Ana SayfaManşetCAHİZ’E GÖRE TÜRKLERİN ÜSTÜNLÜKLERİ

CAHİZ’E GÖRE TÜRKLERİN ÜSTÜNLÜKLERİ

CAHİZ’E GÖRE TÜRKLERİN ÜSTÜNLÜKLERİ

Tarih boyunca Türkler’in yabancılar gözünde pek olumlu bir imajları olmamıştır. Onların savaşçı ve cihangir bir millet olmalarından kaynaklanan kin ve düşmanlıkların, önyargıların, olumsuz kanaatlerin etkisiyle Türkler hakkındaki oldukça yaygın ve çoğunlukla da haksız, temelsiz, yersiz, önyargıların, suçlamaların hatta iftiraların haddi, hesabı yoktur. Fakat bunun en bilimsel, en gerçek ve gerçekçi istisnalarından biri Ünlü Arap Yazarı ve Edibi Cahiz’in ( Ölümü:870) Fezail’ül Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eseridir. Cahiz, hem kendi gözlemlerine, hem de güvenilir kaynaklardan topladığı bilgilere dayanarak, objektif ve tarafsız olmaya da büyük çaba göstererek yazdığı bu kitabında, Türklerin fiziksel ve ruhsal yapılarından, kişisel ve psikolojik özelliklerine, karakteristik davranışlarına, ruhsal ve ahlaki yapılarına, karakterlerine, yetenek ve becerilerine kadar çok geniş, ilginç ve yararlı vermektedir.

Devlet ve hilafet konularına çok önem veren Cahiz, hilafetin kuvvetli bir savunucusuydu. Devletin gelişmesine katkısı bulunan bütün unsurları darıltmamaya azami gayret gösterirdi. Hilafet ve diğer konularla ilgili eserleri Halife Me’mun tarafından da beğenilen Cahiz, Bağdat’a çağırılır (815). Bağdat ve Samarra’da halife ve devlet büyüklerinin muhitinde kalır. Eskiden ticaretle sağladığı geçimini eserlerini ithaf ettiği devlet büyüklerinden aldığı caizelerle sağlamaya başlar. Çeşitli eserler yazıp onlara takdim ederek oldukça büyük yekûn tutan caizeler alır. Kitabü’l Hayavân, Kitabü’l Beyân ve Kitabü’z Zer’ ve’n Nahl adlı eserlerinin her biri için 5000’er Dinar mükafat aldığı rivayet edilir. Bu durum Halife Mütevekkil Alallah ile Feth b. Hakan’ın Samarra yakınlarında öldürülmelerine kadar (861) devam eder. Hayatının sonuna doğru felç olan Cahiz, ayrıca damla hastalığından muzdarip ve çok yaşlanmış olarak Basra’ya çekildi. 95 yaşlarnda iken Basra’da vefat etti (869). (İslam Ansiklopedisi, Cahiz Maddesi, Cilt 7, s. 21-26, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, İstanbul 1993).

Türkler hakkındaki temel yargısını ‘Ne kadar üstün, parlak, büyük, yüksek, ulaşılmaz faziletlere ve şereflere sahip olurlarsa olsunlar, üstünlük ve şerefte başka milletler Türklerin ulaşabildiklerinin onda birine bile ulaşamazlar. Allah belli üstünlükleri ve kabiliyetleri Türklere çok daha fazla vermiştir.’ şeklinde özetleyen Cahiz’in kitabına göre Türklerin bazı üstün özelliklerini şu şekilde sınıflandırmaya çalıştık.

  1. TÜRKLERİN NESEBİ

Türklerin Araplar tarafından da kabul edilen güzel bir nesepleri, övünülmeye değer ırkları ve geçmişleri vardır. Türklerle Araplar aynı nesepten, yani Hazreti İbrahim’in neslindendirler. Ancak Türkler, sırf kendilerine özgü bazı üstün özellikleri, yalnız onlara bağışlanmış bazı şerefli hasletleriyle Araplardan da üstün özelliklere sahiptirler.

Bir defasında soy soplarıyla övünmeye meraklı Araplardan birini bir Türk: ‘Boş yere bizimle asalet, soy sop yarışına girmeyin, sonra kaybedersiniz!’ diye uyarmış, nedenini de şöyle açıklamıştı. ‘Bir kere biz sizinle aynı babanın çocuklarıyız. Sizinle biz amca çocuklarıyız, dolayısıyla aynı nesepteniz. Hazreti İbrahim bizim de babamız, sizin babanız Hazreti İsmail de bizim amcamızdır. Ama eğer mesele asaletse unutmayın ki, bizim anamız sizin ananızdan daha asil, daha soyludur.’ Çok haklı, yerinde ve doğru olan bu söz karşısında Araplar söyleyecek söz bulamadılar. (Bilindiği Araplar’ın atası Hazreti İsmail, Hazreti İbrahim’in Kıpti asıllı cariyesi Hacer validemizden doğmuştur. Hazreti İbrahim’in Süryani eşi Sara’dan İsrailoğullarının atası olan İshak adındaki oğlu, daha sonra evlendiği (bir Türk hükümdarının kızı olduğu da rivayet edilen) Kantura’dan da altı oğlu dünyaya gelmiştir. Hazreti İbrahim, Kantura adlı eşinden olma altı oğlundan dördünü doğuya göndermiş, Türkler bunların neslinden çoğalmışlardır.

  1. TÜRKLERİN İSLAM’A HİZMETLERİ

Türkler, Allah’ın davetini kabul ettikten sonra her yerde hak davanın, İslam düşmanlarını mahveden, ülkeler fetheden, devletler kuran gerçek sahibi olmuşlardır. Onlar devlet ağacının bittiği yer ve hak davanın gerçek sahipleridir. Devlet rüzgârı onlardan yana esmektedir. İslamiyetin başlangıç döneminde ensarın durumu neyse, daha sonraki dönemlerde de Türklerin durumu odur. Bu dinin başlangıcında Allah nasıl Medine’deki Evs ve Hazrec kabilelerine mensup insanların gönlünü islama açarak dinini ve peygamberini onlarla desteklediyse, daha sonraki dönemlerde de dinini Türkleri islamla şereflendirerek desteklemiştir. Evs ve Hazreçliler, yani Medineli Müslümanlar bu ensarlık (yardımcılık) unvanını nasıl hak etmişlerse, Türkler de öyle hak etmişler, bu yüce görevi candan ve gönülden benimsemişlerdir. Türkler Müslümanlığı kendileri için asla dönmeyecekleri bir yol, mezhep, soy ve nesep edinmişler, birbirlerini bununla sevmişler, bununla tanınmışlar, bununla bilinmişler, bununla sevilmişler, çocuklarını da bu duygularla besleyip büyütmüşlerdir. Türkler, ne kadar büyük zulümler ve haksızlıklar görseler, dövülseler, sövülseler, kovulsalar, sürülseler, kılıçlarla doğransalar, mızraklarla delinseler, çeşitli işkencelere uğratılıp paramparça edilseler de hak bildikleri bu yoldan asla dönmezler. Allah, Müslümanlara yapılan zulüm ve haksızlıkların öcünü ve acısını, zalimlerden intikamını onlarla alır, zalimlere karşı kalplerde birikmiş öfke fırtınasını onlarla dindirir, gönüllerde tutuşan kin ateşini onlarla söndürür, mazlumların gözyaşlarını onlarla siler.

  1. TÜRKLER HAKKINDAKİ HABERLER

Cahiz Türkler hakkında dini metinlerde ayet ve hadislerde geçen övgüleri, işaretleri doğrudan doğruya değil de dolaylı olarak zikretmeyi tercih eder ve şunları söyler:

Onlar siyah bayraklara, sağlam rivayetlere, Hazreti Peygamber’den rivayet edilmiş, sağlam hadislere sahiptirler. Hadis ilmi, onlar arasında gelişmiş, onlar sayesinde sağlam bir hüviyet kazanmıştır. Bütün yaşananlar, olup bitenler, onlar lehinde rivayet edilen haberlerin, hadislerin ne kadar sağlam ve gerçek olduğunu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır. Güneşin doğduğu taraftan geldikleri için uğur da onlardadır. Bundan sonra onların işi hep ileri gidecek, hiç geri gitmeyecektir. Onlar, İslamın ve Müslümanların en zor, en sıkıntılı, en karanlık dönemlerinden birinde doğudan güneş gibi doğdular. Gündüz gibi bütün ufuklara ve dünyaya yayılıyorlar. Onlar Allah’ın dinini, bu hak davayı develerin ve atların gidebildiği yerlere kadar götüreceklerdir. Bundan sonra bu işin eskisi de, yenisi de, başı da, sonu da onlardır. Büyük savaşlar, önemli fetihler, eşsiz zaferler onların işidir. Savaş meydanlarında atlarını soluya soluya, harıl harıl koşturup kişnetenler, nallarından kıvılcımlar saçanlar, sabahın seher vaktinde düşmanları basanlar, tozu dumana katanlar, düşman topluluklarının ortasına fütürsuzca dalanlar (Adiyat Suresi, Ayet: 1-5) döne döne korkusuzca döğüşenler, hız ve çabukluklarıyla elbiselerinin ve kılıçlarının rüzgarı ıslıklar çalanlar en çok onlardandır.

  1. FİZİKSEL ÜSTÜNLÜKLERİ

Onlar, iri cüsseli, uzun ve gür saçlı, büyük kafalı, geniş omuzlu, geniş alınlı, kalın boyunlu, uzun kollu, kalın ve mükemmel kemikli, gürbüz, en çok nesil yetiştiren, nesli en temiz, asabı en kuvvetli, bedenleri silah taşımaya en dayanıklı, zırhları en çok göz dolduran, savaş için en çok hazırlığı ve tedariki olan kuvvetli ve kudretli bir kavimdir. Süvari oldukları için savaşlarda en büyük görev onlara düşer. Onlar ordunun mihveridirler. Düşman ordusunu tomar dürer gibi dürer, saç dağıtır gibi dağıtırlar. Geri çekilir gibi yapar, tekrar hücum ederler. Pusucuların, öncülerin, artçıların, önemli görevler için küçük müfrezelerin ve büyük birliklerin en iyisi onlardan seçilir. Yeryüzünün bütün altılıları ve süvarileri bir meydanda toplansalar, bir tarafta ta Türkler bulunsa, insanların gözüne Türkler hepsinden daha korkunç görünür. Yeryüzünde Arap ordularının kalplerini Türkler kadar titreten olmamıştır. Onların alayları ve süvarileri başkalarının taşıyamayacağı büyüklükte bayraklara, sancaklara, dehşetli davullara sahiptir. Bu burma bıyıklı, keçe külahlıların, ellerinde kafir kıran topuzları ve teberleri, bellerinde hançerleri, hamile kadınlara çocuk düşürtecek kadar gür ve korkunç sesleri, kuvvetli naraları vardır. Eğri kılıçlar kuşanırlar, at üstünde çok güzel dururlar ve cins atlar üzerinde çok yakışıklı ve gösterişli görünürler.

Türk, hayvanını hızla sürerken bile hareketli, uçan ve duran hedeflere karşı; öne, arkaya, sağa, sola, yukarıya, aşağıya isabetli oklar atabilir. Başkası yayına bir ok koymadan o on ok atar. Okunu önündeki hedefe şaşırmadan isabet ettirebildiği gibi, arkasındaki hedefe de isabet ettirebilir. Dağlardan, bayırlardan inerken, vadilere dalıp çıkarken başkalarının düz yerde sürdüklerinden daha hızlı at sürer. Başkalarını takip ederken de, başkaları tarafından takip edilirken de atının sırtında gafil avlanmaz. İkisi önde ikisi arkada dört gözü varmış gibi hem önünü, hem arkasını iyi görür. Başkalarının önünde iken göremediklerini, o arkasında iken görür. Atının sırtında iken Türkün ağırlığı, yerde yürürken ayaklarının tıpırtısı yoktur. Hızla at sürerken, kement atarak düşmanını ve atını yere yıkmak, at üstündeki süvariyi kapıp alaşağı etmek, geri çekiliyormuş gibi yapıp aniden tekrar ölümcül bir zehir gibi geri dönerek düşmanını şaşkına çevirmek onlara özgü harp oyunlarından ve hilelerindendir. Kimse onları takip edemez, onlara yetişemez. Gerek duyarlarsa onlar takip edip yetişirler.

Türk, atını kendisi yetiştirir, kendisi terbiye eder, kendisi ad koyar. Hiçbir at Türk atları kadar, dayanıklı ve iyi eğitilmiş değildir. Bir çocuğun adını, delinin de lakabını tanıyıp bilmesi gibi, Türkün atı da kendi adını ve sahibinin ne istediğini bilir. Türk atının adını çağırdığında, atı hemen koşar sahibinin yanına gelir, yürüdüğünde atı da onu takip eder, koştuğunda atı da ardı sıra koşar. Türk aygırına binip gazaya, yolculuğa veya ava çıktığında kısrağı ve tayları da onları izler. Türkün ömrünün at üstünde geçen günleri, yerde geçen günlerinden fazladır. Altındaki hayvanını dinlendirmek istediğinde, yere inmeden at değiştirebilir. Atları da kendileri gibi Türk özellikleri taşırlar; onlar gibi dayanıklı ve tahammüllüdür. Yeryüzünde Türkler gibi sadece et yiyip de, vücutlarında değişik arazlar, yaralar çıkmayan başka insan yoktur. Türkün hayvanı da kamış, her türlü ot, ağaç yaprağı, dalı, kökü gibi mütevazı şeylerle yetinebilir. Kendileri gibi, atları da gölgelenme ve soğuktan korunma ihtiyacı hissetmezler. Başka süvariler on mil kat etmeden, Türk yirmi mil kat eder. Sağındaki, solundaki askerleri geride bırakır. Uzun yolculuklar sırasında bazen gece yürüyüşü uzadıkça uzar, yolculuk dayanılmaz hale gelir. Konaklama yeri çok uzaklarda olduğu için tüm gece boyunca ve ertesi gün de yürümek zorunda kalınır. Hele ertesi gün öğleye doğru yorgunluk iyice artar, herkes perişan ve bitkin düşer. En hızlı yarışçıların, söz söylemeye takatleri bile kalmaz. Hepsi susarlar, konuşamaz hale gelirler. Her şey gündüz sıcağın şiddetinden pelteleşip, kokuşur, gece de soğuğun şiddetinden donar kalır. Böyle uzun gece ve gündüz yürüyüşlerine en dayanıklı, en güçlü kuvvetli kimseler bile artık bir an önce yolun bitmesini istemeye, her serabı ve her sınır işaretini konak yerine yaklaştıklarının bir kanıtı sanıp sevinirler. En sonunda konak yerine vardıklarında da sünnet çocukları gibi ancak bacaklarını açarak yürüyebilirler. Ağır hastalar gibi inlerler, yorgunluktan esnemeye, gerinmeye ve yatıp uzanacak bir yer aramaya başlarlar. İşte böyle zamanlarda bile, Türk diğer askerlerden kat kat fazla yol yürüdüğü, çok yay gerip ok atmaktan omuzları ağrıdığı halde, konak yerinin yakınlarında bir yaban keçisi, geyik, tavşan veya tilki gibi bir av hayvanı olduğunu görse veya duysa, sanki onca yolu yürüyen ve yorulan kendisi değilmiş, yeni koşmaya başlayan biriymiş gibi onları avlamak için hemen peşlerine düşüverir.

Türk, diğer askerler arasında hiçbir zaman onların yürüdüğü gibi yürümez. İnsanlar bir vadiye vardıklarında köprü veya geçit ararlarken, Türk derhal atını mahmuzlayıp nehre dalar ve bir yıldız gibi diğer taraftan doğuverir. Sarp yokuşlarda insanlar kıvrım kıvrım, dolambaçlı yolları tercih ettikleri halde, o yolu bırakıp sarp yokuşa tırmanır. Dağ keçilerinin inemeyeceği bayırlardan aşağıya iner. Onu görenler kendisini tehlikeye attığını sanırlar. Halbuki eğer bunlar kendisi için gerçekten tehlike oluştursaydı, hiçbir Türkün bu kadar uzun yaşayamaması gerekirdi.

Hiç kimse onlarla baş edemez, onlara karşı duramaz. Yutulacak lokma değillerdir. Her güçlüğün üstesinden gelmesini bilirler. Elleri kolları bağlı olarak bir kuyuya atılsalar bile, mutlaka bir çaresini bulur kurtulurlar. Hele savaş meydanlarında hiç kimse onlarla baş edemez, onları gafil avlayamaz.

Öte yandan, Türklerin bünyeleri hareket üzerine kurulmuştur. Azimli, kararlı, gayretli ve çalışkandırlar. Tembellikten, ahestelikten, işten kaytarmaktan, kendi işlerini başkalarına gördürmekten hoşlanmazlar. Ancak iş bilmeyenlerin işten kaçtığına inanırlar. Kışın tencerenin kaynayabilmesi için yaz sıcağında beyinlerin kaynaması gerektiğini, kendi işlerini başkalarına gördürmeye alışmanın yılgınlığa, bezginliğe, acizliğe, çaresizliğe yol açacağını düşünürler. Kıt geçimi acizlik, uzun zaman bir yerde kalmayı ahmaklık, rahatlığı ayak bağı, kanaatkârlığı azimsizlik, savaşı terk etmeyi zillete sebep kabul ederler. Bir yerde eğlenip kalmak, beklemek, az işle meşgul olmak onlara çok ağır gelir. Ortaklaşa ve işbirliği içinde iş görmekte karınca kolonileri kadar mahirdirler. Kalabalık nüfus, tam techizatla savaşa her zaman hazır olmak, yiğitlik ve cesaret onlardadır.

  1. RUHİ ÜSTÜNLÜKLERİ

Türklerin, ruhi kuvvetleri bedeni kuvvetlerinden daha da fazladır. Onlar, akıl, anlayış, izan, yüksek görüş, vakar, vefa, emanet ve iffet sahibi kimselerdir. Onların, çeşitli fikirlerin bozmadığı, zararlı fikirlerin nüfuz etmediği, bidatlerin tesir etmediği temiz kalpleri, kahraman yürekleri vardır. Türkler, çeşitli tevil ve yorumlarla, zararlı fikirlerle, boş böbürlenmelerle, böyle şeyleri konu edinen şiirle meşgul olan kimseler değildir. Onlar ateşli ve hararetli, anlayışlı kimselerdir. Hatıraları çok, bakışları keskindir. Vefalı, insaflı, anlayışlı, zeki kimselerdir.

Vatan sevgisi ve vatanlarına bağlılık, hiçbir kimsede Türklerde olduğu kadar yoğun, fazla, güçlü, köklü ve şiddetli olamaz. Türklerin memleketlerine, topraklarına, sularına, vatanlarına ait özellikler, başka milletlerle kıyaslanamayacak derecede onların vücutlarının terkibine, kanlarına, canlarına, huylarına, karakterlerine sinmiş ve onları birbirine bağlamış ve benzetmiştir. Kimse onlar kadar vatanlarının suyuna çekme özelliğine sahip değildir. Kimse onlar kadar vatanlarının suyuna çekme özelliğine sahip değildir. Örneğin, Bir Basralı ile bir Kufeliyi, bir Mekkeli ile bir Medineliyi, bir Cezireli ile bir bedeviyi, bir Horasanlı ile bir Dağistanlıyı kolay kolay birbirinden ayıramaz, hangisinin nereli olduğunu fark edemezsin. Fakat Türklerde kolay kolay yanılmazsın. Kıyafet ilmini bilmeyen, fazla feraset sahibi olmayanlar bile, Türklerin nereli olduklarını, en azından Türk olup olmadıklarını başkalarına sormadan çıkarabilirler, bunda da kolay kolay yanılmazlar. Türklerin kadınları da erkekleri gibidir.

e) AHLAKİ ÜSTÜNLÜKLERİ

Öte yandan onlar halka en çok benzeyen, onların tabiatlarına en yakın olan, onlar tarafından en çok itimat edilen, konuşulması en çok arzu edilen, insanlara en çok merhamet eden ve yakınlık gösterenlerdir. Onlar gibi insanlara iyi ve hoş davranan, ikram ve taltifte bulunanlar görülmemiştir.

Türkler, Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. Boş ümitlere ve hayallere kapılmaz, boş işlerle uğraşmazlar. İki şeyden yalnız birini elde edebileceklerse en karlısını, en faydalısını, en fazlasını elde etmeye çalışırlar. Eğer ikisini de elde etmeleri mümkünse hiç birini feda etmezler. İyi bilmedikleri bir şeyin peşine düşüp, boş yere iddialaşmazlar. Bildiklerini tam bilirler, bilmediklerini bilir gibi davranmazlar. İşlerini tam ve sağlam yaparlar. Her işlerini bizzat kendileri yaparlar. İçleri dışları aynıdır. Aralarında anlaşmazlık azdır. Sonuç alınması imkânsız şeylere girişmezler. Vücutlarını dinlendirme gereği olmasa uyumazlar.

Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık hareketler, yerme, riya, dostlara karşı kibir, arkadaşlara karşı fenalık bilmezler. Hile ile başkalarının malını helal saymazlar.

Türklerin, yaptıkları iyilikleri hiç bir karşılık, ödül ve teşekkür beklemeden yaparlar. Bunu defalarca kendi gözlerimle de gördüm. Bunu bir anımla örneklendirebilirim:

Bir defasında Bağdat’tan çıkmış, bir yere gidiyordum. Yolda değişik unsurlara mensup, ama aralarında hiç Türk olmayan kalabalık bir asker topluluğuna rastladım. Bu askerlerin tarafından bir at ürküp kaçmıştı. Hepsi boylu boslu, güçlü kuvvetli, aslan gibi yiğit görünen askerler, besili, cins atlara binmişler, bu atı yakalamaya çalışıyorlar, fakat bir türlü yakalayamıyorlardı. Bu sırada oradan bir Türk geçmekteydi. Ne onlar gibi gösterişli kıyafetleri vardı, ne de itibar sahibi olduğunu gösterecek bir alamet taşıyordu. Altındaki atı da çok cılızdı. Bu olayın kendisini ilgilendiren bir yönü de yoktu. Buna rağmen Türk, hemen ürkmüş ata doğru yönelerek önüne çıktı, etrafında dolanıp onu biraz durdurdu. Diğer askerler durup onu seyretmeye başladılar. Hatta içlerinden biri onu küçümseyerek: “Babasının başı için, şunun yaptığı küstahlığa, densizliğe, kendini bilmezliğe bakın! Utanmadan, boyundan büyük işlere kalkışıyor! Gereksiz yere kendini tehlikeye atıyor! Durup dururken başına iş açacak! O kim, bu deli atı yakalamak kim? Böyle aslan gibi yiğit ve iri cüsseli adamların başa çıkamadıları bu atla, bu sıska mı baş edecek? Ufak tefekliğine, altındaki atın cılızlığına bakmadan bu deli atı yakalamaya kalkıyor” diye alay etmeye başladı. Ama o daha sözlerini bitirmeden, Türk atı yakalayarak sakinleştirdi ve getirip onlara teslim etti. Onlardan bir teşekkür, övgü ve dua beklemeden, onlara iyilik yaptığı için afra tafra da yapmadan, hemen dönüp kendi işinin başına gitti.’

f) SAVAŞÇILIKLARI

Türkler gerekmedikçe savaşmak istemezler. Esas amaçları düşmanın şerrini, zararını, kötülüğünü def etmek, onların hilelerine engel olmak, durumlarını sağlama bağlamaktır. Barıştan ümit kesip savaştan başka çıkar yol olmadığına karar verirlerse, vatanlarını, karargâhlarını, canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını korumak, düşmanın zararını bertaraf etmek için yapılması gereken her şeyi yaparlar. Düşmanlarına hile yapmak, onları gafil avlamak isterlerse, karşı tarafın akıllarından bile geçmeyecek derecede ilginç ve etkili hile ve oyunlar yapabilirler.

Önceden eksiklerini tamamlamadan, işlerini sağlama almadan körü körüne savaşa girişmezler, düşmanlarının eksiklerini görüp anlamadan hücuma kalkışmazlar. Her Türk süvarisi iki, üç yay, bir o kadar da kiriş taşır. Hücum etmeden önce hem kendisi, hem hayvanı, hem de silahları ile ilgili her türlü bakım ve hazırlığı tamamlamış olur. Türkler bir orduya karşı saf bağladıklarında düşman saflarında ne tür bir zaaf ve eksiklik olduğunu hemen görürler ve bilirler. Yapılması gerekeni, alınması gereken tedbirleri hepsi birden aynı anda düşünüp uygulayabilirler.

Başkalarının ırzına namusuna tecavüz etmez, haramlardan ve yasaklardan kaçınırlar. İnce ruhlulukla kanaati, hizmette sabır ve gayreti, uzak diyarlarda ve hudutlarda askerlik yapmaya tahammülü kendilerinde toplamışlardır.

Diğer askerler arasında Türklerin farklılıkları hemen seçilir. Onların üstün özelliklerine, insanı hayrette bırakacak savaş düzenlerine ve disiplinlerine defalarca kendim de şahit oldum. Düzen ve disiplinlerini anlatmaya sadece şu örnek yeter:

Halife Memun’un katıldığı savaşlardan birinde, onun karargâhının önündeki protokol yolunun sağ tarafında Türk süvarilerinden yüz kişilik, sol tarafında da başka milletlere ait süvarilerden yüz kişilik olmak üzere, iki ayrı süvari asker grubunun yolun iki tarafına dizilmiş olduklarını gördüm. Halife Memun’un gelmesini bekliyorlardı. Vakit bir hayli ilerlemiş, öğle sıcağı da tüm şiddetiyle bastırmıştı. Safları ve düzeni bozmadan, at üzerinde düzgün bir şekilde bekleyebilmek gerçekten çok zordu. Derken, birden bire Halife Memun, onların yanına çıkageldi. Bir de ne görsün, üçü veya dördü hariç bütün Türkler atlarının üzerinde hazır bekledikleri halde, diğer askerler üçü veya dördü hariç hepsi orada burada yerlere serilmişler, yan gelip yatıyorlar! İşte o zaman Halife Mutasım’ın bunları etrafında toplamasının, kendilerine bu kadar itibar etmesinin ve ihsanlarda bulunmasının nedenini daha iyi anladım.

Türklerin savaş sanatlarıyla bu kadar içli dışlı olmaları ve bu alanda herkesce kabul edilen üstün özelliklere sahip olmaları, onların cömert, mükemmeliyetçi, kuvvetli azim, sağlam irade, doğru düşünüp yerinde ve zamanında hareket edebilme yeteneği, yüksek fikir, derin görüş, parlak anlayış sahibi olmaları sonucunu da doğurmuştur. Çünkü savaş sanatıyla uğraşanların, anlayışlı, akıllı, bilgili, tedbirli, azimli, kararlı, sabırlı, kültürlü, sır saklayan, gafil olmayan, çok tecrübeli ve ihtiyatlı olmaları, attan, silahtan, iyi anlamaları, insanları, ülkeleri, milletleri çok iyi deneyip tanımış olmaları, onları idare etmeyi iyi bilmeleri, hileleri, tuzakları, başarı şartlarını iyi sezinlemeleri, iyiyi kötüyü, yararlıyı ve zararlıyı iyi ayırt edebilmeleri de zorunludur.

g) YÖNETİM BECERİLERİ

Onlar, devletin çekirdeği, halife ve sultanların destekçisi olmaya, öne geçirilmeye, şerefli mevkilere getirilmeye en layık kimselerdir. İşlerini en güzel ve en özel tarzda yapabilme, devlete de en zarif usulde hizmet edebilme meziyet ve becerisine sahiptirler.

Özellikle savaş sanatında çok mahir oldukları için kabiliyetlerinin, yiğitliklerinin, kahramanlıklarının boşa gitmesini istemezler. Bu yüzden vatanlarını çok sevmelerine rağmen uzak diyarlara gitmeyi göze alırlar. Kadir kıymet bilmeyenlerin, kendilerinden yararlanmak istemeyenlerin, haklarını tanıyıp vermeyenlerin, değerlerinin ve önemlerinin farkında olmayanların yanlarında kalmayı, işe yaramayacakları, faydalı olamayacakları yerlerde bulunmayı doğru bulmazlar. Haksızlığı, kenara köşeye atılmayı, beceriksizler, iş bilmezler arasına katılmayı onurlarına yediremezler. Sönüklüğü, sinikliği, pasifliği kendilerine yakıştırmaz, itilip kakılmayı, haksızlığa uğramayı hazmedemezler. Fakat adam kıymeti bilen, kötü alışkanlıkları olmayan, nefsani arzularının, heva ve heveslerinin peşinde koşmayan, insanlar arasında ırkçılık, bölgecilik gibi anlamsız ve gereksiz ayırımlar, kayırmacılıklar yapmayan, hikmet, hak, hukuk, adalet, tedbir, doğru idari prensip ve kurallara uygun hareket eden hükümdarlara rastlarlarsa, vatanlarına duydukları büyük özlemlere rağmen onlara canla başla hizmet etmeye koyulurlar. Çünkü bu gibilere hizmet etmeyi din ve dünyanın selametine, âlemin nizamına hizmet etmek olarak görürler. Onlar hadlerini ve hudutlarını çok iyi bilen, ruhlarını büyük ideallere hizmet ederek dinlendiren hak ve hakikat âşıklarıdırlar. Hakka ve hakikate hizmet etmeyi kişisel dostluklardan ve şahsi dostlarından daha ileri tutarlar, bu yolda hizmet için kişisel arzu ve alışkanlıklarını bir tarafa atarlar, hür ve başıboş yaşamayı yerleşik hayata tercih ederler.

h) DEĞİŞİK KABİLİYET VE BECERİLERİ

Yeryüzünde genel olarak her millet, her toplum, her nesil belli bir sanatta, meslekte, alanda uzmanlaşırlar, beceri ve maharet kazanırlar. Başka meslek ve sanatlardan uzak durarak, kendilerini tam anlamıyla ve bütün varlıklarıyla bu işe verirler, başka işlere bölünüp parçalanmadan rahat ve salim kafayla kendi meslek ve sanatları üzerinde yoğunlaşırlar. Örneğin şimdiye kadar hiçbir millet Çinlilerin sanatta, Yunanlıların felsefe ve hikmette, Arapların şiirde, Farslıların siyasette, Türklerin savaş sanatlarında gösterdikleri başarıları gösterememişlerdir. Sadece felsefe ve hikmetle uğraşan eski Yunanlılar, enine boyuna işlerin ve olayların sebep ve sonuçları üzerinde dururlar, icat ve keşiflerle uğraşırlar ama ameli yönü üzerinde hiç durmazlardı. İlme rağbet ederler fakat işe rağbet etmezlerdi. Çeşitli müzik, savaş, mühendislik aletleri icat ederler, bunların nasıl yapılacağını tasarlarlar, ama iş bunları yapmaya gelince kendileri yapmazlar yapacak olan işçilere ve zanaatkârlara tarif ederler, onlar yaparlarken kendileri bunlara ellerini bile dokundurmazlardı. Çinliler ise, ince bir zevkle değişik malzeme ve materyali eriten, kalıplara döküp şekiller veren, eşyanın hep ameli cephesiyle uğraşan, yoğuran, boyayan, dokuyan, bezeyen, süsleyen iyi ressam, iyi hattat, eşyaya değer katan iyi sanatçılardır. Çinliler eşyanın, ameli ve pratik yönüyle uğraşırlar ama illetlerini, sebeplerini, ilmi yönünü pek bilmezler. Yani bu iki milletten biri sanatkâr, diğeri hakîmdir. Araplara gelince, onlar sanat, ticaret, ziraat gibi işlerle pek uğraşmamışlardır. Tarih boyunca Araplar, çok büyük yoksulluklar, yoksunluklar, çaresizlikler de yaşamamışlar, hiçbir şeyle uğraşamayacak kadar yoksul düşmemişler ama kendilerini rehavete sevk edecek kadar da büyük zenginliklere sahip olmamışlardır. Benliklerini, kimlik ve kişiliklerini zedeleyip öldürecek, aşağılık hissine kapılmalarına yol açacak bir esaret zilleti de yaşamamışlardır. Genelde engin çöllerde, uçsuz bucaksız kırlarda başına buyruk, rahat, hür ve özgür yaşadılar. Böylece zekâları keskinleşti, ruhları mükemmelleşti. Bu yüzden kendilerini, bütün gayret ve kabiliyetlerini güzel şiir söylemeye, belagatli konuşmaya, söz söyleyip kelime türetmeye, kıyafet, feraset, nesep, yıldızlara bakıp yol bulma gibi kendilerine yararlı ilimlerle uğraşmaya, hoşlarına giden sözleri, şiirleri, menkıbeleri ezberlemeye yoğunlaştırdılar. Türkler ise yaşadıkları zor koşullar ve etraflarında kendilerine düşman çok güçlü ve sayısız kavim ve topluluklar bulunması nedeniyle savaş sanatlarında uzmanlaştılar. Savaş yöntemleri, savaş taktikleri, oyun ve hileleleri, avcılık, atıcılık, silah yapımı ve kullanımı, yiğitlik, kahramanlık gibi konular, onların en büyük sanatları, ticaretleri, zevkleri, öğünç kaynakları, gece gündüz üzerinde en çok konuştukları konu olmuştur. Türkler bütün detayları ve teferruatıyla, uzaktan yakından savaşı ilgilendiren her konuda üstün bir dereceye ve başarıya ulaşmışlardır.

Allah’ın bütün meslek ve sanatlarda Türklere ne kadar büyük bir beceri ve yetenek bahşettiğini şöyle bir örnekle anlatmak uygun olur. Bir kılıç, son kullanıcısının eline ulaşıncaya kadar, hiç birinin diğerinin işini yapıp beceremeyeceği, çok sayıda sanatkârın elinden geçer. O kılıcın demirini madenden çıkarmak, eritmek, cürufundan ayırıp tasfiye etmek, kalıba dökmek, kızgın ateşte kızdırıp döverek uzatıp şekil vermek, onu kılıç haline getirmek, suyunu vermek, bileyleyip keskinleştirmek, kabzasını, demirini, kınını yapmak, kına uygun ağaç bulup yontmak, derisini tabaklamak, tezyinatını ve süsünü işlemek, ipini örüp eğirmek, dikilmesi gereken yere dikmek gibi daha bir sürü ustalık isteyen işi ve normalde her işin ayrı ustaları ve sanatkârları vardır. Hiç birisi diğerinin işini yapamaz, bilemez, böyle bir iddiada da bulunamaz. Bu durum eyer, ok, yay, mızrak, kalkan, topuz, teber gibi bütün diğer savaş malzemeleri, alet ve edevatı için de geçerlidir. Dünyanın hiçbir yerinde bunların tek bir ustanın veya sanatçının elinden çıkabileceği düşünülemez. Ama bir Türk, hiç kimseden yardım istemeden, hiçbir dostunun ahbabının fikrini sormadan, hiçbir ustanın ve sanatkârın yanında çıraklık yapmadan, usta ve sanatçıların yalan dolanları, oyalamaları, ücret ödeme sıkıntılarıyla kafasını boş yere meşgul etmeden, başından sonuna kadar tek başına bunların hepsini yapabilir. Keçe, zırh, üzengi, kılıç, kalkan, ok, yay, mızrak gibi bütün harp silahlarını ve malzemelerini her Türk genellikle bizzat kendisi yapar. At bakımı ve terbiyesinde baytarlardan daha usta, en değme seyislerden daha başarılıdır. Yani yeri geldiğinde, hem çoban, hem seyis, hem canbaz, hem baytar, hem süvaridir. Kısacası bir Türk tek başına bile bir millettir.

Eğer işlenip değerlendirilebilirse Türkler, yeryüzünde, edebiyat, hikmet, hesap, hendese (geometri), mühendislik, musiki, kimya, fıkıh, hadis, tarih, coğrafya…vb gibi ne kadar ilim ve sanat varsa, hangisiyle uğraşsalar bunların hepsinin otoritelerine ve alimlerine üstün gelebilecek kadar yeteneklidirler.

Eğer şimdiye kadar, Türklerin memleketlerinde de çok sayıda peygamberler ve filozoflar yaşayıp ta bunların fikirleri kalplerinden geçse ve kulaklarına çarpsaydı, Türkler edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları, sanatta Çinlileri de geçerlerdi. Türklerin bu üstün özellikleri eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye ile birleşecek olsa, ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri ve ne büyük işler başarabilecekleri tahmin bile edilemez. (s. 44-84).Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahiz, Çeviren Ramazan Şeşen, Ankara 1988, İkinci Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını).

TÜRK HAKANI İLE EMEVİ ORDU KOMUTANI

Cahiz, Fezâil’ül Etrak adlı eserinde; Emevilerin, dört yıl kadar Horasan valiliği de yapan ve bu görevdeyken 733 yılında vefat eden ünlü komutanlarından Cüneyt bin Abdurrahman ile Türk Hakanı (Büyük bir ihtimalle Türgiş Kağanı Şulu Han, ölümü: 738) arasında geçen bir olayı, senediyle beraber nakleder.

Rivayete göre; Horasan Valisi Cüneyt b. Abdurrahman ile Türk Hakanı savaş meydanında karşı karşıya geldiler. Hakan’ın ordusu, Cüneyd’i çok korkutmuş, dehşete düşürmüştü. Türk ordusunun kalabalıklığı, birliklerin düzeni, nizamı, tertibi gözünü iyice yıldırmış, üzerinde çok kötü bir etki bırakmış, adeta dizlerinin bağını çözmüş, ayaklarını titretmişti. Ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini şaşırıp, gelişmeleri beklemeye başladı. Cüneyd’in bu şaşkınlığını, yılgınlığını ve içinde bulunduğu ruh halini anlayan veya haber alan Türk Hakanı, ona bir elçiyle beraber şu haberi gönderdi:

“Korkma! Benden sana bir zarar gelmez. Eğer ben sana kötülük yapmak isteseydim, böyle hiç bir şey yapmadan beklemez, şimdiye kadar çoktan yapardım. Kuvvetlerinin ne büyük zaaflar içinde olduğunu çok önceden beri görüyorum. Eğer seni yenmek veya sana kötülük yapmak gibi bir amaç ve niyet taşısaydım, sana hiç düşünme fırsatı bile vermeden, kuvvetlerini toz duman, darmadağın ederdim. Benden öğreneceklerini başka Türklere tatbik etmeyeceğinden emin olsaydım, sana savaş sanatında gerekli olan bazı hileleri, kuvvetlerinin ve birliklerinin tertibindeki düzenindeki eksiklik ve yanlışlıkları, hatalı tarafları, zaafları tek tek gösterirdim. Ben, sizin dininizi merak ediyorum. Senin de akıllı, soylu, şerefli, faziletli ve dinini iyi bilen bir kimse olduğunu duydum. Dininizi yakından tanıyabilmek için, dininizin bazı hükümleriyle ilgili olarak senden sormak istediğim şeyler var. Kendimce önemli ve gerekli gördüğüm bazı şeyleri sana sormak istiyorum. Sakın benden korkup çekinme! Kuşkulanıp, endişeye düşme! Benim gibi bir adama, başkalarına gadretmek yakışmaz. Ben, insanları önce kendine güvendirip, inandırıp, hile ve hudasından emin kıldıktan sonra, verdiği sözden dönenlerden değilim. Biz Türkler, normal işlerinde hile yapmayan ve hile yapmayı doğru bulmayan bir milletiz. Biz, hile yapmayı yalnızca savaşta doğru buluruz. Eğer savaş, hilesiz yapılabilecek bir iş olsaydı, hileyi savaşta da doğru görmezdik. Üstelik ben sana tek başıma geleceğim. Ama sen istersen, maiyetinle beraber gelebilirsin!’

Cüneyt, Hakan’ın bu teklifini kabul etti. Her ikisi de tek başlarına ordularının saflarından ayrıldılar. Kendi ordu saflarından epeyce uzakta, orta bir yerde buluştular. Cüneyt:

-İstediğini sor. Eğer soracağın soruların uygun bir cevabını biliyorsam, kendim cevaplarım. Bilemiyorsam, o zaman, benden daha iyi bilenlere havale ederim, dedi. Hakan:

– Dininizin zina eden kimse hakkındaki hükmü nedir? diye sordu. Cüneyt:

-Bize göre zina çok çirkin ve kötü bir iştir. Zina iki kısma ayrılır. Birincisi, başkalarının namusuna göz dikmeye ihtiyacı kalmasın, komşularının namusuna musallat olmaktan uzak dursun diye kendisine uygun bir eş bulup evlendirdiğimiz kimsenin zinasıdır. İkincisi ise kendisine böyle bir imkân vermediğimiz bekârların zinasıdır. Evli olmayan, bekâr zinacıya yüz sopa atarız. Bu cezayı uygularken de, bir daha kimse böyle bir suç işlemeye cesaret edemesin, kendisine ve başkalarına ibret ve ders olsun, bu kişinin kötü şöhretini herkes duyup namusunu ondan sakınsın diye bu suçu işleyeninin cezasını büyük bir kalabalığın önünde uygularız. Onu ve suçunu herkese tanıtmış ve teşhir etmiş oluruz. Böyle bir suçu işlemeye muhtaç bırakmadığımız evli bir kişi böyle bir işi yaparsa ve zina yaptığı dört şahitle ispatlanabilirse onu da öldürünceye kadar taşlarız. Hakan:

İyi, çok güzel! Bu ahlaksızlığın önüne geçilebilmesi için çok yerinde ve büyük bir tedbir! Peki, namuslu bir insana zina isnat eden kimse hakkındaki hükmünüz nedir? Cüneyt:

Biz, böyle bir kimseye seksen sopa atarız. Bir daha da onun hiçbir sözünü ve hiçbir konudaki şahitliğini kabul etmeyiz. Hakan:

– İyi ve güzel! Bu da, büyük bir tedbir! Hırsız hakkındaki hükmünüz. nedir? Cüneyt:

– Bize göre hırsız da iki kısımdır. Birincisi, duvarları delerek veya evlerin tepesinden aşağıya sarkarak, türlü yol ve yöntemlerle başkalarının muhafazalı bir yere koydukları mallarını çalanlar… Bunların o malı çalarken, duvarı delerken kullandığı ve duvara tutunduğu elini keseriz. Diğeri ise yol kesip, silah çekerek, tehditle başkalarının malını soyan, mal sahibi malını korumaya kalkışınca da onu öldüren kimsedir. Böyle bir kimseyi de suçu sabit olursa öldürür, insanların gelip geçtiği umumi yollar üzerinde cesedini halka teşhir, suçunu ilan ederiz. Hakan:

-İyi ve güzel! Büyük bir tedbir! Başkalarının malını gasp eden ve yağmalayan kimse hakkındaki hükmünüz nedir? Cüneyd:

– Başkalarının malının gasp edilmesi ve yağmalanması olayını inceden inceye araştırır, soruşturur, muhakeme eder, suçunun durumuna göre karar veririz. Bütün şüpheli durumlarda, hata ihtimali bulunan, hırsızlıktan başka bir anlama gelmesi muhtemel konularda, yenilip içilen şeylerin çalınması gibi hafif suçlarda el kesmeyiz.. Hakan:

– İyi ve güzel! Büyük bir tedbir! Adam öldüren, insanların burun, kulak gibi organlarını kesen kimse hakkındaki hükmünüz nedir? Cüneyd:

– Bu hususlardaki hükmümüz: “Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, bütün yaralamalara karşılık da aynı cezayı tatbik şeklinde kısas (aynı suça aynı karşılık) uygularız (Kur’an’ın V. Sure, Ayet:45). Bir adamı on kişi birden öldürürse, kısas olarak bunların hepsini öldürürüz. Kısas gerekiyorsa, cılız bir adama karşılık, güçlü kuvvetli bir adam da öldürülür. El ve ayak hakkındaki hükümler de aynıdır. Hakan:

– İyi ve güzel! Büyük bir tedbir! Yalancı, kovucu, saygısız, edepsiz, terbiyesiz, örneğin herkesin yanında utanmadan yellenen kimse hakkında ne hüküm verirsiniz? Cüneyt:

– Biz, böyle kimselere sürgün, halktan uzaklaştırma, toplumdan dışlama, hor görme gibi psikolojik cezalar uygularız. Şahitliklerini kabul etmez, sözlerini, fikirlerini muteber saymayız. Hakan:

Bunlara uyguladığınız ceza, sadece bu kadar mı? Cüneyt:

Dinimizin genel hükümlerine göre verebileceğimiz cezalar bu kadardır. Bunlar da az bir ceza sayılmaz. Hakan:

Bana göre bunlara daha ağır cezalar verilmesi gerekir. Örneğin, kovucu, insanların arasını tutuşturan kimsedir. Ben böyle bir insanı, bir daha hiç kimseyi göremeyeceği bir yere hapsederim. Böylece bir daha kimseye zarar veremez. Alenen yellenenin ise kıçını dağlarım. Böylece bu edepsizliği yaptığı organını cezalandırmış olurum. Yalancıya gelince, siz, nasıl hırsızın elini kesiyorsanız, ben de onun yalan söyleyerek suç aleti olarak kullandığı dilini keserim. İnsanları güldürüp boş şeylerle oyalayan, onları hafif meşrepliğe alıştıran kimseyi ise yönetimim altındaki topraklarda barındırmam, sürgün ederim. Onu ülkemden çıkarmakla, halkımın fikirlerinin ve zihinlerinin bozulmamasını sağlamış olurum.

Cüneyt b. Abdurrahman, Hakan’ın bu sözleri üzerine ona:

-Siz hükümlerinizi, kendi aklınıza, fikrinize, görüş ve kanaatlerinize, aklınızın uygun ve caiz görüp görmemesine, fikir ölçünüzün güzel bulup bulmamasına göre ayarlıyorsunuz. Biz ise Allah’a ve onun dinine inanan bir toplumuz. Bu din bize bütün iyi ve güzel işleri yapmayı, bütün kötülüklerden, ahlaksızlıklardan uzak durmayı öğütler. Temeli ahlak ve fazilet üzerine kurulmuştur. İnsanları disiplinle ve ceza korkusuyla değil, içten gelen imanla iyi ve güzel davranışlara yöneltmeyi esas alır. Dinimizin çirkin gördüğü bazı suçlar için dünyevi cezalar öngörülmüş, bazıları için öngörülmemiştir. Biz, Allah ve Resulünün kesin emir ve yasakları bulunan konularda, bunlara aykırı olarak, kendi aklımıza, fikrimize, hevâ ve heveslerimize göre hükümler uygulamaya yetkimiz olmadığına inanan bir milletiz. Bizim inancımıza göre, her şeyin iç yüzünü ve en doğrusunu, olayların sırlarını ve mahiyetlerini, semerelerini ve sonuçlarını, bizim için gerçekte neyin daha yararlı, neyin daha zararlı olduğunu en iyi bilen Allah’tır. İnsanların bunları tam olarak bilebilmeleri mümkün değildir. Çünkü insanlar bir şeyin dış görünüşüne bakarak hüküm verirler. Hâlbuki her şey, her zaman dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir. Zaman olur, nice tedbirsiz kimseler kurtuluşa ererler de, nice ihtiyatlı ve tedbirli kimseler felaketlere uğrarlar, dedi.

Bunun üzerine Hakan ona:

-Kaç saattir konuşuyoruz. Doğrusu senin bu son sözlerin, bana önceki sözlerinden de daha değerli geldi ve beni daha çok etkiledi. Bu son sözlerinle kalbimde derin bir iz bıraktın, yara açtın, içime büyük bir kaygı attın! dedi.

Cüneyt b. Abdurrahman, daha sonra Hakan’la buluşmasını anlatırken şöyle demiştir:

– Ömrümde bu Türk’ten daha vefalı, daha insaflı, daha anlayışlı, daha zeki birini görmedim. Onunla gündüz, güneşin altında üç saatten fazla karşılıklı konuştuk. Bu süre içerisinde, öylesine vakur ve edepliydi ki, dilinden başka hiç bir yeri kımıldamadı. Ben de dilimden başka hiçbir yerimi kımıldatmadım.

(Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ebû Osman Amr b. Bahr el-CAHİZ, Çeviren Ramazan Şeşen, İkinci Baskı, Ankara 1988, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları:82, Seri:III, Sayı: A.21, sayfa:86-89)

Cahiz, bu kitabını Halife Mutasım zamanında ve ona takdim etmek amacıyla yazdı. Ancak bazı sebepler ve nihayet Halife Mutasım’ın 842 yılında vefatı yüzünden kitabını ona takdim edemeyince, Halife Mütevekkil döneminde Fath b. Hakan’a takdim etti. Cahiz, kitabının başında, bu kitabı yazma amacını anlatırken ilgi çekici konulara da temas eder. Bu kitabı gereksiz yere, yalan, yanlış ve boş laflarla Türkleri methetmek için, hele hele asla Türkleri överken başkalarını yermek gibi bir amaç taşıyarak yazmadığını açıkça belirtir. Ulaşabildiği bilgi kaynaklarına ve sağlam delillere dayanarak, ilminin yettiği kadarıyla adalet ve insafa uygun bir şekilde Türklerin belli özelliklerini iyi niyet ve samimiyetle ortaya koymaya çalıştığını anlatır. Bundan amacının da, dinine, devletine ve Halifesine son derece bağlı, devletin yüksek menfaatlerini her şeyin üstünde tutan, ülkenin barış, huzur, esenlik ve mutluluk içinde yönetilmesini her şeyden çok önemseyen, iyi, doğru, dürüst ve büyük işlerin ancak doğru, dürüst ve nitelikli insanlarla yapılabileceğini çok iyi bilen bir bilim adamı ve aydın olarak, yönetim kademelerine en uygun adamların seçiminde halifeye yardımcı olmak, yol göstermek olduğunu gizlemez. Halife’nin bu yazdıklarından yararlanmasını düşündüğü, ümit ve temenni ettiği için bu işe giriştiğini çıkça belirtir.

Tabiattaki her şey, maddeler, madenler, bitkiler vb. arasında kıymet, derece, üstünlük farkları olduğu, kıymetli madenler arasında bile değer ve kıymet farkları bulunduğu gibi, bütün insanların da aynı özellik ve niteliklere sahip olmadıklarına dikkat çeker. Dünyadaki bütün altınların aynı ayarda ve değerde olmadığına, hepsi çok hızlı koşan cins atlar arasında bile birbiriyle kıyaslandıklarında farklı üstünlüklerin ve hoşa gitmeyen tarafların bulunabileceğine de değinerek, sözü bütün Türklerin de illa kitabında yazdığı üstün özelliklerin ve erdemlerin hepsine birden ve aynı derecede sahip oldukları şeklinde bir yanılgıya da düşülmemesi gerektiği uyarısına getirir. Her Yunanlının filozof, her Çinlinin sanatkâr, her Arabın da şair olmadığı gibi, her Türkün de illa burada anlatılan özellik ve niteliklere sahip olduğunun iddia edilemeyeceğini, kitapta belli örneklerden yola çıkılarak Türklerde daha çok rastlanan en yaygın, en mükemmel, en ayırt edici, en üstün özellikler üzerinde durulduğunu belirtir. (s. 44-84). (Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahiz, Çeviren Ramazan Şeşen, Ankara 1988, İkinci Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını)

TÜRK-KÜRT KARDEŞLİĞİ

Horasanlılar (Kürtler) ile Türkler kardeştir. Aralarındaki ırk bağları aynı değilse de müşabihtir. Dil bakımından farklı, şekil bakımından ayrılıklarının da önemi yoktur. Nitekim Tamim, Kays, Havazin kabileleri, Yemen köylüleri, Himyerliler, Adnaniler, Kahtaniler, fasih Arapça konuşan Hicazlılar arasında dil, ırk, şekil, tavır, davranış, ahlak, anlayış, kılık, kıyafet bakımından az veya çok farklılıklar vardır. Ama bu onların hepsi yine de saf, katıksız, katışıksız, asil Arap sayılırlar. Huzayl Kabilesi Arapların Kürtleri olduğu gibi (Türkler de Horasanlıların göçebeleridir). Aralarındaki yakınlık, onları aynı kalıptan çıkmış gibi birbirine benzetti. Bu benzerlikler ve ortak özellikler, ayrıldıkları ve birleştikleri noktalar üzerinde bazı bakımlardan kan bağından daha etkili olmuş, ikinci kan bağı yerine geçmiştir. Birbirleriyle evlenip aralarında sıhriyet kurmuşlardır. Halbuki İsmail’in kardeşi olduğu halde bütün Adnaniler yani Araplar, İshak oğullarıyla yani İbranilerle evlenmekten hep çekinmişlerdir (sayfa 42-43).

Hakikaten fiil sözü, gerçek haberi doğrulamıştır (sayfa 46).

Türkler, bozkırlarda, steplerde, çadırlarda, çöllerde yaşarlar, çadırlarda yaşarlar, hayvan beslerler. Huzayl Kabilesi Arapların Kürtleri olduğu gibi, onlar da başka milletlerin bedevileri, göçebeleridir. Onlar sanat, ticaret, tıp, ziraat, geometri, sebze, meyve ve ağaç yetiştirme, binalar yapma, kanallar açma, mal ve sermaye biriktirmekle meşgul olmadılar. Sadece gaza yapmak, avcılık, ata binme, kahramanlarla çarpışma, yiğitliklerini, kahramanlıklarını ispat etme, ganimet elde etme, başka memleketleri tanıma, fethetme, idare etmekle meşgul olduklarından, yaratılışları da buna uygun olduğundan bu özelliklerini geliştirip iyice sağlamlaştırdılar ve bu konularda yüksek derecelere ulaştılar. Sanatları, ticaretleri, zevkleri, öğündükleri, aralarında gece gündüz en çok konuştukları konular genelde harp konularıydı. Dolayısıyla Yunanlıların felsefe ve teorik bilimde, Çinlilerin sanatta, Arapların şiir ve edebiyatta, İranlıların devlet yönetimi ve siyasette elde ettikleri üstünlükleri onlar da harp sanatında elde ettiler (sayfa 81-82).

İbn-i Habib şöyle der: İbrahim Peygamber’in çocukları şunlardır. Umm ül-veled olan (cariye) Hacer’den doğan İsmail, Laban b. Başvil’in kızı Sara’dan doğan İshak, diğerleri yani Madyan, Madûn, Yakşân, Zimrûn, Aşbûk, Şubh ise asıl Araplardan olan Kantura binti Meftun’dan doğmuşlardır. İbrahim, bunlardan Madûn, Aşbûk ve Şubh’u diğerlerini de ilave ederek doğuya gönderdi. Bu üçü Horasan’a yerleştiler. Orada evlat edindiler. Horasan Türkleri bunlardandır (El Muhabbar 394). Ayrıca bak Tekvin, XXV, 1; Camhara Ensâb el-‘Arab V, 510, İbn Hişam 71, Tafzîl el- Etrâk 33-38, Lisân, Tâc el’arus: kntr. İbn el- İbri ise; ‘İbrahim, Türk hükümdarının kızı Kantura ile evlendi.’ Der. (El Muhtasar, Beyrut, 1890, s. 23) (sayfa 83- dip not)

Araplar, Kahtaniler ve Adnaniler olmak üzere ikiye ayrılırlar. İbrahim’in Kıpti olan cariyesi Hacer’den İsmail adındaki oğlu, Süryani olan karısı Sara’dan İshak adındaki oğlu dünyaya gelmiştir. Geri kalan altı oğlunun anası ise asıl Araplardan Kantura binti Meftun’dur. Kahtanilerden olan kimsenin ‘Bizim anamızın soyu sizin ananızın soyundan daha şereflidir’ demesinin sebebi Kantura’nın asil Araplardan olmasıdır. İbrahim’in bu altı oğlundan dördü Horasan’da yerleşip, ‘Horasan Türkleri’ni meydana getirdiler (Sayfa 83)

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR