Ana SayfaMeçhul KahramanlarımızAli Yakup CenkçilerALİ YAKUP HOCA’NIN IRKÇILIK NEFRETİ

ALİ YAKUP HOCA’NIN IRKÇILIK NEFRETİ

ALİ YAKUP HOCA’NIN IRKÇILIK NEFRETİ

Ali Yakup Hoca, bir yandan ırkçı, etnik milliyetçi, Turancı görüşlere sahip olanları bile şaşırtacak ve kıskandıracak düzeyde bir Türklük şuuruna, sevgisine ve bağlılığına sahipken; öte yandan da onda aynı oranda, hatta belki daha da fazla bir ırkçılık, kavmiyetçilik, asabiyet nefreti ve düşmanlığı vardı. O İslam’ın sınırları içinde kalarak her şeyin dengesini, ayarını ve kıvamını tam tutturabilen ender entelektüellerimizden, münevverlerimizden ve mütefekkirlerimizden biriydi. O, Türk Milletinin daha iri daha diri, daha güçlü olması, varlığını, birliğini, beraberliğini, bütünlüğünü, dirliğini, düzenliğini kıyamete kadar daha da geliştirerek, büyütüp güçlendirerek kıyamete kadar devam ettirebilmesinden yanaydı. Bu ideal ve gayesi doğrultusunda inanılmaz bir arzu, heves, aşk ve iştiyakla çaba ve gayret gösterirdi. Ondaki Türklük ve Müslümanlık bilincinin, sevgisinin ve bağlılığının İslam’ın kesinkes reddettiği ırkçılık ve etnik milliyetçilikle uzaktan veya yakından hiçbir ilgisi ve alakası yoktu. O İslam’ın temel prensiplerine ve hükümlerine ters düşen her türlü anlayış, duygu ve düşünceye mesafeli olduğu gibi, etnik milliyetçilik ve ırkçılık konularında da son derece hassas ve dikkatliydi. Onun bu yöndeki fikir, duygu ve düşünce ve değerlendirmeleri İslam’ın özüne de, tarihi gerçeklere de son derece uyumluydu. Bunlar, varlığımız, birliğimiz, dirliğimiz, geleceğimiz açısından da son derece önemli ve dikkate değer görüşlerdi.

İnsanlığı en büyük felaketlere götüren, bu yüzden de hem Allah, hem de Peygamberimiz tarafından kesin bir dille ve şiddetle yasaklanmış, reddedilmiş ve lanetlenmiş, hastalıklardan biri olan ırkçılık, asabiyet, kavmiyetçilik üzerinde Ali Yakub Hoca da çok durur, bunlardan nefretini hiç gizlemez, bir Müslümanın asla ırkçı olamayacağını sürekli vurgulardı. Kur’an’da kavim, kabile, etnik milliyet konusuna şöyle dikkat çekilmektedir:

“Ey insanlar, doğrusu, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, sırf birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır (Huccurat Suresi, Ayet: 13).”

Yine Kur’an’da Müslümanların kenetleneceği şeyin etnik milliyet değil, Allah’ın ipi ve yolu olduğu net bir biçimde bildirilir:

“Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın! Parçalanıp, ayrılmayın! Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalplerinizi (islama ısındırıp) birleştirmişti.İşte Onun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşleri olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor. Ta ki doğru yola eresiniz (A’li İmran: 103)”.

Peygamberimiz de bu konuya Müslümanların dikkatlerini önemle çekmiş ve onları bu batağa düşmemeleri konusunda açık bir dille uyarmıştır:

“Irkçılığa çağıran bizden değildir; ırkçılık duygusuyla öfkelenen bizden değildir; ırkçılık uğrunda savaşan bizden değildir; ırkçılık uğrunda ölen bizden değildir (Müslim, İmare 53,54, Hadis No: 1850, Ebû Davud, Edeb 121, İbn-i Mâce, Fiten 7, Hadis No: 3948, Neseî, Tahrim 27, 28).”

“Allah’ın bana emrettiği beş şeyi, ben de size emrediyorum: Bunlar söz dinlemek, itaat, cihad ve hicret etmek ve cemaat, topluluk oluşturmaktır. Her kim cemaatten (Müslümanların ortak toplumundan) bir karış bile ayrılırsa, tekrar o topluluğa dönünceye kadar, İslam’ın bağını boynundan çıkarmış olur. Kim (ırkçılık, kavim ve kabilecilik gibi eski) cahiliyye davalarının peşine düşerse, o cehennem topluluğundandır. Bunun üzerine birisi: ‘Ya Resulallah, namaz kılsa da, oruç tutsa da mı cehennemliktir’ diye sordu. Peygamber buyurdu ki: ‘Evet, namaz kılsa da, oruç tutsa da! Allah sizi Müslümanlar, Müminler, Allah’ın kulları diye adlandırdı. Siz de artık O’nun davasına çağırın (başka bir davayı değil, O’nun davasını güdün!) (Tirmizi, Cilt: 5, sayfa: 12).”

Peygamberimiz Veda Hutbesi’nde de insanlara şöyle seslenmişti:

“Ey insanlar! İyi biliniz ki muhakkak Rabbiniz birdir ve babanız da birdir. Bakınız, iyi kulak veriniz, ne Arap’ın Acem’e, ne Acem’in Arap’a, ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza takva dışında herhangi bir üstünlüğü yoktur.”

İslam’dan önce dünyanın hemen bütün toplumlarında olduğu gibi cahiliyye devri Araplarında da kavim ve kabile dayanışmasına dayalı ırkçı bir anlayış, asabiyetçi bir toplumsal yapı ve sosyal anlayış hâkimdi. Soya sopa çok büyük önem verilirdi. Doğru da olsa, yanlış da olsa, haklı da olsa haksız da olsa kendi kavim ve kabilesinden olana sahip çıkılır, her hal ve durumda ona destek çıkılırdı. İslamiyet ise, bu ırkçı, kavmiyetçi, asabiyetçi anlayışı yıkıp yerine hakkı, adaleti, iyilik ve güzellikte yarışmayı, İslamî dayanışmayı, bütün insanlığın hayrını, iyiliğini esas alan yeni bir anlayışı, en doğru ve en ideal inanç ve yaşayış sistemini, sosyal, siyasi ve ekonomik vb düzeni hâkim kılmayı hedefliyordu. Kökü çok eskilere varan, derinlere inen bu ırkçı, kavmiyetçi, asabiyetçi anlayışı reddeden İslamiyet, bunu tamamen yıkmak ve insanların gönüllerine yerleşmiş eski köklerini söküp atabilmek için büyük uğraş verdi. Aslında İslamiyet kişinin anasını, babasını, hısım akrabasını, kavmini, kabilesini sevmesini, onlara iyilik etmesini yasaklamıyor, aksine emrediyor, teşvik ediyordu ama bunun hakka, hakikate, adalete perde olmasını, İslam’ın öngördüğü ideal topluma ulaşmaya engel olacak kadar ileriye götürülmesini, bir ideoloji veya inanç sistemi haline getirilerek davranışları belirlemesini kesinlikle yasaklıyordu. Fakat arada insanın çok kolay anlayamayacağı, birbirinden ayırt edemeyeceği, hiç farkında olmadan birinden kolaylıkla öbürüne kayabileceği çok ince bir fark vardır. İnsan, Allah’ın yakınlara, ana babaya, hısım akrabaya, kavim ve kabilesine iyilik emrini yerine getirmeye çalışırken, hiç farkında olmadan, kolaylıkla ırkçı, kavmiyetçi, etnik milliyetçi tutum ve davranışlar içerisine girebilir. Allah’ın yasaklarını ve hudutlarını çiğnemesi, hem kendisinin hem de başkalarının felaketine ve helakine neden olacak büyük hatalar ve günahlar içine girebilmesi çok mümkün ve muhtemeldir.

Peygamberimizden sonra, Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer başta olmak üzere Hulefâ-i Raşidîn, Araplardaki eski asabiyet ve ırkçılık duygularını yıkmak için çok büyük gayret sarf etmişlerdir. Hazreti Ebu Bekir’in bir gün, uzunca bir hutbesini sırf bu konuya ayırdığı, atalarla övünmenin anlamsızlığını, iğrençliğini ve utanılacak bir şey olduğunu değişik örneklerle anlatmaya ve insanları bu tür bir anlayıştan, tutum ve davranışlardan uzaklaştırmaya çalıştığı rivayet edilmektedir. Hazreti Ebubekir bu konuşmasında, falanın veya filanın sulbünden gelmiş olmanın iftihar vesilesi ve üstünlük ölçüsü kabul edilmesini, yani birinin erkeklik organından veya menisinden gelmiş olmanın üstünlük vesilesi sayılmasını o kadar kötülemiş, bunun çirkinliği üzerinde o kadar uzun boylu detaylı bir şekilde durmuş, soyla, sopla, kavimle kabileyle övünmeyi o kadar eleştirmiş, o kadar kötülemişti ki, onu dinleyenler Mescid’den kendilerinden bile iğrenerek dışarı çıkmışlardı.

Fakat bütün bu açık ve kesin uyarılara rağmen, üstelik daha sahabe döneminde yaşanmaya başlanan, olumsuz etkileri günümüzde de devam eden, fitneler, felaketler, acı olaylar, konunun önemini daha da açık bir şekilde ortaya koyabilecek niteliktedir. Arap toplumunda, asabiyet duygusunun, ırkçılığın, kavim ve kabile dayanışmasının kökü o kadar derinlerdeydi ki, yine de tamamen sökülüp atılması mümkün olamadı. Çok geçmeden yeniden İslam’ın ve Müslümanların başına musallat olan bir bela haline geldi. Önce Emevi-Haşimi rekabeti şeklinde kendini gösteren bu hastalık, daha sonra Müslümanların Arap olan olmayan olarak ayrılmalarına kadar vardı. Irkçı hanedanların ortaya çıkmasının, İslam’ın kazanımlarının çar çur edilmesinin, Müslümanların kanlarının boş yere akıtılmasının en başta gelen nedenini oluşturdu.

Irkçılığın ve etnik milliyetçiliğin somut zararlarını bizzat yaşayarak da görmüş olan Ali Yakub Hoca, ırkçı görüş ve ideolojilerin hem Müslümanların hem de bütün insanlığın başına tarih boyunca ne büyük belalar, musibetler, felaketler getirdiğini, bundan sonrada ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini örnekleriyle anlatırdı. Irkçılık, etnik milliyetçilik, hısım akraba kayırmacılığı, bölgecilik, hemşehricilik gibi tutum ve davranışların bir Müslümana hiç yakışmayacağını, böyle bir şeyin Müslümanın dini, dünyası, ahireti için en zararlı, sakıncalı, şüyuu bile vukuundan beter şeylerden olduğunu önemle vurgular; Müslümanları ırkçılık bataklığına saplanmaktan, bu tür tutum ve davranışlar içerisine girmekten şiddetle sakındıran ayet ve hadislere dikkat çekerdi. Örneğin:

“Ey iman edenler! Eğer küfrü (sevip) imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost ve yakın bilmeyin. İçinizden kim onları dost (müttefik, yar, yaran) edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz (mensup olduğunuz oymak, boy, kavim, kabileniz, hısım, akraba ve menfaat çevreniz), kazanıp (biriktirdiğiniz) mallar, kötüye gitmesinden kaygılandığınız ticaret, hoşunuza giden konutlar sizin için Allah’tan, peygamberinden ve Allah yolunda cihattan daha sevimli ve önemli ise, artık Allah iradesini açığa vuruncaya kadar bekleyin! Allah, böyle yoldan çıkmış fâsıklar güruhunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz, onları umduklarına eriştirmez (Tevbe Suresi, Ayet: 23-24)” ayeti karşısında her iman sahibinin titreyip kendisine gelmesi gerektiğini söylerdi.

Ali Yakup Cenkçiler Hoca, ırk, soy, sop, kan bağını bir ideolojiye temel yapmanın, bunun üzerine bir dünya görüşü oturtmaya çalışmanın çok aptalca ve ahmakça bir şey olduğunu, bunun geçmişteki pek çok örneklerde görüldüğü gibi hem bütün dünyayı yakıp yıkacak, hem de bu aptalca ideolojinin peşine takılanları dünyada da ahirette de çok büyük felaketlere ve yıkımlara sürükleyecek bir anlayış ve inanış olduğunu söylerdi.

Ali Yakup Hoca, dini, ilmi derin bilgisi, sosyal, siyasi ve ideolojik konulardaki geniş tetebbuatı yanında bizzat yaşadığı veya şahit olduğu canlı ve somut olayların ışığı altında; Allah ve Resulü tarafından şiddetle yasaklanan, dinen en büyük vebal ve günahlardan biri sayılan ırkçılığın ve etnik milliyetçiliğin, sonuçta kimseye hiç bir fayda ve menfaat sağlamayacağını, getirecebileceği gelip geçici bazı ufak tefek fayda ve menfaatler olabilse da götürdüklerinin, toplumlara ve milletlere vereceği zararların her zaman kat kat fazla olacağını, çok büyük felaketlere neden olabileceğini çok iyi bilir, bunun yasaklanmasının sebep ve hikmetleri üzerinde de önemle dururdu. Irkçılık, etnik milliyetçilik, ayrılık gayrılık, bölücülük fitnesi bir yere girdikten sonra nerede duracağının belli olamayacağını, bu hastalığa yakalanan bir toplumun bir daha derlenip toparlanmasının kolay olamayacağını söylerdi. Türklükten kopma sevdasıyla ayrı kimlik ve aidiyet arayışları, tartışmaları, çekişmeleri  içine girmenin, ayrışma ve çatışma  nedenleri üretmenin, şimdiye kadar özellikle Müslüman unsurların hiçbiri için hayırlı, olumlu ve yararlı sonuçlar doğurmadığına, kendi öz varlıklarını tehlikeye atmaktan başka bir işe yaramadığına, bundan sonra da aynısının olacağına dikkat çekerdi.

Gerçekten de bu ırkçılık ve etnik milliyetçilik konusu, ayakların en çok kaydığı, en tehlikeli konulardan biridir. Özellikle yakın tarihimize dönüp baktığımızda İslam ve Müslümanlara en büyük zararların ve yakın tehlikelerin bu yönden geldiğini, hatta daha eskilere gidersek Peygamber terbiyesi görmüş en hayırlı nesil olan sahabe neslinin bile ırkçılığın, kavmiyetçiliğin zararlarından ve kötülüklerinden yakalarını kurtaramadıklarını; bu yüzden birbirlerinin canlarına, mallarına kastedip, kanlarını dökebildiklerini; ortaya çıkan zararların büyüklüğünü ölçüp biçebilmenin, takdir edebilmenin mümkün olmadığını açıkça görürüz.

Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde; “Bütün insanlar helak olmuşlar, yani dünya ve ahiretlerini zarar çekmişlerdir, ancak âlimler hariç; bütün âlimler de helak olmuşlardır ancak ilmiyle amel edenler hariç; amel sahipleri de helak olmuşlardır ancak yaptığını ihlasla, yani sırf Allah’ın rızasını gözeterek yapanlar hariç… Bu ilmiyle amel eden ihlaslılar da her zaman çok büyük bir tehlike altındadırlar (Sağânî, Mevzûât, 39; Aclûnû, Keşfü’l-Hafâ, II, 433 Hadis No: 2796 ; 2/280 no: 2795).” buyuruyorlar. Ali Yakub Hoca, daha Mısır yıllarında Zâhid el-Kevserî Hoca gibi çok büyük âlim ve fazıl kişilerin bile bu yolda yaya kalabildiklerini, önemli hatalara düşebildiklerini gördükçe, bu konuda diğer sıradan insanları çok daha büyük tehlikelerin beklediğinin net bir biçimde farkına varabilmişti. Nitekim İslam ve Müslüman düşmanları da tarih boyunca Müslümanlara hep bu en zayıf, en savunmasız, saldırılara en açık taraflarından yanaşmışlar, saldırmışlar, onları birbirlerine düşürmüşler ve maalesef ummadıkları kadar büyük sonuçlar elde edebilmişlerdir.

Ali Yakup Hoca, tarihî olayların derinlerine inip, temelde yatan esas etkenleri, gizli sebepleri görebilme, bunları enine boyuna inceleyip değerlendirebilme kabiliyetine ve yetisine sahipti. Bu arada en çok karşılaştığı şey de bunlara bir şekilde bulaşmış ve karışmış olan kavmiyetçilik ve ırkçılık duygularının çirkin yüzüydü. Kendisini Allah’ın yoluna ve davasına hizmete adamış idealist bir insan olarak, her yaptığı inceleme ve araştırma onda, ırkçılığın ve kavmiyetçiliğin ne kadar kötü, insanın dini ve dünyası için ne kadar zararlı, tehlikeli ve sakıncalı bir duygu ve düşünce olduğu yöndeki kanaatini daha da pekiştirmişti. Dolayısıyla ona göre, çok dikkatli olunması, çok yakından ve hassasiyetle yaklaşılması gereken bu konuya herkesin imanla, iz’anla, basiret ve ferasetle yaklaşması büyük önem arz etmektedir. Kendisi de elinden geldiğince, bu konuda Müslümanların Allah ve Resulü tarafından şiddetle uyarılmalarına rağmen, ırkçı ve kavmiyetçi görüşlerin, uygulamaların ve ideolojilerin sadece insanlık tarihinde değil, İslam tarihinde de ne kadar büyük felaketlere yol açtığına, ne büyük tehlikeler oluşturduğuna sürekli dikkat çekerdi.

Allah, Müslümanlardan ülkelerini, beldelerini, vatanlarını Dâr’üs’Selâm (İslam, huzur ve barış yurdu) haline getirmelerini; imtiyazsız, ayrıcalıksız, eşitlikçi, özgürlükçü, iyiliği yayan, kötülüğü önleyen, her türlü baskı ve zulümden arındırılmış, adaleti sağlam bir şekilde ayakta tutan, yeryüzünün en sağlam, en ideal, en güçlü toplumunu ve milletini oluşmalarını, yeryüzünde herkesi mutlu edecek sosyal, siyasi, ekonomik, askeri vb gibi sistemlerin en iyisini, en güzelini, en mükemmelini kurmalarını, böylece bütün dünyaya ve bütün insanlığa örnek olmalarını, dünyanın ifsadına değil ıslahına çalışmalarını istemektedir. Bu yeni kurulacak İslam toplumu daha öncekilere hiç benzemeyen, yeni, ileri, hiçbir konuda aşırılığa kaçmayan, ifrat ve tefritten uzak, mutedil ve örnek bir toplum olmalıdır:

“Siz, insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış, en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah’a inanırsınız (Al-i İmran Suresi, Ayet: 110).”

“Biz sizi mutedil, ölçülü, dengeli orta yolu izleyen insanlığa örnek ve şahit olacak bir ümmet kıldık. Peygamberi de size örnek ve şahit kıldık (Bakara Suresi, Ayet: 143).”

Bunu yeryüzünde Müslümanlardan başka ve onlardan daha iyi yapacak başka bir toplum olamaz. Allah her bakımdan örnek bir toplum olabilmeleri, böyle bir toplum kurabilmeleri için gerekli olan asgari şartları, temel kuralları, ölçüleri, kanunları Müslümanlara bildirmiş, onlara her bakımdan örnek alacakları bir Peygamber göndererek çoğu şeylerin uygulamasını da göstermiş, ancak zamanın ihtiyaçlarına ve gereklerine göre bunu en iyi şekilde gerçekleştirme işini, görevini de Müslümanlara bırakmıştır. Onlar ancak bunu başarabildikleri ölçüde iyi ve gerçek Müslüman olabileceklerdir. Zaten hayatın anlamı, insanın yeryüzündeki varlık sebebi, yaratılışının sırrı da bu konuda sınanıp denenmelerinde yatmaktadır:

“O Allah, sizin hanginizin amel ve davranış bakımından daha güzel olduğunu sınayıp denemek için hayatı ve ölümü yaratmıştır (Mülk Suresi: 2).”

ETNİK KÖKEN-MİLLİYET İLİŞKİSİ

Ali Yakub Hoca, Türklükle, onu oluşturan etnik gruplar ve unsurlar arasındaki ilişkiyi bir parça ve bütün ilişkisi olarak görürdü. Ona göre, Türklük ve Türk Milleti bir bütündür. Kürtlük, Arnavutluk, Lazlık, Çerkeslik vs gibi etnik unsurlar da onun ayrılmaz birer parçası ve uzvudur. Hal böyleyken parçayla bütünü, örneğin Kürtlükle Türklüğü, Kürt’le Türk’ü kıyaslamaya, karşılaştırmaya, ayrıştırmaya, hatta yarıştırmaya kalkmak son derece yanlış, anlamsız, gereksiz, hatta bir o kadar da maksatlı, art ve kötü niyetli bir yaklaşımdır. Türk Milleti, asırlardan beri bütün etnik grupları ve unsurlarıyla beraber bu tür kötü niyetli girişimleri ve anlayışları boşa çıkararak bugünlere kadar gelebilmeyi başarmış büyük bir millettir. Bundan sonra da boşa çıkarabilecek güçtedir.

Son dönemlerde ülkemizde, kuşatıcı Türk ortak kimliği yerine Arap, Arnavut, Tatar, Çerkez, Laz, Gürcü, Abaza, Çeçen, Kürt gibi alt kimlikleri ve etnik kökenleri öne çıkarmaya yönelik çaba ve gayretlerin bir hayli yoğunlaştığı gözlenmektedir. Bazılarının Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik gibi etnisite aidiyetleriyle, etnik kimliklerle Türklüğü aynı kategoride görmelerinin, Türklükte değil de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliğinde buluşmayı, birbirine bağlanmayı savunmaları, çok yanlış, gerçeklerle bağdaşmayan, anlamsız, çok olumsuz sonuçlara da yol açabilecek, sakat bir düşüncedir. Türklükle onu oluşturan unsurlar arasında, Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlı olmaktan çok daha öte, çok daha fazla, çok daha ileri ve çok daha güçlü bağlar vardır. Dünyadaki bütün Türkler, Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı değildir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında olup da kendisini Türk sayan, Türk hissedenlerin sayısı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından kat be kat fazladır.

Türklüğümüzle, etnik kimliğimizi, birbirine rakip ve düşman aidiyetlermiş gibi göstermeye çalışmak, Türk üst ortak kimliğimiz yerine, daha alt etnik kimlikleri ve aidiyetleri öne çıkarmak, bunlarla tanınıp bilinmeyi, bunlarla tanımlanmayı, tercih ve arzu etmek bölücü, parçalayıcı, yıkıcı çaba ve gayretlerdendir. Türk Milleti, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Roman, Oğuz, Kazak, Kıpçak, Tatar, Azeri, Özbek gibi sayılamayacak kadar çok etnik grubun, milletin, unsurun ve bunlar gibi daha binlercesinin uzun bir tarihi süreç sonunda belli değerler etrafında birleşmesiyle oluşmuş bir büyük birliğin, milletin ve milliyetin adıdır. Bazıları, öyle göstermeye çalışsa da Anadolu bir milletler mozaiği değildir. Türkiye’de ve Anadolu’da milletler yoktur, tek bir millet vardır, o da Büyük Türk Milleti’dir. Türklük, etnik bir grubun adı değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Büyük Türk Milleti, tarihin binlerce yıllık derinliklerinden beri, millet oluşturucu sayısız unsurun katkısıyla, sayılamayacak kadar çok etnik grubu, tarih, ideal, mefkûre ve kültür birliği etrafında birleşmesi, aynı potada eriyip kaynaşmasıyla oluşmuş tek bir millettir. Aynı zamanda dünyanın en eski, en köklü, en şerefli milletlerinden biridir.

Bütün bu gerçeklere rağmen, en akıllı, mantıklı, güvenilir, inanılır, istikamet sahibi bildiğimiz, en yüksek görev ve sorumluluk mevkilerindeki, en yetkili ağızlardan bile zaman zaman: ‘Bu ülkenin insanları, Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkez’iyle, Boşnağıyla, Arabıyla… hepsi kardeştir!’. ‘Türk bayrağı, rengini sadece Türkün değil, Kürdün, Laz’ın, Gürcü’nün, Çerkez’in, Arnavut’un, Roman’ın vs kanından da almıştır!’ gibi yanlış ve sakat söylemler duyulması son derece üzücü, düşündürücü ve ürkütücüdür. Ali Yakub Hoca, güya birleştiricilik, uzlaştırıcılık, bağdaştırıcılık adına ve iyi niyetle söylenen, tarih bilgisinden ve bilincinden uzak bu tür söylemleri çok yanlış, tehlikeli ve sakıncalı bulurdu. Türk milletini, onu oluşturan etnik unsurlardan biri durumuna indirgeyen, Türk üst kimliğini, bir alt kimlik, bir etnisite gibi gösteren bu tür ifadeler ve anlayışlar asla masum ve normal kabul edilemez. Bu tür söylemlerle ortaya çıkmanın, Milleti birlik ve beraberliğe çağırırken bile bölücülük yapmaktan, ikilik, ayrılık gayrılık havaları çalmaktan hiç bir farkı yoktur. Birleştiricilikten, bütünleştiricilikten ve tarihi gerçeklerden son derece uzak, gerçeklerle hiçbir şekilde örtüşmeyen ve bağdaşmayan, olumsuz, uğursuz ve ayrıştırıcı anlamlara ve çağrışımlara neden olabilecek bu tür yanlış, tehlikeli ve ayrıştırıcı beyanlardan, söylemlerden her aklı başında Türkün ve Müslümanın kaçınması gerekir. Bu kadar önemli ve temel konularda bile fikir, anlayış ve görüş birliği, uzlaşma ve anlaşma sağlayamamak bizim gibi çok eski ve köklü tarihi bir geçmişe sahip, binlerce yıldan beri aynı potada erimiş, karışıp kaynaşmış büyük bir milletin evlatlarına yakışmadığı gibi, asla kabul edilemez. Böyle büyük vee yekpare bir milleti, karmakarışık, birbirine rakip etnik gruplar ve milletler mozaiği olarak göstermeye hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur. Bu sözleri duyan bir yabancı, bu ülkede birbirinden farklı yüzlerce millet yaşadığını, bu ülkenin bir milletler mozayiği olduğunu düşünebilir ki, gerçek durum hiç de böyle değildir.

Hele bazılarının yaptığı gibi parçayla bütünün karşılaştırılması, akılla, mantıkla izah edilebilecek, anlaşılabilecek şeylerden değildir. Yani ‘Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Boşnağıyla, Kürdüyle, Arabıyla hepimiz kardeşiz!’ denemez! Bu çok yanlış, bölücü, parçalayıcı ve yıkıcı bir ifadedir. Söylenmesi gereken doğru ifade şudur: ‘Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Boşnağıyla, Arabıyla, Oğuzuyla, Avşarıyla hepimiz Türk’üz!’ Çünkü Türklük bir etnik kimlik, alt kimlik değildir, bizim ortak adımız, üst kimliğimizdir. Bir alt kimliğin, bir etnik grubun parçasını oluşturduğu ortak ve üst kimlikle, adla beraber anılmaya, kıyaslamaya kalkılması bölücülükten, ayırımcılıktan başka bir mana ifade etmez. Bu durum hem diğer etnik unsurlara karşı bir haksızlık olur, hem de onları tahrik edici bir tutum ve davranış niteliği taşır. Diğer etnik gruplar da örneğin Oğuzlar da çıkıp; ‘Yahu size ne oluyor? Ben şimdiye kadar kaç imparatorluk kurmuş bir kavim ve kabileyim. Neredeyse bütün Türk devletlerinin kuruluşuna ben öncülük ve liderlik etmişim. Ben kendimi Türklükle kıyaslamıyorum, eşit saymıyorum, kendimi onun parçası sayıyorum da size ne oluyor? Siz benimle bile kıyaslanamazsınız!’ demeye kalkarsa bu işlerin sonu nerelere varır? Allah korusun, bizi birbirimize düşürmek, düşman etmek, kırdırmak isteyen düşmanlarımıza gün doğar ve onlara arzu ettikleri ve bekledikleri her fırsatı ve imkânı kendi ellerimizle vermiş oluruz.

Eğer biz, binlerce yıllık ortak tarihi geçmişi olan, bin küsur yıldan beri de Anadolu’yu dinine ve milliyetine vatan edinmiş, hep bir ve beraber yaşamış tek bir millet olarak hala bunu bile diyemiyorsak, bunu bile diyemeyecek duruma gelmişsek, bize çoktan olanlar olmuş, millet olma özelliklerimiz ve milli varlığımız büyük tehlike altına girmiş demektir. Son zamanlardaki bu Kürt, Türk, etnik milliyetçilik meselelerinin gündemimizde bu kadar geniş yer işgal etmesi hiç de hayra alamet değildir. Tek bir millet olma özelliğimizi kaybedersek, yeryüzünde bizim hiç birimize, Arabımıza, Kürdümüze, Lazımıza, Çerkezimize, kısacası hiçbirimize yaşama ve var olma hakkı tanınmaz. Böyle bir durumda Türklüğümüz de, başka etnik aidiyetlerimiz ve kimliklerimiz de, Türklüğü oluşturan bütün etnisiteler de yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hepimiz için var olma hakkını kaybetme, tarih dışına atılma, tarihten silinme tehlikesi belirmiş, tarihten silinmiş diğer milletler ve etnik gruplar gibi bizim için de tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Çünkü Türk Milletini oluşturan bütün etnisiteler, etnik yapılar hepsi varlığını ortak Türk milletine, milliyetine yani Türklüğe borçludurlar.

Türklük bir etnisitenin adı değil, bizim milletimizin ve milliyetimizin ortak adıdır. Dolayıyla herkes binlerce yıldan beri olduğu gibi bugün de hem Türk, hem de başka bir etnik aidiyetin sahibi olabilir. Mesela her Kürt, aynı zamanda Türk’tür ama her Türk’ün illa Kürt olması gerekmez. Kürt etnik kökenli bir şairimiz, asırlar önce bu durumu ne güzel ifade etmiş:

Türk ile Türküm, Kürt ile kürdüm.

Evimde koyunum, dağlarda kurdum.

Yani bir Kürt veya başka bir etnik kökene mensup herkes rahatlıkla Türk ile Türk olabilir, herkes Türklük ortak paydasında buluşabilir, nitekim asırlarca da hep böyle olmuştur. Zaten öyle olmasaydı şimdiye kadar dünyada ne Türklük kalırdı, ne de tarih boyunca Türklük ortak paydasında birleşmiş unsurlardan herhangi biri varlığını bugüne kadar sürdürebilirdi. Öte yandan eğer arada bir kan bağı yoksa bir Kürt kardeşimiz veya başka etnik kökenden birisi, tutup da başka bir etnik kimliğe mensubiyet iddia edemez, yani Laz ile Laz, Arnavutla Arnavut, Arapla Arap olamaz; zaten böyle bir şeye gerek ve ihtiyaç da yoktur. Herkes, ortak Türk kimliğinde buluşabildikten sonra herkesin Kürtlüğü de, Lazlığı da, Çerkesliği de baş göz üzerinedir. Türklük ortak paydası hepimizi birleştirip, bütünleştirmeye, geniş çatısı altında toplamaya, engin bir deniz gibi kucaklamaya yeter. Akıl, mantık, bilim, din ve tarih de bize etnik alt kimliğimizi değil, Türklük ortak ve üst kimliğimizi öne çıkarmamız, ona dört elle sarılmamız gerektiğini söylemektedir. Eğer biz Türklük ortak paydasında buluşabiliyorsak, yani kendi etnik kimliğimizin ve aidiyetimizin yanında aynı zamanda bütün Türklerle beraber Türk de olabiliyorsak, o zaman Kürdün Kürtlüğü, Lazın Lazlığı, Arabın Araplığı, Oğuzun Oğuzluğu, Tatarın Tatarlığı, Arnavutun Arnavutluğu… vb herkes için can, baş, göz üstüne güzel kabul görür. Türk Milletini oluşturan bütün unsurlar, etnik gruplar şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da ne kadar Türk olabilirlerse, etnik kimlikleri ve aidiyetleri de o kadar sağlam ve güçlü olacaktır. Türklük olmadıkça bunların hiçbirisinin var olabilmesi de, varlıklarını sürdürebilmesi de mümkün olamaz ve olamayacaktır. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır. Tarihi kader çizgisinin gösterdiği yol budur. Bu yüzdendir ki atalarımız, asırların tecrübesiyle ‘Varlık birlikle yaşar!’, ‘Düzen bozuldukça, yıkım yıkım üstüne gelir!’, ‘Lanet bozana, rahmet düzene!’ gibi sözleriyle bu gerçeğe dikkat çekmişler, bölücülüğü ve bölücüleri lanetlemişlerdir.

Kendisine doğru koşan, ona kavuşmaya can atan bütün coşkun akan sular, seller, nehirler, ırmaklar, dereler Türklüğün bağrında ve Türklük okyanusunda kendilerine çok güzel, özel ve mutena bir yer bulabilmişlerdir. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Müslümanlıkla aynı manaya gelen Türklük denizine dalan, Türklük şuuruna eren herkes de köküne, kökenine, geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılmıştır. O birliğe ne zaman katıldığına, ne zamandan beri o birlik içinde olduğuna bakılmaksızın Türk olmanın mefahirine, şanına, şerefine ortak olmuştur. Denizden veya okyanustan ayrılan, çekilip koparılan bir damla artık nasıl deniz ve okyanus özelliğini yitirirse; Türklük şuurunu yitiren herkes de artık bu özellikleri, bin yıldan fazla bir süre içinde elde edilmiş o eşsiz kazanımları yitirmiş, bunların hepsinden ayrılmış ve mahrum kalmış olur. Yunus Emre’nin:

Olmaz yere verdin gönül,

Dost neylesin senin ile

dediği gibi değersizleşerek, bir hiç olur.

Türklük ve Müslümanlığın birleşmesinden sonra meydana gelen o eşsiz ve güzel yapı içerisinde bütün çirkinler ve çirkinlikler güzelleşmiş, biçimsizler biçimlenmiş, şekilsizler şekillenmiş, değersizler değerlenmiştir. Bu yüzden de Divan-ı Lügat’it’Türk’teki Türk kelimesinin anlamlarına bakıldığında, Türklüğün, birlik, bütünlük, güzellik, olgunluk, muhteşem, lider, önder, biçimlenmiş, şekillenmiş vb anlamalara geldiği görülür. Bu millet, bu isim ve sıfatları hak ederek kazanmış bir millettir. Bu büyük birlikten kopanlar, ayrılanlar, ayrı baş çekenler ise önce yolu, sonra yürümeyi, daha sonra da kendilerini unutmuşlar çok geçmeden tarih dışına atılarak, yitip, kaybolup gitmişlerdir.

HERKES AKLINI BAŞINA ALSIN!

Türkiye’de bazıları Kürtlük, Lazlık, Çerkeslik gibi etnik kimlik ve aidiyetleri Türklükle eşitlemeye, Türklüğü de etnik bir kimlik ve aidiyet olarak tanımlamaya, herkesi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliğinde buluşmaya, toplumun bu şekilde de birbirine bağlanabileceğini savunmaya başlamışlardır. Hâlbuki bu çok yanlış ve sakat bir anlayış ve düşüncedir. Türklükle onu oluşturan unsurlar arasında Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlı olmaktan çok daha öte anlamları vardır. Türklük, T.C.’ye vatandaşlık bağıyla bağlı olmaktan bu çok daha fazla, çok daha ileri ve çok daha güçlü bir bağdır. Çünkü dünyadaki bütün Türkler, Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı değildir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında olup da kendisini Türk sayan, Türk hissedenlerin sayısı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından kat be kat fazladır. Örneğin Ali Yakup Hoca, ancak 1957 yılında Türkiye’ye gelmiş ve ondan sonra T.C. vatandaşı olmuştu. Halbuki o, çok daha eskiden ve önceden beri, yani Kosova’dayken de Mısır’dayken de öz be öz Türk’tü. Hatta o zamanlar onu üzen, rencide ve rahatsız eden söylemler henüz kulağına değmediği için, çok daha fazla Türk’tü, o her zaman Türklük bilinciyle dopdoluydu.

Allah’ın Kur’an’da bize bir ve beraber olmayı, ayrılığa ve tefrikaya düşmemeyi, hep daha büyük topluluklar oluşturmayı emreden ayetleri ortadadır. Türklük, pek çok etnik unsurun, kavim ve kabilenin, ulusun kederde, tasada, kıvançta, sevinçte ortak olmasının, kader birliği etmesinin somutlaşmış halidir. Bu yüzden de birlik, beraberlik, topluluk, güç, kuvvet, kudret, mükemmellik, olgunluk gibi anlamlara gelmektedir. Şimdi bunları bir tarafa bırakıp, herhangi bir etnik kimliği Türklükle ve diğer etnik kimliklerle yarıştırmak, üstünlük yarışına girmek her bakımdan sakıncalı ve sorunlu bir durumdur. Kimse böyle bölücülüklerin sebep olabileceği vebalin altından kalkamaz. Müslüman asla daha azına razı olmayan, hep daha fazla, daha büyük, daha güçlü olmayı isteyen, arzulayan, arayan kimsedir. Onun için her Müslümana düşen görev de Türklüğü de parçalayıp hepimizi ona buna yem etmek değil, eğer yapabiliyorsak varlığımızı, birliğimizi ve bütünlüğümüzü gelecekte daha da büyütüp geliştirerek ilerilere taşımak olmalıdır. Bunun ırkçılıkla, etnik milliyetçilikle en ufak bir ilgisi ve alakası olamaz. Müslümanlığın özü ve gerçek manası bunu gerektirir. Türk Milletinin özünü ve çekirdeğini oluşturan karabudunu (büyük bütün), sevad-ı azım’ı bu gerçeği her zaman engin ferasetiyle çok iyi görebilmiş ve ‘Varlık birlikle yaşar!’, ‘Düzen bozulursa yıkım yıkım üstüne gelir!’ ‘Lanet bozana, rahmet düzene!’ ‘Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!’ ‘Sensiz bir eksiğiz, seninle tamız!’ gibi atasözleriyle çok güzel ifade edebilmiştir.

Ayrılık, gayrılık, ikilik, bölünmüşlük parçalanmışlık dönemlerinde Türk ozanları;

‘Rüzgarımız esmez oldu.

Kılıcımız kesmez oldu.’

gibi mısralarıyla, daha iri, daha diri, daha büyük ve daha güçlü olmaya olan özlemini, bizi yenebilecek tek düşmanın ikilik ve tefrika olduğunu hep haykırmışlardır. Bu yüzden şimdiye kadar milletimizin birlik, beraberlik güçlülük özlemleri, dağınıklıktan şikayeti ve hoşnutsuzluğu, üzüntü ve hayıflanmaları karşısında milleti bölmeye, parçalamaya çalışan küçük siyasi oluşumlar direnememişler, yerlerini daha büyük ve daha güçlü siyasi oluşumlara bırakmak zorunda kalmışlardır.

Ali Yakup Hoca da, Allah’ın, Peygamberinin ve İslam’ın hepimizden istediği gibi bütün Müslümanların hep daha iri, daha diri, daha güçlü, daha büyük, daha bir ve beraber olmasından yanaydı. O, ırkçılık ve etnik milliyetçilik, kişisel hırs, çıkar ve menfaat peşinde koşanların yapmaya çalıştığı gibi, olduğumuzdan daha az, daha eksik, daha yalnız, daha küçük olmamıza asla razı olamazdı. Irkçılık, kavmiyetçilik, etnik milliyetçilik gibi fikir ve düşüncelerin, eylemlerin bizi daha büyütmeyeceğini aksine küçülteceğini, güçlendirip kuvvetlendirmeyeceğini aksine zayıflatıp parçalayacağını, yaşanmış tecrübelerden ve engin tarih bilgisi ve bilincinden yola çıkarak çok iyi bilir ve analiz ederdi. Allah bize toptan Allah’ın ipine sarılmayı, İbrahim Milletine uymayı emrederken, ayrılık gayrılık davasına kalkışmanın hiç kimseye en ufak bir faydası olamazdı.

O Türklüğü bir ırk, bir etnik köken, bir kavim, kabile birliği olarak değil, değişik Müslüman milletlerin, kavim ve kabilelerin, ırkların, etnik grupların İslam çatısı altında bir araya gelerek, aynı tekne içinde yoğrulup karılarak, İslam’ın mayasıyla mayalanıp oluşturdukları birliğin, bütünlüğün adı olarak görürdü. Yani o Türklüğe İbrahim Milleti’nin, Türklük adı altında şekillenmiş yapısı gözüyle bakardı. Türk Milletinin ulu bilgesi Dede Korkut’un da işaret ettiği gibi, o da bu birliğin, beraberliğin devamına çok önem verir, bunun bozulmasının en büyük zararının da onu bozanlara, bozmaya çalışanlara olacağına, şimdiye kadar hep öyle olduğu gibi bundan sonra da böylelerinin dininin, imanının, ırzının, namusunun, kanının, canının, malının, mülkünün, adının, sanının, şanının, şerefinin, özünün, sözünün, dilinin, emeğinin, gayretinin kısacası her şeyinin yitip, bitip heder olup gideceğine, böylelerine ne Allah rahmet, ne başka insanların ve Müslümanların merhamet edeceğine, ne de onların ardından yerlerin ve göklerin ağlayacağına inanırdı.

Bu yüzden Ali Yakup Hocam, herkesle Türklüğünün kavgasını verir, mücadelesini yapar, Türklüğünden taviz vermez, Türklükten daha azına razı olmazdı. Bu yüzden de kendisi Arnavut asıllı olmasına rağmen asla hiç etnik milliyetçilik, Arnavutçuluk yapmaz; yapanlara da çok kızardı. Bir defasında ırkçılık, etnik milliyetçilik duyguları ağır basan birine bunun ne kadar saçma bir şey olduğunu şöyle izah etmişti: ‘Azizim, ırkçılık, etnik milliyetçilik asla bir ideolojiye temel olamaz. Irkın, etnik kökenin savunulabilecek bir tarafı da yoktur. Bir adam hangi ırktan, kavim ve kabileden, hangi boydan soydan doğmuşsa ondandır. O azalmaz, çoğalmaz, yitmez, kaybolmaz, sonradan kazanılmaz, kaybedilmez, kimse onu senin elinden alamaz. Mesela Arnavut, Çerkes, Arap, Çeçen, Laz, Kürt, Oğuz, Kazak, Kırgız, Kazak kim hangi etnik kökenden ve ırktan geliyorsa, bu onun için çok önemli olsun veya olmasın, kimse bunu kendisinin elinden alamaz. Eğer insan bir etnik kökenden gelmiyorsa, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ondan olamaz. Doğarken ne kadar hangi ırka mensupsa, ölürken de aynen o mensubiyet azalıp çoğalmadan, yine ayne o mensubiyetle ölür. Ama Müslümanlık öyle değildir. O kazanılabilen ve kaybedilebilen bir değerdir. Herkesin Müslümanlığı aynı nitelikte, her Müslüman, aynı kıratta, derecede, aynı kalitede, aynı vasıflarda değildir. Bu yüzden Müslümanlığı yaşamanın ödülü olan cennetin de dereceleri farklıdır. Herkes onu yaşayabildiği ölçüde, o yolda mesafe kat edebildiği ölçüde iyi bir Müslüman olabilir. Doğarken herkes İslam fıtratı üzerine doğar ama hiç kimsenin Müslüman olarak ölme garantisi yoktur. Onun için bir Müslümanın hayatı boyunca vermesi gereken en büyük mücadele, Müslüman olarak ölebilmenin mücadelesi olmalıdır. Allah da bizden bunu istemektedir: “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin! (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 102).”

İçinde bocaladığımız, problemler, sorunlar, sıkıntılar, şaşkınlıklar ve kafa karışıklıkları dünyasına baktığımızda; en büyük eksikliğimizin ve ihtiyacımızın Ali Yakup Cenkçiler Hoca gibi doğru ve yerinde düşünebilen ve davranabilen, ilim, fikir, irfan, hikmet sahibi, idealist, nitelikli, berrak ve doğru düşünceli uzlaştırıcılar, barıştırıcılar, birleştiriciler ve bütünleştiriciler olduğu daha iyi ve daha net bir şekilde görünebilir. Ben bunu hayatım boyunca değişik vesilelerle üzülerek ve hayıflanarak defalarca görmüşümdür. Bugün de en önemli dini, imani, fikri, siyasi, sosyal, milli, tarihi, iktisadi meselelerimizde bile en etkili ve en yetkili ilim, fikir ve siyaset adamlarımızın ortaya koydukları teşhislerin, tespitlerin, uygulamaların, açıklamaların, fikir, görüş, düşünce ve önerilerin ne kadar yüzeysel, yanlış, hatalı, gerçeklerden uzak ve kopuk, olumsuz gelişmelere gebe, ahmakça, aptalca şeyler olduğunu görmekten kurtulamıyoruz. Bu tür eylem ve söylemler; daha olmamış şeyleri bile olmadan görebilecek bir ferasete ve basirete sahip olan Ali Yakup Hocam’ı, milletimiz, memleketimiz, halkımız ve bütün Müslümanlar adına çok korkutur, ürkütür, tedirgin eder ve endişelendirirdi.

Hoca, tarih anlayışında mutabakat sağlayamamış, tarih bilinci gelişmemiş ülkelerin aydınlarının hiçbir konuda anlaşamayacağını, böyle bir topluma ve millete, hiçbir konuda, hiçbir amaç doğrultusunda dinamizm ve canlılık aşılanamayacağını düşünürdü.

Ali Yakub Hoca, sadece ırkçılıktan, etnik milliyetçilikten değil, öyle bir görüntü verebilecek, böyle anlaşılabilecek, yorumlanabilecek, bu anlama gelebilecek sözlerden, işlerden, fiil ve davranışlardan da şiddetle kaçınılması gerektiğine inanlardandı. Böyle bir şeyin, özellikle de Türkiye gibi her türlü ırkın, kavim ve kabilenin, boyun, soyun bir arada yaşadığı Müslüman ülkelerde, ‘şüyuu vukuundan beter!’ denebilecek kadar ağır, zararlı, tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini, bundan herkesin akıl almaz ve sonucu kestirilemez kayıplara, zararlara ve tehlikelere uğrayacağını söyler, herkesi şiddetle uyarırdı. Yani aslında etnik milliyetçilik yapılmasa bile, yapılıyor görüntüsü ve izlenimi verilmesinin, böyle dedikodular, söylentiler çıkmasına sebep olacak tutum ve davranışlar içerisine girilmesinin bile, herkesin başına türlü işler, büyük gaileler açabileceğini söylerdi. Büyük belalara, sıkıntılara, musibetlere yol açabilecek kadar tehlikeli ve sakıncalı sonuçlar doğurabilecek gelişmelere sebep olacakların, bunun ağır vebalinin altından kalkamayacaklarına inanırdı. Etnik milliyetçiliğin en çok da bunu yapanlara zarar vereceğinin bilinmesi gerektiğini hatırlatırdı.

Anadolu toprakları, binlerce yıldan beri çok farklı ırkların, milletlerin, kavimlerin, kabilelerin, etnik grupların karışıp kaynaştığı bir coğrafya, bir ırklar, kavimler, kabileler, milletler, boylar, soylar mozaiği olmuştur. Ama hepimiz Türk adı altında ve Türklük çatısı altında toplanmışız, bir ve beraber olmuşuz. Türkiye’de değişik etnik gruplar ne kadar hatırı sayılır bir nüfusa sahip olurlarsa olsunlar, toplumun geneli içinde hepsinin teşkil ettiği oran yine de çok düşüktür. Hiçbir etnik grup kahir bir ekseriyete ve büyük çoğunluğa sahip değildir. Bu hep böyle olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecinde ise farklı etnik kökenlerden sayısız Müslüman da bu topraklara hicret etmek zorunda kalmış, Anadolu çok farklı etnik kökenlere mensup milyonlarca Müslümana gönlünü, bağrını, kapılarını sonuna kadar açmıştır. Sadece 1878-1917 yılları arasındaki kırk yıllık dönemde, göçler yüzünden Anadolu’nun nüfusu %50 oranında artmıştır. Daha sonraki göçleri ve mübadeleleri de göz önünde bulundurursak Anadolu’daki etnik unsur çeşitliliği kendiliğinden anlaşılır. Türkiye’de hiçbir etnik grubun diğerlerine üstünlük sağlayabilecek kalabalık bir nüfusu ve gücü de yoktur. Hal böyle iken, farklı unsurlardan, etnik gruplardan birinin etnik milliyetçiliğe kalkışması, siyasi, sosyal, ekonomik alanda kendini diğerlerinden farklı ve ayrı görerek öne çıkmaya çalışması, nimet külfet paylaşımında önce etnik kökene bakılmaya kalkılması, böylece bir ayırımcılık ve bölücülük görüntüsü verilmesi aslında öyle almasa bile yine de ana gövdeye, ana yapıya büyük zararlar verebilir, bunun en büyük zararı da öncelikle bunu yapanlara ve onların mensup oldukları etnik gruplara olacaktır. Çünkü böyle bir görüntü ve izlenim; kaçınılmaz olarak çok geçmeden diğer grupların, etnik unsurların kinini, öfkesini, nefretini ve düşmanlığını çekecek, hiç umulmadık ve beklenmedik türde ve büyüklükte tepkisel tavırlara ve davranışlara yol açacaktır. Etnik ve bölgesel milliyetçilikten ister istemez toplumun tamamı zarar görecektir ama şurası muhakkak ki, sonuçta en büyük zararı ve kötülüğü böyle bir şeye sebep ve alet olmuş kimseler ve adına etnik milliyetçilik, ırkçılık ve bölücülük yapılan gruplar görecektir. Türkiye’de değişik etnik grupların hatırı sayılır bir nüfusları bulunsa da, toplumun geneli içinde hepsinin ayrı ayrı teşkil ettikleri oran yine de çok düşüktür. Hiçbir etnik grup, diğerlerine üstünlük sağlayabilecek kalabalık bir nüfusa, kahir bir ekseriyete sahip değildir. Etnik milliyetçilik yaparak başka unsurların kinini, düşmanlığını ve öfkesini üzerine çekecek her etnik grup bundan hadsiz, zararlar görecektir. Dolayısıyla hiç kimse kendisine, kendi etnik grubuna, dinine ve toplumuna bundan daha büyük bir kötülük ve ihanet yapamaz. İslam sayesinde bunların hepsi tek bir potada eriyerek yepyeni, bambaşka ve yekpare bir bütün haline gelmiştir. Şimdi bu bütünlüğü çözmenin, eritmenin, dağıtmanın değil, daha sağlam ve güçlü hale getirebilmenin zamanıdır. Kaldı ki bin yılı aşkın bir zaman sürecinde oluşan bu birlik, beraberlik ve kardeşlik hiç de öyle kolay, birden bire ve kendiliğinden olmamış, kurucu milli irade görevini üstlenen sayısız kültür mimarlarımızın bu yolda çok büyük emek ve çaba göstermiştir. Nitekim Hazreti Mevlana da;

Beni yabancı bilmeyin, ben de artık bu ildenim;

Bir ocak da ben yakmak için, ülkenize gelmişim.

Gördüğünüz gibi Farsça konuşan, Türk asıllı biriyim;

Siz, beni düşman görseniz de ben size düşman değilim!”

beytiyle bu coğrafyada herkese karşı engin bir hoşgörüyle, birlikte yaşama arzusunu, bir ve beraber olma, tek ve yekpare bir millet olma iradesini çok güzel bir şekilde ifades etmektedir.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR