Ana SayfaDosyalarGAZZALİ’NİN ÖNEMİ

GAZZALİ’NİN ÖNEMİ

İMAM GAZZÂLÎ (1058-1111)

Mustafa ATALAR

GAZZALİ’NİN ÖNEMİ

Ebû Hâmid, Muhammed b. Muhammed, el-Gazâlî, et-Tûsî, bundan bin yıl kadar önce, İslam âleminin en zor ve en kritik dönemlerinden birinde, birinci büyük medeniyet krizimizin ortalarında, Hicri 450 (Miladi 1058) yılında İran’ın Horasan bölgesinde, Tûs’un (bugünkü Meşhed), Gazâle köyünde dünyaya gelmiş, 1111 yılında vefat etmiştir. Dinin hücceti (delili), muhyii (dirilticisi) gibi sıfatlarla anılan Gazâli İslam tefekkürünü derinden etkilemiş, İslam ve dünya düşünce tarihinin en tanınmış ve en dikkate değer simalarından biridir. Doğduğu köye nispetle Gazâlî, babasının mesleğine (gazzâl, ‘yün eğirici, iplikçi’) nisbetle de Gazzâlî diye anılır.

Tûs, yetiştirdiği âlimler ve devlet adamlarıyla meşhur olmuş bir bölgedir. Büyük Selçuklu Devletinin ünlü veziri ve dünyanın gelmiş geçmiş en büyük devlet adamlarından biri olan Nizâmülmülk de Tus’ludur.

İmam Gazzâli, dünyanın en büyük dâhilerinden, cins beyinlerinden, zirve entelektüellerinden ve mütefekkirlerinden biridir. O, ezbere ve itaate dayalı Skolastik bir eğitim anlayışı yerine, bütün düşünce ürünlerine eleştirel gözle bakabilen, düşünceler üzerine düşünebilen, inceleyen, araştıran, sorgulayan, deha seviyesinde büyük bir İslam âlimi olarak öne çıkmıştır. İslama yaptığı büyük hizmetleden dolayı Hüccetü’l-İslâm (İslam’ın delili), Muhyiddin (dinin dirilticisi), Zeynüddin (dinin süsü) gibi lakaplar ve sıfatlarla da anılır. Gazzali, sadece İslam tefekkürünü ve İslam düşünce tarihini değil, dünya düşünce tarihini de derinden etkilemiştir. Öyle ki özellikle Sir Francis Bacon (1561-1626) üzerindeki etkisiyle dünyanın yönünü ve gidişatını değiştirmiştir. Dolayısıyla o, aynı zamanda dünyanın en etkili, en tanınmış ve en dikkate değer simalarından biri olma özelliğine de sahiptir.

İmam Gazzâlî, 53 yıllık, oldukça kısa sayılabilecek ömrüne çok büyük işler, değişik alan ve konularda yüzlerce eser yazmayı sığdırmayı başarabilmiş çok büyük bir değerdir. İslam dininin kelam, fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimlerinde, akaid, iman, inanç, ibadet, muamelat, ahlak, siyaset, dünya, ahiret, ilmi ledün, tasavvuf, manevi arınma, nefis mücadelesi, marifetullah, devlet adamlarına ve halka öğüt ve nasihatler, felsefe ve batınilik gibi sapık cereyanlar onun ele aldığı temel konulardandır.

Gazzali, fikir ve görüşleriyle, düşünceleriyle kendisinden sonra gelen, ilim, fikir, kültür, sanat, ahlak, edebiyat önderlerimizi ve kültür mimarlarınımızı da derinden etkilemiştir. Pek çok konuda onun sayısız görüş ve önerileri, inanç, fikir ve idealleriyle onun ardından gelen bu zirve entelektüellerinkiler arasında hiçbir zıtlık ve terslik bulunmadığı, tam tersine birbirleriyle neredeyse birebir örtüşen bu görüşlerin birbirlerini destekleyip, daha da güçlendirdikleri, bunların hepsinin de tam ve nitelikli bir entelejansiya oluşturabildikleri kolaylıkla söylenebilir. Özellikle ahlak konusunda kalem oynatanlar, bu konuda tam bir otorite olan Gazzali’nin İhya’sını temel kaynak olarak kabul etmişler ve bundan yararlanmışlardır. Bu ahlaki öğütler, Müslüman toplumların en elit kesimlerinden, alelâde vatandaşlarına, sıradan halka kadar herkese tesir etmiş, hepsini aynı fikir, düşünce, inanç, ideal düzleminde buluşturabilme konusunda önemli etkileri olmuştur. Gazzali, birinci büyük medeniyet krizimizden çıkabilmemiz için son derecede gerekli olan, hem ilim, fikir, siyaset önderlerinimiz, hem de geniş halk yığınları arasındaki yatay ve dikey ilişkilerde sağlıklı iletişim ve etkileşim sağlanmasında da önemli roller üstlenmiştir. Bunlar arasındaki yaygın, geniş, derin ve ortak bir şuur ve ideal birliği, çok büyük bir bilinç akışı, bilinç sıçramalarındaki onun rolü son derece açıktır. Eğer böyle derin ve engin bir birlik ve beraberlik ruhu oluşamamış olmasaydı İslam da, Türklük te, bunların kucakladığı bütün unsurlar da varlığını sürdüremez, bugünlere gelinebilmesi mümkün olamazdı. Geniş halk kesimlerindeki ve yöneticilerdeki bu bilinç sıçramasının ve yükselişinin ne seviyelere ulaştığını, sayısız tarihi ve menkıbevi olaylar anlamamıza yardımcı olabilecek önemde ve değerdedir.

Gazzali’nin yaşadığı dönem, gerçekten de İslam dünyası açısından çok zor ve sıkıntılı bir dönemdi. Fakat onun bu konulara bu kadar çok eğilmesi ve önem vermesi sadece bununla da açıklanamaz. Onun yazdıklarına ve söylediklerine bakılacak olursa eğer o çok rahat ve huzurlu bir dönemde yaşamış olsaydı bile yine de toplumunun bütün kesimlerini ve fertlerini çok yakından ilgilendiren bu konular üzerinde düşünmeyi, ilgilenmeyi dini ve insani bir görev bilirdi. Dolayısıyla o, üzerine düşen, elinden gelen her görev ve sorumluluğu yerine getirme çabasında olacak bir bilinç, fikir ve ilim düzeyine sahip gerçek bir Müslümandı. İçinde yaşadığı dönemin zorlu koşullarına rağmen o her konudaki fikir ve düşüncelerini gayet açıklıkla ortaya koymaktan çekinmemiştir.

Gazzali’nin eser ve kitaplarındaki fikir ve görüşleri, düşünceleri, tespit ve önerileri, uyarıları öyle kolayca görmezden gelinebilecek, yabana atılabilecek, başkalarından nakil, taklit ve ezberlenmiş, basit, değersiz, işe yaramaz görüşler ve öneriler değildir. Tam tersine bunların büyük çoğunluğu tamamen orijinaldir ve üstelik hala da geçerliliğini, güncelliğini, tazeliğini, canlılığını sürdürmektedir. Bu son derece önemli, bilimsel, evrensel tespitler, görüş ve öneriler, insanlığın bugününe ve geleceğine de ışık tutabilecek niteliktedir. Gazzali, ilme, irfana, bilgiye çok büyük önem ve değer veren, nakilciliğe, ezberciliğe, taklitçiliğe ise kıyasıya düşman olan bir İslam âlimiydi. O, ezberciliği, nakilciliği, taklitçiliği hiç kimseye, özellikle de bir Müslümana hiç yakıştıramazdı.

Ona göre gerçek ilim ve bilgi, akılla, fikirle, emekle, çaba ve gayretle fethedilmiş, insan tarafından kendine mal edilerek üretilmiş, her yerde ve her zaman geçerliliği olan, evrensel, faydalı, sistemli ve bilimsel bir bilgi olmalıydı. Oradan buradan rasgele derlenip toparlanmış, sadece gösteriş için ezberlenmiş, şundan bundan nakil ve taklit, yararlısı zararlısı, doğrusu yanlışı birbirine karıştırılmış, darmadağınık, sistemsiz, bilimsellikten ve faydadan uzak, düzensiz yığınlar halindeki, malumat kabilinden derme çatma bilgilerin hiç bir işe yaramayacağını çok iyi biliyordu. Başkalarına üstünlük taslamak için öğrenilmiş böyle boş ve gereksiz bilgiler, belki münazara ve tartışma sırasında bazı cahil dinleyiciler gözünde büyük görünebilir. Fakat bunlar, gerçek anlamda bir ilim ve işe yarayabilecek bir bilgi değildir. Böyle ilim, sonuçta faydadan çok zarar getirecektir. Hazreti Peygamber de böyle faydasız ilimden Allah’a sığınmıştır. Gazzali, başkalarından nakil, zamanı geçmiş, tedavülden, yürürlükten kalkmış, hiçbir uygulama imkânı olmayan boş sözlerle ve başkalarını taklitle vakit kaybedenleri kıyasıya eleştirmektedir. Aklı başında herkesin kişisel ve toplumsal sorunlara akıllı, mantıklı, bilimsel, geçerli, gerçekçi, uygulanabilir ve yürütülebilir çare ve çözümler üretmek için elinden geleni yapması, var gücüyle çalışması gerektiğini önemle vurgulamıştır.

Her ciddi bilim adamı gibi Gazzali de bir konu üzerinde düşünürken, fikir geliştirirken, fikirlerine, düşüncelerine, görüş ve önerilerine temel ve dayanak oluştururken, elbette o konuda daha önce düşünmüş, yazmış, fikir beyan etmiş ilim, fikir, sanat ve edebiyat adamlarının görüşlerine de başvuruyordu. Dini referanslara, örfler, adetler, atasözleri vs gibi kaynaklara da başvurmaktan, onlardan sonuna kadar yararlanmaktan, gerektiğinde onlardan nakiller de yapmaktan geri kalmıyordu. Onun en çok önem verdiği husus; fikir ve düşüncelerinin, görüş ve önerilerinin, gerçeğe, hakka, hakikate, akla, mantığa, zaman ve zemine, toplumun genelinin hayrına, yararına, çıkar ve menfaatlerine, ihtiyaç ve zaruretlerine uygun olmasıydı. Mevcut ve muhtemel sorunlara çare ve çözüm getirebilmesi, en azından katkı sağlayabilmesiydi.

Gazzali, bütün fikir, görüş, düşünce, anlayış, inanış, ideal ve önerilerini oluşturmaya çalışırken, hep öncelikle İslam’ın ana kaynaklarına başvururdu. Kur’an’a ve sünnete inmeyi, bunları çok iyi ve doğru bir biçimde anlayıp özümsemeyi, bunlardan yararlanmayı, İslam’ın bu konudaki temel ilkelerini, düsturlarını, prensiplerini esas referans olarak almayı, bunları esas ölçü, düstur, ilke ve mihenk edinmeyi kendisine temel ilke ve prensip edinmişti.

Gazzâlî, İslam dünyasını ve Müslümanları tehdit eden tehlikeleri, hastalıkları, sorunları, sıkıntıları net bir biçimde görebilmiş, bunları kendi derdi ve sorunu olarak kabul etmiş, isabetli teşhis ve sağlıklı tedaviler için canla başla çok büyük çaba ve gayretler göstermiş, çok hayati hizmetlerde bulunmuş, olağanüstü entelektüel deha ve eşsiz bir İslam âlimidir. Müslümanlar olarak birinci büyük medeniyet krizimizden ve buhranımızdan çıkabilmemiz, büyük ölçüde İmam Gazzâlî sayesinde olabilmiştir. Asırlardan beri içerisine sürüklendiğimiz ikinci büyük medeniyet krizimizden ve buhranımızdan çıkışımız da ancak onun gibi ve onun ayarında cins beyinler, zirve entelektüeller ve büyük alimler eliyle olabilecektir. İmam Gazzâlî ayarında büyük, önemli ve değerli adamlara, cins beyinlere her toplumun ihtiyacı vardır. Onun gibi, hiç olmazsa onun yolunda giden şuurlu âlimlerin mevcut olmadığı yerlerde ve toplumlarda her türlü sapıklık, yanlış görüş ve fikirlerin yayılmasının önüne geçilemez. Böyle toplumlarda din ve iman binası Allah korusun kökünden ve temelinden yıkılır.

Günümüze dönüp baktığımızda, maalesef İmam Gazzali zamanında bile mevcut olmayan pek çok sapık ve bozuk cereyanlarla, fikir akımları, inanç ve düşüncelerle yaygın bir biçimde karşılaşıyoruz. Fakat maalesef Müslümanlar olarak, asırlardan beri Gazzali ayarında, çapında, hatta onu doğru dürüst anlayabilecek seviyede bile ilim, fikir, eylem, aksiyon, mücadele adamları, din âlimleri ve mütefekkir yetiştiremiyoruz.

İslam dünyası, İmam Gazzali’nin mücadele metodunu da çoktan terk etmiş durumdadır. Bu yüzden Müslüman ülkelerindeki ilim, fikir, araştırma, inceleme hayatı iyice duraklamış, gerilemiş, değişik açılardan çok geri, çorak, sönük ve kalitesiz bir ortam oluşmuştur. Bunun sonucunda da maalesef İslam âlemi, dünyanın en geri toplumları ve milletleri durumuna düşmüştür.

Günümüzde, İslam dünyasında İmam Gazzâlî zamanıyla kıyaslandığında, çok daha büyük, çok daha sistemli sapıklar, azgınlıklar, bozuk cereyanlar, fikir akımları, inanç ve düşünceler almış yürümüştür. Çağımızdaki Müslüman din âlimlerinin, aydın ve düşünürlerin bunları bütün yönleriyle anlayıp, inceleyebilecek, İslami açıdan tenkide tabi tutabilecek, yanlış, sakat ve sapık taraflarını delilleriyle ortaya koyabilecek, akılla, mantıkla, hikmetle, somut bilgi, belge ve kanıtlarla çürütebilecek ilimi ve fikri yeterlilikleri yoktur. Müslümanlar, Batı emperyalizminin keşif kolu durumundaki oryantalizm gibi etkili kurumsal yapılara da sahip değiller. Gayri ilmi, gayri ciddi, avam tarzı, polemik türünden kitaplarla ve yayınlarla da bir yere varılabilmesi mümkün değildir.

Örneğin günümüzdeki oryantalizm olgusunun, gizli farmasonluk dininin, itikadının, bunların dünya saltanatının gayeleri, inanç temelleri, felsefeleri, faaliyet alanları ve metotları, İslami ölçüler bakımından hangi noktalarda hatalı oldukları veya küfre düştükleri, bunlarla nasıl, hangi yol ve yöntemlerle mücadele edilebileceği gibi konularda Müslüman alimler tarafından vukufla yazılmış tek ciddi eser gösterebilmek mümkün değildir. Kim bilir İmam Gazzâlî bugün ve bu devirde yaşamış olsaydı bu ve benzeri konularda neler yazardı? Eski Yunan felsefesini, filozoflarını ve onları izleyenleri ‘Tehafüt’ adlı eseri ile çürüttüğü, yerin dibine batırdığı gibi, bu devrin masonlarını, farmasonlarını, oryantalistlerini, Batı hayranı ve uşağı self oryantalistlerini, kapitalistlerini, komünistlerini, sosyalistlerini, faşistlerini, nasyonalistlerini, rasistlerini, Siyonistlerini de mutlaka susturur, yerin dibine batırırdı.

Bugünkü Müslümanların, İslamiyete ve ehlisünnet itikadına aykırı sapık görüş ve düşüncelere, fikirlere, cereyan ve ideolojilere karşı mücadele konusunda İmamı Gazzali’den muhakkak öğrenmeleri gereken pek çok şey, almaları gereken sayısız dersler ve ibretler vardır. Onun hayatının, eserlerinin, fikir ve görüşlerinin, mücadele metotlarının bu açıdan da dikkatle incelenmesi gerekmektedir. Bazıları, onun neler yaptıklarını, yapabildiklerini, yapmaya çalışıp da yapamadıklarını doğru dürüst bilmeden, hadlerini aşarak onun aleyhinde konuşuyorlar. Biraz daha insaflı, dikkatli, anlayışlı olabilseler, onu daha iyi incelemiş ve anlamaya çalışmış olsalar kuşkusuz çok daha iyi ederlerdi. Onun hakkında Batılı oryantalistler bile, –kötü niyetle de olsa- çok sayıda araştırmalar, incelemeler ve çalışmalar yapmışlar, çok farklı dillerde binlerce eserler üretmişlerdir. Öte yandan günümüz İslam dünyasında Müslümanlar tarafından yazılmış bilimsel eser, araştırma, makale ve yayın sayısı ise ne yazık ki hem sayıca çok az, hem de nitelik bakımından çok yetersizdir.

Batılı oryantalistlerin, son iki asırda, İslâm dünyasına yönelik olarak geliştirip uyguladıkları sayısız yıkıcı plan ve projeleri arasında bir sıralama yapılacak olsa, her halde onların en fazla önem verdikleri üç tanesi olarak şunlar sayılabilirdi. Bunlardan birincisi İslâm düşüncesinin Gazâlî ile bittiği masalını ve safsatasını yaymak, ikincisi Osmanlı Devletini ve medeniyetini gözden düşürerek, yok sayıp unutturmak, üçüncüsü de Hz. Peygamber’in (SAV) konumunu sarsmak şeklinde sıralanabilir. Biz, pek ayırdında ve şuurunda olmasak da Batılı oryantalistler, Peygamber Efendimiz (SAV), Gazâlî ve Osmanlıların çok önemli ve hayatî ortak nokta ve çizgi üzerinde buluştuklarını çok iyi bilmektedirler. Bu yüzden de kasten ve bilinçli bir şekilde bu üçünü itibarsızlaştırmak için hedef tahtasına oturtmayı ve öncelikle bunlar üzerinden Müslüman toplumları vurmayı yol ve yöntem edinmişlerdir. Çünkü farklı açılardan olsa da, bunların her üçü de kendilerine göre, ‘kurucu’ konumuna sahiptirler. Hazreti Peygamber’in (SAV) örnekliği akîdevî açıdan, Gazâlî’ninki fikrî açıdan, Osmanlı’nınki ise genelde medeniyet tarihi açısından özelde de siyâsî açıdan geçmişte ‘kurucu’ roller oynamıştır. Daha da önemlisi oryantalistler, bunların gelecekte de tekrar rol model olabilecekleri, kurucu roller oynayabilecekleri düşüncesiyle, çalışmalarını bunları itibarsızlaştırma üzerine yoğunlaştırmıştır. Nitekim Batılılar, içimizdeki uzantılarını ve işbirlikçileri durumundaki self oryantalistleri de kullanarak özellikle Gazzali ve Osmanlılar konusunda epeyce yol almışlardır. Şimdi de Peygamber Efendimiz’in (SAV) konumunu sarsmak için hadislere, sünnete, mezheplere, 1400 yıllık İslâm ilim, irfan ve hikmet geleneğine ve birikimine karşı yıkıcı saldırılarını daha da yoğunlaştırmışlardır.

Hz. Peygamber’in, değişkenlerin sabiteleri yutmasını ve dinin hayattan uzaklaştırılması tehlikesini önlemesi bakımından konumu çok önemlidir. Çünkü Kur’ân’ın ilk ve öncelikli hitabı Peygamber Efendimiz’e olmuş, vahyin ilk muhatabı o olmuş ve onun sünnetiyle de hayat bulup bize yansımıştır. Sünnet-i Seniyye ile Mekke sürecinde hayat bulan Kur’an, Medine sürecinde neredeyse hayatın kendisi olmuş, Mekke ve Medine süreçlerinin hâsılası demek olan daha sonraki İslam Medeniyeti sürecinde de bütün insanlığa ve varlığa hayat sunmaya devam etmiştir. Yaşadığımız medeniyet buhranlarının anlaşılmasında, anlamlandırılmasında ve aşılmasında Kur’ân’ı ve Kur’an’ın hayat bulduğu Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini anlamadan, bunların hayatî, belirleyici rollerini idrak edebilecek bir ufka ve derinliğe sahip olmadan bir yere varamayız. Kur’ân asıl, Sünnet usuldür. Usulsüz vusul/varış olmaz. Olsa olsa füsûl, yani sağa sola, sapmalar, savrulmalar ve yalpalamalar olur. Sünnet-i Seniyye bize, Kur’ân’la doğrudan ve doğurgan bir irtibatın yol ve yöntemlerini gösterir. Peygamber Efendimizin sünneti seniyyesi, Kur’ân’ın sâbitelerinin, değişkenler tarafından yutulmasını ve değişkenlerin sâbite katına yükseltilmesini önlemiştir. Onun âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin sırrı da burada gizlidir.

Peygamber Efendimizin konumu, çok önemli ve hayati olduğu için, oryantalistlerin saldırılarının nihâî hedefi, onu devre dışı bırakmaya yönelmiştir. Hazreti Peygamberi devre dışı bırakan bir din anlayışının da kısa devre yapacağı ortadadır. Bu durumda önüne gelenin dini, kendi kafasına, heva ve hevesine göre anlamaya, yorumlamaya, çığırından çıkarmaya kalkmasının önüne geçilemez. Sonuçta, ortada gerçek dinden eser bile kalmaz. Herkesin dini kendi kafasına göre yorumlaması, eğip-bükmesiyle, insanlar dine uymak yerine, dini kendilerine uydurmaya kalkacaklar, ortaya protestanize edilmiş, sekülerleştirilmiş, Yahudileştirilmiş din anlayışları çıkacaktır. Nitekim Hıristiyanlıkta da böyle olmuş, din bu şekilde hayattan uzaklaştırılarak ve koparılarak bitirilmiştir. Günümüz dünyasında Batı’da feministlerden, eşcinsellere, hatta ateistlere kadar herkesin ayrı İncil’leri ve İncil yorumları vardır. Dini hurafelerden temizleme iddiasıyla yola çıkan Luther ve şürekâsı, dini hayattan uzaklaştıracak yapı taşlarını döşemekten, insanları çağdaş hurafeler çöplüğünün kölelerine dönüştürmekten başka bir şey yapmamışlardır. Sonuçta, insanların dine uymaları yerine, dini kendilerine uydurdukları bir durum ortaya çıkmıştır. Zaten böyle bir sonuç çıkması da kaçınılmazdı.

Gazâlî, Grek, Hint, Mısır ve Mâverâünnehir havzalarında gelişmiş düşünce akımlarının, inanç ve geleneklerin, kültürlerin, İslâm’ı değiştirme ve dönüştürme tehlikesini çok iyi görebilmiş ve kavrayabilmiştir. Bu değişkenlerin, İslami sâbiteleri yutmaması için öncelikle bunları iyice tanıyıp anladıktan sonra, yanlışlıklarını ve geçersizliklerini sağlam delillerle ortaya koyma çabası içine girmiştir. Ardından da özgün İslâm düşüncesinin, zihniyetinin ve pratiğinin temellerini atmıştır. Bu yüzden de gelmekte olan krizin aşılmasında kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu roller üstlenmiştir. İslam binasını sapa sağlam ayakta tutacak, güçlü sütunlar dikmiştir.

Selçuklular, Eyyûbîler, özellikle de Osmanlılar’ın İslâm’ın kurucu kaynaklarına sımsıkı tutunarak gerçekleştirdikleri uzun soluklu yolculuk, değişkenlerin sâbiteleri yutmasının önündeki bütün engelleri bertaraf etmiştir. Sâbitelerin değişkenleri yorumlamasının önünü de sonuna kadar açan Ehl-i Sünnet Omurga’nın inşasıyla İslâm dünyasını bin yıldan beri dimdik ayakta tutan ve dünya tarihini Müslümanların yapmasını mümkün kılan ümmetleşme çabaları da böylece gerçeğe dönüşmüştür. Böylece yeryüzünde yaklaşık bin yıllık Müslüman Dünya Düzeni’nin hâkim olmasının yolları açılmıştır.

Batılılar, İslâm dünyasını, dolayısıyla İslâm’ı nereden vuracaklarını çok iyi bildikleri için öncelikle bu kurucu temelleri yıkmaya özel önem ve öncelik vermektedirler. Onların, İslâm’ın insanlığa sunduğu diriltici ruhun usulünü gösteren Hz. Peygamber’e, onun izinden giden Ehl-i Sünnet omurgaya, Müslümanların şimdiye kadar yaşadıkları sahih İslami pratiklere yönelik saldırıları boşuna değildir. Bu saldırıların amacı, İslâm’ın altını oymak, İslâm’ı, Müslümanı, devleti, toplumu ve milleti birbirinden uzaklaştırmak ve koparmaktır. İçinde bulunduğumuz ikinci medeniyet krizini aşabilmemiz, İslâm’ı hayattan, ilim, fikir, kültür, sanat, düşünce dünyasından uzaklaştırarak protestanlaştırmak isteyenlerin, plan ve projelerini boşa çıkarmamıza ve püskürtebilmemize bağlıdır. Bunun için de öncelikle çağdaş hurafelerin ve sahte bilimlerin çöplüğüne dönüştürülmüş zihinlerimizi temizlememiz gerekmektedir. Bunun ardından da, fikirden sanata, kültürden edebiyatın bütün dallarına kadar, her alanda İslâm’ın kurucu kaynaklarını ve taşıyıcı vasıtalarını iyi koruyup, çağın sorunlarını vahyin ışığında anlayıp aşabilecek güçlü bir medeniyet fikriyatı ve külliyatı ortaya koyabilmemiz gerekmektedir.

Ali Yakup Cenkçiler Hoca, Mısır’da iken, İmam-ı Gazzali’yi ve başta İhya’sı olmak üzere onun eserlerinı tanımış, tanıdıkça da daha çok sevmişti. Hatta onu ve eserlerini yakından tanımasını, anlamasını hayatının keşfi ve olayı sayardı. Ali Yakup Hoca, Gazzali’yi, dönemini ve eserlerini didik didik incelemişti. Kendi içinde yaşadığı çağ ve olaylarla onunkiler arasında değişik karşılaştırmalar yapar, kıyaslarda bulunur, bundan çok büyük dersler ve ibretler çıkarırdı. Hoca, Gazzali’yi hayatı boyunca en çok etkilendiği, en çok yararlandığı kimse olarak tanıtırdı. Ali Yakup Cenkçiler Hoca, ömrünün uzun yıllarını Gazzali’yi ve eserlerini tanımaya ve anlamaya ayırmış, bundan da hiç şikâyetçi olmamış, pişman duymamıştır. Tam tersine çok iyi ve isabetli bir iş yaptığına olan inancını sürekli dile getirmiştir.

Hoca, bu çaba ve gayretleri sonucunda, tartışmasız ve tam bir Gazzali ve İhya uzmanı olmuştu. Hoca’nın Türk-İslam dünyasının ve medeniyetinin dünü, bugünü ve geleceği konusunda çok doğru tespit ve değerlendirmelere, ufuk açıcı fikir ve düşüncelere sahip olmasında, üstün nitelikli sıra dışı ve çizgi üstü bir entelektüel, nitelikli bir ilim ve fikir adamı olarak yetişebilmesinde de bu yöndeki çaba ve gayretlerinin çok önemli katkıları olmuştur. O, Gazzali’nin İslam’ın en zor ve sıkıntılı dönemlerinden birinde ortaya çıkıp İslam düşmanlarına karşı giriştiği fikri ve ilmi mücadelede kazandığı başarıları, ifa ettiği çok önemli görevleri minnet ve şükranla yad ederdi. Zaman zaman Batılı filozof ve düşünürlerle, onların fikir ve düşünceleriyle Gazzali’ninkileri karşılaştırır, onun ne kadar büyük bir deha ve ne kadar önemli bir İslam âlimi olduğunu net bir biçimde ortaya koyardı.

Hoca, Müslümanların birinci en büyük medeniyet krizi döneminde yaşayan, oynadığı alışılmadık roller, verdiği büyük mücadeleler, çektiği dayanılmaz çileler, üstlendiği büyük görev ve sorumluluklar nedeniyle, yaptıkları, yapmaya çalıştıkları, yapmak isteyip de yapamadıkları gibi farklı özellik ve nitelikleri ile Gazzali’yi çok sever, takdir eder, ona çok büyük hayranlık duyardı. Onu İslam medeniyet tarihinin, hatta dünya bilim ve fikir tarihinin en önemli figürlerinden biri ve olağanüstü büyük bir deha olarak nitelerdi. Müslümanların içinden geçmekte oldukları bu ikinci büyük medeniyet krizi ve buhranı döneminde, bizim de hem Gazzali’den, hem de o birinci büyük medeniyet krizi dönemimizden öğrenmemiz gereken çok şeyler, çıkaracağımız gereken çok önemli dersler olduğunu söylerdi. Gazzali’yi ve onun sayesinde o büyük medeniyet krizimizden nasıl çıkabildiğimizi iyice anlayıp öğrenmeden daha güzel günlere ve daha iyi bir istikbale ulaşmamızın imkânsız denecek kadar zor olduğuna inanırdı. Bu yüzden de Ali Yakup Hoca, ömrünün önemli bir kısmını Gazali araştırmalarına ayırmış, çok iyi bir Gazzali ve İhya uzmanı olmuştu.

İkinci büyük medeniyet krizimizi yaşadığımız bu dönemde, bizim de en büyük eksiğimiz ve ihtiyacımız, yaşayan milletimizin ve toplumumuzun ruhunu kavrayıp, medeniyetimizin pörsüyen, bozulan, yıkılan ölen taraflarını yeniden inşa edip diriltecek, insanlığa sunacak nitelikli bir entelijansiyadır. Böyle bir entelijansiyadan mahrum olmamız yüzünden, hala nerelerden nerelere sürüklendiğimizi tam olarak görüp anlayamıyoruz. İçinde kıvrandığımız buhranlardan, zorluklardan çıkış ve kurtuluş yollarını bir türlü bulamıyoruz. Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, başına ne geldiğini bilememesi ve anlayamamasıdır. Bizim yaşadığımız felâket de tam anlamıyla böyle bir felâkettir. Asırlardan beri bizim toplumumuzun nitelikli bir entelijansiyası olamamıştır. Mevcut entelijansiyamız ise Batılılar tarafından zihnen sömürgeleştirilmiş, iğdiş edilmiş, köleleştirilmiş bir entelijansiyadır. Metamorfoz (başkalaşım) geçirmiş, kendi toplumuna, kültürüne, tarihine, milletine yabancılaşmış entelijansiyamızın, gözleri körleştirilmiş, perspektifleri yok edilmiş, zihinleri köleleştirilmiş, celladına âşık edilmiştir. Bu entelijansiyanın olup bitenleri anlayabilecek, kavrayabilecek, neyin ne olduğunu, ne olup bittiğini anlayacak, anlamlandıracak ve anlatacak halleri kalmamıştır.

Bu ikinci büyük medeniyet krizimizin ve buhranımızın bizdeki en önemli tezahürü, fiilen olmasa bile tam anlamıyla zihnen sömürgeleştirilmiş olmamızdır. Asırlarca liderliğini yürüttüğümüz İslam dünyası ise fiilen sömürgeleştirilmeden çok önce, zihnen zaten sömürgeleştirilmişti. İbn Haldun’un ifadesiyle, yaratıcı ruhumuzu (sebep asabiyesi) ve kurucu irademizi (nesep asabiyesi) kaybetmiştik. Bin yıllık İslâm ve dünya tarihinin kurulmasında kilit rol oynayan bu toprakların hislerini ve duygularını kaybetmemiş çocukları, son iki asırlık tarihi içerisinde, ikinci büyük medeniyet krizini iliklerine kadar hissetmekte ve yaşamaktadır. Bütün İslâm dünyasında derinlemesine gözlenen bu büyük buhranın nasıl aşılabileceğine yoğunlaşmak için, öncelikle Türkiye özelinde nelerin nasıl başladığını, nasıl yaşandığını iyi anlamak gerekir.

Türk Milletinin her şeye ve bütün imkânsızlıklara rağmen İslâmî bir ruhla ve şuurla verdiği büyük istiklâl ve istikbâl mücadelesi bile, nitelikli entelektüel ve entelijansiya yetersizliği yüzünden, kendi varlığına, ruhuna ve özüne düşman unsurlar, Batı uşağı ve işbirlikçisi self oryantalistler tarafından boğulmaya, öldürülmeye, yok edilmeye çalışılmıştır. Günümüzde bütün İslam ülkelerinde ilim, fikir, araştırma, inceleme hayatının iyice duraklaması ve gerilemesiyle, çok geri, çorak, sönük ve kalitesiz bir ortam oluşmuştur. Eski kütüphanelerimiz ve buralardaki önemli eserlerin doğru dürüst kayıtları, tasnifleri yapılmamış, katalog ve envanterleri çıkarılmamış, geleni, gideni, ilgileneni kalmamış, bakımsızlığa ve ihmale uğratılmıştır. İlim ve araştırma hayatımız iyice duraklamış; esas ve önemli alanlarda ve konularda nitelikli şeyler okuyanımız, yazanımız, araştıranımız, düşünenimiz yok denecek kadar azalmıştır.

Ali Yakup Hoca, Gazzali’yi o kadar çok sevmesine, hayran olmasına rağmen, kendisini illa onun her dediğini, söylediğini, yaptığını onaylamak zorunda hissetmez, hatta zaman zaman onun bazı fikir ve görüşlerine katılmadığını açıkça dile getirirdi. Ben onun Gazzali’nin bazı fikir ve görüşleri hakkında; ‘Yok, Azizim! Bence öyle değil! Burasını Gazzali de pek anlayamamış!’ dediğine çok şahit olmuşumdur.

Ali Yakup Hoca da kendi zamanında Müslümanların geri olduklarını gördüğü ilmin, bilimin, beşeri ve dini ilimlerin, tefekkürün her alandaki eksikliklere ve her tarafa yayılan koca bir yangını söndürmeye yetişmek için koşuşturmuş, biraz da bu yüzden belli bir alanda uzman olmak yerine, hezarfen olmayı seçmek zorunda kalmıştı. Ali Yakup Hoca, Gazzâlî’nin olağanüstü önem ve değerini en iyi takdir edenlerdendi. Onun 53 yıllık kısacık ömrüne sığdırdığı hizmetlerin milyonda birini bile yapmamış, yapabilmesi de mümkün olamayacak kimselerin onu eleştirmeye kalkmalarına çok içerler, böylelerini hiç olmazsa hadlerini, hudutlarını bilmeye ve aşmamaya davet ederdi.

GAZZALİ’Yİ BÜYÜTEN DERDİ VE DAVASI

Gazzâlî, İslam’ın fikri, imani, ameli ve ahlaki yönden büyük bir yıkıma uğradığı, Müslümanların her bakımdan ölüm-kalım mücadelesi verdikleri bir dönemde yaşamıştır. O, bu sonsuz ölüm acılarını, yeniden doğuş ve kuruluş sancılarına çevirebilmenin derdini, tasasını çekmiş ve bunun davasını üstlenmiştir. Bu yolda çok büyük başarılar kazanabilmiş olağanüstü bir dehâ ve çok önemli bir tarihi figürdür.

Derler ki, insan, derdiyle ve davasıyla ölçülür, değerlendirilir ve kıymetlendirilir. Toplumunun ve insanlığın dertleriyle dertlenen, böyle bir derdi ve davası olan insana da adam denir. İnsan olanın, mutlaka bir derdi vardır ve olmalıdır. Bu yüzden de insan, derdi ve davası kadar insandır. Derdi olmayanın, varlığı gerçek değildir. Böyle birinin varlığının da anlamı ve değeri yoktur. Kısacası, derdi, davası, tasası, düşüncesi olmayan, koca bir hiçtir. Böylelerine gerçek anlamda adam denemez. Böyleleri sadece istatistiki birer veriden, anlamsız ve önemsiz birer ‘rakam’dan ibarettir. Dünyalara değişilemeyecek kadar büyük, önemli ve değerli bir derdi ve davası olanlar ise tek başlarına bile olsalar koskoca bir dünyadır. Bunlar, dünyalara değecek kadar büyük bir değerdir. İnsanın derdi ve davası, hayatına anlam ve değer katacak kadar büyük bir dert ve dava olmalıdır. İnsanın, dünyanın ve insanlığın başına dert veya bela getirecek dertlerden ve davalardan uzak durması gerekr. İnsan, kendisini insan yapan, var eden, dirilten, değerlendiren, yücelten, yükselten, yaşatan, büyüten gerçekten büyük bir dert ve dava sahibi olmalıdır. Ancak böyle bir derdi ve davası olanlar, gerçek ve yaşanmaya değer bir ‘dünya’ kurabilirler. İşte Gazzali de dünyanın en büyük derdine ve davasına sahip bir inanç, ideal ve mücadele adamıydı. Başta kendi varlığı, yaşayışı, varoluşu olmak üzere, hakkı, hakikati, Allah’ı, insanı, toplumu, dünyayı, kâinatı anlama, anlamlandırma ve toplumuna da anlatmayı, kendisine dert, tasa ve dava edindi. Çok büyük bir görev ve sorumluluk bilincine sahip, üstün nitelikli gerçek ve zirve bir entelektüel olarak bütün düşüncesini, çabasını ve gayretini bu davaya yoğunlaştırdı. Bu yüzden de son bin yılın en büyük, en değerli ve en önemli insanlarından biri olabildi.

Gazzali, derdinin, davasının büyüklüğünün ve ağırlığının çok iyi farkında ve ayırdındaydı. Onca büyük çaba ve gayretlerine rağmen yapması gerekenlerle, yapamadıkları şeyleri karşılaştırdığında, yaptıklarının çok yetersiz kaldığını düşünerek çok büyük bir bunalıma girdi. El-Munkız min’ed’Dalâl adlı eserinde bu gelişim ve değişim seyrini, kendi fikir ve ruh dünyasını, eğitim ve öğretim hayatından çekilip tasavvufa yönelmesinin sebeplerini özetlemiştir. Bu arada yaşadığı dönemdeki çeşitli inanç ve fikir ayrılıklarını, değişik yönleriyle İslam âlemindeki fırkaları da anlatmaktadır.

Gazâlî’nin onbir yıllık büyük uzleti, aslında büyük zaferlerin kapısını aralamak ve ulaşmak için giriştiği büyük bir seferdi. O, Hak yolda zaferin, seferde gizli olduğunu bilenlerdendi. Zaten Müslüman, zaferle değil, seferle emr olunmuştur. Seferi önemsemeyip terk edenler, küçük ve değersiz görenler, sadece hazırda bulduklarıyla yetinenler, oyalananlar, avunanlar asla hiçbir zafere ulaşamazlar. Derdi zafer olanlar, zafer kazanamazlar, kazansalar da böylelerinin kazandığı zafer, gerçek bir zafer değildir. Böyleleri zafer kazandıklarını zannederken, gerçekte kaybetmiş olanlardır. Derdi sefer olanlar ise kaybetseler de kazananlardır. Onların yenilgileri bile en büyük zaferlerden daha izzetli, şerefli, onurlu ve daha üstündür. Yarınlar, bugünlerinden vazgeçebilenlerindir. Bugünlerinden vazgeçemeyenler, bugünün esiri olanlar, yarınların da esiri ve kölesi olmaya mahkûmdurlar.

GAZZÂLÎ ÜZERİNE TAŞTIŞMA VE POLEMİKLER

Gazali, günümüzde de en çok tartışılan ve en fazla polemik konusu yapılan İslam alimlerinden ve tarihi şahsiyetlerimizden biridir. Türlü nedenlerle bazılarınca alabildiğine bir Gazzali düşmanlığı pompalanmaya çalışılır, durur. İslam tarihinde onun kadar haksız eleştirilere ve saldırılara maruz kalmış, değeri, kıymeti, önemi yeterince takdir edilememiş, yanlış anlaşılmış, hatta belki de hiç anlaşılamamış başka birini göstermek imkânsız denebilecek kadar zordur.

Bazıları Gazzali’yi geleneğin, geleneksel İslam düşüncesinin en önemli temsilcisi olarak görürlerken, bazıları da onu bilimsel gelişmeyi ve felsefeyi bitiren, öldüren, canına okuyan, tahrip eden, bizim geri kalmışlığımızın en önemli sebeplerinden biri olarak takdim ederler. Hâlbuki Gazzali, felsefeden, bilimden habersiz, bunlara körü körüne düşman ve yabancı, tutucu, bağnaz, yobaz, ufuksuz ve vizyonsuz biri değildi. Tam tersine o felsefeye yıllarını vermişti. O, çok iyi bir kelamcı, öncü bir mantıkçı, müçtehit seviyesinde gerçek bir fıkıhçı, tam bir entelektüel, nitelikli bir Müslüman düşünür, mümtaz bir tasavvufçu olduğu kadar, aynı zamanda felsefeye yıllarını vermiş, çok iyi ve çok derin bir felsefeciydi. Görüşlerini eleştirdiği filozofları ve felsefeyi asla üstün körü, kulaktan dolma bilgilerle, anlamadan bilmeden eleştirmemiştir. Tam tersine bunları her yönüyle ve tam anlamıyla inceleyip araştırdıktan, çok iyi bildikten, öğrendiken, tanıdıktan sonra, sadece eleştirilmesi gereken yönlerini eleştirmiştir. Gazzali, filozofların hatalarını, yanlışlarını, tutarsızlıklarını, çelişkilerini (tehâfüt) yine onların kendi eserlerinden alıntılar yaparak net bir biçimde ortaya koymuştur.

Gazzali, aynı zamanda tehâfüt (polemik, cedel, münazara, mücadele) geleneğinin de başlatıcısıdır. Bu işi en iyi bilen, bunun en büyük ustalarından biriydi. Hatta bir ara, bir daha hiç kimseyle polemiğe, tartışmaya girmeyeceğine, mücadeleye girişmeyeceğine dair kendi kendisine söz vermesine rağmen, o zamanın şartlarında bu sözünü tutamamıştır.

Bütün üstün niteliklerine ve olağanüstü özelliklerine rağmen, rahatlıkla söylenebilir ki, İslam tarihinde Gazâlî kadar anlaşılamamış, hatta yanlış anlaşılmış, haksız, adaletsiz, insafsız eleştirilere, gerçek dışı suçlama ve saldırılara, isnat ve iftiralara muhatap olmuş ikinci bir âlim ve entelektüel gösterilemez. O, İslam dünyasında, kendi zamanında da, daha sonraki çağlarda da doğru dürüst anlaşılamamıştır. Hatta çok yanlış anlaşılmış, bazılarınca İslam dünyasındaki her yanlışlığın, her kötü gelişmenin vebali ve günahı da Gazzali’ye yüklenmeye kalkışılmış, adeta günah keçisi ilan edilmiştir. Bazıları ona karşı insafsızlık ve haksızlıkta o kadar ileri gitmişlerdir ki, onu İslami ilimlerin gerilemesinin, hatta İslâm medeniyetinin çöküşünün ve bugünkü içler acısı halinin baş sorumlusu ve sebebi, akıl ve felsefe düşmanı biri olarak göstermeye kalkışmışlardır.

İmam Gazzâlî, ömrü boyunca hasetçilerden, iftiracılardan, gıybetçilerden, din istismarcılarından çok çekmiştir. Özellikle İhya kitabında ilmiyle amil olmayan, dünyevi hazlara ve zevklere, çıkar ve menfaatlerine düşkün olan âlimleri ve şeyhleri kıyasıya eleştirmiş, böylelerinin ihlasa ve İslam’a aykırı hallerini de gözler önüne sermiştir. İslam’a hizmet görüntüsü altında onu kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusunda eğip bükmeye çalışanların, istihdam edenlerin maskelerini düşürmüştür. Bu durum, doğal olarak kendisine çok farklı kesimlerden, çok geniş bir düşman kitlesi kazandırmıştır.

Hasetçi, gıybetçi, müfteri sınıfından çok sayıda sözde ilim adamı, aşırı ve sapkın görüşlere sahip tasavvuf erbabı, Mutezililer, İsmaili, Fatımi, Kalenderi, Haşhaşi, Hurufi, Karmati gibi bir sürü batıni, eski paganist Yunan filozoflarının peşine takılmış felsefeciler, dehriler, sapık ve sapkın fırka mensupları vb gibiler işlerini güçlerini bırakıp Gazzâlî ile uğraşmışlardır. Hatta kötü niyetle eski defterleri de karıştırarak, Gazzâlî’nin çok önceden yazdığı, ancak daha sonra yanıldığını anlayıp vazgeçtiği, düzelttiği, değiştirdiği kanaatlerinden yola çıkarak onun yanlış, bozuk, kötü inanç ve düşüncelere sahip, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve ehlisünnet düşmanı, hatta zındık (dinden çıkmış) biri olduğunu göstermeye çalışanlar da olmuştur. Hala bugün bile az ilimli, kıt akıllı, kara vicdanlı, çatlak seslilerin Gazzâlî’yi ve eserlerini haksız yere eleştirdiklerini görürüz. En çok da eserlerini özellikle de İhya’sını mevzu (uydurma) hadislerle doldurduğunu iddia ederler.

Öte yandan İslam dünyasında ve Müslümanlar tarafından kıymeti pek bilinmemiş olan Gazzali, Batı’da ve nitelikli Batılı entelektüeller nezdinde çok daha fazla takdir, taltif ve itibar görmüştür. Batı’da deneysel bilimin babası, ‘Bilimin Peygamberi’ gibi unvanlarla anılan Sir Francis Bacon (1561-1626), Avrupalı düşünürleri sarsıp, silkeleyen ezber bozucu görüş ve düşüncelerini Gazzali’den almıştır. Böylece Batı, onun etkisiyle eski Yunan-Roma felsefe ve kültürünün, Kilise’nin ve İncil’in prangalarından kurtulabilmiş, aydınlanıp bilim yoluna girebilmiştir. Onun sayesinde Batı’daki bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin, gelişmelerin ve nihayetinde yeni ‘Avrupa Medeniyeti’nin temelleri atılabilmiştir.

Gazzali’nin yaşadığı dönem, uzun süreli bir zihnî esaret süreci sonunda Müslümanların zihinlerinin hurafeler çöplüğüne dönüştüğü, bunun doğal sonucu olarak da özgüvenlerini yitirdikleri bir büyük bir medeniyet krizi ve buhranı dönemiydi. Öncü kuşakları olmayan toplumlar, varlıklarını sürdüremezler. Gazzali, kendi çağında öncü olmuş, öncüler yetiştirebilmiş, Müslümanlara fikri ve entelektüel alanda öncülük ve önderlik edebilmiş çok büyük ve çok önemli, sıra dışı bir değerdir. Kendisinden sonraki bir yılın fikri temellerini atan Gazzali, öncü kuşaklar yetiştirmekte zorlandığımız bu çağda, bizim için de çok önemli bir öncü ve örnektir.

Gazzâlî’ye göre İslam dünyasındaki ıslah ve yenilenme faaliyetleri, asla derme çatma bilgilerle ve palyatif tedbirlerle gerçekleştirilemez. Hele eski pagan Yunan filozoflarını, Zerdüştleri, Brahmanistleri, lanetlenmiş Yahudileri ve sapıtmış Hristiyanları taklitle, onlara özenerek, yani Yahudileşerek veya Hristiyanlaşarak da gerçekleşitirilemez. Çünkü İslam zaten bunların yanlışlıklarını, azgınlıklarını, sapkınlıklarını, kendi dinlerini niçin ve nasıl parça parça edip, Hak din vasfını kaybettirdiklerini, bunun altında yatan gerçek sebepleri bize anlatmak, öğretmek ve onlar gibi olmaktan sakındırmak için gönderilmiştir. Gazzâlî İslâm toplumunu inançta, kullukta, ferdî ve içtimaî ahlâkta, siyasette ve genel olarak maddî ve ruhî hayatın bütün cephelerinde ıslah etmenin yollarını aramıştır. O, Müslümanların kurtuluşunu, kendi orijinal ilim, zihniyet ve kültürlerini oluşturan kendi öz tarihî mirasında görüyordu. Nitekim kendisi de bu mirası ve onun içerdiği ıslah yollarını daha sonra kaleme aldığı İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn adlı dev eserinde ortaya koymaya çalışmıştır.

İmam Gazzali, İslami ilimlerin kelam, fıkıh, usûl-i fıkıh, mev’ıze, irşad, ahlak dallarında çok derinleşmiş bir âlimdi. Özellikle ilmi kelamı çok geliştirmiş, din düşmanlarına ve bidatçılara karşı yeni metotlar ve usullerle mücadelenin yolunu açmıştı. Bazı ince ve önemli noktalarda kendine has yeni fikirleri de vardı.

Kelam ilmi, diğer bozuk, sapık ve yanlış inançlar karşısında İslam inançlarının müdafaasını yapan, doğruluğunu ispatlayan, onun dışındakilerin de yanlışlıklarını ve bozukluklarını delilleriyle ortaya koyan bir ilim dalıdır. Kelam ilmiyle uğraşanlar ve bu ilmin gelişim tarihini ve safhalarını inceleyenler, İmam Gazzali’nin mütekaddimin (önceki, ilk) kelamcılar ile müteahhirin (sonradan gelen, yeni) kelamcılar arasında önemli bir köprü, dönüm noktası ve geçit teşkil ettiğini söylerler.

Gazzali, Batınileri eleştirdiği gibi, dini ibadetlerin sadece şekilsel, dış görünüşleriyle ilgilenip de ruhundan, anlamından, amacından, ahlakından uzak kalan Müslümanları ve ilim adamlarını da kıyasıya eleştirmiştir. Örneğin namazda nasıl durulacağı, ellerin bağlanıp bağlanmayacağı, sallanıp, sallanmayacağı, ellerin ayakların duruş ve bağlanış şekilleri gbi detay konular üzerinde inceden inceye durulduğu, ciltler dolusu kitaplar yazıldığı halde, dinin, imanın aslı, esası, özü, cevheri, ana direği, amacı, gayesi, hedefi olan ana konuların ihmal ve gözardı edilmesini yanlış ve hatalı buluyordu. Bunlar üzerinde durulmamasını, düşünülüp taşınılmamasını, ideal Müslüman ve ideal toplumun nasıl olması gerektiği gibi konuların hiç gündemde olmamasını büyük bir hata ve eksiklik olarak görüyordu.

GAZZÂLÎ’NİN EĞİTİM HAYATI

İmâm Gazâlî, özellikle İslâm dünyasında hem geleneksel İslami ilimlerin, hem de felsefi ilimlerin zirveye ulaştığı bir dönemde dünyaya gelmişti (1058). İslamiyet, Gazâlî’den yaklaşık dört yüz elli yıl önce doğmuş, gelişmiş, onun dönemine kadar İslami ilimlerde çok önemli bir bilgi birikimi oluşmuştu. İlmi, fikri ve felsefi açıdan çok canlı bir ortamda yetişen Gazâlî de, hem fıkıh, kelâm, usûl, tasavvuf, mantık, tefsir ve hadis gibi geleneksel İslami ilimlerde, hem de o zaman çok rağbet gören felsefe alanında çok iyi yetişmiş, mükemmel bir hoca, çok saygın bir âlim olabilmiştir. O, sadece zamanının mevcut ilimlerini elde etmekle, eski bilgileri tekrarlamakla ve özetlemekle yetinmemiş, ufuk açıcı ve ilginç görüşleriyle de dikkatleri üzerine çekmiştir. Kendisi, dehâ seviyesinde çok zeki biriydi. Bu yüzden de iyi ve en mükemmel şekilde yetişebilmesi için ortam, kurum, üstat, hoca bulmakta da hiç zorlanmadı.

Küçük yaşta babası ölen ve öksüz kalan Gazzâlî, Tus’ta başladığı öğrenimini Cürcan ve Nişâbur’da sürdürdü. Nîşâbur’a gitmeden önceki en az on iki yıllık öğrenimi süresince de başta fıkıh olmak üzere, hadis, akaid, gramer gibi geleneksel ilimlerde bir hayli yetişmişti. Gazzâlî, Nişâbur’da, dönemin ünlü bilginlerinden İmâm’ul Harameyn Abdulmelik Cüveynî’nin (ö: 1085) öğrencisi oldu. Zamanının en büyük âlimlerinden biri olan Abdulmelik İmam’ul-Harameyn Cüveynî ile yollarının kesişmesi, çok genç yaşta onun çevresinde oluşmuş ilim, irfan ve tartışma ortamına girebilmesi, böylelikle her türlü ilimi öğrenebilme ve elde edebilme imkânını ve fırsatını yakalayabilmesi onun için çok büyük şans olmuştu. Böylece başta usûl ilimleri, fıkıh, cedel, mantık, kelâm ve felsefe olmak üzere aradığı ve ihtiyacı olan tüm ilimleri okutacak hoca ve eğitim kurumları arayıp bulabilmek için şehir şehir, ülke ülke dolaşarak vakit kaybetmek zorunda kalmadı. Bu fırsatın önemini, değerini çok iyi kavrayan Gazâlî, hocası ölünceye kadar (1085) beş yıl boyunca onun yanından hiç ayrılmadı.

Gazali, hocasının denetimi, gözetimi altında ve refakatinde, o zamanlar geçerli olan, neredeyse bütün önemli ilimlerin öğretim programlarını tamamlayabildi. Bu ilimleri en ince noktalarına kadar okuyup anlayarak şahsında toplayabildi, olgunluk seviyesine ve zirveye ulaştı. Artık bu ilimlerin her birinde bir uzman gibi konuşabiliyor, yazabiliyor, aktif olarak tartışmalara katılabiliyor, sözlerine de önem ve değer veriliyordu. Hocasının refakatinde diğer üst düzey öğrencilere ders verme ve öğretme zevkine de ulaşabildi. O zamanın bütün geçerli ilimlerini şahsında toplayarak âdeta İslami ilimlerin canlı bir ansiklopedisi olmuştu.

Cüveynî, kelâmda, usul ilimlerinde, mantıkta, felsefede, cedelde ve fıkıhta zamanının en büyük imamlarındandı. Gazâlî onun da yardımıyla bütün bu alanlardaki ilim sahiplerinin fikir ve görüşlerini çok iyi kavradı. Özgün ve özgür, eleştirel bir zihniyete, aklî ve naklî delillere dayanan bir düşünce sistemine ve felsefî nosyona da sahip olan İmâm’ul-Harameyn’in, Gazâlî’nin dört başı mamur bir şekilde yetişmesinde çok önemli katkıları oldu. Gazzâlî, gayet sıkı geçen eğitim, öğrenim süreci boyunca başta Şâfiî fıkhı, hukuk ekolleri arasındaki tartışma teknikleri (hilâf), cedel, akaidle fıkhın kaynakları ve mantık alanlarında parlak bir âlim olarak yetişti. Ayrıca kelam, hikmet ve felsefe okumuş, bütün bu disiplinlerde sağlam bir formasyon kazandı. Kısa zamanda bütün arkadaşlarını geride bırakarak, eğitim ve öğretim faaliyetlerinde hocasına yardım edebilecek ve eser telif edebilecek düzeye ulaştı (Sübkî, Tabakât, IV, 103, 107).

GAZÂLÎ’NİN İLK MÜDERRİSLİK DÖNEMİ (1091-1095)

Hocası öldüğünde henüz yirmisekiz yaşlarında olan Gazâlî, ilmi müktesebatı ve üstün özellikleriyle herkesin dikkatlerini üzerinde toplamayı başarabildi. Selçukluların Başveziri Nizâm’ul-Mülk’ün davetiyle, onun Nişabur’un dışındaki, büyük âlimlerin, din büyüklerinin ve edebiyatçıların buluşma yeri durumundaki karargâhına (Muasker-Bilat) o da dâhil oldu. Gazâlî, bu ortamda geçirdiği altı yıllık dönem içerisinde, bu entelektüel çevreden, çok iyi yetişmiş ilim, fikir ve edebiyat adamlarından çok yararlandı, eski birikimlerinin üzerine çok daha fazla şeyler ekleyebildi. Yaptığı ilmî müzakereler ve girdiği bilimsel tartışmalarla üstünlüğünü, ilmi başarılarını, sıra dışı ve çizgi üstü bir âlim olduğunu ortaya koyabildi; ününe ün katma imkânlarına sahip oldu. Nizâm’ul-Mülk tarafından, Temmuz 1091’de Bağdat Nizâmiye Medresesi Baş müderrisliğine tayin edildi. Burada üç yüz civarında, günümüz deyimiyle lisans ve lisansüstü düzeyinde sayılabilecek öğrencilere ders veriyordu. Öte yandan Bağdat, o yıllarda çok sayıda nitelikli ve farklı görüşlere sahip ilim adamlarıyla dolu büyük bir şehirdi. Gazâlî’nin derslerine, ayrıca bunlardan da üç yüz civarında sarıklı âlim devam ediyordu (Süleyman Dünya, Tehâfut’ul-Felâsife Mukaddimesi, Kahire, 1966, s. 49). Böylece ‘Daha önce Horasan’ın imamı iken, şimdi Irak’ın da imamı olmuştu’ (Sübkî, IV, 107). Gazzâlî, buradaki çalışmaları sırasında dindarlığı ve faziletiyle tanınan Halife Muktedî-Biemrillâh’ın da ilgi ve desteğine mazhar olmuştu (Abdülemîr el-A’sem, s. 36, 37-38).

Bu müderrisliği döneminde bir yandan idarecilerin himayesi, diğer yandan da bütün âlimlerin ve fakihlerin gözleri ve dikkatleri onun üzerine yönelmişti (Bkz. Âdil el Avva, el-İktisad f’il-İtikad Mukaddimesi, Beyrut, 1969, 8, 12-13). Neredeyse herkes, direkt veya dolaylı yollardan Gazâlî’yi izliyor ve gözlüyordu. Bağdat gibi bir yerde, herkesin gözünün önünde ve gözetimi altında olmak, bu kadar büyük bir kitleye ders verebilmek, ihtilaflı konulara çözümler araştırıp, çareler üretmeye çalışmak zorundaydı. Gazali, konulara eleştirel bir yöntemle yaklaşmayı, geleneksel bilgileri ve inançları da tekrar tekrar sorgulayıp, denetim süzgecinden geçirmeyi yöntem olarak benimsemişti. O, diriltici, uyarıcı, canlandırıcı, işin özüne ve ruhuna inmeye çalışan, farklı yorumlarıyla öne çıkan sıra dışı bir ilim, fikir ve düşünce adamıydı. Onun gibi birinin çok sayıda düşman ve rakiplerinin olması da kaçınılmazdı. Ne kadar büyük ilim ve deha sahibi olursa olsun, herkesin bu kadar çok sorunla tek başına mücadele edebilmesi kolay bir iş değildir. Ayrıca herkes, ona karşı dostça ve olumlu bir tavır ve tutum da sergilemiyordu. Kendisine dostça yaklaşan çok büyük bir dost ve hayran kitlesinin yanında, dini, fikri, felsefi, sosyal, siyasi vb. gibi nedenlerle dost kitlesinden belki de kat kat fazla bir muhalif kitleyle de karşı karşıya kalmıştı. Aslında bu normal sayılabilecek sosyal ve doğal bir durumdur.

Gazali bir yandan eğitim ve öğretim faaliyetleriyle uğraşırken diğer yandan da telif ve tasnif faaliyetlerini de sürdürüyordu. Gazzâlî’nin Bağdat Nizâmiye Medresesi’ndeki bu dört yıllık müderrislik dönemi, kaynaklarda aynı zamanda onun kitap telifi bakımından da en verimli devresi olarak gösterilir (Sübkî, IV, 107, Zebîdî, İhyâ Şerhi, Âdil Nuveyhid, Cevâhir’il-Kur’an’a Giriş, Beyrut, 1978). Gazzali çalışmalarını, inceleme ve araştırmalarını öncelikle ve özellikle felsefe ve Bâtınilik üzerine yoğunlaştırmıştı. Görev ve sorumluluk bilincine sahip bir bilim adamı olarak, kendisini buna mecbur hissetmişti. Çünkü bu dönem, bir yandan İslami ilimlerin ve İslami düşüncenin durağanlaştığı, üretkenliğini kaybettiği, dinin özünün, ruhunun idealizminin, enerjisinin söndüğü, diğer yandan da felsefe, Batınilik, eski dinler ve inançlar gibi İslam’a rakip ve düşman unsurların meydan okumalarıyla karşı karşıya kaldığı, sapıklıkların, sapkınlıkların, siyasi istikrarsızlıkların, bilgi kirliliğinin zirve yaptığı bir dönemdi. Yanlış, sapık ve sakat inanç ve anlayışlar ve geleneksel tutuculuk toplumu iyice birbirinden ayırmış, bölmüş, parçalamış ve birbirine düşman haline getirmişti. Gazali, bunların hepsine karşı olağanüstü bir mücadeleye girişti. Hepsini en ince noktalarına kadar tanıdıktan, anladıktan ve öğrendikten sonra bunların yanlışlarını ortaya koymaya, hatalarını düzeltmelerini sağlamaya çalıştı. Yaklaşık iki yıl süren bu incelemeleri sonucunda, Meşşâî-İşrâkî felsefeyi bütün yönleriyle derinden kavradı. Onların yanlış bulduğu fikir ve görüşlerini yine kendi yazdıklarıyla eleştirip, çürüttü. Bunun ardından da bir yıl boyunca genel felsefe üzerinde yeniden yoğunlaşıp, derinleşti. Eski ve yeni bilgilerini yeniden gözden geçirerek, yaptığı değerlendirmelerle filozofların doğru ve yanlış görüş ve düşüncelerini şüpheye yer bırakmayacak şekilde tespit edip, ortaya koydu.

Gazâlî’nin Bağdat’ta Nizâmiye Medresesinde ders vermeye başladığı dönem, anarşi, terör, kaosun, sosyal, siyasi, ekonomik, ilmi, fikri, dini her türlü iç kavga ve kargaşaların, bilgi kirliliğinin, hurafelerin alabildiğine yaygınlaştığı ve her tarafı kapladığı karanlık bir dönemdi. Gizli Bâtınîlik örgütleri her yere yayılmış, Hasan Sabbah’ın Haşhaşi teröristleri her yerde kol geziyor, dehşet saçıyor, korku ve endişe rüzgârları estiriyordu. En üst düzey devlet adamlarına bile rahatlıkla suikastlar düzenleyip, istediklerini öldürebiliyorlardı. Kendisindeki sorumluluk duygusu, İslami şuur ve görev bilinci gereği Gazâlî, bu büyük tehlikelere karşı ilgisiz kalamaz, vurdumduymaz olamazdı. Her zamanki bilimsel yöntemi gereğince, Bâtınîliğin tenkidine, halkı bunlara karşı uyarma faaliyetlerine girişmeden önce, bu akımı da her yönüyle iyice inceledi, araştırdı, irdeledi, düşünce ve ilkeleri üzerinde iyice yoğunlaştı. Ondan sonra da bunlar hakkında arka arkaya kitaplar yazmaya başladı. Eserlerinde bir yandan bunların bütün fikir ve görüşlerini, eylemlerini eleştirirken, diğer yandan da Batınılik hakkında, onları tanımak ve tanıtmak için çok geniş ve detaylı bilgilere de yer veriyordu. Hatta zamanın bazı âlimleri, eleştirmek amacıyla da olsa, onlar hakkında bu kadar geniş bilgiler vermesini, onların görüşlerini tekrarlamasını, Bâtınîler’in işine yarayacağı düşüncesiyle kıyasıya eleştiriyorlardı. Gazâlî ise, bir düşünce ve inancı yeterince tanımadan, onun hakkında tam ve tarafsız bir bilgi sahibi olmadan, körü körüne eleştirmenin bir anlamının olamayacağını, bunun kendi ilim anlayışıyla da bağdaşmadığını savunuyor (el-Münḳıẕ, s. 33-34) kendisine yöneltilen bu tür eleştirileri dikkate almıyordu.

Haklarında yazdığı kitaplarından dolayı, Gazâlî de kısa zamanda Bâtınîler’in ölüm listesinin başlarındaki yerini aldı. Gazâlî’yi ilk defa Bağdat’taki Nizâmiye Medresesine tayin eden Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk de, daha sonraki inziva döneminin ardından Nişâbur’daki Nizâmiye Merdesesine ikinci defa tayin eden onun oğlu Vezir Fahrülmülk de bu tayinlerinin üzerinden fazla bir zaman geçmeden Bâtınîler tarafından şehit edilmişlerdi. Bu büyük suikastlar, aynı zamanda Gazâlî’ye de bir tür tehdit ve gözdağı niteliği taşıyordu. Kendisini bu gibi ve daha başka yollarla tehdit etmekten ve gözdağı vermekten hiç geri kalmayan Batınîler, belki de ona karşı girişecekleri bir suikastın kendilerine faydadan çok zarar getireceğini, aleyhlerine olabileceğini düşündükleri için, onu suikastla öldürmeye cüret ve cesaret edemediler. Suikastlarını daha çok siyâsîlere yöneltip, devlet adamlarını öldürmeye öncelik verdiler.

Öte yandan Gazâlî ve o dönemde yaşayan Müslümanlar için tek sorun Batınîler de değildi. Selçuklu İmparatorluğunun en üst yönetimindeki siyasi ihtilaflar, iç savaş ve kavgalar, toplumsal kargaşalar, dini, felsefi ve mezhep çatışmaları had safhaya ulaşmıştı. İslam âleminin her yerinde siyasi istikrar iyice bozulmuş, üstelik gittikçe daha da bozuluyordu. Gazâlî’yi Bağdat Nizâmiye Medresesine müderris tayin eden Nizâmülmülk (1018-1092) ile Melikşah’ın eşi Terken Hatun’un arası açılmıştı. Çünkü Terken Hatun, o sırada henüz daha dört yaşında olan oğlu Mahmud’u, padişahın büyük oğlu Berkyaruk’un yerine veliaht tayin ettirmek istiyordu. Bu yüzden de Melikşah’ı, sürekli buna razı olmayan Nizâm’ul-Mülk aleyhine kışkırtıyordu. Başka bazı nedenlerin de etkisiyle Melikşah ile Nizâmülmülk arasındaki huzursuzluklar ve uyuşmazlıklar had safhaya ulaştı. Hatta Başkent İsfahan’dan Bağdat’a gitmek üzere yola çıkan Sultan Melikşah, Nizâm’ul-Mülk’ü yanına almamıştı. Sultan’ın ardından yola çıkan Nizâm’ul-Mülk, yolda Hasan Sabbah’ın fedâîleri tarafından şehit edildi (1092). Bir ay kadar sonra da Melikşah hayatını kaybetti. Önce Nizâm’ul-Mülk’ün şehit edilmesi, ardından da dönemin hükümdârı Sultan Melikşah’ın şüpheli bir şekilde (büyük bir ihtimalle zehirlenerek) öldürülmesi siyasi istikrarı tamamen alt üst etti. Terken Hatun’un beş yaşındaki oğlu Mahmud’u Sultan ilan ettirmesiyle imparatorluk içinde iç savaşların ve taht kavgalarının da fitili ateşlenmiş oldu. Toplum içinde birbirine rakip ve düşman birçok cephelerin oluşması, kardeş ve taht kavgaları toplumu tamamen altüst etti. Bu arda eski Vezir Nizâm’ul-Mülk taraftarları, Melik Şah’ın büyük oğlu Berkyâruk’u Rey’e kaçırarak orada Sultan ilan ettiler.

Devlet idaresindeki bu kargaşa ve çatışmalar yüzünden bütün toplumun, özellikle Bağdat’ta yaşayan halkın güvenliği ve dengesi alt üst olup, iyice bozuldu. Gazali’yi Bağdat Nizâmiye Medresesine hoca olarak atayan, Medresenin kurucusu Nizâm’ul-Mülk’ün Bâtınî fedâîleri tarafından şehit edilmesiyle Gazâlî, hem Medresenin kurucusu büyük bir devlet adamını, hem de en önemli hamisini yitirmişti. Üstelik bu ölüm, doğal veya savaşta da meydana gelmemiş, gizli bir teşkilatın suikastı sonucu olmuştu. Bu herkes için endişe verici, üzücü, düşündürücü ve tasalandırıcı bir durumdu. Halkın içinde yaşayan ve devletin ileri gelenleriyle sıkı ilişkileri bulunan Gazâlî de bu olumsuz gelişmelerden çok etkilenmiş, zihnen, ruhen ve bedenen bir hayli yıpranmıştı. Nitekim Terken Hatun, Halife Muktedî’den oğlu Mahmud adına hutbe okutmasını istediğinde Gazzâlî, çocuğun yaşının küçüklüğünden dolayı sultan olamayacağına dair bir fetva da vermişti. Fakat Terken Hatun, Gazali’nin ve halifenin itirazlarına rağmen bazı şartlarla Mahmud adına hutbe okutmayı başardı (25 Kasım 1092). Taraflar arasındaki çatışmalar ve savaşlar şiddetlenerek devam ederken, on dört yaşındaki Berkyaruk da Abbasî Halifesi Muktedir tarafından sultan ilan edildi ve Rükneddin lakabı verilerek adına hutbe okundu (Ocak, Şubat, 1094). Berkyaruk’a karşı pek çok savaşlar yapan Terken Hatun, Eylül veya Ekim 1094’de öldü. Hemen ardından oğlu Mahmud da çiçek hastalığından vefat etti (Ekim veya Kasım 1094) (Nesimi Yazıcı, İlk Türk İslam Devletleri, Diyanet Vakfı, 2002, s. 227, 228, 229, 230; B. Laurusse, III/1546).

Böylesine aşırı gerilimli bir ortamda Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’nde göreve başlayan Gazâlî’ye burada huzur ve rahat vermeyenler çok fazlaydı. Çünkü üstün nitelikleri, bilgisi ve dehası yüzünden, bütün âlimlerin, fakihlerin, filozofların, batınilerin, siyâsîlerin, idârecilerin, hatta tüm halkın bütün dikkatleri, bakışları, gözleri, kulakları ona çevrilmiş, Bağdat’ta, hatta bütün İslam dünyasında çok önemli bir figür haline gelmişti. Ondan iyi niyetle çok şeyler bekleyenler, büyük ümitler besleyenler olduğu gibi, kendisinden korkup, çekindikleri için onu hedef tahtasına koyan, bir an önce kurtulabilmenin hesaplarını yapan, çok büyük bir düşman kitlesi de vardı. Onun böyle bir niyeti olmasa bile, kendilerine karşı cephe alıp, harekete geçebileceğinden, oyunlarını, tezgâhlarını, düzenlerini bozabileceğinden, halkı, toplumu uyandırıp şuurlandırarak kendilerine karşı kışkırtabileceğinden endişe edenler sayılamayacak kadar çoktu. Düşmanları birbiriyle iş birliği halinde, her türlü ihtimâli de göz önünde bulundurarak, ona karşı önlemler planlıyorlar, politikalar geliştiriyorlardı. Bütün olup bitenlerin farkında olan Gazzali ise sürekli teyakkuz hâlindeydi ve yapıp, ettiklerine, söylediklerine çok dikkat etmesi gerekiyordu. Çünkü ne dediği, ne diyeceği, ne yaptığı, ne yapacağı, ne tür ve nasıl bir mesaj vereceği hep gözetim ve denetim altında tutuluyor, sürekli tehditlere muhatap oluyordu.

BUNALIM VE İNZİVÂ DÖNEMİ (1095-1106)

El-Münkız adlı eserinde de belirttiği (s. 2) üzere Gazali, fıtratında ve tabiatın şüphecilik bulunan, daha gençlik dönemlerinden itibaren gerçeği arama iştiyakıyla yanıp tutuşan, bilimsel şüpheciliği kendisine yöntem edinmiş entelektüel bir ilim adamıydı. O, öyle her duyduğuna, her okuduğuna, aklı yatmadan hemen inanan biri değildi. İlmî başarı ve şöhretinin muhtemelen üzerini belli bir süre kapattığı bu şüphecilik temayülü, dört yıllık müderrislik döneminin sonlarına doğru, biraz da tasavvufta da derinleştikçe kendisini derinden hissettirmeye ve onu biraz daha fazla etkilemeye başladı. Gazâlî kendisini daha fazla okumaya, araştırmaya, incelemeye verdikçe, o eski şüpheci, eleştirel, cüretkâr zihniyeti de güçleniyor, hala kendisini bağlı ve her şeye rağmen de güçlü hissettiği o eski taklidi bağlarından da düşüncelerini kurtarmaya ve özgürlüğe kavuşturmaya çalışıyordu. Bu durum onu, her gördüğünden, okuduğundan, duyduğundan, bildiklerinden, halinden, durumundan, hatta inanarak söylediği şeylerden bile şüphelenmeye kadar götürdü. Onun şüpheleri sadece metafizik ve bilgi problemleriyle ilgili de değildi. Ayrıca fert, toplum, devlet ve millet olarak, inanç, ibadet, ahlak ve yaşayış açısından da İslam’ın iyi ve doğru biçimde yaşanıp yaşanmadığını sorgulmaya, hem kendisini, hem toplumu, hem de siyasileri her açıdan sürekli ölçüp tartmaya, kendince hesaba çekmeye başladı. Bizzat kendisini kontrol edip, değişik açılardan hesaba çektiğinde hiç de arzu ettiği ve iç açıcı bir durumla karşılaşmadı. Kendisinin de dünyaya aşırı bağlanmış, servet, zenginlik, şan, şöhret ve mevki ve makamların zirvesine tırmanmış, fakat pek çok hatalar ve kusurlar içinde kıvranan ve boğulan biri gibi görmeye başladı. Faaliyetlerin en güzeli olan eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunmasına ve çalışmasına rağmen iç dünyasının ve durumunun hiç de olması gerektiği gibi olmadığı kanaatine vardı. Esas uğraşılması gereken, Allah katında makbul olan, dinine, dünyasına, ahiretine, insanlığa faydalı olacak ilimler yerine, boş, yararsız, gereksiz, hatta zararlı ilimlere yönelmiş olabileceğini düşündü. Bunların kendi üzerinde yeterince üstün ahlak, fazilet, karakter, yaşayış inşasına yaramadığı, bunun da onun eğitim, öğretimdeki esas niyetinin sırf Allah rızâsı değil de daha çok mevki, makam, mal, mülk, şan, şöhret arzusu olduğunu gösterdiği şüphesi içerisine düştü (El-Münḳıẕ, s. 46).

Gazzâlî’nin, Bağdat Nizâmiye Medresesi’ndeki, şöhreti ve saygınlığı neredeyse uluların, emirlerin ve hilâfet merkezinin ününü bile gölgede bırakmıştı (Sübkî, IV, 107). Onun kelâm, felsefe, bâtınîlik ve tasavvuf gibi birbirinden çok farklı, hatta zıt alanlardaki çok yönlü, çok büyük zihni, fikri, bedeni, büyük çaba, gayret, emek gerektiren çalışmaları, üstesinden kolay gelinebilecek işlerden değildi. Üstelik toplumsal, siyasal, sosyal, ahlaki ve kişisel bunalımlar, ister istemez onun fikir, ruh, düşünce ve zihin dünyasında da dalgalanmalara yol açıyordu. Dışarıdan bakıldığında son derece başarılı ve mutlu görünen hayatı, gün geçtikçe onun iç dünyasında için için büyüyen şüphelere, fikrî buhranlara, bunalımlara yol açmaya, ruhsal durumunu altüst etmeye başladı. Bu yüksek gerilimli ortam, kendisine yöneltilen haklı ve haksız suçlamalar, isnat, iftiralar, maksatlı soru ve yorumlar, onu bedenen, ruhen ve zihnen çok yoruyordu. İçine düştüğü şüphe ve tereddütler de onu şüphe krizlerine, psikolojik depresyonlara sokacak, fizyolojik rahatsızlıklara neden olup ders vermekten alıkoyacak, hatta sonunda her şeyi bırakıp Bağdat’tan ayrılmaya niyetlendirecek kadar sarstı. Gazali, kendisini bunalıma sürükleyen sebepleri ve gelişmeleri şöyle anlatır:

“İnsanlar, dinler, mezhepler ve şerîatler konusunda o kadar büyük ihtilaf halindeydiler ki, bu ihtilâflar tıpkı derin bir denize benziyordu. Oraya dalan boğuluyor ve pek az kurtulan olabiliyordu. Ben de erginliğe erdikten sonra, doğruyu yanlıştan ayırabilmem için her karanlığa girdim, her zorluğa saldırdım, her tehlikeye atladım. Her mezhebin sırrını ve her fırkanın inancını araştırmaya koyuldum. Ve böylece taklidî bağlantılar çözüldü, geleneksel inançlar yıkıldı.” (Süleyman Dünya, a.g.e, s. 50; Gazâlî, Ebu Hamid, el-Munkız Min’ed-Dalâl, tah. Cemil Saliba ve Kamil Iyâd, s.66 vd.)

“Dünya arzularının çekiciliği ve âhiretin çağırıcılığı arasında altı ay gittim geldim. Bu hâdise Hicrî Recep 488’de (Miladi, Temmuz 1095) başlamıştı. Artık Allah dilimi kilitlemişti, okutmaktan tamamen alıkonmuştum. Derse gelenlerin gönüllerini hoş tutmak için bir gün olsun ders vermeye kendimi zorluyordum ama dilim bir kelime bile söyleyemiyordu. Buna bile yetecek gücüm kalmamıştı. Daha sonra dildeki bu tutukluk, kalpte de bir üzüntü meydana getirdi. Bu durum, hazım gücünü, yemeyi ve içmeyi de yok etti. Suyu dahi yutamaz, lokmayı hazmedemez olmuştum. O kadar kötü bir duruma düşmüştüm ki, uyguladıkları ilaçlı tedavilerin sonuç vermediğini gören doktorlar bile tedaviden umutlarını kestiler. Takatten tamamen kesilmiş bir hâlde, çaresiz kalarak Allah’a sığındım. Çünkü ancak O, çaresiz kalanlara cevap verebilirdi. Bu yüzden benim hâlime de ancak O bir cevap verebilirdi. Nitekim verdi de. Maldan, mevkiden, çocuklardan (bu sırada Gazâlî’nin üç kızı varmış) ve dostlardan yüz çevirmeyi gönlüme kolaylaştırdı.” (Gazâlî, el-Munkız, 47, 64).

Gazali, kendisini harap edercesine, yiyip bitirircesine, var gücüyle çalıştığı, çok büyük bir fedakârlıkla sürdürdüğü bu ağır, hızlı tempolu ve yoğun eğitim, öğretim, fikir, düşünce faaliyetlerine ancak dört yıl dayanabildi. Altı ay kadar ününü ve mevkiini terk etmeye razı olmayan nefsiyle mücadele ettikten sonra, her şeyi bırakıp Bağdat’ı terk etti. Hekimler de zaten kendisine bu müzmin hastalıktan kurtulabilmesi için seyahat etmeyi tavsiye etmişlerdi. Bunun üzerine Gazâlî, eğitim ve öğretim faaliyetlerini terk ederek, ailesine yetecek miktardan fazla olan bütün malını muhtaçlara dağıttıktan sonra, 1095’de hac niyetiyle Bağdat’tan ayrıldı. On bir yıl boyunca da izini kaybettirdi. Gazzâlî, tam on bir yıl süren uzun bir inziva dönemine girdi. İzini kaybettirmek için de sürekli İslam dünyasının Şam, Kudüs, Mekke, Medine, el-Halil, Kâhire, İskenderiye, Tûs, Horasan, Hemedan gibi çok farklı yerlerini gezip dolaştı.

Bu dönem, onun inziva dönemi olarak nitelense de asla boş bir avarelik dönemi olmamıştır. O bu dönemde, sürekli Müslümanların dertleriyle dertlendi, müzmin sorunlarına çareler aradı. Müslümanların dertleri, sorunları, durumları ile ilgili inceleme ve araştırmalarda bulundu. Gece gündüz, ilim, irfan, telif, yazı, fikir, zikir, tefekkür, tezekkür, riyazet, nefsini terbiye, ahlâkını güzelleştirme, kalbini arındırma, nefis tezkiyesi, riyâzet ve mücâhede, murakabe müşahede kendince daha önemli ve gerekli gördüğü faaliyetler üzerine yoğunlaştı. Bu dönem, onun kendi tabiriyle ‘saymakla bitirilemeyecek durumları’ keşfetme imkânını bulabildiği bir dönem oldu.

Gazzâlî, baş eseri olan İḥyâʾü Ulûmi’d-Dîn başta olmak üzere, en önemli eserlerini de bu inziva döneminde yazdı. Bu dönemde de Bâtınîlik fitnesiyle özel olarak ve önemle ilgilenmeye devam etti. Söz konusu cereyanı tenkit etmek için önce el-Müstaẓhirî’ adlı eserini, daha sonra da Ḥüccetü’l-Hakk, Mufassılü’l-Hilâf, ed-Dürc, el-Ḳısṭâsü’l-Müstaḳîm ve Dört Mesele adlı eserlerini yazdı. Farklı şehirlerde yazdığı, yıllarını alan bu eserleriyle Müslüman ülke ve toplumların içinde bunaldıkları sorunları aşma ve çözme çabalarına katkıda bulunmaya çalıştı. Bâtınîlik’le ilgili bu eserleri yanında el-Maḳṣadü’l-Esnâ fî Şerḥi Esmâ’illâhi’l-Hüsnâ, Bidâyetü’l-Hidâye, el-Vecîz, Cevâhirü’l-Ḳur’ân, el-Erba’în fî Uṣûli’d-Dîn, el-Maḍnûn bih alâ Ğayri Ehlihi, el-Maḍnûnü’s-Sağîr, Faysalü’t-Tefriḳa, el-Ḳānûnü’l-Küllî fi’t-Te’vîl (Ḳânûnü’t Te’vîl), Kimyâ-yı Sa’âdet, Eyyühe’l-Veled de bu dönemde kaleme aldığı eserlerdendir.

Gazzâlî’nin, Bağdat’tan ayrılma sebepleri arasında, zamanın karışık durumunun, Selçuklu devlet adamlarının kendisini aralarındaki anlaşmazlıkların içine çekme çabalarının, büyük bir mücadele içerisine girdiği ve düşmanlıklarını kazandığı Bâtınîlerin tehditlerinin, hatta kendisine yönelik suikast endişesinin de etkili olduğu bazı araştırmacalarca ileri sürülür. Yaşadığı dönemdeki olumsuz olayların, gelişmelerin Gazali’de de çok büyük hayal kırıklıklarına yol açması ve dolayısıyla Bağdat’ı terk etme kararını kesinleştirmesinde belli ölçüde etkili olması uzak bir ihtimal değildir. Fakat yine de bunların esas etken olduğunu söyleyebilmek zordur. Bâtınî terörü o, 1095’te Bağdat’ı terk etmeden önce mevcut olduğu gibi, tekrar meydana çıktığı ve Bağdat’a geldiği 1105’ten sonra da, hem de çok daha ciddi boyutlarda devam ediyordu. Gazali’nin Bağdat’tan ayrıldıktan sonra tuttuğu yol, tasavvufî hal ve şartlar içinde yaşamaya yönelmesi, bunu on yıldan fazla sürdürmesi, bu ayrılışın esas sebebinin kendisinin de el-Münḳıẕ’da belirttiği epistemolojik ve ahlâkî sebeplere ve şüphelere dayandığını kanıtlayıcı niteliktedir (Watt, Müslüman Aydın, s. 105-108; EI [İng.], III, 146; Jabre, MIDEO, I [1954], s. 89 vd.; 90, dipnot 2).

Esasen Gazzâlî’nin inzivâ döneminde telif ettiği İḥyâ’ü Ulûmi’d-Dîn üzerine yapılacak dikkatli bir inceleme, onun yaşadığı krizin derinliklerinde ve Bağdat’ı terk etme kararının temelinde, İslâm insanının ve toplumunun içine düştüğü dinî ve ahlâkî yozlaşmadan, bunun bir sonucu olarak siyasî istikrarsızlık ve çalkantılardan duyulan huzursuzluk ve acıların çok önemli etken olduğu görülecektir. Bu olumsuz gelişmelerin arkasındaki dini, psikolojik, sosyal, siyasi vb. sebepleri tespit etmeyi ve kendisinin sıkça kullandığı tabirle tedavi yollarını göstermeyi kendisine görev edinmiştir. En önemli ve en büyük eserine İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn adını vermesinden, bu eserin üslûbu ve muhtevası bütünüyle dikkatle incelendiğinde, onun Müslümanların her alanda topyekûn bir ıslaha gitmek zorunda oldukları düşüncesinde bulunduğu net bir biçimde anlaşılabilecektir.

İKİNCİ ÖĞRETİM DÖNEMİ (1106-1109)

İslam âleminde çok değişik yerleri geçip dolaştıktan sonra Gazzali, 1105’te tekrar Bağdat’a ailesinin yanına döndü. Dönemin Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer’in Veziri ve Nizâmülmülk’ün oğlu olan Fahrülmülk, Gazzâlî’yi Nîşâbur Nizâmiye Medresesi’ne dönmeye ikna etti (Sübkî, IV, 107). Gazzâlî, Temmuz 1106’da Nîşâbur’a döndü ve buradaki Nizâmiye Medresesi’nde ikinci resmi eğitim, öğretim görevine başladı. Dini, sosyal, siyasî, ilmi şartların, hala halkı Hakka davet etmeye elverişli olmadığı kanaatinde olduğu için, gözlerden uzak yaşama arzusunda olsa da, ısrarlı davetler üzerine tekrar eğitim ve öğretim hayatına döner. Bu karara varırken, İslâm ümmetinin mânevî hastalıklara müptelâ olduğu ve helâke doğru gittiği bir dönemde uzlete devam etmesinin doğru olup olmadığı hususunda bir nefis muhasebesi yapmış, kalp ve müşâhede erbabından bir grup zevat ile de istişarelerde bulunmuştur. Bütün bunların sonucunda Sultan’ın ve üst düzey devlet adamlarının ısrarlı davetlerini reddetmenin nezaketsizlik olacağını düşünerek uzleti terk etme yönünde onlarla görüş birliğine varmış ve yeniden ilim öğretme yoluna koyulmuştur. İslam dünyasında siyasi, sosyal, dini istikrar bu dönemde de sağlanamamış; Gazali’nin göreve başlamasının üzerinden bir yıl bile geçmeden Vezir Fahrülmülk de babası Nizâmülmülk gibi Nişabur’da Hasan Sabbah’ın fedâîleri tarafından şehit edilmiştir. Gazali, bu dönemde de boş durmamış, el-Münkız mined’Dalâl, Tehâfüt’ül’ Felâsife gibi çok önemli eserlerini kaleme almıştır.

Gazzâlî’nin bu ikinci öğretim döneminin de pek mutlu, zevkli ve hareketli geçmediği anlaşılmaktadır. Aradığı ve özlemini duyduğu huzur, sükûnu yine bulamamış, muhtemelen sağlık durumu da hocalık faaliyetlerini sürdürmesini zorlaştıracak ölçüde bozulduğu için, üç yıl kadar sürdürdüğü bu resmî görevini bir kez daha bırakıp Tûs’a dönmüştür (1109). Eğitim ve öğretim faaliyetlerine tekrar ara veren Gazzâlî, memleketi Tûs’a döndükten sonra dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş, kendisini tekrar ibâdet ve taate, okuyup yazmaya, riyazete, bedenî (tasavvufî) ibâdetlere vermiş, huzuru tasavvufi bir hayatta bulmaya çalışmıştır. Evinin yanına fukaha için bir medrese, sûfiyye için de bir hankah yaptıran Gazzâlî, ömrünün son demlerini ders okutmak, gönül ehlinin sohbetlerine katılmak ve eser yazmakla geçirmiş, telif çalışmalarını da aralıksız sürdürmüştür (Sübkî, IV, 105, 109). Ğâyetü’l-Ğavr, el-Mustaṣfâ min İlmi’l-Usûl, el-İmlâ alâ İşkâlâti’l-İhyâ, ed-Dürretü’l-Fâhire, İlcâmü’l-Avâm an İlmi’l-Kelâm, Minhâcü’l-Âbidîn gibi eserleri de bu yılların ürünüdür. Bu dönemde hadis ilmiyle uğraşmaya daha fazla ağırlık vermiştir. Gazzâlî, henüz elliüç yaşındayken, 14 Cemâziyelâhir 505 (18 Aralık 1111) tarihinde Tûs’ta vefat etmiştir.

İMÂM GAZÂLÎ’NİN İLMİ SEVİYESİ

Bazıları onu, pek çok ilimde aşılmaz zirve kabul edildilmesi ve ansiklopedik bilgi sahibi olması nedeniyle de eleştirmeye kalkmışlardır. Onu, pek çok alanla uğraşmak yerine, tek bir alanda uzmanlaşmadığı için, İslâm âleminde bilimde uzmanlaşmaya ve derinleşmeye engel olmakla, kendinden sonra gelenlere kötü örnek olmakla, uzmanlaşmanın önünü kesmekle suçlamışlardır. Sonraki dönemde yetişen ilim adamlarının da belli konularda ve alanlarda uzmanlaşmak ve derinleşmek yerine, ona özenerek her şeyden bir şeyler bilen, canlı bir ansiklopedi olmayı tercih ettiklerini öne sürmüşlerdir. Bu pek de doğru bir tespit değildir. Ayrıca Gazâlî hiç kimseden ve hiçbir zaman böyle bir şey istememiş ve kendi yaptığını da savunmamıştır. Dolayısıyla İslam âlemindeki ve Müslümanlardaki uzmanlaşma ve derinleşme eksikliğinin sebebi de, sorumlusu da Gazâlî olamaz. Bunun sorumluları olsa olsa, onun bilgisini, yöntemini, tutumunu bilerek veya bilmeyerek yanlış anlayan ve yorumlayanlar, anlatanlar ve nakledenler olabilir. Öte yandan Gazâlî’nin bir tek alanda uzmanlaşmak yerine neredeyse her alana el atması, o dönem ve onun için öneml bir zorunluluktu. O, zamanının ihtiyaçları gereği her şeyden bir şeyler bilen, canlı bir ansiklopedi olmak zorundaydı. Fakat o, aynı zamanda yazdığı her konuda, o konunun en iyi uzmanlarından daha iyi, detaylı, etraflı, derinlemesine sistematik bilgi sahibi olmayı da bir yöntem ve ilke olarak benimsemiş çok ciddi bir ilim adamı ve entelektüeldi.

Gazâlî, sadece kendi bildikleriyle yetinmeyen, aynı konuda kendisinden öncekilerin ne dediğini, nasıl düşündüğünü de inceden inceye incelemeyi, araştırmayı, anlamayı, öğrenmeyi de yol ve yöntem edinmiş ciddi ve gerçek bir ilim adamıydı. Kitaplarında yazdığı şeylerin çoğunu belki ilk defa o düşünmemiş, bulmamış, söylememişti. Ama bunların hepsinin sentez, tahlil, analizini, en iyi ve en mükemmel şekilde yapabilmiş, yepyeni bir formda yeniden formüle edebilmiş, ihtiyaçlara kendince cevaplar, sorunlara çareler bulmaya çalışmıştır. O, hiçbir zaman kendisinin hiçbir eksiğinin, yanlışının, hatasının olmadığını, İslam’ı yalnızca kendisinin bildiğini iddia etmemiş, kimseden kendisini her konuda tam yetke, otarite ve yeterli saymalarını, İslâm’ın özü kabul etmelerini de istememiştir. Tam tersine büyük bir samimiyetle ve açık kalplilikle kendisinin bunalımlarını, tereddütlerini, açmazlarını, hata ve yanlışlarını ortaya dökmekten de hiç çekinmemiş, kendisinin asla aşılamaz, geçilemez bir zirve olduğunu da iddia etmemiştir. Onu yanlış tanıyanların, bilenlerin, görenlerin, değerlendirenlerin hata ve yanlışlıklarını da ona mal etmek sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerektir.

Gazzâlî’nin çağdaşı Abdülğâfir el-Fârisî gibi İslâm âlimleri onu; ‘İslâm’ın ve Müslümanların hücceti, din önderlerinin imamı, konuşma ve ifade kabiliyeti, mantık, zekâ ve tabiat itibariyle benzeri görülmemiş bir kişi’ olarak nitelerler. Bunlar, Peygamber Efendimizin, Allah’ın, İslam toplumunun içinden her asırda bu dini yenileyecek, canlandıracak bir müceddid çıkacağını haber veren hadisine dayanarak Gazzâlî’nin asrının müceddidi olduğu görüşündedirler. Onun elli üç yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek ömrüne sığdırdıklarına, yapıp ettiklerine, yazdığı eserlere, çalışmalarına, etkilerine, mücadelesine bakıldığında, bu mücedditlik sıfatını tam anlamıyla hak ettiğini, üstelik etkisinin sadece yaşadığı çağla ve dönemle sınırlı kalmadığını, günümüze kadar geldiğini, kendinden sonraki bin yılı da etkilediğini, hatta şekillendirdiğini, bu yüzden onu yüzyılın değil bin yılın müceddidi saymak gerektiğini söyleyenler de vardır. Mısırlı bilim adamı Abdurrahman Bedevi’nin tespitlerine göre Gazzali, 457 adet eser yazmış, bunlardan 75’i günümüze kadar ulaşmıştır. O, sadece İslam dünyasını değil, Batı’yı ve bütün dünyayı da çok derinden etkileyebilmiştir.

GAZZALİ’NİN YAŞADIĞI DÖNEM

Gazzali’nin yaşadığı dönem, İslam âleminde batılın, yanlışlıkların, kötülüklerin yaygınlaştığı, çok büyük sıkıntı, problem, dert ve sorunların yaşandığı, İslam’ın ve Müslümanların çok büyük iç ve dış tehlikelerle, felaketlerle yüz yüze olduğu, ilerisi çok karanlık görünen bir fetret dönemiydi. Bir yandan paganist eski Yunan kaynaklı sofistai, cedelci, usul, mantık ve felsefe taraftarları, diğer yandan İslam’ın hızla yayılması karşısında çaresiz kalıp Müslümanlara boyun eğmiş, Müslüman olmuş görünen ama gerçekten Müslüman olmamış, İslam’ı içine sindirememiş Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Mecusilik, Brahmanizm gibi eski dinlerin mensupları, İslam’a ve Müslümanlara karşı gerektiğinde birbirleriyle de yardımlaşıp işbirliği yaparak sinsi bir savaş yürütüyorlardı.

İslamiyeti içinden yıkmak isteyen Yahudiler, Hristiyanlar, Budistler, Brahmanistler, Zerdüştiler, Ateşperestler, Mecusiler, bâtıniler, feylosoflar, rafıziler ve her türlü diğer suikastçiler, meydanı neredeyse boş bulmuşlardı. Bu fırsattan istifade ederek elbirliği içinde saf ve gerçek İslam inanç ve akaidini bozarak tanınmaz hale getirmeye çalışıyorlardı. Bunların çoğu da İslam ve Müslüman kisvesi altında ortaya çıkıyorlar, Müslümanların kafasını karıştıracak, imanlarını ve gönüllerini bulandıracak yeni hurafeler ortaya atıyorlar, türlü türlü bozuk fikirler icat edip, yayıyorlar, halkı sapıtmaya çalışıyorlardı. Anarşi, terör, kaos ve tedhiş eylemlerini de etkili bir yöntem olarak kullanan sapık ve sapkın batınî inanç ve mezhepler her tarafı doldurmuştu.

Halkıyla, yöneticisiyle, âlimiyle bütün Müslümanlarda büyük bir bozulma ve çürüme yaşanıyordu. Müslümanlar, İslam’ın istediği, yeryüzünde Allah tarafından kendilerine yüklenmiş olan görev ve sorumlulukların yerine getirilmesine imkan verecek bir siyasi, sosyal, ekonomik bir düzen kuramamışlardı. Siyasi sistem, Asr-ı Saadetin ardından bozula bozula artık hiç tanınamaz hale gelmişti. Kullanılan isim ve unvanlar çok iddialı olmasına rağmen ortada ne gerçek anlamda bir hilafet, ne de ideal bir siysasi sistem vardı. Halife adını taşıyanların eylem ve işlemlerinin İslam’la ilgisinin, alakasının kalmamış olması bir yana, başta hilafet merkezi olmak üzere, ötede beride pıtırak gibi çoğalan yeni devletlerde ve sultanlıklarda da vezirlikler, katiplikler, danışmanlıklar gibi neredeyse bütün bürokratik kademeler İslam dışı ve düşmanı unsurların eline geçmişti. Başta İran asıllılar olmak üzere, bunların çoğu Müslüman olduklarını iddia etseler, Müslüman görünseler bile esasında gizli din taşıyan ve gizli ajandaları olan başka din, kültür ve medeniyetlerin davası güden kimselerdi.

İslam toplumunda, Hakkın, hukukun, adaletin zedelenip kaybolmasına sebep olan zulüm ve haksızlıklar, çeşit çeşit kötülükler gün geçtikçe daha da yaygınlaşıyor, buna paralel olarak da tefrika, fitne, fesat, anarşi, kaos ve türlü ihtilaflar önü alınamaz boyutlara ulaşıyordu. Birileri bu bulanık ortamdan yararlaranak, hiç durmadan ve sürekli olarak ortalığı daha fazla kaosa, kargaşa ve anarşiye sürükleyecek yeni gıybet ve dedikodular üretmeye devam ediyordu. Ulema ve ümeradan en büyük görev ve sorumluluk mevkilerinde bulananlar, sorumsuzca fikir, görüş, düşünce, söz, eylem ve söylemleriyle hem kendilerine hem de İslam toplumuna telafisi imkansız çok büyük zararlar veriyorlardı.

İslam adına okutulan ilimlerde ve okutan âlimlerde İslami ruh kalmamıştı. Şekilcilik ön plana çıkmış, dini ilimler adeta metin çözümlemelerinden ibaret, ruhsuz, anlamsız teknik bir uğraş haline gelmişti. İslami ilimlerle uğraşan, bu yönde büyük merhaleler kat etmiş nice saygıdeğer kişilerin, dışları çok mamur ve gösterişli olmasına rağmen içleri çok harap ve berbat durumdaydı. Bunların büyük çoğunluğu, İslam’ın özünden, ruhundan, idealizminden habersiz ve yoksun, kabukta kalmış, şekilci, maddeci, menfaatçi, oportünist, faydacı, kötülüğü emreden nefislerinin esiri olmuş, kötülük ve çirkef ve bataklıklarında debelenip duran zavallılara dönüşmüşlerdi. Âlim geçinenlerde İslami şuur ve hassasiyet, ihlas ve samimiyet kalmamıştı. Allah katında kıymeti ve değeri olan, İslam’a, Müslümanlara, insanlığa, onların dünyalarına ve ahiretlerine gerçekten hayrı ve faydası olacak işlere hiç önem verilmiyor, dönülüp bakılmıyor, yönelinmiyordu.

Mukaddes ve muazzez İslam dinini bile hiç çekinmeden kendi hasis emellerine, gelip geçici dünya hırs ve heveslerine, zevklerine, siyasi, maddi, şahsi çıkar ve menfaatlerine alet etmek sıradan olaylar haline gelmişti. Sosyal denge ve sosyal adalet kaybolmuş, yoksulları, fakirleri, miskinleri kollayıp gözeten kalmamıştı. Âlim geçinenler, zekât, sadaka, faiz gibi asla el sürülmemesi gereken haram paralara ve kazançlara doymaz bir iştiha ve hırsla saldırabiliyorlar, fırsat bulduklarında da ceplerine indirebiliyorlardı. Faizli muamelelere göz yumup fetvalar verenler, zekât mükellefiyetinden kurtulmak ve kaçınmak isteyenlere hileli yollar gösterebilenler, helali haram, haramı helal sayabilenler iyi ve makbul âlim sayılıyordu. En çok itibar edilen kitaplar da, insanlara hile-i şeriyye adı altında İslam’ın emir ve yasaklarından kurtulabilmenin yollarını gösteren, İslam’ın özüne ve ruhuna aykırı Kitâb’ül’Hiyel (Hileler Kitabı) türünden kitaplardı.

İslam dünyasında hiçbir alanda ve hiçbir konuda birlik, beraberlik, dirlik, düzenlik ve bütünlük kalmamıştı. Müslümanların din, devlet, inanç, iman, ülke bütünlükleri, birlik ve beraberlikleri iyice bozulmuş, zaten en başından itibaren doğru dürüst kurulamamış olan siyasi, sosyal, ekonomik düzen, zamanla tamamen altüst olmuştu. Abbasi hilafetinin gittikçe daha fazla kuvvetten ve takatten düşmesiyle İslam âleminin her yerinde büyük kargaşalar ve kaoslar baş gösterdi. Hilafetin hiçbir gücü ve kudreti kalmayınca, sağda solda çeşitli devletler türemeye başladı. Bu devletlerin Müslüman sultanları, hükümdarları, beyleri, atabekleri ve kumandanları arasında da post kavgaları almış yürümüş, İslam dünyasının hiçbir yerinde siyasi istikrar diye bir şey kalmamıştı. İnsanlar mal, mülk, iktidar, güç hırsıyla birbirine girmişti. Ekonomi altüst olmuş, haset, gıybet, zulüm, haksızlık, ahlak bozukluğu gibi içtimai hastalıklar toplumu içten içe hızla yiyip bitirecek boyutlara ulaşmıştı. Halk, bir yandan kötü idare, zulüm ve haksızlıkların, diğer yandan da kuraklık, sıcak, soğuk gibi tabii afetlerin neden olduğu açlık ve kıtlıklar yüzünden inim inim inliyordu. Fakat başta âlimler olmak üzere bunu hiç kimse umursamıyordu. Maddi ve manevi türlü hastalıklar korkuçn birer salgın halini almış, tedavi edecek doktorlar da aynı hastalıklara yakalanmıştı. Kısacası toplum helake ve felakete doğru hızla sürüklenip gidiyordu.

Müslümanlar böyle iç çekişmelerle uğraşırken, bir yandan da birbirlerini yiyip bitirmeye çalışırken, kapılarında Haçlı Seferleri ve Moğol istilaları gibi çok büyük dış tehlikeler de belirdi. Batı Hristiyan dünyası, İslam’ı ve Müslümanları yeryüzünden ve tarihten silebilmek için milyonluk ordular hazırlığı içindeydiler.

Büyük bir görev ve sorumluluk bilincine sahip olan İmam-ı Gazâli, bu olup bitenlerden ve yaşananlardan çok etkilendi. Bunların eli kolu bağlı, pasif bir seyircisi olmak yerine, kendince çare ve çözüm arayışları içerisine girdi. Önce bu ortamdan çıkış ve kurtuluş için üstlerine çok büyük görev ve sorumlular düşen âlimlerin ve fakihlerin, daha sonra halkın ve yöneticilerin, en sonunda da dönüp kendi haline baktı. Bunları tam anlamıyla ortaya koyup, gözden geçirdi. Bunları enine boyuna detaylı bir şekilde incelediğinde, hem ötekilerin halini ve durumunu, hem de kendisininkini hiç de iyi, iç açıcı ve ümit verici bulmadı. Sadece diğerlerinin halini değil, kendi halini de hiç beğenmemişti. Hatta öncelikle kendisini çok büyük bir felaketin ve uçurumun kenarında gördü. Bunun üzerine her şeyi terk edip, inzivaya çekilmeye, önce kendisiyle meşgul olup kendisini eğitmeye, böylece hiç olmazsa kendi başını kurtarmanın yollarını ve çarelerini aramaya karar verdi. Ömrünün onbir yılını az yiyip, az uyuyarak, az konuşarak, azıksız, döşeksiz ülke ülke dolaşarak, ilimle, fikirle, zikirle, türlü ve meşakkatli riyazetlerle, ibadet ve taatlerle, nefsiyle mücadele ve mücahede ile geçirdi. Fakat daha sonra dünyanın, devir ve zamanın, daha doğrusu bütün insanların bu kadar bozulduğu böyle olumsuz şartlar altındaki bir devirde, halvet ve uzletin de kurtuluş için yeterli bir çare olamayacağı kanaatine vardı. Sevdiği, saydığı kimselerden gelen ricaları da kıramayarak yeniden eğitim ve öğretim hayatına dönmek zorunda kaldı. Fakat bu dönüş, hiçbir şekilde eskiye dönüş şeklinde olmadı. Çünkü o, şimdi artık çok farklı bir İmam Gazâli idi.

BÜYÜK KRİZE VE BUHRANA GİDEN YOL

Toplumlarda çıkışlar da, inişler de olur. Bunlar, öyle birden bire ve aniden olmaz. Pek çok şey azar, azar, fark edilmeden, çok uzun süreli dönemlere, hatta asırlara yayılan süreçler sonunda gerçekleşir. İslam dini ve medeniyeti de bazen güçlenerek, bazen zayıflayarak bugüne kadar gelmiş, kıyamete kadar da devam edecektir. Geçmişin yükseliş ve alçalış, çıkış ve iniş dönemlerini bütün yönleriyle çok iyi ve doğru bir şekilde tanımak, anlamak, değerlendirmek, bunlardan ileriye dönük dersler çıkarabilmek herkes için olduğu kadar, hatta daha da fazla biz Müslümanlar için önemli ve gereklidir. Bugün başımıza gelenler, geçmişte olup bitenlerin, yapılan ve yapılmayan şeylerin kaçınılmaz sonucudur. Yarın olacak olanlar, gerçekleşecek olanlar da bugün yapacaklarımızın veya yapmayıp ihmal edeceklerimizin adetullah ve sünnetullah çerçevesinde kaçınılmaz sonuçlar şeklinde ortaya çıkacaktır. Yükselişler, her zaman kendi içinde düşüşlerin tohumlarını, sebeplerini de taşırlar. Aynı şekilde düşüşlerin, yıkılışların içinde de, tıpkı kışın içinde yazın gizli olması gibi, yükselişlerin sebepleri ve tohumları da gizlidir. Gerileme, yenilgi ve zaaf dönemlerinin gerçek sebeplerini ve sonuçlarını iyi analiz edebilen, bunlardan gerekli dersleri çıkarıp, ibret albilenler, bunlardan daha hızlı ve daha sağlıklı kurtuluş için çok uygun çözümler üretebilirler, ikbal, zafer ve üstünlük dönemlerine girip, bunu daha da uzatabilirler.

Hazreti Peygamberin vefatı Müslümanlar için çok büyük bir travma oluşturmuş, sahabe arasında çok farklı tepkilere, tutum ve davranışlara sebep olmuştu. Peygamber Efendimizin vefatının ardından Müslümanların ilk karşılaştıkları sorun, onun yerine siyasi liderliği ve devlet başkanlığını kimin ve nasıl üstleneceği meselesiydi. Müslümanlar, bu konuda tam bir fikir ve görüş birliğine varabilmek epeyce zorlanmışlardır. Çünkü bu konuda nasıl hareket etmeleri gerektiğine dair ortak bir fikir ve görüşleri, kural, kaide ve sistemleri yoktu. Bu yüzden, Peygamber Efendimizin teçhiz ve tekfini, cenaze merasimi ve defni de alışılmış şekilde yapılamadı. Müslümanlardan birinin imam olup onun cenaze namazını kıldırması, onun yerine halife olması anlamına geleceğinden, Peygamber Efendimiz için herhangi bir kimsenin imamlığında toplu bir cenaze namazı kılınmadı; alışılmış bir cenaze merasimi yapılmadı. Naaşı, namazının kılınması için bir meydana veya camiye götürülmedi.

Hazreti Ali’nin, Peygamber Efendimizin, hayatta iken de, vefat ettikten sonra da herkesin imamı olduğu görüşünden hareketle, cenaze namazı vefat ettiği ve defnedildiği odada bireysel olarak kılındı. Oda çok küçük olduğu için de halk, erkek, kadın ve çocuk, gruplar halinde gelerek, kendilerine hiç kimse imam olmadan cenaze namazlarını kendi başına kılıyordu. Her grup gelip, namazını kıldıktan sonra, yerini sırada bekleyenlere bırakıyordu. Cenaze namazı ve merasimi yaklaşık 2 gün sürdü. Pazartesi günü vefat eden Resulullah (SAV), salı günü toprağa verildi.

İlk halifenin seçilme şekline ufak tefek itirazlar olduysa da, Müslümanların büyük çoğunluğu Hazreti Ebu Bekir’in halifeliği üzerinde uzlaşabildiler. Peygamber Efendimizin ardından devlet başkanı olan 4 halifeden sadece Hazreti Ebubekir yatağında, normal bir ölümle vefat etti. Ondan sonra seçilen her üç halife (Hazreti Ömer, Osman, Ali) de şehit edilerek hayatlarını kaybettiler. Hz. Ali’den sonra hilafet tamamen saltanata dönüşerek İslami özelliklerini önemli ölçüde kaybetti. Bu olumsuz ve tatsız olaylar, asırlar sonra yaşanacak olumsuz olayların da başlatıcı, bahanesi, hatta sebebi oldu.

Peygamber Efendimizin vefatının ardından, İslam ve Müslümanlar, her şeye rağmen olağanüstü bir hızla bütün dünyaya hızla yayılma, gelişip güçlenme ve yükselme sürecine girebildi. Yarım asır gibi çok kısa bir zaman dilimi içerisinde İslam, Pasifik Okyanusu’ndan Atlantik Okyanusu’na kadar, bazı tarihçilerin ifadesiyle ‘yıldırım hızıyla’ yayıldı. İlk bir asırlık zaman dilimi içinde Müslümanlar, yeryüzündeki bütün büyük medeniyetlerle, dinlerle, kültürlerle, felsefelerle çok yakın temaslar kurdular.

Hristiyanlığın başına, daha ilk yayılma dönemlerinde gelen büyük olumsuzluklar, çok şükür ki İslâm’ın başına gelmedi. İslam, bu gelişmelerden ve bu tür ilişkilerden ilk zamanlar fazla bir zarar görmedi. En azından Hristiyanlık gibi akidesi tarumar olmadı. Ama yine de İslam’ın, Müslüman Arapların önderliğindeki parlak dönemleri fazla uzun süremedi. Müslümanlar, çok kısa bir süre içerisinde yeryüzündeki neredeyse bütün medeniyetlerle temasa geçtiler. Fakat bunların hiçbirini yok etmeye, asimile etmeye, kendilerine benzetmeye veya ortadan kaldırmaya kalkışmadılar. Hatta başka kültür ve medeniyetlerden, inançlardan, felsefelerden geniş çapta ve neredeyse her bakımdan yararlanma ve beslenme tutumunu benimsediler. Bu beslenmeler ve yararlanmalar, İslami sabitelerin yani kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu kaynakların çok sağlam, muhkem ve aşınmamış olduğu ilk dönemlerde fazla bir sorun teşkil etmemişti. Bunların, İslam’ı ve Müslümanları tamamen değtirip, dönüştürmeye veya başkalaşmaya sebep olabilecek güçleri ve etkileri söz konusu değildi. Ancak yabancı kültürler ve medeniyetlerle ilişkiler konusunda kantarın topuzu zamanla iyice kaçırıldı. Yavaş yavaş da olsa, bazı olumsuz ve tatsız sonuçlar da sökün edip gelmeye başladı.

İslam dünyasında arka arkaya dini, siyasi, kültürel, sosyal, ferdi, ahlaki ve ekonomik alanlarda yaşanan olumsuz gelişmeler, pek çok büyük bozulmalara, değişimlere ve dönüşümlere sebep oldu. Bu gelişmelere paralel olarak İslam toplumunda türlü dertler, sıkıntılar, sorunlar, sarsıntılar da ardı ardına sökün edip geldi. İşin en kötü tarafı, ortada bu kötü gidişata dur diyebilecek, sadra şifa sağlıklı çözümler ve çareler üretebilecek kimse de yoktu. Müslümanlar, halsiz ve mecalsiz kalmış bir şekilde ve her alanda büyük zaaflar içerisinde kıvranıp duruyorlardı. İçeriden ve dışarıdan kaynaklanan bu saldırılara karşı koyabilecek, çok çeşitli ve ağır dertlerin, sorunların, problemlerin altından kalkabilmesi, yeni bir dirilişle tekrar ayağa kalkabilmesi, yeterli bir entelektüel birikim, çok güçlü ve sağlam bir entelijansiya gerektiriyordu. Müslümanların en büyük ve en hayat eksikleri olan, entelektüel birikim ve entelijansiya eksikliği giderilmeden hiçbir sorunun üstesinden gelinebilmesi mümkün değildir.

Neredeyse hiçbir gücü ve etkinliği kalmamış olan hilafet kurumunun, içeriden kaynatılan fitne ve fesat kazanlarına karşı yapabileceği hiçbir şeyi yoktu. İslam coğrafyasında kurulmuş çok sayıdaki Müslüman devletler, emirlikler, sultanlıklar, beylikler arasındaki siyasi rekabetler, taht, iktidar ve güç kavgaları, iç savaşlar, bunu takip eden dış saldırılar Müslümanlara her gün adeta mahşer provalarını ve yeryüzü cehennemini yaşatıyordu. İslâm dünyası ve Müslümanlar böylece yavaş yavaş ilk ve en büyük medeniyet krizi ve buhranı dönemlerine girmiş oldular.

Peygamber Efendimizin vefatının üzerinden henüz bir asır geçmişken İslam hilafeti, Bağdat’ta Abbasiler (750-1258), Endülüs’te Emeviler (756-1031) olmak üzere ikiye bölündüler. Daha üç asır bile geçmeden bunlara bir üçüncüsü Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’deki Fatımiler (909-1171) de katıldı. Böylece İslam dünyası birbirine düşman üç büyük kampa ayrılmış oldu. Kendilerinden olmayan Müslümanlara mevali gözüyle bakan Emeviler (661-750), aşırı ırkçı politikaları yüzünden fazla uzun ömürlü olamadılar. İktidar süreleri daha bir asrı bile dolduramadan çöktüler ve yerlerini Abbasilere bırakmak zorunda kaldılar. Ancak bu iktidar değişikliği de İslam dünyasında arzu edilen birlik ve beraberliği getirmedi, olumlu gelişmeler yaşanması için de yeterli olmadı.

İslam dünyasındaki siyasi bölünmeler, sadece hilafetle de sınırlı kalmadı. Hilafetin zaafları yüzünden etrafta küçücük devletçikler şeklindeki bölünüp parçalanmalar hızlandı ve bunlar birbirini mayalayarak devam etti. Endülüs Emevîlerinin merkezi devleti, siyasi çekişmeler ve iktidar kavgaları yüzünden 1009’dan itibaren çöktü ve her tarafta ‘tavâif-i mülûk’ adı verilen, küçücük devletçikler ve beylikler türemeye başlamıştı. Kısa zamanda sayıları kırkı aşan, bu küçücük devletçikler ve beylikler birbirinin can düşmanıydı. Siyasî çıkar ve menfaat çatışmaları, birbirlerine karşı askerî yardım ve destek arayışları onları İspanya’nın kuzeyindeki Hristiyan Kastilya, Aragon, Navarra Krallıkları ve Barselona Kontluğu ile işbirliği ve ittifak yarışına sürükledi. Hristiyanlarla yaptıkları bu askeri ve siyasi işbirliği ve ittifaklar, anlaşmalar, onlardan para karşılığında askerî destek sağlama yarışı, bunları gittikçe Hristiyanlara daha fazla bağlı, bağımlı ve mahkûm hale getirdi. Hristiyanlar, paralı askerler, siyasi ve ticari ilişkilerle Müslümanların içine iyice nüfuz edebildiler. Bu tür imkân ve fırsatları çok iyi değerlendirerek Müslümanların içyapılarını, güçlü ve zayıf yönlerini çok yakından tanıyabildiler, tahlil ve analiz edebildiler. Bu hayati bilgilerden Müslümanları İber yarımadasından söküp çıkarma yolunda sonuna kadar yararlandılar. Müslümanların, İber Yarımadasında Hristiyanlar karşısında sürekli toprak ve güç kaybı, Endülüs Müslümanlığının tarih sahnesinden tamamen silinmesine ve soykırıma uğratılmasına kadar devam etti. Hristiyanlar, 711-1492 yılları arasında, 781 yıl süreyle hükümran olmuş, bu koskoca coğrafyaya mührünü vurmuş olan İslam medeniyetinin izlerini tamamen silmek için her şeyi yaptılar.

Başta Emevîler ve Abbasilerin izledikleri yanlış politikalar olmak üzere, pek çok iç ve dış sebepler yüzünden İslam âlemi her gün biraz daha kan kaybediyor ve zaafa uğruyordu. İslam’ın ilk hızlı yayılma döneminde Anadolu’nun büyük bölümü ve Bizans İmparatorluğunun üçte ikisi Müslümanlar tarafından fethedilmişti. Fakat daha sonra işler tamamen tersine döndü. Bizanslılar, Anadolu’nun tamamından Müslümanları çıkardıkları gibi Akdeniz’in doğusuna ve Suriye içlerine kadar da indiler. Müslümanlar ve İslam medeniyeti, sürekli eski kazanımlarını kaybediyor, gittikçe güçten, kuvvetten, kudretten, takatten düşerek, tamamen içine kapanıyordu. İslam’a ve Müslümanlara asla yakışmayacak, tam bir acizlik, yoksunluk, yoksulluk, çaresizlik, şaşkınlık içerisine sürüklenerek, asırlar boyu sürecek çok tehlikeli, hayati birinci ve en büyük medeniyet krizlerinin ve buhranlarının içine girdiler.

En azılı Ehl-i sünnet, İslam ve Müslüman düşmanlarından Batıniler, Karmatiler (899-1182) ve Haşhaşiler (1090 – 1273) bu dönemde çok uzun süreler problem kaynağı olabildiler. İslam beldelerini harap eden, hac yollarını kesen, hacıları soyan, Müslümanlara türlü baskı ve zulümler uygulayan, sayısız Müslümanı şehit eden Karmatî fitnesinin İslâm dünyasını en fazla kahreden, en acı olaylarından biri, 8 Zilhicce 317 (12 Ocak 930) tarihinde vuku bulan Kâbe baskınıdır. Karmatiler, haccın batıl bir itikat olduğunu ileri sürerek, terviye günü, yani Arafat vakfesinden bir gün önce, Kâbe’ye ve Mekke’ye ani bir silahlı  baskın yaptılar. Kendilerine karşı koymaya çalışan Mekke Emîri Ebû Mihleb’i ve Mekke eşrafını öldürdüler. 20.000 kadar hacıyı katlettiler. İslam tarihinde ilk defa, o sene hac görevi yerine getirilemedi. Liderleri Ebû Tâhir, Kâbe’nin üzerine çıkıp İslam’a ve İslam’ın kutsal değerlerine türlü hakaretlerde bulundu. Zemzem Kuyusu’nu idrarıyla kirletip, hacıların cesetleriyle doldurdu. Buldukları her şeyi yağmaladılar. Kâbe’nin kapılarını kırdılar. Kâbe örtüsünü yırtıp parçaladılar. Hacerü’l-Esved’i yerinden söküp, sürükleyerek Bahreyn’e götürdüler. Hacerü’l-Esved, bu olaydan ancak yirmi yıl sonra H. 339 (M. 950) yılında tekrar eski yerine konulabildi. Bu olaylar ve bu olaylar karşısındaki Abbasilerin acizliği, yetersizliği ve çaresizliği İslâm âleminde çok büyük infial uyandırdı.

İran’daki Büveyhoğulları hanedanı (932-1055), 932 yılında İran’da, Fars ve Şia karakterli, küçücük bir devlet kurdular. Büveyhîler’den önce Bağdat’ta, Irak’ta, hatta İran’da bile fazla bir Şiî nüfus yoktu. Tam anlamıyla azınlıktaydılar. O dönemde İran ve Irak sakinlerinin büyük çoğunluğunu Sünniler oluşturuyordu. Önemsiz bir hanedan ve küçücük bir Şii devleti olan Büveyhiler, Bağdat’taki Abbasi halifelerinin ve hilafet merkezinin zaaflarından, Sünniler arasındaki siyasi, idari, askeri iç ihtilaflardan, fesat ve başıbozukluklardan yararlanarak çok geçmeden hâkimiyet alanlarını İran’dan Irak’a doğru da kaydırdılar. Batıya doğru da ilerleyerek Abbasi devletini, Bağdat’ı ve Halife’yi kendi egemenlikleri altına aldılar (945). Üstelik bu egemenlilerini bir asırdan fazla da sürdürebildiler.

Abbasi Halifesi, Büveyoğullarının Abbasiler üzerindeki egemenliklerini tanımak ve liderlerini Bağdat’ta vali (emirül ümera) olarak atamak zorunda kaldı. Bundan sonra  tam anlamıyla Büveyhoğullarının birer kuklası haline gelen Abbasi Halifelerinin artık Bağdat’ta bile doğru dürüst sözleri ve hükümleri geçmiyordu. Çok geçmeden Büveyhîler, Halîfe Müstekfî’yi tutuklayıp, gözlerine mil çektiler. Yerine Muktedir’in oğlu Ebü’l-Kasım el-Fazl’ı, el-Mûtî adıyla hilâfet makamına geçirdiler. Küçücük ve önemsiz bir Şii devleti olan Büveyhoğulları, koskoca Abbasi hilafetini ve halifesini Bağdat’ta tahakkümleri altına alabilmişler, onlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorlardı. Bu başarı onların çok güçlü, kuvvetli, kudretli olmalarından değil, Abbasilerin çok aciz, zayıf ve çaresiz duruma düşmüş olmalarından kaynaklanıyordu.

Hilafet merkezinde ve civarında halkın neredeyse tamamına yakını Sünni idi. Sadece Bağdat’ın batısındaki Kerh mahallesinde küçük bir Şiî azınlık yaşıyordu. Halife üzerinde tam nüfuz sahibi olan Büveyhîler, bu demografik yapıyı değiştirmek için hemen kolları sıvadılar. Sünnî Müslümanlara karşı akla gelmedik kötülükler, baskı ve zulümler uygulamaya giriştiler. Kısa zamanda Bağdat’ta ve civarında çok sayıda Şiî merkezleri meydana getirdiler. Sünnileri korkutup yıldıracak, Şiîler’le Sünnîlerin aralarını açacak, aralarında ciddi mücadeleler ve kavgalar başlatacak, sürekli bir çatışma ortamı oluşturacak politikalar izlediler. Örneğin, Muizzüddevle 10 Muharrem 352 (8 Şubat 963) günü, bütün Bağdat halkına, çarşı ve dükkânlarını kapatmalarını, şehirde kadın erkek herkesin siyah giysilere bürünerek dolaşmalarını ve Hazreti Hüseyin için matem tutmalarını emretti. Sünnî Bağdat halkı, çaresizce bu emre uymak zorunda kaldı. Muizzüddevle, 18 Zilhicce 352’de (7 Ocak 964)’tede Gadîr-i Hum gününün bayram olarak kutlanmasını emretti. Şehir, bu maksatla süslenerek gece, gündüz şenlikler yapıldı.

Bu uygulamalar, daha sonraki yıllarda da adet haline getirilerek bu günlerde büyük merasimler düzenlendi. Büveyhîlerin tâkib ettiği katı mezhepçi siyâset, iç karışıklıklara, çatışmalara, aşırı düşmanlıklara sebep oldu. Şiîlerle, Sünnîler arasında her alanda çok şiddetli kavgalar, çatışmalar çıkaracak çok ciddi ve tehlikeli bir rekabet başlattı. Abbâsî Halifesi Kâdir-Billâh devrinde Gazneli Mahmud’un da yardım ve desteğiyle, Büveyhîler bağımsızlıklarının tehlikeye düşeceği endişesiyle aşırı Şiî grupları desteklemekten vazgeçmek, hatta bunlara karşı bazı tedbirler almak zorunda kaldılar. Büveyhîlerin yönetim döneminde, devlet idaresinde Şiîler’in yanı sıra Hristiyanlar ve Yahudiler de bazı önemli idarî görevlere getirildiler.

Büveyhoğulları, yıllar sonra, artık bu kukla Abbasî halifeliğini tamamen sonlandırmanın, onların yerine Şiî bir halifelik kurmanın veya Kahire’deki Şii Fatımi Devleti İmamını Halife olarak ilan etmenin hesaplarını ve hazırlıklarını yapmaya başladılar. Büveyhîlerin baskılarından iyice bunalan, başına gelecek felaketlerden de haberdar olan Abbasî Halifesi Kâim Biemrillah, son çare olarak gizlice Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’le temasa geçip, ondan yardım ve imdat istedi. 10 Aralık 1055 tarihinde Bağdat’ta kendi adından sonra hutbede, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in adını okutarak, onu Bağdat’a çağırdı. 10 gün sonra Bağdat’a gelen Tuğrul Bey, Büveyhoğullarını ağır bir yenilgiye uğratarak, Halifeyi esaretten kurtardı. Bağdat’a Türk Vali tayin etti. Şii Büveyhoğulları Devletini yıkarak, hükümdarlarını esir aldı. Bölgede Sünni hâkimiyetini yeniden tesis etti. 

Çoktan beri zaten çok büyük bir zaaf içerisine düşmüş olan Abbasiler, bu olaydan sonra İslam dünyasındaki bütün siyasi güçlerini Selçuklu Türklerine bıraktılar. Halife, bundan böyle dünyevi hâkimiyetin artık Selçuklularda, yani Türklerde olduğunu bütün dünyaya ilan etti. Tuğrul Bey, Fatımi İmamı’na da harp açarak, her yerde Abbasi Halifesi ile kendi adına hutbe okuttu. Bu tarihten sonra Türkler, bütün İslam âleminin ve Müslümanların liderliğini ve hamiliğini üstlendiler.

Böylece Selçuklularla başlayan, daha sonra Osmanlılarla devam eden, İslam âlemindeki kesintisiz Türk hâkimiyeti dönemi başlamış oldu. Türkler, bin yıla yakın bir süre İslâmiyet’in hem bayraktarlığını, hem de korumalığını yaptılar. Kendi sınırları içerisinde bulunsun ya da bulunmasın, İslâm ülkelerine ve Müslümanlara yapılan bütün saldırıları kendilerine yapılmış saydılar. Güçlünün değil zayıfın, zalimin değil mazlumun yanında yer almayı temel ilke edindiler. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun, kendilerinden yardım isteyen mazlumların, zayıfların imdadına koşmaktan geri kalmadılar.

BİRİNCİ BÜYÜK MEDENİYET KRİZİNE GİRİŞ

Gazali’nin yaşadığı Hicri beşinci hicri asır, İslâm medeniyetinin ve Müslümanların birinci büyük medeniyet buhranı ve krizi döneminin ortalarına denk gelir. Bu dönem, İslam âleminde batılın, yanlışlıkların, kötülüklerin yaygınlaştığı, büyük sıkıntı, problem, dert ve sorunların büyüyerek arttığı, İslam’ın ve Müslümanların çok büyük iç ve dış tehlikelerle, felaketlerle yüz yüze kaldığı, ilerisi çok karanlık görünen bir fetret dönemiydi. Müslümanların birinci büyük medeniyet buhranının ve krizinin temel sebepleri arasında en önemlisi, zihinlerimizin yanlış, batıl, bozuk, sahte ve kirli bilgilerle doldurulması, adeta bir hurafeler çöplüğüne dönüşmesiydi. Bir yandan paganist eski Yunan kaynaklı sofistai, cedelci, usul, mantık ve felsefe taraftarları, diğer yandan İslam’ın hızla yayılması karşısında çaresiz kalıp Müslümanlara boyun eğmiş, Müslüman olmuş görünen ama gerçekte Müslüman olmamış, İslam’ı içine sindirememiş Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Mecusilik, Brahmanizm gibi eski dinlerin mensupları, gerektiğinde birbirleriyle de yardımlaşıp işbirliği yaparak İslam’a ve Müslümanlara karşı çok sinsi bir savaş yürütüyorlardı.

İslamiyet’i içinden yıkmak isteyen Yahudiler, Hristiyanlar, Budistler, Brahmanistler, Zerdüştîler, ateşperestler, Mecusiler, bâtıniler, feylosoflar, rafıziler ve her türlü diğer suikastçılar, meydanı boş bulmuşlar, elbirliği içinde saf ve gerçek İslam inanç ve akaidini bozarak tanınmaz hale getirmeye çalışıyorlardı. Bu arada Müslümanların zihinleri, akılları ve gönülleri başkaları tarafından esir alınmış, uğradıkları büyük mânevî yıkımlar sonucu özgüvenlerini, kimlik ve kişilerini büyük ölçüde yitirmişlerdi. Müslümanların varlık ve birliklerini, kimlik ve kişiliklerini yerle bir eden bu zihnî işgal ve esaret sürecinin, bu manevi yıkımların doğal sonucunun, fiili işgal ve maddi yıkımlar olması, bakmasını ve görmesini bilenler için son derece belli ve tabii bir durumdu. Bu durum, İslam dünyasında epistemolojik (Bilgi Felsefesi ile ilgili) kopuşları ve ontolojik (varlık felsefesi ilgili) kırılmaları da doğurdu.

İlk Müslümanlardaki eski samimi, halis ve gerçek imanın, idealizm, aşk ve vecdin zamanla yavaş yavaş kaybolmaya yüz tutması tüm olumsuzlukların başlangıcı olmuştu. Bir zamanlar üstün ve ideal kimlik ve kişilikleriyle, ahlak ve faziletleriyle başkalarını da değişip dönüştürebilen Müslümanların yerini zamanla aşırı zenginlik, refah ve bolluğun şımarttığı, yoldan çıkardığı, lüks, israf, haz, zevk ve sefa düşkünü, şükürsüz insanlar almıştı. Bunlar, kendi kültürlerine ve dinlerine iyice yabancılaşmış, tam anlamıyla bozulmuş yığınlara dönüşmüşler, her türlü büyük atılımın önü kesecek engeller haline gelmişlerdi. Böylece İslam medeniyetinin daha fazla serpilip büyümesinin, güçlenmesinin, canlanıp dirilmesinin, yeniden ve daha büyük inşa faaliyetleri başlatıp, sürdürmesinin de önü kesilmiş oluyordu. Başka bozuk dinlerin, inanç ve kültürlerin, felsefi akım ve düşüncelerin etkisine giren İslam toplumlarında, İslam’ın özüne, ruhuna, temel ilke ve prensiplerine tamamen aykırı ve ters, aşırı fikirler, görüşler, batıl inanç ve düşünceler gittikçe daha fazla yaygınlık kazanmıştı. Özellikle Abbasiler döneminde, başta eski sapık Yunan, Hint ve İran felsefeleri olmak üzere yabancı kültür ve medeniyetlerden yapılan yoğun br tercüme ve aynı zihniyetle yürütülen bir telif faaliyetine girilmişti. Bunun sonucunda, İslam’ı özünden ve ruhundan saptırmaya yönelik zenâdıka (zındıklar, zındıklık, dinsizlik) hareketi alabildiğine  hız kazanmıştı. Bunlar, dinî konularda son derece lâubali davranan, gerçekte Müslüman olmadıkları halde inkârlarını açıklamayıp, küfürlerini gizleyen, Müslüman görünüp de hiçbir şekilde İslam’a inanmayan, hatta düşman olan kimselerdi. Aralarında Kur’an’a nazîre yazmaya kalkışan İbnü’l-Mukaffa gibi mütercimler, çok meşhur edip ve şairler de vardı.

Halkıyla, yöneticisiyle, âlimiyle Müslüman fertlerde ve toplumlarda büyük bir bozulma ve çürüme yaşanıyordu. Müslümanlar arasında hakkın, hukukun, adaletin zedelenip kaybolmasına, zulüm ve haksızlıkların, çeşit çeşit kötülüklerin yaygınlaşmasına sebebiyet veren, akla hayale gelmedik tefrika, fitne, fesat ve ihtilaflar almış yürümüştü. Bazı sapık ve sapkınlar, İslam ve Müslüman kisvesi altında ortaya çıkarak, Müslümanların kafasını karıştıracak, imanlarını ve gönüllerini bulandıracak yeni hurafeler ortaya atıyorlar, çok çeşitli bozuk fikirleri yayıyorlar, halkı sapıtmaya çalışıyorlardı. Sürekli ortalığı kaos, kargaşa ve anarşi ortamına sürükleyecek yeni gıybet ve dedikodular üretiliyor; ulema ve ümeradan en büyük sorumluluk mevkilerinde bulananlar, sorumsuz fikir, görüş, düşünce, söz, eylem ve söylemleriyle hem kendilerine, hem de İslam toplumuna çok büyük zararlar veriyorlardı. Bâtıni inanç ve mezheplere sahip, sapık ve sapkın azgınlar, sistemli anarşi, terör ve tedhiş eylemleriyle, en yüksek devlet adamlarına, devletin en güvenli yerlerinde suikastlar düzenleyip öldürebilecek kadar işi azıtmışlardı.

İslam dünyasında hiçbir alanda ve konuda birlik, beraberlik, bütünlük kalmamıştı. Müslümanların din, devlet, inanç, iman, ülke bütünlükleri, birlik ve beraberlikleri bozulmuş, dağılmış, siyasi, sosyal, ekonomik düzenleri altüst olmuştu. Sosyal denge ve sosyal adalet iyice kaybolmuş, yoksulları, fakirleri, miskinleri kollayıp gözeten kalmamıştı. Abbasi hilafetinin gittikçe daha fazla kuvvetten ve takatten düşmesiyle İslam âleminin her yerinde büyük kargaşalar ve kaoslar baş göstermişti. Müslüman sultanlar, hükümdarlar, beyler, atabekler ve kumandanlar arasında post kavgaları almış yürümüş, siyasi istikrar diye bir şey kalmamıştı. İnsanlar mal, mülk, iktidar, güç hırsıyla birbirine girmiş, ekonomi altüst olmuş, haset, fesat, gıybet, zulüm, haksızlık, ahlak bozukluğu gibi içtimai hastalıklar toplumu hızla yiyip bitirmeye başlamıştı. Halk, bir yandan kötü idare, zulüm ve haksızlıkların, diğer yandan da kuraklık, sıcak, soğuk gibi tabii afetlerin neden olduğu açlık ve kıtlıklar yüzünden inim inim inliyor, başta âlimler olmak üzere bunu kimse umursamıyordu. Maddi ve manevi hastalıklar salgın halini almış, tedavi edecek doktorlar da aynı hastalıklara yakalanmış, toplum helake ve felakete doğru sürükleniyordu.

Müslümanlar, çok büyük bir medeniyet krizi, sosyal, siyasi, dini, ekonomik ve fikri bunalımlar, buhranlar, karışıklık, kargaşa ve istikrarsızlıklar içinde, uğursuz bir bataklığa saplanmış gibi bocalayıp duruyorlar, çırpındıkça daha da batıyorlardı. Müslümanlar, çok uzun yıllar boyunca bu iç çekişmelerle, tehdit ve tehlikelerle uğraşırken ve birbirlerini yiyip bitirmeye uğraşırken, aniden Haçlı Seferleri ile Moğol istilalarının yıkıcı saldırıları ile yüz yüze geliverdiler. Sürekli Müslümanları ve İslam’ı gözetlemekte olan ve yeryüzünden ve tarihten tamamen silerek eski büyük kayıplarını tekrar geri almak isteyen Batı dünyası, milyonluk ordular hazırlığı içindeydi. Bir yandan da Moğolları Müslümanlara karşı kışkırtmanın ve saldırtmanın yollarını arıyorlardı. Birkaç asra yayılan bu hercümerç, anafor ve kaos ortamı, kriz, buhran ve bunalım döneminin ardından çok büyük ve hayati önemdeki dış tehlikeler de kapıda beliriverdi. İçeriden paganist eski Yunan, Hint, İran kökenli eski din ve inançların, felsefi akımların, Karmatiler, İsmaililer, Haşhaşiler, Hariciler, Şiiler gibi Bâtıni, ayrılıkçı ve bölücü grupların yoğun faaliyetlerini, dışarıdan Haçlılar ve Moğollar gibi dış düşmanların yıkıcı, yok edici ve ölümcül saldırıları izledi. Bu dış tehdit ve saldırılar, 12. ve 13. yüzyıllardaki Moğol ve Haçlı saldırılarıyla zirveye ulaşarak, olağanüstü bir yıkıma dönüştü. Müslümanlar uzun bir süre, bunlara karşı derinlikli, köklü, yeterli, kuşatıcı muazzam bir Sünnî entelektüel atılımla karşılık veremediler. Tarihçiler, bu buhranın büyüklüğünü anlatabilmek için; ‘İslâm ve Müslümanlar neredeyse tarih sahnesinden çekilmek üzereydi’ gibi tasvirler yaparlar.

TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMASININ ÖNEMİ

İslam medeniyetinin yaşamakta olduğu, bu zor ve ümitsiz görünen en büyük medeniyet kirizi döneminde Allah’ın lütuf ve keremiyle olağanüstü bir olay gerçekleşmiştir. İslam’ın özünden ve ruhundan uzaklaşmış olan Arapların yerine Allah, Türklerin gönüllerini İslam’a açarak kendi dininin ve davasının liderliğini Araplardan alarak, birdenbire ve kendiliklerinden Müslüman olan Türklere vermiştir. Peygamber Efendimizin vefatından üç asır kadar sonra, yani X. yüzyılda, hem de aşağı yukarı aynı dönemlerde, üstelik de İslam’ın en büyük zaaf döneminde, Kuzeyde Volga (İdil) Bulgarları, Doğu’da Karahanlılar, Selçuklular, Oğuzlar gibi Türk boyları, grupları ve topluluklarından büyük kitleler halinde kendiliklerinden arka arkaya Müslüman olmaya başladılar. Dışarıdan hiçbir baskı ve zorlama olmadan bu ihtida hareketinin dünyada başka bir eşi ve benzeri yoktur. Çok değişik yönleri bulunan, içerisinde pek çok sırlar, dersler ve ibretler barındıran bu olay, üzerinde çok düşünülüp taşınılması gereken, tarihin en eğitici, öğretici ve ibret verici, en ilginç ve en dikkat çekici olaylarındandır. Hiç tahmin edilemeyecek, beklenemeyecek, akla hayale gelmedik bu olağanüstü olay; Türk, İslam ve dünya tarihi açısından da çok önemli ve olağanüstü sonuçlar doğurmuştur. Dünya tarihinin seyrini değiştirmiş, yine çok büyük olağanüstü nitelikteki başka olayların da başlangıcı ve başlatıcısı olmuştur.

Geçmiş ve gelecek her şeyin ilmine sahip olan Allah, Peygamberine indirdiği Kitabında, Müslümanlara eğer kendi dinine ve davasına, yardım ve hizmet ederlerse onları yücelteceğini, yükselteceğini, onları başkalarına üstün ve galip getireceğini, yeryüzüne mirasçı kılacağını,  hesapsız nimetlerle ödüllendireceğini vaat etmiştir. Vaadinden asla dönmeyen Allah, sözünü her zaman fazlasıyla yerine getirmiştir. Öte yandan Allah, yine Müslümanlara eğer İslam’dan yüz çevirecek olurlarsa nimetlerini onlardan çekip alacağını, Allah’ın nusret ve yardımından mahrum kalacaklarını, dolayısıyla tekrar zelil ve perişan duruma düşeceklerini, dünyada ve ahirette çok ağır cezalara uğrayacaklarını da haber vermiştir. Böyle vahim hatalara düşmemeleri ve dinlerinin kıymetini iyi bilmeleri konusunda onları net bir biçimde uyarmıştır. Allah’ın bu önemli uyarıları arasında, eğer bu dinden yüz çevirirlerse, onları giderip yerlerine onlardan daha hayırlılarını getireceği de vardır:

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir (Maide:54).”

Türkler, yapı olarak aşırılıklardan, marjinalliklerden uzak, sapık ve sapkın fikir ve görüşlerden, anarşi, terör ve kargaşadan, boş çekişmelerden, taassuptan hoşlanmayan bir millet olarak tanınır. Mefkûreci, idealist, mükemmeliyetçi, savaşçı, mücadeleci olmalarının yanında, birlik ve beraberliğe, yüksek ahlak ve fazilete, hünere ve erdeme de çok büyük önem ve değer verirlerdi. Oldukça izole bir coğrafyada yaşamaları nedeniyle bozulmuş ve kokuşmuş eski kültür ve medeniyetlerin, sapık felsefi inanç, görüş ve akımların etkilerinden uzakta kalabilmişlerdi. Bu yüzden de fıtratları, akılları, vicdanları, fazla bozulmamış, ruhları, gönülleri, kalpleri fazla kirlenmemiş ve nispeten temiz kalabilmişti.

Türkler, biraz da bozulmamış fıtri yapıları gereği, o zamanlar İslam dünyasında yaygın, her tarafı işgal etmiş olan yüzlerce çeşit sapık, sapkın, aşırı inanç, mezhep, fikir, düşünce, görüş ve anlayışlardan hiç birisine itibar etmediler. İslam’ın özünü ve ruhunu anlamaya ve kavramaya yöneldiler. Bir yandan da İslam’ı tam bir ihlas ve samimiyetle ama taassuptan uzak, çok geniş bir hoşgörü çerçevesi içerisinde, en saf ve temiz haliyle ele almak ve bu çerçevede uygulamak ve yaşamak istiyorlardı. Hangi meşrep ve mezhepten olurlarsa olsunlar hem kendi dindaşlarına, yani Müslümanlara, hem de başka dinden insanlara alabildiğine hoşgörülü davrandılar. Bu onların çok eski çağlardan beri milli bir hasletleriydi. Öte yandan İslam’a, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar verecek her türlü aykırı, aşırı, marjinal fikir ve düşüncelere kendileri rağbet etmedikleri gibi bunlarla ve bütün fitne ve fesat odaklarıyla canla başla mücadele etmekten de geri kalmadılar.

Selçuklular ve onların mirası üzerine kurulan Osmanlılar döneminde Türkler, bir yandan Batıdan gelen Haçlı Seferleri’ne, diğer yandan da Doğudan gelen Moğol akınlarına karşı aşılmaz bir set ve engel oluşturdular. Bu sayede İslâm dünyası tamamen dağılmaktan ve yok olmaktan kurtuldu. Moğol saldırıları, özellikle daha yeni Müslüman olmuş Türklerin medeniyet birikimlerini yerle bir etmişti. Kaşgar’dan Herat’a, Buhara’dan Semerkant’a, Tûs’dan Nişabur’a kadar bütün Türkistan ve Horasan havzası yerle bir edildi. Çok muhteşem şehirler yakılıp yıkıldı, halklar kırılıp geçirildi, çoğu yerde taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakılmadı. Bu saldırıların devamında aynı şeyler, hem Haçlılar, hem de Moğollar tarafından, Ortadoğu, Karadeniz’in kuzeyi, Arabistan Yarımadası, Kuzey Afrika coğrafyasında da yaşandı. 1258 yılında Bağdat’ın düşmesiyle, İslâm dünyasının merkez coğrafyası ve İslâm medeniyeti maddi ve manevi yıkımın cehennemini yaşamış oldu.  

Türklerin gönlünün İslama açılmasıyla, özellikle Selçuklular döneminde ve onların önderliğinde Müslümanlar, yavaş yavaş da olsa bir derlenip toparlanma, bütün belâ ve musibetleri teker teker def edip yeniden dirilme ve ayağa kalkma dönemi ve çabası içine girebildiler. Müslümanların birinci medeniyet krizini ve buhranı aşabilmelerinde ve atlatabilmelerinde Selçuklular döneminin üç önemli şahsiyetinin çok büyük ve önemli roller üstlenmelerinin ve yine Selçukluların kurdukları çok önemli bir eğitim kurumunun çok büyük desteği oldu. Bu üç önemli şahsiyet, siyasi kurucu irade olarak Sultan Melikşah, uygulayıcı olarak Nizâm’ül’Mülk ve bu yapının entelektüel temellerinin koyucusu olarak da Gazâlî’dir. Bunların işbirliğiyle İslâm dünyasındaki, özellikle de İslami ilimlerdeki derlenip toparlanma zirveye ulaştı. İslam dünyasında olağanüstü bir bilgi birikimi oluştu.

İLK KRİZDEN ÇIKIŞIN ÜÇ ÖNEMLİ İSMİ

İslam dünyası, günümüzde de iki asırdan beri çok büyük bir medeniyet krizi yaşamaktadır. Bu bizim ikinci büyük medeniyet krizimizdir. İslam dünyasının birinci büyük medeniyet kriziyle şu an içinde yaşadığımız medeniyet krizinin örtüşen ve ayrışan yanlarını da çok iyi görebilmemiz ve analiz edebilmemiz gerekmektedir. Birinci medeniyet krizimizde, 1258’de İslam medeniyetinin kalbi olan Bağdat düşmüştü. 1326’da Kurtuba da düşmüş, İslam dünyası çok büyük çöküntü yaşamış, neredeyse her şeyini kaybetme noktasına gelmişti. Fakat Müslümanlar yine de inançlarını ve kendilerine olan güvenlerini tam olarak yitirmediler. Gelen büyük tehlike ortadaydı ve net bir biçimde görülebiliyordu.

Bu zor zamanda üç büyük ve önemli adam ortaya çıktı. Dünya tarihini ve dünyanın gidişatını değiştirmeyi başarabilen bu üç adam, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, Büyük Vezir Nizamülmülk ve Hüccetülislam İmam-ı Gazzâlî idi. Melikşah, Nizamülmülk’ünü, Nizamülmülk Gazali’sini bulmuş ve Gazali öncülüğünde bir çeyrek asırda, sonraki bin yılın tohumları ekilebilmiştir. Ehlisünnet omurga yeniden sağlam bir şekilde kurulabilmiş, İttihad-ı İslam ile bütün dünyada yeni bir huzur ve barış düzeni gerçekleştirilebilmiştir. Selçuklu ile mayası karılan İslam birliği, Osmanlı ile ruhunu bulmuş, yeniden canlanıp, ayağa kalkabilmiştir.

Bu kurulan, hem iç dünyayı, hem dış dünyayı, hem zahiri hem batıni, hem enfüsü, hem de afakı aynı anda hayata ve harekete geçiren bütüncül felsefe, Ehlisünnet omurgaydı. Ehlisünnet omurganın çökmesi durumunda diğer mezheplerin de yaşayabilmeleri mümkün olamaz. Bu yüzden 15 Temmuz 2016’daki operasyonunun esas amacı da, Ehlisünneti bitirmek, köklerini kurutmaktı. Bu amaca ulaşılabilmesi için de İran’ın önünün her bakımdan açılması, İslam dünyasında İran önderliğinde bir Şii-Sünni çatışması başlatılması, Müslümanların birbirine kırdırılması ve girdirilmesi planlanmıştı. Protestanlığın Avrupa’yı paramparça etmesine benzer bir hikâyeyi İslam dünyasında da yaşatmak istiyorlardı. Türkiye’nin etrafındaki büyük kuşatmanın sebebi de buydu. Bu yüzden bir Katar krizi çıkarılarak, İhvan da hedef tahtasına oturtulmuştu. Bu anlatılanlar, kesinlikle bir mezhebi analiz değildir. İslam dünyasının bu kadar büyük perişanlık içinde bulunduğu bir dönemde mezhebi analizlerle vakit öldürmenin anlamı da yoktur.

Müslümanların cehaletten, ataletten ve zulümden bir an önce yakalarını kurtarabilmeleri şarttır. Allah, atılları, batılları, cahilleri ve zalimleri sevmez ve onlara asla yardım etmez!

Gazâlî döneminde, İslâm âlemi çok büyük ve çok çeşitli sıkıntılar ve iç çekişmeler yüzünden adeta yangın yerine dönmüştü. İslam medeniyeti, her şeye ve bütün olumsuz gelişmelere rağmen, yine de hiç beklenmedik bir şekilde, bu büyük felaketleri atlatmayı, bu büyük yıkımların altından kalkabilmeyi, ardından yeniden toparlanıp ayağa kalkmayı başarabilmiştir. Bunun nasıl mümkün olabildiğini iyi ve doğru bir biçimde anlayabilmek, değerlendirebilmek, dersler çıkarabilmek bizim için de çok önemli ve ufuk açıcı olacaktır. Çünkü Müslümanlar olarak biz de bugün ikinci büyük medeniyet krizimizin ve buhranımızın içerisinden geçiyoruz. Bu krizden sağlıklı çözümlerle çıkabilmemiz için, bu ilk büyük kriz dönememizden ve Gazzali’den öğrenmemiz gereken çok şeyler vardır.

Sultan Melikşah (1055-1092) döneminde, onun güçlü siyasi liderliği ve önderliğinde Hak ve hakikat bayrağının, Asya’nın uzak uçlarından, Avrupa’nın içlerine doğru dalgalandırılması için çok uzun ve zorlu bir yolculuk başlatıldı. Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük devlet adamlarından ve bürokratlarından biri olarak kabul edilen Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün (1018- 1092) usta bürokratik anlayışı, çelik dirayeti ve özellikle de Gazâlî’nin fikrî ve ilmi önderliğinde, bir çeyrek asır gibi kısa bir zaman aralığında bin yılın tohumları ekildi.

Nizamülmülk, İslam dünyasında eğitim sistemindeki eksiklikleri, aksaklıkları, yanlışlıkları, boşlukları, başıbozuklukları ve sakatlıkları çok iyi görebilmiş ve bunun çare ve çözümlerini de büyük bir feraset ve basiretle ortaya koyabilmişti. Nizamiye Medreselerini kurarak bu büyük soruna köklü ve kurumsal bir çözüm getirdi. Bu kurumların başına da Gazâlî gibi ehliyetli, liyakatli, dirayetli din ve ilim adamlarını getirmeye çalıştı. Amaç, İslam’ın doğru ve sağlam bir şekilde öğretilmesine öncülük etmekti. Böylece sağda solda sapık ve sapkın kişilerin ilim ve din adına, İslam’a aykırı, merdiven altı, paralel ve sapık dini ve felsefi eğitim vermelerinin, bilgi kirliliğine, zihinlerin, kalplerin gönüllerin bulanıp hurafeler çöplüğüne dönüşmesine engel olunacaktı. İslam medeniyetinin yeniden dirilişi için bu, çok önemli ve çok büyük bir adımdı. Onun kurduğu, kurumlaştırdığı ve geliştirdiği Nizamiye Medreseleri, tüm İslam ülkeleri için bir model oluşturdu. Batı Avrupa’da kurulan ilk üniversitelere de örnek ve temel teşkil eden bu medreslerle Nizamülmülk, öğrencilere yurt ve burs hizmetleri, iaşe ve ibate imkânları sağlanmasının da mucidi oldu. İslam dünyasında, medreseler üzerinden, Avrupa’daki üniversitelere de kaynaklık eden köklü bir maarif/zihniyet devrimi gerçekleştirildi. Böylece İslam’ın ve Müslümanların tarih sahnesinden silinmesinin önüne geçilebildiği gibi, sonraki bin yıllık dünya tarihinin de Müslümanlar tarafından yapılabilmesinin önü açılmış, temelleri atılmış oldu.

İslam medeniyetinin yaşadığı birinci en büyük medeniyet krizi ve buhranı döneminin ortalarında İmam-ı Gazali gibi büyük bir dehanın, yetişip ortaya çıkması, görev ve sorumluluk üstlenmesi, İslam’ın yeniden ihyası ve ayağa kalkması açısından çok önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Gazzali, değişik alanlarda çok iyi yetişmiş, yüksek görev ve sorumluluk bilincine, olağanüstü niteliklere sahip, bilgili, imanlı, ihlaslı, şuurlu, dehâ seviyesinde akıllı, ideal, idealist, zirve bir ilim ve fikir adamı, eşsiz bir entelektüeldi. Dini, felsefi ilimlerlerdeki, inanç, akide, yaşayış, siyaset, ahlak, fikir ve düşünce gibi değişik alanlardaki üstün bilgisi, kültürü ve samimi imanıyla, bütün sapık inanç, düşünce ve ideolojilere karşı sahih İslam’ı ve Sünni düşünce sistemini tam bir yetkinlikle savundu. Getirdiği sağlam eleştirilerle filozofları ve Bâtınileri susturup, alt etmeyi başardı. Onları tarih sahnesinden silme yolunda çok etkili olarak, önemli mesafeler kat etti. Hem antik Yunan kökenli paganist felsefi düşünceye karşı, hem de Şiî, Bâtıni nitelikli tehlikelere karşı çok güçlü, seviyeli bir entelektüel meydan okuma gerçekleştirdi. Onları büyük ölçüde yine kendi silahlarıyla vurup, yenerek, yere serdi. Yanlışlıklarını, sapıklarını kesin delillerle ispatladı. Kötü niyetlerini, kirli çamaşırlarını ortaya dökerek ipliklerini pazara çıkardı. İslamın her bakımdan üstünlüğünü güneş gibi parlattı.

Gazzali, İslam medeniyetinin yeniden dirilip ayağa kalkmasında, Müslümanların derlenip toparlanmalarında, büyük fikrî atılımlar gerçekleştirebilmelerinde, tarihî, çok büyük ve çok önemli kurucu roller üstlendi. Sünnî İslami entelektüel ana omurganın inşası için ciddi bir medeniyet tasavvuru yolculuğunu da başlattı. Saf, duru, temiz, Sünnî İslamî anlayışın ve inanışın bütün alanlara, hayatın kılcal damarlarına kadar nüfûz etmesini sağlayacak temelleri de attı. Böylelikle geliştirilen güçlü Sünnî akîde, inanç ve uygulama, derinlikli entelektüel birikim ve kuşatıcı siyasî atılım sayesinde Müslümanlar yeniden kendilerine gelebildiler. Mevcut ve gelmekte olan tehlikelere, meydan okumalara karşı koyabilecek güce, iradeye, varlık bilincine ve mücadele ruhuna sahip olabildiler. Böylece yok olmaktan ve tarih sahnesinden silinmekten kurtulabildiler.

Bu entelektüel birikim sayesinde Müslümanlar, yeniden kendi kimlik ve kişiliklerini bulabildiler, karşılaştıkları iç ve dış saldırılara, meydan okumalara karşı direnecek, mücadele edecek, onları püskürtecek güce erişebildiler. Daha sonraki bin yılın İslam medeniyetini kurmanın, geliştirmenin ve korumanın da temelerini atmayı başarabildiler. Gazâlî ana damarından beslenen bu medeniyet tasavvuru yolculuğunda Müslümanlar, çok farklı alanlarda, örneğin felsefede Râzî, tasavvufta İmam Rabbânî, sosyoloji, tarih ve tarih felsefesinde İbn Haldun gibi siyaset ve medeniyet tarihimize önemli katkılarda bulunabilen, yepyeni atılımlar yapabilen zirve entelektüeller yetiştirebildiler, pek çok yeni ufukları aşabildiler.

Birinci medeniyet buhranının aşılmasında medreselerin, yani bunun ortaya çıkardığı bilimsel zihniyet devriminin çok büyük rolü ve önemli etkisi olmuştur. Özellikle Nizamiye Medreseleri, kapımıza gelip dayanmış tehlikelere karşı teorik ve fikri hazırlık yapılabilmesini sağladı. Müslümanlar, neredeyse dinlerinden şüphe edecek hale getirilmişlerdi. Bu sayede dinlerini yeniden ve doğru biçimde anlayabildiler ve tanıyalabildiler. İslam’ın en üstün ve en ideal din olduğundan asla şüphe edilmemesi gerektiği somut delilleriyle ortaya konulabildi. Herkesin kendisini İslam kıstasına vurarak düzeltmesi, yetiştirmesi ve geliştirmesi gerektiği anlayışı kökleştirildi. Yaklaşan büyük maddî yıkımlar da ancak bu mânevî/nazarî tahkimatla aşılabildi. İslam coğrafyasının fiziki ve maddi varlıklarını yerle bir eden Moğolların, daha sonra İslam’la tanışması, din olarak İslamiyeti kabul etmeleri ve Müslüman olmaları da bu teorik, ilmi ve manevi birikimle gerçekleşebildi. Böylelikle İslam’ın ve Müslümanların bu birinci büyük medeniyet buhranının ve krizinin üstesinden gelinebildi. Müslümanların tarih sahnesinden silinmelerinin önüne geçilebildi. Babürler, Safeviler, Osmanlılar, Memlukler gibi medeniyet tecrübeleriyle çok parlak medeniyet dönemlerine ulaşılabilmesinin yolları da açılmış oldu.

İslam’ın yürekleri fetheden, bütün insanlığa diriltici İslam ruhunu üfleyen, tüm dünyaya yeniden hayat sunan, muazzam ve muazzez yeni medeniyet yürüyüşü böylece kaldığı ve durduğu yerden yeniden devam edebildi. Asalak Roma’nınki veya daha sonraki emperyalist Avrupa’nınki gibi, güce tapan değil, Hakka tapan, hakikate dayanan evrensel İslam medeniyetinin kapatılmış olan yolu böylece yeniden açılabildi. Medine’den süt emmiş, herkese hayat hakkı tanıyan, insanlığa hakkaniyetin, silmin, selametin, adaletin ve sulhun ne demek olduğunu öğreten, aşılamamış evrensel bir kosmopolis inşa edilebildi. İslâm medeniyetinin, daha önceki tarihinden de parlak, uzun soluklu ve köklü yeni bir medeniyet hamlesi ve atılımı gerçekleştirilmesi yoluna girildi. Bundan sonra ortaya çıkabilecek bu tür büyük ölçekli krizlerin nasıl aşılabileceğini gösterecek bir tarih açılımı, ruh atılımı gerçekleştirildi. Fakat bu olumlu gidişat, başladığı şekilde devam ettirilemedi. Birden bire ortaya çıkan yeni ve uğursuz rüzgârlar, Müslümanları yeniden türlü iç siyasi çekişmelerin, kavgaların bataklığına doğru sürükledi.

HAYATİ BİR KURUM: MEDRESELER

Müslümanlar, İslam’ın daha ilk dönemlerinden itibaren ilme çok önem vermişlerdir. Peygamber terbiyesinden geçmiş olan sahabe nesli, aynı zamanda ilmi, irfanı, ihlası, takvası ve bunları uyumlu bir şekilde birleştirebilmiş yaşayış ve uygulamalarıyla da ideal, nitelikli insan, gerçek Müslüman, hakiki ilim ve din adamlarının da örnek modellerini oluşturuyordu. İlmin yayılmasına ve gelişmesine Müslümanların asırlar boyu sürdürdükleri çaba ve gayretlerin çok önemli katkıları olmuştur. Önceleri cami, mescit vb gibi yerlerde yürütülmeye çalışılan eğitim-öğretim faaliyetleri, Türklerin İslam dinini kabul etmelerinden sonra “Medrese” adı verilen eğitim-öğretim kurumlarında yapılmaya başlanmıştır.

Medreseler, Türklerin İslam dünyasına kazandırdığı çok önemli ve hayati bir eğitim kurumudur. Medrese denilince akla daha çok, Alparslan’ın ve ardından oğlu Sultan Melikşah’ın veziri olan Nizâmülmülk tarafından açılan Nizâmiye medreseleri gelir. Nizâmiye medreselerinin en ünlüsü 459 (1067) yılında Bağdat’ta öğrenime açılan Bağdat Nizamiye Medresesi olmakla beraber, Nîşâbur’un zaman itibariyle önceliği vardır. Bunların yanında Merv, Herat, Belh, İsfahan, Rey, Cürcân, Yezd, Şîraz, Hemedan, Kirman, Kâşân, Âmül, Basra, Musul, Cizre gibi şehirlerde de Nizâmiye medreseleri inşa edilmiştir. Bunların en başta gelen özellikleri, hoca ve talebelerinin iaşe ve ibatelerinin kendi gelir getirici vakıflarıyla karşılanması, âlimlerin ve öğrencilerin geçim endişesi taşımaksızın ilimle uğraşmalarınının sağlanması, mali özerkliğe sahip olmalarıydı. Toplumun ilmî seviyesini, böyle sağlam bir kurumsal yapı ve sistemle yükseltebilen Selçuklular, Şiî Fâtımîler’in Kahire’de kurdukları Ezher ve Dârülhikme aracılığıyla yürüttükleri propaganda faaliyetlerine karşı da Sünni İslam inancını savunabilmişlerdir.

Büyük Selçuklular döneminde kurulan medreseler, gelişimini büyük ölçüde Anadolu Selçukluları döneminde tamamlamış, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş dönemlerinde de en parlak yıllarını yaşamışlardır. Anadolu Beyliklerinden biri olarak kurulan Osmanlı Devleti’nin hükümdarları ve üst dazey yöneticileri, devletin kuruluşundan itibaren, eğitim ve öğretim faaliyetlerine çok büyük önem vermişlerdir. İlk zamanlar ilmiye sınıfı mensupları çok büyük saygı ve itibar görüyorlardı. Çok iyi ve nitelikli bir eğitim gören medrese mezunları adlî, idarî, askerî her alanda önemli görevlere getiriliyordu. Siyasî hayata küçücük bir uç beyliği olarak başlayan Osmanlı Devleti’nin, cihan devleti ve dünya hâkimiyeti seviyesine ulaşabilmesinde, kuşkusuz çok iyi bir ilmî teşkilata sahip olan üstün bir eğitim ve öğretim kurumu niteliğindeki Medreselerin çok büyük rolü ve etkisi olmuştur.

Osmanlı Devleti de eğitim sisteminin temelini, daha önceki dönemlerin klasik eğitim kurumları olan medreselere dayandırmıştı. Osmanlı ülkesinnde de, Selçuklu, Mısır ve Türkistan medreseleri örnek alınarak, yeni ve daha gelişmiş medreseler kuruldu. Osmanlıların bu çaba ve gayretleri, kendilerinden önce Anadolu’da bu alanda başlatılan eğitim ve öğretim faaliyetlerinin bir devamı niteliğindeydi. Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemindeki bilim politikasının temelini; ilmi bakımından daha fazla gelişmiş başka İslam ülkelerinde ün yapmış, çok iyi yetişmiş, nitelikli ilim adamlarını çok iyi imkânlarla kendi ülkesine celb etme uygulaması teşkil ediyordu. Hükümdarlar ve ileri gelen devlet adamları tarafından kurulan medreselerin derecelendirilmesinde, vakıflarının zenginliği, okutulan derslerin ve müfredatının durumu, kuruluş zamanı, kurucuları, müderrislere verilen maaş vb gibi kriterler dikkate alınıyordu.

İslam medeniyetinin birinci büyük buhran ve kriz döneminden çıkışında, Müslüman devletlerin ve ülkelerin tarihi gelişim seyri içerisinde özellike medreselerin çok önemli ve olumlu etkileri ve rolleri olmuştur.

Osmanlı Devletinin siyasal, sosyal, askeri, iktisadi ve kültürel sistemi içerisinde medreselerin, merkezî eğitim sistemi olarak çok önemli bir yeri vardı. Osmanlı Devleti’nin ve milletimizin duraklama ve gerileme dönemine girmesinde, nihayet çökmesinde ve yıkılmasında, ikinci medeniyet krizimizin ve buhranımızın başlamasında da medreselerin ve ilmin gerilemesinin ve çöküşünün çok önemli etkileri olmuştur. Fakat bu ikinci büyük medeniyet krizimiz bağlamındı, en temel eğitim kurumumuz olan medreselerin gerileme ve çöküş sebepleri üzerinde yeterince durulmamış, gerekli araştırma ve incelemeler yapılmamış, ileriye dönük sonuçlar ve dersler çıkarılamamıştır. Sadece medreselerin ortaçağ zihniyetini temsil eden eğitim kurumları olduğu gibi basit, içerikten yoksun, önyargılı genellemelerle ya da tafra atmak, beşik ulemâlığı gibi elbette hoş olmayan, ancak sebep değil sonuç niteliğindeki olgular öne çıkarılarak değerlendirmelerde bulunulmasıyla yetinilmiştir. Hâlbuki bunlar medreselerdeki bozulmanın sebepleri değil sonuçlarıydı. Hatta en sağlıklı eleştiri alanlarından birisi sayılabilecek örgütsel yapının bozulması da daha çok yapısal bir sorundu. Bu da sırf medreseye bağlı ve onunla sınırlı bir olgu değildi.

Medreselerin gerilemesinde rol oynayan başlıca sebepler arasında, tecrübî ve aklî ilimlere karşı çıkılması da sayılır. İnsanın ilmini, irfanını, düşünce ve muhakeme gücünü geliştiren ve artıran, akla dayalı ilimlerle uğraşmak, İslam’ın asla yasaklamadığı, hatta emrettiği şeylerdendir. Kur’an âyetlerine ve hadislere kısaca bir göz atıldığında bile; Müslümanların ilim, fikir, tefekkür, tezekkür, tedebbür, akıl, taakkul, akletmek, nazar (bakıp düşünme), görme (ru’yet), müşahade, deney, gözlem, hikmet gibi birçok kavram ve kelimeye dikkatlerinin çekildiği görülür. İnsan, düşünmeye, muhakeme etmeye, bir şeyi başka bir şeyle kıyaslayarak bilinenlerden bilinmeyenleri bulup çıkarmaya, istidlal etmeye teşvik edilir. Bunun en kutsal ve en önemli ibadetlerden sayıldığı belirtilir. Buna rağmen, İslam dünyasında ve İslam toplumlarında ilimsizlikten, fikirsizlikten, düşüncesizlikten, akla ve ilme karşı çıkmaktan yakınılması gerçekten çok üzücü ve açıklanması çok zor bir durumdur.

Bu yanlış zihniyet yüzünden, asla başkalarına teslim edilmemesi gereken, ilmin, bilimin ve teknolojinin, özellikle de insanlık düşmanı olan Batı’ya teslim edilmesi, İslam, Müslümanlar açısından çok sakıncalı sonuçlar doğurmuştur. Çünkü Batı, bilimi istismar edip, kaba gücü, kuvveti ve iktidarı eline geçirerek bütün insanlığı köleleştirmek amacıyla bütün kutsalları yok etmeye hazır bir zihniyete sahiptir. Nitekim bugün insanoğlunu insanlıktan çıkaracak, fiziksel, biyolojik ve dijital bir karışıma dönüştürecek, aptallaştırıp, şapşallaştıracak, mikroçipler takarak mankurtlaştıracak, böylece insanlığın sonunu getirecek trans-hümanizm girişimleriyle hem bizim için, hem de bütün insanlık için ne kadar büyük tehlike olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadır.

Medreselerde ilimler, genel olarak aklî ve dünyevi ilimler ile naklî ve dini ilimler şeklinde ikili bir ayırıma tâbi tutuluyordu. Daha sonraları, dini ilimler dışındaki tabii, aklî ve felsefî bilimlerin müfredattan çıkarılması, skolastizme kayılması ile sonuçlandı. Belki de medreselere yöneltilen eleştirilerin en yaygın ve anlamlı gözükeni budur. Çünkü böyle bir ayırım en başından itibaren son derece yanlış, anlamsız ve gereksizdi.

Akıl ve din birbirine aykırı, zıt ve ters gösterilemez. Aklı olmayanın dini olamayacağı, yani akılsız din olamayacağı gibi, din olmadan da aklın pek çok sorunun cevabını bulamayacağı, eşyanın hakikatine eremeyeceği ortadadır. Tâbiat bilimleri, asla gereksiz ilimler değildir. Tam tersine diğer ilimlerin de zembereğini oluşturan bilimlerdir. İnsanın yeryüzündeki halifelik görevini tam olarak yerine getirebilmesi için, asıl gelişme dinamiği de doğa bilimlerindedir. Felsefî, rasyonel bir disiplin olan matematik, bize pek çok bilim ve ilim için formel kalıplar sunar. Örneğin, matematik ve bayağı kesir hesabı bilinmeden miras hukukunun önemli bir dalı olan farâiz (şer’î miras paylaşımı) işlemleri yapılamaz. İlimler arasında ayırım gözetenler, bazı ilimleri itibarlı, bazılarını itibarsız gösterenler, her Müslümanın ana hedeflerinden biri olan hikmete asla ulaşamazlar. “Allah, dilediğine hikmeti (ilmi, irfanı, kâinatı tanımayı, doğru hüküm verme yeteneğini) verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar (Bakara Suresi, Ayet: 269).

Aslında medreselerdeki matematik ve doğa bilimlerine kapanış toplumsal bir daralışın ve medreselerde bu dersleri okutacak ilim adamlarının kalmamasının bir sonucuydu. Mevcut yapıya göre fazla ve gereksiz görülen, ihtiyaç duyulmayan ilimler ve bilgiler medreselerde de işlev dışı kalmıştı. Bu tür kolaycılıklar yalnızca medreselere özgü bir sorun da değildir. Tembellik herkes gibi o zamanın medrese âlimlerine ve talebelerine de hoş gelmişti. Bu yüzden de ilimleri akli ilimler ve nakli ilimler gibi bir ayırıma tabi tutmuşlar, daha kolaylarına geldiği ve yatkın oldukları için de zamanla aklî ilimlere değil; nakli ilimlere daha fazla yönelmişlerdir.

Köklü eğitim kurumumuz olan medreseler; asırların ihmaliyle yavaş yavaş yetersiz hale gelmiş, dejenere olmuş, bozulup, çürümüş, yozlaşıp, işlevsiz hale gelmiş, en sonunda da tarihten silinmiştir. Fakat medreselerin bozulmasının, yozlaşmasının, işlevsiz ve yetersiz hale gelmesinin, asıl sorunlarının neler olduğu tam olarak ortaya konamamıştır. Aksayan ve bozulan yönlerle ilgili sağlıklı eleştiriler getirilip, ıslâhı için köklü çözümler ve çareler üretilememiş, zamanında gerekli tedbirler alınmamıştır. Öte yandan gününmüzde de en önemli, en temel, bütün sorunlarımızın başı olan, kangren olmuş durumdaki mevcut eğitim sorunlarımız, eğitim sistemimiz ve kurumlarımız üzerinde de yeterince durulmamaktadır.

EĞİTİMDE KURUMSALLAŞMANIN ÖNEMİ

Ali Yakup Hoca, özellikle eğitimde kurumsallaşmanın önemini çok iyi bilen, bunun farkında ve ayırdında olan entelektüel bir eğitimciydi. Her zaman, her yerde, sık sık buna vurgu yapar; köklü ve ciddi eğitim kurumları, mektepler, medreseler, araştırma kurumları, ilim irfan müesseseleri olmadan, kabiliyetli ve gayretli gençleri buralarda geniş ufuk ve vizyon sahibi üstün nitelikli ilim, fikir, düşünce, eylem ve uygulama adamları olarak adamakıllı yetiştirmeden, bir yere varılamayacağını düşünürdü. Sürekli bir davanın ancak onu iyi bilenlerle, bir milletin ve toplumun da ancak kendi inanç ve idealleri doğrultusunda iyi yetişmiş nesillerle ayakta kalabileceğini, hayatiyetini devam ettirebileceğini söylerdi.

Her alanda olduğu gibi İslami ilimler alanında da doğru dürüst ilim adamı ve âlim yetiştirebilmenin vazgeçilmez ön şartının uygun vasat, yani ortam, kurum ve kuruluş olduğuna inanırdı. Kendi çaba ve gayretiyle bir yere kadar tek tük yetişenler olsa bile bunların nitelik ve nicelik olarak yeterli olamayacağını çok iyi bilirdi. O, böyle kendi kendine yetişenleri, ekilmemiş, sürülmemiş yerlere bir şekilde, tesadüfen düşmüş tohumlardan bitmiş Hüdai nâbit bitkilere benzetirdi. Tek bir tohumdan, yabandaki bitki ve ağaçtan, başaktan yeterli ve işe yarar ürün ve mahsul elde edilemeyeceği gibi, böyle kendi kendine orada burada tek tük, yarım yamalak yetişmiş kimselerden de bir şey olamayacağını, böyleleriyle varılması gereken yerlere varılamayacağını söylerdi. İyi ürün ve mahsul alabilmek için iyi tarla, bakımlı bağ ve bahçe ne kadar önemliyse, nitelikli ilim, fikir, aksiyon adamları yetiştirebilmek için de kurumsal yapıların o kadar önemli ve gerekli olduğunu ifade ederdi. İslam’a gönül vermiş, yetenekli, çalışkan gençlerin gayretlerini ilme, irfana, eğitime ve tahsile yöneltmek, onları geniş ufuklu, vizyon sahibi adamakıllı, dört dörtlük, nitelikli ve ciddi alimler olarak yetiştirebilecek için, köklü, yeterli ve nitelikli eğitim müesseselerinin her zaman en acil, en önemli ve öncelikli mesele olduğunu söylerdi.

Hoca’nın hüdai nâbit, kendi kendine bitmiş tohum ve bitki benzetmesinin ormancılıkla ilgili de bilimsel temelleri vardı. Ağaçların sağlıklı bir şekilde büyüyüp yetişebilmeleri, gelişip güçlenebilmeleri, örneğin işe yarar, iyi kerestelik gövde yapılarına sahip olabilmeleri için, öncelikli şart meşcere dedikleri sağlıklı ve uygun orman ortamına sahip olmaktır. Tek başına kalmış bir ağaç, yeterince büyüyemez, gelişip güçlenemez, gövde yapıp boy atamaz, kendisini koruyamaz, yeterince artım sağlayıp çoğalamaz, kendi kendine dal, budak ve kök salamaz; genellikle bodur, çarpık çurpuk, çirkin, görünümlü olur. Dış baskılara ve etkenlere daha açık, yatkın ve daha savunmasız olacağı için, fırtına, rüzgâr, yağmur, yıldırım, güneş gibi dış etkenler yüzünden yapısının ve şeklini bozulması kaçınılmazdır. Böyle tek bir ağacın varlığını koruyabilmesi ve sürdürmesi çok zor, hatta imkânsızdır. Meşceredeki ağaçlar, hem birbirlerinin gelişimine büyük katkılar ve yararlar sağlarlar; hem de birbirlerini dış etkenlerin zararlarına karşı siperleyerek, perdeleyerek korurlar. Sağlıklı bir ormandaki ağaçların belli bir sıklıkta bulunması, aradaki mesafenin ne az, ne de çok olması gerekir. Aradaki mesafe biraz fazla açılacak olsa, meşcerede meydana gelebilecek fırtına gibi olaylar, ağaçlara ve ormana çok büyük zararlar verir. Ağaçların bu sosyal destekten mahrum kalmaları hem kendileri, hem de bütün orman için çok olumsuz sonuçlar doğurur.

Ormanın özellikle taç durumunun, yani tepe kısmının sağlığı, bütün orman için çok önemlidir. Burası ormanın kalbidir. Ormanla ilgili değerlendirme yapanlar, burayla ilgili belirlenen parametrelere bakarak ormanın tümü hakkında sağlıklı sonuçlara ulaşmaya çalışırlar. Ağacın tepesinin durumu, bize ağacın gücü, büyümesi, gelişmesi, ayrıca hem şimdiki hem de geçmişte uğradığı etkiler ile ilgili birçok şeyi açıklar. Bilgili ve tecrübeli araştırmacılar tarafından yeterli bir süre boyunca yapılacak, ağaçların tepe durumunun sağlıklı ölçümleri değerlendirilmeleri yoluyla ağaçların ve ormanın sağlığı, bu sağlıktaki ani ve daha da önemlisi çok zor fark edilebilen (sinsi) değişimler doğru olarak belirlenebilir. Ormanın ve ağaç tepelerinin (tacının) bütün olarak yoğunluğu, ölü ve kuru dallarının miktarı ve büyüklükleri, yaprakların boyutları, rengi ve durumu bir ağacın ve ormanın sağlığını sayısal olarak değerlendirmek için mükemmel göstergelerdir. Gölgeleme ve fiziki etkileşimden tek veya çok taraflı etkilenmiş, baskı altındaki ağaçların uzun vadeli izlenmesi, biyotik ajanların, zarar faktörlerinin dağılımı, meydana gelmesi ve zarar verme derecesi hakkında temel veriler çok iyi irdelenmelidir. Böylece sürdürülebilir orman yönetimi, orman politikası ve ormanla ilgili diğer konularda değerli veriler elde edilebilir, sağlıklı uygulamalara yönelinebilir.

Siperlenmedeki değişimler, azalma ve çoğalmalar, örneğin orman içindeki bazı ağaçların diğer ağaçlara göre daha fazla büyümüş ve görünür hale gelmiş olmaları, bu ağaçların açıkta kalan tepelerini, yağmur, rüzgâr, yıldırım vb gibi zararlı etkilere karşı savunmasız kılar. Ağaçların ve ağacın tepesinin, bir taraftan, iki taraftan, üç taraftan veya dört taraftan siperlenmeden ve fiziki etkileşimlerden mahrum kalması söz konusu olabilir. Ne kadar çok yönden siperlenmeden yoksunluk söz konusu olursa, tehdit ve tehlike de o nispette büyük olacaktır. Orman ve ağaçlarla ilgili bu bilimsel verilerden, insan, toplum ve millet hayatı hakkında da çıkarılabilecek pek çok dersler vardır. Örneğin, siyasi hayatta da siperlenme çok önemlidir. Bu siperlenme olmadığında veya yetersiz kaldığında toplumun liderliği, önderliği, dolayısıyla toplumun kendisi çok büyük tehlikelere açık hale gelir. Bu yüzdendir ki, iyi siyasetçiler, iyi yöneticiler ve iyi devlet adamları en iyi ve en ideal siperlenmeyi sağlayabilecek sağlıklı organizasyon yapıları ve siyasi sistemler kurabilenlerdir. Öte yandan insanlar da, ağaçlar gibi fıtraten hep daha fazla görünür olma arzusunda, daha baskın ve galip olma hevesinde ve sevdasındadırlar. Özellikle siyaset hayatında bu daha belirgin ve dikkat çekicidir. İktidar sahipleri, özellikle de mutlak iktidar sahipleri, sultanlar, padişahlar, üst düzey yöneticiler, genellikle yalnız insanlardır. Bu büyük yalnızlıklarının en büyük sebebi de etraflarını yine kendilerinin boşaltmalarıdır. Fakat bu yalnızlığın zararlarını ve acı sonuçlarını hem kendilerinin, hem de temsil ettikleri grupların, toplumların ve milletlerin er veya geç görmeleri kaçınılmazdır. Çünkü daha yüksekte, daha yukarıda, daha önde, daha görünebilir ve daha çok göz önünde olmak demek, aynı zamanda tehlikelere ve dış tehditlere daha açık, daha açıkta, daha sipersiz, daha korumasız olmak demektir

En eski çağ devlet ve imparatorluklarından günümüze kadarki tecrübeler, bize toplumların gelişmesinde, ilerlemesinde ve gerilemesinde rol oynayan en önemli etkenlerin başında eğitim ve öğretim faaliyetlerinin geldiğini gösterir. Eğitim, bilim, kültür ve sanat alanlarında ilerleme olmadan, başka hiçbir alanda ilerleme olabilmesi mümkün değildir. Eğitim, bilim, kültür ve sanattaki ilerleme, gelişme ve yükselme başka alanlardaki ilerleme gelişmelerin hem şartı, hem de başlatıcısı ve sürdürücüsüdür. Birleşik kaplar kanununda olduğu gibi bir milletin ve devletin, başta ilim, teknik, sanat ve kültür olmak üzere, her alanda dünya çapında üstün bir duruma gelmesi şarttır. Bunlardan birinde örneğin, bilimde, kültür ve sanatta çok iyi ve mükemmel olup da diğerlerinde, örneğin siyasette, ekonomide, askerî alanda daha aşağı bir düzeyde bulunulabilmesi mümkün değildir.

GAZZALİ DÖNEMİNDEKİ SAPIK CEREYANLAR

Gazzâlî, İslam dünyasının sayılamayacak kadar çok yıkıcı, bölücü, parçalayıcı, bozucu dini, ilmi, fikri, felsefi, batıni akımların hücumuna uğradığı, bunların yaygınlaşıp cirit attığı, İslam medeniyetinin ve Müslümanların her bakımdan büyük bir ölüm-kalım mücadelesi verdikleri, birinci ve en büyük medeniyet krizi ve buhranı döneminde yaşamıştır. Gazzli’nin yaşadığı hicri VI. miladi XI yüzyılda İslâm ümmeti ve Müslümanlar, aydınları, alimleri, devlet adamları, hatta topyekun halkıyla dini, siyasi, sosyal, ekonomik kısacası her açıdan ve her şeyleriyle tepeden tırnağa tam anlamıyla bozulmuş, her yönden iyi ve sağlam bir ıslahata muhtaç duruma düşmüştü. Öte yandan bu olup bitenlerin farkına varabilen, bunun için yeterli çözüm ve çareler üretip ortaya koyabilecek, uygulayabilecek nitelikte, bilgili, imanlı, ihlaslı, samimi, ilim, fikir, devlet ve siyaset adamları yok denecek kadar azdı. Şartlar ise her bakımdan çok uygunsuzdu.

Gazzali, Peygamber Efendimizden sonra insanların nasıl azar azar azdığını, azgınlık ve sapkınlıkların nasıl yaygınlaştığını, nerelere ulaştığını, Müslümanların emri bil maruf ve nehyi anil münker görevlerini yeterince yerine getirmedikleri için hangi olumsuz sonuçlar doğduğunu dikkatle ve büyük bir vukufla izleyebildi. Çünkü o bunu başarabilecek çok nadir ve sıra dışı entelektüellerden biriydi. Kötülükleri engelleyecek, kötüleri kınayıp, azarlayabilecek kimse kalmayınca arsızlıkların, namussuzlukların nasıl itibar gördüğüne ve prim yaptığına yakından tanık olmuştu. Asrısaadetteki gerçek Müslüman tipiyle, kendi döneminde yaşayan Müslümanlar arasında çok büyük bir farklar, adeta uçurumlar oluşmuştu. Bu kadar büyük uçurumların nasıl ve hangi gelişmeler sonucunda oluştuğunu, insanların, birey ve toplum olarak Hakktan, hakikatten, İslam’dan nasıl bu kadar uzaklaşabildiklerini anlamaya çalıştı. Pek çok şeyi ve sebebi net bir biçimde görebilmiş, tehlikenin büyüklüğünün tam anlamıyla farkına varabilmişti.

Gazzâlî, bütün bu olup bitenler karşısında asla ilgisiz ve umursuz kalamadı. O, böyle olağanüstü bir dönemde, bir kenara çekilip, eli kolu bağlı oturabilecek, pasif bir seyirci gibi ne olacağını bekleyebilecek karakterde birisi değildi. Tam tersine o, sorumluluk ve bilinç düzeyi çok yüksek, çok iyi yetişmiş, gerçek ve sorumlu bir Mümin ve Müslüman, iyi bir bilim adamı, gerçek bir entelektüel olarak olarak, kendisini hemen harekete geçmeye mecbur hissetti. Bütün olup bitenleri kendisine dert, çözümleriyle uğraşmayı da dava edindi. Bütün sorun ve sıkıntılar için sağlıklı, çözümler ve çareler üretebilme arayışına girdi. İslam’ın ve Müslümanların fikri, imani, ameli, siyasi, sosyal, ekonomik ve ahlaki yönden yıkıma uğradığı bu çok büyük kriz ve buhran döneminde, bu zor dönemden çıkış için görev ve sorumluluk üstlenmekten kaçınmadı. İslam ve Müslüman düşmanlarına karşı canla başla çetin bir mücadeleye girişti. İslam medeniyetinin içine düşürüldüğü ölüm acılarını, yeniden doğuş ve kuruluş sancılarına çevirebilmek için de elinden geleni sonuna kadar yaptı. Elliüç yıllık kısacık ömrüne bakıldığında, hiç kimse onun üstüne düşeni sonuna kadar yapma hususunda en ufak bir gevşeklik ve ihmalkârlık gösterdiğini iddia edemez.

İmam-ı Gazzali (1059-1111) döneminde İslam âleminde dört büyük cereyan oldukça öne çıkmıştı. Bunların her biri kendi yollarının en doğru yol olduğunu, hakka, hakikate, doğruya ancak kendi yol ve yöntemleriyle ulaşılabileceğini iddia ediyorlardı. İmam-ı Gazzali, bunları yakından tanımış, gözlemlemiş, derinden tetkik etmiş, kitaplarını okumuş, hepsinin fikir ve görüşlerini de bilerek eleştirmiştir. Bu dört cereyan şunlardı:

  1. Kelam ve fıkıh âlimleri: Gazzali, bunları çok kuru ve yetersiz buldu. Nizamiye Medreselerinde bu dersleri okutmuş, yöneticilik yapmış olan Gazzali kelam, fıkıh gibi zahiri ilimlerde zirve olmuş büyük bir İslam âlimiydi.
  2. Bâtıniler: Gazzali bunların inanç, fikir, düşünce ve metotlarının yanlışlıklarla, hatalarla dolu olduğunu, pek çok konuda sapıklık ve sapkınlık içinde olduklarını ortaya koydu.
  3. Felsefeciler : Bunlar, eski Yunan filozoflarının peşine takılmış Müslüman filozoflardı. Bunların bazı konulardaki fikir ve görüşlerinde önemli yanlışlıklar ve isabetsizlikler olduğunu, özellikle üç konudaki fikirlerinin küfre ve inkara vardığını delilleriyle ortaya koymuştu.
  4. Sufiler: Bunların fikir ve görüşlerinden bazılarının okuyup, dinleyerek, öğrenilen kuru ve nazari bilgiler, laflar sözler olduğunu, diğer bir kısmının da bizzat yaşayarak, tatbik ederek, hissederek elde edilebilen manevi haller, zevkler ve makamlar olduğuna kanaat getirmiştir. Bu yol Gazzali’nin de çok ilgisini ve dikkatini çekmiş, büyük mutasavvıfların eserlerini okuduğu gibi, bu yolda olanların hallerini yakından gözlemlemiş ve kendisi de bizzat tecrübe etmiş, 53 yıllık ömrünün 11 yılı uzun bir uzlet hayatıyla geçmiştir.

O devrin en büyük ıslahat ve yenilik iddialarıyla ortaya çıkmış en önemli ve en etkili iki grubunu oluşturan Felsefeciler ve Bâtıniler, bütün ıslahatçılık ve yenilikçilik iddialarına rağmen, aslında fitne, fesat ve bozgunculuktan başka bir şey yapmayan gruplardı. Her ikisi de İslam, Müslümanlar, hatta tüm insanlık için en büyük iki tehlike durumuna gelmişlerdi. Gazzali de, ister istemez, kendisini ilk önce bunlarla mücadele etmek mecburiyetnde hissetti ve her ikisini birden hedef tahtasına koydu.

O zamanın İslam dünyasının gerçekten de zaruri olarak ihtiyaç duyduğu, ıslahat ve yenileme çalışmalarının önündeki en büyük iki engel de aslında Felsefeciler ve Bâtınilerdi. Bunların etkileri ve etkinlikleri ortadan kaldırılmadan ya da kırılmadan İslam dünyasında hiçbir ıslah ve yenileme faaliyeti gerçekleştirilmezdi. Çünkü bunlar, teorik çalışmalara yönelen bütün araştırmacıları doğruyu aramaktan ve bulmaktan alıkoyabiliyorlardı. Ayrıca İslami literatürü de İslam’ın özüne ve ruhuna aykırı, bağlamından kopararak, yalan, yanlış bir şekilde yorumluyorlardı. Bunlar, ortalığı sapık fikir, inanç ve görüşleriyle batıl dinlerden, inançlardan, akımlardan, felsefelerden, ideolojilerden, uygulamalardan aktarılmış kirli, bozuk ve yanlış bilgilerle doldurmuşlardı. En temel kaynak eserlerin içine bile bir şekilde doldurulmuş, sokuşturulmuş akıl, gönül, zihin, iman bozucu, bulandırıcı, karıştırıcı bu kirli bilgilerin tespit ve teşhisi, çürütülmesi ve bir an önce temizlenmesi en acil ve zorunlu ihtiyaç halini almıştı (Tehâfütü’l-Felâsife, s. 37-38).

Sokratik, Eflâtuncu, Yeni Eflâtuncu, Aristocu, Pisagorcu, Yeni Pisagorcu, Stoacı felsefelerin  yoğun etkisiyle Müslüman toplumda, Allah, kâinat, insan, var oluş, varlık türleri, evren, ahlak, erdem, devlet, toplum, siyaset, felsefe, bilim, tabiat ve tabii güçler gibi konularda İslam’la ve gerçek ilimle bağdaşmayacak sapık inanç, fikir ve düşünceler sürekli daha fazla yaygınlık kazanıyordu. Kısacası, bizim kendi tarlalarımıza, topraklarımıza başkaları tarafından çoktan beri bize yabancı, zararlı ayrık otları, dikenler, zehirli bitkiler ve tohumlar ekilmişti. Böylece zaaf, duraklama, gerileme, güçten, takatten düşme dönemlerinin ve türlü olumsuzlukların taşları çok önceden döşenmiş, sebepleri çok önceden hazırlanmıştı. Gazzali, yoğun bir çalışma içerisine girerek, bunları yine kendi kaynak kitaplarından yola çıkarak, hatalarını, sapıklıklarını, bozgunculuklarını, yollarının yanlışlığını somut delilleriyle ortaya koydu ve kısa zamanda ipliklerini pazara çıkardı.

Bu dönem, bir yandan da eski İran, Yunan, Hint ve Arap kaynaklı efsanelerin, masal, hikâye ve mitolojilerin çok büyük rağbet ve ilgi uyandırdığı bir dönemdi. Özellikle eski Hint, İran, Yunan ve Arap halk öyküleri derlemeleri halk arasında çok rağbet görür ve sevilir hale gelmişti. Bunların çoğu da Abbasi halifelerinin desteği, yardımı, caizesi, ödülleri ile yazılıyordu. Yazanların çoğu da devlette üst düzey görevlerde bulunuyorlardı. Özellikle Hârûnürreşîd (786-809) döneminde Binbir Gece Masalları külliyatı çok popüler hale gelmişti. Bu külliyata daha sonra Mısır’da, Fâtımîler ve Memlükler devrine ait masallar da ilâve edildi. İbnü’n-Nedîm’e göre; Muhammed b. Abdûs el-Cehşiyârî (ölümü: 943) de Arap, İran, Hint, Yunan vb. toplumlarının en ünlü 1000 masal, mitoloji ve efsanelerini de toplamaya heveslenmiş, ancak hepsini tamamlamaya ömrü yetmemiş, 480 masala ulaştığında vefat etmişti. Kelîle ve Dimne gibi çerçeveli masal tekniğindeki Hint edebiyatı kaynaklı fantastik masallar ve hikâyeler de çok ilgi ve itibar görüyordu. Baştan sona erotizm, eşcinsellik ve entrikalarla dolu olan, abuk sabuk sayılamayacak kadar çok fantazi içeren, Brahmanizm, Zerdüştlük, Manihaizm gibi dinlerin propaganlarını yapan bu masalların, ne okuyanlar, ne dinleyenlere, onların ne dinlerine, ne de dünyalarına hiçbir faydası yoktu. Bunların İslam’a ve Müslümanlar’a hiçbir olumlu katkıları ve hayırları da yoktu. İnsanların beyinlerini dumura uğratmaktan, ruhlarını karartmaktan, inançlarını, ahlak ve karakterlerini bozmaktan başka bir şeye de yaramıyorlardı. Zaten bunların tedavüle sokulmalarının esas amacı da buydu. Ayrıca ifritler, şeytanlar, tılsımlar, cadılar, büyücüler, devler, olağan üstü varlıklar ve fantastik maceralarla dolu kitapların da haddi hesabı yoktu. İnsanların önemli bir kısmı sihirle, büyüyle, tılsımla, yıldız falıyla, astrolojiyle kafaları bozmuşlardı. Bu masal, efsane, hikâye, mitoloji, sihir, büyü, astroloji kitapları hastalıklı hayallerin ürünüydü. Alabildiğine de akıl, mantık, din ve ta- biat dışı unsurlar ve konular içeriyordu.

Binbir Gece Masalları, Batı’da ilk kez Antoine Galland tarafından, 1704-1717 yılları arasında yeniden düzenlenip Fransızcaya çevrilmiş ve 12 cilt halinde yayımlanarak ve dünyaya tanıtılmıştır. Bunlar daha sonra da Dr. Joseph Charles Mardrus tarafından, 1899-1903 yılları arasında, 16 cilt olarak Arapçadan Fransızcaya aktarılmıştır.

Bir tarafta her şeyi akılla çözmeye çalışan aşırı Mutezileciler, sapık Yunan filozoflarının etkisindeki zındıklar, Meşşâîler/İşrakîler, diğer yanda Bâtıniler, Hurûfiler, İbâhîler, Haşhaşiler, Hâricîler, Rafızîler, Kalenderiler, Melamiler, Hurûfîler, İsmaililer, Karmatîler gibi aklı tamamen bir tarafa atan sapık ve sapkın mezhep ve akımlar meydanı iyice boş bulmuşlardı. Öte yanda kendi inanç ve ibadet unsurlarını İslam’a katmaya çalışan Budizm, Hinduizm, Maniheizm, Zerdüştlük gibi eski din ve inanç unsurları toplumda sürekli yeni ayrışmalara sebep oluyorlardı. İslam’ın en temel inanç ve düşünce sistemiyle bağdaşmayan değişik felsefi ve dini akımlar, eğilimler, mezhep, tarikat, görüş ve anlayışlar, toplumda inanç bakımından çok büyük ayrılıklara, aykırılıklara, bölünmelere, kamplaşmalara ve düşmanlıklara yol açıyorlardı.

Başlangıçta akılcı, hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkan, bazı Abbasi halifelerince de himaye gören Mutezile mezhebi, çok geçmeden tamamen ters ve baskıcı bir ideolojiye dönüşmüştü. Kendi görüş ve düşüncelerini paylaşmayanlara karşı ‘mihne’ diye adlandırılan engizisyon benzeri uygulamalara girişmişlerdi. Şiilerin sayısız kollara bölünmesi gibi, Ehlisünnet mezhepleri arasında da kapanmaz uçurumlar oluşmuş, toplumda birlik beraberlik kalmamıştı. Eski din ve medeniyetlerin, zaten gönülden ve gerçekten Müslüman olmamış, İslam’ın hızlı yayılışı ve gücü karşısında açıkça cephe alamadıkları için İslam’ı kabul etmiş görünen kalıntıları da hiç boş durmuyorlardı. İslam inancına, toplumuna, devletine ve halkına karşı alttan alta, örgütlü, sistemli, gizli ve sinsi mücadeleler yürütüyorlardı. Toplumdaki sosyal, siyasi, ekonomik iç çekişmelerden ve rekabetlerden de yararlanarak, Müslümanlar arasında türlü kamplaşmalar, düşmanlıklar, iç karışıklıklar çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu bölünmelerin ve yıkıcı akımların tetiklediği, anarşi, kaos, terör ve suikast olayları, iç savaşlar, İslâm toplumlarının dinlerini, imanlarını, inançlarını, akidelerini, sosyo-kültürel ve ekonomi-politik yapılarını içten içe yiyip bitiriyor, yerle bir ediyordu.

İslam dünyasındaki bilgi kirliliği, Gazzali’nin yaşadığı dönemde had safhaya ulaşmıştı. Eski antik dönem gnostikleri, Hint, Mısır, Yunan, Roma, Yahudi ve Hrisityan gizemcileri, mistikleri, sihirbazları, tılsımcıları, büyücüleri ve kâhinleri İslam dünyasını sarıp sarmalamıştı. Bunların o zamana ulaşmış eserleri İslam dünyasında oldukça tanınır, bilinir hale gelmişti. Üstelik bunlar, gizli ilim, havass ilmi gibi adlarla yüceltiliyor ve çok büyük rağbet de görüyordu. Örneğin Tyanalı (Kemerhisar’lı) Apollonius (M.S. 15- 100) gibi kâhin, sihirbaz, büyücü, gizemci pagan filozoflar, Ebû Bekir er-Râzî (865-925)  ve Cabir İbn-i Hayyan (722- 815) gibi Müslüman filozoflar nezdinde bile çok büyük ilgi ve itibar görüyordu. İ.S. 800’de Apollonius’un hayatını kaleme alan İbn-i Hayyan, onun tılsımlarını ve muskalarını da ‘Kitab el Hacer’ala Re’yi Balinius’ adlı kitabında bir araya getirmişti. Bu tür tılsım, büyü, sihir, kehanet kitaplarının ve yıldıznamelerin haddi ve hesabı yoktu. Bâtınilik, İsmaililik, Hurufilik, Hasan Sabbah’ın Haşhaşileri gibi gizli ve gizemli birçok örgütler de fikir, görüş, inanç ve uygulamalarının temellerini bunlardan alıyorlardı. Bu kirli, yanlış, sapık ve saptırıcı bilgi, inanç ve uygulamaların İslam’la ve gerçek İslam tasavvufuyla hiçbir ilgileri, bağları, bağdaşır ve uzlaşır yönleri elbette yoktu. Ancak bunların bazı Müslüman filozoflar ve mutasavvıflar, aracılığıyla geniş halk kitlelerine yayılması, sayılamayacak kadar çok olumsuz, yıkıcı, bozucu ve zararlı etkilere yol açıyordu. Daha ilk dönemlerden itibaren, başta El-Kindi, Fahreddin Râzi, İmam-ı Gazzali olmak üzere, bazı İslam âlimleri ve düşünürleri bunların yanlışlığını ve zararlarını ortaya koymak üzere pek çok eserler yazmış olsalar da, yine de bunların kötü etkilerinin önüne tam olarak geçilememişti.

Önce Emeviler, onlardan sonra da siyasi iktidarı ele geçiren Abbasi hükümdarları, Müslümanların ve devletin en üst düzey görevlerine eski din, inanç ve medeniyet mensuplarından yöneticiler, bürokratlar, memurlar tayin etmekte hiç sakınca görmemişlerdi. Bunlardan Müslüman olmuş görünenler de eski din ve inançlarından tamamen kopmuş, en azından bunların etkisinden kurtulabilmiş değillerdi. Hatta bazıları, eski dinlerinin ritüellerini ve inanç unsurlarını İslam’a dâhil etmek, bunu da Devlet gücüyle yapmak için büyük bir heves ve gayret içindeydiler. Örneğin, Abbasiler döneminin Budist kökenli vezirleri Bermekiler, Budist mabetlerinde olduğu gibi Müslüman mescitlerinde de buhurlar yakılması, mescitlere buhurdanlık koyulması hevesine kapılmışlardı. Bu heveslerini, Halife Harun Reşid’e Kâbe’nin ortasına, büyük bir kaide üzerinde, içinde ebedi olarak öd ağacı yakılacak süslü  bir buhurdanlık konmasını önerebilecek kadar pervasızlık boyutlarına ulaştırmışlardı.

Melamiler ve Kalenderiler gibi batıni nitelikli tarikatlar da tasavvuf konusunda çok daha başka tellerden çalıyorlardı. Melamiler, tasavvufu mevcut haliyle şekilcilik, kisve, merasim ve zahiri şartlara bağlı olmakla suçluyorlar, ibadet ve taatleri azımsayarak ve gereksiz görerek, nefsi dizginlemeyi, kınamayı, itham etmeyi daha önemli sayıyorlardı. Kendi nefislerini daha çok kınayarak, halkın da kendilerini kınamasına, nefretine ve hakaretine sebep olacak işler yaparak ve buna hiç aldırmayarak Allah yolunda daha kolay ilerlenebileceğini iddia ediyorlardı. Hatta sırf halk onları kötü sansınlar diye meyhanelere, kumarhanelere girip çıkıyorlar, fahişelerle düşüp kalktıklarını düşünsünler diye onlarla sık sık görüşüyorlardı. Onların bu tür sıra dışı ve anormal tutum ve davranışları, insanların kötülükleri normal görmeye başlamalarının yanı sıra, ayyaşların, berduşların, fuhşiyat sahiplerinin kendilerini Melami göstererek, kötü fiillerine ve kötülüklerine kılıf hazırlamalarına da neden oluyordu.

İbnü’l-Hatîb’e göre; Kalenderiler de Budist rahipler gibi saç, sakal, bıyık ve kaşlarını tıraş eden, garip kıyafetlere bürünen, sırtlarını da cevlak denilen kaba bir kumaşla örten kimselerdi. Kalenderlerin büyük çoğunluğu, haramları helâl ve mubah sayarlar, namaz kılmazlar; oruç tutmazlar; esrar ve uyuşturucu kullanırlar, şarap içerler, hiçbir küfürden ve diğer ibâhîlerde dahi görülmeyen kötülükleri yapmaktan kaçınmazlardı. Dilencilik yaparak sefih bir hayat sürerler, her türlü ahlâksız fiilleri işlemelerine rağmen, fakr ve dervişlik iddiasında bulunurlardı. Hiçbir ilimleri olmadığı, mektep, medrese ve eğitim görmedikleri, âlimlerle görüşmedikleri, ilim meclislerinden uzak durdukları, kendilerine hidayet yolu kapanmış, yollarını şaşırmış, cahil kimseler oldukları halde, bunlar da batıni ilim, ilm-i ledün sahibi olduklarını iddia ediyorlardı. Esrar ve haşhaş türü sebzek veya şehdâne denilen bağımlılık yapan uyuşturucu otlara çok düşkündüler. Rindliğe, serbestliğe ve serseriliğe düşkün gençleri tuzaklarına düşürerek, onların da hem din ve dünyalarını, hem de bedenlerini tahrip ediyorlardı.

GAZZÂLÎ’NİN BÂTINİLERLE MÜCADELESİ

Müslüman filozoflar’ın, felsefi akımların ve felsefecilerin eski Yunan kaynaklı inanç, fikir, görüş, düşünce ve metotlarını mercek altına alıp inceleyen ve eleştiren Gazzâlî, İslam dünyasında uzunca bir süreden beri çok büyük fitne ve fesat kaynağı haline gelmiş olan Batıniyye taifesini de bütün yönleriyle, inanç, fikir, düşünce ve amaçlarıyla inceden inceye incelemiştir. Bâtınîlerin bütün iddia ve görüşlerini, sapıklıklarını, sapkınlıklarını, batıni öğretilerin hata ve yanlışlıklarını, İslam’a aykırı yönlerini ilmi yönden tek tek ele alarak cesaretle ortaya koymuş ve sağlam delillerle çürütmüştür. Onların görüş ve düşüncelerini reddetmek amacıyla da çeşitli eserler kaleme almıştır. O dönemde topluma ve devlete karşı çok büyük bir şiddet ve terör odağı haline gelmiş olan bâtıni hareketler, kendi menfur emellerine ulaşabilmek için felsefeyle ve felsefecilerle de çok yakın ve içli dışlı ilişkiler içerisindeydiler. Nizamülmük ve oğlu Fahrülmülk gibi devletin en üst düzey adamlarına, vezirlerine, hatta hükümdarlara bile suikastlar düzenleyebilecek kadar etkinlik kazanmış olan batıni tehlikesi, sadece siyasî otoriteyi değil, dindar ve Müslüman halkı, ilim çevrelerini de kaygılandıracak boyutlara ulaşmıştı.

İmam Gazzali, o devrin en büyük fitne ve fesat kaynaklarından biri olan Batıniyye taifesini bütün yönleriyle, inanç, fikir, düşünce ve amaçlarıyla inceden inceye incelemiş, iddia ve görüşlerini tek tek ele alarak sağlam delillerle çürütmüştü. Fakat bu cereyan akla, mantığa, bilime dayanmadığı, bunlara tamamen ters ve düşman olduğu, hurafelere dayandığı için, bu hurafeler zamanımıza kadar da sürüp gelebilmiştir.

GAZZALİ’NİN FELSEFECİLERLE MÜCADELESİ

İslâm düşünce tarihinde, felsefecilerle, kelâmcılar arasındaki tartışma ve mücadele Gazzâlî ile başlamış değildir. Temelde akılla vahyin karşı karşıya getirilmesinden kaynaklanan bu çekişmenin ve çatışmanın Gazzâlî’den önce yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi vardır. Bunu bir yönüyle İslâmî, yerli bilgilerle dışarıdan ithal bilgilerin veya daha genel ifade ile yerli kültürle yabancı kültürün bir mücadelesi, bir zihniyetler çatışması olarak görmek de mümkündür. Gazzali’den önceki kelamcıların çoğu, peşin hükümle felsefeyi tehlikeli bir alan olarak görüyor ve gösteriyorlardı. Yeterince araştırıp, incelemeden, anlayıp, kavramadan, belli bir yöntem de geliştirmeden, derme çatma bilgilerle felsefeye ve felsefecilere hücum ediyorlardı.

Kendisinin de haklı olarak belirttiği gibi, ilk defa Gazzâlî, kendi döneminde oldukça yaygınlaşmış olan Aristocu – Yeni Eflâtuncu Müslüman filozofların felsefeleriyle doğrudan temasa geçtö. Bunları ve görüşlerini, baştan sona ve her yönüyle inceleme cüret ve cesaretini ve sabrını gösterebildi. Gazzâlî, eski kelâmcıların felsefeye yönelik tenkitlerini, çelişki ve yanlışlıklarla dolu, açıklıktan uzak, sığ ve bölük pörçük sözlerden ibaret bulmuştu. Bunlarla -ilmî inceliklere vâkıf olanlar bir yana- sıradan insanların bile ikna edilemeyeceği kanaatine varmıştı (el-Münkız, s. 16). Ona göre, çeşitli akımların görüş ve iddiaları, onların kendi yöntemleriyle incelenip öğrenilmeden, yanlış tarafları tespit edilip eleştirilemezdi. Aksi bir tutum, araştırmacıyı ciddi hatalara düşürebilirdi (Makâsıdü’l-Felâsife, s. 31). Gazzâlî, benimsediği bu sağlıklı inceleme yöntemi sayesinde, öncelikle klasik felsefenin temel disiplinlerinden mantık, matematik ve çeşitli deneysel alanlar gibi dallarının dinî bakımdan ibrâ edilmesi gerektiğini ortaya koydu. Üstelik özellikle mantığın kanıtlama yöntemlerinin Sünnî kelâmında da kullanılmasına önderlik etti.

Gazzâlî, felsefeden anlamayan, tabii ilimlere de yabancı olan birisi de değildi. Daha Cüveynî’nin öğrencisi olduğu dönemde, felsefeye ilgi duymuş, Hoca’sının nezaretinde iyi bir felsefe eğitimi de almıştı. Ancak felsefe konusundaki asıl incelemelerine Temmuz 1091’de atandığı Bağdat Nizamiye Medresisi Başmüderrisliği sırasında yoğunlaştı. El-Münkızda belirttiğine göre, yaklaşık iki yıl boyunca felsefeyi sistemli bir şekilde inceledi. Fârâbî ve İbn Sînâ külliyatını esas alarak, İslâm felsefesiyle geleneksel İslâm inançlarının bağdaşan ve çelişen yönlerinin tespiti için de ayrıca bir yılını harcadı. Ardından da felsefenin tam, doğru ve objektif bir tanıtımı mahiyetindeki Makâsıd’ü’l-Felâsife adlı eserini yazdı (1094). Bu eseriyle aynı zamanda felsefe alanındaki yetkinliğini ve üstünlüğünü de herkese kanıtlamış oldu. Bu eserinde, eleştiri konusu yapacağı rakip akımları en iyi ve en doğru şekilde tanıma, anlama ve tanıtma yöntemi ve anlayışı öylesine ustaca ve üst düzeydeydi ki, Batılı aydınlar bile eski Yunan felsefesini en özet ve en doyurucu şekilde onun bu eserinden öğrendiler. Eserin XII. yüzyılda yapılmış Latince çevirisinde, tanıtım sayfaları bulunmaması nedeniyle, skolastik âlimleri uzun süre onun bu eserinin İbn Sînâ’nın bir öğrencisinin kaleminden çıktığını sanmışlardı.

Gazzâlî, Makâsıdü’l-Felâsife’de vaad ettiği üzere (s. 32), bu eserin hemen ardından, artık çok iyi bildiği ve anladığı bu konuda, 21 Ocak 1095’te Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserini tamamladı. Bu eser, kelâmcılarla İslâm filozofları arasındaki hesaplaşma tarihinin en önemli ürünüdür. Gazzâlî, yaptığı inceleme ve araştırmalarının sonucunda, İslâm dünyasındaki felsefî akımların ve gelişmelerin bir yozlaşma hareketi olduğu kanaatine ulaşmıştı. Bir giriş, dört mukaddime, yirmi konunun (mesele) incelendiği ‘İlâhiyyât’ ve ‘Tabîiyyât’ başlıklı iki bölümle kısa bir hâtimeden oluşan bu eserinde, filozofların tutarsızlıklarını net bir biçimde ortaya koymuştur. Gazzâlî, bu eserinde yeni bir tez ortaya atmamış, filozofların görüşlerini yine onların eserlerinden yola çıkarak sorgulamış; sağlam delillerle çürütüp reddederek onlara karşı çıkmıştır. İnandıkları ve savundukları şeylerin geçersiz ve tutarsız taraflarını kesin delillerle onlara da kabul ettirmeye çalışmıştır (Tehâfütü’l-Felâsife, s. 9). Gazzâlî’nin bu eseri yazmaktaki esas amacı, felsefecilerin yirmi ana noktada topladığı temel meselelerle ilgili görüşleri üzerinden, İslâm inançları açısından onların durumlarını ortaya koyup, irdelemekti. Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife ve el-Münkız’da felsefecileri, ilâhiyyât ve metafiziğe ilişkin bazı konulardaki yanlış görüşleri, fikir ve kanaatleri nedeniyle bidatçılığa ve  küfre düşmekle de itham etmiştir. Buradaki ‘küfür’ kavramına, dinî anlamdan ziyade, sosyolojik bir anlam yüklemek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Yani Gazali, İslam’a aykırı, yanlış, hatalı ve tehlikeli bulduğu bu düşünce ve zihniyetleri nedeniyle filozofları, İslam inanç ve itikadının, toplumunun dışına çıkmış oldukları için uyarmaya çalışmıştır.

El-Münkız ve özellikle de Tehâfütü’l-Felâsife’nin giriş bölümüne yakından bakıldığında (s. 37-39); Gazzâlî’nin felsefecilere karşı geliştirdiği tavrın, nasıl bir tavır olduğu ve nedenleri, onu bu eseri yazmaya yönelten başlıca sebepler net bir biçimde görülür. Bizzat görüp yaşadığı dönemin özel şartlarının ve ağır problemlerinin onu ister istemez felsefecilerle karşı karşıya getirdiği ve onlarla hesaplaşmak zorunda bıraktığı, bu yüzden de bu eseri yazmak zorunda kaldığı anlaşılmaktadır (Tehâfütü’l-Felâsife, s. 1-3).

Gazzali, kendi akıllarını, zekâ ve anlayışlarını başkalarınınkinden daha üstün gören, bu sebeple dinî emir ve yasakları önemsemeyen, ibadetleri küçümseyip terk eden, türlü zan ve şüphelere kapılarak dinle bağlarını koparmış olan bazı kişi ve gruplarla karşılaştığından söz eder. Bunların kendilerini zekâ ve yetenek itibariyle diğer akran ve emsallerinden daha üstün ve daha gelişmiş gördükleri, bu yüzden de İslâm inanç, ilke ve ideallerine aykırı fikirleri savunmaktan, ibadet ve ahlâk kurallarını hiçe sayıp hafife almaktan, her vesileyle de çiğnemekten çekinmedikleri tespitini yapar. Dinî inanç, ilke ve ibadetleri küçümseyen, dini konulara gereken dikkat ve özeni göstermeyen, dini tamamen hiçe saymayı marifet ve akıllılık sayan, hatta dinin gereksizliğini ve geçersizliğini ispatlamaya çalışan bu tür zındık ve mülhitlerin tutum ve davranışlarındaki felsefe etkisine dikkat çeker.

Gazzâlî, bu kişileri yoldan çıkaran esas etken olarak, Sokrat, Hipokrat, Eflâtun ve Aristo gibi eski Yunan’ın paganist filozoflarını taklit etme arzu ve hevesi olduğu kanaatini ifade eder. Olgun bir akla ve birçok fazilete sahip olsalar da, bu filozofların gerçekte dinleri, şeriatları ve inançları inkâr eden, din ve mezheplerin ayrıntılarını kabule yanaşmayan, bunların sonradan uydurulmuş kanunlar ve aldatıcı hilelerden ibaret olduğuna inanan paganist, müşrik kimseler olduklarını değerlendirir.

Bu tür yanlış fikir, görüş, inanç ve kanaatler, tutum ve davranışlar, günümüzde olduğu gibi, o zamanlar da sadece buna sebep olanlarla sınırlı kalmıyordu. Toplumda, özellikle de gençler arasında, yavaş yavaş bu mülhit ve zındıklara özenen, yabancı kültürlerin etkisi altına girmiş, hayranı olmuş felsefeci geçinen geniş bir kesim de oluşuyordu. Eski pagan Yunan filozoflarını takip ve taklit etmeyi mârifet sayan, onların ve takipçilerinin cazibelerine, onların saflarında yer alma hevesine ve sevdasına kapılmış bu aydın tipine dikkat çeker. Bunların, Müslüman kimlik ve kişiliklerini kaybetmiş, Müslümanlara, İslam toplumuna, kendi insanlarına yabancılaşmış, onlarla kaynaşmayı küçümseyen özelliklerini gözler önüne serer. Bunların, Hak dini atalar dini, yerleşmiş, klasik, doğru anlayışı da geleneksel anlayış olarak tanımlayarak küçümsemelerine, İslam’a bağlı kalmayı hor görüp, değersizleştirmeye çalışmalarına özellikle dikkat çeker. Kendi toplumlarına, onların dinlerine, inanç ve değerlerine, değer hükümlerine yabancılaşmayı, uzaklaşmayı, tepeden ve yukardan bakmayı bir seçkinlik ve üstünlük alâmeti sayan bu dejenere aydın tipine, onların anlayacağı dilden ve protesto anlamı taşıyacak şekilde karşılık verilmesi gerektiğini düşünür. Gazzali’nin bu eserleri kaleme almasındaki önemli sebeplerden biri de onların bu tür olumsuz tavırlarına karşı bir tepkisidir.

  Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife’sinde, özellikle Fârâbî ve İbn Sînâ’nın ortaya koydukları şekliyle Aristo felsefesini hedef alır.Bu filozofların kendi eserlerinden yola çıkarak, bunların eşyanın hakikatinin bilgisine vakıf olduklarına dair iddialarını kesin delillerle kanıtlamaktan âciz olduklarını gözler önüne serer. Kendi iddiaları hakkında bunların da şüpheye düşmelerini, batılı savunmaktan vazgeçmelerini sağlamayı amaçlar.

Öte yandan yaygın kanaatin aksine Gazzâlî, felsefeye genel anlamda düşman ve karşı olan birisi değildir. Tam tersine, ‘kısır akıl ve ters görüşlere sahip’ küçük bir azınlığın dışında filozofların önde gelenlerinin, bütün peygamberlerin ortak öğretisi olan Allah’a ve âhiret gününe imanda birleştiklerini, ihtilâfların sadece ayrıntılarda olduğunu dile getirir (Tehâfütü’l-Felâsife, s. 39, 40, 43, 50).

Gazzâlî’nin felsefeye hücumu, onların İslam’a ve akla, mantığa aykırı, bazı yanlış felsefi görüş ve yaklaşımları, batılı savunmaktan çekinmemeleri yüzündendir ve sadece böyle davranan filozoflarla sınırlıdır. Bunların, hiç bilmedikleri, bilmeleri de mümkün olmayan, hatta felsefenin konusu bile olmayan hususlarda da yalan, yanlış görüşler ileri sürdüklerini ortaya koyar. Gazzâlî, eleştirilerinin ilkelerini ortaya koyarken, tenkide konu ettiği ve tenkit dışı bıraktığı hususları da belirlemiştir: 

1. Mantık, matematik, tıp, deneysel fizik, kimya, astronomi, meteoroloji, zooloji, botanik gibi tabii ve pozitif bilimler içinde yer alan, deneye, gözleme, tarafsız ve kesin kanıtlara dayanan disiplinlerin, dini bakımından eleştiri konusu yapılmaması, bunların ulaştıkları doğru sonuçların da din adına inkâr edilmemesi gerektiğini savunur. Bazılarının, bu bilimleri ve bunların ulaştıkları bilimsel sonuçları da sapık felsefe grubu içine dâhil ederek, hem de dini savunmak adına bunları da eleştiri konusu yapmalarını dine karşı işlenmiş ve işlenebilecek en büyük cinayetlerden sayar. Böyle bir tutumun, dini zaafa uğratmaktan başka bir sonuç doğurmayacağını söyler. Zira deney ve gözleme, kesin ve somut kanıt ve delillere dayanan bu bilimlerin ispatlanmış sonuçları üzerinde güya dini güçlendirmek amacıyla kuşku uyandırmaya kalkışan kişilerin, sonuçta haksız ve yanlış bir biçimde dini kuşkulu duruma sokacaklarını söyler. Dini destekleme iddiasıyla yanlış yol ve yöntemlere başvuranların, dine, doğru yöntemlerde dini eleştirenlerin verebileceği zararlardan kat kat fazlasını verebileceklerine dikkat çeker. Öte yandan tabii bilimlerdeki başarılarına bakarak, dini bilgileri ve birikimleri olmayan bazı filozofların, kendi alanlarına girmeyen metafizik ve dini konularda da yanlış, sakat ve sapık fikir ve görüşler ileri sürmeye kalkışmalarına da şiddetle karşı çıkar. Onların kendi alanlarına girmeyen konulardaki bu yalan, yanlış, sakat ve bozuk görüşlerine inanmamaları ve itibar etmemeleri hususunda okuyucularını uyarır. Bir meslekte uzman olan bir kişinin, başka bir meslekte veya her meslekte uzman olmasının şart olmadığına dikkat çeker (el-Münkız, s. 21-23, 25; Tehâfütü’l-Felâsife, s. 41-42, 190-191; İḥyâ, I, 22). 

2. Gazzâlî, klasik felsefede ‘tabîiyyât’ disiplini içinde incelenen, sebep-sonuç (illet-ma’lûl) ilişkisi ve dolayısıyla mûcize meselesi, ruh-beden ilişkisi, ruhun ebedîliği ve ölümden sonra cesede dönüp dönmeyeceği gibi metafizik meseleler ve ilâhiyyâta ilişkin problemler üzerinde de, filozofların ileri sürdükleri görüşleri, hem dinî, hem de felsefî bakımdan tartışmaya açmıştır. Gazzâlî, filozofların Ehl-i sünnet inançlarıyla bağdaşmayan bu konulara ilişkin yanlış görüşlerini ve doktrinlerini inceleyip eleştirirken ve sağlam delillerde çürütmeye çalışırken de kendine özgü bilimsel bir yöntem izlemiştir. Bir yandan bu tür aykırı görüşlere sahip filozofları, bazı konularda küfür ve bidatçılık gibi dinî ithamlarla mahkûm ederken, diğer yandan da eski kelâmcılardan farklı olarak, felsefeye ve filozoflara karşı eleştirilerini, yine onların kendi delilleriyle, mantıkta koydukları ölçülere bağlı kalarak felsefî bir zeminde yürütmüştür.

Gazzâlî’nin bu eserinde incelediği konulardan on altısı ‘ilâhiyat ve metafizik’, dördü ise ‘tabîiyyât’ konularıydı. Filozofların bu alanlardaki görüşlerini eleştirirken yirmi meseleden onunda “ibtâl” (çürütme, geçersiz kılma), altısında “ta’cîz” (âciz bırakma, köşeye sıkıştırma), iki meselede filozofların ortaya koyduğu kanıtların yetersizliğini belirtmek üzere “acz”, bir meselede de aldatmacaya başvurduklarını belirtmek için “telbîs” kavramlarını kullanır. Bunlar, ele alınan konuların önemini ve ağırlık derecesini göstermek amacıyla bilinçli olarak seçilmiş kelimeler ve kavramlardı.

Gazzâlî, bu yirmi meseleden on yedisinde filozofların görüşlerini yetersiz ve hatalı bulur ve ‘bid’at’ olarak niteler. Geriye kalan üç meseledeki görüşlerinin ise, İslam’la uzlaştırılıp, bağdaştırılması imkânsız denebilecek kadar büyük yanlışlıklarla, hatalarla, sapıklık ve sapkınlıklarla dolu olduğunu, bu görüş ve iddialara sahip olanların ‘küfre’ düştüklerini öne sürer. Bunlar âlemin ezelîliği, Allah’ın sadece küllîleri bildiği, cüz’ileri, tikelleri, tek tek şeyleri bilemeyeceği iddiaları ve âhiret hayatının cismani değil, ruhanî olacağı konularıydı (Mahmut Kaya, Tehâfütü’l-Felâsife maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2011, Cilt 40, s. 313-314). Gazzali, bu görüşlere karşı, Allah’tan başka hiçbir ezeli varlık olamayacağı için âlemin ezeli değil, sonradan yaratılmış olduğunu, Allah’ın bilgisinin ayrılamayacağını, dolayısıyla O’nun cüzileri, tikelleri, tek tek şeyleri bilemeyeceği iddiasının geçersizliğini, açık ve kesin nass ile sabit olan cismani haşrin inkâr edilemeyeceğini savunmuştur.

Gazzâlî’ninTehâfütü’l-felâsife’deki temel iddiası, ilâhiyyât ve metafizik konularının, aklî delillerle ve kanıtlarla çözümlenemeyeceği, dolayısıyla felsefenin ilgi alanına girmediği yönündedir. Mantığın çeşitli bölümleri için felsefecilerin şart koştukları rasyonel kesinlik ölçülerinin, ilâhiyyât meselelerine uygulanamaması nedeniyle arada sayısız ihtilâflar çıktığını belirtir. Nitekim Gazzâlî, filozofların görüşlerini eleştirdiği yirmi meselenin her birinde onların kanıtlarını sık sık tahakküm (keyfî hüküm verme), tahayyül, telbîs (aldatma), tenakuz, habâl (kafa karışıklığı), bâtıl gibi kavramlarla niteler. İleri sürdükleri kanıtların kesinlik ifade etmediğini, aynı yöntemlerle bunların aksinin de savunulabileceğini vurgular. Dolayısıyla felsefenin konusu olmayan bu tür meselelerin, beşerî akılla çözülemeyeceğini, bunun için vahyin kılavuzluğuna ve bâtınî keşfe (mânevî sezgi) ihtiyaç bulunduğunu ısrarla belirtir. Ayrıca filozofları, mantık ve matematik gibi disiplinlerde, yine kendilerinin koyduğu kanıtlama yöntemlerine sıkı sıkıya bağlı kalırlarken, sıra ilâhiyyât ve metafizik konularına geldiğinde kesin kanıtlara dayanma hususunda gevşeklik göstermekle, tamamen zan ve tahminlere dayalı hükümler vermekle suçlar. Eğer onların matematiğe dair bilgileri gibi ilâhiyyât konusundaki bilgileri de tahminden arınmış olarak kesin kanıtlara dayanmış olsaydı, arada hiçbir ihtilâf çıkmayacağını savunur (Tehâfütü’l-Felâsife, s. 40, 45, 52-53, 109, 138, 180-181, 185;Mi’yârü’l-İlm, s. 27).

Tehâfütü’l-Felâsife’nin temel iddiası, ilâhiyyât meselelerinin çözümünde aklın yetersizliğinden dolayı, bir Müslüman için en doğru tutumun, bu meselelerin çözümünde dinî açıklamaları ve vahyi esas kabul etmesi gerektiği düşüncesidir. Gazzâlî, bu noktadan hareketle, filozofların başlıca ilâhiyyât meselelerinin çözümüne dair ileri sürdükleri spekülatif iddialarının kesin ve ikna edici kanıtlara ve delillere dayanmadığını yine onların kullandığı yöntemlerle ortaya koyar. Örneğin rasyonel delillerle kanıtlanması mümkün olmadığı halde, başlangıçsız evren ve başlangıçsız zaman fikrini savunan felsefecilerin, İslâm’ın gücü her şeye yeten, yaratıcı tek bir Allah inancından saptıklarını ifade eder. Allah’ın sınırsız ilmini, beşerî bilgiyle karıştırarak, değişken varlıklar hakkındaki bilgilerin değişmesinin onu bilende de değişiklik meydana getireceği öncülünden hareketle, Aristo’nun Tanrı’nın yalnız kendisinin bilincinde olduğunu veya İbni Sînâ’nın tümelleri yahut bütün eşyayı tümel bir bilgiyle bildiğini iddia etmek suretiyle Allah’ın bilgisini sınırladıklarını öne sürer. Eflâtun’dan beri devam eden nefsin basitliği ve gayri maddîliği şeklindeki iddiaya dayanarak âhiret hayatının sadece ruhanî bir hayat, âhiret mutluluğunun da aklî ve spritüel doyumlardan ibaret olduğu şeklindeki fikirlerine karşı çıkar. Cismanî dirilişi reddetmelerinin, duyu hazları veya elemleriyle ilgili Kur’ân-ı Kerîm tasvirlerini halkın ahlâkî terbiyesini amaçlayan semboller olarak değerlendirmelerinin yanlışlığını savunur. Gazzâlî, felsefecilerin bütün bu fikirlerinin, Kur’an’da yer alan sarih açıklamalara ters düşmesi ve peygamberleri yalanlama anlamı taşıması nedeniyle, kendilerinin tekfir edilmeleri gerektiği kanaatini de ortaya koyar. Bu üç meselenin dışında kalan diğer dinî konuların İslâm mezhepleri arasında da tartışma konusu olduğunu dikkate alarak, filozofların bunlarla ilgili görüşlerinin bid’at sayılmasının uygun olacağını ileri sürer (Tehâfütü’l-Felâsife, s. 254; el-Münkız, s. 26-27).

Gazzâlî, filozofların Allah’ın varlığı, birliği, cisim olmadığı, nefsin ruhanî bir cevher olduğu gibi konulardaki İslâmî kabullere uygun görüşlerinin bile onların kullandıkları yöntemlerle kanıtlamasının mümkün olmadığını ısrarla vurgular. Gazzâlî, felsefecilerin kullandıkları aklî yöntemler ve açıklamalarla kanıtlanamayacağını savunduğu Kur’an’ın ilâhiyyâta dair açıklamalarını benimsemekte rasyonel bakımdan da hiçbir sakınca görmez. Çünkü ona göre, Kur’an’daki ilâhiyyâta dair açıklamalar, her şeye rağmen akılla çelişmez. Akıl üstü olmakla, akla aykırı olmak arasında kesin bir ayırım yapan Gazzâlî’ye göre, bu durum, bu konuların akla aykırı olduğu anlamına gelmez. Bu akılla çelişmeme keyfiyeti, onların sadece kabul edilebilirliğini gösterir, fakat asla bir zorunluluk ifade etmez. Hâlbuki kesin (yakînî) bilgiyi arayan için bu kadarıyla yetinmek mümkün değildir.

Gazzali, felsefecileri dehriyyûn (Tanrıya inanmayan ateist ve materyalistler), tabiiyyûn (natüralistler, tabiatçılar) ve ilahiyyûn (ilahiyatçılar) olarak üçe ayırır. Gazali, esas olarak, filozofların akli ve tecrübi (deneye ve gözleme dayanan) ilimlerde, matematik ve geometride, fen ve tabiat bilimlerinde, tıpta gösterdikleri başarılardan, elde ettikleri bilimsel kesin sonuçlardan, kendi akıl, bilgi ve becerilerinden cesaret alarak metafizik ve ilahiyat konularına da burunlarını sokmalarına, hiçbir yeterlilikleri bulunmayan bu alanlarda da kendilerini otorite sayılmalarına karşı çıkıyor, bunu yanlış bulup itiraz ediyordu. Filozofların sadece akılla bilinmesi ve ispatlanması mümkün olmayan İslam’ın bazı temel ilkelerini ve gaybi konuları da akılla ispatlamaya kalkışmalarını yanlış buluyordu.

Gazzâlî, ‘Tehâfütü’l-Felâsife’de filozofların öğretilerinin tutarsızlığını, doğru temellendirilmediğini; ulaştıkları sonuç ve yargıların incelemeye ve kesin bilgiye değil, zan ve tahmine dayandığını, bu yüzden kendi aralarında bile her zaman görüş ayrılıkları çıktığını, hiçbir konuda görüş birliğine varamadıklarını ifade eder. Müspet bilimlerde uygulanan matematiksel yöntemin, deney ve gözlem metodunun metafizikle ilgili konularda uygulanabilmesinin mümkün olamayacağına vurgu yapar. Felsefecilerin metafizik ve gaybi konulardaki bilgilerinin, fikir ve görüşlerinin, matematiksel verilere, deneye, gözleme ve kesin kanıtlara dayanmadığı için, tahminlerden ve kişisel görüşlerden ibaret kaldığına, bu yüzden de bu konularda aralarındaki görüş ayrılıklarının giderilemediğine işaret eder (s. 4). Filozofların kalkıp da, metafizikle ilgili hiçbir matematiksel veriye, kesin ve somut delile, deney ve gözleme dayanmadan, doğruluğu kendilerinden menkul, tamamen mesnetsiz, delilsiz, üstelik de dini açık ve kesin nasslara açıkça aykırı görüşlerini kesin gerçeklermiş gibi göstermeye kalkmalarına şiddetle karşı çıkar, onların bu tutumlarını kıyasıya eleştirir. Gazzâlî, din ve metafizikle ilgili konularda, hakikati temsil yetkisinin felsefede değil, dinde ve vahiyde olduğunu savunur.

Bazı iddiaların aksine, Gazzali’nin riyaziye, matematik, geometri, tıp, mantık, doğa ve fen bilimleri gibi akli ve deneysel ilimleri inkâr etmek, bunlara karşı olmak ve itirazı etmek gibi bir tavrı ve tutumu asla söz konusu olmamıştır. Gazzâlî, bu ilimlerin gereğini ve önemini her zaman vurgulamış, ilim adamlarının bu alanlardaki çalışmalarını, bu ilimlerle uğraşmalarını daima onaylamış, doğru bulmuş, teşvik etmiş, ortaya konan başarıları da takdir etmiş ve canla başla desteklemiştir. Hatta kendisi de vakit bulabildiği kadarıyla hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bileşik cisimlerin değişim ve gelişmeleri üzerinde çalışmış, kafa yormuş, izlemiş ve yorumlamış bir düşünürdü. Gazzali bilime ve felsefeye değil, özellikle eski Yunan filozoflarının şekilci, ezberci, dogmatik, yöntemsiz, metotsuz, yanlış, hatalı görüşlerine karşıydı. Eski Yunanca’dan tercüme edilmiş Eflatun ve Aristo gibi pagan filozofların, doğruluğu yalnızca kendilerinden menkul birbilen safsatalarına, hayali iddialarına, bunların kesin ve doğru bilgiymiş, gerçek ilim ve hikmetmiş gibi herkese dayatılmasına karşı çıktı. Bunlar üzerinde etraflıca durarak, faydalarını zararlarını, doğrularını yanlışlarını ortaya koyarak eleştirdi, kendince reddedilmesi gereken taraflarını reddetti. Onun yaptığı şey, yine onların kendi yazdıklarına ve eserlerine dayanarak tutarsızlıklarını ve çelişkilerini ortaya koymaktan ibaretti. Türlü safsatalarla dolu belli kitap ve metinlerin, doğruluğu sağlam kanıt ve delillerle ispatlanmamış fikir ve görüşlerin, şekilci bir biçimde ezberlenip nakledilmesiyle kesin ve doğru bilgiye ulaşılamayacağını savundu. Bunun yerine gerçek, doğru ve yararlı ilme, felsefe ve hikmete ulaşmanın, daha doğru ve geçerli yolu, yöntemi, usulü, metodu olması gerektiğini net bir biçimde ortaya koydu. Bu tür tercümelerin hem Müslümanların din anlayışlarına çok büyük zararlar verdiğini, hem de onları gerçek bilimden ve teknolojiden uzaklaştırdığını ilk anlayabilen Gazzali olmuştur. O, Yunan mitolojisinin, paganizminin ve Yunan itikadının topluma dayatılmasının yanlışlığını ve tehlikelerini somut bir biçimde açıklığa kavuşturmuştur. Mevcut ve gelecekteki tehlikelere karşı herkesin dikkatlerini çekmeye ve herkesi uyarmaya çalışmıştır. Bunlardan etkilenen bazı felsefecilerin, özellikle de gençlerin, hatta halktan ve sıradan insanların İslam’ı paganist eski Yunan mantığı ile anlama ve temellendirme yoluna gitmeleri yüzünden, ortaya çıkan sapıklıkları somut örnekleriyle gözler önüne sermiştir.

Gazzali’nin karşı çıktığı akılcılık, ‘muallim-i evvel’ ilan edilen Aristo’nun (‘muallim-i sâni’ yani Aristo’dan sonra gelen ikinci öğretmen de Farabi oluyor) ve onun yöntemini ve fikirlerini benimseyen ‘meşşâiler’in (ayaküstü ahkam kesenlerin) akılcılıklarıydı. Bu tür bir akılcılık anlayışına sahip olanlar, aslında deney, gözlem gibi bilimsel yollarla ispatlanmış, kesin kanıt ve delillere dayanan hiçbir şey bilmiyorlar; sadece skolastik, doğruluğu kendiliğinden menkul, birbilen safsataları türünden, doğru bilinen yalanlara ve yanlışlara inanmış, saplanıp kalmış kimselerdi. Örneğin bu kafadaki birine, hele o zamanlar, yanıcı oksijenle, yakıcı hidrojenin bir araya gelerek ateşi söndürecek suyu oluşturabileceğini inandırmak, ispat etmek, kabul ettirebilmek mümkün değildi. Bunlara, antik Yunan düşüncesinden öğrendikleri ve kesin bir şekilde inandıkları, suyun dünyayı meydana getiren dört unsurdan biri olduğuna aykırı olacak hiçbir bilimsel sonuç kabul ettirilemezdi.

Gazzâlî filozoflara yönelik eleştirileri ve itirazları; onların her konuda ve her alanda, hatta akıl yürütmenin imkânsız olduğu durumlarda bile illa kendi yetersiz akıllarının doğrusuna, burunlarının dikine gitme, kendi akıllarından başka akıl, kendi doğrularından başka doğru tanımama, delilsiz, ispatsız, kanıtsız sadece kendi görüşlerinin kabul edilmesini isteme tutumlarına karşıydı. Onların akli düşünceyi, her zaman nakli düşüncenin ve vahyin (dinin) önüne geçirmelerini de yanlış buluyordu. Bunların hepsinin yerinin ayrı olduğunu, özellikle sadece ilahi vahiy ve haberle bilinebilecek gaybi konularda aklın söyleyebilecek sözünün olamayacağını, böyle durumlarda aklın görevinin vahyi anlamaya ve ona uymaya çalışmak olduğunu söylüyordu. Aklî kesinliğe de çok önem veren Gazzali, filozofları, matematik ve mantıkta yaptıklarının aksine, ilâhiyyât meselelerinde tahkik ve kesinlik ilkelerini hiç gözetmeden, zan ve tahminlerle hüküm vermekle suçluyor, onların delilsiz, mesnetsiz, kanıtsız tespit ve ifadelerde bulunmalarını şiddetle eleştiriyordu (Tehâfütü’l-Felâsife, s. 40). Gazzâlî, ne aşırı şüpheci bir septik, ne de katı bir dogmatikti. O, ‘nass’ları akıl-kalp ittifakı çerçevesinde yorumlayan usta bir mütefekkirdi. “El-Munkız mine’d-Dalal” adlı eserine bakanlardan bazıları, aceleci bir hükümle onu hemen şüpheci diye damgalayabilirler. Ondaki şüphecilik, bilimsel ve metodik bir şüphecilikti; yani hakikate ulaşmaya vasıta olacak bir şüphecilikti.

Bundan yaklaşık bin yıl önce yaşamış olmasına rağmen Gazzâlî, son derece objektif bir araştırmacı ve eleştiriciydi. Körü körüne hiçbir şeye inanmaz ve kapılmazdı. Bir fikri, görüşü, düşünceyi, inancı, doktrini, cereyanı önce gayet soğukkanlı, tarafsız bir gözle, adil bir şekilde, inceden inceye inceler, güzelce tahlil ve analizini yapar, ancak ondan sonra eleştirilmesi gereken yönlerini tek tek ortaya koyarak, sağlam delillerle çürütürdü. Felsefecilerin görüşlerini ve eserlerini de yıllar boyunca dikkatle incelemiş, tahlil etmiş, yine kendi kitaplarından yaptığı alıntılarla ‘Makasıd el-Felâsife’ adlı eserinde özetlemiştir. Bu eser ve özeti o kadar mükemmel ve tarafsızdı ki Ortaçağ Avrupalıları bunu Latinceye ve İbraniceye çevirmişler, iki asır boyunca felsefenin ne olduğunu anlayabilmek için bunu başvuru eseri olarak kullanmışlardı. Gazzali bu eserinden sonra yazdığı ‘Tehâfüt’ adlı şaheseriyle de yanlış felsefe anlayışını yerle bir etmiştir.

Gazzâlî, bazı Müslümanların kalkıp, felsefecilerin her konudaki, özellikle de fen ve tabiat alanındaki bilimsel çalışmalarına karşı çıkmalarını, yeterli bilgi sahibi olmadıkları, dinle de ilgisi bulunmayan konuları da dini bir meseleymiş gibi görmeye ve göstermeye kalkışmalarını da hiç doğru bulmazdı. Sırf felsefecilere karşı çıkmak adına, illa onların dediğinin tersini söylemek için, deney, gözlem gibi burhani metotlarla ortaya konmuş, pozitif bilimlerdeki, fen ve tabiat bilimlerindeki başarılara, gelişmelere, icat, keşif, buluş, doğru tespit ve sonuçlara itiraz edilmesini çok yanlış bulurdu. Güya dini savunmak görüntüsü altında bilimin kesin delillerle ortaya koyduğu kural, kanun, teori, kabul ve sonuçlara mesnetsiz ve körü körüne itiraz etmenin, karşı çıkmanın; dışarıdan bakanların gözünde Müslümanları cahil, ilim karşıtı gibi gösterebileceğini, dolayısıyla İslam’a da çok büyük zarar vereceğini de belirtirdi. Din adına böyle yanlış davranışlar içerisine girenlerin, dine karşı çok büyük bir cinayet işlemiş olduklarını düşünürdü. Çünkü zındıkları ve mülhitleri en çok sevindirecek şeyin, İslam’ı ve şeriatı savunduğunu iddia eden kimselerin hiçbir şey bilmeden, dayanaksız ve mesnetsiz bir şekilde ciddi ilmî araştırma ürünü olan sonuçlara, bu konudaki sağlam görüşlere karşı çıkmaları ve bunların şeriata aykırılığını iddia etmeye kalkışmaları olduğunu çok iyi bilirdi.

Kur’an, Allah’ın bize sadece Peygamberleri aracılığıyla Kitabi ayetler göndermekle yetinmediğini, Allah’ın, yeryüzünde, kâinatta, insanın kendi varlığında da yararlanabileceğimiz, ibret ve dersler alabileceğimiz ayetleri de bulunduğunu haber verir:

“Biz, insanlara ufuklardaki (dış dünyadaki) ve kendi içlerindeki âyetlerimizi (Allah’ın koyduğu doğa kanunlarını) göstereceğiz ki onun (Kuran’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi? (Fussilet Suresi, 53)”

Allah’ın afaktaki ve enfüsteki bu kevni ayetleri, hangi dine ve inanca mensup olurlarsa olsun herkese ve bütün bilim adamlarına açık ayetlerdir. Bunlar, herkes için, Allah’ın kitabi ayetlerinden çok daha açık, seçik, berrak, net, yararlanılması, sonuçlar çıkarılması, icatlara ve keşiflere taban oluşturması bakımından çok daha kolay ve elverişlidir. Çünkü herkesin gönlü, kalbi, ruhu Kur’an’a, Kur’ani ayetlere açık olmayabilir ama kevni ayetlere açıktır. Kur’an, ona layık ve ehil olmayan kimselere içindeki bilgilerin, sırların tamamını açmaz. Nitekim Kur’an ayetlerinin, bazı insanların imanını, hidayetini, nurunu artırırken, bazılarının ise sapıklığını, sapkınlığını, karanlığını, dalaletini artırdığını yine Kur’an’dan öğreniyoruz. Öte yandan, herkesi açık olan, herkesi aydınlatabilen kevni ayetler sadece gayri Müslimlere değil, hatta onlardan daha çok Müslümanlara açıktır. Bu cansız, ruhsuz, duygusuz, hiçbir şeyden habersiz görünen varlık alemi, bu sonsuz kainat, asla inançsızların, dinsizlerin, imansızların zannettikleri gibi değildir. Her şeyin, olup bitenlerin farkında ve ayırdındadır. Kafiri, mümini, inançlıyı inançsızı birbirinden çok iyi ayırır. Kafiri değil, mümini, Allah düşmanlarını değil, dostlarını sever. Peygamber Efendimiz boşuna; ‘Uhud dağı bizim dağımızdır. O bizi sever, biz onu severiz!’ dememiştir. Yeri geldiğinde müminlerin, Müslümanların yanında Allah’ın ordusu ve askeri olur. Peygamberlerin mucizeleri de bunun delilidir. Hazreti Musa’nın elinde bir sopanın ejderha olup sihirbazların aletlerini yutması, denizin onun önünde yarılıp Müslümanlar geçtikten sonra firavun ve ordusunu boğması, Tur dağının Müminleri gölgelemesi, ateşin Hazreti İbrahim için serini bir gül bahçesine dönmesi, yeri yarılıp Karun’u bütün malı, mülkü ve serveti ile yutması, Ad, Semud, Eyke gibi kavimlerin rüzgar, fırtına, sel gibi doğa olaylarıyla helak edilmesi bunun örneklerindendir. Kainattaki her şey, bütün varlıklar, bütün Müslümanların yanında, onlarla beraber, onlarla dosttur, onları daha çok sever, kafirlere söyleyeceği sözler, vereceği sırlar onlara vereceğinden ve söyleyeceğinden kat kat fazladır. Yani doğa bilimlerinde alim ve uzman olmak, doğa kanunlarından yararlanarak büyük icatlar, keşifler yapmak için de illa kafir olmak gerekmez. Nitekim biz Kur’an’dan insanların ve cinlerin içinden çıkabilecek alimlerin en üstünlerinin de mümin ve Müslümanlar arasından çıkabileceğini, diğerlerin onlarla yarışamayacağını da öğreniyoruz. Allah, Süleyman (AS)’ın emrine, insanlardan ve cinlerden, neredeyse her istediği şeyi ve işi yaptırabileceği çok nitelikli, üstün yetenekli bilginler, âlimler vermişti. Nitekim Süleyman (AS) binlerce kilometre uzaklıktaki Saba Melikesi’ni tahtıyla beraber kimin en kısa zamanda yanına getirtebileceğini sorduğunda, Cinlerden bir ifrit; “Sen daha yerinden kalkmadan (yani bir günden daha kısa bir zamanda), ben onu sana getirebilirim. Benim bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, demişti. Kendinde kitaptan bir ilim bulunan başka birisi de : “Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm!” dedi. Derken (Süleyman), tahtı yanında duruyor görünce dedi ki: ‘Bu, Rabbimin lütfundandır. Kendisine şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim, diye beni deniyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük edene gelince, Rabbim hiçbir şeye muhtaç değildir, çok ikram sahibidir (Neml Suresi, 39-40).” Bu ayetten, cisimleri, ışınlama gibi bir yolla bir yerden başka bir yere ışık hızında götürüp getirmenin mümkün olabileceğini, üstelik de bu işi, bunun yüksek ilmine, bilgisine ve teknolojisine sahip Müslüman bir insanın, cinlerin en bilgili ve becerikli ifritlerinden bile daha büyük bir başarı ve maharetle gerçekleştirebileceğini öğreniyoruz. Bu dünya da, bu kainattaki her şey de, yerler ve gökler de, Allah’a isyan edenlere, kafirlere değil, yalnızca Allah’a itaat ve kulluk eden müminlere itaat etmek, boyun eğmek ve onlara hizmet etmek ister ve bunu arzu eder. Bu yüzden de aslında Allah’ın afaktaki ve enfüsteki kevni ayetleri de Müslümanlara kâfirlerden çok daha fazla şeyler söyler. Allah’ın kâinattaki değişmez kanunları ve sünneti durumundaki tabiat kanunları, Müslümanların kendilerinden daha fazla yararlanmalarını, hizmetlerinde kullanacakları icatlar ve keşifler yapmalarını arzu eder ve bekler. Öyleyse Müslümanlar, günümüzüde tabii ve beşeri iliimlerde neden bu kadar geri durumdadırlar? Müslümanların, bu soruyu da kendilerine sık sık sormaları, bunun en doğru cevaplarını da arayıp bulmaları gerekir.

Hal böyleyken günümüzde bile eski Yunan felsefesini, filozoflarını ve onların yolundan gidenleri eleştirdiği için Gazali’ye karşı çıkanların bulunması, son derece büyük bir haksızlık ve aymazlıktır. İslam âleminde, onun İslam’a ve Müslümanlara yaptığı hizmetlerden daha büyüğünü yapabilmiş, 53 yıllık hayatına onun kadar büyük işler sığdırabilmiş başka bir âlim, mütefekkir ve entelektüel gösterilemez. Ali Yakup Hoca, İmam-ı Gazzali’yi çok iyi tanımış, anlamış, aradığı pek çok sorunun doğru cevabını onda bulabilmiş nadir ve zirve entelektüellerimizden biriydi. Müslümanlar tarihleri boyunca en büyük hatayı; eski Yunan, Yahudi ve Hristiyan kültürlerinin ve filozoflarının etkisinde kalarak bu dünyayı boş, anlamsız, değersiz, gereksiz hatta suçlu, kirli, günahkâr, kaçılması, kaçınılması, nefret edilmesi gereken bir şey olarak görmeye başlamakla yapmışlardır. Bu yüzden de Allah’ın afakta ve enfüsteki kevni ayetlerine, sünnetullaha, tabiat kanunlarına hiç dönüp bakmamayı, dolayısıyla onlardan yararlanmanın yollarını aramamayı, bilmemeyi marifet saymışlardır. Bunlardan yararlanmayı bilemeyenlere, doğal olarak bunların hiçbir hayrı ve faydası olamaz.

Aslında bunun daha olumsuz başka bir sonucu da, bu ayetleri gerektiği gibi anlayamamaları ve bunlardan yeterince yararlanamamaları yüzünden, diğer vahyi ve kitabi, tenzili ve tekvini ayetleri de doğru dürüst anlayamamaları, hatta yanlış anlamaları ve yararlanamamaları, sonuçta dünyalarını da, ahiretlerini de ziyan çekmiş olmalarıdır. Bu kör bakışın çok acı ve somut olumsuz sonuçlarını, İslam tarihinin şahitlik ettiği kesin deliller ve gerçekler gözlerimizin önüne sermiştir. Allah’ın afaktaki ve enfüsteki kevni ayetlerine kör bakanların, bunlardan hiçbir şey anlamayanların, Allah’ın kitabi ve vahyi ayetlerini çok iyi anladıkları, bildikleri, kavradıkları iddialarının hiçbir anlamı ve geçerliliği yoktur. Bu dünyada gerçeklere kör olanların, ahirette de kör olacakları, bu dünyayı boşuna çiğneyip, nasipsiz kalanların, ahiretten de nasipsiz kalacakları Kur’an’ın delaletiyle de sabittir:

“Her kim de bu dünyada körlük ettise (kör gibi davrandıysa) o artık ahırette daha kör ve yol bakımından daha şaşkın bir sapıktır (İsrâ Suresi 72).”

MEŞŞÂÎLİK VE İŞRÂKÎLİK

Kadim Yunan felsefesi, neredeyse tamamen unutulup gitmişken, Müslüman filozoflar tarafından yeniden diriltilmiştir. Eski Yunan felsefesi, en başından beri iki ayrı yaklaşıma, anlayışa ve metoda sahip, iki farklı yoldan ve damardan gelmiştir. Bunlardan birincisi, aklî istidlâle (kanıtlamaya, çıkarıma) ve nazarî bilgilere dayalı araştırma ve incelemeyi (el-hikmetü’l-bahsiyye) esas alanların yoluydu ki bunlara ‘meşşailer’ deniyordu. Diğeri ise mistik tecrübe ve sezgiyi (el-hikmetü’z-zevkıyye), iç aydınlanmayı, keşf ve müşahadeyi temel alan, tercih edenlerdi ki bunlara da ‘işrakîler’ denmekteydi. İki farklı metodu kullanan bu iki damardan meşşailerin önderi ve lideri Aristo, işrakîlerinki ise Eflâtun olarak kabul ediliyordu.

Meşşâi felsefede Aristo formu ön planda iken, İşrakilik ve Sufizmde, Pisagor-Eflatun formu ön plandadır. İşrakîler, sûfî geleneği oldukça fazla etkilemişlerdir. Bu bağlamda sufi özelde ‘kalbî keşf’, işraki özelde ise “iç aydınlanma” hâkim paradigma olmuştur. Nurla sembolize edilen kadim Zerdüştî felsefe, eski İran bilgeleri; Hermes ve Asklepios gibi eski dünyanın Aristo dışındaki bilge ve filozofları da keşif ve aydınlanma yöntemini benimseyip kullandıkları için, İşrâkilerden sayılmışlardır. Bilgelerin babası kabul edilen Hermes, hikmetin önderi ve reisi Eflâtun, hikmetin sütunları sayılan Empedokles ve Pisagor, İşrâkî felsefenin en belirgin simalarıdır. Bu bilgeler, halkın cehaletini gerekçe göstererek düşüncelerini daha çok sembollerle anlatmayı tercih etmişler, bu yüzden de sembolik anlatım ve rumuzlu ifadeler bunlarda çok yaygın ve en belirgin özellikler haline gelmiştir.

‘Meşşailer’ kelimesi, etimolojik olarak ‘gezinenler’ anlamındadır. Aristo, Atina’da kurduğu okulunda derslerini öğrencileri ile birlikte gezinerek verdiği, kitaplarını da ayaküstü gezerek yazdırdığı için onun önderlik ettiği felsefe de bu adla meşhur olmuştur. El-Kindi, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Bacce ve İbn-i Rüşt başta olmak üzere ‘Aristo felsefesi’ ni düşünce sistemlerine merkez yapan Müslüman filozofların tamamına da Meşşailer denmektedir. Meşşailer,  Aristo felsefesinden esinlenerek, akıl sahibi, bürhan ehlinin, hakikatin bilgisine ulaşabileceğini söylerler. Bu durum, salt epistemolojik (bilgi felsefesi) bir mahiyetin ötesinde itikadî bir savrulmayı da doğurmuştur. Çünkü bu, aynı zamanda ‘nübüvvet ve vahiy’e ihtiyaç olmadığı, bunlar olmadan da insanın hakikate ulaşılabileceğini kabul anlamına geliyordu.

Aristo, sadece mantık ve felsefeyle de uğraşmamıştır. O, ayrıca kozmoloji, meteoroloji, zooloji ve psikoloji gibi birçok ilmin de kurucusu sayılmaktadır. İnsanlık, İlkçağ biliminden büyük ölçüde Aristo’nun eserleri kanalıyla haberdar olmuştur. İslâm ilim ve düşüncesinin gelişme döneminde, bunun zaten başka bir alternatifi de yoktu. Bu yüzden de en eski ve orijinal kaynaklarından Arapça’ya çevrilen Aristo külliyatı, çok büyük kabul görmüştür. Fakat eski Yunan ve dolayısıyla Aristo felsefesinin Allah, kâinat, varlık, akıl, nefis, madde, cisim, sebep/ilah, nübüvvet, haşir, âlemin ezeliliği, ilahi isim ve sıfatlar, isimlerin tecellileri, ilm-i ilahi vb. gibi pek çok konuda İslam inaçlarıyla bağdaşmayan, hatta ters ters düşen pek çok yönleri ve kabulleri vardı. Üstelik bunlar hiç de öyle kesin kanıt ve delillere dayanan iddialar, önermeler ve kabuller de değildi. Çoğu ayaküstü söylenmiş, birbilen safsatalarından ibaretti. Bu yüzden meşşailere irfan sahibi Türk insanının ağzıyla ‘Boş gezenin boş kalfası’ demek de son derece doğru ve anlamlı bir tanım olacaktır.

Eski Yunan felsefesinin, özellikle metafizik konulardaki temel varsayımlarını ve kabullerini temel doğrular olarak kabul edenlerin, hele de Müslümansa, pek çok açmazlara, çıkmazlara ve çelişkilere düşmesi kaçınılmazdı. Aynı şey, ne dinlerinden, ne de felsefeden vazgeçmek istemeyen, ilk Müslüman filozoflar için de fazlasıyla söz konusuydu. Bu yüzden de, ilk Müslüman filozofların kurdukları felsefi sistemlerin eklektik (seçmeci) olması zorunluluğu doğmuştur. Bunun sonucu olarak da İslâm felsefesinde en yaygın akımlardan biri olan Meşşâîliği, saf bir Aristoculuk olarak nitelemek doğru olmaz. Hatta bu grupta yer alan Müslüman filozofların her birinin felsefî sistemleri de, eklektisizmi de birbirinin aynı değildi ve farklı tonlar taşıyordu. Her Müslüman filozofun sisteminde görülen eklektisizmin tonunun ve kaynağının farklı olması, standart ve tek bir Meşşâîlikten söz edilmesini zorlaştırmaktadır.

Müslüman Meşşaî filozofların çoğunluğu tabiat ilimleri ve mantık alanında Aristocu idiler. Allah, varlık ve kul ilişkileri bağlamında, Aristocu olarak tanınan İslâm Meşşâîlerinin Allah inançları ile Aristo’nunki pek örtüşmüyordu, bir Müslüman olarak örtüşmesi de mümkün değildi. Çünkü Aristo’nun kullarına karışmayan, onlarla irtibatı olmayan, iradesini hiç kullanmayan pasif Tanrı inancı ile Müslüman Meşşailerin Allah inancı arasında en ufak bir benzerlik yoktu. Müslüman Aristocu Meşşaîler de bütün Müslümanlar gibi, zâtında tek ve benzersiz, sıfat ve fiillerinde kâmil olan, her şeye gücü yeten tek bir Allah inancına sahiplerdi. Bu yüzden de meselâ Kindî’nin varlık anlayışı Aristo’yla değil, Kur’ânî perspektifle örtüşürken, aynı konuda Fârâbî, İbn Sînâ ve İhvân-ı Safâ gibileri de daha çok Yeni Eflâtuncu sudûr teorisine meyletmişlerdir. Müslüman Meşşâîlerin, nübüvvet konusunu bir felsefe problemi olarak temellendirmeye çalışmaları, epistemolojiye de yeni bir boyut kazandırmıştır. Meşşailik akımının önemini kaybetmesinde, düşünce sistematiğindeki müphemliğin önemli rolü olmuştur.

Benzer durum işrakilik için de söz konusudur. Özellikle metafizikle ilgili konularda eski Yunan felsefesiyle, İslam arasında pek çok inanç, düşünce ve anlayış farklılıkları vardı. Kindî, Ebû Bekir er-Râzî, İhvân-ı Safâ ve bütün İşrâkîler, ruhun bedenden önce var olduğu, ölümden sonra ilâhî âlemde varlığını sürdüreceği gibi konularda Eflâtun’a yakın düşünseler de hiçbir İslâm filozofu, Eflâtun’un savunduğu ruh göçünü (tenâsüh) benimsememiştir. Eski Yunan filozoflarının âlemin ezelîliğine inanan (dehrî) görüşleri, Platoncu düşüncenin ezelî madde inancı, Yeni Eflâtuncuların sudûr teorisi, başta Gazzâlî olmak üzere İbn Rüşd, Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî, Fahreddin er-Râzî, İbn Teymiyye gibi Müslüman düşünürler tarafından da güçlü bir biçimde eleştirilmiştir. Bu nedenle felsefe ile dini, değişik yorumlarla uzlaştırma zorunluluğu ortaya çıkmış, bu yoldaki çeşitli çaba ve gayretler de ister istemez, bir yerden sonra felsefeyi dinîleştirme veya dini felsefîleştirme sonucunu doğurmuştur. Başta Gazzâlî olmak üzere kelâmcıların felsefeye yönelik eleştiri ve itirazları da daha çok buradan kaynaklanıyordu. Gazzâlî, eski Yunan filozoflarının da, bunları izleyicileyen Müslüman meşşai ve işraki filozofların da hakikat bilgisine (huzûrî bilgi) ulaşamadıklarını net bir biçimde görebilmişti. Bu yüzden de gerçeğe ve hikakat bilgisine ulaşabilmek için daha başka ve daha etkili yollar ve yöntemler bulunması ihtiyacını ve gereğini savunmuş, kendisi de bunun arayışı içine olmuştur. Onun bu daha fırklı yollar yöntemler arayışı ve anlayışı başta Bacon olmak üzere Batının aydınlanmacı entelektüellerine ışık ve yol gösterici olmuşur. Ali Yakup Hoca da onun bu anlayış ve arayışını çok önemser, çok değerli, uyarıcı, yol gösterici ve öğretici bulurdu.

‘Şark’ kökünden türetilen ‘işrâk’ kelimesi sözlükte ‘güneşin doğuşu sırasındaki ışıma, aydınlanma, parlama, tan ağarması’ gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türeyen ‘meşrik’ ise coğrafya olarak doğuyu ifade eder. Felsefi bir terim olarak işrak, epistemolojik açıdan, akıl yürütmeye veya başka bir bilgi vasıtasına gerek kalmadan, bilginin doğrudan içe doğması, iç aydınlanma, ilham, sezme, müşahade veya esrarın kalbe açılması, keşfe ve zevke (mânevî tecrübe) dayanan bilgi gibi anlamlarda kullanılır. Ontolojik açıdan işrak, aklî nurların tecellisi sonucunda varlığın zuhur edip gerçeklik kazanmasıdır. İşrak, aynı zamanda arınan insan nefsinin ilâhî nurların tecellisiyle aydınlanıp kemale ermesi şeklinde ahlâkî anlamda da kullanılır. Güneşin doğudan yükselerek her şeyi ve her yeri aydınlatması olgusundan hareketle işrak ayrıca, coğrafî anlamda ışığın ve aydınlanmanın ana yurdunun Doğu hikmeti olduğunu da sembolize eder. ‘Işık doğudan yükselir’ özdeyişi buradan gelir. İşrâkıyye terimi, İslâm düşünce tarihinde bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi (istidlâl, çıkarım) temel alan rasyonalist Meşşâî felsefeye karşı, mistik tecrübe ve sezgiye (keşif, zevk, hads) dayanan teosofik düşünce sisteminin adıdır. İşrâkıyyûn da bu düşünceyi izleyenlerin oluşturduğu akımı ifade eder. İşrâkîlik de, meşşailik gibi eklektik (seçmeci) bir sistemdir. 

Mistik, gnostik ve gizemli olan her düşünce tarzı, insanlara her zaman cazip ve ilginç gelmiştir. İşrâkîlik de özünde bu nitelikleri fazlasıyla barındıran, kaynakları arasında, İslâm dini, İslâm Tasavvufu, Meşşailik, eski Hermetik ve gnostik kültürler, Eflâtunculuk, Yeni Eflâtunculuk, Yeni Pisagorculuk başta olmak üzere eski Yunan düşüncesi, eski İran din ve inançları ve Sabiîlik de bulunan felsefi bir akımdır. Bunlardan birçok unsur, inanç, söylem, fikir ve görüşler, hatta yıldızlara yapan Sâbiîlikten bazı dua ve münâcâtlar da içine karışmış, özellikle de tasavvufta, sûfî ve Şiî çevrelerde büyük ilgi görmüştür. İlk sûfîlerden beri tasavvufta süregelen adı konmamış İşrâkîliğe Gazzâlî yeniden bir şekil vermiş, bu konuda Sühreverdî’ye de ilham kaynağı olmuştur. Gazzâlî, İşrâkîlerin çok kullandıkarı zulmet, nur, zevk, keşif gibi temel kavramlar yanında, işrak kelimesini ve türevlerini de özellikle Mişkâtü’l-Envâr ve İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn adlı eserlerinde çokça kullanmıştır.

Gazzâlî, “Allah, göklerin ve yerin nurudur (Nûr Suresi, 35)” âyetinden yola çıkarak, nur ağırlıklı bir tasavvuf anlayışı geliştirmiştir. Ona göre Allah, en yüce ve hakiki nurdur. Bütün diğer nurların kaynağı da O’dur. Ruhanî-cismanî, mânevî-maddî bütün varlıklar aslında O’nun nurunun yansımalarıdır. Allah’ın varlığı o kadar açık, parlak, O’nun nurunun işrakı (parlaklığı, parıldaması) o kadar fazladır ki, bu aşırı açıklık ve parlaklık yüzünden insanlar onu tam olarak algılayamazlar ve onlara kapalı gelir (Mişkâtü’l-Envâr, s. 54, 60, 64; İhyâ, I, 290; III, 11-14). Gazzâlî, Allah’ın nurlarının ve mârifetinin insanlara yansımasına vasıta olan Hazreti Peygamber’in de Kur’an da nurlar saçan meşale olarak nitelendirildiğine dikkat çeker:

“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah’ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve nurlar saçan bir kandil (meşale) olarak gönderdik (Ahzâb Suresi, 46).”

“Allah inananların dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tağuttur. O, da onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür (Bakara Suresi, 257).”

İşrâkîlik, Sühreverdî’nin (1154- 1191)  çalışmalarıyla kapsamlı bir tasavvuf felsefesi veya teosofik bir tasavvuf haline gelmiştir. Bu teosofik felsefe, İbnü’l-Arabî’nin de beslendiği başlıca kaynaklardan biri olmuştur. İbnü’l-Arabî’nin tasavvufu, geniş ölçüde İşrâkîliği de içerdiğinden Sadreddin Konevî, Abdürrezzâk el-Kâşânî, Dâvûd-i Kayserî, Müeyyidüddin Cendî, Şemseddin Fenârî, İbn Kemal, Kınalızâde Ali Efendi, Abdullah Bosnevî, Kâtib Çelebi, İsmâil Hakkı Bursevî, Şeyh Galib gibi Osmanlı ilim ve fikir adamlarının önemli bir kısmı da İşrâkî sayılmaktadır. Bunlar genellikle felsefenin burhanını, kelâmın istidlâlini ve tasavvufun keşfini birleştirmişlerdir. Günümüzde de İşrâkîlik, hem Doğu’da, hem de Batı’da farklı türleriyle canlı bir düşünce akımı olarak varlığını hâlâ sürdürmektedir.

Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Taşköprizâde ve Kâtib Çelebi bu akımın temel fikirlerini şöyle özetlerler: Ebedî mutluluk ancak ilim ve amelle gerçekleşir. Bu ikisi, birbirinin hem sebebi hem sonucudur. İlmi olup ameli olmayan veya ameli olup ilmi olmayan eksiktir. Ebedî saadete ulaşmanın yolu, yüce Yaratıcı hakkında mârifet sahibi olmaktır. Bunun da biri nazar ve istidlâl (çıkarım, kanıtlama), diğeri riyâzet ve mücâhede olmak üzere iki yolu vardır. Birinci yolu tutanlar vahye bağlı kalırlarsa kelâmcı, aksi halde Meşşâî (Aristocu), ikinci yolu tutanlar vahye bağlı kalırlarsa sûfî, kalmazlarsa İşrâkî (Eflatuncu) sayılıyorlardı (Hâşiyetü Metâli’i’l-Envâr, s. 12-13; Mevzûât’ü’l-Ulûm, I, 312, 320, 337; Keşfü’z-Zunûn, I, 53, 678; Tehânevî, I, 42, 406).

Meşşâî (Aristocu) ve İşrâkî (Eflatuncu) olarak adlandırılan felsefi akım ve görüşler birbirine ters ve zıt görünseler de birbirlerinden çok etkilenmişlerdir. Örneğin, İşrakiler, Meşşailerin bazı görüşlerini eleştirip reddederken bile yine de bunlardan yararlanmışlar, bazılarını değiştirerek de olsa kendi sistemlerine almışlardır. Örneğin Sühreverdi, Aristo’ya yönelik pek çok eleştiride bulunmasına rağmen, onun felsefesinin etkisinden de kurtulamamıştır. Bundan dolayı da örneğin mevcudatın hudusu, kesret ve tebeddül gibi konularda açıklama sorunu ve sıkıntısı yaşamıştır.  Meşşailerin ‘hakikat’e Kur’an’dan farklı (akıl ve bilgi gücü) bir yolla da ulaşılabileceği konusundaki kabullerinin de bazı İşrakiler tarafından geniş bir düzlemde paylaşıldığını görürüz. Hermes, Eflatun ve Zerdüşt inanç ve felsefelerini İslam irfanıyla birleştirerek yeniden yorumlayan Sühreverdi kendi İşraki felsefesini; “Bana herşey taakkul, muhakeme, istidlal yolu ile değil, büsbütün başka bir tarzda gelmiştir. Ben sonra bu keşfedilmiş şeylerin delilini aradım” sözleriyle açıklarken, akli muhakeme ve istidlali (delillendirme, kanıtlama) de tamamen reddetmediğini belirtir.

İslam dünyasında, Meşşâî felsefe (Aristoculuk), İşrâkîlik (Eflatunculuk), tasavvuf, kelâm ve bunların birbiriyle uzlaştırılması çabaları, özellikle Gazzâlî döneminin en önemli konularındandı. Gazzâlî, bazı konularda Meşşai felsefenin, fikir ve görüşlerine karşı büyük bir direnç göstermiş, bunlardan çoğunu çürütmüştür. Gazzâlî’den itibaren Meşşâî felsefe zayıflarken, bunun yerine İşrâkîlik daha fazla güçlenmiştir. Meşşâî felsefe, bu felsefenin en önde gelen temsilcilerinden İbn Rüşd’ün (1126-1198) de ölümü ile XII. yüzyıldan itibaren, İslâm dünyasında duraklama dönemine girmiş ve iyice zayıflamıştır.

İbn-i Rüşt aracılığıyla Batı’ya taşınan Meşşaî felsefe ve bu felsefeden kaynaklanan farklı fikir ve düşünceler, görüş ve ideolojiler, ilerleyen zaman sürecinde, farklı din/kültür havzalarında, çok başka kalıplar altında tekrar dirilmiştir. Meşşâilerin İslam inançlarıyla bağdaştırılması oldukça güç, hatta imkânsız bazı fikir, görüş ve düşünceleri, iyi niyetli ve masum fikri ve ideolojik akımlar olarak kalmamış, İslam’a, İslam dünyasına ve Müslümanlara karşı fikri ve fiili savaş ve saldırıların da araçlarına dönüştürülmüştür. Bunlar maddiyyûn (materyalizm), tabiiyyûn (tabiatçılık), pozitivizm, rasyonalizm, kapitalizm, komünizm, emperyalizm gibi yeni adlar altında modern zamanlara da taşınmış; günümüzün sosyal, siyasi, ekonomik ve ahlaki değişik fikri ve ideolojik akımlarına da kaynaklık etmiştir.

DİN, BİLİM VE FELSEFEYİ UZLAŞTIRMA ÇABALARI

Gazzâlî ile ilgili eski ve yeni hemen bütün kaynaklar ve araştırmalar onun fıkıh, kelâm, tasavvuf, din, felsefe, bilim, eğitim, siyaset, ahlâk gibi alanlarda, dinî ve aklî ilimlerde söz sahibi olduğunu belirtirler. Onun bunları olabildiğince birbiriyle uzlaştırmaya çalışan, İslâm bilim ve düşünce tarihinin eşine az rastlanan, hatta eşsiz bir âlimi, düşünürü ve entelektüeli olduğu hususunda da birleşirler. Üstün yetenekleri, dehâsı, kolay ikna olmayan mizacı, bilimsel şüpheciliği, ilmî ve fikrî bağımsızlığa düşkünlüğü, gerçeğe ve kesin bilgiye derin iştiyakı ile Gazzâli, çok yönlü, çok iyi yetişmiş, sıra dışı ve çizgi üstü entelektüel bir ilim adamıydı.

Gazzâlî, Tehâfütünde, filozofların tutarsızlıklarını ortaya koyarken, onun felsefeyi tamamen ve her alanda yok saymak, geçersiz kılmak, gereksiz göstermek gibi bir niyeti ve amacı olmamıştır. O, bir yandan bilim ve felsefe ile dinin konularını ve ilgi alanlarını birbirinden ayırmaya çalışırken, diğer yandan da mümkün ve gerekli olduğu durumlarda, konularda ve alanlarda din ile felsefeyi ve bilimi uzlaştırmaya da gayret etmiştir (Faslü’l-Makâl, s. 97; el-Keşf, s. 182; Tehâfütü’t-Tehâfüt, I, 348-349).

Gazzali’nin eserlerine bakıldığında felsefeyi hiçbir zaman tamamen reddetmediği, felsefecilerin bazı yöntemlerini kullanmaya her zaman devam ettiği, felsefenin yerine kelamı koyup, kelamın içinde onun bir unsuru olarak felsefenin devamını sağladığı görülür. Gazali, mantık okumayı ilk aklayan, onu alıp İslami ilimlerde ilk kullanan ve meşrulaştıran kişi olarak tanınır. Mantık bilmeyenin ilmine güven olamayacağını ifade eden de odur. Onun esas amacı, medeniyetin ortak bir unsuru olarak, ilimler arasında ortak bir dil oluşturmaya çalışmaktı. İki taraftaki aşırılıkları törpülemeye, iki taraf arasında dengeli bir orta yol bulmaya gayret etmiş; tasavvuf, kelam ve felsefe arasında bir terkip oluşturmaya da çalışmıştı. Zaman zaman filozofların pek çok konudaki görüşlerinden, hatta metafizik meselelere dair bazı fikirlerinden bile yararlanırdı. Kendisini bunun için eleştirenlere, bu tutumunda bir yanlışlık bulunmadığını şöyle savunmuştur: “… İzin iz üstüne gelmesi imkânsız değildir. (…) Bu görüşlerin hepsi eski filozofların kitaplarında yer almış olsa bile; eğer söz konusu görüş kendi içinde tutarlı ise ve kesin kanıtlara dayanıyorsa, Kitap ve Sünnet’e de aykırı değilse niçin terk ve inkâr edilsin?” (el-Münḳıẕ, s. 45-46).

Bazıları haksız bir şekilde Gazzali’nin tasavvufa fazla meyledip, ilgi duymasını, önem vermesini, rağbet etmesini eleştirirlerken, bazıları da onu felsefeye ve akli ilimlere mesafeli durmakla hatta düşman olmakla suçlamışlardır. Onu felsefenin içine bir defa girdikten sonra bir daha çıkamamakla, Batınîleri ve sufileri eleştirirken bile felsefenin ve akli ilimlerin argümanlarını kullanmakla suçlayanlar da vardır. Hâlbuki onun esas amacı, medeniyetin ortak bir unsuru olarak, ilimler arasında ortak bir dil oluşturmaya çalışmaktı. İki taraftaki aşırılıkları törpülemeye, iki taraf arasında dengeli bir orta yol bulmaya gayret etmiş; din, tasavvuf, kelam, bilim ve felsefe arasında bir terkip oluşturmaya çalışmıştır. Zaman zaman filozofların pek çok konudaki görüşlerinden, hatta metafizik meselelere dair bazı fikirlerinden de geniş bir şekilde yararlanmıştır. Kendisini bunun için eleştirenlere, bu tutumunda bir yanlışlık bulunmadığını şöyle savunmuştur: “İzin iz üstüne gelmesi imkânsız bir şey değildir. Bu görüşlerin hepsi eski filozofların kitaplarında yer almış olsa bile; eğer söz konusu görüş kendi içinde tutarlı ise ve kesin kanıtlara dayanıyorsa, Kitap ve Sünnet’e de aykırı değilse niçin terk ve inkâr edilsin?” (el-Münḳıẕ, s. 45-46).

Gazzali, dünya felsefe klasikleri içinde yer alan,  ‘Tehâfütü’l-Felâsife’ adlı eseriyle, din, felsefe ve bilim ilişkileri konusunda yeni bir çığır açmış, İslâm düşünce tarihinde de ‘tehâfüt tartışmaları’ adı altında yeni bir tartışma alanının açılmasına sebep olmuştur. Başta İbni Rüşd’ün ‘Tehâfütü’t-Tehâfüt’ adlı reddiyesi olmak üzere bu alanda onlarca eserin yazılmasına öncülük etmiş; böylece bir yandan da ulemâ ve entelektüeller arasında felsefe kültürünün canlı ve diri kalmasına hizmet etmiştir. İbni Rüşd’ün Gazzâlî’ye reddiye yazmasıyla başlayan ‘tehâfüt geleneği’, Fâtih Sultan Mehmet döneminde Hocazâde Muslihuddin Efendi, Alâeddin Ali et-Tûsî ve Abdurrahman-ı Câmî’nin çeşitli adlarla kaleme aldıkları ‘tehâfüt’lerle İslâm düşüncesine yeni bir canlılık kazandırmıştır. Fatih Sultan Mehmet, İmam-ı Gazzâlî ile İbn-i Rüşd’ün tezlerini savunan zamanının meşhur âlimlerini huzurunda münazaraya davet etmiş; bu münazaradan İmam Gazzâlî’nin tarafını tutan Hocazâde ve eseri gelip çıkmıştır. Hocazâde’nin eseri için kaleme alınan iki hâşiye ile Kemalpaşazâde’nin hâşiyesine Muhyiddin Mehmed Karabâğî’nin yazdığı ‘Ta’lîka’ ve ardından gelen diğer eserler bu geleneğin devamına katkı sağlamışlardır. (Güzel, s. 8-14).

Gazzâlî, kendi zamanındaki filozoflarla kelâmcılar arasındaki görüş ayrılıklarının sebepleri üzerinde de dikkatle durmuştur. Ona göre, bu ihtilaflar başlıca üç sebepten kaynaklanmaktadır. Bu sebeplerden birincisi, terminoloji farklılığıdır. Terimlere, kavramlara farklı anlamlar yüklenmesi, doğal olarak kapanması imkânsız görüş ayrılıklarına neden olmaktadır. Örneğin ‘cevher’ kavramına filozoflar farklı, kelamcılar farklı anlamlar yüklüyorlardı. Aynı dili konuşmadıkları için, bunların ortak bir anlayışta birleşebilmeleri mümkün olamazdı. İkinci sebep, her iki grubun ilgilendikleri konuların farklı olmasıdır. Örneğin ay tutulması gibi astronominin ve tabiat bilimlerinin konusu olan olaylar konusunda, bu konularda ilgisi, bilgisi, uzmanlığı olmayan bir din âliminin doğru şeyler söyleyebilmesi, Kur’an ayetleriyle bu bilgiler arasında sağlıklı bağlantılar kurabilmesi mümkün değildir. Ya yeterli bilgi edinmesi, ya da bilenlerden sorması gerekir. Öte yandan akılla tam ve kesin olarak bilinemeyecek, laboratuvarda deneyi ve gözlemi yapılamayacak gaybi ve metafizik konular da, felsefenin veya müspet bilimlerin konusu olamaz. Üçüncü görüş ayrılığı nedeni ise, felsefecilerin kendi konuları olmayan, uzmanlık alanlarına girmeyen, âlemin Allah tarafından sonradan yaratılması, Allah’ın sıfatları ve ölülerin âhirette tekrar dirilmeleri gibi gaybi ve metafizik konulara da fütursuzca dalmaları; bilgisiz, delilsiz, mesnetsiz fikir yürütmeye kalkışmalarıdır. Bu konular sadece akılla, bilimsel deneylerle ispatlanamayacak ancak dini kesin nasslarla bilinebilecek konulardır. Buna rağmen filozoflar, bu gibi konularda hiçbir bilgileri ve delilleri olmadığı halde, kendi yetersiz akıllarına, hatta heva ve heveslerine göre inkâr veya tevil yoluna sapmaktadırlar. Bu konulardaki açık dînî nasları ve hükümleri fütursuzca inkâr etmekte, bu yüzden de bilerek veya bilmeyerek İslam dairesinin dışına çıkmış, küfre ve inkâra saplanmış olmaktadırlar. Ahiret hayatının olup olmayacağı, ne şekilde gerçekleşeceği, âhiret halleri, cennet nimetleri, cehennem azabı gibi gaybi ve metafizik konular, asla felsefenin ve felsefecilerin alanına girmez. Hal böyleyken felsefecilerin kendi akıllarına, fikirlerine güvenerek, üstelik bu konulardaki dini delilleri, açık nasları da görmezden gelerek, kendilerince ileri geri sözler söylemeye, yorumlarda bulunmaya kalkışmaları, değişik iddialarda bulunmaları son derece yanlıştır. Dinle de, bilimle de, felsefeyle de bağdaşmayan bu tutumları, onları açıkça peygamberliği, dini, şeriatı inkâra kadar sürüklemektedir. 

Gazzâlî’ye göre, bir bilginin doğruluğu, şöhretiyle değil, sağlam delilleriyle, kanıtlarıyla ve apaçık oluşuyla ölçülür (el-Münḳıẕ, s. 14; Ali Sâmî en-Neşşâr, s. 95-96). Kelâmcıların yalnızca kitaplarda okudukları veya duydukları bilgilerle yetinmelerini, kendi zihnî yeteneklerine başvurarak bu bilgilerin tutarlılığını kontrol etmemelerini önemli bir eksiklik sayar (İhyâ, I, 74). Gazzâlî, mantık ilmini yeterince ihata edememiş bir kimsenin bilgilerine güvenilemeyeceğini savunur (el-Müstaṣfâ, I, 10). Mi’yârü’l-İlm’de (s. 181) ise açık seçik gerçekleri inkâr ederek fesada uğramış olan mezheplere bağlı bazı kelâmcılarla içli dışlı olmak yüzünden fıtrattan sapmış, dengeleri bozulmuş bir kısım âlimlerin, mantığın temel doğrularından şüpheye düştüklerini hatırlatarak, onların bu tutumları sebebiyle içine düştükleri açmazlara işaret eder. Bazı kelâmcıların, kıyaslarını kesin delillere, kabul edilmesi zorunlu olan aksiyomatik öncüllere dayandırmak yerine, şöhreti dolayısıyla doğru sayılan veya mezheplerini desteklemeye elverişli olan kıyasları önemsedikleri için çelişkiden kurtulamadıklarını belirtir (Mi’yârü’l-İlm, s. 167). Böylece Gazzâlî’nin kelâma yönelttiği eleştiri, bu disiplinde uygulanagelen metodun gerçeklik karakterinden yoksun olan öncüllerden yola çıkması nedeniyledir (Farid Jabre, La Notion de la Certitucle, s. 97). Gazzâlî benzer eleştirileri fıkıh âlimlerine karşı da yöneltmiştir (Mi’yârü’l-İlm, s. 128).

Gazzâlî, mantığın yalnızca felsefenin bir yöntemi ve kolu olmadığını, dinle de red veya kabul yönünde bağlayıcı bir ilişkisinin bulunmadığını savunur. Mantığın, burada sadece bir alet işlevi gördüğünü, akıl yürütme ve kıyaslar yapmanın yolları, burhan için gerekli olan öncüllerin şartları ve bunların terkip keyfiyetiyle sahih tanımın şartları ve tertip keyfiyeti üzerinde bir düşünme yöntemi olduğunu belirtir. Bu bakımdan ona göre, mantığı reddetmenin hiçbir haklı sebebi yoktur. Esasen Müslüman âlimlerin ‘Kitâbü’n-Nazar, Kitâbü’l-Cedel, Medârikü’l-Ukûl’ gibi adlarla mantık ilmini daha önce de kullandıklarına, bu alanda kitaplar yazdıklarına da dikkat çeker. Bilgisi ve kültürü zayıf olanların, mantık ismini duyunca, bunun eski kelâmcıların bilmediği, sadece filozofların muttali olduğu yabancı bir disiplin olduğunu zannettiklerini söyler (Tehâfütü’l-Felâsife, s. 45). Hâlbuki kelâmcıların ve düşünürlerin deliller serdederken bu cins yöntemlere başvurduklarını, aradaki farklılığın kullanılan ifadelerden, terimlerden, tanımlarla tasniflerin genişliğinden kaynaklandığını belirtir (el-Münkız, s. 24).

Gazzâlî’ye göre mantık, Kur’an’da da İslâm akîdesi ortaya konulurken ve kâfirlerin iddiaları çürütülürken başvurulan, Kur’an’daki tabiri (İsrâ Suresi, 35; Şuarâ Sures, 182) ile ‘el-kıstâsü’l-müstakîm’ (doğru ölçü) adı verilen yöntemden başka bir şey değildir. Gazzâlî, yeri geldikçe Kur’an’da mantık metodunun uygulandığına ilişkin olarak başka âyetlerden de örnekler verir (el-Ḳısṭâsü’l-Müstaḳîm, s. 42, 49, 57). Ona göre Aristocu kıyas şekilleri Kur’an’ın ‘mîzanlar’ından ibarettir (M. Âbid el-Câbirî, s. 283). Gazzâlî, mantığın konusu ve içeriği itibariyle, sanıldığının aksine, Yunan kaynaklı olmadığını, düşünme prensiplerini, doğru ve yanlış yargıların ölçülerini vermesi itibariyle bütün insanlığın ortak malı olduğunu düşünür. Bunun için de mantığa dair eserlerine ‘düşüncenin ölçüsü, bilginin ölçüsü, doğru kıstas, akılların kavrama yöntemleri’ gibi anlamlara gelen isimler verir  (el-Münkız, s. 24).

Gazzâlî’ye göre, mantık hem teorik ve aklî ilimler, hem de pratik (fıkhî) ilimler için gerekli bir yöntemdir. Sapıklıkları ve bidatları reddetmek, şüpheleri ortadan kaldırabilmek için mantığın, kelâm konusunda da zorunlu bir yöntem olduğunu düşünür. Gazzâlî, Cevâhirü’l-Ḳur’ân’da (s. 21), hem filozofları tenkit için yazdığı Tehâfütü’l-Felâsife’de, hem de Bâtınîler’e reddiye olarak kaleme aldığı eserlerinde mantık metodunu bizzat kendisinin de kullandığını, Mihakkü’n-Nazar ve Mi’yârü’l-İlm adlı kitaplarını da bu alana ayırdığını söyler. Zihnin bir faaliyeti olarak, fıkıh konularında akıl yürütme ile rasyonel problemlerde akıl yürütme arasında fark bulunmadığı için, fıkıh meselelerinin çözümünde de mantığa ihtiyaç duyulmasını kaçınılmaz görür (Mi’yârü’l-İlm, s. 28). Bu sebeple Gazzâlî, usûl-i fıkhın en değerli kaynaklarından biri olan el-Müstasfâ adlı eserinde (I, 10) mantık bilmeyenin ilmine asla güvenilemeyeceğini özellikle belirtir. Gazzâlî’nin bu görüşleri doğrultusundaki çalışmaları, İslâm dünyasında metodoloji alanında ciddi bir tavır değişikliğine yol açmıştır. Aristocu mantık geleneği bundan sonra giderek güç kazanmış, mantık bilmek, ictihadın şartlarından biri ve Müslümanlar üzerine farz-ı kifâye sayılmıştır. 

Felsefi düşünce sistemlerine göre bilgi, büyük çoğunlukla duyuların yanı sıra, onları düzenleyen aklî düşünce ve istidlâlden kaynaklanır. Kutsal metinlere ve vahye dayanan dinî düşüncede ise bu metinlerin ve vahyin anlaşılıp yorumlanması konusunda da kaçınılmaz olarak akla başvurulur. İslâm inanç ve düşünce sisteminde özellikle âlimlerin taklide sapmadan elden gelen gayreti sarf etmeleri istenir.

İhvan-ı Safa Risalelerine göre; bilgi yolları, insan hayatındaki gelişim dönemlerine göre farklılıklar gösterir. Duyularla bilme, çocukluk dönemiyle başlar ve daha sonra akıl yavaş yavaş bilgide etkin bir rol üstlenir. Ergenlik döneminden sonra da insan edindiği aklî bilgilerin ışığında kıyas yapma imkânını bulur. Vahiy ve ilham sayesinde ise ruh arınma sonucunda olgunluğa erişir, bir bakıma küllî nefisle (âlem ruhu) birleşme, bir şekilde Allah’tan bilgi alma durumuna ulaşır (İhvan-ı Safa Risaleleri, II, 396-397; III, 414-415).

Metafiziğin konusu, duyularla algılanamayan, vehim gücü ile de kavranamayan ancak gerçek delil ve burhanların insan aklını kabule zorladığı şeylerdir. Metafiziğin ilk derecesi, insanın önce kendisini bilmesi, tanımasıdır. Çünkü insan, kendisini tanımadan Rabbini bilemez. Düşünen ve bilen bir varlık olarak insan, önce kendisini tanıyacak, sonra evrene geçerek onu kavrayacaktır. Bütün bunlar onun Allah anlayışının temelini oluşturacak, Allah’ı daha doğru tanıyıp, anlamasını sağlayacaktır. Rabbini bilmek, bir insan için en büyük gaye, en yüce mutluluk ve ruhun ulvî âlemle irtibatında yücelmesi için en büyük etkendir.

Matematik bilimleri, tabiat bilimleri için bir basamak, tabiat bilimleri de metafiziğe geçiş için bir vasıta olarak görülür. Bu anlayış, aynı zamanda insan zihninin tedricî olarak yükselmesini de ifade eder. Görünen âlem, görünmeyenin en açık delili, en belirgin örneğidir. Görünmeyenin iyi kavranabilmesi için, görünenin iyi bilinmesi gerekir. Bu açıdan fizikî varlık bilgisi, bilgide ilk unsuru oluşturur. Fizikten de analoji  (benzeşim, benzeşme) yoluyla metafizik bilgilere ulaşılır. Görünür âlemde insana en yakın varlık, bu görünür âlemin küçük bir örneği (mikrokozmos) olan ve bir bakıma ilk kavranması gereken insandır. Bu sebeple önce onun kavranması gerekir. İnsanın var oluş gayesi, kendisini ve kâinatı tanıması, Yaratanını bilmesi, eşyanın hikmetini ve hakikatini kavrayabilmesidir. İnsan var oluş gayesini ancak faydalı, yararlı, gerçek bilgiyle erdemi, eşdeğer hale getirebildiği ölçüde gerçekleştirebilir, kendisi de olgun ve mükemmel hale gelebilir.

GAZZÂLÎ’NİN ŞÜPHECİLİĞİ VE BİLGİ FELSEFESİ 

Gazâlî farklı inanç, kültür, fikir, görüş ve düşüncelerin, mezheplerin çok yaygın olduğu, bunların birbiriyle alabildiğine yoğun bir çekişme, tartışma ve kavga içinde oldukları bir zamanda yetişmişti. Hocası Cüveynî’den, eleştirel zihniyeti edinmişti. Bu fikir ve düşünce karmaşası içerisinde hangisinin ne kadar ve daha doğru olduğunu anlama, hatta her birinin içindeki doğru yönleri yakalayıp ortaya koyma merakı içindeydi. Bu amaçla da bunların her birini bütün yönleriyle öğrenme çaba ve gayreti içerisinde olmuştur. Derinlemesine araştırıp incelemeden, üzerinde düşünüp taşınmadan, körü körüne, taklitçi ve nakilci bir anlayışla inanma, bağlanma veya toptan reddetme fikrine her zaman karşı çıkmıştı.

Gerçeği bulma ve kavrama arzusu, onun fıtratından gelen bir özelliğiydi. Bundan dolayı daha çocukluk yaşlarından itibaren taklit bağından, gelenek ve göreneğe dayalı inançlardan sıyrılma çabası içinde olmuştur (el-Münkız, s. 2-3).  Mîzânü’l-Amel adlı eserinin sonunda (s. 215-216), gerçeğe ulaşmada şüphenin ve düşünce hürriyetinin önemini kesin ifadelerle ortaya koyar. İnsanların, özellikle âlimlerin, atalarının, üstatlarının veya milletlerinin dinine, mezhebine, görüşlerine taassupla, körü körüne bağlanmalarını şiddetle eleştirir. Bazılarının mezhepçilik, asabiyet ve kabilecilik türü tutum ve davranışlarının temelinde, halkı yanına çekerek sosyal, siyasal, ekonomik üstünlük sağlama, statü kazanma arzusunun, kıskançlık ve bencillik gibi duyguların yattığını belirtir. Okuyucularını da birbirinin görüşlerini eleştiren, birbirini sapıklıkla suçlayan bu tür önderleri ve liderleri taklit etmekten uzak durmaya ve gerçeği özgür düşünce yoluyla bulmaya çağırır. Herkesin kendi mezhebini, fikir ve görüşlerini, düşünce ve inançlarını, zihnî ve aklî faaliyetleri sonucunda yine kendisinin özgürce bulması gerektiğini savunur. Ona göre gerçeğe ulaşmanın tek yolu, bilimsel şüphedir. Çünkü şüphe etmeyen düşünemez; düşünemeyen de araştıramaz ve gerçeği göremez, bulamaz. Gerçeği göremeyen ve bulamayan da körlük içinde, dalâlete saplanıp kalır.

Gazzâlî, Hazreti Peygamber’in “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan sadece bir tanesi cennetlik olacaktır” hadisinin değişik rivayetleri ve bununla ilgili uzun tartışmalar üzerinde etraflıca durmuştur. Bu fırkalar içinden en doğrusunu bulabilmek için, başlangıçta hepsine birden şüpheyle yaklaşarak, hakîkati bulmaya çalışmıştır (el-Mınkız, 108-109 vd.). İmam Gazâlî, el-Munkız adlı eserinde bu şüphe durumunun hikâyesini anlatırken, duyusal bir bilgiden nasıl şüpheye düştüğünü, aklî bilgilerin birinden öbürüne nasıl geçtiğini, bunları nasıl denediğini, bunlardaki kesinsizliği ve yanılgıları nasıl tespit ettiğini kendi yaşadığı tecrübelere dayanarak özetler. Kendisini bütün apriorik ve aksiyomatik bilgilerin güvenilirliğini irdelemeye kadar götüren bu aşırı kuşkucu yaklaşımı, Gazzâlî’yi, ‘hastalık’ ve ‘safsata’ olarak nitelendirdiği şüphe krizlerine kadar götürmüştür. Ortada güvenilir bir bilgi bırakmayan, her bilgiyi, delili ve kanıtı şüpheli gören bir anlayışla herhangi bir hükmün kesinliğinin kanıtlanamayacağının Gazzâlî de farkına varmıştır. Gazzâlî, bu hâlin, böyle bir kuşkuculuğun kendisinde iki ay kadar sürdüğünü, sonunda ‘Allah’ın kalbine attığı bir nurla’ bu hastalıktan kurtulabildiğini belirtir. Böylece kendisinin sıhhat ve itidale, her şeyin de vuzûha kavuştuğunu, yeniden aklın zorunlu bilgilerini bütün kesinliğiyle kabul ettiğini, onlara güvendiğini, aklın otoritesine ve güvenilirliğine yeniden döndüğünü, sağlam delillere dayanan kanıtların, bizleri doğruluğu kabul edilecek bilgilere ve sonuçlara götüreceğine kanaat getrdiğini ifade eder (el-Münkız, s. 9; Mi’yârü’l-İlm, s. 169-170).

Gazzâlî, kendi şüpheciliğiyle ilgili açıklamalarda bulunurken, artık aranmaması gerekeni arama noktasına gelinceye kadar araştırma çaba ve gayretinin tam bir titizlikle sürdürülmesi gerektiğini bize de öğütler. Ancak yine kendisinin bizzat yaşadığı tecrübelere dayanarak, bu noktadan sonra artık aksiyomatik bilgilerin yani aklın ilk temel prensiplerinin aranmasıyla uğraşılmamasını, çünkü bunların zaten mevcut olduğunu, bu mevcut olandan da kuşku duyulması, araştırmaya gerek olmayan şeylerden de kuşku duyulup, araştırmaya devam edilmesi durumunda, gerçeğin gözden uzaklaşıp gizlenebileceğine dikkat çeker (el-Münkız, s. 10). Kendisinin, aklını alıştırıp çalıştırdıktan ve sağlam kanıtları arka arkaya düzdükten sonra, Yüce Allah’ın gönlüne attığı bir ışık (nur) ile zihninde ve gönlünde, bir açıklık, berraklık ve kabul oluştuğunu, karanlıkların aydınlandığını, şüphelerin silindiğini, gönlünün yatıştığını anlatır. En sonunda artık aklın zorunlu önermelerini tekrar kabul ettiğini, bunlarda kesinlik bulunduğunu benimsediğini belirtir. Bunun da: ‘Aldatıcı dünyadan uzaklaşmak ve dâimi dünyaya yönelmekle olduğunu’ söyler. Söz konusu bu nurun, ilâhî bir cömertlikten doğduğunu, bundan dolayı da onu dikkatle gözlemek ve izlemek gerektiğini söyler. Hazreti Peygamber’in ‘Sizin günlerinizde Rabbinizin esintileri vardır; onları karşılamaya bakın!’ hadisine dikkat çeker (el-Munkız, 110-116).

Yüce Allah’ın Gazâlî’nin kalbine, gönlüne bir ışık (nur) atmasını yalnızca ona özgü ilâhî bir lütuf olarak görmemek gerekir. Bu, Allah’ın hak eden herkese, her insana verilebileceği ilâhî bir lütuftur. Böyle ilâhî bir ışığa mazhar olabilmek için, insanın da çaba ve gayret göstermesi gerekir. İlimde böyle bir ışık almaya sezgi denmektedir. Sezgi; felsefe, mistisizm, ezoterizm ve değişik öğreti sistemlerinde farklı anlamlarda kullanılan terimdir. Tarih boyunca bilim alanlarında, teknik konularda, sanat dallarında her türlü icat ve keşiflerde sezginin çok önemli rolü olmuştur. Sezgi, işini iyi yapan sıradan bir çiftçide ve köylüde bile bulunabilir. Ancak bunun yanında emek ve çaba da mutlaka gereklidir. Çözmek zorunda olduğu bir sorununun üzerine ciddiyetle ve samimiyetle eğilen insanın aklına, er veya geç bu soruna çözüm olabilecek bir fikir gelecektir ki, buna sezgi deniyor. Bütün ilim ve sanat adamlarında böylesi sezgiler olmasaydı, insanlar yeni bir fikir, yeni bir icat, keşif ve sanat eseri üretemezlerdi.

   Batı’da da Henri Bergson gibi, bilginin, özellikle de felsefi bilginin kaynağının ve temelinin sezgi olduğunu savunan sezgici filozoflar ve felsefi akımlar vardır.  Hegelci aşırı sistematik ve soyut felsefelere karşı bir tepki olarak doğan bu görüş sahipleri, rasyonalizme ve materyalizme de karşı çıkarlar. Sezgiciler, sezgi yoluyla gerçekliğin bir kerede ve tam olarak kavranabileceğini, akla dayanan bilginin ise asla tam ve kesin olamayacağını savunmuşlar, böylece hem rasyonalizme hem de materyalizme bir karşı çıkış yolu aramışlardır. Sezgicilik kavramının Matematikte de yeri vardır.  Sezgici matematikçiler, matematiksel belitlerin (aksiyomlar) doğrudan doğruya ancak sezgi yoluyla kavranabileceğini, matematiksel önselliklerin sezgi yoluyla kavranabileceğini, matematiğin üstünlüğünün de buradan geldiğini savunurlar.

Maddeyi kavramak için bile iki göze ihtiyaç olduğunu, bu gözlerden birinin maddenin görünen kısmını, diğerinin de görünmeyen kısmını görüp algılayan göz olduğunu, eğer maddeye kalp gözüyle manevi bir bakışla bakılmazsa onun eksik kavranmış olacağını savunan edebi görüşler de vardır. İmam Gazali de: “İnsanda iki göz vardır. Birincisi fiziki gözdür. İnsan bununla maddi dünyaya yönelir ve bir takım bilgilere ulaşır. Bu göz, bilim ve felsefeyi kuran akıl gözüdür. Ancak insan için sadece bu göz yeterli değildir. İkinci göz ise kalp gözüdür. Kalp gözü, manevi bir göz olduğu için insan, kalbiyle gerçekleri bütün açıklığıyla kavrar.” sözüyle bu yaklaşımı savunmuştur.

İmam Gazâlî, bilimlerden nasıl şüpheye düştüğünü ve bu şüphelerden nasıl kurtulduğunu da ‘el-Munkız Min’ed-Dalâl’ adlı eserinin girişinde detaylı bir şekilde anlatır. Burada anlattığına göre, Gazzâlî’nin sistemli ve bilimsel şüpheciliği, eşyanın gerçek mahiyetinin ne olduğunu sorgulaması ve bu konuda kesin bilgiye ulaşmak istemesiyle başlamıştır. Bu temel soru ve sorun onu önce bilginin ne olduğunu anlama ve araştırma çaba ve gayretine götürmüştür. Çünkü hakikatin, bir tek olması gerektiği halde, bütün farklı görüş ve akımların, çok farklı gerçeklerler kendilerini haklı görmelerini dikkat çekici bulmuştur. Bu durumdan yola çıkarak Gazzâlî, kafasındaki soruların cevaplarını, mevcut telakkilere ve çeşitli fikri akımların açıklamalarına göre bulamayacağını ve çözümlenemeyeceğini anlamıştır. Sorularına her türlü ‘aktarma kanaatler’den (el-akâidü’l-mevrûse) ve bir bilen safsatalarından bağımsız bir şekilde, kendi zihnî ve amelî çaba ve gayretleriyle yine bizzat kendisinin cevap bulması gerektiğini düşünmüştür. Kesin bilginin, her türlü şüphe ve hata ihtimalinden arınmış olması gerektiğine inanan Gazzâlî, bu tür kesin bilgilerin kendisinde de bulunduğundan ve bunların şüphe götürmezliğinden emin olabildiğini de fark etmiştir. Örneğin, iki kere ikinin dört ettiğini bilmesinin, temel matematik bilgilerin de bu kabilden bilgiler olduğu kanaatine varmıştır. Gazzâlî, güvenilirliğini bir şekilde, örneğin matematik kesinlikle, kesin olarak kavramadığı hiçbir bilgiyi, kesin, gerçek, doğru bilgi saymazdı. Bu nedenle birisi kalkıp da kendisine; ‘Üç ondan daha büyüktür’ dese, bu yanlış bilginin doğruluğuna kimse onu inandıramazdı. Hatta bu yanlış bilginin ve iddianın sahibi, bunu ispat edebilmek için, bir sopayı yılana çevirmek gibi olağan üstü bir iş bile başarsa, Gazzâlî için bunun hiçbir anlamı ve değeri yoktu. Bunlar birbirinden çok farklı şeyler olduğu için, elbette o da bu kişinin sopayı nasıl olup da yılana dönüştürülebildiğine hayret edecek, bunu nasıl yapabildiğinin makul cevabını arayacaktı. Ama o, aynı zamanda yine de kendisinin on sayısının üçten daha büyük olduğu hakkındaki kesin ve sarsılmaz bilgisinin doğruluğundan şüphe etmeyecekti.

Öte yandan Gazzâlî, bilimsel şüphe sürecinin mantıkî sonucuna kadar götürülebilmesi için, bütün apaçık önermelerin gerçekten kesin olup olmadığından da emin olunması gerektiğini savunur. Apaçık olduğu söylenen bilgiler de dâhil, bütün bilgilerin, bunların zorunlu gereği olarak bütün bilgi araçlarının ve kaynaklarının da her zaman ve yeniden eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerektiğini savunur. Kendisi de bu arada önce duyu algılarından kuşku duymuştur. İnsanlarda algı yanılmaları olabileceğini, bir şeyin illa bizim algıladığımız gibi olamayabileceğini, örneğin renk körü olan birinin renkleri doğru göremeyeceğini, bu tür yanlış duyu verilerinin de yanlış bilgiler üretilmesine neden olabileceğini düşünmüştür. Üretilen doğru bilgilerin de her zaman akıl, mantık, deney ve gözlem gibi yollarla, hatta daha başka akıllarla da test edilmesi, somut verilere, sağlam delillere dayalı olarak açık bir şekilde yeniden kanıtlanması gerektiğini savunmuştur.

Gazzâlî, aklın önermelerinin bizi gerçekten güvenilir, doğru ve sarsılmaz bilgilere ulaştırıp ulaştırmayacağı üzerinde de durmuştur. Kendi kendine; ‘Aklın zorunlu önermelerine olan güveni, duyulur bilgiye olan güvenden farklı kılan sebep nedir?’ gibi sorular sormuştur. Burada Gazzâlî, tıpkı duyu algılarındaki yanılmaların akılla kanıtlanması ve düzeltilmesi gibi, aklın hükümlerindeki bazı yanlışların da aklın ötesindeki başka bir ‘hâkim’ tarafından kanıtlanabileceğini ve düzeltilebileceğini düşünmüştür. Nitekim biz, uyku halinde iken rüyalar görürüz ve bunları gerçek ve doğru sanırız. Fakat uyandığımızda rüyalarımızdaki hayal ve inançların birçoğunun asılsız ve saçma olduğunu anlarız. Bunun gibi, bizim bu dünyadaki gelip geçici hayatımızı da bir tür rüya gibi nitelendirmek mümkündür. İnsan, bu dünyada, bu hayatın ötesinde de başka bir hal yaşayabilir ve o halde iken şimdiki aklî bilgilerinin çoğunun yanlış olduğunun farkına varabilir. Belki bu, sûfîlerin yaşadıklarını söyledikleri ve aklî bilgilerle uyuşmayan ama onların gördüklerini ileri sürdükleri şeyler ve haller de olabilir. Aklın hükümlerinin de sorgulanabileceği bu hal, ölüm ötesindeki hayattır; o hayata göre dünya hayatı bir tür uyku, burada olup bitenler de bir tür rüyadır.

Gazzâlî, aklın, mantık ve matematikteki, tabiat bilimleri ve deneysel alanlardaki yetkisini kesinlikle kabul eder. Ancak beşerî aklın, metafizik problemlerin çözümünde âciz olduğunu ve bu alanda doğru ve sağlam bir bilgiye ancak vahiy ve bâtınî keşif desteğiyle ulaşabileceğini savunur. Gazzâlî’nin akıl konusundaki tavrını anlamaya çalışırken, onun bu terimden ne anladığını da doğru tespit etmek gerekir. Gazzali, çeşitli eserlerinde akıl hakkında bazı tanım ve tasnifler getirmiştir (geniş bilgi için bk. Farid Jabre, Essai, s. 183-194). İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn adlı eserinin ilk kitabında, ‘Aklın şerefi, hakikati ve kısımları’ konusuna özel bir bölüm ayırmış  (I, 83-89) bu terimin dört değişik anlamına işaret etmiştir. Bunlar şunlardır:

a) İnsanın doğuştan sahip olduğu, kendisini öteki canlılardan ayıran teorik bilgiler edinme melekesi (garîze).

b) Bu melekenin, temyiz çağında açık seçik ortaya çıkmasıyla mümkünün olabilirliği, imkânsızın olamazlığı, ikinin birden büyük olduğu, bir kimsenin aynı anda iki yerde bulunamayacağı gibi ilk prensipler hakkında bilgiler edinme düzeyine ulaşmış şekli… (Mümeyyiz, temyiz kudretine sahip akıl).

c) Hayatın akışı boyunca değişik tecrübelerle kazanılan bilgilere sahip akıl…

d) Bu bilgi melekesi ve donanım sayesinde, çeşitli durumların ileride doğuracağı sonuçları önceden kestirebilen, duyguların tutsağı olmadan hüküm verebilme gücüne ulaşmış üstün akıl (İhyâ, I, 85-86).

Gazzâlî, bu akıllar içinde özellikle üçüncüsüne her insanın eşit seviyede ulaşabileceğini düşünür. Aklın prensiplerine, aklın ‘zorunlu bilgiler’ine, bu bilgilere ulaşma yeteneğine inanır ve güvenir. Bazı kelâmcıların, ‘Akıl, zorunlu bilgilerin bir kısmıdır’ şeklindeki bir tanımını hatırlattıktan sonra, bu kelâmcıların asıl bilgi melekesi olan ‘garîze’yi tanım dışı bırakmalarını bozuk ve yanlış bir görüş sayar (İhyâ,I, 85).

Gazzâlî’nin bilgi probleminde asıl üzerinde durduğu husus, bu bilgilerin aklın kendi tabiatında mündemiç olarak mı bulunduğu veya ona dışarıdan mı verildiği meselesidir. Gazzâlî, dinî inançlarının bir sonucu olarak, varlık ve olaylar arasındaki illiyet ilişkisini “müsebbibü’l-esbâb” olarak nitelediği Allah’ın kendisinden başkası tarafından değiştirilemez yasalarına bağlaması gibi, bütün burhanî bilgilerin ve onları doğuran öncüllerin aslı olan ve doğruluğu artık araştırılmaya gerek kalmayacak şekilde kesin kabul edilen aksiyomatik bilgileri de (el-ulûmü’l-üvel) aynı metafizik kaynağa bağlar. Böylece sürüp gidecek bir totolojiyi de dinî bir çözümle durdurmuş olur. Bazı filozoflar, bu çözümün sırf dinî olmasının felsefî kıymetini azalttığını iddia etseler de, onların faal aklı kullanarak geliştirdikleri sözde felsefî çözümden daha zayıf olduğu da söylenemez. Esasen Gazzâlî de “el-ulûmü’l-üvel” dediği bu rasyonel bilgilerin kaynağı konusunda; bu bilgilerin, nefsin akıl gücünün oluşması sırasında Allah’tan veya meleklerin birinden nefse doğmuş bilgiler olduğu görüşüyle filozofların faal aklına benzer bir bilgi kaynağı olabileceğini düşünmüştür (Mi’yârü’l-İlm, s. 169-174).

Gazzali, Kur’an’ın, Nûr Suresi, 35. ayetinin, İşrâkî-İrfanî yorumu mahiyetindeki Mişkâtü’l-Envâr adlı eserinde (s. 43, 54, 81, 83) ‘nur’ diye adlandırdığı bilgi türlerini de inceler. Kur’an’ın tabiriyle ‘nur üstüne nur’ şeklinde nitelenen, kutsî-nebevî (sezgisel) bilgilerin de insanın kalp gözüne, yani ‘akıllıyı süt çocuğundan, hayvandan ve deliden ayıran mânevî yetenek demek olan akıl’a, bütün nurların (bilgiler) kaynağı olarak gösterdiği ‘ilk ve gerçek nur’dan yani Allah’tan geldiğini belirterek, sezgisel bilgiyi de aynı kaynağa bağlar.

Gazzâlî, her ne kadar akıl yürütmede kullanılan ‘sahih madde’nin (öncül), duyu, deney, tam tevâtür veya akılla yahut bunların bütününden elde edilen sonuçla bilinebileceğini ifade etse de, gerek Aristo’dan, gerekse eski usulcülerden farklı olarak özellikle rasyonel konularda kesin bilgiye ulaşabilmek için mutlaka küllî önermelerden hareket edilmesi gerektiğini düşünür. İstikrâ yönteminde olduğu gibi, öncüllerin tikel bilgilerden oluşmasının kesin sonuca götüreceğinden şüphelidir. Bu sebeple istikrâyı zannî sonuç veren bir yöntem olarak kabul eder ve onu fıkhî meselelerin çözümünde kullanılmaya elverişli görmekle birlikte, kesin kanıtlara muhtaç bulunan aklî meselelere, bilhassa ilâhiyyâta uygulanamayacağını savunur (Mi’yârü’l-İlm, s. 102; el-Müstasfâ, I, 51-52). Bu bakımdan Gazzâlî’yi modern bilim felsefesindeki şüpheciliğin erken habercisi saymak da mümkündür.

GAZZALÎ’NİN DETERMİNİZM ELEŞTİRİSİ 

Gazzâlî’nin filozoflara yönelik eleştirileri arasında en dikkate değer olanı ve en çok yankı uyandıranı, determinizm doktrinine dair tenkitleri ve bu münasebetle ortaya koyduğu görüşlerdir. Grek felsefesinden İslâm filozoflarına intikal eden, onların da Allah’ın ilmine ve inâyetine bağlayarak sürdürdükleri determinizme Gazzâlî’den önce de itirazlar olmuştur. Fakat İslâm düşünce tarihinde, Grek menşeli determinizmin eleştirisini mantıkî yerine oturtan ilk düşünür Gazzâlî olmuştur. Aristocu düşünceye göre sebeple sonuç arasındaki karşılıklı ilişki zorunlu olduğundan tabii bir sebebi olmayan sonuçtan söz edilemez. Buna göre tabiattaki bir olayın sebebi yine tabiatın kendisindedir. İslâm filozofları da tabiattaki oluşları, Allah’ın hür iradesi yerine O’nun ilmine bağlamak şartıyla bu determinist görüşü devam ettirmişlerdir.

Gazzâlî ise sebep-sonuç bağıntısını (iktiran) kabul etmekle birlikte, bu bağıntının tabiatın özünden gelen bir zorunluluk olarak düşünülmesi anlayışını reddetmiştir. Ona göre, böyle bir zorunluluğun ilmî olarak da kanıtlanabilmesi mümkün değildir. Tecrübe ve gözlemlerden edinebildiğimiz bilgi, sadece sebep ve sonuç denilen iki olayın ardarda gelişini tespit edebilmekle sınırlıdır. Bizim bu iki olaydan birine sebep, diğerine sonuç (müsebbeb) adını vermemiz, tamamen bu iki olayın ardarda geldiğini görmeye alışmamızdan kaynaklanan bir dil meselesidir. Bunlar arasındaki karşılıklı ilişkinin zorunlu olduğu yönündeki hüküm ise ne duyularla ne de aklî yöntemlerle kanıtlanabilmiş bir hüküm değildir. Sadece alışkanlığın telkin ettiği, zorunlu olmayan bir yargıdan ibarettir. Örneğin pamukla ateş, hasta ile ilâç ilişkisi ve bütün tabii varlık ve olaylar arasındaki sebep sonuç ilişkileri tabiatın özündeki bir zorunluluktan kaynaklanmaz. Bu, Allah’ın o şekilde irade ve takdir edip yaratmasının bir sonucudur. Örneğin ateş cansızdır ve mantıkî olarak herhangi bir cansız şey, gerçek anlamda bir sebep ve fâil olamaz (Tehâfütü’l-felâsife, s. 91, 196). Ateş gibi bir sebep bulunsa ve etkisini gösterebilmesi için bütün şartlar hazır olsa bile, ateşin Hazreti İbrahim’e yapmmaması gibi mûcizevi olaylarda görüldüğü gibi, Allah istemedikçe beklenen sonuç doğmayabilir. Tam tersine hiçbir zorunlu sebebi bulunmayan bazı olayların vukuu da söz konusu olabilir. Farklı bir anlayışla olsa bile, Gazzâlî de Allah için Aristo’nun ‘ilk muharrik’ deyimini kullanır. O’nun harekete geçirmesi olmadan hiçbir varlığın hareket edemeyeceğini ifade eder. Dolayısıyla bulutun yağmuru getirmesi, yağmurun ürünü arttırması, rüzgârın gemiyi yürütmesi gibi tabii olayları, sadece ve doğrudan zikredilen bu sebeplere bağlamayı, âzat edilmiş bir kölenin, efendisi yerine âzat tutanağının yazımında kullanılan kaleme şükran duymasına benzetir ve bunu da ‘cehaletin son noktası’ sayar (İhyâ, IV, 247).

Gazzâlî, determinizm karşıtı görüşlerini savunurken, bunların tabiatta kendiliğinden her türlü ‘saçma imkânsızlıklar’ın da vuku bulabileceği gibi bir anarşizmin hüküm sürdüğü anlamına da gelmediğini özellikle vurgular. Ona göre ilke olarak Allah’ın olmasını irade ettiği her şey imkânsız olmaktan çıkar. ‘Ancak Allah bizde (kendisi için), mümkün olan bu şeyleri yapmayacağını bildiren bir bilgi de yaratmıştır.’ Şu halde olayların düzenli olarak ard arda gelişi, onların ayrılmaz ve kesintisiz bir biçimde eskiden beri sürüp gelen bir nizama uygun olarak cereyan ettiği fikrini sarsılmaz bir şekilde zihnimize yerleştirir (Tehâfütü’l-felâsife, s. 199, 205). Bu sayede biz sebeplerin müsebbeblere yöneldiğini, yani bu ikisi arasında sağlam bir bağlantı kurulduğunu ve bu bağlantının kesin bir zorunluluk olarak sürüp gittiğini biliriz (el-Maksadü’l-Esnâ, s. 67). Gazzâlî bu düşünce ve açıklamalarıyla aslında illiyet bağını ve prensibini tamamen reddetmemiş, fakat filozofların tabii illiyetinin yerine ilâhî illiyeti koymuş olmaktadır (Bolay, s. 154). Aristo’nun, sebeple sonuç arasındaki ilişkiyi tabiatın özünde bulunan bir zorunluluk sayan görüşü de, İslâm filozoflarının bunu Allah’ın ilminden gelen bir zorunluluk sayan görüşleri de sonuç olarak aklî kanıtlara dayanmaması sebebiyle mantıkî ve ilmî değerden yoksun bulunuyordu. Ayrıca Allah’ın olaylar üzerindeki hür iradesini dışlaması, bilhassa mûcizenin olabilirliği inancına aykırı düşmesi bakımından da ciddi bir teolojik mahzur taşıyordu. Gazzâlî’nin determinizme yönelik eleştirisi ise bu iki noktada toplanmıştır. Gazzâlî, İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn’de de filozofların deyimiyle bir ‘yakın sebep’ten söz eder (İhyâ, III, 16). Hatta akılda zorunlu olarak bir illiyet bilgisinin bulunduğunu da belirtir (İhyâ, I, 73-74). Ancak Gazzâlî, bu tür sebeplerin mutlak, sarsılmaz, bağımsız ve gerçek sebepler olduğu anlayışını reddeder.

Gazzâlî, samimi bir mümin olarak daha sonra Batı felsefesinde görülen ve Malebranche’ta en mükemmel ifadesini bulan “occasionalisme”i hatırlatan bir anlayışla, Allah’ın âlemdeki bütün oluşların kanunlarını ayrıntılarıyla bildiği, hür bir şekilde tadir ve irade ettiği ve her şeyin O’nun bilgi ve iradesi uyarınca gerçekleştirdiği inancını taşımaktadır. Felsefî anlamda bir determinizmi reddeden bu görüş, tabiatta Allah’ın iradesini ve kanunlarını dışlayan hürriyet veya tesadüf gibi her türlü sapmayı da imkânsız kılar ve kişiyi meselâ, ‘Ateşin yakması sırf zorunluluktur’ hükmüne götürür (İhyâ, IV, 255). Görüldüğü gibi Gazzâlî bu anlamda olmak üzere sebepliliği (illiyet) kabul eder. Nitekim Tehâfütü’l-Felâsife’den sonra kaleme aldığı Mi’yârü’l-İlm’de (s. 140) deneysel yöntemlerle ulaşılan bilgilerin ilmî değerini tartışırken, kelâmcıların tabiat kanunlarını gerçek sebep saymayan görüşlerine temas eder. Bunun kesinlikle mutlak bir zorunsuzluk anlamı taşımadığını, söz gelimi bu kelâmcılardan birine çocuğunun başının koptuğu haber verilecek olsa, bundan onun mutlaka ölmüş olduğu sonucunun çıkarılacağını ve aklı başında hiçbir insanın da bundan kuşku duymayacağını belirtir. Çünkü başın kesilmesinin ölümle sonuçlanacağında kuşku yoktur. Şu halde tartışma, tabii olayların hiçbir şekilde zorunluluk taşımadığı noktasında değil, bu zorunluluğun özü itibariyle değişmesi imkânsız bir zorunluluk mu, yoksa sebeplerin sebebi olan (İhyâ, I, 74) Allah’ın kendi hür iradesiyle koyduğu ve değiştirilmesi, bozulması imkânsız hükmünden gelen bir zorunluluk mu olduğu noktasındadır.

GAZZÂLÎ’NİN FIKIH VE KELAM

ÂLİMLERİYLE TERS DÜŞMESİ

Gazzâlî, kendisi de kelam, fıkıh gibi İslami zahiri ilimlerde zirve olmuş büyük bir âlimdi. Ezbere ve itaate dayalı bir anlayış yerine, düşünce ürünlerine de eleştirel gözle bakan, araştıran, sorgulayan, düşünceler üzerine düşünen bir ilim adamıydı. Nizamiye Medreselerinde dersler okutup, müdessirlik ve yöneticilik yapacak kadar saygın ve etkili olmuş, herkesin gözünün üstünde olduğu biriydi. Bilimsel zihniyete ve sistematik bilgiye sahip, metotlu çalışmaya önem veren nitelikli bir âlimdi. Toplumunun, hatta bütün dünyanın dertleriyle, sorunlarıyla ilgilenen, bunlara uygun çözümler ve çareler arayışında olan yüksek görev ve sorumluluk bilincine sahip aydın bir mütefekkir, üst düzey, zirve bir entelektüeldi. Gazzali eleştirel bir zihniyetle başta kendisi olmak üzere, her şeyi ve herkesi, bütün yönleriyle araştırma ve inceleme masasına yatırmaktan çekinmedi. Fakat hem kendisi, hem de dış dünya ile ilgili tespit, teşhis ve değerlenndirmeleri sonucunda hiç de iç açıcı bir durumla karşılaşmadı.

Gazzali, âlim geçinenlere, okutulan ilimlere ve derslere baktığında, çoğunda İslami ruh, şuur, idealizm, ihlas, hassasiyet ve samimiyet kalmadığını, şekilciliğın ön plana çıktığını, dini ilimlerin neredeyse sadece metin çözümlemelerinden ibaret, ruhsuz, anlamsız teknik bir uğraş haline gelmiş olduğunu gördü. İslami ilimlerle uğraşan, bu yönde büyük merhaleler kat etmiş, mevki ve mansıplar kazanmış nice saygıdeğer kişiler, dışları çok mamur ve gösterişli, fakat içleri harap ve berbattı. İslam’ın özünden, ruhundan, idealizminden habersiz ve yoksun, kabukta kalmış, şekilci, maddeci, menfaatçi, oportünist, faydacı, kötülüğü emreden nefislerinin esiri olmuş, kötülük ve çirkef ve bataklıklarında debelenip duran zavallılar görüntüsü sergiliyorlardı. Âlim geçinen nicelerinin, zekât, sadaka, faiz gibi asla el sürülmemesi gereken haram paralara ve kazançlara doymaz bir iştiha ve hırsla saldırabildiklerine, fırsat ve imkan bulduklarında böyle kirli malları hemen ceplerine indirmekten çekinmediklerine şahit oldu. Mukaddes ve muazzez İslam dinini, hiç çekinmeden kendi hasis emellerine, gelip geçici dünyevi hırs ve heveslerine, zevklerine, siyasi, maddi, şahsi çıkar ve menfaatlerine alet edebilenler, toplumun her kesiminden çıkabildiği gibi, ulema sınıfı içinden de bolca çıkıyordu. Allah katında kıymeti ve değeri olan, ahiretlerine, dünyalarına, İslam’a, Müslümanlara, insanlığa gerçekten hayrı ve yararı olacak işlere önem veren, yönelen, dönüp bakan âlimlerden zaten azdı ama böyleleri gittikçe daha da azalıyorlardı. Faizli muamelelere göz yumup fetva verebilen, zekât mükellefiyetinden kurtulmak ve kaçınmak isteyenlere hileli yollar gösterebilen, helali haram, haramı helal gösterebilenler toplumda büyük, iyi ve makbul âlim sayılıyordu.

Gazzali, bir yandan da fıkıh ve kelam âlimlerinin ne yaptıkları, ne aradıkları, ne buldukları, ne oldukları gibi konular üzerine eğildi. Biraz daha yakından bakınca, bunları çok kuru, yetersiz, şekilci, ezberci, ruhsuz, bilinçsiz, üretkenlikten, örnek ve rol model olmaktan çok uzak buldu. Âlimlerden ve fakihlerden çoğunun, İslam’ı en iyi ve en doğru şekilde anlamak, öğrenmek, yaşamak, halka da bu yönde hizmet etmek ve örnek olmak derdinde olmadıklarını gördü. Bunun yerine gösterişe, boş tartışmalara yöneldiklerini, faydasız, hatta faydadan çok zarar getirecek şeyler arayıp bulma peşinde koştuklarını gördü. İslam dünyasında, ‘Hile-i şeriyye’ adıyla anılan, Allah’ın emir ve yasaklarını uygulanmaz, kolay çiğnenebilecek hale getirecek hileli yol ve yöntemler çok rağbet görüyordu. İslam’ın özüne ve ruhuna aykırı bu tür hileli yolları öğreten ‘Kitab’ül’Hiyel (Hileler, Çareler Kitabı’ tarzı kitaplar epeyce yaygınlaşmıştı. İbahilik ve Bâtınilik gibi sapık inanç ve eğilimlerin toplumda arttığı ve yaygınlaştığı bir ortamda ve dönemde fıkıh ve kelam âlimlerinin de İslam’ın inanç ve ibadet esaslarını, emir ve yasaklarını, yükümlülüklerini anlamsız, gereksiz, geçersiz, hükümsüz gösterecek, uygulamadan kaldıracak türden sözler, söylemler geliştirmeleri, fetvalar vermeleri, buna yol açacak uygulamalara göz yummaları Gazzali’ye göre asla affedilebilecek cinsten küçük suçlar değildi. Bunun, İslamı’ın özünü, ruhunu, hatta kendisini de ortadan kaldırmaya çalışan İslam düşmanlarının değirmenlerine su taşımaktan başka bir yararı ve anlamı yoktu. Gazzali, kendisini çok üzen, rahatsız eden, endişelendiren bu tür söz, söylem ve uygulamalara yeri geldiğinde eserlerinde de değinmiştir.

Özellikle riba (faiz), zekât, talak vb gibi konularda İslam’ın özüne ve ruhuna aykırı, Müslümanları yanlış yollara ve uygulamalara yönlendirecek, bazılarının keyfine, heva ve hevesine, nefsi arzularına göre sorumsuz fetvalar vermeleri, hileli yollar göstermeleri, caiz olamayacak şeylere bile cevaz vermeleri Gazzali’nin de dikkatini çekiyordu. O, böyle âlimleri de, bunlara itibar edip saygı gösteren Müslümanları da kıyasıya eleştiriyordu. Takva ve azimet yolunu tutmaları, şüpheli şeylerden sakınmaları ve uzak durmaları gereken âlimlerin, pervasızca yanlış, bozuk, sakıncalı uygulamalara yönelip halka kötü örnek olmaları, sorumsuz ve yanlış fetvalarıyla hem kendilerinin, hem de toplumun fesadına ve bozulmasına neden olmalarını çok tehlikeli ve yanlış buluyordu. İhya’sında da bunun bazı olumsuz örneklerine değinir. Bazı fakihlerin, zekât yükümlülüğünden kurtulabilmek için yılın dolmasına az bir zaman kala malını karısına veya bir yakınına hibe edip, gelecek yıl yılı dolmadan yine kendi üzerine almasına, böylece zekât vermekten kaçınmasına cevaz verecek fetvalar vermelerini şiddetle eleştirir. Gazzali, başta zekât olmak üzere dini yükümlülükleri iptal etmek amacıyla başvurulan böyle hileli yolların, eylem ve söylemlerin, uygulamaların, tutum ve davranışların asla helâl, haklı ve meşru olamayacağını, gerçek bir mümine ve Müslümana da yakışmayacağını önemle vurgular. Bazı âlimlerin bile böyle hileli yollara başvurmalarını, bu tür yanlış uygulamalara göz yummalarını, onaylamalarını, fetvalar vermelerini, şiddetle eleştirir. Böylelerinin ahiretteki kayıplarının ve cezalarının her cinayetten daha büyük olacağını belirtir. Bu tür ilimleri ve âlimleri de zararlı ilimler ve âlimler olarak niteler (İhyâ, I, 18, 54). Gazzali’nin eserleri dışında başka bazı kaynaklarda da rastlanan bu tür uygulamalara yönelen kimseler ve âlimler Kur’an’da şöyle kınanır:

“Baksana şu kendi heva ve hevesini tanrı edinmiş, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimsenin haline! Şimdi (Hakkı görmemekte ve azgınlıkta ısrar etmesi sebebiyle Allah’ın şaşırttığı bu kimseyi) Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız? (Câsiye Suresi 23).

Şekil bakımından hukuka uygun bir işlem vasıta kılınarak yasaklanmış bir neticeyi elde etmeye yönelik muameleler, Modern hukukta da kanuna karşı hile olarak adlandırılır ve meşru kabul edilmez. İslâm’da ise bu tür hileli yollara ve uygulamalara başvurmak, sadece hukukî müeyyideler doğurmakla kalmaz, ayrıca dinî ve ahlâkî sorunlar ve sonuçlar da doğurur. Müslüman, sadece fetvaya göre hareket eden, fetva aldığında veya bir yolunu bulduğunda, işine, çıkar ve menfaatine yarıyorsa, Allah’ın rızasına aykırı hareket edebilen, her türlü yanlışı ve haksızlığı yapabilen bir kimse olamaz. İmam-ı Muhammed, bu gerçeği; “Hakkı iptale götüren hilelerle Allah’ın hükümlerinden kaçmak müminlerin ahlâkından değildir” sözüyle dile getirir (İbn Hacer el-Askalânî, Fetḥu’l-Bârî, XII, 329; Aynî, XXIV, 109; Kastallânî, X, 103, Sehâvî, X, 336; İbn Hacer, İnbâ’ü’l-Ğumr, IV, 348). Müslüman, en büyük dini makamlardan fetva alsa, hatta mahkemeden kendi lehine karar çıkartsa bile yine de vicdanına danışmak, Allah korkusu ve takva duygusu ile hareket etmek zorundadır. Mümine düşen, Allah’ın rızasına uygun hal ve niteliklerle, ahlak ve faziletlerle, erdemlerle bezenmek, en güzel salih amellerle dünyayı cennete çevirme çabası içinde olmaktır.

O zamanlar, bu tür hileli yollar sadece Doğu’da değil, Batı’da da alabildiğine uygulanıyordu. Faiz konusu, Batı’da da en çok hileli yol aranan konulardan biri olmuştur. Örneğin, Papa III. Alexsander (ö. 1181), ‘Tabiat kanunlarına da aykırı olan faizin kutsal metinlerde kesinlikle yasaklandığını, bundan böyle Hristiyan tefecilerin aforoz edileceklerini bildiren bir ferman ‘bull’ yayınlamıştı. Faiz yasağı işlerine gelmeyen bazı Hristiyanlar, kendi dinlerine göre haram olan bu yasağı aşmak için Yahudilerden yararlanma yoluna başvurdular. Yahudi Ansiklopedisi bu durumu şöyle açıklar: ‘Avrupa’nın çoğu ülkesinde Yahudiler, başka bir ticaretle uğraşmalarını ya da meslek sahibi olmalarını imkânsızlaştıran yasalar nedeniyle tefecilik yapmaya mecbur edildiler. Yahudi yasalarında, Yahudilerin, Yahudi olmayanlardan faiz almalarına müsaade vardı. Ancak Talmud’un bu izni maişet sağlamanın başka yolu olmadığı durumlarda geçerliydi. Günümüzde Yahudi olmayanlardan faiz alınmasına izin veriyorsak, sebebi kral ve vezirlerin bize yükledikleri sonu gelmez angarya ve yüktendir. Aldığımız her şey, geçinebilmemiz için gerekenin asgarisidir. Her halükarda başka milletlerin arasında yaşamaya mahkûm olduğumuzdan, nafakamızı çıkarmak için onlarla para alışverişi yapmaktan başka çaremiz de olmadığından faiz almak yasaklanmayacaktır. Durumun değişmesi halinde, faiz yasakları Yahudilere ve Yahudi olmayanlara yeniden uygulanacaktır (sayfa 522).

Zamanının âlimlerinin, fakihlerinin, halkın, yöneticilerin hallerine bakıp, çare ve çözüm arayışları içine giren Gazzâlî, bir de dönüp kendi haline baktığında, kendi halini ve durumunu da hiç beğenmedi. Hatta kendisinin de çok büyük bir felaketin ve uçurumun kenarında olduğunu düşündü. Medresede, halkın ve üst düzey insanların arasında alışılmış, rutin faaliyetlerin yoğunluğu içinde ne kendisinin ne de İslam toplumunun dertlerine çare olamayacağına ve bulamayacağına kanaat getirdi. Her şeyi terk edip, inzivaya çekilmeye, kendi nefsinin tezkiye ve terbiyesiyle meşgul olmaya, olaylar, sorunlar ve gelişmeler üzerinde daha sakin bir şekilde düşünmenin ve daha doğru çözümler ve çareler üretmenin yollarını ve çarelerini aramaya karar verdi. Nizamiye Medresesindeki görevlerini terk ederek ömrünün onbir yılını az yiyip, az uyuyarak, az konuşarak, azıksız, döşeksiz ülke ülke dolaşarak, ilimle, fikirle, zikirle, türlü ve meşakkatli riyazetlerle, ibadet ve taatlarla, nefsiyle mücadele, nefis terbiyesi ve tezkiyesi ile geçirdi. Fakat en sonunda dünyanın, devir ve zamanın, daha doğrusu bütün insanların bu kadar bozulduğu bu olumsuz şartlar altında halvet ve uzletin de kurtuluş için yeterli bir çare olamayacağını anladı. Sevdiği, saydığı kimselerden gelen ricaları da kıramayarak yeniden eğitim ve öğretim hayatına dönmek zorunda kaldı. Ama bu dönüş, hiçbir şekilde eskiye ve eski haline dönüş şeklinde olmadı. Çünkü o, şimdi çok farklı bir İmam Gazzâlî idi. Gazzâlî, ‘el-Munkız min’ed’Dalâl’ adlı eserinde gelişim ve değişim seyriyle kendi fikir hayatını, eğitim ve öğretim hayatından çekilip tasavvufa yönelmesinin sebeplerini özetlemekte, bu arada yaşadığı dönemdeki çeşitli inanç ve fikir ayrılıklarını, değişik yönleriyle İslam âlemindeki fırkaları anlatmaktadır.

Kendisi de üstün nitelikli bir ilim adamı olan Gazzali, ilmin öneminin, gereğinin, ilme olan zorunlu ihtiyacın çok iyi farkındaydı. Bununla beraber o, ilimden amacın, maksadın, ilmin gayesinin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini de sürekli soran, sorgulayan, bu tür konular üzerinde önemle duran sorumluluk bilinci yüksek bir âlimdi. Başta kendisi olmak üzere ilmin, ilmi çalışmaların kendisine ve diğer âlimlere ne kazandırdığını, ne buldurduğunu ve onları ne oldurduğunu soruyor ve sorguluyordu. Okumaktan, öğrenmekten amacın insanı olduğundan çok daha iyi, daha müttaki, daha hayırlı, daha faydalı, daha yetkin, daha olgun, daha ahlaklı, daha faziletli, elinden daha fazla şey gelen, daha becerikli, daha iyi ve doğru kararlar verip uygulayabilen hale getirmek olduğuna inanıyordu. Okuyup öğrendiği ilimler, kendisini Allah’a daha yaklaştırmayan, onu dünyayı daha iyi ve güzel yönde değiştirip cennete çevirebilecek hale getirmeyen, halinde, tavrında, tutumunda, yaşayışında güzel ve olumlu belirgin değişimlere neden olmayan bir alimin ilminde de kendisinde de hayır olmadığını da düşünürdü. Fakat Gazzali başta kendisi olmak üzere, İslam dünyasındaki âlimlere baktığında bunları ya hiç göremediğini, ya da umduğundan ve beklediğinden, hele de olması gerektiğinden çok azını görebildu. Bu durum onu çok sarstı, hatta çok büyük bir açmaza, çıkmaza ve bunalıma doğru sürükledi. Nitekim bazı âlim geçinenlerin okudukça, öğrendikçe, ilimde derinleştikçe gevşemeleri, İslam’ın özünden ve ruhundan uzaklaşmaları, hem kendilerini, hem de diğer insanları Allah’a daha fazla yaklaştırmak yerine uzaklaştırdıklarını, hatta Allah’ın azabını ve gazabını çekecek işler yaptıklarını görünce derdi, tasası, üzüntüsü daha da arttı.

Aynı anlayış Ali Yakup Cenkçiler Hoca’da da vardı. Belki de onu Gazzali’ye en çok yaklaştıran, onu bu kadar çok sevmesine, hayran olmasına, önemli bulmasına iten sebeplerden biri de bu ortak bakış açıları ve değerlendirme ortaklıklarıydı. Ali Yakup Hoca da her zaman ilmin kendi başına bir amaç ve gaye olamayacağını, ilmin putlaştırılmaması gerektiğini, kendi bizzat amaç olamayacak ilimden esas maksadın takva (insanı Allah’a yaklaştırmak, görev ve sorumluluk bilinci doğurmak) olduğunu söylerdi. İnsanı Allah’a yaklaştırmayan, onu olduğundan daha iyi hale getirmeyen bir ilmin hiçbir anlamının ve değerinin olamayacağını, böyle bir ilmin esas yaraması gereken işe yaramayacağını, bazen de faydadan çok zarar getireceğini düşünürdü. O da Gazzali gibi kendisini çok gözetler, denetler, yoklar, hesaba çekerdi. Bazen hiç ilmi, irfanı, kültürü, eğitimi, hatta okuyup yazması bile olmayan dindar, ihlaslı, samimi, müttaki, hal ehli Müslümanlarla kendi halini karşılaştırırdı. Kendisinden daha fazla Allah korkusuna, sevgisine sahip olan imanlı, ihlaslı, samimi Müslümanlarla kendi halini kıyasladığında, bunlara sevgi ve muhabbetle yaklaşıp, gıpta ederken kendisini ise kıyasıya eleştirirdi. ‘Hani sende ihlas, samimiyet, hani sende takva, hani sende aşk, hani sende muhabbet, hani gözyaşı?’, ‘Okuyup öğrendiklerinden ne elde ettin?’, ‘Yahu bana ne oluyor?, İlimden maksat takva değil mi?’, ‘Öyleyse ben daha fazla okudukça, öğrendikçe benim takvam, ihlasım niye o oranda artmıyor?’, ‘Niye benim imanım, taatim, teslimiyetim, daha sıkı, daha kavi, daha güçlü, daha samimi olamıyor?’, ‘Yoksa ben, okudukça daha da gevşeyen, kalbi daha fazla katılaşan, takvada gerileyen, daha az müttaki olan alimler sınıfından mıyım?’ gibi sözlerle kendisine söylendiği ve kızdığı çok olurdu. Aslında Ali Yakup Hoca, hiç de kendisine kızdığı kadar gevşek, takvada ve teslimiyette zayıf biri değildi. Onun kendisine bu kadar çok kızmasının, söylenmesinin esas nedeni standartlarının çok yüksek olması, bulduğu ve olduğuyla asla yetinmemesi, hep daha fazlasını, olduğundan çok daha fazla olmak istemesiydi.

İMAM GAZZALİ’NİN İHYA’SI

Gazzali, bütün sapık inanç, düşünce ve ideolojilere karşı sahih İslam’ı ve Sünni düşünce sistemini tam bir yetkinlikle savunabilen bilgili, imanlı, ihlaslı, şuurlu, dehâ seviyesinde akıllı bir Müslüman mütefekkir ve entelektüeldi. Getirdiği sağlam eleştirilerle filozofları ve Batınileri zor durumda bırakmış, onları alt etmiş, tarih sahnesinden silme doğrultusunda da çok etkili olmuş ve önemli mesafeler kat etmiştir. Fakat o, bütün ömrünü sadece yanlışı ve batılı eleştirmekle, reddiyeler yazmakla geçirmemiştir. Tam tersine sahih ve gerçek İslam’ın ne olduğu, gerçek bir Müslümanın nasıl olması gerektiği gibi konulara da önem verip eğilerek, çok büyük çaba ve gayret göstermiştir. Nitekim onun en büyük projesi, sahih ve Sünni İslam düşüncesinin ve yaşayışının ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini ortaya koyabilmek, İslam’ın ve Müslümanların karşı karşıya bulundukları iç ve dış tehlikelere karşı da onları uyarmak, savunmak ve yeniden diriltmek amacıyla giriştiği ‘İhya Projesi’dir. İhyâ’ül’Ulûmiddin adlı dört ciltlik dev eserini de bu büyük amacına hizmet için yazmıştır. O, bu eserinde İslam’ı ve Müslüman insan tipini, Müslüman bir toplumun nasıl olması ve oluşturulması gerektiğini tam ve doğru bir biçimde anlatmaya, tanıtmaya ve öğretmeye çalışmış, bunda oldukça da başarılı olmuştur. ‘İhya’yı okuyan bir Müslüman, bir yandan Müslümanlık hakkında sahih bilgiler edinirken, bir yandan da büyük bir duygu fışkırması yaşar.

İhyâ’ü Ulûm’id’Din, İmam-ı Gazzali’nin en önemli ve en muteber, kısaca baş eseri ve şah eseridir. Gazzâlî, bu dört ciltlik dev eserinin birinci cildini, ilim, itikat, akâid konularına, ikinci cildini ahlak, edep, haram-helal, iyiliği yaygınlaştırma, kötülükleri engelleme, insanlarla iyi ve hoş geçinme, helalinden kazanma, Peygamberimizin ahlakı gibi konulara ayırmıştır. Kitaba ilim konusuyla başlaması ve bu konuya oldukça geniş yer ayrılması dikkat çekicidir. Üçüncü ciltte gıybet, dedikodu, kin, öfke, haset, çekememezlik, cimrilik, riya, kibir, ucub, mal, mülk, servet, mevki, makam, rütbe düşkünlüğü gibi insanın dünyasını ve ahiretini zarar çekmesine neden olabilecek tehlikelere dikkat çekmiş, bunlardan kurtulma çarelerini göstermeye çalışmıştır. Dördüncü ciltte ise tevbe, sabır, şükür, rıza, tefekkür, zühd, tevekkül, ihlas, doğruluk, dürüstlük, tevhid, Allah’a karşı korku ve ümit arasında bulunmak, nefsini her zaman gözetim ve denetim altında tutmak, ahirette hesaba çekilmeden önce kendisini hesaba çekmek, Allah aşkı, şevki, sevgisi, muhabbeti, bu dünyaya gönderiliş amacımızı iyi bilip ona göre yaşamaya çalışmak, bizi bu dünyaya gönderen Rabbimize geri döneceğimizi hiçbir zaman unutmamak, bizden en çok razı olabileceği bir hal ile Rabbimize kavuşma gayretinde olmak gibi konuları detaylı bir şekilde ele almıştır.

Küçük yaşta tanıdığım merhum Ali Yakup Cenkçiler Hoca’mdaki İmam Gazzali hayranlığına, sevgisine çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Gazzali hakkında bazılarının onu itibarsızlaştırmak ve değersizleştirmek için ileri geri konuşmalarına, onu pek çok yönden eleştirdiklerini duydukça bu şaşkınlığım daha da artıyordu. Daha sonra Ali Yakup Hoca’nın İmam Gazzali’yi değişik yönleriyle herkesten çok daha iyi ve doğru tanıyabilmiş, onun önemini ve değerini çok iyi kavrayabilmiş olduğunu anladım. Ali Yakup Hoca, daha Mısır yıllarında Gazzali’yi ve eserlerini tanımış, tanıdıkça da ona olan hayranlığı, sevgi ve saygısı daha da artmıştı. Her zaman hayatta en çok etkilendiği ve hayranlık duyduğu kişinin Gazzali olduğunu söylerdi. Bu yüzden de ömrünün önemli bir bölümünü onu ve eserlerini tanımaya ve incelemeye ayırmış, onun dört ciltlik İhya’ü Ulûm’id’Dîn adlı en büyük ve dev eserini, İstanbul’da baştan sona çok seçkin bir grupla beraber okumayı ve okutmayı çok bilinçli olarak tercih etmişti. Çünkü o, İslam’ın ve Müslümanların birinci en büyük medeniyet krizi ve buhranı döneminde yetişmiş, çok büyük roller üstenlenmiş Gazzali’den, ikincisini yaşamakta olduğumuz bu büyük medeniyet krizimiz döneminde, çıkış ve kurtuluş yolları bulabilmemiz, sorunlarımıza çareler üretebilmemiz için çok şeyler öğrenebileceğimizi en iyi bilenlerden biriydi.

Ömrünün uzun yıllarını Gazzâlî’yi ve eserlerini tanımaya ve anlamaya vakfeden Ali Yakup Cenkçiler Hoca bundan hiç pişman ve şikâyetçi olmamış; tam tersine çok iyi ve isabetli bir iş yaptığına inanmıştır. Bu çaba ve gayretleri sonucunda o, tartışmasız ve tam bir Gazzali ve İhya uzmanı olmuştu. Onun, Türk İslam medeniyetinin dünü, bugünü ve geleceği konusunda çok doğru tespit ve değerlendirmelere, ufuk açıcı fikir ve düşüncelere sahip, üstün nitelikli sıra dışı ve çizgi üstü bir entelektüel, nitelikli bir ilim ve fikir adamı olabilmesinde bu çaba ve gayretlerinin çok önemli katkıları olmuştur. O, Gazzâlî’nin İslam’ın en zor ve sıkıntılı dönemlerinden birinde ortaya çıkıp İslam düşmanlarına karşı giriştiği fikri ve ilmi mücadelede kazandığı başarıları, ifa ettiği çok önemli görevleri minnet ve şükranla yad ederdi. Zaman zaman Batılı filozof ve düşünürlerle, onların fikir ve düşünceleriyle Gazzâlî’ninkileri karşılaştırır, onun ne kadar büyük bir deha ve ne kadar önemli bir İslam âlimi olduğunu net bir biçimde ortaya koyardı.

Gazzâlî’ye yöneltilen en büyük eleştirilerin başında, eserlerini özellikle de İhya’sını mevzu (uydurma) hadislerle doldurduğu iddiası gelir. İmam Gazzâlî, İslami ilimlerin kelam, fıkıh, usûl-i fıkıh, mev’ıze, irşad, ahlak dallarında çok derinleşmiş bir İslam âlimiydi. Özellikle kelam ilmini çok geliştirmiş, din düşmanlarına ve bidatçılara karşı yeni mücadele metotları ve usulleri geliştirmişti. Bazı ince ve önemli noktalarda kendine has fikirleri vardı. Kelam ilmi, onun katkılarıyla diğer bozuk, sapık ve yanlış inançlar karşısında İslam inançlarının müdafaasını yapan, doğruluğunu ispatlayan, onun dışındakilerin de yanlışlıklarını ve bozukluklarını delilleriyle ortaya koyan bir ilim dalı haline gelmişti. Kelam ilmiyle uğraşanlar ve bu ilmin gelişim tarihini ve safhalarını inceleyenler, İmam Gazzâlî’nin mütekaddimîn (önceki, ilk) kelamcılar ile müteahhirîn (sonradan gelen, yeni) kelamcılar arasında önemli bir köprü, dönüm noktası ve geçit olduğunu söylerler.

İhya’daki fikir, görüş ve kanaatlerine uymayan, ona isnat edilen kitap ve risalelerde karşılaşılabilecek ya tamamen düzme, uydurma, iftira, tahriftir veya onun daha sonra değiştirdiği, düzelttiği, döndüğü eski görüşleridir.

‘Peygamber Efendimizin asr-ı saadetinden zamanımıza kadar sürüklenip gelen din düşmanları, her asırda zamanın gereklerine göre çeşitli renk ve şekillere bürünmüşlerdir. Son zamanlarda (Nice zındık var, veli görünür) sözü uyarınca, suret-i haktan görünerek ve sözde ilme dayanarak bilhassa Müslüman halkı şüpheye düşürmek için sinsice harekete geçmişlerdir. Kâh içtihat bahanesiyle ulemaya, kâh tasavvuf efsanesiyle meşayihe dil uzattıklarını sık sık görmekteyiz. Bu bozguncu propagandalar cümlesinden olarak bunlar tasavvufu şöyle tanıtıyorlar: ‘Tasavvuf cereyanı, hayırlı devir olan sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin devirlerinden sonra Hind’in, İran’ın, Yunan’ın batıl felsefelerinin İslam dinine karışmasıyla ortaya çıkan bir bidat ve sapıklık yoludur. İslam dünyanın gerileme ve bozulmasının yegâne amilidir. Tasavvufa dair yazılan, halkın ve seçkinlerin makbulü olan eserler baştan sona Yüce Şeriata muhalif evham ve hurafat koleksiyonlarıdır. Bunlara hadis diye sokuşturulan sözlerin hiçbiri gerçekten hadis değil, kendi sapık yollarını Müslümanlar arasında yaymak ve genelleştirmek maksadıyla, sonradan uydurulmuş sözlerdir. Hatta bunlar Kur’an-ı Kerim’i bile kendi heva ve heveslerine göre –zahirinden tahvil ederek- saptırıcı teviller ile nasların iptali cihetine gitmişler ve bu hususta batıniyye denilen zındıklar ile birleşmişlerdir. İşte bunun gibi sureten dindarane, siyreten fesat saçıcı itirazlar ile bir taraftan Müslümanların yüksek tabakalarını etkileri altına alırken, öte yandan kültürsüz halkı da şaşkınlık, şüphe ve tereddütler içinde bırakmışlar ve fitne yoluna girmelerine sebep olmuşlardır. Din düşmanları arasında öyle insan şeytanları, sapkınlık yolunun davetçileri vardır ki, her asırda büyük ulemadan bazılarını bile şaşırtmışlardır. Harikulade zühd ve ibadetleri ve şer’i ilimlerdeki derinlikleri ve celadetlerine rağmen düştükleri gaflet çukurundan bir türlü çıkamamışlardır. İnsan ve cin şeytanlarına nasıl alet olduklarının bir türlü farkına varamamışlar, aldatıcı ve iğfal edici mesleklerinin (fikir, doktrin, sistemlerinin) savunması uğrunda samimiyetle ömürlerini ve ilmi hayatlarını hebaen mensura (saçıp savurup) ziyan etmişlerdir (Şeyh Saffet Efendi, Tasavvufun Zaferleri, Evkaf-ı İslamiye Matbaası, 1343, İstanbul, sayfa 4). Rabbimiz bize; hakkında yeterli bilgi ve donanıma sahip olmadığımız, doğruluğunu inandırıcı, sağlam, geçerli, gerekli, kesin ve yeterli delillere ve kanıtlara dayanarak tam olarak inceleyip araştırmadığımız, böylece kesin bir bilgi sahibi olmadığımız, aslını astarını, tam olarak bilmediğimiz hiçbir şey, iş, konu, mesele veya olay hakkında kesin bir yargıya varmamayı emreder. Böyle konular hakkında fikir, kanaat ve inanç beyan etmemeyi, körü körüne bunların ardından  gitmemeyi, hiç kimseyi asılsız söylentilere, cahilce, iddia ve ithamlara dayanarak suçlamamayı, doğruluğu kendinden menkul bir bilen safsatalarına kanarak boş, gereksiz, anlamsız tartışma ve çekişmelere girmemeyi, bu boş iddialarda ısrarcı olmamayı da öğütler. Bunun için ihtiyacımız olan her şey, her türlü imkan, fırsat, yetenek Rabbimiz olan Allah tarafından bize bahşedilmiş. Bütün bunlara rağmen hala bunları kullanmaz, nasıl kullanılacağını öğrenmez, hata ve yanlışlıklar içerisine dalarsak, elbette Allah bizi mutlaka bunlardan sorumlu tutacak ve hesaba çekecektir.

Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin (körü körüne) ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi bundan (tüm yaptıklarından) mutlaka sorumludur (İsrâ Suresi, Ayet: 36).

Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmış (kötü niyetli)  sapkının biri size bir haber getirirse, bunun iç yüzünü (doğruluk derecesini, etraflıca) araştırın! (Her söylenene, her anlatılana hemen inanıp kanmayın!) .Yoksa bilmeden (anlamadan, yanlış yönlendirmeler sonucunda), bir kavme (veya bir kesime) kötülükle sataşıp (haklarına tecavüz etmiş olursunuz ve) ardından da bu yaptıklarınıza pişman olursunuz. (Hucurât Suresi, 6). 

İslam’ı en iyi ve doğru şekilde öğrenmek, bilmek, yaşamak, böylece bütün dünyaya örnek olmak zorundayız. Dünyanın her tarafında zamanımıza uygun, sağlam, ciddi, verimli, etkili, metot, imkân, araç ve vasıtaların da en iyi şekilde kullanıldığı, İslam’ın öğrenildiği ve öğretildiği kültür merkezleri açmamız, İslamiyet’i doğru şekilde anlatan, öğreten, tanıtan kitaplar, risaleler, dergiler, gazeteler çıkarmamız gerekmektedir. Batıdan sürekli misyoner ithal etmek yerine dünyanın her tarafına İslam’ı yayacak tebliğciler, davetçiler göndermek günümüz Müslümanlarının en çok ihmal ettikleri, aslında öncelikli işlerinden ve görevlerindendir. Bu çok büyük, önemli, gerekli, görevlerin ihmali, dünyamız ve ahiretimiz için çok büyük vebali ve sorumluluğu muciptir. Efsanelerle, masallarla, hikayelerle, mitolojilerle kendimizi avutmanın bize de kimseye de hiçbir hayrı yoktur. 1965 yılı itibariyle İngiliz misyonerlik teşkilatı, Hristiyanlığın kutsal kitabını 875 dile ve lehçeye çevirip bastırıp, bedava dağıtıyordu. Bu sayı günümüzde daha da artmıştır. Dönüp kendimize de ne yaptığımızı sormanın ve sorgulamanın zamanı çoktan gelip geçmiştir. Batıda İslam adına yapılan misyonerlik faaliyetlerinin büyük bir bölümü de Bahailer, Yahova şahitleri gibi gerçek İslam’la ilgisi olmayan sapık, sapkın ve saptırıcı gruplar tarafından yürütülmektedir. Bunlar tarafından kandırılmış kişilere bakıp da ‘Avrupa İslam’a koşuyor, Müslüman oluyor!’ gibi algılar oluşturulmaya çalışılması da yanıltıcıdır.

GAZZALİ’NİN AHLAKÇILIĞI

Kişilerin, toplumların, milletlerin inşasından ahlakın çok büyük ve önemli bir yeri vardır. Bütün bir Türk Milletini de inşa eden ahlak ve fazilet anlayışıdır. Nassa dayanan gelenekçi ahlâkla felsefî ve tasavvufî ahlâkı birbirine yaklaştıran, hatta birleştiren Gazzâlî, pek çok araştırmacıya göre en başarılı ahlakçıdır (İbn Haldûn, III, 1099-1100; Gardet, La Cité Musulmane, s. 306).

İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn adlı eserinin en büyük bölümünü ahlak konularına ayırmıştır. Eserin III. cildinde, ‘Rub‘u’l-Mühlikât’ adıyla kalp ve kalbin olağan üstü durumları (acâibü’l-kalb), nitelik ve kabiliyetleri gibi konular incelenmiştir. İnsana genel olarak kendi iç dünyasını tanıtmaya ve anlatmaya çalıştığı giriş mahiyetindeki bir bölümden sonra, nefsin eğitilmesi ve ahlâkın güzelleştirilmesi konuları üzerinde durulmuştur. Ahlâkla ilgili çeşitli tarif ve açıklamalar verildikten, bazı temel fazilet ve rezîletler işlenmiş, insanın kendi kusurlarını tanımasına yardımcı olunmaya çalışılmıştır. Gazzâlî’nin bu konudaki görüşleri, Ebû Bekir er-Râzî ile İbn Miskeveyh’in görüşlerini de hatırlatır (İhyâ, III, 64-65; Ebû Bekir er-Râzî, s. 33-35; İbn Miskeveyh, s. 161). Daha sonra kalbin hastalıkları olarak nitelenen rezîletler geniş bir şekilde tahlil edilmiştir. Genel olarak yeme içme ve cinsî tutkular, sözlü kötülükler, öfke, kin ve kıskançlık, cimrilik, mal ve makam tutkusu, riya, kibir, böbürlenme, kuruntu gibi değişik rezîletler üzerinde durulmuştur.

Eserin IV. cildi ise tasavvufî-ahlâkî erdemlere ayrılmıştır. Gazzâlî’nin “Rub‘u’l-Münciyât” adını verdiği bu ciltteki erdemler tövbe, sabır ve şükür, havf ve recâ, fakr ve zühd, tevhid ve tevekkül, muhabbet, şevk, üns ve rızâ, niyet, ihlâs ve sıdk, murakabe ve muhasebe, tefekkür, ölüm şuuru, ölümden sonrasını düşünme şeklinde on ana başlık altında incelenmiştir. Elbette bu konular ilk defa ve yalnızca Gazzâlî tarafından ele alınmamıştır. Ona gelinceye kadar Kur’ân-ı Kerîm ve hadis külliyatından başlamak üzere zengin bir ahlâk literatürü oluşmuştu. Gazzâlî de bu literatürden geniş bir şekilde yararlanmıştır. Ancak ne Gazzâlî’den önce, ne de ondan sonra hiçbir İslâm ahlâkçısı, bu konuları onun kadar geniş bir vukuf ve dirayetle inceleyebilmiştir. Carra de Vaux’nun da belirttiği gibi Şark’ta ahlâk felsefesinde, Gazzâlî hala aşılamamış bir zirvedir (el-Gazzâlî, s. 149).

Gazzâlî, ahlaki rezîletleri ele alırken, önceki anlayışa uyarak bunları bir tür ruhî hastalık, ahlâkı da mânevî tabâbet olarak düşünmüştür (İhyâ, III, 60-64). Son derece başarılı pedagojik tahliller yaparak bu hastalıkların psikolojik ve sosyal sebeplerini ve iyileştirme yollarını göstermiştir. Gazzâlî, gerek psikolojik tahlilleriyle gerekse muhteşem üslûbu ve ilmî dirayetiyle her seviyedeki okuyucunun ruh dünyasına âdeta bir projeksiyon tutmuştur. Onun bu tahlilleri yaparken kullandığı üslûp, tam bir sehl-i mümtenidir. Gazzâlî, insana kendi iç dünyasını gözleme imkânı sunmuş, onun kendi ruhunu bütün yönleriyle tanımasını ve ahlâkî şuurunu bütün canlılığıyla harekete geçirmesini sağlamaya çalışmıştır. İhyâ, bu bakımdan İslâm ahlâk literatüründe henüz erişilememiş bir zirve durumundadır.

Gazzâlî, insanlarla ilgili olan ve onlar için bir değer ifade eden bedenî, psikolojik, maddî, mânevî, ferdî, ailevî ve içtimaî alanlardaki bütün imkân ve durumları tek tek gözden geçirir. Bu konular işlenirken odak noktası insandır. Niyeti, amacı, gayesi, tasarıları, dinî ve ahlâkî şuuruyla insandır. O, yergi ve övgü, korku ve ümit, evlilik ve bekârlık, zenginlik ve yoksulluk, harcama ve tutumluluk, uzlet ve ülfet gibi birbirine zıt ve karşıt halleri ve durumları, imkân veya imkânsızlıkları, kendi başlarına iyi veya kötü diye nitelemez. Bunları iyi veya kötü kılan şeyin arkalarındaki niyet ve irade olduğunu açıklıkla ortaya koyar. Onun İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn adlı eserinde, bozulmuş İslam toplumunu ve Müslümanları yeniden ıslah etme, Kur’an ve Sünnet temelleri üzerinde tekrar inşa ve ihya etme, asıl İslâmî erdemlerini onlara yeniden kazandırma şeklinde özetlenebilecek kuşatıcı bir hedef güdülür.

Gazzâlî’nin çok yönlü üstün ilmî kişiliğinin en verimli ve en etkili sonuçlarından birisi de Müslümanların ahlâk problemlerini ve genel olarak İslâm toplumunun ahlâkî açmazlarını çok iyi görebilmesi ve bunlara sağlıklı çözümler üreten zengin bir ahlâk düşüncesi ve felsefesi ortaya koyabilmiş olmasıdır. Onun en önemli ahlâkî eseri İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn’dir. Ancak adından da anlaşılacağı üzere bu eser, ahlâkın yanında tasavvuf, kelâm ve fıkıh konularını da kapsamakta ve bu ilimlere yeni yorumlar getirmektedir. Bundan başka, bir fıkıh usulü kitabı olan el-Müstasfâ min İlmi’l-Usûl adlı eseri de ahlâkın formel yönüne dair önemli bilgiler içermektedir. Ayrıca Mîzânü’l-Amel başta olmak üzere el-Maksadü’l-Esnâ fî Şerhi Esmâ’i’llâhi’l-Hüsnâ, Cevâhirü’l-Ḳurʾân, el-Erba’în fî Usûli’d-Dîn,  Kimyâ-yı Sa’âdet, Mişkâtü’l-Envâr gibi tasavvuf ağırlıklı eserleriyle Tehâfütü’l-Felâsife ve Mi’yârü’l-İlm gibi felsefe ve mantık, el-İktisâd fi’l-İ’tikâd ve İlcâmü’l-Avâm an İlmi’l-Kelâm gibi kelâm kitapları, hatta Bâtınîliğe karşı yazdığı eserlerinde de yer yer ahlâk konularını ele almıştır.

Gazzâlî’nin ahlâkta temel kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. Bilhassa İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn’in her bölümünde, önce konuyla ilgili âyet ve hadisler verilir. Daha sonra da Ehl-i sünnet akîdesine bağlı mutasavvıflardan ve diğer İslâm âlimlerinden nakiller yapılır. Gazzâlî ruh, akıl, mutluluk, siyaset ve özellikle fazilet nazariyesinde Eflâtun, Aristo, Yeni Eflâtunculuk ve o dönemde artık iyice sistemleşmiş bulunan eklektik İslâm felsefesinden de yararlanmıştır. Ancak bu yararlanma yine de şer’î ölçülerle sınırlı olmuştur. Adını anmamakla birlikte çok yakın benzerliklerden anlaşıldığı kadarıyla Râgıb el-İsfahânî’nin ez-Zerî’a ilâ Mekârimi’ş-Şerî’a adlı eserinden de yararlanmış, felsefenin vardığı bazı sonuçları da âyet ve hadislerle delillendirmiştir. Ayrıca tasavvuf ahlâkına da, ‘nur üstüne nur’ dediği (el-İktisâd, s. 3) din ve akıl ilkeleri ölçüsünde büyük değer ve önem vermiştir. Çünkü ahlâkta aslolan, şeriatın öğretilerini sadece şeklen icra etmek değildir. En yüksek ahlâkî ideal olan mârifetullah, yalnızca arınmış kalplerde yer bulur. Ali Yakup Hoca da, tasavvufu şeriatı aşkla yaşamak olarak tanımlar, İslam ahlakının insan ruhunda, kalbinde ve faaliyetlerinde kökleşebilmesi için, tasavvufi eğitimin ve neşenin önemine dikkat çekerdi.

Ahlâkçılığı yanında iyi bir kelâmcı, fakih, mutasavvıf ve filozof da olan Gazzâlî, insanın değeri ve mahiyeti problemine büyük önem vermiştir. ‘Allah göklerin ve yerin nurudur’ meâlindeki Nûr Suresinin, 35. âyetini, İşrâkî bir anlayışla yorumlayan Gazzâlî, bu çerçevede insanın ‘Rahmân’ın sûretinde’ yaratıldığı yönündeki hadisi de bu açıdan geniş ölçüde değerlendirmiştir (Mişkâtü’l-Envâr, s. 62, 71). İnsanın bütün yaratılmışlar içindeki seçkin konumuna işaret eden bu hadis, Yüce Allah’ın insanoğluna bilme ve inanma şeklinde iki temel nitelik vermekle onu diğer canlılardan daha şerefli ve seçkin kıldığına işaret eder (İhya, IV, 63). Gazzâlî, ‘Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı’ (Müsned, II, 244, 251, 315; Buhârî, “İsti’zân”, 1; Müslim, “Birr”, 115; “Cennet”, 28) meâlindeki hadis-i şerif münasebetiyle insanın evrendeki seçkinliğini sık sık vurgular. Bununla birlikte insanı tanrılık seviyesine çıkartan müfrit görüşleri de reddeder ve kıyasıya eleştirir (İhyâ, IV, 307). Bu eleştirileriyle Gazzâlî panteizmin her çeşidine karşı çıkar. Bunun ahlâk bakımından önemi, Gazzali’nin panteist anlayışın doğurduğu ahlâk anarşisini, yükümlülüklerin inkârını veya İslâmî deyimiyle ibâhîliği kesinlikle reddetmiş olmasıdır.

Gazzâlî, iyi bir fakih ve kelâmcı düşünür olarak diğer filozof ahlâkçılara nispetle, özellikle yükümlülükler konusuna daha çok önem vermiştir. Bu yüzden İslâm literatüründe genellikle İbâhiyye diye anılan ve bir bakıma amoralist denebilecek akımları şiddetle eleştirmiştir. Bu grupların başında Bâtınîler gelir. Gazzâlî, Bâtınîlerin; ‘Yükümlülüklerin bâtınî anlamlarını kavrayanlar için artık şer’î bağlar çözülür ve amelî yükümlülükler düşer’ şeklindeki görüşlerine dikkat çeker. Onların bu görüşten hareketle bütün temel dinî ve ahlâkî yükümlülükleri, hatta âhireti, cennet ve cehennemi tevil yoluyla inkâr ettiklerini belirtir. Gazzâlî, Bâtınilerin, yanlışlığı apaçık ortada ve birer hezeyan olan bu iddialarını aklî delillerle eleştirir, çürüterek, reddeder. O, Batınilerin bu inanç ve görüşlerini, tanrıtanımaz Senevîler ve Mecûsîler’den alınmış birer inkârcılık örneği sayar (el-Müstazhirî, s. 8-9, 11-13, 44-45,48).

Gazzâlî’nin, yükümlülükleri tanımadıkları gerekçesiyle eleştirdiği bir başka grup ta müfrit sûfîlerdir. Gazzâlî, bunların da ibâhiyye yolunu tutarak ‘şeriat örtüsünü dürmek ve hükümleri ortadan kaldırmak suretiyle’ haram ve helâli bir tutmaya kalkıştıklarını söyler. Bu kesimin içinden bazılarının, ahlâkî arınmanın üstesinden gelinemeyecek bir çaba olduğu, bazılarının da bütün yükümlülüklerin temel amacı olan mârifettullaha ulaşıldıktan sonra, artık vasıta ve vesile olan ibadet ve ahlâka gerek kalmayacağını öne sürdükleri tespitini yapar (İhyâ, III, 230, 404-407). Gazzâlî, Faysalü’t-Tefrika adlı eserinde, dinde hoşgörü konusunu işlerken (s. 60), bu sözde sûfîlerin İbâhî-Bâtınîler’den daha tehlikeli olduklarını, çünkü sûfîlik kisvesi altında dini içten yıkmaya çalıştıklarını ifade eder.

Gazzâlî’nin ahlâkî yükümlülükler karşısında tehlikeli gördüğü bir başka akım da Cebriyye’dir. Her ne kadar bu mezhep yükümlülükleri inkâr etmek gibi bir amaç gütmese de Gazzâlî, mutlak bir cebir anlayışının ahlâkî yükümlülük ve sorumluluğu ortadan kaldırabilecek sonuçlar doğurabileceğine dikkat çeker. Çünkü Cebriyye’nin zorunluluk düşüncesinin benimsenmesi durumunda, insanlar, birbirlerine her türlü haksızlığı ve kötülüğü yaptıktan sonra mazeret olarak, bunu kaderin bir gereği olarak yaptıklarını ileri sürmeleri mümkün hale gelebilecektir (el-Erba’în fî Usûli’d-Dîn, s. 11).

Gazzâlî, ruhla birlikte bedeni de insanın varlık yapısının bir parçası ve beşerî bir realite sayar. Hayatın seyri içinde bedene de değer verilmesi gerektiği şeklindeki düşüncesi de dikkate alındığında, onun düalist bir düşünür olduğu da söylenebilir. Gazzâlî, insanın bedenî yanının, ahlâkî hayattaki rolü üzerinde de önemle durur. Buna göre insan bu dünyaya bir imtihan için gönderilmiştir. Şüphesiz ki bu imtihanın konusu da esas itibariyle ruhtur. Gazzâlî, insanın mahiyetinin ne olduğunu daha iyi ortaya koyabilmek için, ruh teriminin anlamı ve bunun kalp, nefis ve akıl terimleriyle ilişkisi üzerinde durur. İhyâ’ü Ulûmi’d-Dîn’in ‘Acâibü’l-Kalb’ bölümünde bu dört kavramın psikolojik, ahlâkî ve epistemolojik bakımdan aynı anlama geldiğini ileri sürer. Nitekim zaman zaman ruh yerine öteki kavramları kullandığı da görülür (İhyâ, III, 3-5, 9, 13). Gazzâlî, insanın varlık yapısını incelerken, onun üzerinde en çok durduğu, en önemli yanı insanın bu ruhî ve mânevî cephesidir. Çünkü ilâhî hitaba mazhar olan, görevlerle yükümlü tutulan, akıl ve bilgi sahibi olan, duyular üstü âlem hakkında idrak ve tefekkür gücü taşıyan (İhyâ, III, 3; Mişkâtü’l-Envâr, s. 45 vd.), varlığını bu dünyanın ötesinde de sürdürecek olan insan, bütün bu ayrıcalıklara ruhî varlığı sayesinde ulaşır. Fakat eğer ruh bedenden soyutlanmış olarak bulunsaydı ondan kötülük doğmazdı. Hâlbuki imtihan, yani ahlâkî hayat, iyi ve kötü çatışmasının bulunduğu yerde olabilir. Şu halde genel olarak ahlâkî hayat, insanın ruh-beden varlığı olmasının bir sonucudur (İhyâ, III, 53; el-Erba’în fî Usûli’d-Dîn, s. 30).

Gazzâlî, İslâm felsefe ve tasavvufunda benimsenen ve aslında Eflâtun’a da uzanan, ayrıca Kur’an’ın öğretisiyle de bağdaşan görüşe uyarak ruhun Allah’tan geldiği ve yine O’na döneceği görüşündedir. Ancak Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ ile mutasavvıfların büyük çoğunluğundan farklı olarak, Gazzâlî eserlerinde bedene ve bedenî imkânlara da önem vermesiyle daha çok İbni Miskeveyh’i hatırlatır. Nitekim İbni Miskeveyh gibi Gazzâlî de yalnız ruh hayatına yönelerek bedeni ve onun ihtiyaçlarını ihmal etmeyi doğru bulmaz. Zira ruhun Allah’a doğru giden yolculuğunda beden onun taşıyıcısı, servet vb. gibi imkânlar da bedenin zorunlu ihtiyaçlarıdır. Ayrıca bedenin hukuk ve sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını karşılama amacına yönelik olan fıkıh ve tıp gibi ilimler de bu bakımdan değerli ve vazgeçilmezdir (İhyâ’, I, 16-18; III, 219 vd., 235).

Gazzâlî’ye göre bilginin en üstünü ve diğer bilgi çeşitlerinin nihaî hedefi mârifetullahtır. İnsanın bu ideale ulaşabilmesi için de önce kendini tanıması, ardından sürekli gelişen bir ahlâkî arınma sürecine girmesi gerekir. Sokrat’tan beri bütün filozofların ağırlık verdiği bir husus olan kendini tanıma meselesinin önemini Gazzâlî, âyet ve hadislerle de teyit etmeye çalışmıştır. Nitekim ‘Biz, hem âfâkdaki (dış dünyadaki), hem de enfüsteki (kendi nefislerindeki, varlıklarındaki) delillerimizi onlara apaçık göstereceğiz’ (Fussılet Suresi, 53) meâlindeki âyetler, Hazreti Peygamber’e isnat edilen, ‘Kendini tanıyan, Rabbini de tanır’ anlamındaki hadisler (İhyâ, IV, 307) de ‘ma’rifetü’n-nefs’in önemine delil gösterilir. İnsanın kendini tanıması demek, bedenî varlığının ötesinde ruhunu, ruhun ahlâkî ve aşkın niteliklerini tanıması demektir. Çünkü insan, ruhî yönüyle, normal tabiatın üstünde ve yüksek bir değerdir. Nitekim Allah, Kur’an’da insanın bedenini tabiata, ruhunu ise kendi zâtına nisbet ederek (Sâd Suresi, 71-72) insanın bu aşkın yönüne dikkat çekmiştir (Mîzânü’l-Amel, s. 21-22).

Gazzâlî, düşünce tarihinin en ciddi metafizik problemlerinden biri olan irade ve hürriyet konusuyla da geniş ölçüde ilgilenmiştir. Daha önceki İslâm filozofları, iradeyi genel olarak, ‘nefsin bir fiile belli bir amaç için ve şuurlu olarak ilgi veya arzu duyması’ şeklinde açıklamışlar ve ahlâkî fiillerin iradeli davranışlar olduğunu kabul etmişlerse de irade problemini tartışmaya girmemişlerdir. İslâm düşüncesinde irade ve hürriyet konusu daha çok kelâm ilminde kulların fiilleri problemine bağlı olarak ve Allah-kul münasebeti açısından tartışılmıştır.

Gazzâlî, iradeyi ‘maksada uygun bulunan şeyin belirlenmesi’ veya ‘bir şeyi benzerinden ayırt etme yeteneği’ şeklinde tanımlar (Tehâfütü’l-Felâsife, s. 57-58; el-İktisâd, s. 106-107). Bu iki tanımdan, iradî faaliyetlerin ideal bir beğenme ile seçilip yapılan eylemler olduğu anlamı çıkar. Gazzâlî, iradenin seçme (ihtiyar) niteliği üzerinde önemle durur. Zira seçme imkânının bulunduğu her durumda irade de vardır. Öte yandan bir fiilin gerçekten ‘bizim fiilimiz’ olması için, o fiilin bizden doğmuş olması yetmez; bunun yanında onu kendi irademizle yapmış olmamız da gerekir. Ayrıca irade teriminden ‘bilinenin istenmesi’ anlaşılır. Şu halde irade zorunlu olarak bilgiyi de içerir (İhyâ, IV, 365). Bu açıklamalara göre Gazzâlî, tam anlamıyla iradeli bir fiili, seçimli, bilinçli ve amaçlı bir eylem olarak görür. Gazzâlî, insan için bu üç unsuru birlikte taşıyan bir irade hürriyetine, diğer bütün İslâm düşünürlerinden daha fazla önem vermiştir.

Gazzâlî antropolojik bir gerçek olarak kabul ettiği iradeyi şöyle açıklar: ‘İnsan, aklı ile bir işin sonucunu ve ondaki iyilik yönünü kavrayınca bu iyiliği isteme ve onun sebeplerini hazırlama yönünde kendisinde bir şevk duyar ki bu iradedir”. Bu açıklama, Fârâbî’nin irade hakkındaki görüşüyle de aynıdır. Ancak Gazzâlî bu düşünceyi geliştirerek ahlâkî iradeyi, insan tabiatının isteğiyle çatışan aklın talebi şeklinde anlamıştır. Ayrıca Gazzâlî, ahlâkî hayat için, yalnızca akıl sahibi olmanın da yetmeyeceği görüşündedir. Eğer Allah, işlerimizin sonuçlarını bilmemizi sağlayan aklı yaratmakla birlikte, aklın gerekliliğine hükmettiği bu sonuçların temini yönünde organları harekete geçiren âmili (irade) de yaratmamış olsaydı, bu durumda aklın hükmü kesinlikle sonuçsuz kalırdı. Bu sebeple insanın ahlâkî hayatta akıl yeteneğinden faydalanması, ancak hayvanî iradeden ayrı olarak, Allah’ın insan için yaratmış olduğu ve sonuçları kestirebilen aklın hizmetindeki bir başka irade sayesinde mümkün olur (İhyâ, III, 8; IV, 6, 111-112).

Aklın tariflerinden birinde Gazzâlî bu yeteneği, faaliyetlerin sonuçlarını önceden kestirme yeteneği olmasının yanında, duygusal isteklere karşı bir direnme gücü şeklinde de anlar (İhyâ, III, 7). Aristocu anlayışa uyarak, o da bilgi yeteneği olan akla ‘teorik akıl’, eylem yeteneği olan akla da ‘pratik akıl’ adını verir. Ayrıca iradeyle ilgili açıklamaları pratik akıl için de tekrar eder. Böylece daha sonraları Kant’ın yaptığı gibi irade ile pratik aklı aynı şey sayar. İnsandaki bu amelî akıl, yahut irade, hayvanî iradeden tamamen farklıdır. Bu sebeple Gazzâlî, hareketlerini sırf nefsânî arzuların, bedenî isteklerin teminine yönelten insanın, hayvanlar düzeyini aşamayacağını düşünür. Sırf insana özgü hayat, pratik aklı, yani iradeyi teorik aklın buyruğuna sokmakla gerçekleşir (Mîzânü’l-Amel, s. 32). Ancak böyle bir ahlâkî yetkinliğe ulaşmak için sıkı bir irade eğitimine ihtiyaç vardır. Diğer mutasavvıflar gibi Gazzâlî’ye göre de bu eğitimin adı riyâzet ve mücâhededir. Böylece bir bakıma ahlâkî hayat, insanın kendi nefsine karşı mücadelesinden ibarettir.

Bağımsız bir düşünür olmakla birlikte Gazzâlî, daha çok Eş’ariyye mezhebini benimsemiştir. Bütün Eş’arîler gibi Gazzâlî de insanın iradesi konusunda ifrat ve tefritten sakınmış, kadere inanmakla Mu’tezile’nin karşısında yer almakla birlikte, kulun iradesini büsbütün inkâr eden Cebriyye’ye de katılmamıştır. Her şey gibi, kullarının fiillerinin de yaratıcısı Allah’tır. Ancak bu yaratma, insanın fiillerini kendilerinin kazanmış olmalarını da imkânsız kılmaz. Prensip itibariyle kuldaki kudret ve seçme hürriyeti gibi nitelikleri de Allah yaratmıştır. Kul, bu güç ve hürriyet sayesinde kendi fiillerini seçer ve yapar. Böylece fiil, kulun kesbiyle (kendi kazancıyla) gerçekleşmiş olur. Gazzâlî, ‘Sizi de, sizin yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır! (Sâffât Suresi, 96) meâlindeki âyeti hatırlattıktan sonra, insanda hem yapma, hem de terk etme hürriyeti bulunduğunu, bunun, her şeyin Allah’ın yaratmasıyla gerçekleştiği inancına ters düşmediğini, gerçekte seçme hürriyetini de Allah’ın yarattığını, insanın kendisi için yaratılmış olan bu hürlükte zorunluluğa bağlı bulunduğunu belirtir. Ancak insanın hürlüğünü zorunlulukla izah eden ve tamamen çağdaş antropolojinin de vardığı bir sonuç olan bu açıklama bir tespit olup, aklî kanıt değeri taşımaz. Bunun farkında olan Gazzâlî, Allah’ın ilim, kudret ve iradesinin mutlaklığı inancını sarsmadan, irade hürriyetini aklî kanıtlara bağlamak için çok ince tahlillere girişmiştir. Çok büyük çaba ve gayret sarf etmesine rağmen, yine de irade hürriyeti konusundaki farklı görüşleri, körlerin el yordamıyla tanımaya çalıştıkları fil hakkındaki tanımlamalarına benzetmiş ve bu şekilde problemin spekülatif tartışmalarla çözüme bağlanmasının imkânsız olduğunu belirtmiştir (İhyâ, IV, 4-7, 245-259; el-Erba’în fî Uṣûli’d-Dîn, s. 10-11).

Gazzâlî, gerek faziletin tarifi, gerekse dört temel fazilet konusunda geleneksel anlayışı sürdürmüştür. Ancak temel faziletler, ahlâk eğitiminin imkânı ve metotları gibi konularda filozoflardan farklı olarak âyet ve hadislere, İslâm büyüklerinin görüşlerine başvurmak suretiyle tamamen İslâmî bir üslûp kullanmış ve böylece okuyucusunda dinî şuuru canlı tutmak istemiştir. Diğer yandan sırf ahlâkî sayılabilecek faziletler yanında, hem ahlâkî hem de dinî ve tasavvufî olan erdemlere de önceki bütün ahlâkçı ve mutasavvıflardan daha geniş yer vermiştir.

Gazzali’ye göre fazilet statik değildir; hayat uzadıkça fazilet de daha çok gelişir ve mükemmelleşir. Şu halde hayat, daha geniş ve daha mükemmel faziletlere ulaşmanın mücadele alanıdır. Tutkularıyla savaşıp nefsini onların baskısından kurtaran, böylece meleklerin ahlâkıyla bezenen kişinin kalbi ‘mukarreb melekler’in makamına dönüşür. Şu da var ki insan hiçbir zaman kötülüğe karşı güvence içinde değildir. Bundan dolayı kendisine, ‘Şeytan uyur mu?’ diye soranlara Hasan-ı Basrî, ‘Şeytan uyusaydı, biz de istirahate çekilebilirdik’ demiştir. Şehvet, gazap, hırs, tamah gibi beşerî istek ve tutkular iradeyi zayıflatan, insanı fıtratında bulunan akla rağmen kötülüklere iten âmillerdendir. İnsanın asıl irade hürlüğü, bu olumsuz etkenlerin baskısından kurtulmakla gerçekleşir (İhyâ, III, 31, 37, 58-60, 68, 284; Mîzânü’l-Amel, s. 15-16, 62-63)

Aklın hüküm ve kural koyma, yükümlü kılma ve değerleri tespit etme yetkisinin bulunup bulunmadığı konusunda, Mu’tezile ile Ehl-i sünnet arasında süregelen tartışmada Gazzâlî Ehl-i Sünnet’in görüşünü benimser ve savunur. Konuyla ilgili eserleri incelendiğinde, onun aklın tek başına yükümlülük kaynağı olamayacağı yolundaki görüşünü şu iki sebebe bağladığı görülür:

a) Değerlerin mutlaklaştırılması zorunluluğu: Eğer ahlâkî değerler, insanüstü bir otoriteye bağlanmazsa, mutlak olma niteliğini kaybeder. Zira genellikle egoist tabiata sahip olan insanlar, kendilerinin ve başkalarının eylemlerini öncelikle kendi çıkar ve yararları açısından değerlendirirler. Yararlar ve çıkarlar ise izâfî ve subjektif olduğundan, bu durum değerleri de izâfîleştirecektir (el-İḳtiṣâd, s. 163 vd.).

b) Otorite zorunluluğu: Konulan yükümlülüklerin arkasında insanüstü bir otoritenin bulunmaması, kaçınılmaz olarak bir otorite boşluğu ve hüküm anarşisi doğuracaktır. Hüküm yetkisi, aşkın bir otoritede olmadığı takdirde; insanların ilke olarak birbirine eşit olmasına, birinin diğerinden daha üstün olmamasına rağmen, her insan bir başkasına, bir başkası da ona görevler, yükümlülükler yüklemeye kalkabileceklerdir. Şu halde hüküm koyma ve hükmü geçerli olma yetkisi, esas itibariyle halk (yaratma) ve emir gücüne ve yetkisine de sahip olan Allah’a özgü olmalıdır. Peygamber, devlet, ebeveyn gibi öteki otoriteler de görev verme ve yükümlülük yükleme yetkisini ve meşruiyetini, daha üst otorite olan Allah’tan alırlar. Bunlara da ilahi buyruk gereği itaat edilir (el-Müstasfâ, I, 83).

Gazzâlî, aklın şüphesiz bir görev ve yükümlülük bilincine sahip olduğu, bu bilince de kendiliğinden değil, dışarıdan (yani vahiy yoluyla) uyarılarak vardığı görüşündedir. Şu halde esas itibariyle görevi veren, yükümlüğü yükleyen Allah’tır. Peygamber bir haberci, akıl ise görevi kavrama ve tanıma melekesidir (el-Müstasfâ, I, 61, 63; el-İktisâd, s. 166-167; İhya, IV, 4). Şu var ki, insanın bir yığın duygusal istek ve tutkular karşısında ahlâkî görevlerini bilerek bunlara yönelmesi ve yerine getirmesi aklın irşadına bağlıdır. Genel olarak mecnunlarla mümeyyiz olmayan çocukların yükümlü tutulmamasının sebebi de böyle bir irşattan yoksun olmalarıdır (el-Müstaṣfâ, I, 83; Mîzânü’l-Amel, s. 64, 67).

Bütün Ehl-i sünnet âlimleri gibi Gazzâlî de antiütilitarist (menfaat gözetmeyen) bir ahlâk anlayışına sahiptir. Gazzâlî de ilke olarak dünyevî faydaları ahlâkın esas amacı olarak kabul etmez. Bunun yanında, âhiret nimetleri de ahlâkî yaşayışın zorunlu bir sonucu olarak değil, Allah’ın lütfu olarak görülür. Laik ahlâkın faydacılıktan kurtulabilmesi mümkün değilken, dine dayalı ahlâkta ise amaç değil, buyruk esastır. (el-Müstasfâ, I, 61, 83; el-İktisâd, s. 166, 177). Bununla birlikte Gazzâlî, daha sonra Kant’ın içine düştüğü açmazın, yani tamamıyla normatif bir ahlâkın doğuracağı güçlüğün de farkındadır. O, bu açmazı da fıkıh usulündeki azîmet-ruhsat formülüyle çözmeye çalışmıştır. Buna göre ahlâkta, buyrukların ya da kuralların çatışması söz konusu olabilir. Örneğin, bir zalimden kaçıp kendisine sığınan bir mazlumu arayan zalim, aradığı mazlumu görüp görmediğini kendisine sorduğunda, bir Müslüman iki ahlâkî buyrukla karşı karşıya kalır. Bunlar birbiriyle çatışan yalan söylememek ve mazlumu korumak buyruklarıdır. Müslüman bunlardan birini seçmek zorunda kaldığında ne yapacaktır? Gazzâlî, bu görev çatışmasını, ‘Zararlı iki fiilden daha az zararlı olanını yapmak vâcip ve taat olur’ şeklindeki kategorik bir ifadeyle çözmeye çalışmıştır (el-Müstaṣfâ, I, 88-89). Ancak bunlardan hangisinin daha az, yahut daha çok zararlı olduğunun tam ve objektif bir ölçüsü de her zaman bulunamayabilir. Gazzâlî de bunu bildiği için, ‘ruhsat’ formülünün istismar edilmesinden kaygılarını şöyle ifade eder: “Ruhsat sınırını aşan, bunu zaruretten ötürü değil, kendi keyif ve arzusuna göre yapmış olur. Ne yazık ki insanoğlu, bu âlemde kötü arzularının kendisini etkilemesinden emin olamaz. Refah ve bolluk tutkusu, nefsin çeşitli ihtirasları ya da tembellik insanı dine aykırı davranmaya iter. Bu tür eğilimler, onlara sahip kimselerin kötü ahlâkla kirlendiğini gösterir” (Mîzânü’l-Amel, s. 206-207). Şu halde ruhsat konusunda ölçüyü ve sınırları aşmama ve isabetli karar verebilme ancak gelişmiş vicdanların yapabileceği bir iştir (el-Müstaṣfâ, I, 89).

Gazzâlî, Antiütilitarist bir ahlâk anlayışını benimsemek ve ahlâkın formel tarafına büyük önem vermekle beraber ahlâkı, daha sonra Kant ahlâkının içine düşeceği katı formalizmden ve muhteva kısırlığından da kurtarmaya çalışmıştır. Buna göre, ahlâkî buyruğu, öncelikle buyruk olduğu için yerine getiren erdemli insan, bu arada fiilin bir amaca yönelik olması gerektiğini, çünkü fâili için hiçbir amaç taşımayan fiilin abes olduğunu bildiği için dinî ve ahlâkî ilkelerle bağdaşacak nitelikte bir amaç da güder. Bu sebeple Gazzâlî mutluluk kavramını çeşitli boyutlarıyla ele almış, bu konudaki düşüncesini geliştirirken daima İslâmî espriye sadık kalmak şartıyla tasavvuf ve felsefeden de geniş ölçüde yararlanmıştır. Nitekim her şeyin lezzetinin, kendi tabiatına uygun yetkinliğe ulaşmakta olduğunu belirtirken Aristo felsefesinden istifade etmiştir. Ayrıca gerçek yetkinliğin şartlarını, değişmeyen ezelî varlıklar ve kanunlar hakkındaki bilgi, bu bilgiyi elde etme gücü ve tutkulara kul olmama özgürlüğü şeklinde göstermesinde de (İhya, III, 283-284; Mîzânü’l- Amel, s. 15-16; el-Erbaîn fî Uṣûli’d-Dîn, s. 159) yine felsefe kültürünün izleri vardır. Bununla birlikte Gazzâlî, bu kemal anlayışını İslâmî unsurlarla geliştirip zenginleştirmesi yanında, en yüksek mutluluğun mârifetullahta olduğunu belirtir. Bu mârifetle ulaşılan Allah sevgisini ve Allah’a yakın olmayı bütün makamların en son gayesi olarak göstermekle de tasavvuf alanına geçer. Bu arada her türlü maddî, manevi, bedenî, psikolojik, sosyal imkân ve şartları bu temel amaca katkıda bulunması nispetinde önem taşıyan araçlar olarak görür. Allah’a yakınlık mertebesine ve dolayısıyla en yüksek mutluluğa da bilgi, iyilik, ihsan, lutufkârlık, merhamet ve hakperestlik gibi ilâhî niteliklerden pay almak ve böylece rubûbiyyet ahlâkıyla bezenmekle ulaşılabileceğini belirtir. Gazzâlî’nin mutluluk felsefesini ortaya koyarken ele aldığı fayda, lezzet ve güzellik problemleri hakkındaki görüşleri İslâm ahlâk kültürünün en parlak ürünleri sayılmaya değer niteliktedir. Özellikle güzellik konusu münasebetiyle yaptığı estetik hakkındaki tahlillerinde, Eflâtun’un ‘güzellik idesi’ düşüncesinden de faydalanmakla birlikte İslâm düşünce tarihinin en dikkate değer estetik felsefesini de ortaya koymuştur (İhya, III, 283; IV, 160, 294, 296-307).

İslâm filozofları, genellikle iyi ve kötü karşılığı olarak kullandıkları hayır ve şerri, Aristo’nun etkisiyle, daha çok ahlâkî amaçların yahut ahlâkî fiillerin doğurduğu sonuçların nitelikleri olarak düşünmüşlerdir. Bu yüzden de çoğunlukla hayırla mutluluğu, şerle mutsuzluğu aynı anlamda kullanmışlardır. Bu kullanım Gazzâlî’de de vardır. Ancak Gazzâlî, bazan hayır ve şer, çoğu zaman da ‘hüsün’ ve ‘kubuh’ terimleriyle ifade ettiği bu değerleri, eylemlerin nitelikleri olmaları açısından da ele almıştır. Gazzâlî, Mu’tezile’nin, ‘Ahlâkî değerler, fiillerin ontik nitelikleridir ve akıl bu değerleri dinin desteği olmadan da kavrama gücüne sahiptir’ şeklinde özetlenebilecek olan tezlerini reddeder. Dinden bağımsız bir ahlâkın egoizm, faydacılık ve sonuçta izâfîlikten kurtulamayacağını savunur.

Gazzâlî, ahlâkî değerlerin fiillerin değişmez nitelikleri olup olmadığını, yalan örneğiyle inceler. Yalan kendiliğinden kötü olsaydı, bu niteliğinin durumlara göre değişmemesi gerekirdi. Hâlbuki bir zalime karşı bir peygamberin hayatını korumak gibi bazı zorunluluklar karşısında yalan söylemek bir hayır ve görev olabilir. Gazzâlî, insanın ahlâkî yargılarının analizini yaparken, insanın dine dayanmayan yargılarının egoist ve pragmatik eğilimlerden kurtulamayacağını belirtir (Mi’yârü’l-İlm, s. 142-145; el-Erbaîn fî Uṣûli’d-Dîn, s. 157; Mîzânü’l-Amel, s. 113-114). Gazzâlî, bu düşünceleri, İngiliz ahlâkçılarının, ahlâkı egoist duyguların hazırladığı altürist bir olay şeklinde görmelerinden yaklaşık yedi yüzyıl önce ortaya koymuştur. Fakat Gazzâlî bu noktada kalmamış, ahlak anlayışını şüphecilikten, pragmatizmden ve egoizmden kurtarmanın çarelerini aramıştır. O, yukarıdaki tespit ve görüşleriyle dine dayanmayan bir ahlâkın güçlüklerini ve açmazlarını göstermeye çalışmıştır.

Ona göre iyilik ve kötülüğü, fiilin kendisinde değil, yöneldiği gayede aramak gerekir. Bu gaye de dünyevî ve kişisel bir gaye olmamalıdır. Çünkü insanların dünyevî gayeleri muhteliftir ve onlar bu gayelere ahlâk dışı yollardan da ulaşmak isteyebilirler. Bu yüzden de ahlâkın gayesi uhrevî olmalıdır. Ahlakın gerçek gayesinin tecrübe ile bilinmesi de mümkün değildir. Çünkü uhrevi ve ölüm ötesi ile ilgili olan şeyler, ancak nübüvvet nuru ile bilinebilir (İlcâmü’l-Avâm, s. 48-49). Öte yandan, Allah, hiçbir şeye mecbur tutulamayacağı gibi, insanları ödüllendirmek zorunda da değildir. Bu yüzden ahlâkın temeli buyruktur ve fiillerin iyilik veya kötülük vasfı, buyruk ya da yasak olmalarından sonra gerçekleşir (el-Müstaṣfâ, I, 6, 56-57). Böylece Gazzâlî, bu açıklamalarıyla pragmatik eğilimli laik ahlâk anlayışlarının içine düştüğü güçlüklerden ve çıkmazlardan kurtulabilmiştir. Ona göre kaynağı vahiy olmayan bir ahlâkta mutlak hayır ve mutlak şerden söz edilemez. Gazzâlî, bu ifadeleriyle felsefî ahlâk teorilerini de kuşkusuz toptan ret veya inkâr etmez. Ancak o, bu felsefî ahlâk teorilerinin de temelde dinden doğmuş olduğu kanaatindedir. Dolayısıyla peygamberlerle tasavvuf ehlinin sözlerini de kendi kitaplarında toplamış olan, bazı filozofların bu konudaki görüşlerinin, sırf onlar tarafından da tekrarlandığı ve nakledildiği için reddedilmelerinin doğru olmayacağı görüşündedir. Bunun yerine bunları Kitap ve Sünnet’e arz ederek, bunlara uygun olup olmadıklarına bakmak, bu ölçülere göre değerlendirmek gereğine işaret eder (el-Münkız, s. 27-28).

Hikmet kavramı, bilgi ve davranış bütünlüğüne, gerçek ve gerçekçi bilgilere sahip olmayı, düşünceleri düzgün, amelleri salih ve temiz, tutum ve davranışları güzel, sanatı sağlam (işinin ehli), doğru sözlü, güzel ahlâklı olmayı ifade eder. Tasavvuftaki ahlâkî eğitimin, nefis terbiyesi, tezkiyesi ve eğitiminin, riyâzetin, insanın ruh, zihin, kalp, uygulama ve aksiyon dünyasının bütün kirlerden arındırılmasının amacı da budur. Bunlar olmadan hikmet kapısının çalınabilmesi ve açılabilmesi mümkün olamaz. Ahlâkî donanımdan yoksun olanlar, ilim, irfan ve hikmet yolunda mesafe alamazlar.  

Erdemli fiillerin meleklere, kötü fiillerin de şeytanlara has olması nedeniyle, erdemli ahlâkî çaba ve gayretler, sonuçta ilmî kazanımlara da vesile olacaktır. Nefsini terbiye edip dinin emrettiği gibi davranan, sonra da eşyanın hakikatlerini araştırmaya koyulan kimse, ilahi ilhamları kabule hazır duruma gelir. Ahlâkı kötü, davranışları bozuk, cehaleti perçinleşmiş olan kimselerin nefsi ise şeytanlaşacak, bunlar ‘bilkuvve şeytan’ olacaklar ve şeytanların sürekli vesveselerine mâruz kalacaklardır.

John Locke, İhvân-ı Safâ’dan ancak yüzyıllar sonra ‘Tabula Rasa (boş levha) önermesinden, yani insanın zihninin doğuştan bembeyaz bir kâğıt gibi bomboş, üzerinde henüz herhangi bir şey yazılmamış şekilde doğduğundan bahsetmiştir. Locke’a göre, göre insan zihni doğuştan boş bir levhadır (tabula rasa). Daha sonra bu zihin deneyimle (tecrübe) birlikte dolar. Kavramlar, olgular, bilgiler, sonradan, gözlem veya deneyleme yoluyla zihinde yer alır. İhvân-ı Safâ; “ Allah, sizi annelerinizin karnından, hiçbir şey bilmez bir durumdayken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler, kalpler verdi (Nahl Suresi, 78).” âyetinden yola çıkarak, insanın bu dünyaya hiçbir şey bilmeden geldiği, bütün bilgilerin sonradan kazanıldığı kanaatindedirler. Sonradan kazanılan bilgileri elde etme yolları arasında ilk yolun duyular olduğunu, sonra akıl, ardından da burhan geldiğini belirtirler. Eğer insanda duyular olmasa hiçbir şey, ne duyumsanarak (mahsûsât), ne burhanla (müberhenât, delil ve kanıtla), ne de akledilerek (makūlât) bilinebilir. Mâkul olmayan bir şey üzerine burhan inşa edilemez. Çünkü burhan yalnız aklın ilk bilgilerinden çıkarılmış zaruri öncüllerin üzerine kurulabilir. Aklın ilk bilgilerinde mevcut şeyler, duyular yoluyla tek tek nesnelerden elde edilmiş, cins ve nevilere ait küllî kavramlardır. İhvân-ı Safâ, vahiy ve ilhamı da bilgide önemli bir vasıta olarak görür (a.g.e., III, 303). Bu çeşit bilgi de, bu bilgilerin merkezi olan kalp ve kalp temizliği ile gerçekleşebilir. Aklî bilgiye, tikellere ait deney ve soyutlamalarla ulaşıldığı için apriori denilemeyecek akıldaki ilk bilgilerin oluşmasıyla başlar. Çünkü deney öncesi olmayan bu bilgiler, duyuların algıladığı şeyler üzerine teker teker düşünülüp bir kanaate varılarak, sonra da bu kanaati algılanan o şeyin cinsine genelleştirerek oluşur. Söz konusu bu ilk bilgiler rasyonel bilginin esasını teşkil eder. Duyulur şeyler tabii olarak duyularla, aklî kavramlar akılla bilinir ve burhan yöntemiyle kanıtlanır. Akılla ispatlanamayan metafizik hakikatler ise vahiy ve ilhamla bilinir.

Erdemli, meşru ve ideal bir devlet, insanlar için her zaman aranan, arzu edien zaruri bir ihtiyaç olmuştur. Çünkü adalet, güvenlik, savunma gibi kamusal işlerin sağlıklı bir şekilde yürütebilmesi, toplum için çok daha riskli olan kaos, karışıklık, belirsizlik gibi ortamlardan korunulabilmesi için meşru bir kamusal otorite vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. İnsanlar, toplumsal ve siyasal bir otoriteye bağlı ve bağımlı olmayı, ancak toplumsal bir sözleşme ve mutabakatla, yani bunun meşru, haklı, hakka ve hukuka dayalı ve bağlı bir otorite olması gibi belli kayıt ve şartlarla kabul ederler. Kendilerini ancak böyle bir yönetimin emirlerine, yükümlülüklerine ve kurdukları düzene ve disipline uymak ve uygun davranmak zorunda hissederler. İktidar sahiplerinin, genel toplumsal rıza ve mutabakata, içselleştirilmiş bir onay ve taahhüte uygun olmayan icraatları, toplum üzerinde haksız, hukuksuz, gayri meşru bir baskı duygusu oluşturur.

Erdemli ve ideal bir devlet ve toplumda kamusal görevleri ve rolleri üstlenenler, bunu kendileri için bir hak ve ayrıcalık olarak değil, toplumsal işbölümünün doğal sonucu bir görev, hizmet ve sorumluluk olarak görmeleri gerekir. Bu kamusal roller ve görevler gereği kendilerine verilen güç ve imkânları, kendi çıkar ve menfaatleri için değil, toplumlarının özlem ve beklentileri yönünde, hatta toplumlarının önüne onların da can ve gönülden benimseyecekleri yeni özlem ve idealler, hedefler ortaya koyarak, gerçekleştirme yolunda kullanmaları gerekir.

Herşey gibi erdemli ve ideal bir devletin de, bir başlangıç evresi ve ulaşmak istediği belli hedefleri vardır ve olmalıdır. Bunları da ancak aynı inanç, din, mezhep, fikir ve düşünceleri benimsemiş, ortak değerler, amaç ve idealler etrafında toplanmış, birleşmiş, eylem ve işlemlerinde tek vücut olmuş, kısır çekişmelerden uzak durmaya çalışan, ortak amaç ve ideallere ulaşmak, herkesi mutu edecek başarılar için yardımlaşan, Allah’ın rızâsı dışında başka bir amaç gütmeyen, bilgili ve erdemli kimselerden oluşan toplumlar tarafından gerçekleştirilebilir. Bütün maddî ve manevi olumlu imkânların ve yeteneklerin birleştirilip, bütünleştirildiği böyle bir devletin temelini takvâ, harcını doğruluk, çatısını vefa ve emanete riayetle ebedî nimetlere ulaşma amacı, çaba ve gayreti oluşturur. Böyle ideal bir devlette kamusal görevler üstlenecek, onu yönetecek kimseler, özellikle de devlet başkanı çok önemlidir. Bunlarda da hem yaratılıştan gelen yetenekler, hem de sonradan edinilmiş pek çok önemli özellikler bulunması gerekir. Bir toplumda riyâset, siyasi iktidar, kurumsal yapılar gerçekleşmeden, siyasetin de bir anlamı olmaz. Riyâset görevini üstlenen insanların öncelikle kendilerini, kendi arzu ve ihtiraslarını kontrol altına alabilmeleri şarttır. Bu irade gücüne sahip olmadan ve bunu gerçekleştirmeden, bu bilinç düzeyine yükselmeden siyasette amaca varılamaz ve arzu edilen sonuçlara ulaşılamaz. Zira kendisini kontrol edemeyen, başkalarını hiç kontrol edemez. Erdemli ve ideal devletlerde de hedefe ve zirveye ulaşıldıktan sonra çeşitli sebepler yüzünden, bir duraklama, gerileme ve çöküş evresi başlar. Bu bozulma ve gerileme kendisini halk arasında kötülüklerin yayılması ve ahlâkî yozlaşmalarla hissettirir. Sonuçta güç, kuvvet, kudret, iktidar başkalarının ve başka devletlerin eline geçer.

Din, ruhun arınması, toplumların huzur, barış, refah ve mutluluğu için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Esasen din duygusu insanın fıtratında mevcuttur. Bilgi ve kültür düzeyleri ne olursa olsun bütün insanlar, bir tehlike veya musibet anında hemen Allah’a sığınır, O’ndan yardım isterler. Din, Arapça’da ‘bir cemaatin bir lidere itaat etmesi’ şeklinde de tanımlanır. İtaat denen olgu, birtakım emir ve yasaklarla kendini belli eder. Bazı hükümlerle bilinir hale gelen bu emir ve yasaklar, dinin şeriatı olarak adlandırılır. İnsan, görünen (zâhirî) bir bedenle görünmeyen (bâtınî) bir nefisten meydana geldiği gibi dinin hükümleri de zâhirî ve bâtınî olmak üzere ikiye ayrılır. Dinin zahirî yönünü organlarla yapılan ameller, bâtınî yönünü ise kalplerde yer alan inançlar oluşturur ki, dinde aslolan da budur.

GAZZALİ VE AKIL

Gazâlî’nin yolu, taklit yolu değil, Kur’ân ve akıl yoluydu. Gazâlî, kendinden öncekileri tartışmasız otorite kabul eden, her dediklerini hiç eleştirmeden alıp kabul eden, sadece eskilerden nakille yetinen, taklitçi biri değildi. Tam tersine o zamana kadar sürüp gelen taklit geleneğine tamamen karşıydı. Nitekim eskilerden yaptığı alıntıları olduğu gibi benimseyip, savunmaz; yeri geldiğinde kıyasıya eleştirirdi. O, hiç kimseden kendisini de ilimde, dinde, fikirde yanılmaz ve tartışılmaz otorite, önder, lider kabul etmelerini istememiştir. Bazılarının kendisini böyle görme ve gösterme çabalarına da her halde en çok çıkan Gazâlî olurdu. Çünkü o, Müslümanların içinde bulundukları birinci büyük medeniyet krizi döneminde, ellerinde yeniden diriliş ve kurtuluş için iki can simidi bulunduğunu, bunların da birbirini destekleyen akıl ve Kur’ân olduğunu net bir biçimde ortaya koyan ve savunan biriydi. Kur’ân’ın iyi, doğru, hak, güzel, var, olur dediğine, olumlu, hayırlı gördüğüne salim ve sağlam bir akıl asla kötü, yanlış, batıl, çirkin, yok, olmaz demez. Tam tersine Kur’ân’ın tercihlerini akıl da onaylar, destekler, pekiştirir. İslâm’da hakîkat-şerî’at, akıl-şerî’at, din-düşünce, ilim ve bilim ayrımı ve karşıtlığı gibi bir durum yoktur. Hikmet, hakîkat, akıl, şerî’at arasında ayrım yapmaya, karşıtlık arama kalkanlar, İslâm’ı parçalama peşinde olanlardır. Bunu Allah adına yapmak ise İslâm’a en büyük ihânet anlamına gelir.

Nasslardan da aydınlanarak, zihnî ve aklî bütün melekelerini, kabiliyetlerini sonuna kadar kullanan, büyük çaba, emek ve gayret harcayarak işe yarar fikirler üretenlere, doğru hükümler çıkabilenlere müçtehit denir. Nakiller ve rivayetler arasında sıkışıp kalmış, bunların ne olduğunu, ne anlama geldiğini, ne dediğini doğru dürüst anlayamayan, faydalı bir anlayış ortaya koyamayan, sadece nakil ve rivayetle yetinip, orada takılıp kalan sözcükçülere müçtehit denmez.

Aklın tek başına altından kalkamayacağı dini, gaybi ve metafizik konularda, nassı tanımadan, nassa ve vahye dayanmadan, onu yok sayarak, hatta ret ve inkâr ederek, sadece aklı tek hüküm kaynağı olarak kabul ederek hükümler vermeye kalkışmak da yine akla ziyan ve aykırı bir tutumdur. İnsanlar, doğruları kadar, yaptıkları, hata ve yanlışları da akla mal ederler. Buradan yola çıkılarak, hem Doğu ve hem de Batı düşüncesinde akla dayanarak doğru da, yanlış da yapılabildiği, söylenebildiği, doğru ve yanlış hükümler verebildiği söylenir. Aslında yanılan, yanlış, yapan akıl değil, insandır. İnsanı yanıltan da aklı değil, aklın yanlış bilgi, veri ve enformasyonla yanıltılmasıdır. İnsan, iradesini ve zekâsını kendi çıkarına ve yararına gördüğü bir amaç ve hedef doğrultusunda kullanarak aklını ve kendisini yanıltır. Bazen kendisi de çok iyi bildiği ve anladığı halde, doğruyu yapmaz da, bile bile yanlış, hata ve kötülük yapabilir. Nefsine, hevasına, şeytana, yanıltılmış aklına ve iradesine boyun eğer. İnsan bile bile bu yanlışları, hataları, kötülükleri yaparken de yaptığının hata olduğunu, doğru olmadığını için için kendisi de bilir. Doğruluğuna inanmadığı halde, hatta vicdanen huzursuzluk duyarak bunu yapar. Bunun dini, sosyal, siyasi, ticârî, hukuki, ahlaki alanlardaki olumsuz örnekleriyle her an, her yerde karşılaşırız. Bundan yarar, çıkar ve menfaat sağlayacağı düşüncesi, insanı aldatır, kandırır, ikiyüzlülüğe, münafıklığa ve çifte standarda sürükler. Hatta bunu akıllılık, kurnazlık, zeki olmak, çıkış yolu gibi görmeye başlar. Elde edebildiği ufak tefek başarılar, yararlar, pervasızlığını daha da artırır. Akıl kendi başına doğruyu bulsa ve söylese bile, aklın bunları insana yaptırabilecek bir yaptırım gücü yoktur. Bu yaptırım gücü ancak halis dinde, imanda ve buna dayanan iradede vardır.

Akıl, nass, vahiy, şeriat, normal şartlar altında asla birbirine karşıt, zıt ve ters olamaz. Bunlar birbirinin vazgeçilmezi, olmazsa olmazıdır. Akıl olmazsa din, vahiy ve şeriat fonksiyonlarını icra edemez. Din, akılsızları, delileri değil, akıllı insanları muhatap alır. Akılla, nassı, vahyi ve şeriatı karşı karşıya getirmek, birbirine düşman, rakip, hâkim veya mahkûm ilan etmek, birini öbürüne boynu bükük, esir, köle gibi göstermek, şamar oğlanına çevirmek İslami anlayışla bağdaşmaz. İnsan, eğer nassa ve vahiye gerektiği gibi kulak ve gönül vermez, aklını kullanmaz, anlamaz, dinlemez, uymaz, uygulamazsa, yanlış veya ters anlarsa, vahyi bağlamından koparıp kendi çıkar ve menfaatlerine alet etmeye kalkarsa, gerçeği bulabilmesi, doğruya, hakka, hakikate, dünya ve ahiret saadetine, başarı ve mutluluklara, üstünlüklere, hayırlara iyiliklere ulaşabilmesi asla mümkün olamaz. Hatta Kur’an’ın ifadesiyle, nass ve vahiy bunların sadece sapıklıklarını, sapkınlıklarını, azgınlıklarını artırır. Aynı şey, akıl için de söz konusudur. Aklı tek başına mutlaklaştırmak, tanrılaştırmak, putlaştırmak son derece yanlıştır. Bazıları nefsinin, heva ve heveslerinin, çıkar ve menfaatlerinin gereklerine uymayı akıl ve akıllılık zannederler. Bu yüzden de her akıl, iyi, sağlıklı, doğru, gerçek, sağlam ve salim bir akıl değildir. Yanlış telkinlerle, yönlendirmelerle şaşkına çevrilmiş, susturulmuş, baskı altına alınmış, yanlış telkin ve verilerle, bilgi ve enformasyonla aldatılmış, saptırılmış, kandırılmış, iyiyi, kötü, kötüyü, iyi gören, doğruyu yanlışı sağlıklı bir biçimde ayırt edebilme yeteneğini, temyiz kudretini kaybetmiş, güzeli çirkin, çirkini güzel, adaleti zulüm, zulmü hak ve adalet olarak görmeye ve değerlendirmeye başlamış bozuk bir akıl, insanı dünyada da ahirette de felaketlerden ve kötülüklerden başka bir yere götürmez.

Akılla, nass, vahiy şeriat esas fonksiyonlarını sağlıklı bir zeminde bir araya geldiklerinde yerine getirebilirler. Nassı anlayan, dinleyen, konuşturan, yorumlayan, uygulamaya koyan akıldır. Bir aklın yanlış anladığını, yorumladığını, doğrultacak, düzeltecek olan da yine daha sağlam, salim, sağlıklı, daha olgun ve mükemmel başka bir akıldır. İman akla yani ilme dayandığı gibi nassa da dayanır, dayanmak zorundadır. Çünkü aklın erişebileceği sınırların ötesindeki gayb âleminden, metafizik âlemden aklın bilgi sahibi olabilmesi vahiy ve nassla mümkün olabilir. Akıl kendi başına anlayamayacağı, anlamlandıramayacağı, bilemeyeceği pek çok şeyi, gaybi konuları Allah’ın Peygamberleri yoluyla gönderdiği hak dinden, şeriattan, vahiyden, bu yolla kendisine ulaşacak doğru bilgi, haber, veri ve enformasyondan öğrenir. Akıl, böylece eksiğini, açığını vahiy yoluyla tamamlamış, yanlışlarını düzeltmiş, gerçek, sağlam, doğru ve faydalı bilgiye de ulaşmış olur. İlim delili, kanıtı, ispatı, alâmeti, işareti olan bilgidir. Özellikle gaybi ve metafizik konulardaki doğru bilgi, ancak akılla vahyin, şeriatın, nassın uyumlu birlikteliğinden, beraberliğinden doğar.

Bazıları başta psiko-sosyal nedenler olmak üzere pek çok sebeple, nassları da yanlış yorumlamaya, çarpıtmaya çalışırlar. Bilimde, dinde, Allah’tan başka otoriteler ve yetkeler icat ederek insanları yanlış yollara, olumsuz tutum ve davranışlara yöneltirler. Bunların da, peşlerine takılıp gidenlerin de kurtuluşa erebilmeleri, ilahi sorumluluktan kurtulabilmeleri mümkün olamaz. Toplumun sorunlarını çözmeyen, çözemeyen, düşünce ve inançları karanlığa, anlaşmazlığa, anlaşılmazlığa sokan, insanları tartışamaz, düşünemez hale getiren, katı, hoşgörüsüz bir nassçılık İslami açıdan asla savunulamaz.

Dinde, bilimde, düşüncede şaşmaz, yanılmaz otoriteler, yetkeler tanımak, bunların lafının üzerine laf, sözünün üstüne söz söylenemeyeceğini iddia etmek de aklı şaşırtır, şaşkına çevirir, yenilgiye uğratır, insanları özgürce düşünmekten men eder. Bundan din de, iman da, düşünce de, akıl da, kültür ve medeniyet te çok büyük zararlar görür. Böyle bir ortamda hiçbir faydalı ilim gelişemez, icat ve keşif yapılamaz.

Gazzali, okumanın, öğrenmenin, bilmenin bir amacı, maksadı, gayesi olması gerektiği üzerinde derinlemesine düşünmüş biriydi. Ona göre ilim, okumak, zihni kuru bilgilerle doldurmak, bir şeyler öğrenmek ve bilmekten ibaret değildi. Bu sürecin insana faydalı şeyler buldurması, olduğundan daha olgun hale getirmesi, yüceltmesi, yükseltmesi ve olgunlaştırması gerekiyordu. Zihni donduran, kalbi durduran, ruhu solduran kuru ve kirli bilginin hiçbir değeri ve önemi olamazdı. Onun için insanın zihnini açacak ilim, kalbini arındıracak irfan peşinde koşması, ruhunu kanatlandıracak hikmet pınarlarından kana kana içmesi gerekir.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR