Ana SayfaMeçhul KahramanlarımızAli Yakup CenkçilerALİ YAKUP HOCA VE MEHMET AKİF İLİŞKİSİ

ALİ YAKUP HOCA VE MEHMET AKİF İLİŞKİSİ

ALİ YAKUP HOCA VE MEHMET AKİF İLİŞKİSİ

Mustafa ATALAR

Ali Yakup Efendi (1913-1988), çocukluğundan beri Mehmet Akif’e hayrandı ve onu çok severdi. Bilmiyorum, her ikisinin de Arnavut kökenli Balkan Türk’ü ve Müslümanı olmalarında bunun etkisi var mıydı? Fakat şurası muhakkak ki, Mehmet Akif’le Ali Yakub Hoca arasında ahlak, huy, karakter, anlayış, yaşayış, düşünce, inanç, fikir ve görüş benzerlikleri ve paralellikleri pek çoktu. Yaşayışıyla, mücadelesiyle, fikir ve düşünceleriyle Ali Yakup Hoca’yı en çok etkileyenlerden biri de kuşkusuz Mehmet Akif’ti.

Ali Yakup Cenkçiler Hoca, aslında Mehmet Akif’le hiç tanışamamış, hiç yüz yüze gelip görüşememişlerdi. Ama her ikisini de çok yakından tanıyanlar, aralarında şaşılacak kadar çok benzerlikler bulunduğunu hemen görmekten ve doğrulamaktan kendilerini alamazlardı.

Ondaki Mehmet Akif muhabbetti, yakınlığı, dostluğu, sevgisi, saygısı, Akif’i ve Safahatını daha yakından tanıyıp öğrendikçe daha da artmış, zamanla huy, karakter, ahlak, fikir, görüş, anlayış, hayat mücadelesi benzerliklerine de dönüşerek, onu Akif’e daha da yaklaştırmış, birbirini hiç görmemiş bu iki insanı birbirinden kolay ayrılmaz ve ayırt edilmez bir hale getirmişti.

Ali Yakup Efendi’nin Kosova’dayken de en çok okuduğu, sevdiği, hayranlık duyduğu şair, Mehmet Akif Bey’di. Kosova’dan kalkıp Mısır yollarına düştüğünde de en büyük emellerinden biri, Mısır’da olduğunu bildiği Mehmet Akif Bey’i bulmak, tanımak ve ondan olabildiğince fazla yararlanabilmekti. Bu hevesle yola çıkmıştı ama Üsküp’e geldiğinde eline geçen Türk gazetelerinden birinde aniden: ‘Akif’i Kaybettik!’ haberini okuyunca, beyninden vurulmuşa dönmüştü. Hiç beklemediği, hazır olmadığı bu acı haber, onda ani bir soğuk duş etkisi yapmıştı. Takdir-i ilahiye rıza göstermekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Hâlbuki kafasında, bizzat Akif’e sormak istediği; en doğru ve inandırıcı cevaplarını yalnızca ondan alabileceğine veya en azından onun aracılığı ve onun yol göstermesiyle kendisinin bulabileceğine inandığı pek çok soru vardı. Şimdi bunları nasıl ve kimlere soracak, cevabını nereden bulacaktı? Bu ani ve beklenmedik kayıp, onun derdine dert, üzüntüsüne üzüntü katmıştı. Ama şimdi, Allah’a tevekkül edip, bu büyük İslam şairinin, fikir ve dava adamının ruhuna Fatihalar göndermekten, onun için Allah’a dualar etmekten, af ve mağfiret niyazında bulunmaktan başka elinden bir şey gelemezdi. O da öyle yaptı.

Ali Yakub Efendi, Mısır’a ulaştığında, aklında, fikrinde, gönlünde, Akif’i artık bulamasa da, ondan epeyce izler, kokular, eserler arayıp, bulabilme ümit ve temennisi vardı. Çünkü o biliyordu ki, Akif gibi Hak, hakikat âşıklarının, Allah dostlarının güzel izleri asla kaybolmaz, başka kötü izlerden de kolayca ayrılır, hemen seçilirdi. Gerçekten de bu ümit ve temennileri boşa çıkmadı. Ali Yakub Hoca, Mısır’da bıraktığı güzel izleri takip ederek Akif’i arayıp, çok canlı ve diri bir şekilde bulabildiği gibi, o izler yardımıyla kafasındaki sayısız sorulara da tatminkar cevaplar bulabilmişti. Mısır, Mehmet Akif’le ilgili anılarla gerçekten de kelimenin tam anlamıyla dopdoluydu.

Hele Mehmet Akif’le on yıldan fazla beraber olmuş, onu çok yakından tanımış Yozgatlı İhsan Efendi’yle tanışmak kendisi için bulunmaz bir talih ve mutluluk vesilesi olmuştu. Onun sayesinde Mehmet Akif’i bütün yönleriyle daha yakından tanıma, sanatını, fikir ve görüşlerini, düşüncelerini, mücadelesini tam anlamıyla öğrenme fırsatı bulabilmişti. Yozgatlı İhsan Efendi’den Mehmet Akif Bey hakkında çok şeyler öğrendi, onunla ilgili önemli hatıralar, sözler, anekdotlar, olaylar dinledi, merak ettiği soruların pek çoğuna tatminkâr cevaplar bulabildi. Bunlar onu Akif’e daha da çok yaklaştırdı, Akif’i ona daha iyi tanıttı, onu daha iyi anladı, öğrendi, bu da Akif’e karşı olan sevgi ve saygısını daha da büyüttü. Ayrıca İhsan Efendi’yle beraber Safahatı, baştan sona mısra mısra, kelime kelime okuyup tahlil ettiler, incelediler, mütalaa ettiler, üzerinde tartıştılar, fikir ve görüş alışverişinde bulundular.

SAFAHAT DERSLERİ

Ali Yakup Efendi, Mısır’a geldikten sonra, o dönemde Mısır’da bulunan Türk öğrencilerle beraber İhsan Efendi’nin Türk edebiyatı derslerine devam ediyordu. Daha önceleri de Türk edebiyatı, özellikle de Mehmet Akif ve onun Safahat’ı üzerine epeyce çalışması ve müktesebatı vardı. Doymak bilmez bir iştiha ile ve bütün benliğiyle kendisini bu edebiyat ve şiir konularına vermişti. İhsan Efendi’nin de yönlendirmesi, yardım ve desteğiyle edebiyatın, şiirin, sanatın her dalında derinleşmeye çalışıyordu. O, haftanın belli günlerindeki arkadaşlarıyla ortak bu derslerle ve sadece kendisine verilenle yetinemeyen, hep daha fazlasını isteyen bir ilim, fikir, irfan, kültür, edebiyat ve sanat aşığıydı. Bir gün İhsan Efendi’den özel bir istekte bulundu:

  • Hocam! Ben, şimdiye kadar Safahat’ı baştan sona birkaç kere

okudum. Ama görüyorum ki, Safahat’ı sizinle beraber okumak çok daha başka! Çünkü siz, gerçekten de Akif’i ve onun Safahat’ını da en iyi bilenlerden, anlayanlardan, tanıyanlardan birisiniz. Acaba ben arkadaşlardan yarım saat, bir saat kadar önce gelsem, bir de sizinle beraber Safahat’ı baştan sona tekrar okuyabilir miyiz? Bazı yerleri doğru anlayıp anlayamadığımdan emin değilim! Safahatta kafama takılan, tereddüt ettiğim bazı yerler, bazı konular var! Ne buyurursunuz?

İhsan Efendi, onun bu isteğini memnuniyetle kabul etti. Ali Yakup Efendi, artık her gün arkadaşlarından yarım saat, bazen bir saat önce gelir, İhsan Efendi’yle beraber Safahat okurlardı.

SAFAHAT’I SADELEŞTİRMEK

O dönemler, Türkiye’de dilde yenileşme ve sadeleşme akımının da başını alıp gittiği, eski kelimelerin atılıp yerine yeni ve çoğu uydurma kelimelerin alınmaya ve kullanılmaya başlandığı bir dönemdi. Basın yayın organlarında, radyoda, kitap, gazete ve dergilerde hep bu yeni kelimeler kullanılıyordu. Öyle ki daha on-on beş yıl önce Türkiye’den gelenler bile radyoların, gazetelerin ne dediğini anlamakta güçlük çekiyorlar, anlamadıkları kelimeleri yazıp ne anlama geldiğini ona buna sorarak öğrenmeye çalışıyorlardı.

Ali Yakup Efendi, Mehmet Akif’in şiirlerinin de yavaş yavaş özellikle yeni nesil tarafından anlaşılmaz hale geldiğini görüyor, bundan çok büyük bir üzüntü duyuyordu. Geleceğimizin teminatı gençlerimizin, Safahat gibi büyük bir hazineden, dil sorunu nedeniyle mahrum kalmakta olduklarını görüyor, buna da gönlü bir türlü razı olmuyordu. İhsan Efendi’nin karşı çıkacağını bile bile, bir gün içinden geçen düşünceleri, biraz da saflığa vurarak açığa vurdu:

  • Hocam! Siz, Akif’i de, Safahat’ı da herkesten çok daha iyi bilen,

tanıyan, anlayan ve seven bir üstadımızsınız. Türkiye’deki dilde sadeleştirme, yenileştirme faaliyetlerinden de haberdarsınız. Nesiller gittikçe birbirini bile anlayamaz, anlaşamaz hale geliyorlar. Nitekim, daha şimdiden gençlerimizin Akif’i de Safahat’ı da anlayamaz duruma geldiklerini görüyoruz. Bu işin sonu nereye varacak? Akif’siz, Safahat’sız yetişen gençlerden ne olur? Hiçbir şey! Daha şimdiden, orada burada, çok daha geç kalınmadan Safahat’ın sadeleştirilmesi gerektiği konuşulmaya başlandı. Hocam, bence de bu bir ihtiyaç! Bunu da en iyi yapabilecek, başarabilecek olan sizsiniz! Safahat’ı sadeleştirmeye ne dersiniz?

– Hazret, sen ne diyorsun? Safahat sadeleşir mi? O zaman bu, sade

suya tirit gibi bir şey olur. İçinde hiç besleyici taneleri kalmamış, bir tirit çorbasına benzer. Sade su insanı beslemez ki! Çorbanın içinde besleyici taneler de bulunması gerekir. Eğer bu millet Safahat’ı da anlayamayacak bir hale gelirse, bana göre Allah bu milleti gidersin, yerine yeniden doğru dürüst bir millet getirsin daha iyi! Dilde yenileşmeden, sadeleşmeden yana olanlar, kalkmışlar yanlarında hiç sözlük bulundurmadan, sözlüğe bakmadan okunabilecek basit şiirler yazılması gerektiğini savunuyorlar. Böyle şey olur mu? Elbette güzel bir şiirde, sözlüğe bakılmasını gerektirecek ilk anda anlaşılması mümkün olmayan kelimeler de bulunmalıdır. Şair, gördüğü, duyduğu, bildiği, öğrendiği, hissettiği, düşünüp taşındığı, en yüce duyguları, en yüksek hisleri, gönlünün, ruhunun derinliklerindeki anlamları kağıda, söze döken bir dil ustasıdır. Elbette bu görevini yaparken, derin ve ince manalar, şifreler, rumuzlar, semboller ifade eden günlük dilde o zamana kadar hiç kullanılmamış, duyulmamış, işitilmemiş yeni veya eski kelimeler de kullanmak zorundadır. Bu bir tek bize has bir durum da değildir. Dünyanın her tarafında böyledir. İnsan, kendi ana dilinin bütün inceliklerini, şiir ve edebiyatını bilerek dünyaya gelmez! Hemen her şey gibi dili, edebiyatı ve şiiri de sonradan ve yavaş yavaş öğrenir. İnsanın her yaşta okuyup anlayabileceği şiirler, edebi yazılar çok farklıdır, asla aynı değildir ve olamaz da! Herkesin kolayca anlayabileceği basit şiirler olabileceği gibi, sırf edebiyatçıların, mesleği edebiyat olanların anlayabileceği şiirler de vardır. İnsanların dile, lisana, edebiyata aşinalıkları, hâkimiyetleri oranında anlayabilecekleri çok çeşitli şiirler olabilir ve olmalıdır. Daha küçücük bir çocukla, on yaşındaki, onbeş yaşındaki, yirmi yaşındaki bir gencin, kırk veya elli yaşlarındaki olgun bir adamın şiir anlama derecesi aynı olamaz.

Mehmet Akif, bu işe ömrünü vermiş çok büyük bir şairdir. O, Safahat’ını, Fatih Camii ile başlatmış, Sanatkar ile bitirmiştir. Onun Safahat’ının içinde bin bir türlü konu vardır. Dini konular var, milli konular var, sosyal konular var, iman ve tevhid konuları var, camii var, kahvesi var, hastası var, küfesi var, hamalı var, genci var, yaşlısı var, yani var oğlu var! Tasviri var, feryadı var, fikriyatı var, imanı var, inancı var, duygu ve düşüceleri var! Bindörtyüz senelik İslam tarihini, bin yıllık Müslüman Türk, 600 yıllık Osmanlı Tarihini inişi çıkışıyla, yükselişiyle, acı ve tatlı günleriyle, zaferleriyle, başına gelen felaketleriyle, kısaca her yönüyle ve her safhasıyla ele alıp yazmış. Sen şimdi onun bu onbin mısraın üzerindeki Safahat’ını alacaksın, hiç sözlüğe bakmadan okunacak hale getireceksin, basitleştireceksin! Böyle saçmalık olur mu? İnsaf yahu, el-insaf, demekten başka buna ne denir!?

İhsan Efendi’nin bu çıkışı üzerine, Ali Yakup Bey, bu soruyu sorduğuna soracağına pişman olmuştu. Teklifini geri almak zorunda kaldı:

  • Aman efendim, kusuruma bakmayın! Ben, sözümü geri aldım.
  • Evladım, sizi bilmem ama bu sadeleştirme işi bana, milleti cahil

bırakmanın bir yolu, bir şekli, mazereti, bir bahanesi gibi görünüyor! İnsanlar tembelliğe yatkındır. Kolayı gördükçe hemen gevşer, rahata alışır. Gayret sarf edilerek anlaşılacak ciddi ve önemli eserlerden kaçar. Yavaş yavaş bilen, çalışan, düşünen, araştıran, kafa yoran, üretken insanlar yadırganmaya başlar. Neticede daha birkaç nesil geçmeden, tez zamanda milletin tamamı cahilliğe mahkum olur. Bu da tam bir felakettir. Aynı akım burada Mısır’da da var. Mısır’ın ünlü yazarlarından Mustafa Sadık er-Rafiî’ye, Taha Hüseyin gibi bazı modernistler demişler ki:

  • Üstad! Siz, çok yükseklerde uçuyorsunuz. Bugünün gençliği sizin

üslup ve ifadenizi anlayamıyor. Biraz okuyucunun seviyesine inseniz olmaz mı?

Üstad Rafiî onlara şu cevabı vermiş:

  • Yahu ben yerlerde, topraklarda sürünen bu toplumu, biraz

yükselsin, yücelsin, nefes alsın, ciğerlerine temiz hava girsin diye, daha yukarılara, semalara göklere çıkarmaya çalışıyorum. Ben onlara aslında kendilerinin kartal yavrusu olduklarını, tavuklar arasında yumurtadan çıktıkları için kendilerini tavuk sandıklarını anlatmaya, onları asıllarına döndürmeye yani kartal yapmaya uğraşıyorum. Ben okuyucumu tepelere, şahikalara, yücelere, bulutların üstüne çıkarmaya çalışıyorum. Benim duyduğum kutsal acıları, çileleri, ızdırapları, duyguları onlara da duyurmak, hissettirmek istiyorum. Sizler ise gelmiş, onları soktuğunuz gibi, beni de tavuk kümesine sokmaya çalışıyorsunuz.

Adam ilim adamı görünür, titri unvanı vardır ama gerçek ilim adamı değildir. Şiirler yazar ama şair değildir. Mehmet Akif merhumdan Esterâbâdî’nin bir beytini duymuştum. Türkçe anlamı: ‘Alimler görürsün, bilgisi vardır ama irfanı yoktur. Kuşlar görürsün, kanadı vardır, ama uçması yoktur.’ Gerçekten de her kanadı olan kuş uçamadığı gibi, her unvanı, titri, bilgisi olan da gerçek bir alim, her şiir yazan da gerçek bir şair olamaz. Belki herkes onları öyle bilir, öyle tanır ama o, bunları sırf bir geçim vasıtası, menfaat, çıkarı aracı, başkalarına üstünlük taslama yolu olarak kullanır. İrfanı, derûni tarafı, cevheri olmayan, ilmiyle amel etmeyen, ezbercilikten, basmakalıpçılıktan kurtulamamış, ilmini hazmedip kendine hal ve mal edememiş, Peygamber varisi olduğunu unutmuş, gamsız, hissiz, duygusuz, davasız, ulvi gayesiz adamın kendisinden de ilminden de kimseye hiçbir fayda gelmez!

İhsan Efendi, başka bir münasebetle dil tahribatı konusunda şunları söylemişti:

  • Dil, din, vatan, millet, örf, adet, bayrak, milliyet gibi unsurlar,

milletleri millet yapan unsurlardır. Mukaddes sayılırlar ve bunlarla asla oynanamaz! Bizim dilimiz, aslında sade bir dildi. Yunusların, Karacaoğlan’ların yüzyıllar önce kullandığı sade dil… Zamanla, asırlar içinde Türkçemize giren yabancı kelimeler de yabancılığını kaybetmiş, Türkçeleşmiş ve dilimizi zenginleştirmiştir. Bugün ülkemizde artık Osmanlı döneminin o ağdalı klasik divan edebiyatı dili kullanılmıyor. Elimizde, İstanbul Türkçesi denen temiz, berrak, arı, duru bir dilimiz var. Bu aynı zamanda zengin bir dildir. Zaman ve zeminin getirdiği bazı yenilikler sebebiyle her dilde yeni gelişmeler, değişmeler de olabilir. Ama bu dilin kendi doğal akış seyri içinde, dilin kendini geliştirmesi şeklinde olmalıdır. Dilin bir operasyona uğratılıp, kuşa çevrilmesi olamaz. Zaten böyle son derece sakıncalı bir operasyon Türkçeden başka hiçbir dile yapılmamış, hiçbir milletin kendi diline bu kadar büyük bir kötülük yaptığı görülmemiştir. Bizde yapılan bu büyük hatanın sonucunda, bugün artık dedeyle torun, hatta babayla evlat, birbirinin ne dediğini anlamaz hale geldi. Güzelim Türkçemizle bugün yazılan kitapları bile yarınki nesiller, tercümana muhtaç olmadan anlayamayacaklar. Artık özellikle genç nesillerimizin doğruyu yanlıştan, yararlıyı, zararlıdan ayırt edebilecek şuura ermeleri lazımdır. Yoksa asil milletimiz adına üzüntümüz çok büyük olacaktır.

Ali Yakup Efendi, Mısır’da bulunup da Akif’le tanışıp görüşmüş olan herkesten, bütün yakın tanıdık, ahbap ve dostlarından Akif’i farklı yönleriyle dinledi. Akif’i anlama, tanıma yolundaki uzun soluklu çabaları, gayretleri, onu yalnız, fikir, düşünce ve anlayış olarak değil, huy, karakter, tutum ve davranış olarak da Akif’e iyice yaklaştırmış, adeta Akif’leştirmişti. Öyle ki, Akif’i tanıyan, biraz da onu tanımış; Akif’i anlayan biraz da onu anlamış, Akif’i anlatan biraz da onu anlatmış gibi olurdu. Bu nedenle, Mehmet Akif’in Ali Yakup Efendi’yi de çok etkileyen hayat mücadelesine, fikir ve düşüncelerine kısaca da olsa burada değinmek yerinde olacaktır.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR