Ana SayfaMeçhul KahramanlarımızAli Yakup CenkçilerALİ YAKUB HOCA’NIN TASAVVUFA BAKIŞI

ALİ YAKUB HOCA’NIN TASAVVUFA BAKIŞI

ALİ YAKUB HOCA’NIN TASAVVUFA BAKIŞI

Mustafa ATALAR

Ali Yakub Hoca, tasavvufun çok önemli ve gerekli bir kurum olduğuna inanırdı. Ancak özellikle günümüz haliyle ve durumuyla tasavvufun ıslaha ve tashihe muhtaç yönlerinin bulunduğunu da açıkça ortaya koyardı. O, tasavvufu, Allah’ın dinini, İslam’ı, şeriatı ihlasla, aşkla, şevkle yaşamak olarak anlar ve tarif ederdi. Tasavvufla özellikle ilmi yönden çok yakından ilgilenir: ‘Ben de bu yolda elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorum; keşke daha fazlasını yapabilsem!’ derdi.

Ali Yakup Hoca, tasavvufu bir hal ilmi olarak görürdü. Yani insanın halini, durumunu Allah’ın hoşnut ve razı olacağı yönde sürekli değiştirme ve geliştirme, imanı kuru bir iddia olmaktan çıkarıp imanın hakikatine erebilme, imanın tadını, lezzetini bütün benliğinde ve zerrelerinde hissedebilme, imanını taklidi olmaktan kurtarıp tahkiki hale ulaştırabilme çabası olarak anlardı. Şeksiz, şüphesiz yakîn bir imana sahip olup, Allah’a tıpkı O’nu görüyormuş gibi kulluk ve ibadet edebilme gayreti olarak bilirdi. Allah anıldığı zaman kalbi tir tir titreyen, tüyleri diken diken olan, gerçek mümin ve Müslümanlardan olabilmeye çalışmak olarak görürdü. Bu mensubiyete en güzel şekilde layık olabilmek için üzerine düşen her şeyi, bütün görev ve sorumlulukları, yüksek bir iman ve şuurla en iyi şekilde yerine getirebilecek takvaya, ilme, irfana güç ve kuvvete, kudret ve iktidara sahip olabilme yolunda çaba ve gayret gösterme şeklinde anlardı.

Ali Yakup Hoca, hiç kimse hakkında yeteri kadar sağlam bilgi sahibi olmadan, gerekli inceleme ve araştırmaları yapmadan bir değerlendirmede bulunmazdı. O, insanların her şeyden önce ilmine, irfanına, aklına, fikrine, haline; ondan sonra da takvasına bakardı. Türlü iddialarla kendisine gelen muhatabını önce çeşitli sorularıyla iyice yoklar, inceden inceye elekten geçirir, onun ilmi seviyesini, takvasını, ihlas ve samimiyetini anlamaya çalışırdı.

Hazreti Ali’nin ‘Cahilin zühdü ve takvası boşunadır’ sözünü ölçü alır; cahilin takvasını köksüz ağaca benzetirdi. Ne yaptıklarının, niçin yaptıklarının doğru dürüst farkında, ayırdında, bilincinde ve şuurunda olmadan, ilimsiz, irfansız, kültürsüz, sırf dini bir heyecanla kitleleri etkilemeye, Allah’a değil de kendilerine bağlamaya çalışanların topluma da, kendilerine de çok büyük zararlar verebileceklerini, nitekim İslam tarihinin bunun acı örnekleriyle dolu olduğunu söylerdi. Böylelerinin esas ve öncelikli olarak yapılması gereken şeyler yerine, teferruatla uğraştıklarına, genellikle farzları unutup, ihmal edip, nafilelerin peşinde koştuklarına dikkat çekerdi. Böylelerine lafı hiç eğip bükmeden öyle cin toplar gibi etraflarına kuru kalabalıkları toplamaktan vaz geçmelerini, bu şekilde hiç bir yere varamayacaklarını münasip bir dille anlatmaya çalışırdı. Böyle niteliksiz, kalitesiz insanlardan oluşan taraftar ve sempatizan kalabalıklarının, sayıları ne kadar çok olursa olsun hiçbir işe yaramayacağını, bunlardan kendileri dahil, hiç kimseye en ufak bir fayda gelemeyeceğini, bu boş çaba ve gayretlerinin onlara zarardan ve vebalden başka bir getirisinin olamayacağını söylerdi. Büyük çoğunluğu çıkar ve menfaat beklentisiyle toplanan bu kalabalıkların en sonunda baş belası haline geleceklerini, dağıtayım dendiğinde de kolay dağıtılamayacaklarını ifade ederdi. O, bizim en büyük eksiğimizin, her alanda dört dörtlük, adam gibi adamlar yetiştirilmesi olduğuna inanır ve bunu her zaman ve zeminde dillendirirdi.

Hoca, bizim dinimizde, kültürümüzde, inancımızda cemiyeti, toplumu ihmal ederek, bir tarafa çekilmek, sırf kendisini kurtarmaya çalışmak, sırf kendini düşünmek, sırf kendine Müslüman olmak gibi bir anlayışın olamayacağına dikkat çekerdi. Böyle bir hodgâmlığın ve bencilliğin İslam’la ve Peygamber Efendimizin sünnetiyle de bağdaşmayacağına belirtir, esasında böyle bir şeyin mümkün de olamayacağını ifade ederdi.

Tasavvufi cemaatlere mensup kimselerden bazıları Hoca’yı ziyarete gelirler, yollarını, mesleklerini, meşreplerini anlatırlardı. Hoca da bunları önce dikkatle dinler, ardından bir iki soruyla bunların gerçek yüzlerini, ne olduklarını ve ne istediklerini kolayca anlardı. Bunların yüzlerine karşı da kendileri hakkındaki düşüncesini, hükmünü ve kesin kararını hiç çekinmeden söylerdi.

Günün birinde kendisini büyük bir şeyh, mürşit, hatta gavs-ı azam, zamanın kutbu diye tanıtan birisi, müritleri, bağlıları ile beraber gelip Hoca’yı ziyaret etmişler. Amaçları ve niyetleri Hoca’nın fikrini sormaktan ziyade, şeyhlerinin ne kadar büyük ve önemli bir zat olduğunu ona da tasdik ettirmekmiş. Meğer Hoca, bu zat hakkında çok önceden bilgi sahibi imiş, kendisini oldukça iyi tanıyor, nerelerden nerelere evrildiğini de gayet iyi biliyormuş. Müritlerinin ve bağlılarının yanında mürşitlik iddiasındaki şahsı biraz konuşturup yoklamış. İçinin boş, hiçbir şey olmadığı hakkındaki kanaati daha da perçinlenmiş. Yollarını ve Efendilerini Hoca’ya soranlara, açıkça ve yüzlerine karşı, lafı hiç uzatmadan, eveleyip gevelemeden: ‘Azizim! Veliler üç türlüdür. Bir türünün evliyaullahtan olduğunu Allah’da bilir, insanlar da bilir, kendi de bilir. Bir kısmının evliyaullahtan olduğunu Allah, bilir, bazı kulları da bilir ama kendisi bilmez. Bir kısmının evliyaullahtan olduğunu ise bir tek Allah bilir ama ne kendi bilir, ne de diğer insanlar bilir. Bu sizin adamınıza gelince, bu sınıfların hiçbirine dâhil değil. Bunda hiçbir şey yok! Bu, madrabazın, dalaverecinin teki!’ deyivermiş.

DİNİ GRUP VE CEMAATLERLE İLİŞKİLERİ

Ali Yakup Hoca’nın ilmi, siyasi, mesleki kısacası hiçbir alanda ve hiçbir konuda en ufak taassubu yoktu. Ali Yakup Hoca, Türkiye’ye geldiğinde, eski dönemin tekkeleri, dergâhları, zaviyeleri çoktan kapatılmış, resmî olarak faaliyetleri yasaklanmıştı. Ancak bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de canlı bir tasavvuf kültürü devam ediyordu. Hoca, bunlarla da kurabildiği kadarıyla yakın ve samimi ilişkiler kurmaktan geri kalmadı. Böylece hem çok daha geniş kesimlere ulaşabilme imkânı bulabilmiş, hem de bu ilişkiler sayesinde geniş kesimlerle sağlam bağlar kurabilmiş ve sürdürebilmişti. Ne de olsa bunlar da toplumun çok geniş kesimlerine yönelik faaliyetler gösteren geleneksel eğitim ve öğretim yol ve yöntemlerini temsil ediyorlardı.

Hoca, değişik İslami grup ve cemaatlerin hepsine sevgi ve dostlukla yaklaşırdı. Kendi aralarındaki tartışmalı ve ihtilaflı konularda hemen taraf almaz, olaylara ve konulara asla tarafgirlikle yaklaşmazdı. Onların çekişme ve çatışmalarına taraf olmamaya çalışır, herkesi, her fikri, her görüşü ve iddiayı önce sabırla dinlerdi. Ardından da elinden geldiğince aralarında ortak noktalar bulmaya, aralarını düzeltmeye, onları uzlaştırmaya, anlaştırmaya ve barıştırmaya çalışırdı. O, Müslümanlar arasında hiçbir zaman fitne, kavga, çekişme, çatışma, ihtilaf çıkaran ve bunları büyütüp körükleyen biri olmadı. Tam tersine ihtilafları ve çatışmaları bitiren veya en azından bitirmeye çalışan biri durumundaydı.

Bütün dini gruplar ve cemaatler de Hoca’nın bu hasbiliğini ve iyi niyetini çok iyi bilirlerdi. Bu yüzden de zaman zaman her meşrep ve meslekten, değişik grup ve cemaatlerden, bunları temsilen hatırı sayılır kimseler onu ziyarete, onunla görüşüp konuşmaya, halleşip dertleşmeye, danışıp fikir almaya gelirlerdi. Kendilerince çok büyük ve önemli saydıkları hizmetlerini ballandıra ballandıra anlatırlar, faaliyetlerinden bahsederler, Hoca’nın da fikir ve düşüncelerini, görüş ve önerilerini sorarlardı. O da bunların hepsini hoş karşılar, anlattıklarını çok büyük bir dikkatle dinlerdi. Yaptıkları iyi ve olumlu çalışmaları, hizmetleri, gayretleri takdirle karşılar, övücü sözlerle, memnuniyetini ifade ederdi. Beğendiği faaliyetlerinden dolayı onları tebrik ve teşvik eder, elinden geldiğince de onlara çok daha yeni, farklı, güzel ve yararlı önerilerde bulunurdu.

Hoca, bir yandan da milletin, memleketin içinde bulunduğu içler acısı durumlara onların dikkatlerini çekerdi. Şimdiye kadar bütün yapılanların yetersizliğini, asıl yapılması gereken çok daha gerekli, önemli ve hayati işlerin de bulunduğunu onlara anlatmaya da çalışırdı. Onlara, sadece rast gele taraftar ve sempatizan kazanmakla, etraflarına cin toplar gibi bir sürü işe yaramaz adamlar toplamakla bir yere varılamayacağını, esas ağırlığın doğru dürüst adam, nesil, ve kuşak yetiştirmeye verilmesini öğütlerdi. Gelişme ve ilerlemenin, güçlenmenin, kalkınmanın ancak bunu sağlayabilecek iyi yetişmiş, nitelikli, eğitimli insanlar yetiştirebilecek uygun ortamlar hazırlamakla, yani nitelikli eğitim ve öğretim kurum ve müesseseleri oluşturmakla mümkün olabileceğini söylerdi. İlim, irfan, kültür, fikir ve sanatın, işe yarar bilimsel ve sistemli bilgilerin ancak kaliteli ve nitelikli adamlar tarafından ve nitelikli eğitim kurumlarında üretilebileceğini anlatmaya çalışırdı. Cemaat olmaktan gelen güçlerini daha çok bu işlere yöneltmelerini ve yönlendirmelerini tavsiye ederdi. Hepsi de hocanın anlattıklarını can kulağıyla ve büyük bir dikkatle dinlerlerdi. Ancak onun sözlerinden ne anladıkları, nasıl anladıkları ve ne kadarını kavrayabildikleri biraz şüpheli ve ayrı bir meseleydi.

Hoca, aklını, fikrini, düşüncesini başkalarının ipoteği altına vermeye de, başkalarını ipotek altına almaya da şiddetle karşıydı. Kimsenin kendisine bağlanmasını, tabi olmasını, izlemesini, peşinden gelmesini istemediği gibi, kendisi de öyle körü körüne kimseye teslim olmaz, aklını, fikrini, düşüncesini, gönlünü başkasına teslim etmezdi. Ama Hak yolda, doğru yolda her zaman, herkesle beraber yürümeye hazırdı. O, hiçbir şey düşünmeden, her adımını başkalarının sözüne göre atan, kurmalı oyuncaklar gibi kuruldukları yere kadar gidebilen ve başkalarının güdümünde olan insanları sevmez ve bunlara adam gözüyle de bakmazdı. İlminin, irfanının, öğrendiklerinin bile onu esir almasına, köle haline getirmesine asla izin vermezdi. Çok iyi bildiklerini ve öğrendiklerini de her zaman sorgular ve test ederdi. İlmin insanı daha fazla özgürleştiren, daha fazla kendi kararlarını alabilen hale getiren yönüne dikkat çekerdi. İlmin insanı köleleştiren değil özgürleştiren, ona Yaratıcısına, kendi nefsine ve bütün insanlığa karşı görev ve sorumluluklarını öğreten, bunları yerine getirebilme güç ve iktidarına ulaştıran bir araç olduğuna inanırdı.

Hoca, günümüz Müslümanlarının genel ve ortak zaaflarını tek tek ve bütün açıklığıyla ortaya koymaya çalışırdı. Bu konularda herkesi uyarmaya, ortak dertlere ve hastalıklara sadra şifa olabilecek çareler bulmaya ve önermeye gayret ederdi. Hoca her zaman, bazı zamane Müslümanlarının, dünyevi iktidar, güç, kuvvet, zenginlik, mevki, makam, para, pul, mal, mülk gibi gelip geçici şeylere aşırı bir hırs ve tamahla bağlanmalarını kabul edilemez diye nitelerdi. Bu hasis emelleri araç değil, amaç, vasıta değil hedef olarak görmelerini, hayatlarının merkezine koymalarını, her şey saymalarını, bir kısmının da bunlara sahip olanlara yaranmak için her şeyi yapmalarını, hatta hakkı hakikati söylemekten bile çekinmelerini, hak sözü eğip bükmelerini bir Müslümana hiç yakıştıramazdı. Hem dünyalarını, hem de ahretlerini mahvedecek bu gibi kötü ahlak ve davranışları nedeniyle bunları kıyasıya eleştirirdi. Hocanın dostluğu da düşmanlığı da, nefreti de de sevgisi de, öfkesi de sükûtu da asla kendi nefsi ve şahsi çıkarları için olmazdı, hep Allah için olurdu. Hoca’daki özelliklere, üstünlüklere, niteliklere sadece eğitimle ve öğretimle ulaşılabilmesi mümkün değildi. Zaten bu farklılıkları ve üstünlükleri yüzünden onun evinden ziyaretçiler gece gündüz hiç eksik olmaz, evi sürekli olarak dolar, boşalırdı.

Ali Yakub Hoca’nın günümüzdeki tasavvuf erbabı geçinenler hakkındaki değerlendirmeleri de çok ilmi, samimi, gerçekçi, sağlam ve isabetliydi. Derdi ki:

“Bence Müslümanlar arasındaki ihtilaflar hep nefsi kusurlardan, bilhassa hasetten kaynaklanıyor. Bugün İslam’a hizmet iddiasıyla ortaya çıkmış bir sürü grup, cemaat ve klik var. Bunların en olumsuz tutum ve davranışlarının başında: ‘Ne varsa bizde var! Herkes yaman biz yahşi; herkes saman, biz buğday!’ anlayışları geliyor. Eskiden bu yolun yolcuları: ‘Âlem buğday ben saman, herkes yahşi ben yaman!’ anlayışındaydılar. Biz şimdiye kadar ne çektiysek ve hala da çekmeye devam ediyorsak hep ‘Ben olayım, başkası olmasın, ben yapayım başkası yapmasın, bende olsun, başkasında olmasın!’ anlayışından kaynaklanıyor. Onların bu yanlış anlayışları ve içten pazarlık halleri ister istemez yaptıkları hizmetlere ve faaliyetlere de karışıyor ve yansıyor. Bu yüzden de bütün çalışmaları, gayretleri, bütün yararlı işleri ve faaliyetleri de verimsiz, semeresiz, atıl ve sonuçsuz hale geliyor.

Nitekim biraz yakından bakıldığında bunların hepsinin, kendilerine göre çok değişik ve çok güzel faaliyetleri de olduğu görülür. Ama bunların çoğu diğerlerini kendilerine rakip olarak görüyorlar, başarılarını çekemiyor, kötülüyorlar, küçümsüyorlar, eleştiriyorlar. Gizliden gizliye, hatta bazen açıkça birbirleri aleyhine çalışıyorlar. Birbirlerinin en iyi ve güzel faaliyetlerine bile destek olmak yerine köstek olmaya çalışıyorlar. Hâlbuki bu çok yanlış, Allah’ın da hiç hoşlanmadığı, hepsini Allah’ın gözünden düşüren, rahmetinden uzaklaştıran bir davranıştır. Böyle bir taassup Müslümana asla yakışmaz. Hâlbuki varsın herkes canla başla başka bir sahada, başka bir alanda çalışsın, farklı bir hayır yolunda yarışsın. Önemli olan yapılan işlerde, sadece Allah’ın rızası gözetilmesidir. Yapılan işler yalnız Allah rızası için yapılırsa, hem işlerine bereket gelir, hem de Allah onların hepsinin yardımcısı olur ve hepsine üstün başarılar, muvaffakiyetler, dünyada da ahirette de çok büyük mükâfatlar verir. Müslümanlar, hayırlı işlerde bir yandan birbiriyle yarışırlarken, bir yandan da birbirini desteklemekle, birbirlerinin yardımcısı olmakla mükelleftirler. Hayırda ve iyilikte birbirine köstek değil, destek olmak zorundadırlar. Müslümanların birbirine köstek olmaları, birbirinin aleyhinde çalışmaları, birbirini kötülemeleri, küçümsemeleri, birbirine haset etmeleri, birbirini kıskanmaları Müslümana hiç yakışmayan çok yanlış tutum ve davranışlardır. Dünya sevgisi, insanın kalbinden kolay kolay temizlenmiyor. Üstelik bu sadece dünya işlerinde değil, ahiret işlerinde de böyledir. Bakarsınız ki, bir âbid bile başka bir âbide haset edebiliyor, onu kıskanabiliyor.

Müslüman din kardeşinden incinse de onu incitmemeli, kendisinden esirgeyene bile vermelidir. Kendisine kötülük yapanlara bile iyiliklerde bulunmalıdır. Dövene elsiz, sövene dilsiz, herkese karşı gönülsüz, gurursuz, kibirsiz olmalıdır. Bu da acizlikten, çaresizlikten, güçsüzlükten değil; sırf Allah için ve Allah’ın rızası gözetilerek yapmalıdır. Müslüman, özellikle diğer Müslümanlara karşı çok hoşgörülü ve müsamahakâr olmalı, onlarla boş, anlamsız, gereksiz tartışmalara, çekişmelere, çatışmamalara girmemeli, bunlara zemin hazırlamamalı, mümkün mertebe bunların önünü kesmeye çalışmalıdır. Mesela, bir Müslüman kardeşin karşına çıkıp da sana:

  • Sen hiç bir şey bilmezsin, hiçbir şeyden anlamazsın! Cahilin

tekisin!’ diyebilir. Buna karşı kendinin ne kadar bilgili olduğunu ispat etmeye, bilgiçlik taslamaya, hatta ondan daha alim olduğunu iddia ederek cedelleşmeye kalkışmanın hiçbir gereği, faydası ve anlamı yoktur. Böylelerini kırıp dökmek, boş yere onun da cahilliğini, yalancılığını ispata çalışmak ve yüzüne vurmak yerine, duruma göre gönül alıcı, bozulmuş ilişkileri onarıcı şeyler bulup söyleyebilmek en iyisidir. Örneğin gerekiyorsa:

  • Peki, kardeşim öyle olsun! Belki de doğru söylüyorsundur! Eğer

benim bilmediklerimi sen biliyorsan ne mutlu bize! Allah’a çok şükür ki, ikimiz birden cahil değiliz! Benim bilmediklerimi senin bilmen, ikimiz için de kazançtır. Bildiklerini Allah rızası için benimle de paylaş, bana da öğret! gibi sözlerle onu, kendi nefsine tercih ettiğini gösterebilmelisin. Onun bildiklerinden yararlanmaya, neyi bilip, neyi bilemediğini kendisinin de anlamasına yardımcı olmaya çalışman, şüphesiz daha iyi bir yol ve yöntemdir.

İnsan, gereksiz yere tartışmaya, çekişmeye, çatışmaya girmekten kaçınmalıdır. Bu, Müslümana çok daha fazla yakışan bir tutumdur. İnsan, böylece hem Müslüman kardeşinin nefsini, hem de kendi nefsini kafese kapatmış, elini kolunu bağlamış, yolunu vurmasını engellemiş olur. Allah rızası için, bütün Müslümanları kendisinden daha üstün ve daha değerli görmek: ‘Herkes yahşi ben yaman, herkes buğday ben saman!’ diyebilmek en güzel erdemdir. Allah, Allah’ın rızasını kazanmak için kendi nefsini alçaltanları yükseltir. İnsan, Müslüman kardeşini her zaman kendi nefsine tercih etmeli, bunu da yeri geldiğinde göstermeli ve ispat edebilmelidir. Resulullah’a bile neler yaptılar ama o bunların hepsine sabretti. Allah Peygamberinin bu ahlakını şöyle övüyor: ‘Allah’ın rahmeti sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen, sert ve katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Öyleyse onları affet ve bağışlanmalarını dile! (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 159).’

Biz sabrın önemini, değerini, kıymetini bilmiyoruz, o yüzden de sabredemiyoruz. Ama sabır çok büyük bir iş, çok büyük bir mücadeledir. Biz de Peygamberimizin yaptığı gibi, özellikle mümin kardeşlerimize her konuda ve her şeye rağmen, hatta bize kötülük etseler, bizi incitseler bile hep iyilik, iyilik, iyilik edebilirsek, en sonunda hem onların yaptıklarından utanmalarının ve birbirimizi daha çok anlayıp sevebilmenin, hem da Allah’ın hoşnutluğunun, yardım ve desteğinin yolunu açmış oluruz.

İnsandaki şu nefis, benlik, enâniyet, egoizm, bencillik duygusu, ‘Ben, ben!’ iddiası var ya, bunlar şeytandan bile beterdir ve çok daha tehlikelidir. Çünkü şeytan da zaten bunları kullanır, bunlarla insana yaklaşır. Şeytan’ın bir adı da İblis’dir. O da bir zamanlar Allah’a en çok ibadet ve taatte bulunan kullarından biriymiş. Ama kibri ve hasedi onu şaşırtmış. Nefis, insana şeytandan daha yakındır ve ondan hiç ayrılmaz. Seni, bırakmaz ki, Allah ile olasın. İnsan, imparator olur ama adam olamaz, insan-ı kâmil olamaz. Çok savaşlar yapar, savaş meydanlarında çok büyük mücadeleler verir, çok büyük savaşlar kazanır ama kendi nefsini yenemez. Dünyaya hâkim olur ama kendi nefsine hâkim olamaz. Her yeri fetheder ama kendi nefsini feth edemez. Çünkü insanın başkasıyla savaşması, vuruşması, çarpışması, mücadele etmesi, kendi nefsiyle yüzleşmesinden, vuruşmasından, savaşmasından, çarpışmasından çok daha kolaydır. İnsan başkasına kolay vurur ama kendi nefsine vurması o kadar kolay değildir.

İnsanın, kalbindeki kıskançlık, haset, kin, öfke, hırs, tamah gibi hastalıkları ve yaraları tedavi edebilmesi, salim, selim ve sağlıklı bir kalbe sahip olması ancak çok az insana nasip olabilecek büyük bir bahtiyarlıktır. Çok az insan bunlardan kendisini kurtarabilir. Zaten onlara da insan-ı kâmil denir. Kamil ve olgun insan, bütün insanlardan hoşnut ve razı olan, kimseye haset etmeyen, kin gütmeyen, incinse de incitmeyen insandır. İşte esas elde edilmesi gereken güç ve iktidar bu iktidardır. İşte tasavvuf, insana nefsini eğitmeyi, temizlemeyi, arındırmayı, tezkiye ve tasfiyeyi öğretir.

Bu işler de öyle birden bire ve kolayca olabilecek şeylerden değildir. Yani hiç de kolay bir şey değildir. Bu dünyada en büyük mücadeleyi gerektiren şey budur. Kimi bir senede, kimi iki senede, kimi yirmi senede, kimi elli senede, kimi bir ömür boyu uğraşır da bu yolda belli mesafeler kat eder, belli derecelere yükselir. Kimisi de hiçbir yol kat edemez, hiçbir dereceye yükselemez. Böyle bir gücü ve iktidarı elde edebilmek için, insanın her şeyiyle Allah’a yönelmesi, O’ndan yardım istemesi, mütevazı olması, eksiğini, noksanı görüp kabul etmesi ve düzeltmek için çok çalışması; bu yolda merhale kat etmiş olanların yardımını ve desteğini alması gereklidir. Ne olursa olsun, yine de bu yolda, bütün ömrü boyunca sabırla, inançla, yavaş yavaş ve sağlam adımlarla ilerlemeye çalışmaktan geri durmamalıdır.

TASAVVUF ÖNDERLERİYLE MÜNASEBETLERİ

Ali Yakup Hoca, tasavvufa çok meraklı, tasavvufu çok seven, kendisi de dervişmeşreb, kalendermeşrep, rindmeşrep biriydi. Tasavvuf üzerine çok geniş çalışmaları, araştırmaları olmuştu. Türkiye’de tasavvuf irfanına onun kadar sahip başka birini bulabilmek imkânsız denecek kadar zordu.

Ali Yakub Hoca, tasavvuf yolunun samimilerine, bu yolda, ihlasla, aşkla, şevkle hizmet etmeye çalışanlara da, bazı konularda kendileriyle her bakımdan aynı fikirde ve kanaatte olmasa bile, büyük saygı gösterirdi. Onların ufak tefek eksiklerini, hatalarını hoş görür, olumlu, iyi ve güzel taraflarını ise öne çıkararak sitayişle, sevgi ve saygıyla söz ederdi. Örneğin Rahmetli Mehmet Zahit Kotku (1897-1980), Rahmetli Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi (1892-1984) ve Mahmud Ustaosmanoğlu Efendi (1929-2022), onun en samimi olduğu; çok yakın, candan, dostluk, muhabbet, kardeşlik, sevgi, saygı, gönül bağı kurduğu şahsiyetlerdendi. Onlarla baş başa özel sohbetler yapar, sık sık görüşür, konuşur, sohbet eder, fikir, bilgi ve görüş alışverişinde bulunurdu. Hoca, her fırsatta onlarla bir araya gelmeye, onları ziyaret etmeye çalışırdı. Onlar da Hoca’yı çok severler, sayarlar, kendilerinden bilirler, hatta kendi öz ihvanlarından, müritlerinden, talebelerinden, yoldaşlarından, gönüldaşlarından çok daha ileri tutarlardı. Öyle ki, bu yüz yüze görüşmelerin, özel sohbetlerin arası biraz açılacak olsa bu zatlar, Hoca’yı ararlar, sorarlar, davet ederler, bazen de kendileri bizzat onun ziyaretine gelirlerdi.

Ali Yakup Hoca, çok mütevazı ve mahviyetkâr bir insan olduğu için, onların kendisine karşı gösterdikleri rağbet, ilgi, iltifat, hürmet ve muhabbet gibi şeylerden hiç bahsetmezdi. Ama bunu çok yakından bilen, kendi gözleriyle görüp şahit olan sayılamayacak kadar çok kimse vardır. Bu yüzden de herkes tarafından çok iyi bilinir, özel sohbetlerde dillendirilirdi. Ben de onun bu zatlarla ilişkileri konusunda kendi ağzından fazla şey duymadım. Ama bizzat görenlerden, duyanlardan ve şahit olanlardan çok şeyler dinledim.

ALİ YAKUP HOCA-MEHMET EFENDİ İLİŞKİSİ

Ali Yakup Hoca, Mehmet Zahit Kotku Efendi’nin çok mübarek, ihlas sahibi, temiz, çok hoş sohbet, ilim ve hal sahibi, büyük bir insan olduğunu söylerdi. Onun özellikle de mahviyetkâr, Allah’a yakın ve bağlı halini çok beğendiğini, bu halinin kendisini de çok etkilediğini ifade ederdi. ‘Azizim, bu işler sadece kuru ilimle olmaz! Hal de lazım! Yaşamak lazım! İnsan kavvâl (geveze, çok konuşan) değil, fa’âl (çok gayretli ve çalışkan) olmalıdır! Mehmet Zahit Efendi de hal ehli, Allah’a bağlı, Allah aşığı, tam bir Allah adamıdır. Nur gibi bir insan! Bu memlekette de çok insan yetiştirdi. Onlara yön verdi, ruh verdi, böylece bu ülkeye çok büyük hizmetleri oldu. Allah kendisinden ve onun gibilerden razı olsun!’ derdi.

Mehmet Zahit Kotku Efendi de onu çok severdi. Onunla bir araya gelmekten, başta tasavvuf konuları olmak üzere her konuda sohbet etmekten, karşılıklı fikir alışverişinde bulunmaktan çok memnun kalırdı. Hatta mutat sohbetlerinden birinde kendisi sohbete başlamadan önce Ali Yakup Hoca’nın da geldiğini görünce: ‘Buyur, Ali Yakub Efendi Kardeşim, bugün de seni dinleyelim!’ diyerek sohbeti onun yapmasını teklif etmişti. Ali Yakup Hoca bu iltifat ve alicenaplıktan dolayı hem çok mahcup olmuş, hem de çok memnun olmuştu. Kendisinin istifade etmeye geldiğini söyleyerek, nazikçe özür beyan etmişti.

Mehmet Zahit Efendi, günün birinde Ali Yakup Hoca’ya şöyle bir teklifte bulunur: ‘Yahu Ali Yakup Efendi Kardeşim! Mâşâallah, siz, gece-gündüz hiç durmadan ne güzel talebe yetiştiriyorsunuz! Doğrusunu isterseniz, sizin gibi birinden ders okumak çok büyük bir nasip ve bahtiyarlıktır! Biliyorum çok meşgulsün! Ama ne olur, bizi de bundan mahrum etme! Bizi de, talebeliğine kabul buyur! Uygun bir eser seçelim de gelin beraberce okuyalım!’ Ali Yakup Hoca, bu tür teklifleri kolay kolay reddedemezdi. Epeyce istişarelerde bulunduktan sonra bir kitap üzerinde anlaşmışlar. Ders gününü de belirlemişler. Sıra derslere başlamaya gelmiş. Mehmet Efendi, ilk derste seçtikleri kitapla beraber, şık bir sopa da hazırlamış. Bu sopayı Ali Yakup Hoca’ya uzatarak: Hocam, bizi okuturken öyle boş ve serbest bırakma! Biraz sıkıştır! Eğer tembellik edecek olursak, gerektiğinde bunu da kullan!’ diye latife etmişti.

Mehmet Efendi böylece çevresindekilere, hem Ali Yakup Hoca’nın ne kadar değerli ve saygın bir insan olduğunu ihsas ettirmişti. Ayrıca ilim öğrenmenin ne kadar gerekli, önemli ve ciddi bir iş olduğu, bunun yaşının başının olmadığı, âlimlere çok saygı gösterilmesi gerektiği mesajını da vermek istemişti. Seçtikleri bu kitabı bir müddet beraberce okumuşlar. Ama daha sonra araya Mehmet Efendi’nin bazı ciddi sağlık sorunları girmiş devamını getirememişler.

ALİ YAKUP HOCA-MAHMUT EFENDİ İLİŞKİSİ

Hoca, Mahmut Efendi’nin ihlasını, takvasını, samimiyetini de çok takdir ederdi. Zaman zaman birbirlerini ziyaretine gider-gelirler uzun uzun sohbet ederlerdi. Bazı konularda aralarında ufak tefek fikir ayrılıkları olsa da birbirlerine çok değer verirlerdi.

Ali Yakup Hoca’nın şalvarı, cübbesi, sarığı, hatta ilk zamanlar sakalı bile yoktu. Fakat Mahmut Efendi, bu konuda ona bir şey söylemez, kendisini çok sever, ilmini ve irfanını da çok takdir ederdi. Özellikle tasavvuf konularında onunla sohbet etmekten çok hazzederdi. Mahmut Efendi’nin ricası üzerine Ali Yakup Hoca, bir ara İsmailağa’daki kurslarda, özellikle kız öğrencilere, ders vermeye başlamış, felç geçirip yatağa düşene kadar da buna devam etmişti

Mahmut Efendi, sakal, cübbe, şalvar, sarık gibi konularda Ali Yakup Hoca’ya bir şey demezdi ama etrafındakiler bu konulardaki ısrarlarını bazen taciz ve baskı derecesine vardırıyorlarmış. Henüz geçimini temin için çalışmak zorunda olan Hoca, işinin sakal bırakmasına engel olduğunu, emekli olur olmaz bırakacağını anlatmaya çalışıyor: ‘Azizim! Niyetim var! İnşaallah yakında ben de sakal bırakacağım!’ diye ısrarcıları geçiştirmeye çalışıyormuş. Fakat yine de Hoca’nın yakasını bırakmıyorlar, ısrarlarının da ardı arkası kesilmiyormuş.

Sonra nasıl olmuşsa olmuş, Hoca emekliliğine kısa bir süre kala sakalını azat etmiş. Böylece Mahmut Efendi’nin müritlerinin tacizlerinden ve sıkıştırmalarından da kurtarabilmiş. Hala fabrikada çalışmaya devam ettiği günlerden birinde İmdat Kaya Hoca, bir iş için fabrikaya gelmiş. Bu arada Ali Yakub Hoca’nın bürosuna da uğramış. Hoca, yarı şaka, yarı ciddi İmdat Kaya’ya şöyle takılmış:

  • “Yahu Azizim! Şu bizim Mahmut Efendi’nin etrafındakiler, bir an

önce sakal bırakayım diye beni öyle sıkıştırdılar, taciz ettiler ki, bana emekli olmayı bile bekletmediler. Ben de, yahu şu mübarek sakalı bir de ben azat edeyim. Bu kadar ısrar ettiklerine göre bunda mutlaka bir hikmet ve bereket vardır. Herhalde sakal, adamı tepeden tırnağa, üstelik içiyle dışıyla değiştiren bir şey olmalı! Ben de emekliliği beklemeyeyim, bir an önce bırakayım bakalım, bende ne değişiklikler olacak? Dedim, sakalımı bıraktım. Bırakmasına bıraktım ama azizim nedense bende hiçbir değişiklik olmadı. Ben sakal bırakmadan önce de aynı Ali Yakup idim, şimdi de aynı Ali Yakup’um! O, zaman bana bu kadar tacizi niçin yaptılar, beni niye bu kadar acele ettirdiler, ben pek anlayamadım? Yoksa bende mi yanlışlık var?”

ALİ YAKUP HOCA-SAMİ EFENDİ İLİŞKİSİ

Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi de Hoca’nın en çok sevdiği, saydığı, ziyaret ettiği Allah dostlarındandı. Ali Yakup Hoca’yla Sami Efendi arasında çok büyük bir ülfet, muhabbet, dostluk, samimiyet ve yakınlık vardı. Belki bu dostlukta her ikisinin de kendi ellerinin emeği ve alın terleriyle geçimlerini sağlayabilmek için muhasebecilikle uğraşmalarının, yani ten kazancında da meslektaş olmalarının bir nebze etkisi olmuş olabilir. Ali Yakup Hoca, Sami Efendi’den; çok takva sahibi, münevver, mütefekkir, kendini ortaya atmaktan hoşlanmayan, mütevazı, mübarek bir insan olarak sitayişle bahseder, onun salahının ve takvasının kendisine çok tesir ettiğini söylerdi.

Ali Yakup Hoca’nın İstanbul’un ve Türkiye’nin ileri gelen bu tasavvuf önderleriyle aralarındaki dostluk ve samimiyet, karşılıklı ülfet ve muhabbet, bunların müritlerini, talebelerini, en yakınlarını bile kıskandıracak, hatta bazen öfkelendirecek, çileden çıkaracak boyutlardaydı. Öyle ya, kendilerinin yere göğe sığdıramadıkları, bazen ölçüyü endazeyi kaçıracak kadar yücelttikçe yücelttikleri Efendilerinin, Şeyhlerinin böyle sıradan, üstelik kendilerinin ihvanından, mürîdândan bile saymadıkları birisine bu kadar büyük sevgi ve saygı beslemesini, itibar etmesini bir türlü hazmedemiyorlar, kabul edemiyorlar, içlerine sindiremiyorlardı. Örneğin, Hoca’nın kılık kıyafeti, Mahmut Efendi cemaatinin ölçülerine hiç uymuyordu. Bir kere cübbesi, sarığı, şalvarı olmadığı gibi, sakalı bile onların anlayışına göre çok geç bırakmıştı. Buna rağmen Efendi Hazretleri’nin bu kılıksız adama niye bu kadar değer verdiğine, itibar ettiğine bir anlam veremiyorlardı. Zaman zaman kendileri gibi sakal bırakması, cübbe ve şalvar giymesi, sarık sarması gerektiği konusunda Hoca’ya direkt veya dolaylı yollardan telkinleri, imaları olsa da, Efendi Hazretleri’nin kulağına gider korkusuyla fazla ileri gidemiyorlardı.

Bu tasavvuf önderlerinin çevresindeki derviş ve müridan taifesinden, zaman zaman ölçüyü endazeyi kaçıranlar, işi saygısızlık boyutlarına kadar ulaştıranlar da eksik olmuyordu. Bir defasında Hoca’nın evinde Emin Saraç Hoca’nın da bulunduğu bir sohbet sırasında, günümüz tasavvufundan ve tasavvuf erbabından söz açılmıştı. Ali Yakup Hoca’nın yakın bir zamanda bu mürîdân taifesinden birilerine çok kızmış, gücenmiş, sinirlenmiş bir hali vardı. Bazı Allah dostlarının etrafını bir sürü madrabazın, dalaverecinin, üçkâğıtçının, menfaatçinin, ham halat, cahil cühelanın sardığından, onlara da, İslam’a da, Müslümanlara da, tasavvufa da çok büyük zararlar verdiklerinden yakınıyor, bunlara verip veriştiriyordu. Ben onu şimdiye kadar pek bu kadar sinirli görmemiştim.

Bir ara kendisi yanımızdan ayrıldığında Emin Saraç Hoca’ya, Hocamın bazı tasavvuf erbabına niye bu kadar kızdığını sormadan edemedim. Emin Saraç Hoca, kısa bir süre önce tatsız bir olay yaşadığını, Hoca’nın biraz da bundan dolayı böyle sinirli olduğunu söyledi.

Emin Saraç Hoca’nın anlattığına göre; Sami Efendi, Ali Yakup Hoca’yı çok sever, sayar, takdir eder, onunla her zaman görüşmek, konuşmak, sohbet etmek, fikir alışverişinde bulunmak isterdi. Hatta ziyaretlerinin ve görüşmelerinin arası biraz açılacak olsa, onu arar, sorar, özlediğini belirtip ısmarlardı. Bir ara meşguliyetlerinin çokluğu nedeniyle Ali Yakup Hoca’nın Sami Efendi’yi ziyaretlerinin arası biraz açılmıştı. Sami Efendi, Ali Yakup Hoca’yı tanıyanlardan biriyle kendisine:

  • Ali Yakup Efendi kardeşimiz nerelerde kaldı? Epey zamandır

görüşemedik; özledik! diye haber göndermiş. Ali Yakup Hoca, bu haberi alınca, hemen ilk fırsatta onu ziyarete gitmiş. Ali Yakup Hoca, daha kapıda görünür görünmez, Sami Efendi öyle sevinmiş ki, hemen yerinden fırlamış. Müritlerinin şaşkın bakışları arasında onu karşılamak için kapıya doğru koşturmuş. Bir yandan da:

– Ooo Ali Yakub Efendi Kardeşim gelmiş! Hoş gelmişler! Safalar

Getirmişler! Nerelerde kaldınız! Kendinizi çok özlettiniz! diyerek sevincini ve memnuniyetini ifade etmeye çalışıyormuş. Önce Hoca’yı hasretle sıkı sıkıya kucaklamış. Sonra da Hoca’ya doğru elini uzatmış. Ali Yakup Hoca musafaha edeceklerini sanmış. O da elini uzatıverince Sami Efendi, hemen olağanüstü bir çeviklikle Ali Yakup Efendi’nin elini kaparak, öpüp alnına götürüvermiş. Ali Yakup Efendi çok mahcup olmuş, ne yapıp edeceğini şaşırmış. Çok kalabalık bir cemaatin gözleri önünde olan bu olay, özellikle Efendi Hazretlerine yakın ihvan ve müritler üzerinde şok etkisi bırakmış. Bu durum bazılarının hiç hoşuna gitmemiş. Yere göğe sığdıramadıkları şeyhlerinin, Efendi Hazretlerinin böyle mütevazı, kılıksız, kıyafetsiz birine bu derece saygı gösterip ayağa kalkması, onu kapıda karşılaması, üstelik bir de bu kadar insanın önünde onun elini öpmesi çok ağırlarına gitmiş. Tabii Sami Efendi’ye bir şey söyleyememişler. Herkes oturmuş, güzelce sohbet etmişler. Akşam cemaat dağıldıktan sonra, ihvanın önde gelenlerinden birisi dışarıda Hoca’nın önünü kesmiş:

  • Dur bakalım! Sen kim oluyorsun da, böyle herkesin önünde Efendi

Hazretlerine elini öptürüyorsun? diye çıkışmış, demediğini bırakmamış. Hoca:

  • Azizim, sana ne? Ben hiçbir şey değilim! Ayrıca ben, hiçbir zaman, hiç

kimseye el öptürmem! Öyle bir âdetim yoktur! Efendi Hazretlerine niye öptüreyim?! Önce o bana elini uzattı. Musafaha edeceğimizi düşünerek, ben de ona elimi uzattım. Uzatmasa mıydım? Efendi Hazretlerinin elini havada mı bıraksaydım? Fakat ben, daha ne olduğunu, nasıl olduğunu anlayamadan, Efendi Hazretleri birden bire elimi kapıp öpüverdi. Ben de çok şaşırdım, mahcup oldum. Yerin dibine girdim ama ne yapayım? Niye böyle bir şey yaptı, ben de anlayamadım. Ben, Efendi Hazretlerine hürmetimden ve edebimden ona bunun sebebini soramam. Eğer çok merak ediyorsan, Efendi Hazretlerine git sen sor! Bir şey öğrenebilirsen bana da haber ver! Üstelik ben, bugün buraya kendiliğimden gelmedim. Efendi Hazretleri beni çağırmış, haber yollamış ısmarlamış, onun için geldim. Ben burada Efendi Hazretlerinin misafiriyim. Senin bu yaptığın ise çok büyük bir edepsizlik ve terbiyesizliktir! demiş.

EVLİYALIĞIN ŞARTI

Ali Yakup Hoca, Diyanet’in Haseki Eğitim Merkezinde hocalık yaparken, aşağı yukarı bütün öğrencilerin ve hocaların katılımıyla karayoluyla bir umre seyahati de düzenlenir. Hoca, her zamanki alışkanlığıyla yolculuk boyunca çok az yemek yer, çok az uyur ve çok az konuşur. Genellikle Kur’an okumakla, zikirle ve fikirle meşgul olur. Fakat hocalardan biri İstanbul’dan çıktıkları andan itibaren yol boyunca ve günlerce durmadan genelde tasavvuf konulu ve sözün sonunda hep kendini övücü konuşmalarla bütün yolcuları canından bezdirir. Durmadan mürşitlikten, insanı kâmil olmaktan, keramet ehli, Allah dostu, evliyalıktan atar durur. Çoğunun başı sonu, aslı esası olmayan hikâyelerinin, laflarının ardı arkası kesilmez. Bereket versin bu zat çok uykuya ve yemeğe düşkün olduğu için ancak uzun uyku fasılları sırasında ve yemek esnasında ağzındakini çiğnerken kulaklar ve kafalar biraz olsun rahat edebilir. Ali Yakup Hoca’nın da bu işe epeyce canı sıkılır ama yine de bir şey söyleyip onu bozmak istemez, sabreder. Fakat günler boyu bu böyle devam ettikten sonra artık kimsede daha fazla tahammül edebilmeye mecal kalmaz. Bu boşboğaz zata haddinin bildirilmesi zamanı çoktan gelip geçmiştir bile. Ama bu işi kim yapacak. Ali Yakup Hoca’yı çok seven ve yakından tanıyan talebeler bunun hakkından da ancak onun gelebileceğini çok iyi bilmektedirler. Günler sonra yine bir yerde yemek molası verilir. Ama boşboğaz zattan yemek sırasında da aman yoktur. Yine pes perdeden tasavvuftan bahsetmeye, kendisinin bu yolda ne büyük merhaleler kat etmiş biri olduğunu anlatmaya, sözde kerametlerini anlatmaya, sayıp dökmeye başlar. Bir müddet sonra aynı sofrada bir kenarda sakince kendi halinde oturan, fazla bir şey yemeyen ama sofradakilere eşlik etmiş olmak için arada bir ağzına ufak tefek lokmalar atan, düşünceli hali ve gereksiz konuşmadan rahatsızlığı gözden kaçmayan hoca’ya talebelerden biri öbürünün sesini bastırabilecek yüksek bir ses tonuyla bir soru yöneltir.

  • Ali Yakup Hocam! Size bir şey sorabilir miyim?
  • Tabii evladım, buyurun, sorun!
  • Hocam, bizim tasavvufta ne ileri merhalelere ulaştığından söz eden,

ne büyük bir veli olduğunu iddia eden, kerametlerini saymakla bitiremeyen hocalarımız var. Ama sizin hiç velayetinizden, kerametinizden bahsettiğinizi duymadık. Sizde hiçbir şey yok mu hocam!

  • Evlat bunu niye bana soruyorsunuz. Siz hepiniz yüksek dini tahsil

yapmış, üstelik bu işin ihtisasını da yapan adamlarsınız. Siz kimin ne olup ne olmadığını kendiliğinizden bilemiyorsanız, okuduklarınızı boşuna okumuşsunuz, bir şey anlamamışsınız demektir.

  • Vallahi Hocam, biz de az çok bir şeyler biliyoruz ama, bir de sizden

dinlesek.

  • Evlat bir kere tasavvuf kal (laf, söz) işi değil, hal işidir. Yani lafla,

sözle olmaz yaşayışla olur. Bir adamın lafına değil yaşayışına bakarak durumunu değerlendireceksiniz. Bu konuda ‘Bilen söylemez, söyleyen bilmez!’ demişler.

  • Evet çok doğru hocam!
  • Hal demişken, gerçek tasavvuf erbanın en önemli üç hali, yani özelliği

hemen hemen tasavvufla ilgili bütün kitaplarda geçer. Bunların ne olduğunu burada bilmeyen yoktur. Birisi saysın da hatırlayalım.

  • ‘Kıllet’ü’t-taâm, kıllet’ül’kelam, kıllet’ül’menam’ değil mi hocam!
  • Aynen öyle! Az yemek, az konuşmak, az uyumak. Öyle tıka basa,

aksırıncaya tıksırıncaya kadar yemekle, olur olmaz, gerekli gereksiz, aklına geleni sayıp söylemekle, yirmidört saatin çoğunu uykuda geçirmekle evliya değil, alelâde derviş ve talip bile olunmaz.

  • Ya kerametler hocam!
  • Gerçek veli, Allah dostu keramet ehli olduğunu ilan etmez. Gerçek

veliler, kerametlerini kadınların aybaşı kanını sakladıkları gibi saklarlar. Tutup dünyaya ilan etmezler.

  • Vallahi hocam! Sözlerinizden çok yararlandık. İnşallah herkes de

yararlanmıştır. Ama sizin haliniz, sözünüzle söylemediğiniz çok şeyin şahidi. Bence evliyalık, keramet iddia edenlerden siz daha büyük evliyasınız.

  • Evet, boşuna bilen söylemez, söyleyen bilmez dememişler.

O zata işittirmek için yapılan bu karşılıklı konuşma çok etkili olur. Umreye gidip gelinceye kadar bir daha böyle gereksiz palavralar atamaz, atsa da kimseye dinletemez. Herkes de hocanın sayesinde kafaları dinç, rahat ve huzur içinde umrelerini yapıp dönerler.

ALİ NİHAT TARLAN’A TASAVVUF DERSİ

Ali Yakup Hoca zaman zaman: ‘Yahu Azizim! Memlekette ağız tadıyla sohbet edilebilecek doğru dürüst kimse kalmadı!’ diye nitelikli insanların sayılarının gitgide daha da azalmasından dolayı üzüntülerini dile getirirdi. Bu arada ilim, irfan, kültür, sanat, edebiyat alanında görüşüp konuşabileceği; fikir, bilgi ve tecrübe alışverişinde bulunabileceği, konuşulmaya değer kim varsa araştırır, soruşturur, onlarla bir araya gelip sohbet edebilmenin çarelerini arardı. Bir ara kendisine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü emekli Profesörlerinden ‘Dîvan Edebiyatı Mütûn Şarihi’ Ali Nihat Tarlan Hoca’dan bahsedilir. Kendisini çok methederler. O da kendisiyle görüşmeyi çok arzu etmiş.

Nihayet randevu alınıp, Ali Nihat Hoca’nın Yakacık’taki Kartallı Köşkü’ne ziyarete gidilmiş. Özellikle edebi konularda çok güzel ve yararlı uzun sohbetler olmuş. Her iki taraf da birbirini tanıdığına çok sevinmiş. Hoca, onun edebiyat konusundaki engin bilgi ve tecrübesinden çok etkilenmiş. Bir ara söz dönmüş dolaşmış, Divan edebiyatının temel konularından biri olan tasavvufa gelmiş. Ali Nihat Bey, sözü, tasavvuf ehli ile din ve şeriat erbabı arasındaki anlayış farklılıklarına getirmiş ve tasavvufun daha toleranslı, hoş görülü olduğuna, tasavvufun özünde genişlik, rintlik ve hoş meşreplik gibi rahatlıkların yattığına getirmiş.

Fakat Ali Yakup Hoca bu görüşe pek katılmamış: ‘Azizim! Hep öyle söylerler ama ben pek bu görüşte değilim. Çünkü ben konuya başka bir açıdan bakıyorum. Benim baktığım taraftan mesele çok daha farklı görünüyor.’ demiş.

Ali Nihat Hoca çok heyecanlanmış ve meraklanmış: ‘Aman efendim; lutf ediniz de söyleyiniz! Doğrusu ben, sizin görüşünüzü çok merak ettim!’ diye sormuş.

Ali Yakup Hoca bu konudaki görüşünü şöyle açıklamış: ‘Azizim! Aslında hoş görülü olan, rahat ve kolay olan şeriattir. Neden derseniz, şeriat, Allah’ın kullarına ilahi teklifidir. Şeriatta helaller de haramlar da emirler de yasaklar da bellidir. Üstelik şeriat, öyle insanın yapamayacağı altından kalkamayacağı kadar, ağır ve zor da değildir. Şeriat, insandan sadece, farz, vacip, sünnet gibi yerine getirilmesi gereken sınırlı sayıdaki yükümlülükleri yerine getirmesini, haram ve mekruh gibi az sayıdaki yasaklardan da kaçınmasını ister, hepsi bu kadardır. Bunlara uyan karşılığını görür, uymayan da sonucuna katlanır. Ama tasavvuf öyle mi? Bir kere tasavvuf şeriata ters veya ona aykırı bir şey olamaz. Çünkü nihayetinde şeriatı temel alan, onun üzerine bina edilmiş bir şeydir! Şeriata aykırı ve ters tasavvuf zaten olamaz. Ona tasavvuf değil sapıklık veya sapkınlık denir. Tasavvuf ehli de, öncelikle şeriatın herkese emrettiği şeyleri eksiksiz olarak yerine getirmekle yükümlüdür. Bundan sonra da tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için daha bir sürü başka yükümlülükleri, görev ve sorumlulukları da yerine getirmek zorundadır. Örneğin halvetlere girmek, çileler çekmek, beş vakit namazın üzerine daha pek çok gece ve gündüz namazları eklemek, otuz günlük Ramazan orucunun üzerine daha başka oruçlar tutmak, geceleri kaim (ibadetle geçirmek), gündüzleri sâim (oruçlu) olmak mecburiyetindedir. Sadece haramlardan, mekruhlardan değil, çoğu mübahlardan, helallerden de uzak durmalıdır. Ömür boyu tetikte olmalıdır. Nefsini ve kendisini sürekli gözetim altında tutmalıdır. Türlü eziyet ve sıkıntılarla onu terbiye etmelidir. Her gün, belli zamanlarda belli tesbihleri, tehlilleri, tekbirleri, zikirleri, virdleri, duaları düzenli olarak okumalıdır. Yani tasavvuf insana, şeriatın zorunlu ve yükümlü tutmadığı daha başka bir sürü görev ve sorumluluklar da yükler. Dolayısıyla zor olan şeriat değil, tasavvuftur, kolay olan da tasavvuf değil, şeriattır.’

Hocayı dikkatle dinleyen, Ali Nihat Tarlan ona hak verir ve: ‘Gerçekten doğru söylüyorsunuz üstadım! Doğrusu meseleye bu açıdan bakmak, benim şimdiye kadar aklıma bile gelmemişti. Ufkumu genişlettiniz, bakış açımı değiştirdiniz! Size çok teşekkür ederim!’ der.

İNFAK VE TASAVVUF

Ali Yakup Hoca, cimrilerden ve özellikle de cimri zenginlerden hiç hoşlanmazdı. Hocamın dersleri çok zevkli ve faydalı geçtiği için talebelerin üç dört misli de dinleyici bulunurdu. Bunların içinde oldukça zengin kimseler de vardı. Fakat Hoca lafını hiç esirgemez, yeri geldikçe cimri Müslümanları kıyasıya eleştirir, yerden yere vururdu. Derdi ki:

“Azizim! “Bugünün zenginleri çok cimrileşmiştir. Öyleleri var ki: “Beş kuruş ver, bir Müslüman ipten kurtulacak!” desen, vermez, hiç umurunda bile olmaz. Sonra da kalkar, falan veya filan şeyhe intisab ederek, iki günlük dervişlikle ucuz yoldan cenneti de kazanmaya kalkar. Niye? Şundan bundan, ‘Efendim, şu tesbihatı, şu evradı, şu dua ve istiğfarı veya salat ve selamı şu kadar sayıda çekenler, cennette şu derecelere ererler!’ diye duymuş. Bakmış para pul harcanmadan bedava cennet de var, ona da hevesleniyor. Sahtekârla tamahkâr kolay anlaşırmış. Bazı sahtekârlar ve dalavereciler bunları kandırıyorlar, bunlar da işlerine öyle geldiği için kolayca kanıveriyorlar. İşin aslını ve esasını araştırmak akıllarına bile gelmiyor. Sakın yanlış anlaşılmasın! Benim tasavvufa, bu yolun samimilerine, zikre, tesbihe, dua ve niyaza bir itirazım yok! Ben de şahsen dervişmeşreb, kalandermeşrep bir adamım; tasavvufu da çok severim. Tasavvuf üzerine az çalışmadım. Bana göre tasavvuf, İslam’ı ihlasla, aşkla, şevkle yaşamanın yoludur. Ben de bu yolda elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Keşke daha fazlasını yapabilsem! Benim sözüm cimri zenginlere… Geçenlerde bana dersten sonra pek tanımadığım birisi geldi:

  • Efendim, ben bir yere intisab ettim. Bana ders olarak şu

duaları, virdleri, tesbihatı, istiğfarı, şu salat ve selamları verip her gün düzenli olarak çekmemi söylediler. Bunları okuyanlar, çekenler, cennette çok büyük derecelere, makamlara ve nimetlere ereceklermiş. Siz ne dersiniz, bunlara mı devam edeyim mi, yoksa sizin bana başka bir tavsiyeniz olabilir mi? şeklinde bir soru sordu. Ben de kâğıda şöyle bir göz atıp dedim ki:

– E güzel, azizim! Allah’ı tesbih etmek, O’na hamd etmek, O’nun yüceliğini hatırlamak, emir ve yasaklarını öğrenip yerine getirmeye çalışmak, O’na bol bol dua etmek, hatalarımızdan pişmanlık duyup tevbe ve istiğfarda bulunmak, peygamberine salat ve selamda bulunmak elbette çok güzel, sevaplı ve hayırlı işlerdendir. Yalnız tasavvufta, tarikatta, her müride, her talibe aynı ders verilmez. Kişinin haline, durumuna göre dersler vermek lazımdır. Bu işin ehli ve erbabının, bunu çok iyi bilmesi, kişiyi çok iyi tanıması ve ona göre bir ders ve yetiştirme programı düzenlemesi gerekir. Ben, sizi yakinen tanımadığım için bu dersin size uygun olup olmadığı konusunda bir şey söyleyemeyeceğim.

Bu arada yanımızda bulunan ve her ikimizi de iyi tanıdığı anlaşılan birisi hemen atıldı:

– Amma da yaptınız Hocam! Siz, beyefendiyi gerçekten tanımıyor musunuz? Ben de:

– Hayır, tanımıyorum azizim, nereden tanıyacağım!? Belki bir iki sefer derslerime geldiğinde uzaktan görmüş olabilirim ama bu da bir insanı tam olarak tanımaya yetmez. Yoksa tanımam mı gerekirdi? diye sorunca:

– Hayır ama Hocam, beyefendiyi herkes tanır! Kendileri çok ünlü, çok tanınmış, çok önemli iş adamlarımızdan biridir. Filan kişidir. Çok büyük şirketlerin, fabrikaların, holdinglerin sahibidir, diye tanıtınca meseleyi anladım:

– Ya öyle mi? Allah mübarek etsin! Kusura bakmayın, ben kendi halinde, kendi dünyasında yaşayan biriyim. İş dünyasından, zenginlerden tanıdığım fazla kimse yoktur. Eğer öyleyse azizim, bu ders hiç size göre değil! Size çok eksik ve yanlış bir ders vermişler. Peki, size bu dersi verenler, acaba bunun yanında başka dersler de verdiler mi, herhangi bir öğütte ve tavsiyede de bulundular mı? diye de sordum:

– Hayır Efendim! Sadece bunları okumamın dünya ve ahiret saadetim ve Allah’ın rızasını kazanmam için yeterli olacağını, çünkü bunların çok faziletli olduğunu söylediler, deyince:

– Eğer öyleyse, size eksik ve yanlış ders vermekle kalmamışlar, çok da yanlış şeyler söylemişler. Bu ders, belki benim gibi fazla malı mülkü, dünyalığı olmayan, sıradan insanlara uygun olabilir. Ama sizin için asla uygun ve yeterli olamaz. Size öncelikle, kendi durumunuza uygun başka dersler ve ödevler de verilmesi gerekirdi! dedim.

Benim bu yarı şaka, yarı ciddi sözlerim karşısında adamcağız büyük bir şaşkınlık geçirdi:

– Ama Hocam, nasıl olur? Bana bu dersleri okumanın çok faziletli olduğu, bunu okuyanın Allah yolunda dünyalar dolusu altın harcayanlardan çok daha büyük ecirler, sevaplar kazanacağı söylendi, diye kekeledi.

– Malınızdan mülkünüzden hiçbir bir şey harcamadan, bir iki dua ve tesbihle harcamış sayılmak, böylece bu dünyadan sonra bedavadan cenneti de kazanmak, herhalde sizin de çok işinize gelmiş olmalı? O yüzden hemen inanıverdiniz, değil mi? Anlaşılan, sizin esas amacınız pek işin aslını, astarını, hakkı, hakikati, doğruyu, yanlışı, araştırıp öğrenmek, ona göre kendinizi yetiştirmek değil! Hiç para pul harcamadan, elinizi cebinize atmadan, bedavadan, ya da ucuz yoldan cennete girebilmek! Bunun yolunu da bulduğunuzu sandınız; şimdi bana da tasdik ettirmek istiyorsunuz, öyle mi?!

-Ama üstadım!

– Aması maması yok azizim! Bu çok yanlış bir anlayış! Bir kere her nimetin şükrü, kendi cinsinden infak ve harcamayla eda edilebilir. Mal sahibi malının, ilim sahibi ilminin şükrünü, sırf Allah’ın rızasını gözeterek kendi cinsiyle ödemek zorundadır. Mal, mülk, servet, saman sahibi bir kimse, o çok sevdiği malından Allah yolunda harcamadıkça asla iyi bir Müslüman olamaz, malının, mülkünün şükrünü de yerine getiremez. Mesela ben ilimle uğraşıyorum. Benim infakım bu yolda kazanabildiklerimi, öğrenebildiklerimi başkalarına da öğretmekle olacak. Eğer ben bunu yapmazsam, başka ne yaparsam yapayım, üzerimdeki nimetin şükrünü hakkıyla eda etmiş, üstüme düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmiş olamam! Sen ise zenginsin! Senin infakın, harcaman, tesbihin de öncelikle kendi kazancın, malın, mülkün, servetin cinsinden olmalıdır! Yani senin tesbihin parmaklarını benim gibi böyle (Sübhanallah, Sübhanallah) diye tespih tanelerini kendinden yana, içe doğru çekerek olmaz! Sen, Allah yolunda bol bol para harcayacaksın, infak edeceksin! Önce parmaklarını infak edeceğin paraları saymak için böyle dışa doğru oynatacaksın! Senin ilk ve öncelikli tesbihin bu olmalıdır! Ondan sonra sıra diğer tesbihata da gelebilir!

  • Hocam amma da yaptınız ha! Nereden çıkarıyorsunuz bütün

bunları? Hem bunların bizim konumuzla ne ilgisi var?

  • Olmaz olur mu? Hem de çok ilgisi var! Allah, Kitabında,

Peygamberiyle özel görüşmeye gelecek olan müminlere bile önce sadaka vermelerini, hayır hasenatta, infakta, iyilikte bulunmalarını, yani paralarından harcamalarını, ondan sonra Peygamberinin huzuruna çıkmalarını emrediyor (Mücadile Suresi, Ayet: 12). Sen hem Allah’ın rızasına ermeyi, O’nun gözlerin görmediği, kulakların duymadığı nimetlerle dolu cennetlerini kazanmayı istiyorsun; hem de bunu yine sana Allah’ın verdiği nimetlerden hiçbir harcama yapmadan, bedavadan elde etmeyi umuyorsun ve bekliyorsun? Böyle bir şey olabilir mi? İnfak, yani Allah yolunda harcamayla ilgili emirler, Kur’an-ı Kerimde Allah’ın en çok tekrarlanan, en muhkem emirlerinin başında gelir. Yüce Allah bize, Kur’an’da, en sevdiklerimizden Allah yolunda harcamadıkça Allah’ın lütuf ve inayetlerine eremeyeceğimizi, iyilerden olamayacağımızı açıkça bildiriyor (Âl-i İmran Suresi, Ayet:92). Peki, sen Allah’ın sana lütfettiği ve senin de çok sevdiğin malından, mülkünden, parandan, pulundan bol bol harcamadan, infak etmeden, iyilerin yurdu olan cennete nasıl gireceksin? Allah yolunda malından infak etmedikçe, istediğin kadar başka ders çek, başka tesbihatta bulun, değil cennete girmek, cennetin çok uzaklardan duyulabilen kokusunu bile duyamazsın. Şimdi çok görüyorum, adam dünyayı toplamış, malının mülkünün, servetinin haddi, hesabı yok! Ama servetinden Allah için, Allah yolunda, İslam’a ve Müslümanlara hizmet, hayır hasenat yapmak, ardından kalıcı izler ve eserler, sadaka-i cariye bırakmak için bir kuruş bile harcamaya yanaşmıyor. Bu ona ölümden daha zor geliyor. Sonra, belki biraz da vicdanını rahatlatmak, içinden gelen ve hayra çağıran sesi kısmak, dünyalıklardan sonra bedavadan cenneti de kazanmak için, türlü yollar aramaya başlıyor. Aslında pek inanmasa da, ne olur ne olmaz, ya bir de varsa düşüncesiyle ahireti de elini cebine atmadan garanti altına alabilmek için gidip bir yerlere intisap ediyor. Kendisine belli dersler veriyorlar: ‘Bunu çekersen her şey tamam, başka bir şey yapman gerekmez!’ diyorlar. Oh ne âlâ memleket! Bakıyorsun bir köşeye çekilmiş, şöyle boynunu kısıp oturmuş, başını eğmiş, gözünü kapatmış, kendinden geçmiş, gören evliya sanacak, neredeyse uçacak! Durmadan ‘Sub, sub, sub, sub, sub, sub!’ diyerek, ne dediğinin, ne istediğinin kendisi bile doğru dürüst farkında olmadan, parmaklarıyla yine kendinden tarafa doğru yonta yonta, kendine doğru çeke çeke tesbihatta bulunuyor, dualar, virdler okuyor. Neymiş! Beyimiz bedavadan, cebinden bir kuruş bile harcamadan dünyanın üstüne cenneti de kazanacak! Yok öyle bedava cennet, azizim! Zenginin öncelikli tesbihi böyle (tesbih çeker gibi yaparak ) içeriye doğru, kendine doğru değil; işte böyle (başparmağını ve şehadet parmağının üzerinde para sayar gibi hızlı hızlı dışa doğru sürterek) dışarıya doğru para sayarak olacak; yani alarak değil, vererek olacak. Harcanması gereken yerlere bol bol harcayacak, infak edilmesi gereken yerlere seve seve infak edecek! Yoksa Allah korusun insan, kazandığını zannederken kaybedenlerden olur da farkında bile olmaz. Hiçbir şey ve hiç kimse, onu Allah’ın azabından kurtaramaz.

  • Ama hocam, benim şeyhim, mürşidim diyor ki!…
  • Bırak şimdi senin şeyhini, mürşidini! Kim, ne derse desin! Ben

sana kendi kafamdan bir şey uydurup söylemiyorum. Ben sana Allah’ın ne dediğini, ne istediğini, işin aslını, esasını söylüyorum. Kim başka türlüsünü söylüyorsa yanlış, söylüyor. Böyle yanlış sözler, ne söyleyeni kurtarır, ne de bunlara inanıp, kananı. Bu günün özellikle Müslüman zenginleri, esas görev ve sorumluluklarını hiç düşünmüyorlar, üstlerine almıyorlar, yerine getirmiyorlar, ondan sonra da kaçamak yollardan, türlü bahanelerle bu yükümlülüklerinden kurtulabileceklerini sanıyorlar. Bu çok yanlış! Her hata, her yanlış, celladını yanında taşır. Yaptığımız hataların doğuracağı acı sonuçlar, büyük felaketler dünyada da, ahirette de yakamızı bırakmaz. Müslüman zenginlerin öncelikle yapmaları gereken şey, Allah yolunda infaktır, harcamadır. Öyle maldan, mülkten Allah yolunda, sırf Allah’ın rızasını gözeterek harcamadan, zenginlere bedavadan cennete girmek yoktur. Eğer Müslüman zenginler bu sorumluluklarını gerektiği gibi yerine getirmezler, kaçamak yollar, bahaneler aramaya kalkarlarsa; gün gelir Allah, o çok sevdikleri mallarını, mülklerini, ırzlarını, namuslarını, ülkelerini, vatanlarını, her şeylerini, hatta kıymetini bilmedikleri dinlerini de, imanlarını da ellerinden alıverir de haberleri bile olmaz. İnsanlık tarihi bunun acı örnekleriyle doludur. Millet olarak, biz de benzerlerini çok yaşadık, çok gördük; hala da neler görüp yaşıyoruz. Kim bilir bundan sonra daha neler görüp yaşayacağız! Ama maalesef hiç ibret aldığımız yok! Azizim, bakınız! Bu memlekete komünizm de yahut daha beteri de gelse, benim şahsen dinimden başka kaybedecek hiçbir şeyim yok! Ne malım mülkün, ne çoluk çocuğum, ne de şuyum buyum var. Benim sadece üzerine titrediğim bir tek dinim var. Ama o benim için her şeyden daha değerli olduğu için, ben onu kaybetmemek için, bu yaşımda, gece gündüz uğraşıp, didinip duruyorum, elimden geldiğince talebe okutmaya, adam yetiştirmeye çalışıyorum. Ama sizin gibilerin kaybedecek çok şeyi var! Gün gelir, her şeyinizi kaybedebilirsiniz, her şeyiniz elinizden çıkıp gidebilir. Bir de unutmayın ki, yapılması gereken her şey gibi, Allah yolunda infakın, harcamanın da belli vakti ve zamanı vardır. İnfakı, Allah’ın harcanması gerektiği yerlere bol bol harcamayı, yeri ve zamanı geldiğinde, asla cimrilik etmeden, duraksamadan, sonraya tehir etmeden hemen yapmak gerekir. Çünkü bugün yapılmayan küçük fedakârlıkların zararları, yarın büyük fedakârlıklarla bile telafi edilemez. Zamanında küçük fedakârlıklarla, az bir harcamayla başarılabilecek bir iş, gün gelir çok büyük fedakârlıklarla bile başarılamaz. İş işten geçtikten sonra büyük cömertlikler, bonkörlükler taslamaya kalkmanın, önceden cimrilik ettiği şeyler için, sonradan kat kat fazlasını vermeye razı olmanın bazen hiçbir anlamı ve faydası olmayabilir.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR