ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA’NIN
TÜRKLÜK ve MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞI
Ali Yakup Cenkçiler Hoca’nın -biraz da Balkanlardan tevârüs ettiği -kendine has, bazen dinleyenleri, duyanları bir hayli şaşırtan, bazılarına da çok ilginç ve garip gelen bir Türklük, Müslümanlık, Osmanlılık anlayışı, tanımı, şuuru, sevgisi ve bağlılığı vardı. O, Türk milletinin daha iri daha diri, daha güçlü, daha bir ve beraber olarak ve devamlı güçlenerek ve büyüyerek varlığını kıyamete kadar sürdürebilmesi arzusu, hevesi, ideali ve gayesine sahip biriydi.
İslamiyet, ırkçılığı ve etnik milliyetçiliği açık ve kesin bir dille reddeden bir dindir. Bu yüzden Hoca’daki -bazen ırkçı, etnik milliyetçi, Turancı görüşlere sahip kimseleri bile şaşırtacak ve kıskandıracak düzeydeki- millî hisleri, duygu ve düşünceleri garipseyenler, aşırı bulanlar, kendi kafalarındaki İslam şablonuna uyduramayanlar, İslam’ın temel ilke ve prensiplerine, hükümlerine aykırılığı konusunda şüphe ve tereddütler yaşayanlar da olabiliyordu. Hâlbuki Hoca, ırkçılığa ve etnik milliyetçiliğe çok karşı, bu konularda da çok hassas ve dikkatliydi. Onun bu konudaki fikir, görüş, duygu ve düşünceleri, inançları, tutum ve davranışları öyle bireysel, duygusal, laf arasında düşünülmeden öylesine söylenmiş şeyler de değildi. Ona göre kendi duygu ve düşüncelerinde, hiç bir aşırılık yoktu. Ondaki bu dînî ve millî duygu ve düşünceler, görüş ve kanaatler, fikirler, değerlendirmeler, hassasiyetler; İslam’ın özüne, ruhuna, tarihî gerçeklere son derece uygun ve uyumluydu. Ayrıca çok derin, geniş ve detaylı inceleme ve araştırmalara, tetkik ve analizlere, sağlam ve doğru bilgilere, tarihî gerçeklerden, yaşanmış tecrübelerden edinilmiş çok köklü bir tarih şuuruna dayanıyordu. Türk ve Müslüman kimliğimiz, varlığımız, birliğimiz, dirliğimiz, geleceğimiz için de son derece önemliydi.
O, Türklüğü asla bir etnik kimlik, bir ırk, kavim, kabile adı olarak görmez ve kabul etmezdi. Onun Türklük sevgisi ve bağlılığı; başka unsurlara, ırklara, kavim ve kabilelere karşı sadece belli bir ırkın kavim ve kabilenin üstünlüğünü, hâkimiyetini, diğerlerini yıkıp, kırıp, geçirmeyi, yok etmeyi savunan, ırkçı, kavim ve kabileci bir ulus sevgisi ve bağlılğı da değildi. Onun Türklük anlayışı; temelinde İslam inanç ve idealleri olan; yeryüzünün huzur ve barış yurdu haline getirilmesini hedefleyen, bunun için vazgeçilmez şart olan en büyük birlik ve beraberlik, dirlik düzenlik ihtiyacını karşılayabilecek; Müslümanları birleyip bütünleyecek bütüncül bir yapı oluşturmaya yönelik çok yüce bir duygu, düşünce ve anlayıştı.
Ona göre; Türklük ve Müslümanlık birbirinin eş anlamlısı, etle tırnak, bedenle ruh gibi birbirinin ayrılmaz birer parçası, vazgeçilmeziydi. Türklüğün bir etnik kimlik meselesi olmadığına; Türklüğün Müslümanlıkla olumuşunu tamamlayarak kemale erdirdiğine; zaman içinde de Müslümanların siyasî, iktisadî, askeri, ekonomik, dînî, sosyal velhasıl her alandaki birlik ve beraberliklerinin adı, ifadesi ve görüntüsü haline geldiğine inanırdı. Türklükle Müslümanlığı birbirinden ayırmaya çalışmayı, Türklüğe ve Müslümanlığa karşı bilerek veya bilmeyerek yapılmış en büyük kötülük olarak görürdü. Türklerin İslamiyet’i kabul edip İslam’ın bayraktarlığını ve temsilciliğini üstlenmelerinden sonra İslam’ın siyasî ve askerî birliğinin, bütünlüğünün onların etrafında şekillendiğine; bütün Müslüman unsurların da maddeten veya manen bu oluşum etrafında toplandığına; Türklükle Müslümanlığın zamanla her bakımdan aynı anlama gelmeye başladığına, aynı şey demek olduğuna dikkat çekerdi.
Hoca’ya göre Türklük kavramı, hiçbir zaman, herhangi bir etnik kimliğin, kavim ve kabilenin, ırkın adı olmamıştır. Pek çok tarihi aşamalardan ve süreçlerden geçmiş olan Türklük, Müslümanlıkla gelişimini tamamlamış, kemalini bulmuş, en az bin iki yüz yıldan beri de birbirinden ayrılamaz tek bir bütün olmuştur. Bunlar âdetâ beden ve ruh gibi birbirini tamamlayan, birbiriyle iç içe geçmiş, biri olmadan değeri de olamayacak; bu yüzden de birbirinin eş anlamlısı, birbiri yerine rahatlıkla kullanılabilen iki kavram haline gelmiştir. Tarihî süreç içerisinde Türklük; Müslümanların dînî, siyasî, idarî, iktisadî, askerî kısacası her alandaki gönüllü birliklerinin, beraberliklerinin ve birlikteliklerinin ortak adı ve bunu temsil eden bir kavram haline gelmiştir. Ona göre; Türklük de, Müslümanlık da kuru bir iddiadan ibaret, emeksiz zahmetsiz edinilebilecek bir ad olmadığı gibi, soyla sopla anadan babadan evlatlarına kalan bir miras da değildi. Türklük ve Müslümanlık; her şeyden önce insanın hür iradesiyle seçtiği bir bilinç, şuur ve kabul meselesiydi.
Aslında Ali Yakup Hoca, bu anlayışta ve bu hassasiyette hiç de yalnız değildi. Bunlar aynı zamanda bizim milletimizin ve ümmetimizin esasını, temelini, tabanını, çelik çekirdeğini, ruhunu, kurucu iradesini, özünü, cevherini oluşturan ve temsil eden; hiç umulmadık yerlerde ve zamanlarda kendisini farklı biçimlerde ortaya koyan ‘Türk karabudun’un (büyük bütün, ana gövde), Türk derin milletinin ve Hz.Muhammed ümmetinin asla yanlışta birleşmesi mümkün olmayan Müslüman ‘sevâd-ı a’zam’ın (büyük karaltı, kahir ekseriyet) da ortak görüşü, inancı, fikri, felsefesi, ideali, duygu ve düşünceleridir. Bunlar; şimdiye kadar yaşadığımız, halen de yaşamakta olduğumuz sorunlara ve geleceğimize ışık tutan, tarihin süzgecinden geçmiş, tecrübelerin ışığında test edilip doğrulanmış, ilahî kanunlara, milletimizin tarihî kader çizgisine uygun, çok eğitici ve öğretici sağlam gerçeklerdir.
Türklük ve Müslümanlık arasındaki ilişkileri; Türklük ve Müslümanlığın ne olduğunu doğru dürüst bilmeden, anlamadan, tanımadan; bunlar hakkında doğru dürüst sağlam bir bilgiye, fikrî donanıma, altyapıya sahip olmadan fikir beyan etmeye kalkanların; dahası oryantalistler ve Türk-İslam düşmanları tarafından kafaları, ruhları, gönülleri, akılları karıştırılmış, fikirleri iğdiş edilmiş zavallıların, Hoca’yı da onun bu husustaki fikirlerini, görüş ve düşüncelerini anlayabilmeleri, kavrayabilmeleri de mümkün olamaz. Nitekim hiçbir şeyi net bir biçimde yerli yerine oturtamayan, anlayıp kavrayamayan, karmakarışık edilmiş kafalarla Türkçülük veya İslamcılık dâvâsı gütmeye kalkanların, ya da peşinen Türk ve İslam düşmanlığı yapmaya şartlanmış olanların, Hoca’nın bu tür sözleri karşısında kafaları, gönülleri ve ruhları iyiden iyiye ve bir kere daha karışırdı. Nasibi olanlar, sonradan bunlar üzerinde daha sâlim kafayla düşünüp, farklı ve sağlam kaynaklara başvurarak inceleme ve araştırmalar yaptıklarında, yavaş yavaş kafalarında ve gönüllerinde her şey netleşmeye, belirginleşmeye, yerli yerine oturmaya, olması gerektiği gibi yeni ve belli bir düzene girmeye başlardı. Zaten Hoca’nın ömrü de hep bu tür ruh, akıl, fikir, zihin, gönül ve kafa karışıklıklarını, bulanıklıklarını gidermeye, sağlam ve iyi bir düzene sokmaya, doğru sanılan yanlışları düzeltmeye, bilinmeyen doğruları ortaya koymaya çalışmakla geçmişti. Bu yolda ilimle, irfanla, engin bir kültürle, doğru bilgi ve sağlam delillerle, aşkla şevkle, canla başla, sabır ve tahammülle ve ısrarla, azim ve kararlılıkla bir ömür boyu uğraşıp didinmişti.
Hoca’nın, ilk zamanlar bana da biraz ilginç ve garip gelen bu yöndeki fikir ve görüşlerinin, düşünce ve anlayışlarının doğru olup olmadığını ben de sürekli kendimce test etmeye çalışırdım. Her defasında şu kanaate varırdım ki, esas gariplik ve tuhaflık Hoca’da ve onun anlayışında değil; Türklüğün, Müslümanlığın ne olduğunu doğru dürüst bilmeyenlerde, Türklük ve Müslümanlık ilişkisi hakkında sağlam bir fikrî temele sahip olmayanlarda, onların karma karışık kafalarında, gönüllerinde ve ruhlarındadır.
İlk defa duyanlara çok garip, ilginç, farklı, alışılmadık, hatta ters gelse bile onun bu konudaki tespit ve değerlendirmeleri, görüş ve düşünceleri, sözleri, hiç de öyle ağzı olanın konuştuğu, içi boş, anlamsız iddialardan, laf ola beri gele kâbilinden ortaya atılmış safsatalardan ibaret şeyler değildi. Her biri üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılabilecek kadar anlam yüklü, çok eğitici, öğretici, ufuk açıcı, karartılmaya çalışılan gerçeklere ışık tutucu ve çok aydınlatıcı, gerçeğin ta kendisi olan, özlü ve güzel ifadelerdi. Hoca, söylemek, anlatmak istediklerini, fikir görüş ve kanaatlerini uzun uzun anlatımlar, nutuklar yerine, çarpıcı, iddialı spot cümleler, ilginç ifadelerle anlatmaya çalışır ve bunu da en güzel şekilde yapardı. Şimdiye kadar yaşadığımız, halen yaşamakta olduğumuz, bundan sonra da yaşamamız muhtemel her türlü sorunlarımızın, dertlerimizin çözümü ve çaresi, aydınlık ve mutlu bir gelecek inşaının planı, özeti ve şifreleri bu cümlelerin ve ifadelerin altında gizliydi. Bunları çözmek, açmak, dibini eşelemek, altını doldurmak; bunlar üzerinde enine boyuna durarak her türlü yol ve yöntemle doğruluklarını veya yanlışlıklarını test edip ortaya koymak; meraklısına, dinlemek ve anlamak isteyene kalmış bir işti. Bu onun aynı zamanda kendine has bir eğitim ve öğretim metoduydu. Ben de kendisinden bu yolla çok şeyler öğrenmişimdir; üstelik hâlâ da öğrenmeye devam ediyorum… Hayatımın her safhasında onun bu spot cümlelerinin, özlü sözlerinin doğruluğunu ispat eden olaylarla, belge ve kanıtlarla karşılaştım; hâlâ da karşılaşmaya devam ediyorum.
Ali Yakup Hoca’nın, bu spot cümlelerinden, özlü sözlerinden bir kaçını burada zikrederek konuya girmenin daha uygun olabileceğini düşünüyorum. Ondan sonra da, konunun gidişatına göre, onun bunlarla ışık tutmak istediği gerçekleri anlamaya, bunların bizi götürdüğü yerlere kadar gitmeye çalışmak istiyorum. Allah bizi, hakkı, hakikati, kendisinin de hoşnut ve razı olacağı şekilde anlamaya, anlatabilmeye ve gereğini yerine getirmeye muvaffak kılsın! Her başarı Allah’tandır.
ALİ YAKUP HOCAM DERDİ Kİ:
- “Türklük bir ırk, renk, etnik kimlik meselesi değildir; hiçbir zaman da olmamıştır. Türklük bir şuur, bilinç ve kabul meselesidir.”
- “Bir zamanlar, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi etnik kökenden, hangi ırktan gelmiş olursa olsun, bütün Müslümünlar Türk sayılırdı. Onlar kendilerini öyle hissederler, o zamanların gerçek Türkleri de onları Türk, yani kendilerinden kabul ederlerdi.”
- “Ben inanıyorum ki; eğer bu millet yeniden eskisi gibi gerçekten Türk olursa, bütün dünya Müslümanları da yeniden Türk olacaklardır! Öyle de olmalıdırlar! Türkler yeniden Türk, (yani Türklüğü ve Müslümanlığı aynı gören gerçek Türk); Müslümanlar da Türk olmadıkça bu dünyada her ikisine de hayat hakkı tanınmayacaktır!”
- “Kimse sonradan, İngiliz, Fransız, Alman olamaz ama bal gibi sonradan Türk olabilir. Ben de sonradan Türk olanlardanım! Ben sonradan Türk oldum ama beni Türk kabul etmeyen herkesten daha fazla Türküm ve bunu ispata da hazırım.”
- “Benim Türklüğüm öyle çakma, uyduruk, lafta ve sözde bir Türklük değildir. Sınanmış, denenmiş, özde, şuurlu bir Türklüktür. Havadan, bedavadan, boş iddia ile Türk olunmaz! Tüklük, ispatı gereken bir iddiadır. Türklük öyle kafatası ölçülerek, kişinin etnik kökenine, konuştuğu dile bakılarak bilinemez ve anlaşılamaz!”
- “Türk olmanın pek çok şartı; Türklük iddiasında bulunanların ödemesi gereken pekçok bedeller, geçmesi gereken türlü sınavlar ve denemeler vardır. Türk olmak çok şey ister. Şuur ister, bilgi ister, hüner ister, erdem ister, daha ister de ister!”
- “Ortalıklta kubara kubara dolaşarak Türklük iddiasında bulunan ‘turkey’ler (hindiler), uyduruk ve çakma Türkler, benim Türklüğümü ölçemez, sınayamaz, deneyemez! Ben Türklüğümü ispat için sayısız sınavlardan, denemelerden geçmiş, çok büyük bedeller ödemiş biriyim. Bugün de her bedeli ödemeye, her sınava girmeye hazırım. Yani benimki sınanmış, denenmiş, ispatlanmış bir Türklüktür. Türklüğümü herkesle tartışır, herkese ispat edebilirim.
- Ben, dünyada başka hiçbir Türk ve Müslüman kalmasa, tek başıma kalsam bile yine de Türk ve Müslüman kalma azim ve kararlılığında, gayretinde olan biriyim.”
- “Türk milletine ihanet eden, iflah olmaz! Şimdiye kadar olmadığı gibi bundan sonra da asla iflah olamayacaktır!”
- “Türk milletini sevmek değil, sevmemek; Türklüğe sadık kalmak değil ihanet etmek en büyük vebal, suç ve günahtır!
- “Türkleri ve Türk milletini sevmeyenin âkıbetinden korkulur!”
KOSOVA’DA TÜRK, TÜRKİYE’DE ARNAVUT!
Ali Yakub Hoca, Türklük, Müslümanlık, bunların ne olduğu, aralarında ne tür ilişkiler bulunduğu vb gibi konular üzerinde çok dururdu. Kendisine en çok soru da genelde bu konulardan gelirdi. Hoca’nın özellikle Türklük konusunda bazılarının bu ilk defa duydukları ama kendilerinin eski peşin hükümlerine, doğru sandıkları yanlış fikir ve kanaatlere ters düşen, ezber bozan açıklamaları onlara çok ilginç ve şaşıtıcı gelirdi. Hoca’nın anlattıkları kafasına, gönlüne, aklına mantığına yatıp itirazlarını yanlışlarını düzeltenler olduğu gibi, eski yanlışlarını ve peşin hükümlerini, inatla ve ısrarla devam ettirmeyi tercih edenler de olurdu.
Hoca’yı daha yeni tanıyanlardan bazıları, aslen Kosovalı olduğunu duyunca:
- Hocam, siz Arnavut musunuz, yoksa Türk müsünüz? diye
sormadan edemezlerdi.
Bilindiği gibi, eski Yugoslavya’nın Kosova bölgesi civarında etnik kökeni Arnavut olanlar çoğunlukta olmakla beraber, Anadolu’dan oralara gidip yerleşmiş, anadili de Türkçe olan Müslümanlar da hatırı sayılır bir nüfusa sahiptir. O yöreyi ve o yörenin etnik yapısını az çok bilenler, bu tip sorularla Hocanın da hangi etnik kökenden geldiğini öğrenmek isterlerdi. Çok nüktedan biri olan Hoca, bu tür sorulara öyle güzel ve ilginç cevaplar verirdi ki, duyanlar hem çok şaşırırlar, hem de çok farklı ve yeni şeyler öğrenirlerdi. Hoca böyle sorulara genellikle şöyle cevap verirdi:
- Vallahi Azizim! Ben Kosova’dayken Türk’tüm ama Türkiye’ye ge
lince, buradakiler beni Arnavut ettiler!
Bu cevap soruyu soranların kafasını epeyce karıştırır, açıklama istemek zorunda kalırlardı:
- Allah, Allah! Hocam, nasıl oldu bu iş?
- “Azizim! Bizim oralarda bir adam hidayete erince, yani Müslüman
olunca, hangi etnik kökenden olursa olsun, ister Sırp olsun, ister Hırvat, ister Arnavut olsun, ona artık ‘Türk oldu!’ derlerdi. Dolayısıyla biz de elhamdülillah Müslüman olduğumuz için, herkes bizi, biz de kendimizi ‘Türk’ bilir, Türk sayardık. Halk bir kelime bile Türkçe bilmezdi; ama yeri geldiğinde, Müslüman olduğunu bildirme ve söyleme gereğini duyduğunda, bu iman ve şuurla, kendisini ve duygularını ‘Elhamdülillah Türküz!’, ‘Bize Türklüğü nasip eden Allah’a binlerce şükür!’, ‘Şükürler olsun ki, Allah bizi Türk yarattı!’, ‘Allah bizi, hiçbir zaman Türklükten ayırmasın! ‘Canımızı Türk olarak alsın!’ gibi sözlerle tanıtır ve ifade ederdi. Ben, Sıbyan mektebinde, İslam’ın beş şartını öğrenirken, ‘Türklüğün şartı beş!’ diye öğrendim. Yani azizim! Balkanlarda Türklük ve Müslümanlık birbirinin müterâdifi, yani eş anlamlısıydı. Her ikisi de aynı anlama gelirdi. Aslında bu durum sadece Balkanlara has bir durum da değildi. Osmanlı coğrafyasında, hatta bütün dünyada, bırakalım İslam dünyasını, Batılıların, Avrupalıların, Afrikalıların ve Doğuluların gözünde ve dilinde de, Türk ve Müslüman, Türklükle Müslümanlık asırlar boyunca hep aynı şey kabul edilmiştir. Öyle ki bir Arap, bir Hicazlı bile Türk olarak bilindiği, o da kendisini öyle bildiği gibi, dünyanın her yanındaki Müslümanlarda bile en azından öyle bir heves ve eğilim, Türklüğe büyük bir rağbet, ilgi ve yönelim vardı.
TÜRK SÖZÜ MÜ?
Özellikle bizim Balkanlarda, Türk demek, Osmanlı demek; her türlü iyi ve güzel hasletleri, bütün olgunlukları, mükemmellikleri üzerinde toplayan adam demekti. Yani Türk dendi mi, Osmanlı dendi mi; Müslüman, efendi, cömert, misafirperver, ahlaklı, edepli, terbiyeli, görgülü, eğitimli, şehirli, medenî/uygar, uygar, çelebi bir adam, yani İslamın bütün üstün ahlak ve faziletlerini, erdemlerini şahsında toplamış hakiki, sözde değil özde Müslüman bir adam anlaşılırdı. Kısaca Osmanlı ve Türk sözü, uçsuz bucaksız bir deniz, sınırsız bir ansiklopedi gibi Müslümanlığın bütün inceliklerini, güzelliklerini, olgunluklarını içine alır, bütün Müslümanları da kolları kanatları altında toplar ve kuşatırdı. Öte yandan, Arnavut, Sırp veya Karadağlı demek ise, sadece Müslümanların değil, herkesin gözünde; köylü, kaba, saba, vahşî, domuz çobanı, cahil, görgüsüz, yontulmamış adam gibi anlamlara gelirdi.
Zaten Türkler, yani Müslümanlar, o zamanlar daha çok şehirlerde yaşadıkları için, diğerlerine oranla gerçekten de daha medenî, daha bilgili, görgülü ve eğitimliydiler. Gayrimüslimler ise, daha çok kırsal kesimde ve köylerde yaşadıkları için, daha cahil, kaba, eğitimsiz, bilgisiz ve görgüsüzdüler. Dolayısıyla Müslümanların ve Türklerin sosyal statüleri de her bakımdan diğerlerine göre daha üstündü. Bu yüzden, örneğin bir Arnavut için Türkçe bilmek çok büyük bir meziyetti. Birkaç kelime Türkçe bilen bir Arnavut’un artık fiyakasından, forsundan, havasından yanına varılmaz olurdu. Türkçe bilen biriyle karşılaştığında, uygun düşsün düşmesin hemen ‘Nasılsınız efendim?’ gibi sözlerle Türkçe konuşabildiğini ihsas ettirmeye çalışırdı. Balkanlarda yalnız Müslümanlar arasında değil, gayrimüslimler arasında da Osmanlı ve Türk, dürüstlüğün, sadakatin, doğruluğun, vefanın, iffetin, namusun, şecaatin, yiğitliğin, mertliğin, kısaca insanı insan yapan her türlü vasfın, özelliğin, güzel hasletlerin sembolüydü. Örneğin, Saraybosna’da Hıristiyanlar da, kendi aralarında birbirleriyle anlaşma, sözleşme yaparlarken verilen sözün doğruluğunu teyit ettirmek için : ‘Bu söz, Türk sözü müdür?’ diye sorarlardı. Yani bir sözün doğruluğu, bir anlaşmanın kesinliği ve değişmezliği ‘Müslüman sözü’, ‘Türk sözü’ olduğu belirtilerek teyit edilirdi. ‘Türk sözü’; doğru söz, dönüşü olmayan söz, yemin gibi söz anlamına gelirdi. Karşı taraf da ‘Evet, Türk sözüdür!’ derse artık ortada hiçbir tereddüt kalmaz, anlaşma ve sözleşme tamamlanırdı.
Kısacası azizim! Her Müslüman gibi, ben de Kosova’da iken şeksiz, şüphesiz, katışıksız, öz ben öz Türk’tüm. Türklüğümle onur duyar, iftihar eder, bana Türklüğü nasip ettiği için Allah’a şükürler eder, hamd ve senâlarda bulunurdum. Fakat gelin görün ki, Türklüğümü ve Müslümanlığımı daha iyi yaşayayım, daha fazla Türk ve Müslüman olayım diye Türkiye’ye geldiğimde bu sefer de bazıları bana etnik kökenime bakarak ‘Sen Türk değil, Arnavutsun!’ dediler. Maalesef bu ülkede birileri Türklüğe de, Müslümanlığa da yapacaklarını yapmışlar. Hâlbuki Türklük etnik köken meselesi değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Tarih boyunca, Türkçe konuşan halklardan oldukları halde kendilerini Türk saymayan nice topluluklar olduğu gibi; tek kelime Türkçe bilmediği halde kendini Türk sayan nice topluluklar, toplumlar, kavimler, kimseler de olmuştur, hâlâ da vardır. Türklük, aslında bir bilinç, inanç, şuur ve kabul meselesidir. Türklüğü etnik kökene indirgemek; Türklüğe de Müslümanlığa da yapılabilecek en büyük ihanet, en büyük kötülüktür.”
MÜSLÜMANLIKLA AYNI ANLAMA GELEN BİR TÜRKLÜK
Ali Yakup Hoca’nın, hemen her konuda olduğu gibi, Türklük ve Müslümanlık hakkındaki kendine has görüşleri, fikirleri, düşünce ve anlayışı çok büyük bir ilmi, fikri, kültürel, irfani bir derinliğe ve genişliğe, ömrünü verdiği çok ciddi araştırma ve incelemelere dayanıyordu. Yani onun hiçbir sözü öyle rastgele, ayaküstü, aklına geldiği gibi söylenmiş boş ve anlamsız sözler değildi. Fakat onu yeni tanıyanlar ve anlattıklarını ilk defa duyanlar, bunun arka planını pek iyi bilemedikleri için bazen anlamakta çok güçlük çekerler, doğruluğu veya yanlışlığı konusunda tereddütler yaşayabilirler, bazen de onu tamamen ters veya yanlış anlarlardı. Hoca, bu yanlış ve eksik anlaşılmaları, genellikle daha o mecliste düzeltmeye çalışırdı. O, sırada gelişen diyaloglar, yaşanan ilginç bir olaylar bunların ne kadar doğru ve isabetli değerlendirmeler olduğunu kendiliğinden ve kimsede hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuverirdi.
Ali Yakup Hoca’nın her meslekten, her meşrepten, her görüşten, her fikir ve düşünceden ziyaretçileri olduğu gibi, oldukça aşırı milliyetçi görüşlere sahip kimselerden de ziyaretçileri olur, bunlar onun özellikle Türklük, Balkan Türklüğü ve Müslümanlığı üzerine anlattıklarını büyük bir zevkle ve memnuniyetle dinlerlerdi. Fakat bazen Hoca’nın anlattığı veya anlatmak istediği ile onların anladıkları veya anlamak istedikleri arasında o kadar büyük farklar olurdu ki; ortaya ‘Beni hayatta bir kişi anladı, o da yanlış anladı’ gibi durumlar da çıkabilirdi. Nitekim günlerden bir gün Hoca, yine bu Türklük ve Müslümanlık ilişkisi üzerine konuşurken, anlatılanlardan çok etkilenen ve heyecanlanan Ali İhsan Yurt Hoca, kendi Türkçülüğünün de etkisiyle Hoca’ya:
- Hocam, yahu ne güzel konuşuyor, ne güzel anlatıyorsunuz!
Ağzınızdan bal akıyor! Ağzınıza dilinize sağlık! Ben şimdiye kadar Türklüğü ve Müslümanlığı sizin kadar iyi bilen ve sizin kadar güzel anlatabilen birine rastlamadım. İnanın bana, siz bizden daha fazla ‘Türkçü’sünüz. Hem bakıyorum da soyadınız bile, Cenkçiler! Demek ki, bu soyadını bile durup dururken, boşu boşuna seçmemişsiniz! demişti.
Onun bu sevgi, saygı ve hayranlık ifadeleri arasında Hoca’ya da ‘Türkçü’lük izafe etmesi, onu da bu kategoriye sokması Hoca’nın hiç hoşuna gitmemişti. Yüz ifadesinden ve mimiklerinden de hoşnutsuzluğu kolayca anlaşılabiliyordu. Bu yanlış anlaşılmayı hemen düzeltme gereğini duyan Hoca hemen sözünü kesti:
- Yok be Azizim, ne Türkçüsü! Ben ırkçılıktan nefret ederim. Evet
ben Türküm, hem de sıkı ve sağlam bir Türküm ama asla Türkçü değilim. Etnik köken olarak ise Arnavutum, hem de yüzde yüz Arnavutum ama kesinlikle Arnavutçu veya Arnavut milliyetçisi de değilim. Öyle olmaktan, öyle tanınmaktan da Allah’a sığınırım!
– İyi ama Hocam, bir insan aynı anda nasıl hem Türk, hem de Arnavut olabilir?
– Olur azizim, olur! Hem de bal gibi olur! İstersen, nasıl olabildiğini de anlatayım! Ama bu Arnavutluk, Türklük, Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik vb gibi kavramları tam ve doğru olarak anlayabilmek ve yerli yerine oturtabilmek için öncelikle aidiyet, etnik köken ve etnik kimlik, milliyet ve milli kimlik, millet, ümmet, etnisite, kavim, kabile, boy, soy, ulus, uruk, turuk, gibi kavramları iyi bilmek, doğru anlamak gerekir.
Azizim, bir kere hepimizin geldiğimiz etnik kökene, doğduğumuz şehre, ailemize, soyumuza, sopumuza, ırkımıza, dinimize, okuduğumuz okula, cinsiyetimize, tenimizin rengine, işimize, mesleğimize, medeni durumumuza vs göre hepsi birbirinden farklı sayısız kimliklerimiz ve aidiyetlerimiz vardır. Buna göre de köylü, şehirli, evli, bekâr, ana, baba, oğul, kız, kardeş, dede, torun, kadın, erkek, doktor, mühendis, şair, yazar, işçi, berber, marangoz, Arnavut, Boşnak, Laz, Gürcü, Çerkez, Oğuz, Kazak, Kıpçak, Kırgız gibi yüzlerce ada, kimliğe ve aidiyete sahip olabiliriz. Oğuzluk, Kazaklık, Türkmenlik, Kürtlük, Arnavutluk, Lazlık, Çerkezlik, Gürcülük gibi kimlikler birer etnisitedir, yani birer alt kimliktir. Türk Milletini oluşturan unsurlardan, onun parçalarındandır. Türklük ise bir milliyettir ve üst kimliktir. Arada bir parça ve bütün ilişkisi vardır. Parçayla bütünü aynı şey saymak, aynı kefeye koymak, birbiriyle kıyaslamak asla mümkün olamaz. Bütünü anlayıp kavramadan, parça anlaşılamayacağı gibi, parçadan yola çıkılarak da bütün anlaşılıp kavranamaz.
Etnik kökene dayanarak insanların birbirine üstünlük taslamaya kalkması, ırkın, etnik kökenin bir ideolojiye temel yapılması insanlıkla da İslamla da asla bağdaşmaz. Allah insanları kavimlere, kabilelere, soylara, boylara ayırmıştır. Ama tefâhur için değil, yani bununla birbirlerine karşı böbürlensinler, övünsünler, kibirlensinler, gururlansınlar diye değil; teâruf için, yani birbirlerini daha iyi tanısınlar, anlasınlar, tanış, biliş olsunlar diye öyle yaratmıştır. Ayrıca şu veya bu ırka, şu veya bu kavim ve kabileye mensup olmanın böbürlenilecek veya utanılacak bir tarafı da yoktur. Nihayetinde hepimiz beni Ademiz, insan oğluyuz. Âdem ile Havva’nın çocuklarıyız. İnsan anasını, babasını kendisi seçemediği gibi ırkını, kavmini, kabilesini de kendisi seçemez. Bizim ülkemizde pek mümkün olamasa da, diyelim ki birisinin ana ve baba tarafı tamamen yüzde yüz Kürt, Laz, Arnavut, Özbek, Uygur, Kazak, Arap vs ise o kimse yüzde yüz o kimliktendir. Hiç birimiz doğuştan sahip olduğumuz etnik kökeni seçemeyiz ve değiştiremeyiz. Kan bağıyla bağlı olmadığımız bir etnisiteye de mensubiyet iddia edemeyiz. Ama hepimiz hangi etnik kökenden gelirsek gelelim aynı anda Türk’üz. Türklük bizim ortak paydamızdır. Türkiye’de sayısız etnik kökenlerden gelen insanlar vardır ama tek bir milliyet vardır o da Türklüktür. Mesela, benim atalarım, dedelerim, etnik kökenim Arnavut oldukları için ben de etnik köken olarak Arnavut’um. Ama ben aynı zamanda Türk’üm. Hem de yüzde yüz Türk’üm. Bunu da herkese karşı savunabilir ve ispat edebilirim. Çünkü Türklük bizim ortak üst kimliğimiz ve milliyetimizdir. Türklük bir kan, ırk, dil meselesi değil, bir bilinç, şuur ve kabul meselesidir. Kim kendisini ne kadar Türk hissediyorsa, o kadar Türk’tür. Rengi, ırkı, dili çok farklı olsa, atası dedesi içinde hiç Türk olmasa bile bu böyledir. Türklüğümüzün bizim etnik kimliğimize, yani alt kimliklerimize şimdiye kadar hiçbir zararı olmadığı gibi, herhangi bir etnik kökene ve aidiyete sahip olmak da Türk olmaya, Türk Milletinden sayılmaya engel teşkil etmez.
Türklük, bir etnik kimlik, etnik bir aidiyet, etnik bir grubun adı değildir. Tarih boyunca da hiçbir zaman olmamıştır. Bilinebildiği kadarıyla tarihte Türk ismini taşıyan hiç bir etnik grup yoktur. Ama bugün adıyla, sanıyla büyük bir Türk Milleti vardır. Bu da tarihte uzun bir süreç sonunda gerçekleşmiştir. Türklük, ilk ortaya çıktığı andan itibaren çatısı altında topladığı bütün etnik unsurların, boyların, soyların, kavim ve kabilelerin, ayrıca daha kim gelecekse hepsinin ortak adı olmuş, hepsini birleştiren, hepsine kol kanat geren, kollayan, gözeten, geliştiren, var eden bir üst kimlik olarak ortaya çıkmış ve bugüne kadar da öyle gelmiştir.
Türk adı ilk defa Göktürk Devleti’yle beraber, yani altıncı yüzyıldan beri üstelik ilginçtir ki, hemen hemen İslam adıyla aynı dönemlerde duyulmaya ve kullanılmaya başlanmıştır. Türkçe konuşan konuşmayan, pek çok kavim ve kabilenin, etnik grubun oluşturduğu bu siyasi ve askeri birliğin adına Göktürk Devleti, bu birliği oluşturanlara, onun içine girmeyi kabul edenlere, ona vatandaşlık bağı ile bağlı olanlara da Türk deniyordu. O zamana kadar, Türkçe konuşan kavimler, Ortaasya steplerinde bölük pörçük yaşayan göçebe topluluklardı. Türk’ün ve Türklüğün henüz adı bile yoktu. En güçlü kavim ve kabilelerin etrafında onların adını ve aidiyetini benimseyerek siyasi birlikler ve devletler kuruyorlardı. Aralarında çok güçlü asabiyet bağları olan bu topluluklar dünya tarihinin en savaşçı ve en fetihçi topluluklarıydı. Ama bir coğrafya parçasını vatan edebilmek, fethetmekten çok daha zordur. Bir yeri fethedenler, eğer orayı vatan haline getiremezlerse, orası er geç onlara mezar olur. Nitekim Türkler de İslam’dan önce binlerce yıldan beri yaşadıkları toprakları da buradan çıkıp yeni fethettikleri yerleri de tam anlamıyla vatan haline getiremiyorlar, buralar önünde sonunda onlara mezar oluyordu. Türklerle akraba bir kavim olduğu söylenen Moğollar da kısa zamanda dünyanın büyük bir bölümünü yakıp yıkıp işgal ettikleri ve dünyanın en geniş imparatorluğunu kurabildikleri halde, arkasını getiremediler, kısa zamanda silinip gittiler.
Bir kavimler, kabileler, milletler federasyonu olan Göktürk Devletinde, her kavim ve kabile, her ırk kendi adıyla, sanıyla, adet ve töreleriyle yaşamaya devam ediyordu. Çoğunluğunun dili değişik şiveleriyle Türkçe’ydi ama içlerinde başka dilleri konuşanlar, başka kültür ve medeniyetlere mensup olanlar da vardı. O dönemde bile Türklük, bünyesindeki etnik grupları yok edici, eritici değil, var edici, derleyip toparlayıcı bir bütünün adı olmuştu. Türkçe konuşan aynı etnik ve kültür kökenine sahip kavimlerden o birliğe girip Türk adını alanlar olduğu gibi, girmeyenler, girmek istemeyenler, Türk adını almayı reddedenler, yani kendilerine Türk demeyen ve denmesini istemeyenler, hatta önce girip, sonradan çıkanlar da de vardı. Bugün bile Türkçe konuşan etnik gruplar arasından kendilerine Türk diyenler olduğu gibi, demeyenler, denmesini istemeyenler de vardır. Onlar Türk adıyla değil, kendi kabile, boy adlarıyla (Tatar, Kırgız, Kazak, Özbek, Oğuz vb gibi) tanınmayı ve anılmayı tercih ediyorlar. Öte yandan bu siyasi birlik içinde yer alan herkes, yine kendi ırkının, kavim ve kabilesinin adını, sanını muhafaza ediyor, bu durum aralarında hiç bir zıddiyete neden olmuyordu. Yani herkes hem Türk, hem Tatar, hem Kırgız, hem Oğuz, hem Karluk, hem Uygur, hem başka bir etnik kökenden ve gruptan olabiliyordu. Türklük ortak adı altında birleşen, onu bir üst kimlik olarak benimseyen herkes, Türk Milletinin tarih boyunca kazandığı bütün şanlara, şereflere, üstünlüklere eksiksiz ve noksansız olarak ortak olur. Böyle bir millet kavramı, sadece belli bir coğrafyada, belli bir zamanda yaşayan insanları değil, geçmişten geleceğe, kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan bütün nesilleri içine alan ve kapsayan bir kavramdır.
Türklük en başından beri etnik bir grubun ve etnik kimliğin adı olmadığı gibi, bu birlik ve beraberlik hiçbir zaman dışlayıcı, uzaklaştırıcı, çözücü, ezen, eriten, yok eden, asimile eden, sömüren, elinde avucundakini yağmalayan bir birlik olmamıştır. Tam tersine yeniden var eden, dirilten, olduğundan bin kat daha iyi hale getiren, birleştirici ve bütünleştirici bir birlik olmuştur. Türk olmak demek, kendi etnik kökenini, soyunu, sopunu, boyunu, kabilesini, dilini, kültürünü ret ve inkâr etmek, terk etmek değildir. Aksine onu oluşturan bütün unsurların kendi varlıklarını koruyabilmeleri, geliştirebilmeleri, gerçekleştirebilmeleri de ancak Türk olmakla ve Türklükle mümkün olabilmiştir. Eğer Türklük olmasaydı ve onlar da Türk olmasalardı, ne Tatar’ın Tatarlığı, ne Oğuz’un Oğuzluğu, ne Kırgız’ın Kırgızlığı, ne Kürdün Kürtlüğü, ne de Türklük denizi içinde bir araya gelmiş diğer sayısız unsurların, toplulukların varlıklarından bir iz ve eser kalırdı. Şu bir gerçek ki; Türklerin Müslüman olmasından, Türklüğün İslam’la birleşip onun eş anlamlısı haline gelmesinden sonra, olağanüstü değişim ve dönüşümler yaşanmıştır.
Adı belirsiz insan yığınlarının bir araya gelerek ortak bir karakter kazanıp bir isim alması, bir toplum ve millet haline gelmesi, sonra coğrafi bir bölgeye, alelade bir toprak parçasına damgasını vurarak orayı vatan haline getirebilmesi olağanüstü bir olaydır. Türklerin millet olması da böyle bir şeydir. Ardından Türklerin gönüllerinin İslama açılmasıyla beraber daha olağanüstü gelişmeler yaşanmıştır. Türklerin İslamiyeti kabul edip onun bayraktarlığını üstlenmesiyle Türkler tam anlamıyla Allah’ın ordusu haline gelmişlerdir. Müslüman olmak, Türk milletine cihan hâkimiyetinin yollarını açmıştır. İslamiyeti kabul etmek, Türk milletine eşsiz bir dinamizm kazandırdığı gibi, Türk Milleti ve Türklük de oluşumunu ancak Müslümanlıkla tamamlayabilmiş ve kemale erdirmiştir. İslamiyetle Türklük zamanla birbirinin ayrılmaz parçası, aynı anlama gelen iki isim ve kavram olmuş, diğer Müslüman unsurları da kendine çeken, büyük bir birlik ve cazibe merkezine dönüşmüştür. Başka milletleri ve toplumları da onlara yöneltmiş, onlarla bir ve beraber olmalarını, karışıp kaynaşmalarını sağlamıştır. Müslümanların siyasi ve askeri gücü, askeri birlik ve bütünlüğü, İslam’ın bayraktarlığı ve temsilciliğini üstlenen Türklerin etrafında şekillenmiş ve gelişmiştir. Bu süreç zamanla Türklük ve Müslümanlığın aynı anlama gelmesine kadar ilerlemiştir. Pek çok Müslüman toplum, kendiliklerinden, kendi arzu ve istekleriyle bu birliğe katılmaya, onların içinde yer almaya can attılar, onlar da Türk adını aldılar, yani Türk olmuş sayıldılar. Ama bu hiçbir zaman kendi ırklarını, kavim ve kabilelerini inkâr etmek yok saymak anlamına gelmiyordu. Bu gönüllü, bilinçli bir tercih, varlıklarını sürdürüp geliştirebilmeleri için gerekli ve zorunlu bir birlik ve beraberlikti. Böylece Türk kelimesi etrafında sağlam, güçlü bir siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri bir birlik, beraberlik oluştu. Yani Türklük tek bir etnik grubun adı değildi, şimdiye kadar yapılan araştırmalar hiçbir zaman da olmadığını göstermektedir. Türklükle Müslümanlık birbiriyle adeta kan ve can, beden ve ruh gibi uzlaşıp, kaynaşmış; birbirinin eş anlamlısı olmuşlardı. Her ikisi de aynı anlama gelen, biri diğerinin yerine kullanılabilen Müslümanlık ve Türklük, bir şuur, bilinç ve kabul meselesiydi. Bu sadece Balkan Müslümanları için değil, neredeyse bütün dünya Müslümanları için de böyleydi. Kendini Türk hisseden her Müslüman Türk kabul edilir, bunu kabul etmeyenler de kim olursa olsun Türklükle bağları kopmuş olurdu.
O zamanlar bir insan aynı anda hem Arnavut, hem Türk, hem Kürt hem Türk, hem Arap hem Türk… olabilirdi. Benim gibi Balkan Müslümanı bir Arnavut da, Avrupalı bir beyaz da, Cezireli bir Arap da, Kafkasyalı bir Müslüman da, hatta Afrikalı bir zenci de, başka milletlerden olanlar da Türk olmayı, Türk adını ve sanını almayı canlarına minnet biliyor, rahatlıkla kendilerini aynı zamanda Türk sayabiliyor, niteleyebiliyor, Türklüğün bir parçası olarak görebiliyor, göğsünü gere gere de ‘Ben Türk’üm!’ diyebiliyordu. Hepsi şuuaraltında gayet bilirdi ki her biri ancak Müslüman kimliklerini, varlıklarını, birliklerini, dirliklerini ancak Türk olurlarsa, yani Türklük adı ve çatısı altında toplanırlarsa sürdürebileceklerdir. Yoksa hiç birinin ne Arnavutluğu, ne Boşnaklığı, ne Tatarlığı, ne Kürtlüğü, ne Pomaklığı, ne Lazlığı, ne Çerkesliği kalacaktır. Hepsinin etrafı kendilerini tek düşürüp avlamak için fırsat kollayan zalim ve insafsız düşmanlarla çevrilidir. Tek düşen hazırda bekleyen düşmanlarına yem olacaktır. Türklük bir etnik kimlik ve alt kimlik değil, Müslümanların dini, siyasi, idari ve askeri her türlü birlik ve beraberliklerinin, güçlerinin, kuvvetlerinin, kimlik ve kişiliklerinin ortak adı, bir üst kimlikti.
Türkler Müslüman olduktan sonra böylece Türklük de kemalini bulmuştur. Türklerin adları, sanları, namları, nişanları, şanları, şöhretleri, kimlik ve kişilikleri, üstünlükleri, faziletleri -bu dine ve Müslümanlara hizmetleri ölçüsünde- zirvelere çıkmıştır. Kendileriyle kan, soy, sop, ırk, dil, kültür, tarih, renk gibi hiçbir maddi ve manevi bağı, ilgisi, alakası olmayan ırklar, kavimler, kabileler ve milletler bile büyük bir memnuniyetle ve şerefle Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsemişler, hatta bu sonradan Türk olanlardan bazıları herkesten daha fazla Türk olabilmişlerdir. Öte yandan Müslümanlığı kabul etmeyen veya İslam’dan başka bir dini seçen Türkler ise çok kısa bir süre içerisinde Türklüklerini de kaybetmişler, hatta herkesten daha fazla Türk ve Türklük düşmanı olmuşlardır. Eğer İslam unsuru olmasaydı, bugün üzerinde yaşadığımız Anadolu’nun, Türkler tarafından ne fethedebilmesi, ne de vatan haline getirilebilmesi mümkün olabilirdi. Fakat Türkler Müslümanlıkla tanıştıktan ve Müslüman olmaya, o inanç ve ideal etrafında toplanmaya başladıktan sonra her şey çok değişti, çok farklı bir mahiyet kazandı. İslamiyet’in kutlu nefesi, diriltici, birleştirici, bütünleştirici büyük çekim gücü ve kuvveti onları derledi, toparladı, asırlardır içine düştükleri ayrılık, gayrılık ve dağınıklıktan kurtardı, çok büyük bir güç ve kuvvet haline getirdi.
İslamiyet, Türkleri hem birbirleriyle hem de bütün diğer Müslüman unsurlarla kavim, kabile ve uluslarla birleştirip, kaynaştıran çok sağlam bağ oldu. Türklük kavramı, İslam kavramıyla eş anlamlı olarak kullanıldığı dönemlerde artık bütün Müslüman unsurları, ırkları, milletleri, kavim ve kabileleri, etnik grupları da hiç bir zorlama, zıddıyet ve terslik olmadan gayet rahatlıkla içine alabilen, onları eritip, yok etmeden, ortadan kaldırmadan aynı bünye içinde çok uyumlu ve sağlam bir birlik, beraberlik, bütünlük ve eşsiz bir harmoniyle hepsini kaynaştırıp bağdaştırabilen, ne kadar dolarsa dolsun taşmayan büyük bir deniz, hatta uçsuz bucaksız bir okyanus haline gelmişti. O zamanlar İslam, hem Türklüğün hem de hangi etnik kökenden gelirse gelsin bütün Türk Milletinin ve Türk toplumunun ortak dünya görüşünün temeli, bütün unsurları ve etnik grupları birbirine bağlayan en güçlü bağ ve toplumun çimentosu durumundaydı. Bu temelin sarsılması ve harcın içerisinden çimentonun çıkarılmaya kalkışılması, Şair Necip Fazıl’ın:
Ve bir şey koptu benden,
Her şeyi tutan bir şey!
mısralarında dile getirdiği gibi toplumda ayrışmalara, çekişmelere, çatışmalara, akla ve hayale gelmedik farklı kimlik ve aidiyet arayışlarına sebep olmuştur.
Bütün dünya ve Osmanlı coğrafyasında, Avrupalıların, Afrikalıların, batılıların ve doğuluların gözünde ve dilinde, Türk ve Müslüman olmak, Türklükle Müslümanlık aynı şey kabul edilirdi. Bir zamanlar, Müslüman denince Avrupalının aklına ilk defa Türk gelirdi. Bugün bile çoğu Avrupalının gözünde Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelen, birbirinden ayrılamayan kavramlardır. Türkler İslamdan önce çok farklı dinlere girmişlerdir ama başka dinlerle Türklük böyle bağdaşamamış, uzlaşamamıştır. Hatta dışarıdan Türklerin sürekli din değiştirmesine, yeni yeni dinlere girip çıkmalarına bakanlar ‘Yahu bu Türkler, her dine giriyorlar ama hiçbirine inanmıyorlar!’ derlermiş. Ama Türkler, Müslüman olduktan sonra asla çıkmadılar, başka bir dine yönelmediler, başka bir dinle anılmadılar. Bu millet, bu din ve bu ikrar ile tam bir değişim ve dönüşüm yaşayarak yeniden var oldu yeni bir kimlik ve kişilik kazandı; bununla olgunlaşıp kemal buldu; bununla sevdi, bununla sevildi, bununla sevindi, bununla dirildi; bununla derlenip, bununla toparlandı. İslam Türkler için ve Türkler arasında ırktan da, soydan da nesepten de daha güçlü bir bağ ve aidiyet halini aldı. Türklerin bu dine yaptıkları büyük hizmetlere mukabil, bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını engelledi.
Türklük, tarih boyunca İslam dışında başka hiç bir din ve inançla böyle bağdaşamamıştır. Bugün dünyadaki pek çok kimseye ‘Hıristiyan Arap olabilir mi?’ diye sorsanız, ‘Olabilir!’ der, hiç garipsemez. Nitekim vardır da… Ama Hıristiyan veya gayrimüslim Türk olabilir mi diye sorsanız, önce şöyle bir duraksar ve olabileceğine inanamaz. Yani, hiç kimse Türk’e İslam’dan başka bir dini yakıştıramaz. Normal olarak insan, kendi istek ve arzusuyla hiçbir milliyete giremez de, çıkamaz da ama bunun tek bir istisnası vardır; o da Türklük’tür. Sonradan Alman, İngiliz, Fransız, Arnavut, Arap, Kürt, Çerkes olunamaz ama sonradan Türk olunabilir. Nitekim ben de sonradan Türk olanlardanım. Ben, etnik köken olarak Arnavut’um ama aynı zamanda Türk’üm. Niye? Çünkü bizim oralarda bir kimse hidayete erince, yani Müslüman olunca, aynı zamanda Türk olmuş sayılırdı. Önceki etnik kökenine, milliyetine, dinine bakılmaz, ister Sırp, ister Hırvat, ister Arnavut, ister Boşnak olsun, ne olursa olsun Müslim, gayrimüslim herkes ona artık ‘Türk oldu!’ derlerdi.
Türklük ve Müslümanlık kan bağıyla babadan evlada geçen miraslardan değildir. Sadece Türk ve Müslüman ana babadan doğmakla, nüfus cüzdanında Türk ve Müslüman yazmakla Türk ve Müslüman olunmaz. Müslümanlık ve Türklük her şeyden önce bir şuur, bilinç ve kabul meselesidir. Kendini Türk hisseden her Müslüman Türk sayılır, bunu kabul etmeyen de kim olursa olsun Türklükle bağları kopmuş olur. Türk ve Müslüman olabilmek için, Türk ve Müslüman gibi düşünmek, hissetmek, inanmak ve yaşamak hem şarttır, hem de yeterlidir. Her ikisi de kazanılabilen ve kaybedilebilen şeylerdendir. Her ikisinde de kan, soy, sop, ırk bağı yeterli değildir. Peygamberlerin eşlerinden ve çocuklarından bile dinsizler, imansızlar çıkabildiği gibi, anası babası Türk olanlardan da Türklükle bütün alakasını kesenler çıkmıştır. Türk asıllı oldukları bilinen nice boylar, kabileler bugün Türklüğün ve Müslümanlığın en azılı düşmanları olmuşlardır. Mesela Bulgarların ve Macarların da aslen Türk oldukları söylenir ama onlardaki Türk düşmanlığına çoğu Avrupa milletlerinde bile rastlanmaz. Öte yandan Türklüğü sonradan kazanmış nice yabancılar, topluluklar, toplumlar, kavimler üstelik tek kelime Türkçe bilmedikleri halde kendilerini Türk saymışlar ve bence herkesten daha fazla Türk olabilmişlerdir. Bunun sayısız örnekleri vardır.
Türklük ve Müslümanlık sadece birer boş iddiadan ibaret şeyler de değildir. Türküm ve Müslümanım diyenin, onun gerektirdiği şartlara uyarak; ona yakışan özelliklerle, niteliklerle, vasıflarla, ahlak ve karakterle, amel ve davranışlarla bunu ispatlaması gerekir. Ben Kosova’dayken etnik köken olarak Arnavut olduğum halde, kendimi tam bir Türk hissediyordum. Müslüman olduktan sonra herkes bizi, biz de kendimizi ‘Türk’ bilirdik. Halk neredeyse tek kelime Türkçe bilmezdi ama yeri geldiğinde, Müslüman olduğunu bildirme ve söyleme ihtiyacı duyduğunda ve kendisine Müslümanlığı nasip eden Allah’a hamdini ve şükrünü, minnetini dile getirmek istediğinde; ‘Elhamdülillah Türküz!’, ‘Allah’a şükür ki Allah bizi Türk yarattı!’, ‘Allah, bize Türklüğü nasip etti!’, ‘Allah bizi, hiçbir zaman Türklükten ayırmasın! ‘Canımızı Türk olarak alsın!’ gibi sözlerle bunu ifade ederdi. Ben küçükken, sıbyan mekteplerinde, İslam’ın şartını öğrenirken, ‘Türklüğün şartı beş!’ diye öğrenmiştim. Yani azizim! Balkanlarda Türklük ve Müslümanlık birbirinin müterâdifi, yani eş anlamlısıydı. Her ikisi de aynı anlama gelirdi. İslamiyet olmasaydı böyle bir birlik ve beraberliğin, böyle bir kaynaşmanın gerçekleşmesi mümkün olamazdı.
Hazreti Mevlana’nın da dediği gibi ‘Hakka ve hakikate gerçekten inananlar kolay kolay bölünemezler, bölünseler bile uzun süre bölük pörçük kalamazlar; önünde sonunda yine birleşirler. Hakta hakikatte birleşemeyenler, anlaşamayanlar, zıt görüşte olanlar ise; ne kadar uğraşıp didinseler de ne kadar çaba ve gayret gösterseler de sağlam ve sürekli birlik ve beraberlik oluşturamazlar. Bu yöndeki bütün emekleri boşa gider. Geçici olarak birleşmiş görünseler de bu birlik sürüp gidemez, er geç yine bozuşurlar.’ Şimdi de ben etnik köken olarak Arnavut olduğum halde, kendimi tam bir Türk hissediyorum. Bunun kavgasını, mücadelesini, iddiasını da her zaman, her yerde ve herkesle yaptım, yaparım, yapmaya da hazırım. Ama ben ırkçı değilim. Çünkü dinimizde ırkçılık merduttur. Bir Müslüman asla ırkçı olamaz.
Maalesef geldiğimiz noktada Türklüğe de Müslümanlığa da yapacağımızı yapmışız. Bazıları bir inanç, bilinç ve şuur meselesi olan Türklüğü, hem de Türkçülük adı altında, güya Türk Milletine ve Türklüğe hizmet ettiklerini sanarak, etnik kökene indirgemeya çalışıyorlar. Hâlbuki bu, bunu yapanlara da, Türklüğe de Müslümanlığa da yapılabilecek en büyük ihanet ve en büyük kötülüktür. Türklüğü mecrasından, özünden, aslından, tarihi kader çizgisinden saptırmak, tarih sahnesinden silinmesine çalışmaktan başka bir şey değildir. Allah Kur’an’da: “Allah’a ve Rasulüne itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin! Sonra korkuya kapılırsınız da rüzgârınız (gücünüz, kuvvetiniz, kudretiniz, devletiniz, üstünlüğünüz, Allah’ın üzerinizdeki nusret ve yardımı) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46).’ buyuruyor. Ayette geçen rîh kelimesinin çok çeşitli anlamları vardır. Bu kelimenin anlamlarının Türk kelimesinin sözlük anlamlarıyla çok büyük benzerlikler taşıması dikkat çekicidir.
– Ama Hocam! Biliyoruz ki, insan kavmini sevdiği için kınanamaz, diye bir hadisi şerif var. İnsanın kendi kavmini, ecdadını anasını babasını sevmesinin ne kötülüğü, ne yanlışlığı var?
– Azizim, yanlışlık insanın kavmini, kabilesini, ailesini sevmesinde değil, bunun bir ideoloji, inanç sistemi haline getirilmesinde, buna temel oluşturmasındadır. Irkçı görüşlerin, ideolojilerin insanın dünyası için ne büyük tehlikeler oluşturduğunu, insanlığın başına ne büyük felaketler açtığını insanlık tarihi boyunca şimdiye kadar yaşayarak gördük ve görüyoruz. Allah da Kitabı’nda, direkt ve dolaylı olarak ırkçılığın bir Müslümana yakışmayacağını, bunun insanın dinine, dünyasına, ahıretine çok büyük zararlar verebileceğini bize bildirmekte ve bizi bundan şiddetle sakındırmaktadır:
“Ey iman edenler! Eğer küfrü (sevip) imana tercih ederlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost ve yakın bilmeyin! İçinizden kim onları dost (müttefik, yar, yaran) edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz (mensup olduğunuz oymak, boy, kavim, kabileniz, hısım, akraba ve menfaat çevreniz), kazanıp (biriktirdiğiniz) mallar, kötüye gitmesinden kaygılandığınız ticaret, hoşunuza giden konutlar sizin için Allah’tan, peygamberinden ve Allah yolunda cihattan daha sevimli ve önemli ise, artık Allah iradesini açığa vuruncaya kadar bekleyin!’ Allah, böyle yoldan çıkmış fâsıklar güruhunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz, onları umduklarına eriştirmez (Tevbe Suresi, Ayet: 23-24).”
Cahiliyye devri Araplarında da kabile dayanışmasına dayalı ırkçı bir anlayış hâkimdi. Soya sopa çok büyük önem verilirdi. Doğru da olsa, yanlış da olsa, haklı da olsa haksız da olsa kendi kavim ve kabilesinden olana sahip çıkılır, her hal ve durumda destek verilirdi. İslam ırkçılığı reddettiği gibi, bunu tamamen yıkmaya ve insanların gönüllerine yerleşmiş köklerini de kazımaya çalışmıştır. Hazreti Peygamberin bu yönde pek çok hadisleri ve uygulamaları vardır. Başta Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer olmak üzere Hulefai Raşidin de bunu yıkmak için çok büyük çaba ve gayret sarf etmişlerdir. Hatta Hazreti Ebu Bekir’in bir gün Mescid-i Nebevi’de sırf bu konuyu hutbe konusu ettiği ve atalarla övünmenin anlamsızlığını, iğrençliğini ve utanılacak bir şey olduğunu değişik örneklerle anlatmaya ve insanları böyle bir anlayıştan vazgeçirmeye çalıştığı rivayet edilir. Hatta falanın veya filanın sulbünden gelmiş olmanın iftihar vesilesi sayılmasının, birinin erkeklik organından veya menisinden gelmiş olmanın üstünlük ölçüsü ve vesilesi kabul edilmesinin ne kadar çirkin ve iğrenç bir şey olduğu üzerinde o kadar detaylı bir şekilde durmuş, soyla, sopla, kavimle kabileyle övünmeyi o kadar eleştirmiş, o kadar kötülemiş ki, onu dinleyenler mescidden -kendilerinden iğrenerek- dışarı çıkmışlar. Fakat Araplardaki ırkçılık hastalığının kökü o kadar derinlerdeydi ki, bir türlü tamamen sökülüp atılamadı. Nitekim çok geçmeden de İslam’ın ve Müslümanların başına musallat olan bir bela haline geldi. Irkçı hanedanların ortaya çıkmasının, Arap olmayan Müslümanlara mevali yani köle gözüyle bakılmasının, İslam’ın kazanımlarının çar çur edilmesinin önüne geçilemedi. Bu yüzden de Allah, İslam’ın bayraktarlığı, sancaktarlığı, Müslümanların önderliği ve liderliği görevini ve nimetini Araplardan çekip aldı ve bu nimeti ve görevi Türklere verdi.
Türklerde ve Türk kültüründe ve anlayışında, özellikle İslamla şereflendikten sonra yol oğlu ve er oğlu olmak, bel oğlu olmaktan çok daha önemli hale gelmiştir. Bu yüzden çocukların iyi, sağlam, dinli, imanlı, hünerli, erdemli, hayırlı ve devletli olmalarına, öyle yetiştirilmelerine çok büyük önem verilirdi. İslam’ın gazisi ve mücadihi olmayan, Türk’ün kahramanı olamaz. Türk Milleti, kendi neslinden, kanından, canından bile olsa Allah’ın yolunu yol, Peygamberinin izini iz bilmeyenleri, ne evlat, ne de Türk kabul eder. Türk, kendi belinden gelmese de yol oğlu, er oğlu olan erdemli ve hünerli kişileri kendinden ve Türk sayar. Dede Korkut deyişlerinde, ezgilerinde, hikmetlerinde iyi ve hayırlı evlatlara sahip olmanın önemine ve gereğine değinilir; hayırsız, hoyrat evlatlara sahip olmak çok büyük bir felaket olarak değerlerdirilir.
Tarih boyunca din ayrılığı ve İslam’dan başka dinlere yönelmek, Türk Milleti için her zaman birlik ve beraberliği, kimlik ve kişiliği yok edici bir rol oynamıştır. Örneğin önemli Türk boylarından biri olan Tuna Bulgarları, bu bölgeye yerleştikten ve Hıristiyanlığı din olarak kabul etmelerinin üzerinden bir asır bile geçmeden, hem Türkçeyi hem de Türklüklerini tamamen unutmuşlardır. Osmanlılardan çok önce Doğu Avrupa’ya ve Balkanlara yerleşerek devletler kuran başka Türk boyları da, Hıristiyanlaştıktan sonra Slavlaşıp Türklüklerini kaybetmişlerdir. Başka dinlere girerek Türklüklerini kaybeden bu gayri Müslim Türkler, Türklere ve Türklüğe düşmanlıkta başka milletlerden çok daha ileri gitmişlerdir. Türk milletinin oluşumunda ve dünyanın en büyük milleti haline gelmesinde, varlığını sürdürmesinde İslam unsurunun etkisi çok büyüktür. Canlı bir bedendeki ruh, betonarme binadaki çimento kadar önemliyse, bunlar olmadan varlıklarını sürdürebilmeleri nasıl mümkün değilse, Türklük de İslam unsuru olmadan var olamaz.
Ortak zeminin kaybolduğu yerde, toplumsal çözülmeler başlar, herkes kendisine başka kimlik ve aidiyetler aramaya yönelir. Bizler de Osmanlıların “Nizam-ı Alem” ve “Pax Ottomana (=Osmanlı Barışı)” gibi adlarla anılan, bütün unsurların ortak yararını ve çıkarını gözeten genel ve kapsayıcı dünya görüşünü ne yazık ki zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına göre geliştirememişiz. Bunun yerine daha iyisini koyamadığımız, İslam’ın birleştirici rolünü de bir tarafa atıp tamamen göz ardı ettiğimiz için, şimdi herkesin kendi etnik kimliğini öne çıkarmaya, kendisine yeni aidiyetler aramaya çalışmasından kaynaklanan çözümü imkansız sorunlarla boğuşup duruyoruz. Biz, asırlardan beri aynı ilke ve değerler etrafında, yaşanmış binlerce ortak acı tecrübeler ve felaketler sonucu oluşmuş ortak Türk adı ve Türklük kimliği etrafında birleşmiş, bütünleşmiş, bir ve beraber olmuş, et ve tırnaktan öte beden ve ruh haline gelmiş, aynı vücudun parçaları gibi bütünleşmiş, ayrılamaz, bölünemez tek bir milletiz. Şimdi bu bütünü oluşturan etnik grupların birbirleriyle rekabete girişmesinin, hatta durup dururken birbirlerinden ayrılmaya, bölünmeye, parçalanmaya kalkışmalarının kime ne hayrı olabilir, bunun hangi haklı sebebi olabilir? Bizim birimizin derdi, sıkıntısı, sorunu, tasası hepimizindir ve hepimizi etkiler. Birimizin derdini, sorununu çözmeden diğerlerimizinkini çözebilmemiz de hep birden rahat ve huzur bulabilmemiz de mümkün olamaz. Bunları çözebilmek, üstesinden gelebilmek için birbirimize daha sıkı kenetlenmekten, daha fazla elbirliği, güç birliği, iş birliği, söz birliği ve gönül birliği yapmaktan, ortak ve birlikte mücadele etmekten başka çaremiz yoktur. Birbirimize zıt ve çelişkili tavır ve tutumlar içerisine girmek hiç kimseye en ufak bir fayda sağlamaz, aksine onulmaz yaralara ve tahribatlara yol açar.
TÜRKLÜĞÜN KADRİ VE KIYMETİ
Ali Yakup Hoca’daki bu Türklük, Osmanlılık sevgi ve saygısını, bağlılığını, bilincini biraz aşırı ve fazla bulan ve bu konuda ona en çok takılanlardan biri de kadim dostlarından Ali Ulvi Kurucu Bey’di. Bir defasında ona:
- Yahu Hazret! Ben, kendim Türkoğlu Türküm! Selçukluların merkezi
Konya’lıyım. Fakat bendeki ve sendeki Türklük şuurunu, Osmanlı sevgisini ve hayranlığını karşılaştırdığımda bir de bakıyorum ki sen benden bu konuda da fersah fersah ileridesin! Bu nasıl iş? Nasıl böyle oluyor? diye takılmış. Kendi tabiriyle içi dışı bir, yalan dolan bilmez, zarif, latif, dürüst bir insan olan Ali Yakup Hoca, şu cevabı vermiş:
– E, Azizim, nasıl olacak? Siz mirasyedisiniz! Mirasyedi mal kadrini ne bilir? Siz, bu nimeti bedavadan bulduğunuz için kadrini ve kıymetini bilmiyorsunuz. Bunun ne kadar zor, ne büyük emekler, fedakârlıklar sonucunda kazanılmış, ne büyük bir nimet olduğunun farkında, ayırdında ve şuurunda değilsiniz. Nitekim zengin çocukları da, kendilerine miras kalan zenginliğin nasıl elde edildiğini, nasıl kazanıldığını bilmedikleri için, o zenginliğe şükretmesini bilmezler. Ama bir hamal çocuğu, ırgat çocuğu, dul kadın çocuğu, eline geçen nimetin kadrini, kıymetini çok iyi bilir ve ona çok şükreder. Çünkü o, aç susuz kalarak, felaketler, sefaletler, yokluklar yaşayarak, çileli günler görerek yetişmiştir. Ayrılıklar, gurbetler, hicranlar yaşamış, acılar tatmıştır. Sizler Türk ve Müslüman bir çevrede, aile ortamında ve evde büyüyüp, geliştiniz, yetiştiniz. Bunun da bedavadan ve kendiliğinden olduğunu sanıyorsunuz. Onun için de şükretme gereği duymuyorsunuz.”
TÜRKLÜĞÜMÜ HERKESLE TARTIŞIRIM!
Ali Yakup Hoca’nın çok yüksek bir Türklük ve Müslümanlık şuuru, sevgisi ve bağlılığı vardı. O, Balkanlardan tevarüs ettiği bir anlayışla Türklükle Müslümanlığı birbirinin eş anlamlısı, her ikisi de aynı anlama gelen, aynı manayı ifade eden, biri diğeri yerine kullanılanılabilen iki kavram olarak görür, İslamla özdeşleşmiş bu Türklüğü de Müslümanların en büyük dini, siyasi, askeri, iktisadi, kültürel, sosyal vb yönlerden en büyük birliği, beraberliği ve birlikteliği olarak kabul ederdi. İslam tarihinde ve günümüzde Müslümanların bundan daha büyük ve kapsayıcısı bir birlikleri olamadığı, bugün ve gelecekte Müslümanların varlıklarını, birliklerini başka türlü sürdürebilme imkânlarının olamayacağı için herkesin bu çatı altında toplanması gerektiğini savunurdu. Bunun asla bir kavmiyetçilik, ırkçılık olmadığını ve olamayacağını söylerdi. Öte yandan Türklüğü kan, ırk ve soy bağında arayan, etnik milliyetçiliğe indirgeyen bazı kendini bilmez, ırkçı, kavmiyetçi, aşırı milliyetçilerle pek anlaşamaz, bunlardan onun Türklüğünü sorgulamaya kalkan densizlere bazen çok sinirlenir onlara;
- Azizim! Bana bakın; kim ne derse desin, ben Türk’üm, Türklü
ğümü de her yerde, herkese karşı savunur, herkesle tartışır, ispat da ederim. Benim Türklüğüm, öyle sizin gibi anadan babadan bedava miras kalmış; bilinçsiz, şuursuz, sözde, uyduruk, çakma, kafa kâğıdı Türklüğü de değildir. Benim Türklüğüm, sınanmış, denenmiş, defalarca test edilmiş, ispatlanmış, şuurlu bir Türklüktür. Türklük bütün Müslümanları tek çatı altında derleyip toparlayan en büyük ve en kapsayıcı birliktir. Eğer daha büyüğü, daha genişi, daha kapsayıcısı olsaydı ben de ondan olur, onu savunurdum! derdi.
O zamanlar bir yanda ırkçı, aşırı milliyetçi, Müslümanları bile yeşil komünist diye suçlayan Türkçülük anlayışları, diğer yanda da millet ve milli duyguların adını bile andırmak istemeyen, Hoca’daki bu Türklük anlayışını kendilerince İslamla bağdaştıramayan, Türklükle iftihar etmeyi ırkçılık ve İslamdan sapma gibi değerlendiren sözde İslamcı anlayışlar arasında bazen ben de tereddüt eder, daha çocuk yaşta biri olmama rağmen bazılarıyla ister istemez ben de tartışmalara girmek zorunda kalırdım. Çoğu kafa karıştırıcı, akıl, fikir bulandırıcı karşıt görüşler arasından en uygununu, doğrusunu, en makul, mantıklı olanını ve İslami anlayışa en uygun olanını bulmaya çalışırdım. Eğer Hocam’ın keyfi yerindeyse ve benim soru sorabileceğim bir ortam oluşmuşsa ona da kafama takılan her şeyi hiç çekinmeden sorabilir, aklımı ve gönlümü yatıştıracak cevaplar alır, bazen de onun beni yönlendirdiği kitap ve kaynaklarla bilgi eksikliğimi tamamlamaya çalışırdım. Hatta bir defasında çocuk safiyetiyle ona şöyle bir soru da sormuştum;
- Hocam, siz Türklüğünüzü herkese karşı savunabileceğinizi söy-
lüyorsunuz ama siz aynı zamanda Arnavutsunuz, Arnavutluğunuzu niçin savunmuyorsunuz?
Bu sorum üzerine bana şöyle demişti;
–Evladım, benim Arnavutluğumun savunulacak, tartışılacak neyi var? Ben ahmak mıyım, aptal mıyım ki ırkçı olayım ve ırkçılık yapayım?! Irkçılık dünyanın en saçma, en aptalca ideolojisidir, hatta buna ideoloji bile denemez. Arnavutluk benim etnik aidiyetimdir, kimliğimdir. Etnik köken aidiyeti, asla değişmeyen, değiştirilemeyen, artmayan, eksilmeyen, herkesin kafasına göre girip, çıkamayacağı, sadece kan bağına ve soya bağlı bir aidiyettir. Bir insanın damarlarında hangi oranda, hangi etnik grubun veya grupların kanı dolaşıyorsa o kişi, o oranda o etnik gruptandır. Ama diyelim ki soyunda sülalesinde bir etnik gruptan kimse yoksa bu kimsenin kalkıp o etnik gruptan olabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden de bunu savunmanın, mücadesini vermenin, ret veya inkâr etmenin hiçbir anlamı ve gereği yoktur. Çünkü hangi etnik aidiyetle doğmuşsan, onunla ölürsün. Etnik aidiyetin tehlikeye düşmez ki, onu savunasın! Diyelim ki, ben Arnavut ırkçılığı yapacak olsam, daha fazla mı Arnavut olacağım? İnsanın kan bağı nedeniyle kazandığı etnik kimlik, doğuştan gelir ve değişmez. Ama Müslümanlık ve benim gibi Balkan Müslümanlarnın gözündeki Türklük, bir kabul, şuur ve iman meselesidir. İnsan buna kendi iradesiyle katılabilir de, çıkabilir de… Bu kuvvetlenebilir de, zayıflayabilir de! Irkçılık, dinimizce de lanetlenmiş, yasaklanmış aptalca, ahmakça, hem Müslümanlara, hem de bütün dünyaya çok zararları olmuş bir ideoloji, iddia ve anlayıştır. Bu yüzden ben asla ırkçı değilim. Öyle olmaktan da, öyle tanınmaktan da Allah’a sağınırım. Çünkü dinimizde ırkçılık merduttur. Bir Müslüman asla ırkçı olamaz. Ben ırkçılığın ve kavmiyetçiliğin her türlüsünden nefret ederim. Evet, ben Türk’üm ama Türkçü değilim, Arnavut’um ama Arnavutçu değilim. Türklük, benim gözümde, Müslümanlığın eş anlamlısıdır. Bu yüzden de ben Türklüğümün kavgasını, mücadelesini, iddiasını, her zaman, her yerde ve herkesle yaparım. Birisi bana Türk değilsin dediğinde, ben bunu sanki Müslüman değilsin demiş gibi anlıyor ve algılıyorum. Türkler, Müslüman olup İslama hizmet etmeye başladıktan sonra Türklükle Müslümanlık gittikçe özdeşleşmiş, aynileşmiş, birleşmiş, biri diğerinin yerine kullanılmaya başlanmıştır. Bu dine hizmetleri sayesinde Allah Türklerin adlarını, sanlarını, namlarını, nişanlarını, şanlarını, şöhretlerini kimlik ve kişiliklerini, üstünlüklerini, faziletlerini zirvelere çıkarmış, onları bütün Müslümanlara sevdirmiş, herkesin gözünde ve gönlünde Türklük ve Müslümanlığı aynı şey haline getirmiştir. Türklerle aralarında hiçbir kan bağı, soy, sop, ırk, dil, kültür, tarih, renk gibi maddi ve manevi hiçbir ilgisi ve alakası olmayan ırklar, kavimler, kabileler ve milletler bile büyük bir memnuniyetle ve şerefle İslamla bir gördükleri Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsemişler, hatta benim gibi sonradan Türk olanlardan bazıları kendilerini herkesten daha fazla Türk hissedebilmişler ve sayabilmişlerdir. Öte yandan Müslümanlığı kabul etmeyen, İslamdan başka bir din seçen Türkler ise çok kısa bir sürede Türklüklerini, Türkçeyi de unutup kaybedetmişler, hatta herkesten daha fazla Türk ve Türklük düşmanı olmuşlardır.
SINANMIŞ VE DENENMİŞ BİR TÜRKLÜK
Hoca Türklüğün de Müslümanlığın da sade ve basit bir addan, boş bir iddiadan ibaret olmadığını, bu isimleri alanların, onlarla müsemma da olmaları, iddialarını ispat etmeleri gerektiğini söylerdi. Kimin hakiki ve daha iyi Müslüman ve Türk olduğunun, ancak bunların gerektirdiği ölçü ve kriterlere uyup, uymadığının, gerekli sıfat, özellik, nitelik ve üstünlükleri taşıyıp taşımadığının veya ne kadarını taşıdığının ölçülüp değerlendirilmesiyle mümkün olabileceğini düşünürdü. Türklük iddiasında bulunan bir kimsenin Müslümanlığın bütün şartlarını ve üstüne üstlük Türklük özelliklerini de taşıması gerekirdi. Türklük ve Müslümanlık iddiasında bulunup da, taşıması gereken sıfat, özellik, nitelik ve üstünlüklerin, erdem ve hünerlerin hiç birini taşımayan, o ahlak, fazilet ve karaktere sahip olmayanların bunlara mensubiyet iddia etmelerinin, boş, anlamsız, geçersiz, temelsiz, hatta gülünç olacağına dikkat çekerdi. Elbette Türklük ve Müslümanlığın sıfat ve özellikleri, nitelikleri sayılamayacak kadar çoktur. Bunların hepsinin bir kişide toparlanabilmesi de çok zor hatta imkânsız olabilir. Elbette bütün metaller altın değildir ve bütün altınlar ve mücevherler de aynı ayarda ve aynı değerde değildir. Bu durum bütün insanlar, Türkler ve Müslümanlar için de geçerlidir. Ama bir insana özellikle de bir Türke ve Müslümana yakışan, taşıması ve edinmesi gereken şartları, sıfatları, hünerleri, erdemleri iyi bilmek, iyi tanımak, bunları kendine mal etmeye, bunlarla bezenmeye çalışmak, hiç olmazsa o yolda olmak, sürekli kendisini yetiştirmeye, geliştirmeye, bu güzel isimlere layık olmaya çalışmaktır. Bu da herkesin yapabileceği ve yapması gereken bir şeydir. Bir gün bir kişi gelerek Hazreti Peygamber’den (SAV), kıyametin ne zaman kopacağını sordu. Hz. Peygamber ona:
- Peki sen kıyamet için ne hazırlık yaptın? diye sorunca kişi:
- Pek fazla bir hazırlığım yok! Ancak ben Allah’ı ve Peygamberini
çok seviyorum, demiş, Peygamber Efendimiz (SAV) de ona:
- Öyleyse sen, sevdiklerinle berabersin!Kişi sevdiğiyle beraberdir,
buyurmuştu. Resûlullah’ın bu müjdesi orada bulunan sahabeyi o kadar çok sevindirmişti ki, o güne kadar hiçbir şey onları bu kadar sevindirmemişti. Çünkü hepsi de Allah ve Resulünü canlarından çok seviyorlardı ( Müslim, Birr, 163/ Buhari, Edeb, 192).
Herkesin kendisini sürekli Müslümanlık ve Türklük kantarında ve terazisinde ölçüp tartması, eksiklerini tamamlama, faziletlerini artırma gayret ve çabası içinde olması gerekir.
Ali Yakub Hoca, Müslümanlığın ve Türklüğün en temel özelliklerine, kriterlerine sahip gerçek bir Türk ve Müslümandı. Ben ömrüm boyunca ondan daha nitelikli ve gerçek bir Türk ve Müslüman tanımadım. Bütün gerçek Balkan Türkleri ve Müslümanları gibi o da dünyada başka hiçbir Türk ve Müslüman kalmasa bile yine de Türk ve Müslüman olma azminde, kararlılığında ve gayretinde olan biriydi. Diğer gerçek Balkan Türkleri ve Müslümanları gibi onunki de, asırlardan beri çok sınanmış, denenmiş ve çok ağır imtihanlardan geçmiş bir Türklük ve Müslümanlıktı. Dolayısıyla Ali Yakub Hoca, kendi Türklüğünün ve Müslümanlığının sınanmış, denenmiş bir Türklük ve Müslümanlık olduğunu söyler, Türklüğünü ve Müslümanlığını şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da ispata ve savunmaya hazır olduğunu belirtirdi. Bütün Balkan Türkleri ve Müslümanları gibi o da Türklüğünü ve Müslümanlığını terk etmemek, daha iyi yaşayabilmek, daha iyi yaşayabileği yeni bir yurt, yuva ve dünya kurabilmek için her şeyini, dünyanın en güzel beldelerinden biri olan öz yurdunu, Balkan topraklarını terk etmiş, ömrü gurbetlerde, muhaceretlerde, dinine vatan olabilecek coğrafya arayışı içinde geçmiş, anavatan bildiği Türkiye’ye can atmıştı. Herhalde bundan daha büyük sınav olamazdı. Bu yüksek bilinç ve şuurun en güzel ve en üstün örnekleri, Ali Yakub Cenkçiler Hoca’da fazlasıyla görünür ve gözlenirdi. Aşağıdaki yaşanmış olay, bunu çok açık ve net bir biçimde ortaya koyan, güzel örneklerden biridir.
İstanbul’un eski mahallelerini, en kıyıda köşede kalmış sokaklarına kadar gezip dolaşmayı çok seven Ali Yakup Hoca, günlerden bir gün, karışık, dolaşık, daracık sokaklı eski bir İstanbul mahallesinde dolaşırken boylu, boslu, açık kumral, Avrupai görünümlü, oldukça serbest kılık kıyafetli, mini etekli iki genç kızla karşılaşır. Sıkıntılı, tereddütlü, telaşlı hallerinden mahallenin yabancısı oldukları anlaşılan kızlar, biraz mahcup, fakat son derece nazik, saygılı ve ölçülü bir tavırla Hocaya yaklaşırlar. İçlerinden daha cesur görünen yeşil gözlüsü hemen özür dileyerek söze girer:
– Af edersiniz amca, sizi rahatsız ediyoruz! Biz buranın yabancısıyız; otobüs durağına gideceğiz ama yolumuzu kaybettik. Epey zamandır aynı yerde dolanıp duruyoruz, bir türlü ana caddeye çıkamadık ve otobüs durağını bulamadık. Eğer siz biliyorsanız, acaba bize en yakın otobüs durağını gösterebilir misiniz? Hoca;
– Tabii kızım! Hem ne rahatsızlığı, zaten ben de o tarafa doğru gidiyorum. İsterseniz durağa kadar birlikte yürüyebiliriz, deyince kızlar, yaşlı adamın bu teklifini memnuniyetle kabul ederler.
Oldukça konuşkan olan kızlar, kendilerine yol arkadaşlığı yapan Hocaya, bir çırpıda Sağmalcılar taraflarında oturduklarını; bir yakınlarının arabasıyla bu civarda oturan bir akrabalarını ziyarete geldiklerini; dönüşte kendi başlarına otobüs durağını bulabileceklerini zannettiklerini ama bu karışık sokaklarda yollarını kaybettiklerini; epeyce dolandıkları, bir iki kişiye de sordukları halde bir türlü otobüs durağını bulamadıklarını; ona rastlamalarının kendileri için büyük bir şans olduğunu anlatıverirler.
Kızların sözü bitince, sıkıcı bir yol arkadaşı olmamak için, Hoca da onlarla birkaç kelam etme gereğini hisseder. Önce isimlerini, sonra biraz da kendilerinin Balkan göçmeni olduklarını tahmin edebildiği için, memleketlerini sorar. Kızlar isimlerini söyledikten sonra, birisi biraz çekingen bir tavırla;
-Amca biz muhaciriz. Ailemiz biz küçükken Yugoslavya’dan İstanbul’a göçmüşler, demiş.
Tahmininde yanılmadığını anlayan Hocanın gözleri ışıldamış ve onlara:
– Yaa, öyle mi kızım? Desenize hemşehriymişiz. Biliyor musunuz, ben de muhacirim? Hem de Kosovalıyım, yani sizin gibi Yugoslavya muhaciriyim. Peki, sizinkiler Yugoslavya’nın neresinden gelmişler?
– Amca benim ailem Saraybosna’dan gelmiş.
– Bizimkiler de Makedonya’dan, Üsküp’ten gelmişler.
– Ne güzel! Ben, Üsküp’ü de Saraybosna’yı da çok iyi bilirim. Gençlik yıllarımda her ikisinde de medresede okudum. Her ikisi de çok güzel yerler. Peki, siz oraları hatırlar, bilir misiniz? Kızlardan biri;
– Yok, amca, nereden bilip, hatırlayacağız? Ailelerimiz, zaten daha biz doğmadan buralara göçmüşler. Şimdiye kadar da hiç gidiş gelişleri olmamış. Sadece arada sırada büyüklerimizin anlattıkları kadarıyla oralar hakkında bazı şeyler duyuyoruz, hepsi o kadar.
– Ne anlatıyor, nasıl anlatıyor, büyükleriniz?
– Ne anlatacaklar amca!? Oraların çok güzel yerler olduğunu ama bırakıp gelmek zorunda kaldıklarını, muhacirliğin çok zor olduğunu, dayanılmaz acılar, çileler, sıkıntılar, yokluklar, yoksulluklar çektiklerini… İşte bunun gibi şeyler anlatıyorlar.
– Büyükleriniz doğru söylemişler kızım… Muhacirlik gerçekten de çok zor bir şeydir, dayanılmaz bir acıdır. Başına gelmeyen, çekmeyen bunu bilemez. Benim ömrüm de hep gurbetlerde, muhaceretlerde geçti. Hele Kosova gibi, Balkanlar gibi bana göre dünyanın en güzel, en verimli, iklimi en mutedil, en yaşanmaya değer, her şeyin çok bol olduğu, cennet gibi yerleri bırakıp da başka yurtlar aramaya mecbur kalmak, kolay katlanılabilecek dert değildir. Ben de Kosova’yı göremeyeli çok uzun yıllar oldu. Ama inanır mısınız, ben hâlâ kendimi rüyalarımda bile hep oralarda, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği yerlerde görürüm?! Peki, kızım, o zaman sizinkiler ne diye o kadar güzel yerleri bırakıp da muhacir olmuşlar. Orada çok mu fakirmişler? Buralarda daha rahat, daha müreffeh, daha iyi bir hayat mı aramışlar?
– Yok, amca, yok! Hiç öyle şey olur mu? Aksine bizimkiler Yugoslavya’da çok zengin, çok varlıklıymışlar. Her şeyleri varmış.
– Bizimkiler de öyle Amca! Makedonya’da çiftçilikle, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Çok geniş arazileri, tarlaları, çiftlikleri, hayvanları varmış. Ama hiçbir şeylerini alamadan, satamadan, hepsini gâvura bırakıp, elleri avuçları bomboş Türkiye’ye göçmek zorunda kalmışlar.
– Bizimkiler, çok geniş bir aileymiş. Saraybosna’da kimisi ticaretle, kimisi sanayiyle uğraşırmış. Fabrikaları, atölyeleri, iş yerleri, dükkânları varmış. Oraların en zenginleriymişler. Onlar da her şeylerini orada bırakıp, buraya gelmişler.
– İyi ama kızım, bunca mala mülke ne olmuş? Hem, insan durup dururken onca serveti, zenginliği, malı, mülkü, refahı bırakır, her şeyini terk eder, yeni maceralar peşine düşer mi? Başlarına neler gelebileceğini, neler yaşayabileceklerini hesap etmeden başka bir yere göçer mi?
– Durup dururken olur mu amca? Oralar gâvur eline geçmiş. Gâvurlar tutturmuşlar bizimkilere, ya bizim gibi Hıristiyan olacaksınız, ya da buraları terk edip gideceksiniz, demişler.
– Eee, sizinkiler ne demiş?
– Ne desinler amca? Elbette, biz ölürüz, her şeyimizden vazgeçeriz de Türklüğümüzden asla vaz geçmeyiz, demişler.
– Eeee, sonra ne olmuş?
-Bizimkiler de her şeylerini orada bırakıp Türkiye’ye göçmekten başka çare bulamamışlar. Türkiye’ye geldiklerinde, yıllarca kümes gibi küçücük evlerde, birkaç aile bir arada, üst üste yaşamak zorunda kalmışlar. Bu onların o zamana kadar hiç tanımadıkları, tatmadıkları, alışmadıkları, çok zor bir hayatmış.
– Peki, ama madem Yugoslavya’da o kadar varlıklı ve zenginmişler, Türkiye’de niçin bu kadar fakir bir duruma düşmüşler. Mesela, mallarını, mülklerini, servetlerini, paralarını, pullarını alıp niye Türkiye’ye getirmemişler? Oradaki varlıklarını, mallarını, mülklerini satsalar, herhalde burada çok rahat bir hayat sürdürebilirlerdi. Bu kadar çok çile, fakirlik ve yoksulluk da çekmezlerdi. Öyle değil mi?
– Nasıl getirsinler amca, getirememişler ki?! Gâvur bırakmamış! Türkiye’ye göçmek isteyenlerin oradaki her şeylerine, bütün mallarına, mülklerine, varlıklarına el koymuşlar.
– Nasıl olmuş bu iş?
– Amca siz de hem Yugoslav göçmeni olduğunuzu söylüyorsunuz, hem de nasıl olduğunu, orada olup bitenleri hiç bilmiyormuşsunuz gibi bize soruyorsunuz!
– Haklısınız kızım. Bilmez olur muyum; elbette ben de biliyorum ama hem sohbet olsun diye, hem de sizinkilerin yaşadıklarını, sizin ağzınızdan da duymak için soruyorum. Ben Kosovalıyım, sizin biriniz Saraybosnalı, diğeriniz ise Makedonyalıymış. Belki sizin oralarda farklı şeyler yaşanmış olabilir! Ayrıca olup bitenlerden, yaşanan acı ve sıkıntılardan ne kadar haberdarsınız onu merak ettim. Biraz da onun için soruyorum, kusuruma bakmayın! Ama her şeyin bu kadar farkında, ayırdında ve bilincinde olmanız da beni çok memnun etti.
– Estağfirullah amca! Sanki olanları hiç bilmiyormuşsunuz gibi sormanız biraz garibimize gitti; o yüzden biraz şaşırdık.
– Olabilir kızım! Ailelerinizin oradaki malının, mülkünün gâvurlar tarafından ellerinden nasıl alındığını anlatıyordunuz. İsterseniz yarım kalmasın!
– Evet amca; Hıristiyan olmak istemeyen, oradaki baskı ve zulümlere de dayanamayan diğer Müslümanlar gibi bizimkiler de çareyi Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç etmekte görmüşler. Ama gâvurlar, bütün mallarından, mülklerinden, servetlerinden, arazilerinden, topraklarından, tarlalarından, dükkânlarından, iş yerlerinden, fabrikalarından, evlerinden, bağlarından, bahçelerinden, yani neleri varsa hepsinden vazgeçmedikçe, hepsini orada bırakıp gitmeye razı olmadıkça onların Türkiye’ye göçmelerine izin vermemişler. Hatta sonradan kalkıp da hak iddia edemesinler diye hepsinin elinden ‘Yugoslavya’da benim hiçbir malım, mülküm yoktur’ diye yazılı, imzalı kâğıtlar, belgeler de almışlar.
– Sizinkilerin hepsi bunu yapmışlar, o belgeleri imzalamışlar mı?
– Tabii amca, başka ne yapabilirler ki? Eğer yapmasalar, imzalamasalar Türkiye’ye göçmelerine izin verilmiyormuş.
– Yaaa! Ama bu gerçekten çok büyük bir fedakârlık! Bu fedakârlığı acaba niçin yapmışlar?
– Niçin yapacaklar amca, herhalde siz niçin yapmışsanız onlar da onun için yapmışlardır.
– Ben sadece ve sadece dînim, Türklüğüm ve Müslümanlığım için yaptım.
– Bizimkiler de öyle amca! Başka niçin yapacaklar ki?
– Haklısınız kızım. Siz bilmezsiniz, çok eskiden ben Kosova’yı daha terk etmeden önce oralarda Çetnikler adıyla anılan Sırp çeteleri vardı. Köyleri, kasabaları, şehirleri basarlar, insanları kadın erkek, çoluk çocuk demeden vahşîce öldürürler; mallarını, mülklerini, arazilerini yağmalarlar, onları öz vatanlarından göçe zorlarlardı. Ben Mısır’a hicret ettikten sonra, Yugoslavya’da rejim değişti, komünistler iş başına geçti. Komünizmin daha insancıl olduğu, din farkı gözetmediği söylenir. Sizinkiler hiç olmazsa komünizm döneminde rahat ve huzur yüzü görememişler mi?
– Nerede rahat yüzü görecekler amca! Devletin ideolojisi, siyasî, ekonomik ve sosyal sistemi, rejimi değişmiş ama gâvur yine aynı gâvurmuş. Hıristiyanların Müslümanlara karşı tavrı ve düşmanlığı komünist dönemde de değişmemiş, hiç azalmamış. Hatta gâvurlar, rejim değişikliğinden sonra, Müslümanlara zarar vermek için bu sefer de komünizmi araç olarak kullanmaya başlamışlar. Komünist dönemde de, yine en çok Müslümanların mallarına el konuluyormuş. Göstermelik halk mahkemeleri kuruluyor, malı mülkü olan Müslümanlar, bu sefer de halk düşmanı ilan edilerek bu mahkemelerin önüne çıkarılıyorlar ve güya yargılanıyorlarmış. Aslında bu mahkemelerin amacı da, sonucu da, verilecek kararlar ve cezalar da çok önceden belliymiş. Halk mahkemelerinin üyeleri, başta Sırplar olmak üzere hep Hıristiyanlardan oluşuyormuş. Zaten sözde yargılamalar daha başlar başlamaz, gâvurlar hep bir ağızdan ‘İdam! İdam!’ diye tempo tutmaya başlıyorlarmış. Kısa ve uyduruk bir yargılamadan sonra, mahkemeye çıkarılan hali vakti yerinde Müslümanların hem mallarına el konuluyormuş, hem de bunlar idam sehpalarında can veriyorlarmış. Bizim yakınlarımızdan da pek çok kimse, böyle idam sehpalarında can vermişler, mallarına mülklerine el konulmuş.
– Peki bu Sırpların, gâvurların dertleri neymiş? Ne istiyorlarmış bu zavallı insanlardan?
– Ne olacak amca, tek dertleri bizimkilerin Müslüman, kendilerinin Hıristiyan olmalarıymış. Buna bir türlü tahammül edemiyorlarmış. Bizimkilerden de illa kendileri gibi Hıristiyan olmalarını istiyorlarmış. Yoksa her şeylerine el koyuyorlar, onları ölümlerden ölüm beğenmeye mecbur ediyorlarmış.
– Demek ki, sizinkiler de benim gibi her şeylerini tek bir şey için, yani sırf Müslümanlıkları için feda etmişler. Müslümanlıkları için, hiç tereddüt etmeden vatanlarını da, ülkelerini de, yurtlarını da, yuvalarını da, mallarını da, mülklerini de, hatta bazıları canlarını da feda etmekten çekinmemişler. Sırf dinlerini kurtarabilmek ve özgürce yaşayabilmek için buralara can atmışlar, hicret etmişler, muhacir olmuşlar. Gerçekten bu çok büyük bir fedakarlık! Öyle değil mi, kızım?
– Evet öyle amca, haklısınız!
Kızlardan biraz daha uzun boylu olanı, yarasına tuz basılmış gibi acı dolu ve titrek bir ses tonuyla Hoca’nın sözlerine bazı eklemelerde bulunma ihtiyacı duymuş:
– Öyle ama amca; göçmekle, muhacir olmakla da her şey bitmiyor, düzelmiyor ki! Bizimkiler muhacirlikle beraber anavatan bildikleri Türkiye’de sadece maddî sıkıntılar çekmemişler. Pek çok manevî sıkıntılara, psikolojik baskılara da katlanmak zorunda kalmışlar. Hatta anlattıklarına göre onlara en ağır gelen, katlanılması en zor olan da buymuş!
– Yaaa! Bunlar nasıl sıkıntılarmış, kızım?
– Ne bileyim, saymakla bitmez ki! Burada çok dışlanmışlar, yabancı ve el gibi görülmüşler, ötekileştirilmişler!
Bu sözler karşısında şaşıran ve duraksayan Hoca, kızcağıza dönerek;
– Ne demek! Onları buralarda dışlayan, yabancı ve el görenler de mi olmuş? diye sordu.
– Olmaz olur mu amca, tabii olmuş. Böyleleri hâlâ bile var? Hem de ne kadar! Biz bile hâlâ nelerle karşılaşıyoruz! Bizi Türk kabul etmeyenler mi dersiniz, Müslüman saymayanlar mı dersiniz? Hangi birini sayalım size? Hâlbuki örneğin biz, aslında evlâd-ı fatihândanmışız. Bizim dedelerimiz çok önceden Anadolu’dan, Konya’dan göçmüşler Üsküp’e… Ama adımız yine de ‘Balkan göçmeni’! Çoğu insanlar bizi Türk ve Müslüman saymak istemiyor.
Bu sözler karşısında beyninden vurulmuşa dönen Hoca, önce heykel gibi olduğu yerde dikilip kalır. Sonra hiç farkında olamadan sesini yükselterek, neredeyse bağıra çağıra konuşmaya başlar. Yoldan gelip geçenler de, şaşkın ve meraklı bakışlarla bu yaşlı adamın kime, neye ve niçin kızdığını, öfkelendiğini anlamaya çalışırlar. Ama Hocanın hiç umurunda değildir ve aynı minvâl üzere sayıp söylemeye devam eder:
– Daha neler!.. Öyle söyleyenler ve öyle düşünenler halt etmişler! Ah bana böyle şeyler söyleyecekler veya ihsas ettirecekler ki, ağızlarının payını bir güzel vereyim! Bir kere burası bizim anavatanımız. Biz, Balkan Türkleri ve Müslümanları, Türkiye’yi her zaman ana vatanımız olarak görmüşüzdür. Mesela, ben yıllarca Mısır’da yaşadım, orası da Müslüman bir ülke; ama ben orasını hiçbir zaman kendi vatanım olarak benimseyemedim. Türkiye’ye geldiğimde ise, kendimi öz yurduma, anavatanıma gelmiş gibi hissettim. İçimde, sanki ben aslen buralıymışım, burada doğmuşum da başka yerde gurbet hayatı yaşıyormuşum gibi bir his vardı. Yaşım kırkı aştığı halde, Mısır’da evlenmedim, aile yuvası bile kurmadım! Çünkü aklım, fikrim hep Türkiye’ye gelmekte, Türkiye’ye yerleşmekteydi. Türkiye’ye gelince de hiçbir yabancılık çekmedim, kendimi hiçbir zaman yabancı gibi hissetmedim. Bir eziklik, muhacirlik duygusu yaşamadım. Kim ne derse desin ben Türküm! Türklüğümü de gerekirse, kendisini etnik köken olarak en saf kan Türk sayanlarla bile yarıştırmaktan, tartışmaktan çekinmem! Çünkü benim Türklüğüm, denenmiş, sınanmış, ispatlanmış bir Türklüktür. Türklük kan bağı, etnik köken meselesi değil, bir şuur, bilinç ve kabul meselesidir. Asıl sizi ve beni yabancılamaya, el gibi görmeye, dışlamaya, ötekileştirmeye kalkanların, öyle aptalca ve cahilce düşünceler taşıyanların gerçekten Türk ve Müslüman olup olmadıklarına bakmak, araştırmak, denemek, sınamak ve test etmek lazımdır! Öyle sadece nüfus cüzdanında Türk yazmakla, Türk ve Müslüman ana babadan doğmakla, T.C. vatandaşı olmakla, ‘Ben Türküm!’ diyerek boş bir iddiayla, ortalıkta şişine şişine, hindi gibi kabara kabara dolaşmakla Türk ve Müslüman olunmaz! Böyleleri Türk değil, olsa olsa ‘Turkey!’ yani hindi olurlar. Turkey, İngilizce’de hem Türk, hem de hindi anlamına gelir. Anlaşılan biz hindiye Hindistan’dan geldi diye hindi demişiz, İngilizler de Türkiye’den geldi diye ‘Turkey!’ demişler. Bu gibi boş iddia sahiplerine Türklük değil hindilik daha güzel yakışır. Türklük de, Müslümanlık da sadece boş birer iddiadan ibaret değildir. Her iddia gibi bu iddianın da ispatı gerekir. Bu iddiada bulunanın, her şeyden önce, Türk ve Müslüman gibi düşünmesi, hissetmesi, inanması ve yaşaması lazımdır. Türklük bir isim olduğu gibi aynı zamanda bir sıfattır, bir nitelemedir de! Türk olmanın bir sürü şartı şurtu, Türk’üm diyenin de taşıması gereken bir sürü vasıflar, özellikler ve nitelikler vardır. Bunları taşımayıp da Türklük iddiasında bulunanların iddialarının hiç bir geçerliliği, aslı astarı olamaz, bu boş ve yalan bir iddiadır.
– Hocam, Türk olmanın ne gibi şartları vardır ki?!
– Kızım, Türk ve Müslüman olmanın, hele hele dört dörtlük bir Türk ve Müslüman olmanın sayılamayacak kadar çok şartı vardır. Bir adamın kaç kırat Türk olduğu, bu şartlardan hangilerini, ne kadarını, ne ölçüde taşıdığına bakılarak anlaşılır. Türk olmanın pek çok şartı vardır ama en başta geleni Müslüman olmak; Müslüman olmanın bütün şartlarını, hatta daha da fazlasını tam olarak yerine getirmektir. Türk demek, yüksek kaliteli, yüksek nitelikli Müslüman demektir. Bizim oralarda Türk demek, çelebi adam anlamına da geliyordu. Çelebi, Türkçe Allah anlamına gelen Çalap kelimesinden türetilmiştir. Yani Allah adamı, Allah’la barışık, kendisini O’nun yoluna, O’nun davasına, O’nun rıza ve hoşnutluğunu kazanmaya adamış adam demektir. Bunu da en güzel ve en özel tarzda yapabilen ve yaşayabilen adama Türk denir. Ben, Balkanlarda sıbyan mektebinde İslam’ın şartlarını öğrenirken ‘Türklüğün şartı beş!’ diye öğrenmiştim. Şimdi alnı secde görmemiş, namazsız, niyazsız, oruç nedir, hac nedir bilmeyen, i’lâ-yi kelimetullah idealinden habersiz, cihad ruhu taşımayan bir sürü Tanrı tanımaz hezele ‘Ben Türk’üm!’ diye ortalıkta hindi gibi kubara kubara dolaşıyor. Üstelik bir de utanmadan senin benim Türklüğümü sorgulamaya kalkıyorlar. Esas bunların Türklüğünden ve Müslümanlığından şüphe etmek lazımdır! Hem biliyor musunuz, Türklüğün ve Müslümanlığın mührü, bizim Balkanlara Anadolu’daki pek çok yerden daha önce ve daha açık bir şekilde vurulmuştur. Asırlarca Balkanlardaki Türk ve Müslüman oranı, Anadolu’nun pek çok yerinden daha yüksekti. Sizin gibi aslen Anadolu Türkü olup da, Balkanlara hicret etmiş, asırlar boyunca o coğrafyayı Türklüğe Müslümanlığa vatan haline getirmiş, daha sonra o topraklar türlü sebeplerle bizim elimizden çıkınca tekrar muhacir olarak Anadolu’ya göçmek zorunda kalmış evlâd-ı fâtihânınki de, benim gibi oraların esas yerlisi iken sonradan Türk ve Müslüman kimliği kazanmış, o kazanımlarını kaybetmemek için öz vatanlarını terk etmiş olanlarınki de denenmiş, sınanmış, ispat edilmiş gerçek ve sağlam bir Türklük ve Müslümanlıktır. Ya o sizin Türklüğünüze ve Müslümanlığınıza laf söyleme cüretinde bulunan densizlerin, ahmakların, aptalların Türklüğü nasıl bir Türklüktür? Onların Türklüğü hiç denenmiş, sınanmış mı? Onlar Türklük için hangi fedakârlıklara katlanmışlar, hangi bedelleri ödemişler? Aynı musîbet onların başına gelseydi, acaba ne yaparlardı, sonları ne olurdu? Türklük, ırk ve kan bağıyla babadan evlâda geçen bir miras değildir. Sadece anası ve babası Türk olmakla insan Türk olamaz. Eğer öyle olsaydı, Türk asıllı oldukları bilinen nice boylar, kabileler bugün Türklüğün ve Müslümanlığın en azılı düşmanları olurlar mıydı? Mesela, Bulgarların ve Macarların da aslen Türk oldukları söylenir ama onlardaki Türk düşmanlığına çoğu başka Avrupa milletlerinde bile rastlanmaz. Arada din bağı, inanç bağı, gönül ve fikir bağı, duygu bağı, kaderde, kıvançta, tasada, sevinçte birlik duygusu olmadıktan sonra, kan bağı hiç bir işe yaramaz? Ben bunu kendi çevremde de yaşıyorum. Mesela, benim çok saygın, itibarlı, mevki ve makam sahibi çok yakın bazı akrabalarım var. Sağ olsunlar, arada sırada, bayramda seyranda unutmazlar, ziyaretime gelirler. Evlilik, cenaze gibi vesilelerle de bir araya gelir, oturur konuşuruz. Ama inanır mısınız; bazen bu kısacık buluşmalar, konuşmalar bile, benim için de, onlar için de işkenceye dönüşür. Çok zaman birbirimizle konuşacak laf bile bulamayız. Zaman bir türlü geçmek bilmez. Birbirimizle havadan sudan konuşmaya bile katlanamayız. Sıkıntı içinde bir müddet öyle kös kös oturur, sonra dağılır gideriz. Güya benim, herkesle görüşüp konuşmayı ve herkesi dinlemeyi seven bir adam olduğumu söylerler. Aslında yine ben, onlarla diyalog kurmaya, değişik konularda onlarla sohbet etmeye çalışırım. Fakat fikirler, düşünceler, gönüller bir olmayınca sohbete girmek de, çıkmak da gerçekten çok zor ve sıkıntılı oluyor, bazen yarardan çok zarar da getiriyor. Bir konu açıp karşılıklı konuşmaya başladıktan sonra bakıyorsunuz ki fikirlerdeki ayrılıklar ve aykırılıklar yüzünden konuştukça birbirinizden daha çok uzaklaşmış, daha fazla soğumuş oluyorsunuz. Neden? Çünkü fikirler, inançlar, duygular bağdaşmıyor da onun için!
Hocanın ‘sonradan Türk olma’ sözü kızlardan birisinin aklına takılmıştı. Laf arasında Hocadan bunu biraz daha açmasını rica etti:
– Kusura bakmayın, amca! Lafınızı kesiyorum ama ben bu sonradan Türk olma sözünü pek anlayamadım. İnsan nasıl sonradan Türk olabilir? İnsan doğuştan bir millete mensup değilse, sonradan olabilir mi?
– Şaşırmakta haklısın kızım. İnsan sonradan Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan olamaz ama sonradan Türk olur! Hem de bal gibi olur!.. Bu, İslam nimeti sayesinde, Allah’ın Türk milletine has kıldığı bir lütuftur. Mesela ben, aslen Arnavut olduğum halde, sonradan Türk olanlardanım. Ama ben kendimi herkesten daha çok Türk hissederim. Çünkü benim gözümde Türklükle Müslümanlık aynı şeydir. Biz böyle gördük, böyle öğrendik. Bizim oralarda Müslümanlar ve farklı etnik kökenlerden gayrimüslimler bir arada yaşarlardı. Hangi etnik kökenden olursa olsun, bir gayrimüslim hidayete erip Müslüman olunca, ona “Türk oldu!” denirdi. Artık bir daha onun eski etnik kökenine bakılmazdı. Herkes, ‘Elhamdülillah Türküz!’, ‘Allah bizi Türk yarattı!’, ‘Bize Türklüğü nasip etti!’ diye şükrederdi. Sıbyan mektebinde biz, İslam’ın şartlarını öğrenirken, “Türklüğün şartı beş!” diye öğrenmiştik. Bugün bile pek çok Avrupalının gözünde Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelen, birbirinden ayrılamayan kavramlardır. Müslüman denince Avrupalının aklına ilk defa Türk gelir, başka bir millet gelmez. Allah, bu milleti sanki Müslümanlık için, yani İslam’a hizmet için yaratmış, asırlar boyunca buna hazırlamış, bunun antrenmanını yaptırmıştır. Allah, Türklerden İslam’a hizmet edenlerini hep yükseltmiş, İslam’dan yüz çevirenlerini ise silip süpürmüştür. Tarih boyunca Türkler, varlıklarını ancak ve ancak İslamiyet’le beraber koruyup devam ettirebilmişlerdir. Müslüman olmayan veya Müslümanlıklarını kaybeden bütün Türk boyları, çok geçmeden kimliklerini de, Türklüklerini de kaybetmişler, başkalaşıp, yitip, kaybolup gitmişlerdir. Türklük kavramı, İslam kavramıyla eş anlamlı hale geldiği için, yersiz zorlamalarla ondan koparılmadığı müddetçe her etnik grubu, her ırkı, üstelik hiç bir zıddiyet yaşanmadan rahatlıkla içine alabilir, hepsiyle kaynaşıp bağdaşabilir. Türklük, İslam dışında başka hiç bir din ve inançla böyle bağdaşamamıştır ve bağdaşamaz da… Dünyadaki pek çok kimseye ‘Hıristiyan Arap olabilir mi?’ diye sorulsa, ‘Olabilir!’ der, hiç garipsemez. Nitekim vardır da… Ama ‘Hıristiyan Türk olabilir mi?’ diye sorulsa, şöyle bir duraksar ve olabileceğine inanamaz. Yani, Türk’e İslam’dan başka bir dîni kimse yakıştıramaz.
– Gerçekten çok ilginç ve şimdiye kadar bizim hiç duymadığımız, düşünmediğimiz şeyler söylüyorsunuz amca! İyi ki bugün size rastlamış ve yol sormuşuz.
– Evladım; benim anlattıklarımı böyle ilgiyle dinlemeniz, benimseyip kabul etmeniz de sizin gönlünüzün ve ruhunuzun güzelliğini, temizliğini gösterir. Herkeste bu sabır ve tahammül, bu ilgi ve alaka yoktur. Ne yazık ki ülkemizde artık en ciddi meseleler bile kimseyle görüşülemez, konuşulamaz hale gelmiş. Yalnız, konuştuğumuz bunca şeylerin kısa bir özeti olması bakımından, size son bir şey daha söylemek isterim. Yoksa bana, konuştuklarımız havada kalacak, ayağı yere basmayacak, eksik ve yarım kalacak gibi geliyor.
– Buyurun amca!
– Şu bir gerçek ki; siz de, ben de, bizim gibi bütün Balkan Türkleri ve Müslümanları da, dünyanın en güzel, terk edilmesi en zor ve imkânsız yerlerini terk edip anavatanımız bildiğimiz bu ülkeye göç etmek, sığınmak zorunda kalmışız. Niçin? Oralar, Müslümanların elinden çıktığı, dinimizin, Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın düşmanı olan kâfirler tarafından işgal edildiği için! Onlar bize, dinimizi değiştirmedikçe can, mal, ırz, namus güvenliği tanımadılar. Biz de her şeyden daha kıymetli ve aziz bildiğimiz dinimizi, milliyetimizi yani Türklüğümüzü artık oralarda yaşayabilme özgürlüğümüz kalmadığı için, üstelik de her şeyimizi geride bırakarak anavatanımız bildiğimiz bu ülkeye hicret etmeyi tercih ettik. Öyle değil mi çocuklar?
– Evet, tabii öyle amca!
– Öyleyse biz, Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı başkalarına hele de öyle olur olmaz akılsızların, cahillerin, kendini de, Türklüğü de, Müslümanlığı da bilmeyen, o ahmak, aptal, densiz, Turkeyleşmiş yani hindileşmiş geri zekâlılara tescil ettirmek, kabul ettirmek zorunda değiliz. Onlar bizi, Türk ve Müslüman saysalar da, saymasalar da, biz saf, hakiki, samimi Türkler ve Müslümanlarız! Böyle olmaya ve böyle kalmaya da ahdetmişiz. Biz o ahmaklara bakarak ve onlara sorarak Türk ve Müslüman olmadık! O gibilerin bizi ve bizim Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı tanımak, tanımlamak, ölçmek, biçmek, tarif ve tescil etmek haddi de, hakkı da yoktur! Gerçek Türklükle ve Müslümanlıkla hiçbir ilgisi alakası kalmamış aptallar, cahiller ne derlerse desinler, ne düşünürlerse düşünsünler biz aldırmayacağız! Biz, başkalarına değil, kendimize bakacağız! Bu gibilerin hiçbir değer ifade etmeyen sözlerine hiç kanmayacağız, aldanmayacağız, en ufak bir şekilde etkilenmeyeceğiz. Ayrıca onların hiç birisi bizim gibi dîni için, Müslümanlığı için, Türklüğü için vatanını, doğup büyüdüğü yerleri terk etmek zorunda kalmadı; böyle bir imtihanla denenmedi, sınanmadı. Dolayısıyla onlar bunların kıymetini de bizim kadar bilemezler. Çünkü mirasyedi, mal kadrini bilmez. Kim ne derse desin biz, bizim Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı sorgulamaya kalkan o aptallardan, o ahmaklardan çok daha fazla Türk ve Müslümanız ve öyle de olmak zorundayız. Çünkü biz, öz yurdumuzu; atalarımızın, dedelerimizin doğup büyüdüğü; asırlarca Türk ve İslam yurdu olmuş o toprakları, yine Türklüğümüz ve Müslümanlığımız için terk edip, buralara hicret ettik. Ayrıca bizim için, dünyada buradan başka gidilebilecek başka hiç bir yer de yoktur! Allah muhafaza bu memlekette veya bütün dünyada olağanüstü bir değişim ve başkalaşım yaşansa da, bir tane bile Türk ve Müslüman kalmasa bile, bizim yine de Türk ve Müslüman olmak, Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı savunmak, korumak, öyle yaşayıp öyle ölmek azim ve kararlılığında olmamız gerekir. Hem de öyle lafla, sözle değil, gerçek anlamda Türk olmamız ve Türk kalmamız gerekiyor. Tamam mı kızım?
– Doğru söylüyorsunuz amca! Gerçekten de bize öyle güzel ve doğru şeyler anlattınız ki, bunları biz şimdiye kadar hiç kimseden duymadık; size rastlamasaydık yine de duyamazdık. Size çok teşekkür ederiz!
– Bana teşekkür etmenizi gerektirecek bir şey yok kızım. Sizinle tanışıp, konuştuğuma ben de çok memnun oldum. Allah yar ve yardımcınız olsun!
Hoca, söylemeyi boynuna borç bildiği şeyleri, bu kısa ayaküstü sokak muhabbetinde kısaca özetledikten sonra, tekrar kızlarla beraber durağa doğru yollandılar. Çok geçmeden otobüs durağı da göründü. Ama genç kızlar, bu hoş sohbet ve sevimli ihtiyarın şimdiye kadar bir benzerini hiç kimseden duymadıkları sözlerine, sohbetine ve muhabbetine doyamamışlardı. Yolun daha da uzun olmasını, sohbetin böyle sürüp gitmesini çok istedikleri her hallerinden belliydi. Durağa vardıklarında da otobüse binmekte acele etmediler; ardı ardına durağa girip çıkan otobüslerin nereden gelip nereye gittiğine bile bakmıyorlardı. Gidecekleri yöne doğru çok otobüs bulabilecekleri ama böyle birini ve böyle bir sohbeti her zaman bulamayacakları, bunun onlar için büyük bir şans olduğu kanaatindeydiler. Akıllarına takılan başka konularda da ona sorular sordular; hepsine de gönüllerini yatıştıracak güzel cevaplar aldılar.
Hocanın anlattıklarından çok etkilenen kızlar, kılık kıyafet üstüne hiç konuşulmadığı halde, kıyafetlerinin aşırı serbestliğinden ve etek boylarının kısalığından rahatsızlık duymaya başlamışlardı. Bir yandan can kulağıyla onu dinlerken, diğer yandan da ona çaktırmadan eteklerini çekiştirerek olabildiğince uzatmaya, kıyafetlerine çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. O mahcubiyet içerisinde kızlardan yeşil gözlü ve daha kısa boylu olanı;
– Amca ne kadar güzel ve doğru şeyler anlatıyorsunuz. Biz, üniversite öğrencisiyiz. İkimiz de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okuyoruz. Ama şimdiye kadar hiç kimse bu gibi konuları bize, sizin gibi böyle bizim anlayabileceğimiz şekilde, açık, net ve berrak bir şekilde anlatmamıştı. Sizi dinlerken ve sizin sayenizde en hayatî konularda bile bilgi ve bilinç düzeyimizin ne kadar yetersiz olduğunu yeni yeni anlamaya ve farkına varmaya başladık.
– Hiç de geç kalmış sayılmazsınız kızım! İnanın, bugün başlasanız çok geçmeden siz, benden daha bilgili ve şuurlu hale gelirsiniz. Bizim insanımızın özü ve cevheri çok sağlam, çok temizdir. Bana bazen kendi kendini yetiştirmiş öyle gençler geliyorlar ki, inanın hayret ediyorum. Bakıyorum da benden çok daha şuurlular.
– Sizin mesleğiniz ne amca? Ne iş yapıyorsunuz? Cami hocası mısınız, yoksa öğretmen mi?
– Ben bir fabrikanın muhasebe bölümünde çalışıyorum. Hoca veya öğretmen değilim ama hayatım boyunca bilmediklerimi öğrenmeyi, bildiklerimi de başkalarına öğretmeyi kendime esas iş ve meslek edindim. İnşallah yakında emekli olacağım. Allah nasip ederse, ondan sonra bütün zamanımı öğrenmeye ve öğretmeye hasredebileceğimi umuyorum. Benim her seviyeden, her yerden, hatta sizin fakülteden de talebelerim var. Üniversitelerden bana umumiyetle araştırmacılar, doktora ve mastır öğrencileri gelirler; ben de elimden geldiğince onlara yardımcı olmaya çalışırım.
– Amca, bizim de okulumuzun bitmesine az kaldı. Biz de mastır ve doktora yapmak istiyoruz. Tez seçiminde ve hazırlanmasında bize de yol gösterir, yardımcı olur musunuz? Yoksa siz sırf erkeklere mi ders verirsiniz?
– Memnuniyetle kızım! Benim sadece erkeklerden değil, sizin gibi kızlardan da talebelerim var. Ben cinsiyete bakmam; öğrenme arzusuna, isteğine ve kâbiliyete bakarım. Bizim inancımızda eğitim, sadece erkeklere değil, kadınlara da farzdır. Hem ne yani; erkek aslan aslan da, dişisi değil mi? Bana sorarsanız, kadınların eğitimi erkeklerin eğitiminden bile önemlidir. Çünkü kadınlara iyi bir eğitim verilmedikçe, ne aile, ne toplum, ne de millet eğitilebilir, kalkınabilir, yükselebilir, gelişip güçlenebilir.
Ayrılma vakti geldiğinde kızlardan birisi çantasından küçük bir not defteri ve kalem çıkardı. Hocanın adresini ve telefon numarasını kaydetti. En kısa zamanda tekrar görüşmek umut ve temennisiyle kızlar, durağa yanaşan otobüslerden birine binip uzaklaştılar. Hoca da her zamanki gibi, yürüyerek evinin yolunu tuttu. Pek çok kimse gibi bu genç kızlar da, kısa zamanda Hocadan çok şeyler öğrenmişler, yeni ve daha büyük bir dünyaya doğmuş gibi ufukları ve bakış açıları genişlemiş olarak yanından ayrılmışlardı.
OSMANLININ HATALARI YOK MUYDU?
Ali Yakup Hoca, Türklerin ve Osmanlıların himmet ve gayretleri sayesinde kendi ecdadının da İslam’la şereflenmiş olması yüzünden, bunları çok büyük bir minnettarlıkla yâd eder, onlara karşı çok büyük bir hayranlık duyar, sevgi, saygı ve bağlılık hissederdi. Onun, özellikle Osmanlıya laf söyletmemesi, toz kondurmaması, hatta işi Osmanlıya ihanet edenlerin, onları kötüleyenlerin asla iflah olamayacaklarını söyleyecek kadar ileri götürmesi, bazılarının çok garibine gider, bu yüzünden de epeyce eleştiri alırdı. Mesela bazıları tutar kendisine:
- Hocam! Siz, hep Osmanlı’nın iyi taraflarını anlatıyorsunuz. Onları
hep göklere çıkarıyorsunuz. Peki, bu Osmanlıların hiç mi kötü tarafları, yanlışları, hataları, kusurları yoktu? Niye onlardan hiç söz etmiyorsunuz? Osmanlıların hatalarını görmezden gelmek, hep iyi taraflarını öne çıkarmak doğru bir şey midir? gibi sorular yöneltirlerdi. Ama Hocanın bunlara da verecek cevabı vardı ve aşağı yukarı şunları söylerdi:
- Hataları olmaz mı, azizim? Tabii ki, herkes gibi onların da çok hata
ları, kusurları vardı. Hataları, hem de çok büyük hataları, yanlışları, kusurları olmasaydı zaten tarih sahnesinden silinip gitmezlerdi. Ama benim Osmanlıya karşı beslediğim ve bazılarına çok aşırı gelen sevgi, saygı, bağlılık, sadakat duygularımın kişisel, özel, genel, toplumsal, psikolojik, dini, hissi, ilmi pek çok sebepleri vardır. Ben bir türlü onların iyi ve güzel taraflarını anlatmayı bitiremediğim için sıra öbürlerine, yani hata ve kusurlarına gelmiyor. İsterseniz ben yine önce bu sevgi ve bağlılığımın kişisel ve duygusal sebeplerine biraz değineyim. Gerisini siz düşünün!
Bir kere ben, Allah’ın lütfu ve keremi ile Osmanlı’ya, Türklere, yani bu milletin ecdadına çok şeyler borçlu olduğuma inanan biriyim. Bunların başında da benim için bu dünyanın en değerli şeyi olan hidâyetim ve Müslümanlığım gelir. Eğer bu milletin ecdadı Balkanlara gelip İslam’ı, Hakkı, hakikati, adaleti, barışı, sevgiyi benim doğduğum topraklarda da yaymasalardı, Allah korusun ben de o topraklardaki insanlık düşmanı vahşi gayri Müslimler gibi olacaktım. İşkodra’daki eski atalarım gibi Katolik, kıpkızıl bir kâfir, bir Hıristiyan olacaktım. İslam’ı ve imanı tatmamış kâfir bir Sırp, bir Hırvat, bir Slav, bir Karadağlı, bir Makedonyalı veya bir Arnavut neyse, ben de aynen öyle olacaktım. Şimdi bile onların hallerine, durumlarına, yapıp ettiklerine bakıyorum da Osmanlıların bana ne büyük bir nimet getirdiklerini daha iyi anlıyorum ve bunun için Osmanlı’ya en azından gece gündüz dua ederek, üzerimdeki haklarını ödemeye çalışıyorum. Osmanlı Balkanlara gelmiş, bizi adaleti, lütfu ve keremi ile büyülemiş, getirip bize İslamiyet’i tanıtmış, elhamdülillah ecdadımın ve benim karanlıktan aydınlığa, küfürden imana çıkmamıza vesile olmuş, gerçek kurtuluşa ermemize sebep olmuştur. İki cihan güneşi Peygamber-i Zişan Efendimiz gibi bir Peygamberi lider, önder bilmemizi sağlamış. Bize hak ile batılı, doğruyla yanlışı, güzelle çirkini, efsaneyle hurafeyi birbirinden ayırt etmeyi öğretmiş, bunun ölçülerini vermiştir. Bundan daha büyük iyilik, İslam’dan ve imandan daha büyük bir nimet olabilir mi? Biz, İslam sayesinde sayılamayacak kadar çok, değeri kıymeti ölçülemeyecek kadar büyük nimetlere erdiğimiz için benim Osmanlılara, Türklere ve Türk milletine çok büyük bir minnet ve şükran borcum vardır. Bu nedenle de benim Osmanlı’ya karşı size aşırı gelen bir sevgi duymamı, bağlılık ve sadakat hisleri içinde olmamı mazur görmelisiniz. Başka türlüsünü ben, insanlığıma da, Müslümanlığıma da sığdıramam, yakıştıramamam. Onlar nice şehitler vererek, ne büyük fedakârlıklara ve sıkıntılara katlanarak bizim Müslüman olmamıza vesile olmuşlardır. Bu hak unutulabilir mi? Bu yüzden ben, mensubu olmakla iftihar ettiğim Türk Milletini çok severim. Her yerde ve her zaman da onların adını ve hakkını savunmayı üstüme düşen bir borç bilirim. Hele Osmanlılar bütün İslam âlemine hizmet etmişlerdir. Onların bütün Müslümanlara hakları geçmiştir. Ben, onlara olan borcumu bir nebze olsun ödeyebilmek için, çok küçük yaşlarımdan beri, kendimi Türkiye için ve Türk milletine hizmet etmek üzere en iyi şekilde yetiştirmeyi bir ideal olarak benimsedim ve kendimi buna adadım. Benim en büyük idealim, İslam’ı doğduğum yerlere kadar getirip hidayetime sebep olan necip Türk milletinin ilmen ve fikren yükselmesine, yücelmesine ve ilerlemesine katkılarda bulunabilecek şekilde kendimi yetiştirip, ömrüm boyunca da bu yolda canla başla hizmet edebilmektir. Çünkü şurası bir gerçek ki, ilim, bilgi en büyük güç, en büyük kudrettir. Bir ülke, bir millet yalnızca iyi yetişmiş, iyi eğitim görmüş bilgili insanlarının omuzlarında gelişip, güçlenir, varlığını gelecekte de onurlu bir şekilde sürdürebilir. Bir dava ve bir inanç da ancak onu iyi bilenlerle kaim olur. Benim için hayatın anlamı da sağlam bir imana sahip olmaktan ve o iman yolunda canla başla çalışmaktan ibarettir. Şimdi burada çok fazla ve benim de arzu ettiğim ölçüde bir şey yapabildiğim söylenemez ama yine de burada olmaktan ve gücüm yettiği, imkân bulabildiğim kadarıyla da olsa bu milletin çocuklarına İslami ilimleri öğretmeye, onları fikri yönden geliştirmeye, düşündürmeye çalışmaktan memnunum. Aslında bu yolda ne kadar büyük hizmetlerde bulunursam bulunayım, neler yaparsam yapayım yine de yeterli saymam.
Öte yandan Azizim, bana göre Osmanoğulları mazlumdur. Zulme ve haksızlığa uğramışlar, kendilerine hakaret edilmiş, hala da edilmektedir. ‘Vurun abalıya!’ hesabı, herkes onlara saldırıyor, onları kötülüyor. Kimse çıkıp da: ‘Yahu durun bakalım! Ne oluyor? Şu Osmanlılardan alıp veremediğiniz nedir? Onlara niye bu kadar düşmanlık ediyor, kin ve nefret besliyorsunuz? Saldırılarınızda biraz ölçülü, adaletli, insaflı olun!’ demiyor. Peki, demesi gerekmiyor mu? Bugün maalesef bu görev de bu garibe kalmıştır!
Bendeki Türk ve Osmanlı sevgisinin dini sebepleri de vardır. Bu millet, Maide Suresi’nin 54. Ayet-i Kerimesinde işaret edilen bir millet olmuştur. Allah’ı, O’nun dinini ve davasını ve Peygamberini çok sevmiş, îlâi kelimetullah (Allah davasını yücelmek) için çok büyük gayretler sarf etmiş, mücadeleler vermiş, mücahede etmiş, mücahit bir millettir. Bunun sonucu olarak Allah da onları sevmiş ve bütün Müslümanlara da sevdirmiştir. Bu sevgi, her gerçek Müslümanın gönlünde var olan ve olması gereken bir sevgidir. Eğer bu sevgi, benim gönlümde olmasaydı, doğrusu ben o zaman Müslümanlığımdan daha fazla şüphe eder, akıbetimden daha çok endişe ederdim.
Osmanlıların hatalarına gelirsek; elbette onların da bizim de yani hepimizin sayılamayacak kadar çok hatalarımız vardır. Ben, Cenab-ı Hakk’tan onların da bizim de hatalarımızı bağışlamasını diliyorum. Sonra benim onları sevmem, illa onların hatalarını da kabullenmemi, doğru kabul saymamı gerektirmez. Hatayı, yanlışı, kusuru, günahı kim yaparsa yapsın, kötüdür, yanlıştır. Elimizden geldiğince onu önlemeye, yapanları bundan vaz geçirmeye çalışmak hepimizin görevidir. Ama hiçbir hatası, kusuru, hatta günahı yüzünden, hiçbir Müslüman başka bir Müslümanı sevmezlik etmemeli, hele hele içinde ona karşı kin, öfke, nefret ve düşmanlık beslememelidir. Kilim dövülmez, tozu dövülür. Allah da bizden bunu istiyor, bunu emrediyor. Eşlerimiz ve çocuklarımız arasından bile bize düşman olanların çıkabileceğini, her zaman dikkatli ve tedbirli davranmamızı ama onlara karşı bile yine de hoşgörülü, affedici olmamızı öğütlüyor (Teğabün Suresi, Ayet: 14). Bizden önce gelip geçmiş din kardeşlerimize karşı, gönlümüzde kin ve nefret barındırmamamızı, onların hata, kusur ve günahlarının bağışlanması için de Allah’a yalvarmamızı, tevbe ve istiğfar etmemizi emrediyor (Haşr Suresi, Ayet: 10).
Gelelim, benim tutumumun ilmi sebeplerine! Laf aramızda ben bilimsel eleştiriyi, olaylara eleştirel yaklaşmayı çok severim, en çok da kendimi eleştiririm. Tek tek fertlerin ve toplumların ilerleme, yükselme ve gelişmelerinin temelinde eleştirel düşünce ve yaklaşım yatar. Çünkü ancak olup bitenlere, yapılıp edilenlere, hayata, eleştirel gözle bakabilenler, yanlışlarını görüp düzeltebilirler, iyi yaptıklarının bile daha iyisini yapmayı başarabilirler. Bunun için de yapılması gereken, olup bitenlerin hangi şartlar içinde gerçekleştiğini, hangi sebeplerin hangi sonuçları doğurduğunu anlamaya çalışmak, hatalardan, yanlışlardan dersler çıkarmaktır. Yapılan iyi ve güzel işlerin bile daha iyisinin ve daha güzelinin olabileceğini düşünmek, olanı öyle olmaya zorlayan iç ve dış, maddi ve manevi, psikolojik ve sosyolojik, kişisel ve toplumsal, doğal ve çevresel etkileri, etkenleri, faktörleri tam olarak ortaya koyup, didik didik etmek, incelemek, değerlendirmek, bunlardan geleceğe yönelik dersler çıkarmak gerekir. Ama gelin görün ki, bugün bizim ülkemizde hiç de böyle bir ortam yok.
Bilimsel, tarafsız, nesnel bir gözle, doğru kıstas ve ölçülerle bakıldığında, bugün ülkemizde ne yazık ki, gerçek anlamda doğru dürüst ilmin de, nitelikli ilmi müesseselerin de, ilim adamlarının da bulunmadığını görürüz? Konular bilimsel yöntem ve metotlarla ele alınmıyor, sorunlara bilimsel yaklaşılmıyor, doğru dürüst, anlamlı, işe yarar fikir ve düşünce üretilmiyor. Her alanda olduğu gibi bu alanda da üreticilik değil, tüketicilik hâkim. Başkalarından, yabancılardan çalıp çırpmakla, aktarıp, nakletmekle, bazı yabancı kitapların, fikir ve düşünce akımlarının, ideolojilerin kıyısından köşesinden bir şeyler aparıp onunla münevver ve mütefekkir geçinmekle nereye varılabilir ki? Neredeyse herkes, her şeye ideolojik yaklaşılıyor, at gözlüğüyle ve peşin hükümlerle bakıyor. Temel ve sağlam bir bilgi yok. Şartlanmışlık, bağnazlık, katılık hâkim durumda… Böyle bir ortamda kiminle, neyi ve nasıl tartışacaksın? Osmanlı konusu da öyle! Bu ülkede Osmanlıya illa kötülenmesi, gözden düşürülmesi gereken eski bir rejim, eski bir hanedan, rakip bir düşman gözüyle bakılıyor. Vurun abalıya mantığıyla Osmanlıya ait ve Osmanlıdan gelen her şey kötülenmeye çalışılıyor. Yahu durun bakalım! Ne oluyoruz, kimi kötülüyoruz, kime düşmanlık ediyoruz? diyen yok! Halbuki sonuçta biz de onlardanız ve onların devamıyız. Onlar bizim tarihimiz, geçmişimiz, ecdadımız, atalarımız… Onları kötülemekle, onlara hakaret etmekle kendimize de etmiş olmuyor muyuz? İyi, kötü bugün neyimiz varsa onlardan aldıklarımız üzerine bina etmişiz. Üstelik laf aramızda, çıkın İstanbul’u ve eski Osmanlı şehirlerini gezin, dolaşın, bir bakın Allah Aşkına; hala bu ülkede insan eseri olarak güzel olan, bedii olan, sanatkârane olan, gezilmeye görülmeye değer olan ne varsa hepsi onların eseri değil mi? Üstelik çoğunu da biz yakıp, yıkıp, yok etmişiz. Onların yaptıklarından daha iyisini, daha güzelini yapamamışız ve yapamıyoruz.
Ben, onları hep övelim, göklere çıkaralım, hatalarını, yanlışlarını görmezden gelelim demiyorum. Ama konuya tarafsız bir gözle bakmaya çalışan, bu Osmanlılar ne yapmışlar, nasıl yapmışlar, niye yapmışlar, kazandıkları büyük başarıları nasıl kazanmışlar, hangi hataları ve yanlışları olmuş, bunları niçin, nasıl, hangi şartların zorlamasıyla yapmışlar, bu hataların sonuçları ne olmuş diye düşünen kimse yok! Mesela ben, şimdi kalksam, elimden geldiğince Osmanlı’nın iyi ve güzel taraflarını, olumlu yönlerini bir tarafa, hatalarını, kusurlarını, yanlışlarını da öbür tarafa yazarak bir cetvel, bir tablo oluştursam, eminim ki hiç kimse iyi ve doğrular hanesine bakmayacak, herkes yalnızca hata, kusur ve yanlış hanesine bakacak, onları da abartarak, büyüterek ayyuka çıkaracaktır. Bu ülkede kimsenin derdi ders almak değil, intikam almak olmuş. Herkes karşısına aldığı birilerini kötüleme, düşmanlık etme derdinde! Halbuki bunun kime ve neye faydası var? Hiçbir şeye! Ama hepimize sayılamayacak kadar çok zararları var. Bu zararları da hep beraber görüp, yaşıyoruz. İnşaallah bir gün akıllanırız da, kendi geçmişimizi insaf, adalet, akıl, bilim, hikmet ölçüleri içinde değerlendirmeyi öğreniriz.”
Ali Yakup Hoca’daki bu Türk ve Osmanlı hayranlığı, aslında ona ecdadından tevarüs etmiş bir duyguydu. Nitekim hangi etnik kökene mensup olurlarsa olsunlar, hemen hemen bütün Balkan Müslümanlarında, Müslümanlıklarını, hidayetlerini borçlu olduklarına inandıkları Osmanlılara ve Türklere karşı çok büyük sevgi, saygı, hayranlık ve bağlılık vardı. Bu gerçek, batılı gözlemcilerin ve seyyahların hatıratında/kitaplarında da sık sık ifade edilmektedir. İşte bunlara bir örnek: “1832’de Arnavutluk, Manastır, Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan’ı dolaştım. Bilhassa batı ve kuzey taraflarında Padişah ve Sadrazam’dan bahsederken ‘Allah, ömrümün on senesini alıp onunkine eklesin’ demeyen pek az köylüye rastladım.” (Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s:127)
GÖNÜL BİRLİĞİ, DİL BİRLİĞİNDEN ÖNCE GELİR!
Ali Yakub Hoca, özellikle bir Müslüman için kimliği, kişiliği, aidiyeti oluşturan temel unsurun, etnik köken değil, kişinin dünyaya, olaylara, varlıklara ve öteki insanlara nasıl baktığını belirleyen inançlar, idealler ve dünya görüşü olduğunu ifade ederdi. Etnik kökenin, asla yeni ve farklı bir milli kimlik inşasına esas olamayacağını, bunun için yeterli ve elverişli bir zemin oluşturamayacağını, aynı dili konuşmanın da ortak bir milli kimlik oluşturmaya yetmeyeceğini söylerdi. Arada din bağı, iman bağı, inanç bağı, gönül ve fikir bağı, duygu bağı, kaderde, kıvançta, tasada, sevinçte birlik duygusu olmadıktan sonra, kan bağının ve aynı dili konuşmanın hiç bir işe yaramayacağını belirtirdi. Aynı dini, aynı inançları, aynı idealleri, aynı değerleri, aynı fikir ve düşünceleri, aynı dünya görüşünü paylaşmayan insanlar, aynı dili konuşsalar bile birbirleriyle anlaşamazlar, uzlaşamazlar. Bunların sözlerinden, sohbetinden, konuşup görüşmelerinden, diyaloglarından uyum, anlaşma ve uzlaşma değil, anlaşmazlıklar, çatışmalar ve düşmanlıklar çıkacak, birbirleriyle ne kadar çok konuşsalar, diyalog kursalar birbirlerinden o kadar çok uzaklaşacaklardır.
Örneğin Yunanistan’da Karamanlis soyadını taşıyan, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık görevlerine kadar yükselmiş, devlet ve siyaset adamları vardır. Bunlar etnik köken olarak özbeöz Türk oldukları halde, din ayrılığı yüzünden kendilerini asla Türk olarak görmezler, Yunanlı kabul ederler. Türk düşmanlığında da hiçbir Yunanlıdan geri kalmazlar. Hâlbuki bunların soyu Bizans hizmetine girerek Hıristiyanlığı kabul eden ve Müslüman akınlarına karşı Karaman ve civarına yerleştirilen Türk boylarından gelmektedir. Bunların önemli bir kısmı, Selçuklular döneminde Müslüman olarak Karamanoğulları Beyliğini kurmuşlar, bir bölümü de dinlerini değiştirmeyerek Hıristiyan kalmışlardır. Türk kökenli olduklarını kendileri de dâhil bilmeyen yoktur. Ama Kurtuluş Savaşından sonraki mübadelede Yunanistan topraklarındaki Rum asıllı Müslümanlar Türkiye’ye göç ettikleri gibi, Türkiye’deki Türk asıllı Hıristiyanlar da Yunanistan’a göç ettiler. Anadoludayken bunların dilleri bile Türkçeydi. Onlardan kalan kiliselerin kitabeleri, Grek alfabesiyle yazılmış olmalarına rağmen Türkçe’dir. Bu örnekler de gösteriyor ki, millet olma bilincinin, birlik ve beraberlik duygusunun, birlikte yaşama iradesinin temel dayanağı etnik kökenden, hatta dil birliğinden değil, başta din olmak üzere ortak değerlerden ve dünya görüşünden kaynaklanmaktadır.
Ali Yakub Hoca, sevgisinde ve nefretinde, dostluğunda ve düşmanlığında sadece Allah rızasını gözeten, ırkçılıktan, etnik ve bölgesel milliyetçilikten nefret eden biriydi. Bir bayram günü Hoca’nın evine gittiğimde onu oldukça üzgün ve canı sıkılmış bir halde görmüştüm. Kendisine canını sıkan şeyin ne olduğunu sorduğumda sebebini şöyle anlattı.
-Azizim! Ben, din bağının, iman, inanç, ideal, duygu, düşünce ve fikir bağının, gönül bağının, kan bağından, akrabalık, soy, sop, nesep bağından çok daha ileri ve güçlü olduğunu hep bilirdim, buna hep inanırdım ama bugün bunu bizzat yaşayarak bir kere daha tecrübe etmiş oldum.
– Hayrola, Hocam ne oldu?
– Yahu şu bizim Beyhan’la (Beyhan Cenkçi- Eski Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, Hocanın amcaoğlu) çok uzun zamandan beri bir araya gelememiş, doğru dürüst görüşememiş ve sohbet edememiştik. Sağ olsun, eksik olmasın, beni büyük saymış; bayram diye ziyaretime gelmiş. Tabii, hoş gelmiş, safalar getirmiş! Epeyce oturduk, beraber zaman geçirdik. Şimdiye kadar onunla hiç bu kadar uzun süre beraber olamamıştık. Fakat azizim, keşke hiç gelmeseydi ve keşke onunla hiç konuşmamış olsaydık!
- Niye Hocam?
- Azizim! Hoşbeşten ve bir iki hal hatır sormadan sonra, baktık ki be-
raber oturup, konuşmaktan zevk alacağımız, mutlu olacağımız, hiçbir ortak mevzumuz yok! Anlaşılan hemen kalkıp gitmek de istemedi; bir müddet öyle sıkıntılı bir şekilde kös kös oturduk. Azizim, karşınızdaki insanla aranızda inanç birliği, iman birliği, fikir birliği, görüş birliği, duygu ve düşünce birliği olmayınca; insan konuşacak mevzu, söyleyecek söz de bulamıyor. Güya benim, herkesle iyi diyalog kurabilen, kolay konuşup kaynaşıveren, herkesi dinlemeyi seven, konuştuğu da dinlenen bir adam olduğum söylenir. Baktım ki, ondan pek bir hareket yok, vakit de geçmiyor. Bayram ziyareti ikimiz için de daha fazla işkenceye dönüşmesin diye ev sahibi olarak ben bazı sohbet konuları açmak istedim. Diyalog kurabileceğimizi, konuşup anlaşabileceğimizi sandığım bazı ortak mevzular aradım ama pek bulamadım. Fikirler, inançlar, düşünceler, gönüller bir olmayınca, sohbete girmek de, sürdürmek de, bitirmek de gerçekten çok zor, çok sıkıntılı oluyor; faydadan çok da zarar getiriyormuş. Daha en başından itibaren birbirimizin halini hatırını sorarken, havadan sudan konuşurken bile birbirimizin fikir ve görüşlerinden, inanç ve ideallerinden pek hazzetmediğimiz, hoşlanmadığımız anlaşılmıştı. Eminim bunu, en az benim kadar o da böyle hissetmiştir. Sohbet biraz ilerledikçe, sohbet konuları da daha fazla çeşitlendikçe ve derinleştikçe, hele az, çok daha ciddi ve önemli konulara doğru kaydıkça aramızdaki inanç ve fikir ayrılıkları, aykırılıkları biraz daha su yüzüne çıktı. Hemen her konuda fikir ayrılıklarımızın ortaya çıkması ve büyümesi sohbetimizi daha da tatsızlaştırdı. İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar derler ama biz konuştukça ve tartıştıkça daha da anlaşamaz ve uzlaşamaz hale geliyorduk. Neredeyse her cümlemiz, her kelimemiz bizi birbirimizden daha fazla uzaklaştırıyor, daha fazla soğutuyordu. Çünkü fikirlerimiz, inançlarımız, duygu ve düşüncelerimiz arasındaki farklılıklar, ayrılıklar, aykırılıklar, uyuşmazlıklar hiç azalmıyor, daha da artıyordu. Biz, onunla çok yakın akrabayız ama ne olmuşsa ve nasıl olmuşsa olmuş; birbirimizden bu kadar uzaklaşmış ve kopmuşuz. Demek ki, gönüller bir olmadıktan sonra, aynı dili konuşmak anlaşıp kaynaşmaya değil, daha da uzaklaşmaya, yabancılaşmaya sebep oluyormuş. Hâlbuki ben, talebelerimle veya benimle aynı inancı, aynı fikir ve düşünceleri paylaşan herhangi bir Müslümanla konuşurken hangi ırktan, hangi soydan, hangi şehirden, hangi etnik kökenden, hatta hangi ülkeden, hangi milletten olursa olsun çok kolay kaynaşıp anlaşabiliyorum. Yaptığımız sohbetlerden de çok büyük haz duyuyorum. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyorum, konuştukça konuşasım, dinledikçe dinleyesim geliyor. Nitekim benim en yakın, en samimi dostlarım, talebelerim de kendi hemşehrilerimden, akrabalarımdan, aramızda kan bağı olanlardan değil, din, inanç ve gönül bağı olan başka insanlardan oluşuyor. Aslında aynı dili konuşmanın, insanlar arasında iletişime, yakınlığa, bağlılığa, sevgiye neden olması beklenir. Çünkü insan, dilini bilmediği, yabancı bir ülkede, insan kalabalıkları arasında olsa bile, kendini hapse düşmüş gibi yalnız hisseder. Ancak iletişim aracımız olan dilin yanında, bir de gönül dili, mahremlik dili de vardır ki, o bambaşka bir dildir. Gönülden gönüle insanları uzlaştıran, bağdaştıran, kaynaştıran; sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce iletişim aracı vardır. İşte bu gönül birliği, dil birliğinden çok daha önemlidir. Böyle olduğu için de nice Hintli, nice Türk vardır ki gönüldeştirler, dildeştirler. Ama nice iki Türk vardır ki, bir araya geldiklerinde konuşabilecekleri müşterek iki lafları olmaz; birbirlerine yabancı gibidirler.”
BOSNA’DA TÜRK, TÜRKİYE’DE BOŞNAK
Balkanlar elimizden çıktıktan sonra, Türklüklerini ve Müslümanlıklarını koruyabilmek ve yaşayabilmek için, doğup büyüdükleri vatanlarını, ata dede topraklarını, kan bağıyla bağlı oldukları insanları terk edip, binbir türlü mahrumiyeti göze alarak din bağıyla bağlı oldukları Anadolu’ya, Türkiye’ye hicret edenlerden bazılarının, burada etnik kökenlerinin sorgulanması, hatta bazı kendini bilmezler tarafından kendilerine Türk ırkından olmadıklarının, dolayısıyla Türk sayılamayacaklarının söylenmesi karşısında yaşadıkları büyük şok ve travmanın boyutlarını ifade edebilmek mümkün değildir. Bu tür olaylardan bir kısmına bizzat tanık olduğum gibi bir kısmını da yaşayanlardan dinlemişimdir.
Türkiye’ye göç eden Balkan Türk ve Müslümanlarını en çok üzen, sinirlendiren, öfkelendiren ve kahreden şeylerin başında; onlar kendilerini tam anlamıyla, dört dörtlük Türk saydıkları, geldikleri yerlerde de herkes bunu böyle bildiği halde, Türkiye’ye geldikten sonra bazı kendini bilmezlerin onları Türk olarak kabul etmek istememeleri geliyordu. Dışarıda, gâvur içinde, yaban ülkede Türk olup, Türk sayılıp da, öz yurdu ve vatanı bildiği yerde ötekileştirilmek, yabancılanmak, başka değerlendirilmek gerçekten kolay katlanılabilecek bir şey değildir. Bunun doğuracağı üzüntüye, kedere, acıya ve travmaya katlanabilmek de herkesin harcı değildir. Bu tür tutum ve davranışlara karşı, bazen hiç umulmayacak kişilerden, hiç umulmadık yerlerde ve zamanlarda, hiç beklenmedik tepkiler gösterilmesi çok yaşanmıştır. Buna yine Sayın Nusret Uluca’dan dinlediğim yaşanmış bir hatıra örnek olarak gösterilebilir.
Bir zamanlar Bursa’da, Sanayi ve Ticaret Odasında, Ali Erhan Selimbegoviç (Selimbeyoğlu) adlı yedi yabancı dil bilen, Boşnak asıllı, eski gazeteci bir tercüman çalışırmış. İri yapılı, boylu, boslu, yaşlıca bir zat olan Ali Erhan Bey, alkolik denebilecek derecede içkiye düşkün biriymiş. Buna rağmen Müslümanlığı, daha doğrusu Türklüğü konusunda çok büyük hassasiyeti olan bir kimseymiş. Her şakayı, hatta küfür ve hakareti bile bir yere kadar kaldırırmış ama sıra Türklüğüne ve Müslümanlığına gelince çok tahammülsüz olur, Türklüğüne ve Müslümanlığına hiç laf söyletmez, bu konularda hiç şakaya gelemezmiş.
Ali Erhan Bey, yine bir sabah akşamdan kalmanın derin mahmurluğu ve uyuşukluğu ile evinden çıkmış, sallana sallana işine gidiyormuş. Yolunun üzerindeki Koza Han’ın avlusundan geçerken, kendisini yakından tanıyanlardan biri ona takılmak istemiş. Uzaktan el sallayarak;
-Heeeey koca Boşnak! Ne haber? Nedir bu halin? diye seslenmiş.
Aradaki samimiyete güvenilerek şakadan söylenen, bu ‘Koca Boşnak!’ hitabı Ali Erhan Beyi çok sinirlendirmiş. Öfkeden adeta deliye, çılgına dönen Ali Erhan Bey, yaşından ve cüssesinden beklenemeyecek bir çeviklikle hızla koşup kendisine seslenen adamın yakasına yapışmış;
- Ulan Bana bak! Sen kime ‘Koca Boşnak!’ diyorsun? Ben Türk’üm,
anladın mı, Türk’üm? Üstelik ben sadece burada değil, geldiğim ve doğduğum memlekette de Türk’tüm. Orada gâvurlar bile beni Türk bilirler, Türk tanırlar, Türk diye çağırırlardı. Gâvur içinde bile kimse bana ‘Boşnak’ demezdi. Orada bana sövenler bile önce Türklüğüme söverlerdi. Sonra da Türk anama, Türk babama, Türk dinime söverlerdi. Ulan ben buraya, göğsümü gere gere, hiç kimseden çekinmeden, sıkılmadan Türklüğümü, Müslümanlığımı ilan edebileyim, yaşayayım, Türklüğümle, Müslümanlığımla iftihar edebileyim diye geldim. Sırf Türklüğüm için ne çilelere, fedakârlıklara katlanarak Türk yurdu, ana vatanım bildiğim bu memlekete geldim, buraya hicret ettim, muhacir oldum! Şimdi sen bana nasıl ‘Koca Boşnak!’ dersin? Ulan ben oralarda, gâvur içinde Türk idim de, şimdi buraya Türkiye’ye gelince ‘Boşnak’ mı oldum?
Ali Erhan Bey o kadar sinirlenmiş ve gözü dönmüş ki, diğer esnaf gelip yetişmese adamı neredeyse boğuverecekmiş. Adamcağızı elinden zor kurtarmışlar; kendisini teskin etmekte de epey bir güçlük çekmişler. Aslında adamcağızın esas tepkisi kendisine Boşnak denmesine değil; bazılarınca Türk ve Müslüman sayılmamasınaymış. Boşnaklığından hiçbir şikâyeti ve memnuniyetsizliği olmasa da, Türklük ve Müslümanlık onun için her şeyden daha önemli, daha kıymetli ve önde gelen bir kimliğiymiş.
PROF. KEMAL KARPAT’IN DEĞERLENDİRMELERİ
Türklüğü ve Müslümanlığı, yani Türklüğünü ve Müslümanlığını daha iyi yaşayabilmek için, doğup büyüdükleri öz yurtlarını terk edip, anavatan bildikleri Türkiye’ye gelen Balkan Türk Müslümanlarının Türkiye’de gördükleri kötü muameleler, yaşadıkları hayal kırıklıkları ve travmalar kitaplara sığmaz. Bu olup bitenler, bazı devletlûların yaptıkları, bu insanlar kadar, hatta belki de biraz daha fazla bizim Anadolu Müslümanlarını da üzüyor, kahrediyordu. Balkan Türklerinin ve Müslümanlarının Türkiye’ye geldiklerinde karşılaştıkları durum ve gördükleri kötü muameleleri daha iyi anlayabilmek için ülkemizin en tanınmış Balkan göçmenlerinden Prof. Kemal Karpat’ın Dağı Delen Irmak adlı kitabındaki değerlendirmelerine bir göz atmak yararlı olabilir. Prof. Kemal Karpat diyor ki:
“Türkiye’ye geldiğimde, 1940’larda (Türkiye’de) uygulanan laiklikle, daha doğrusu kapalı bir şekilde ilim adına yürütülen yarı materyalist devlet politikası ile karşılaşınca buna tepki duydum… ‘Laiklik’ adı altında söze ve dine dayanan gelenekleri bâtıl sayma; İslam’la ilgili her düşünceye ‘geri’ olarak bakma; tarihi kasıtlı olarak saptırarak yorumlama ve ırka dayanan bir millî kimlik yaratma çabaları benim vicdan ve inanç hürriyetine saygımla asla bağdaşmamaktaydı (s. 281).”
“Türkiye’de laikliği doğru dürüst anlayıp uygulamak isteyenlerin yanı sıra laikliği tamamen politik bir silah olarak kullanan; mevkilerini korumak, ondan çıkar sağlamak için ideoloji haline sokanlar da vardır (s. 353 – 354).”
“Cumhuriyet’in kabul ettiği laiklik, birçok İslam ülkesinde din aleyhtarlığı olarak gösterilmiştir. Şüphesiz ki, Türkiye’de laikliğin bir ideoloji olarak kullanılması ve zamanla ‘modernist’ geçinen bir elitin mevkii ve çıkarını sağlayan araç haline gelmesi, İslam dünyasında Atatürk devrimlerinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır (s. 448 – 449).”
“Laikliğin hiçbir zaman bir dogma, körü körüne uygulanan bir değer olmaması gerektiğini anlamalıyız. Toplumun gelenekleriyle, ruhuyla çatışmayacak bir laiklik anlayışının gerektiği ortadadır. Bir toplumun kimliğini, ruhunu da mutlaka koruması gerekmektedir (s. 517).”
“Resmî tarih, bilhassa devletin siyasî amaçlarını gerçekleştirecek bir tarih, tarih olamaz… Bizde de yapılan bir yerde tüm tarihi Cumhuriyet’le başlatmak, önceki geçmişi yok saymaktır. Tarih yalnız bir insanın iradesiyle meydana gelmez…Ben hiçbir zaman tarihte kişinin rolünü inkar etmem, küçümsemem; ama her şeyi şahsiyete bağlamak da şahsiyeti inkar etmek kadar hatalıdır. (s. 154 – 159).”
“Atatürk’ten sonra, Batılılaşmış, modernleşmiş olduğunu söyleyen ve devleti elinde tutan elit, modernleşmeyi en ileri noktaya götürmek için her şeyi yapma serbestîsine sahip olduğunu, kimseye hesap vermeyeceğini düşünüyordu. Bunu görmek beni son derece rahatsız etmiştir. Halkına bu kadar eziyet çektiren bir devlet!… (s. 169)”
ROMANYA’DA TÜRK, TÜRKİYE’DE DEĞİL !..
Anavatana göç etmek, her Balkan göçmeni gibi, Kemal Karpat için de, ne yazık ki bütün acıların, sıkıntıların sonu olmamıştı. Her Rûmeli, Balkan göçmeninin karşılaştığı sorunlarla, olumsuzluklarla o da karşılaşmıştı. Tabii bunlar, herkes gibi ona da, gâvurlardan gördükleri muameleden çok daha ağır ve acı gelmişti. Anavatanında karşılaştıkları olumsuzluklara da Kemal Karpat şöyle değiniyor:
“Biz nereye gitsek yabancı muamelesi gördük. Romanya’da bizi ‘Türk’ diye aşağıladılar, buraya geldik. ‘Romanyalısın, sen hakiki Türk değilsin, olamazsın!’ dediler. Sadece okulda değil, günlük hayatta da bu tür aşağılamalara ve benzeri birçok şeye maruz kaldık. ‘Siz dışarıdan gelmişler, hakiki Türk değilsiniz. Sizin kanınıza gâvur kanı karışmış, hakiki Türk olamazsınız!’ gibi lafları çok işittim!”
Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu sırada 11-12 milyon olan nüfusumuzun 7-8 milyonu, Balkanlardan ve Kafkaslardan göçlerle anavatana gelmiş insanlarımızdan oluşuyordu…
Ali Yakup Hoca, gerçek Müslüman bir Türkün asla ırkçı olamayacağını, ırkçılık ve kavmiyetçilik hastalığının Türk milli bünyesini nasıl yiyip bitirdiğini en iyi bilenlerdendi. Bilindiği gibi özellikle 19. Yüzyıldan itibaren Batı kaynaklı etnik milliyetçilik ve ırkçılık cereyanlarının, Osmanlı’daki Batı yanlısı, hayranı ve uşağı, sapık, kötü, zalim yöneticilerin, kötü yönetimlerin, yaptıkları zulüm ve haksızlıkların da etkisiyle, Osmanlı Devleti içindeki Müslüman unsurlar arasındaki hoşnutsuzluklar, kıpırdanmalar, ihtilaflar iyice artmış, devleti ve milleti bölünüp parçalanmanın tarih sahnesinden silinmenin eşiğine getirmişti. Dış mihrakların da kaşıması ve istismar etmesiyle ufak tefek yaralar ve çıbanlar kangren olmuş, derin yaralara dönüştürülmüş, farklı Müslüman unsurların gönüllerinde bağımsızlık ve özgürlük sevdaları alevlendirilmişti. Ülkenin her yanında ırkçılığı ve etnik milliyetçiliği körükleyen birlikler, ocaklar, cemiyetler, kulüpler pıtırak gibi çoğalmış, akıllar bulandırılmış, kalpler birbirinden soğutulmuş, gönüllere ayrılık tohumları ekilmişti. Devletin ve milletin bünyesinde ve bağışıklık sisteminde ortaya çıkan zaaflar, bu tür ölümcül hastalıkların veba salgını gibi yayılmasına çok elverişli bir ortam hazırlamıştı. Asırlarca sağlam bir beton gibi birbirine iyice karışıp, kaynaşmış milli bünyeyi ayrılıkçı ve bölücü fikirler bir kezzap, bir asit gibi yavaş yavaş eritip çözmüz, bozup dağıtmıştı
Millet çoğunluğu bunlara itibar etmese, bölücülerin, ayrılıkçıların yanlış yolda olduklarına inansa da örgütlenmiş azınlıklar, örgütsüz millet çoğunluğunu kısa zamanda etkisiz hale getirmiş, devre dışı bırakmış, yıkıcı ve bölücü tehdit ve tehlikeler gittikçe daha da büyümüş ve yaygınlaşmıştı. Her tarafta genel bir çılgınlık havası almış yürümüştü. Milliyetçilik, bölücülük, ırkçılık, ayrılıkçılık faaliyetleri ve propagandaları, bir müddet sonra, asırlar boyunca birbiriyle iyice karışıp kaynaşmış, artık aynı bedenin uzuvları gibi birbirlerinin eli ayağı, gözü kulağı olmuş, birbirlerine etle tırnak gibi yapışmış, beden ve ruh gibi olmuş, aralarında hiçbir ayrılık gayrılık bulunmayan Müslüman unsurlar arasında da olumsuz ve uğursuz etkilerini göstermeye başlamıştı. Böylece Müslümanları birbirinden soğutmak, uzaklaştırmak, düşman etmek, koparmak, bölüp parçalamak, nihayet bir kenarda teker teker hepsinin başını yemek, işini bitirmek amacıyla akıl almaz oyunlar oynayanlara gün doğmuştu.
Sorumluluk mevkilerindeki yöneticiler ve aydınlar ise milletin ve memleketin içine sürüklendiği büyük tehlikeleri görebilecek, bunları önleyecek tedbirleri ve çareleri bulup uygulayabilecek basiret, feraset, ehliyet, liyakat ve dirayetten mahrumdu. Bazıları, bu kötü gidişata karşı koymayı boş ve gereksiz bir çaba ve ayrı bir çılgınlık olarak görüyorlardı. İçlerinde milletin, memleketin dertlerinden, felaketlerinden kendilerine çıkar ve menfaat sağlamaya çalışanların sayısı hiç de az değildi. Milletin maddi, manevi bütün varlıkları, servetleri, insanları, genç nüfusu sonu hep bozgunlarla neticelenen savaşlarda heder olup giderken, bir yandan da orada burada bir sürü savaş zenginleri türüyordu. Bu çılgınlıklara kendilerini kaptıranların çoğu, içine karıştıkları bu uğursuz tertiplerin önünde sonunda kendilerinin de kanlarına, canlarına, ırzlarına, namuslarına, dinlerine, imanlarına, ırklarına ve vatanlarına da mal olacağını hiç düşünmüyorlardı.
Ali Yakup Hoca, bizde İslam’ın ihmal edilmesinin, ona karşı olumsuz bir tavır takınılmasının, ortak zeminimizin kaybolmasına, herkesin kendisine başka bir aidiyet ve kimlik arayışına girmesine, kimlik ve kişilik buhranlarına ve bunalımlarına, milli yapımızın ve bünyemizin zaafa uğramasına, milli ve manevi değerlerimizde çok büyük aşınmalara ve tahribatlara neden olduğuna dikkat çekerdi. Osmanlıların “Nizam-ı Alem” ve “Pax Ottomana (=Osmanlı Barışı)” gibi adlarla anılan, bütün unsurların ortak yararını ve çıkarını gözeten genel ve kapsayıcı dünya görüşünü zamanın şartlarına uydurup geliştiremediğimiz, bunun yerine daha iyisini koyamadığımız, İslam’ın birleştirici rolünü bir tarafa atıp tamamen göz ardı ettiğimiz için şimdi herkesin kendi etnik kimliğini öne çıkarmaya çalışmasından kaynaklanan çözümü imkansız sorunlarla boğuşup durduğumuzu söylerdi. İslam, hem Türklüğün, hem de hangi etnik kökenden gelirse gelsin Türk Milletinin ve Türk toplumunun tamamının ortak dünya görüşünün temeli, bütün unsurları ve etnik grupları birbirine bağlayan en güçlü bağ ve betonarme bir binaya benzeyen toplumun çimentosu olmuştur.
Türk ortak kimliği, sayısız etnik grupların ve unsurların asırların birikimiyle aynı tarih, aynı din, aynı dil, aynı kültür, aynı dünya görüşü, aynı inanç, aynı amaç ve idealler, aynı ortak değerler, aynı çıkar ve menfaatler vb pek çok değerler etrafında birleşerek, bütünleşerek kazanılmıştır. Dünyanın en eski ve en büyük milletlerinden biri olan Türk Milleti böyle oluşmuştur. Hiç de kolay gerçekleşmeyen bu oluşum, asla küçümsenebilecek bir şey değildir. Herkesin daha büyük aidiyetler, birliktelikler aradığı, bu şekilde daha mutlu, huzurlu ve güvenli bir şekilde varlığını korumaya, geleceğini güvence altına almaya çalıştığı bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla Türk üst kimliğini, Türklük ortak aidiyetini bırakıp da kendimize başka alt kimlikler ve etnik aidiyetler aramaya kalkışmak hiç de akıllıca olmayacak, herkesin felaketiyle sonuçlanacak bir tutum olacaktır. Anlamsız bir şekilde etnik kimlikleri öne çıkararak bölünme, parçalanma, hele de ideolojik temel yapmaya çalışmak, bizi biz yapan ortak değerlerimize saygısızlık ve ihanetin yanında, çok büyük bir akılsızlık, mantıksızlık, hepimizi birden çok büyük tehlikelere, felaketlere sürükleyecek bir çılgınlıktır.
Etnik aidiyetimiz doğuştan gelen, hiçbirimizin kendi tercihine bağlı olmayan, hiçbir zaman da değişmeyecek, azalıp çoğalmayacak olan bir kimliğimizdir. Üst kimliğimiz olan Türklüğümüze bir şey olmadan, ona bir şey olmayacağı için ayrıca kollanması, korunması ve savunulması da gerekmez. İnsan normalde hangi etnik kimlikle doğmuşsa, onunla ölür. Esas korunması, kollanması, geliştirilmesi, üzerine titrenmesi gereken asırların birikimiyle belli ortak değerler etrafında oluşturulmuş gönüllü birliktelikler ve bu şekilde ortaya çıkan kimlikler ve aidiyetlerdir. Özellikle bugünün dünyasında bizim gibi toplumlar için en büyük tehlike, alt kimlikleri, etnik aidiyetleri öne çıkararak, sürekli daha fazla bölünüp, parçalanmak ve ayrışmaktır. Şimdiye kadar bizim başımıza gelen bütün felaketlerin en büyük sebebi budur. Nitekim bunun acı sonuçlarını asırlardır yaşayarak gördük, hala da görmeye devam ediyoruz ama bir türlü akıllanmıyor, ibret almıyoruz. Hepimize düşen en büyük görev ve sorumluluk, bütün etnik kimlikleri kapsayacak, kuşatacak, içinde barındıracak, hepsini içine alacak, koruyacak, kollayacak, var edecek, hatta belki de geçmişte olduğundan daha kapsayıcı, kuşatıcı, uzlaştırıcı, barıştırıcı ortak bir Türk kimliği ve aidiyeti ortaya koymaya ve geliştirmeye çalışmaktır. Bu ortak kimliğin gelişmesi, güçlenmesi, diğer etnik kimlikler için asla yıkıcı, yok edici, eritici, asimile edici değil, daha da geliştirici ve güçlendirici olacaktır.
TÜRK MİLLETİNE İHANET EDEN İFLAH OLMAZ!
Ali Yakup Hoca, zaman zaman ‘Azizim! Bu Türk Milletine ve Osmanlı’ya ihanet ve düşmanlık eden iflah olmamıştır, hiçbir zaman da olmaz!’ der bunu şöyle açıklardı: “Şöyle tarihe dönüp bir bakarsanız, Türk Milletine, Türklüğe ve Osmanlı’ya kim ihanet ve düşmanlık etmişse iflah olmadığını, ihanetinin ve düşmanlığının bedelini çok ağır ve acı bir şekilde ödediğini görürsünüz. Asırlar boyunca aynı din ve inançlara, aynı dünya görüşüne, aynı kültüre, aynı amaç ve ideallere sahip olmuş, milli çıkar ve menfaatleri aynı olan, aynı milletin mensupları olarak yaşadıktan sonra, ortak Türk üst kimliğini bırakarak kendilerine yeni kimlikler ve aidiyetler aramaya kalkanların durumları ve akıbetleri ortadadır. İşte Kırım Hanlığı, işte Arnavutlar, işte Araplar! Hatta Selanik Yahudileri… Hepsinin önceki ve şimdiki halleri ve başlarına gelenler ibretliktir. Şimdi bu milleti oluşturan başka unsurlar da kalkar ortak Türk kimliği yerine, onu bir kenara atarak, Tatar, Çerkez, Laz, Gürcü, Abaza, Çeçen, Kürt gibi alt kimliklerini ve etnik kökenlerini öne çıkarmaya, sadece bunlarla yetinmeye, bunlarla tanınıp bilinmeye kalkarlarsa onları bekleyen akıbet ben eminim ki çok daha beter olacaktır.
Mesela Araplar, Müslüman olduktan sonra tarihte önemli roller oynamışlar ve çok büyük ve önemli bir millet haline gelmişlerdi. İslami özelliklerini kaybedip, Müslümanlıklarının gereğini yerine getiremez hale geldiklerinde, Allah onlara bu yüzden verdiği nimetlerin çoğunu kendilerinden çekip aldı. Tarih sahnesinden silinip yok olmayı çoktan hak etmişlerdi ama rahmeti, merhameti, gazabından aşkın olan Yüce Allah yine de onlara Türkler sayesinde, belki de Türklere İslamın ulaşmasında rolleri olduğu için, lütfetti, onları tarih sahnesinden silmedi. Onlara Türkler sayesinde ve Türk milletinin çatısı altında varlıklarını gayet emin ve rahat bir şekilde sürdürebilme imkânını ve fırsatını bahşetti. Arap milleti, en mutlu, müreffeh, mesut günlerini Osmanlılar döneminde yaşadılar. Osmanlıların yönetiminde tam, bir ve bütün bir Arap milleti vardı. Peki, şimdi var mı? Yok! Niye yok? Çünkü Türk Milletine ve Osmanlıya isyan ve ihanet edip, ayrı ve bağımsız bir millet ve devlet olma hevesine kapıldılar. Gerçi Arapların büyük çoğunluğu bu fikirde ve anlayışta değildi. Ama dış güçlerin, İslam düşmanlarının yardım ve desteğiyle örgütlenmiş azınlıklar, örgünlenmemiş milleti aciz ve çaresiz bıraktılar. Sonuçta bugün gelinen noktada hepsi birbirine düşman 22 ayrı devlete (şimdi 24) bölündüler. Hala da bölünüyorlar, kimbilir daha kaç parçaya bölünecekler. Tek bir millet olma özelliğini kaybettiler. Kanları, canları, ırzları, namusları heder oldu. Ne hakaretlere, zilletlere, rezilliklere, perişanlıklara sürüklendiler. Aynı şey sadece onlar için değil, Arnavutlar, Kırım Tatarları, hatta Türklüğü ırkçılığa ve etnik milliyetçiliğe indirgeyerek Türklüğe ve Türk Milletine en büyük ihaneti ve kötülüğü yapmış olan Türkçüler için de geçerlidir.
Zaten milletimizin, memleketimizin ve bütün İslam âleminin başına ne geldiyse, bu ırkçılık, kavmiyetçilik, etnik milliyetçilik belası yüzünden gelmiştir. Bu sapık anlayış ve inançlardan kurtulup, yeniden bir ve beraber olmadıkça, hiç birimizin kurtuluşu mümkün olamayacaktır. Bir zamanlar bu Türk Milletini oluşturan bütün unsurların şuuraltında dinlerini, yani Müslüman kimliklerini de, etnik kimliklerini de, varlıklarını, birliklerini, dirliklerini, düzenliklerini de ancak Türk olurlarsa, yani Türklük adı ve çatısı altında toplanırlarsa sürdürebilecekleri yönünde çok güçlü ve sağlam bir inanç ve kabul vardı. Türk olmadıkları takdirde hiç birinin Arnavutluğunun da Boşnaklığının da Tatarlığının da Kürtlüğünün de Pomaklığının da Lazlığının da Çerkesliğinin de kalmayacağını gayet iyi biliyorlardı. Hepsi, etrafımızı çevrelemiş, bizi tek düşürüp, bütünden ayırıp yemek ve avlamak için fırsat gözleyen zalim ve insafsız düşmanlarımızın farkındaydı. Tek düşenin düşmanlarımıza yem olmasının kaçınılmazlığını görebiliyorlardı. Bu feraset ve basiret kayboldukça başımıza felaketler ardı ardına, yıkım yıkım üstüne geldi. Aklımızı başımıza almazsak, Allah korusun bizi daha büyük belaların ve felaketlerin beklediğinden de korkmamız ve daha fazla geç olmadan gerekli tedbirleri almamız lazımdır.”
Hoca, Türk Milletinin herhangi bir millet, Osmanoğlularının da herhangi bir hanedan olmadığını, herkes gibi onların da bazı hataları, günahları olsa da, onların bu dine, bu ümmete ve Müslümanlara çok hizmetlerinin olduğunu, çok haklarının geçtiğini, bu yüzden de onlara ihanet ve düşmanlık edenlerin iflah olmadığını ve olamayacağını, bu ihanetlerinin ve düşmanlıklarının bedelini önünde sonunda mutlaka en ağır ve en acı bir şekilde ödediğini ve ödeyeceğini söylerdi. Türk Milleti, İslam nimeti sayesinde, Allah’ın çok büyük nimetlerine, lütuflarına ermiş, daha sonra yine kendi ihmalleri, hataları ve kusurları yüzünden çok büyük kayıplar yaşamış bir millettir. Ama bu Millet, şöyle ya da böyle bütün Müslümanların birliğini, bütünlüğünü, dirliğini, düzenliğini temsil ettiği için, bu millete ihanetin ve düşmanlığın, sonuçta bütün Müslümanlara, Allah’ın dinine, davasına hatta Allah’a düşmanlığa varan bir yönü ve arka planı da vardır. Bu yüzden de bu millete hainlik ve düşmanlık edenler Allah’ın gazabından ve intikamından yakalarını kurtaramamışlardır. Dolayısıyla Hoca’nın bu sözü, öyle rastgele söylenmiş, kafadan uydurulmuş, heva ve heves ürünü boş bir lakırdı, iddia, indi bir görüş, şahsi bir fikir değildi.
Ali Yakup Hoca’nın çok ilginç, çok öğretici ve öğretici ve kendine has bir eğitim öğretim metodu vardı. O, talebesinin üzerinde düşünüp, taşınmasını, kafa yormasını istediği bir konuda, ilk anda ona çok garip, tuhaf, ilginç, hatta bazen şaşırtıcı, ürkütücü, kışkırtıcı gelebilecek klişe, spot, slogan türü bir söz, tez ve iddia ortaya atar, bunun doğruluğunu veya yanlışlığını test edip ispatlamayı da talebesine bırakırdı. Eğer öğrencinin o konuda bir ilgisi ve merakı varsa, zaten duramaz gider muteber ve ciddi kaynaklarda bu konuda lehte, aleyhte ne kadar bilgi, görüş, fikir, iddia varsa bulmaya, derip toplamaya çalışır, kendince bunların tetkikini, analizini, sentezini yaptıktan sonra ulaşabildiği sonucu Hoca’sına arz ederdi. Daha sonra Hoca’nın ortaya koyacağı başka fikir, kaynak ve kanıtlarla bunlar yeniden karşılaştırılır, tartışılır ortak bir fikir ve kanaatte buluşulmaya çalışılırdı. Ben şahsen Hoca’dan, belli kitaplar okuyarak öğrendiğimden kat kat fazlasını, onun bu ilginç eğitim ve öğretim metodu sayesinde öğrenmişimdir. Nitekim Hoca’nın bu; ‘Türk Milleti’ne ihanet eden iflah olamaz’ iddiası, ilk duyduğumda çoğu kimseler gibi bana da çok garip ve hayret verici gelmişti. Bir Türk olarak hoşuma gitmiş olsa, işime gelse de nihayetinde bu da detaylı bir şekilde araştırılması, incelenmesi, doğruluğu veya yanlışlığı tarih laboratuvarında test edilip onaylanması veya reddedilmesi gereken bir iddiaydı. Ben de bunun için değişik kaynaklara başvurarak kendi çapımda epeyce araştırma ve incelemeler yapmaya çalıştım. Ulaşabildiğim kaynaklardaki somut bilgi, belge, kanıt ve kayıtlar, bende de yavaş yavaş aynı inanç, görüş ve düşünceleri oluşturdu. Tarih laboratuvarında benim yapabildiğim testler de Hoca’nın bu sözlerinin ve iddialarının doğruluğunu hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yüzde yüz onaylıyordu. Başka konularda olduğu gibi, bu konu üzerinde ne kadar çok çalışırsam, çalışayım, ne kadar derinleşirsem değişeyim, kanaatlerimin yönünde ve ulaştığım sonuçta bir değişme olmuyor, tam tersine bu görüş ve kanaatler bende de daha fazla açık, seçik, net ve hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirginleşiyordu. Bu teori, fikir ve varsayımların doğruluğunu ve yanlışlığını daha fazla test ettikçe, bunun doğruluğuna ilişkin kanaatlerim daha da pekişti, bununla bağlantılı daha pek çok şeyi de biraz daha iyi ve doğru bir şekilde anlayabilme ve kavrayabilme imkânı bulabildim. Hiçbir konuda, hiçbir zaman delilsiz, mesnetsiz, kanıtsız konuşmayan Hoca’nın, Kırım Hanlığı, Arnavutlar, Araplar ve Selanik Yahudilerinin başına gelenleri hatırlatmasını çok merak etmiştim. İşte kaynaklardan -bu hususta- benim bulabildiğim bazı bilgiler: