Ana SayfaDosyalarCoğrafyamızFİLİSTİN’İN VE KUDÜS’ÜN BİZİM İÇİN ANLAM VE ÖNEMİ

FİLİSTİN’İN VE KUDÜS’ÜN BİZİM İÇİN ANLAM VE ÖNEMİ

FİLİSTİN’İN VE KUDÜS’ÜN BİZİM İÇİN ANLAM VE ÖNEMİ

Mustafa ATALAR

Bu toprakların Allah tarafından kendilerine vaat edildiğini iddia eden Yahudiler, bu topraklardan ve Kudüs’ten defalarca sürülüp çıkarıldılar. Yaptıkları zulüm, haksızlık, isyan ve bozgunculuklara ceza olarak Allah onlara defalarca bu beldeyi haram kıldı. Bazen onların bu şehre girmeleri bile yasaklandı.

Filistin topraklarında ve Kudüs’te ne zaman İslami, insani, tevhidi, peygamberi anlayış hakim olmuşsa, iyilik, güzellik, huzur, barış, adalet, mutluluk, refah ve sevgi egemen olmuştur. Ama ne zaman inkârcı, zorba, firavni, tağuti bir anlayış egemen olmuşsa, bu topraklara sadece savaş, çatışma, zulüm, kan, gözyaşı ve yıkım getirmiştir. Hazreti Davud ve oğlu Hazreti Süleyman zamanında burada çok güçlü, kudretli, hayranlık uyandırıcı büyük bir barış medeniyeti kurulabildiği, yeşerebildiği, büyüyüp, dallarını bütün dünyaya ulaştırabildiği gibi, uzun fetret dönemlerinin ardından, Kudüs ve Filistin özlediği, arayıp da bulamadığı, farklı inançların bir arada huzur ve barış içinde yaşayabileceği en güzel günleri, İslamiyetin bu beldeye hâkim olduğu dönemlerde yaşamıştır.

Kudüs, sadece Müslümanların yönetiminde olduğu dönemlerde tam bir huzur, sükûn, barış ve istikrar beldesi olmuştur. Müslümanlar, bu şehre her sahip olduklarında ilk yaptıkları iş, burada yaşayan her etnik kökenden, dinden ve her inançtan insanlara bir “Emannâme” yayınlamak, onların can, mal, din, inanç, ibadet, ırz, namus güvenliğini garanti etmek olmuştur. Çünkü Müslümanlar, burada yaşayan herkesi Allah’ın kendilerine emaneti (vedîatullah) olarak kabul ediyorlardı.

Filistin tarihinin olumlu yöndeki en büyük dönüm noktalarından biri, 637 yılında bölgenin İslam orduları tarafından fethedilmesiyle başlamıştır. Bu fetihle asırlardır savaşlara, sürgünlere, yağma ve katliamlara sahne olan, farklı inançlar arasında sık sık el değiştiren ve her değişimle beraber yeni vahşetlerin yaşandığı Filistin’e, artık barış ve huzur gelip yerleşmiştir. Sadece 1099-1187 yılları arasında Kudüs Müslümanların elinden çıkmış ve Hırıstiyanların eline geçmiş, çok büyük bir zulüm ve haksızlık dönemi yaşanmıştır. Müslümanlar ise, 1400 yıllık dönemi içinde Kudüs’e ve Filistin’e hep barış ve huzuru yaşatmışlardır.

Müslümanlar bu kutsal şehri fethederken kan dökmeden fethetmeye, yönetimleri altındayken de adaletten ve hoşgörüden ayrılmamaya, bu mübarek beldeye canla başla hizmet etmeye çok büyük özen göstermişlerdir. 637 yılında Hazreti Ömer şehrin anahtarlarını teslim alırken de, 1187’de Selahaddin Eyyûbi Haçlılardan bu şehri tekrar geri alırken de, Yavuz Sultan Selim 31 Aralık 1516’da bu şehre girerken de kan ve gözyaşıyla değil, hoşgörü, huzur, barış ve adaletle girmeyi tercih etmişlerdir.

İngiliz tarihçi ve Ortadoğu uzmanı Karen Armstrong, Holy War adlı kitabında, Hz. Ömer’in Kudüs’e girişini şöyle anlatır:

“Halife Ömer Kudüs’e beyaz bir devenin üzerinde girdi, yanında ise kentin Yunan yöneticisi Başrahip Sophronius vardı. Halife kendisinin öncelikle Tapınak Tepesine (yıkık olan Hz. Süleyman mabedinin yerine) götürülmesini rica etti. Dostu Muhammed’in Gece Yolculuğunu (Mirac) yaptığı bu noktada eğildi ve dua etti. Başrahip bu sahneyi dehşet içinde izliyordu. ‘Son Günlerinin artık yaklaştığını düşünüyordu. Daha sonra Halife Ömer Hıristiyan tapınaklarını da görmek istedi. Tam Kutsal Mezar (Holy Sepulchre) Kilisesi’ne gittiğinde, namaz vakti girmişti. Başrahip kendisini kibarca namazını bu kilisede kılmaya davet etti. Halife Ömer ise bu teklifi aynı kibarlıkla reddetti. Eğer bu kilisede namaz kılacak olursa, daha sonra bazı Müslümanların bu olayı anıtlaştırmak amacıyla buraya bir cami inşa etmek isteyebileceklerini, bunun ise Kutsal Mezar Kilisesi’nin yıkılması anlamına geleceğini söyledi. Bu nedenle Halife, Kiliseden çıkıp biraz daha ilerdeki bir noktada namazını kıldı. Nitekim bugün onun tam namaz kıldığı yerde, Kutsal Mezar Kilisesi’nin tam karşısında, Halife Ömer adına küçük bir cami inşa edilmiştir.”

Halife Ömer adına diğer büyük bir cami de, tam Tapınak Tepesi’nde yapılmıştır. Hıristiyanlar, bu yıkık Yahudi Mabedi’nin yer aldığı bu alanı, yıllardan beri şehrin çöplüğü olarak kullanıyorlardı. Halife, Müslümanların bu çöpleri temizlemelerine de kendi elleriyle yardım etti. Müslümanlar Kudüs’de hemen iki mescid inşa ederek İslam’ı, İslam’ın dünyadaki üçüncü kutsal şehrine de yerleştirmiş oldular.

Hz. Ömer’in fethinden sonra Filistin’de Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler asırlar boyunca barış ve huzur içinde yaşadılar. Müslümanlar hiç kimseyi zorla İslamlaştırmaya çalışmadılar. Ancak İslam’ın Hak Din olduğunu gören gayrimüslimlerden bazıları kendi rızalarıyla İslam’ı seçtiler.

Halbuki zaman zaman Müslümanların elinden çıkan bu mübarek şehirde Hıristiyanların ve Yahudilerin işledikleri vahşet ve cinayetler, zulüm ve baskılar tüyler ürperticidir.

Yaklaşık 460 yıl süren Müslüman egemenliğinin ardından Kudüs, 15 Temmuz 1099 tarihinde Hıristiyan Haçlı Orduları tarafından işgal edildi. Haçlılar karşılaştıkları herkesi akla hayale gelmez işkencelerle öldürdüler; buldukları her şeyi yağmaladılar. Camilere sığınan masum insanları çoluk çocuk, genç yaşlı demeden katlettiler. Müslümanların ve Yahudilerin kutsal mabetlerini tahrip ettiler. Şehrin sinagogunda saklanan Yahudileri, sinagogu ateşe vererek yaktılar. Eşine az rastlanır bir vahşet, dehşet ve barbarlık tablosu sergilediler. Vahşetlerine şehirde öldürülecek kimse kalmayıncaya kadar devam ettirdiler (Dr. E.L. Skip Knox, “Fall of Jerusalem”, 2001). Başka bir tarihçinin ifadesiyle de: ‘Buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürdüler… Erkek veya kadın, hepsini katlettiler.’ (Geste Francorum, or the Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem, trans. Rosalind Hill, London, 1962, s. 91).

Haçlılardan biri olan, Raymund of Aguiles, o gün yaşanan vahşeti ‘övünerek’ şöyle anlatır: “Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları – ki bunlar en merhametlileriydi – düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler. Bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence ettiler. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı’nda yapılanların yanında çok hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı’nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşmıştı.

Filistin’in, Hz. Ömer’den bu yana, yaklaşır beş asır süren barış ve huzur dönemi, korkunç bir katliamla sona ermiş oldu. Haçlılar, bir sevgi ve merhamet dini olan Hıristiyanlığın tüm ahlaki kıstaslarını çiğneyerek, sözde Hıristiyanlık adına çok büyük bir vahşet ve terör uyguladılar. Onlar girdikten sonra Kudüs’te huzur, barış ve mutluluktan eser kalmadı.

Selahaddin Eyyûbî, 1187’de Haçlı Ordusu’nu Hıttîn Savaşı’nda bozguna uğrattı. Tam 88 yıldan beri Haçlı işgali altında olan bu kutsal şehir, tam da Peygamberimizin Mirac Mucizesinin yıldönümüne denk gelen bir günde, kurtarıldı. Hz. Ömer’in mirası, tekrar geri alındı. Haçlılar, büyük bir korkuyla 88 yıl önce Kudüs’ü alırken kendi yaptıkları vahşetin bir benzerinin de kendilerine uygulanacağını bekliyorlardı. Fakat korktukları gibi olmadı. Selahhaddin Eyyubi, kentteki Hıristiyanların hiç birine dokunmadı. İngiliz tarihçi Karen Armstrong, Müslümanlar tarafından Kudüs’ün bu ikinci fethini şöyle anlatır:

“2 Ekim 1187’de Selahaddin ve ordusu Kudüs’e fatihler olarak girdiler. Gelecekteki 800 yıl boyunca bu şehir artık bir Müslüman kenti olacaktı… Selahaddin (katliam yapmamak üzere) önceden Hıristiyanlara verdiği sözü tuttu. Şehri yüksek İslami prensiplere göre teslim aldı. Kuran’da emredilmiş olduğu gibi şiddetten kaçındı. 1099 yılındaki katliamların öcünü almaya kalkışmadı. Tek bir Hıristiyan öldürülmedi; hiç bir yağma da yapılmadı.Esirleri serbest bırakmak için istenen fidyeler ise son derece düşük tutulmuştu… Kuran’da emredildiği gibi, esirlerin çoğu da hiç bir fidye alınmadan serbest bırakıldı… Selahaddin’in kardeşi El-Adil, bin kadar esirin kendi hizmetine verilmesini istemişti. Fakat sonra bunların hepsinin – acınacak durumda olduklarını gördüğü için – karşılıksız olarak serbest bıraktı… Şehirdeki zengin Hıristiyanlar, değerli eşyalarını bir an önce hayvanlara yükleyip şehirden çıkma telaşındaydılar. Oysa onların ellerindeki nakit para bile, şehirdeki tüm savaş esirlerinin fidyesini ödemeye fazlasıyla yetiyordu. Başrahip Heraclius da, herkes gibi sadece 10 dinarlık fidyesini ödedi. Sonra da şehri hazinelerle dolu arabalarla terk etti.

Kudüs’e tekrar sükûnet ve adalet gelmişti… Şehrin yeni hâkimi, Hz. Ömer’in vaktiyle yayınladığı “Emannâme”yi teyit ettikten sonra, isteyenin özgürce şehri terk edebileceğini, dileyenin ise gelip yerleşebileceğini duyurdu.

Kısacası Selahaddin Eyyubi ve onun komutasındaki Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı son derece adil ve merhametli davrandılar. Hatta onlara kendi liderlerinden bile çok daha fazla merhamet gösterdiler.

Kudüs’ün Müslümanların yönetimine geçmesinden sonra, Filistin’in diğer şehirlerinde de Haçlıların vahşeti ve Müslümanların adaleti devam etti. İngiliz tarihinde büyük bir kahraman olarak tanıtılan Richard the Lionheart (Aslanyürekli Richard), 1191 yılında, Akra kalesinde aralarında pek çok kadın ve çocuğun da bulunduğu tam 3000 masum ve günahsız Müslüman’ı boyunlarını vurdurarak alçakça katletti. Müslümanlar bu vahşetlere şahit olmalarına rağmen, hiç bir zaman aynı insanlık dışı yöntemlere başvurmadılar, Allah’ın: “Ey iman edenler, bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin!”hükmü uyarınca (Maide Suresi, Ayet: 2), hiç bir zaman masum sivillere karşı şiddet uygulamadılar. Mağlup ettikleri Haçlı ordularına karşı dahi, gereksiz yere şiddete başvurmadılar.

Haçlıların vahşeti ve ardından gelen Müslüman adaleti, tarihi bir gerçeği bir kez daha bütün açıklığıyla ortaya koydu. Filistin’de farklı dinlere ve inançlara sahip insanların huzur ve barış içerisinde bir arada yaşayabilmeleri, ancak İslami prensiplere uygun ve Müslümanlar tarafından kurulan adil bir yönetimle sağlanabilirdi. Bu gerçek, Selahaddin Eyyubi’den sonraki 7 yüzyıl boyunca, özellikle de Osmanlı döneminde ispatlanmaya devam etti.

Basit mezhep ayrılıkları yüzünden kendi dindaşlarına bile acımayan Hıristiyanların başka dinden olanlara acıması ve merhamet etmesi beklenemezdi. Nitekim 16. ve 17. yüzyıl boyunca Katoliklerle Protestanlar arasında çıkan ve Avrupa’yı kan gölüne çeviren çatışmalar yüzünden sadece 1618-48 yılları arasında yaşanan ‘30 Yıl Savaşları’ sırasında bütün Orta Avrupa adeta harabeye döndü. Sadece Almanya’da 15 milyonluk nüfusun üçte biri yok oldu.

KUDÜS’TE OSMANLI DÖNEMİ

Yavuz’un şehre gelişi sırasında Kudüs’ün tüm ruhanîleri padişahı şehrin dışında büyük bir saygıyla karşıladılar. Yavuz da onlara gereken ilgiyi gösterdi. Otağını şehrin tam karşısındaki tepeye kurdurdu. Vakit henüz ikindi çağlarıydı. Padişah akşam namazını Mescid-i Aksa’da kılacağını söyledi. Ona göre hazırlıklar yapıldı. Mescid-i Aksa’nın önündeki iki avludan birincisi tam 12.000 şamdan yakılarak pırıl pırıl aydınlatıldı. Padişah bütün ordusuyla beraber akşam ve yatsı namazlarını burada kıldı. O günün hatırasına bu avlu hala ‘12 bin Şamdanlı Avlu’ adıyla anılır. Yavuz, akşam ve yatsı namazlarını Mescid-i Aksa’da edâ ettikten sonra otağına döndü. Ertesi sabah şehri gezmeye çıktı. Kudüs halkına pek çok ihsanlarda bulundu. Allah adına binlerce koyun ve deveden oluşan kurbanlar kestirip, dağıtarak, hepsinin gönlünü hoş etti. 1 Ocak 1517’de de, Mısır Seferi için Kudüs’ten ayrıldı. Osmanlı yönetimi Filistin ve Kudüs’ü barış ve huzur diyarına dönüştürdü. Farklı dinlere mensup olan insanların barış içinde bir arada yaşamalarına uygun bir ortam hazırladı.

Başta Hz. Ömer, Selahaddin Eyyubi ve Osmanlı padişahları olmak üzere, daha nice Müslüman hükümdarlar, herkese karşı (bugün Batılılar tarafından da kabul ve takdir edilen) hoşgörülü, merhametli, adil, insani ve medeni bir yönetim sergilediler. Bunun en başta gelen nedeni, onların, Allah’ın Kuran’daki İslami yönetim anlayışının temellerini oluşturan emirlerine olan sadakatleriydi. Ne zaman kontrol, denetim ve yönetim Müslümanların elinden çıkıp başkalarının eline geçti, işte hemen o andan itibaren büyük bir anarşi, terör, kargaşa, zulüm, baskı, yıkım ve kaos dönemi başladı. Milyonlarca insan acımasızca katledildi, öz vatanlarından sürgün edildi, bölgede acı ve gözyaşı hiç eksik olmadı.

FİLİSTİN SORUNU NASIL ÇÖZÜLÜR?

Anlatıldığına göre, şavaşmaktan, kan dökmekten ve masum ve günahsız çoluk çocuğu öldürmekten bıktığı bir gün İsrail eski başbakanlarından Golde Meir şöyle söylemiş: “Osmanlı’nın bir çavuş, on beş yeniçeri ile yüzyıllar boyu barış içinde yönettiği bu bölgeyi biz elli yıldır kan deryasına döndürdük. Acaba onlarda olup da bizde olmayan şey nedir?”. Bu ilginç sorunun cevabını, Osmanlı Devletinin, daha sonra Türk Milletinin Filistin’e ve orada yaşayanlara bakışında aramak gerekir.

Osmanlı sultanları fermanlarında kendilerini, sultanlar sultanı, karaların ve denizlerin hakanı gibi şaşaalı ve iddialı unvanlarla tanıtırlardı. Fakat bunların yanı sıra, ‘Mekke’nin, Medine’nin ve Kudüs’ün hizmetkârı’ gibi unvanlar ve sıfatlar da kullanırlardı. Bu elbette sultanlıkla hizmetkârlığı bağdaştıramayacak olanlar için çok garip, çok mütevazı, hatta küçültücü görülebilir. Ama Müslüman Türk milletinin gözünde ve gönlünde, böyle bir hizmetkârlık, onların diğer bütün unvanlarından çok daha yüceltici, onurludur. Bu hizmetkarlık, onların yöneticiliklerine değer ve anlam katan, hatta meşruiyyet kazandıran çok yüce bir sıfat ve unvandı. Milletine yabancılaşmamış bütün Osmanlı Sultanları, ‘Mekke’nin Medine’nin ve Kudüs’ün hizmetkarı’ olmanın ne kadar büyük bir şeref olduğunu bilirlerdi. Bu yüzden de bunu en iyi şekilde yerine getirmeye, böylece hem Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmaya, hem de milletlerinin gönlünde taht kurmaya çalışırlardı. Oralara hizmet görevini ifa ederlerken hem kendileri, hem de kendileri adına bu hizmetleri ifa etmekle görevlendirilenler, bunu en güzel ve en özel tarzda yapmaya, bazen akla hayale gelmeyecek kadar aşırı dikkatli ve özenli davranırlardı. Örneğin İstanbul-Medine demiryolu yapılırken, hat Medine-i Münevvere’ye belli bir mesafe yaklaştıktan sonra, Hazret-i Peygamberin ruhu muazzeb olmasın diye inşaat sesini ve gürültüsünü ortadan kaldırabilmek amacıyla çekiç sesini ve gürültüsünü önleyebilmek için çekiçlere keçeler sarılmış, öyle çalışılmıştı.

Filistin Osmanlı topraklarına katıldığında Kudüs şehri, çok harap ve bakımsız bir durumdaydı. Şehre neredeyse asırlardır el atılmamış, hizmet götürülmemişti. Bu yüzden de şehirdeki kamu binaları, köprüler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, şehrin ana giriş kapıları iyice köhnemiş, yıkılmaya yüz tutmuştu. Kutsal yapılar ve şehir surları da bakımsızlıktan harabeye dönmüştü. Kudüs’ün baştan sona bir güzel elden geçirilmesi, özellikle şehir surlarının, Mescid-i Aksa’nın ve Kubbetü’s Sahra’nın sağlamlaştırılması gerekiyordu.

Kanuni Sultan Süleyman’a Kudüs’ün bu hali arz edilince o da hemen: “Mademki babam ‘Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı’ idi. Bana da ‘Kudüs’ün Hizmetkârı’ olmak yakışır. Tez bana Mimar Sinan’ı çağırın!” diyerek ve bu çok önemli işe dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü mimarlarından biri olan Mimarbaşı Mimar Sinan’ı memur etti. Böylece tahta çıkar çıkmaz Kanuni Sultan Süleyman’ın en çok önem verdiği ve ilk giriştiği işlerden birisi Kudüs ve havalisinin yeniden imarı ve restorasyonu olmuştur.

Mimar Sinan, Kudüs’te yıllarca çalıştı. Şehri baştanbaşa elden geçirdi. Mimar Sinan, bu şehrin sadece Müslümanlar için değil, Hıristiyanlar ve Yahudiler için de taşıdığı büyük önemin farkındaydı. Onların kutsal saydıkları mekânları, havraları ve kiliseleri de tamir etti. Eski eserleri onardı, gereken yerlere yeni binalar da yaptı. Yaptıklarından son derece hoşnut olmuştu.

Yapması gereken her şeyi yaptıktan sonra, Kudüs’ü terk etmeden önce ‘Eksik gedik bir şey kalmış mı?’ diye şehrin her tarafını gezip dolaşmaya çıktı. Şehrin en büyük giriş kapısına kemerlerin üzerine bir levha konulmasının iyi olacağını düşündü. Başka bir Müslüman şehri olsa koyacağı levhanın üzerindeki yazı hiç tereddütsüz: “Lâ İlâhe İllAllah, Muhammedü’r- Rasûlullah” olabilirdi. Ama burası Kudüs’tü! Bir kenarda durup şehre girip çıkanları izledi. Baktı ki bu kapıdan sadece Müslüman’lar değil, Hıristiyan’lar ve Yahudi’ler de girip çıkıyorlar. Kelime-i şehadet yazılı levha elbette Müslümanları memnun edecekti, ama öbürleri bundan pek hoşlanmayacaklardı. İster istemez gönüllerinden en azından: “Bir zamanlar bizim hâkim olduğunuz bu şehrin şimdiki hâkimleri Müslümanlar! Biz de bu şehirde onların mahkûmu ve zebûnuyuz! Bizim hiç söz hakkımız yok!’ şeklinde düşünceler geçebileceğini ve içlerinde bir burukluk hissedebileceklerini sezinledi. Böyle bir şeye de gönlü razı olmadı.

Soruna hiç kimseyi rahatsız etmeyecek bir çözüm yolu bulabilmek için inceden inceye düşünmeye başladı. “La İlahe İllAllah, İsa Ruhullah” veya “La İlahe İllAllah, Musa Kelimullah” yazmayı da düşündü. Böyle bir yazıya hiçbir Müslümanın itirazı olmazdı. Çünkü Müslümanların gözünde de bunlar Hak peygamberlerdi. Fakat bu sefer de ya Yahudi’nin zoruna gidecek, ya da Hıristiyan gocunacaktı. İçinden çıkamadığı bu düşünceler Mimar Sinan’ı gündüzleri huzursuz, geceleri uykusuz etti. Bir süre sonra, gecenin bir yarısı yatağından “Kalk Ağa, kalk! Ben ne yazacağımı biliyorum.” diyerek fırlayıp kalktı ve yardımcısını da kaldırdı. Hemen o gece nakkaşlara kemerin üzerine koyacağı levhaya “La İlahe İllAllah, İbrahim Halîlullah” ibaresini yazdırdı. Ertesi sabah gün ağarırken bu kapıdan şehre giren herkes bu levhayı büyük bir memnuniyet ve hoşnutlukla karşılardılar.

Osmanlı Devleti, buralara hizmet götürürken bile diğer kitap ehlini de incitmemeye, onların da gönüllerini hoş etmeye, onlara da en büyük toleransı göstermeye çok büyük dikkat ve özen gösterirdi. Onların gönüllerini incitmemek, buruklaştırmamak, onları ötekileştirmemek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışırdı. Bu da bu millete çok yakışan, onun milli karakterlerinden, özelliklerinden ve hasletlerinden biriydi. Buralar Müslüman Türklerin elinden çıktıktan sonra yaşanan olaylar, çekilen acılar, akan kanlar ve gözyaşları bizimle başkaları arasındaki farkları en açık şekilde ortaya koymaktadır. 400 senelik Osmanlı döneminde Kudüs’te 400 kişi bile dini çatışmalar yüzünden ölmemişken, şimdi bazen bir günde yüzlerce hatta binlerce insan haksız yere, yok yere hayatlarını kaybedebiliyorlar. Müslümanlar, bu insanların hepsine aynı babanın, yani Hazreti İbrahim’in çocukları gözüyle bakarlar. Kendi din ve inançlarından olmayanları dışlamazlar, ötekileştirmezler. Diğerlerinin yaptıkları gibi kendilerinden saymadıklarını imha etmeyi, ortadan kaldırmayı, öz yurtlarından sürüp çıkarmayı, soykırıma tabi tutmayı temel politika edinenlerin, Filistin ve Kudüs sorununu çözülebilmeleri mümkün değildir. Bu tür insanlık dışı politika ve uygulamalarla ne buralarda yaşanan insanlık dramı sona erebilir, ne de buralara huzur, barış ve mutluluk gelebilir.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR