. Fakat ne olursa olsun vilayet, görevini yerine getirecek, her zaman ve her yerde sizi izleyerek, ahalinin gasp ettiğiniz hakkının, hukukunun hesabını sizden soracak, o zavallı ve mağdur insanların ahı er geç sizden çıkacaktır.

Bütün bu sayılan suçlarla ilgili olarak, Osmanlı Devletinin adil kanunlarının sizi zaten çoktan hak ettiğiniz cezalara çarptıracağından kimsenin şüphesi yoktur. Gelip Hükümete teslim olan Ebu Re’s’i bizim elimizdeki delil ve kanıtlardan da anlaşıldığı gibi kasten öldürttüğünüz zaman, Vilayette baştan başa büyük bir galeyan hasıl olmuş, maktulün veresesinin talebi üzerine bütün dağlık kesimlerin halkı Hükümete karşı ayaklanmıştı. Siz ise sebebiyet verdiğiniz bütün bu durumları ve faciaları hiç umursamıyor, Vilayetin bu olağanüstü hassas ve tepkili durumunu uzaklardan seyrediyordunuz. Hükümetin başına açtığınız bu gaile ve cereyan yalnız Lahiç mıntıkasının değil, bütün bağlı yerleriyle birlikte Vilayet merkezini ve Taizz Livası’nın tamamının durumunu ve hayatını tehlikeye düşürmüştü. Eğer o zaman İmam Hazretleriyle müştereken aldığımız tedbirlerle Vilayeti ve orduyu o büyük felaket girdabından kurtarmasaydık, emin olun ki bugün mutlak hakimiyet tasladığınız Lahiç mıntıkası da kalmazdı.

Hükümetin kaderini, siyasi ve askeri yönetimi ellerinde bulunduran bizlerin en büyük ve en önemli görevi, en tehlikeli ve en buhranlı devirlerde bile, itidalimizi, metanetimizi muhafaza ederek, her türlü sıkıntı, zorluk ve meşakkate göğüs germek, bu suretle hükümet ve devletimizin bize verdiği ve tam anlamıyla yerine getirilmesini bizden beklediği şeyleri yapmaktır. Fakat yüzbinlerce defa teessüf olunur ki, öteden beri hep bir yalancı şöhret peşinde koşan siz, böyle buhranlı bir zamanda sebat ve metanetinizi koruyacağınız yerde, düşmanlarımızın bütün yalan ve uydurma haberlerini, İngilizlerden daha çok kendinizi yırtarcasına ve parçalarcasına yaymaya çalışarak, Vilayeti ve Kolorduyu yerle bir etmeye çalışıyorsunuz. En kötü ve en kara haberlerin hemen doğruluğuna kanaat getirerek, en büyük bir müjdeymiş gibi İngilizlerin hesabına Vilayet içinde ilan ederek ve yayarak pek büyük heyecanlara sebep oldunuz. Allah korusun, hükümetimizin ve milletimizin yıkıldığı hakkındaki fikirleri ve İngilizlerin işaretlerini, müjdeli ve sevinçli bir haber sayarak, yine İngilizler hesabına Vilayet ve Kolorduyu yok olmaya götürecek uğursuz önerilerde ve tekliflerde bulundunuz.

İngiliz Valisi bile insafa gelip, bizimle telgraf haberleşmeleri içine girmekle yetindiği halde, siz bundan bile ibret almadınız. Hemen ordunun ve binlerce subayın, memurun, dulun, yetimin, ailelerin, aç, çıplak ve borçlu olarak İngilizlere teslim olmalarının hiç durmadan takipçisi ve ısrarcısı olmanızın iyi niyetle bağdaşır bir yanı yoktur. Saldığınız heyecan yüzünden savaş yükümlülükleri ve borçları nedeniyle Hükümetten 150 000 lira alacaklı bulunan halkın baştanbaşa vilayetin kapısına yığılmasına ve alacaklarını şiddetle istemelerine neden oldunuz.

Her sözünüz, her imanız, her işaretiniz ve her görüşünüz, artık Osmanlılığın ve Müslümanlığın tamamen yok olduğu, yıkıldığı fikrini okşamaktadır. Hiç düşünmez misiniz ki, İslamiyetin hiçbir yardımcısı ve destekçisi kalmasa bile onun gerçek sahibi ve koruyucu olan Cenab-ı Hakk vardır. İslamiyetin hep koruyucusu olmuş Osmanlı Devleti de yaşaşayacak, sizin umduğunuz gibi yıkılmayacaktır. Yeter ki bizim ve sizin gibi görevliler de millet ve memleketlerine karşı iyi niyetli, düzgün ve sağlıklı fikirli olsunlar. Yoksa sizin gibi ufak olaylarla varlığını, dengesini, idrak ve izanını kaybeden, maiyetinde görev yapanların dört senelik fedakarlıklarını safsata ve yalan haberler karşılığında feda eden kimseler, bu gibi acınacak fikirleriyle vatanı tehlikeye düşürürler. Kaldı ki, düşündüğünüz şeyler sağlıklı ve doğru bile olsa, asla böyle davranmamanız, böyle hareket etmemeniz gerekirdi. İmam Hazretleri hakkında akılsızca sözlerinizden maksat, kendisine hakaret etmek, böylece bütün dağlık yöreler halkının nefretini ve düşmanlığını kazanmak, bunun sonucunda da mülki ve askeri erkan, yöneticiler, memurlar ve aileleri ile yaşlı, dul, yetimleri perişan ve mahvetmek ise bilesin ki İmam Hazretleri bugün Türklere baba şefkatiyle muamele etmekte ve bunu bütün fiil ve davranışlarıyla da göstermektedir.

Siz şu ana kadar nail olduğunuz hoşgörülerden kuvvet bulup, cesaret alarak kendi görüş ve düşüncelerinizle İngilizlerin fikir ve düşüncelerine, yapmak ve yaptırmak istediklerine pek açık bir şekilde hizmet etmeye başladınız. Böyle bir durumda azim ve gayretinizi artıracak yerde, saldırı ve tecavüzlerinize hız verdiniz. Büyük küçük karşınıza çıkan herkese saldırmaya başladınız. Rütbe ve mevkinizin size bahşettiği yetkileri fersah fersah geçerek, hata ettiniz. Sizin gibi İngiliz fikir ve düşüncelerinin yayıcısı, memleketin musibet tellalı olan biriyle ben de artık bundan böyle haberleşemeyeceğimden, şifrenizi yakıyorum. Bundan sonra bütün müracaatlarınızı doğrudan doğruya Vilayet Makamına değil, resmen bağlı olduğunuz İngiliz yüksek makamlarına yapınız (Yemen Notları, Asaf TANRIKUT, sayfa 111-117, Güzel Sanatlar Matbaası, Ankara, 1965)

YEMEN’DEN NIÇIN VE NASIL ÇIKTIK?

Biz Yemen’e savaşla, çatışmayla, kan dökerek girmediğimiz gibi, buradan Yemen’liler veya Araplar tarafından arkamızdan vurularak veya savaşla, harple, çatışmayla, kan dökülerek de çıkarılmadık. Birinci Dünya Savaşının ardından imzaladığımız Mondros Ateşkes Antlaşmasının 16. maddesi gereğince İngilizlere teslim olarak kendiliğimizden çıkmış olduk.

Lahic’de bulunan 39’uncu fırka kumandanı Mirliva Ali Said Paşa, vilayeti ve kolorduyu da dinlemeyerek emrindeki birliklerle beraber 5.12.1918 tarihinden itibaren İngilizlere teslim olmuştu. İngilizler 14.12.1918 tarihinde Hudeyde’yi istila ettiler. San’a hala Türklerin elindeydi. İstanbul’la ve İngilizlerle yapılan görüşmeler ve haberleşmeler sonunda, Mondros Ateşkes Antlaşmasının 16. maddesi gereğince teslim olmaktan başka seçenek olmadığının anlaşılması üzerine, San’a’da ve başka yerlerdeki birliklerimiz de 8 Kanunusani 1334 ( 21 Ocak 1919) tarihinden itibaren kafileler halinde Hudeyde’ye gelip İngilizlere teslim olmaya başladılar.

SONUÇ

Bizim Yemen’de yaşadığımız acı hatıralar, çileler, meşakkatler, zorluklar unutulabilecek cinsten değildir. Hiç bir zaman da unutulmaması, hep hatırlanması gerekir. Ama işlenen cinayetlerin, suçların, hataların, uğranılan felaketlerin, çekilen acıların, çilelerin gerçek sebeplerini ve faillerini araştırmak, bulmak, bilmek, olup bitenleri, yaşananları bütün arka planıyla sebep ve sonuçlarıyla çok iyi incelemek, irdelemek, bunlardan ileriye dönük doğru ve yararlı dersler çıkarabilmek zorundayız. Tarih bilgisi ve bilinci de zaten bunun için gereklidir. Ancak o zaman bu acılar ve felaketler boşuna yaşanmamış olur, bunlardan da yararlanarak daha iyi, sağlam ve sağlıklı bir gelecek kurabiliriz. Eğer sadece olayların dış yüzüne, sonucuna ve bireysel olaylara takılır kalır, olayların arka planını, gerçek nedenlerini, sebep sonuç ilişkilerini yerli yerine oturtamaz veya hepten gözardı edersek, ağaçla uğraşırken ormanı gözden kaçırmış oluruz. Kendimizi hatasız, kusursuz, aydan ak, günden duru, sütten çıkmış ak kaşık gibi görmemiz, bütün kusur ve kabahatlari, günahları başkalarına yıkmaya çalışmamız bize şimdiye kadar hiç bir şey kazandırmadığı gibi bundan sonra da kazandırmaz.

Özetle şunu belirtmek gerekir ki, bir zamanlar Yemen bizim için, biz de Yemen için çok önemli ve gerekliydik. Osmanlı Devleti cihangir devlet olma iddiasını, dünyaya nizam ve düzen verme gayesini Yemen olmadan gerçekleştiremez ve sürdüremezdi. Diğer yandan eğer Osmanlı Devleti o coğrafyada olmasa, belki şimdiye kadar orada Yemen diye bir ülke kalmaz, çoktan Portekizlilerin, İngilizlerin veya başka bir sömürgeci Hıristiyan devletin elinde yok olur giderdi. Bir zamanlar biz gerçekten de Yemen’i de bütün dünyayı da idare edebilecek güce, kudrete ve iktidara sahiptik. O zamanlar bizim iktidarımızın ulaştığı yerlere başkalarının emelleri bile ulaşamıyordu. Cihan devleti olmak ve cihan devleti siyaseti güdebilmek kolay bir iş değildir. Bu iş öyle yaparmış gibi görünüp de gereği yapılmadan yürütülemez. Nitekim bir yerden sonra bunu biz de yürütemez, sürdüremez hale geldik. Değişik sebeplerden dolayı hem insan kaynaklarımız, hem maddi ve manevi imkanlarımız cihan devleti olabilme, dünyaya nizam ve düzen verebilme, bunun gereğini yapma ve siyasetini gütme konusunda gittikçe daha yetersiz kalmaya başladı. Öyle bir duruma düştük ki artık değil başkalarını, kendimizi bile doğru dürüst yönetemiyorduk. Bunun tezahürleri Anadolu’da, Balkanlarda ve başka Osmanlı topraklarında göründüğü gibi, Yemen’de de fazlasıyla yaşanıp görünüyordu. Artık buraları ne doğru dürüst yönetebiliyor, ne de adam gibi bırakıp dönebiliyorduk. İlim, irfan, siyaset, devlet adamı doğuracak ve yetiştirecek rahmimiz kurumuş, becerikli, nitelikli, başarılı yöneticiler, aydınlar yetiştiremez olmuştuk. Üstemiz yönetimimiz altındaki değişik dinlerden, inançlardan, etnik kökenlerden oluşan toplumlar, Anadolu Türk’ü gibi vurulup elinden ekmeği bile alınsa ses çıkarmayacak kadar uysal, ne olursa olsun devleti, milleti ve değerleri için hiç düşünmeden, o emri verenlerin niteliklerine de fazla bakmadan ‘Öleceksin!’ denilince hemen ölüme koşan, ‘Vereceksin!’ denilince varını yoğunu feda etmekten çekinmeyecek kadar itaatkar değildi. Olması da beklenemez, istenemezdi.

Bazıları ‘Madem oraları doğru dürüst yönetemez, idare edemez hale düşmüştük, o zaman neden hem onlara, hem de kendimize bu kadar eza cefa etmeden, onurumuzla, şerefimizle bırakıp dönemedik?’ diye sorabilirler. Bazılarınca bu da bir beceri olarak kabul edilebilir ama bunun makul bir çözüm olduğunu savunmak kolay değildir. Bir kere cihangir ve büyük bir millet olan, öyle olmaya şartlanmış, kendini öyle olmak zorunda hisseden Türk milletini, büyük millet psikolojisinden küçük millet psikolojisine evirmek, onu dünyaya ve dışarıya kapalı bir devlet sahibi olmaya razı edebilmek hem çok zor, hem de sonuçta faydadan çok zarar getirebilecek şeydir. Çünkü asırlardan beri ‘Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir’ fikriyle Türkleri Anadolu’dan da atmak için türlü politikalar üreten ebedi düşmanlarımızın, bizi Anadolu coğrafyasında da hiç bir zaman kendi halimize bırakmadıklarını ve bırakmayacaklarını görebilmemiz gerekir.

Tarihte ne ki olmuştur bir daha değişmez, ne ki olmamıştır asla bilinemez. Artık iş işten geçtikten sonra şöyle olsaydı böyle olurdu, böyle olsaydı şöyle olurdu gibi faraziyelerin fazla bir anlamının olamayacağı, olanı değiştiremeyeceği gerçektir. Ama olanlardan dersler ve ibretler çıkarmak, yanlışlarımızı görüp anlamaya çalışmak, bir daha bunları tekrarlamamanın çarelerini arayıp bulmak, en önemlisi de bundan sonra neler yapılması, nasıl davranılması gerektiği konusunda bunlardan yararlanabilmek çok akıllıca bir davranıştır.

Yemen maceramızın da bize açıkça gösterdiği en somut gerçek, dün olduğu gibi bugün de bizdeki en büyük sorunun adamsızlık, yani eskilerin deyimiyle ‘kahtu’r-ricâl’ (adam kıtlığı) sorunu olduğudur. Yemen’i de başka yerleri de bize kaybettiren en önemli etken adamsızlığımız, adam yetiştiremememiz, adam kıymeti bilmememiz, insana insan gözüyle bakmamamızdır. Bütün sorunların kökeninde yatan bu sorunu çözemedikçe değil yabancı coğrafyalarda, kendi öz yurdumuzda bile var olabilmemiz, varlığımızı sürdürebilmemiz mümkün olmaz.

Tarih ilmi eğlencelik hikayelerden ibaret anlatımlar olmadığı gibi, aldanmaya ve aldatmaya da hiç tahammülü yoktur. Geçmişte yaşananlar objektif bir bakış açısıyla, olduğu gibi, bütün sebep ve sonuçlarıyla bilinmedikçe, anlatılmadıkça, anlaşılmadıkça, irdelenmedikçe, tahlil ve analiz edilmedikçe tarih bir ilim olmaktan çıkar, masal olur, en kötüsü yanlışlar arasındaki doğrular da değerini ve önemini yitirir. Milyonlarca insanın müşterek hayatını ilgilendiren, üzerine milletin geleceğinin bina edileceği milli tarihlerde yeni nesillere yalan yanlış bilgiler vermek, masum halkı ve gençliği aldatmaya çalışmak cinayetlerin en büyüğüdür.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR