ALİ YAKUB HOCA’NIN İLME BAKIŞI

ALİ YAKUB HOCA’NIN İLME BAKIŞI

Mustafa ATALAR

İLİM ZEVKİ

İlmi, ilim okumayı ve okutmayı kendisine meslek edinmiş olan Ali Yakub Hoca, ilme çok önem ve değer verirdi. O, ömrünü bu yüce davaya, bu kutlu yola, yani ilim, irfan yoluna adamış, bu yolda tüketmiş bahtiyarlardan biriydi. Bundan da hiçbir zaman en ufak bir pişmanlık duymamış, tam tersine bunu kendisi için en büyük bahtiyarlık saymıştı. Ali Yakup Hoca’nın gözünde ilim öyle gelip geçici bir heves değil, ömür boyunca hiç ara verilmeden sürdürülmesi ve insanın kendisini adaması gereken sonsuz bir fetihler silsilesiydi. Ona göre, geçici bir hevesle bu yolda merhale kat edilebilmesi katiyen mümkün değildi. Çünkü ilim, bütününü kendisine vermeyene, parçasını bile vermeyecek kadar zor ve kıskanç bir meslekti. Bazılarının zannettiği gibi öyle üç beş yılda âlim olunamazdı. Sırf o yola girebilmek için bile en az on, on beş yıl ciddi, sürekli ve yorucu çalışmalar yapmak gerekirdi. Fakat her şeye rağmen yine de ilim yolu, tadına ve zekine varabilenler için hem çok güzel, çok zevkli bir uğraş; hem de insanın kendisini ve bütün hayatını adamasına değebilecek en emin yol, en kutlu iş, en büyük dava ve idealdi.

Hayatta en çok sevdiği, en çok zevk aldığı şeyin ilimle ve talebeyle meşgul olmak, ilim öğrenmek ve talebe yetiştirmek olduğunu söyleyen Hoca, ilim zevki ile ilgili olarak şunları söylerdi:

‘Azizim! Benim bu dünyada bizzat yaşayarak, tecrübe ederek öğrendiğim bir şey vardır. Bana göre, bu dünyadaki zevklerin en büyüğü ve en devamlısı ilim zevkidir. İnsanın başka her şeyden aldığı zevk, yaş ilerledikçe azalır veya hiç kalmaz. Ama ilim zevki öyle değildir. Diğer zevklerin gelip geçiciliğine karşı, ilim zevki zaman geçtikçe hiç azalmayan, daha da artan bir zevktir. İnsan 90 yaşına da gelse, ilimden aldığı zevk azalmaz, belki daha da artar. Benim de bu dünyada en çok sevdiğim, en zevk aldığım iş, ilimle ve talebeyle meşgul olmak, sürekli okumak, okutmak, bildiklerimi başkalarıyla paylaşmak, başkalarına da öğretmek olmuştur. Ben, başka bir dünyalığı ve dünya zevkini hiç düşünmedim ve düşlemedim. Gerçi çeşitli sebepler yüzünden maalesef yine de istediğim, arzu ettiğim kadar çok talebe okutamadım, adam yetiştiremedim. Ama her zaman tek bir talebe bile olsa, ona saatlerimi, günlerimi sarf etmekten hiç yüksünmem, tam tersine büyük bir zevk alırım. Hele talebe de biraz ilme istidatlı, kabiliyetli, arzulu, istekli, anlayışlı ve gayretli olursa böyle talebeyle uğraşmanın tadına ve zevkine doyum olmaz. Yağmur kayalara da yağar ama hiçbir işe yaramadan akar gider.’

ADAM, NESİL VE KUŞAK YETİŞTİRME ÇABALARI

Ali Yakup Hoca, ta çocukluğundan itibaren kendisini, hidayetini borçlu olduğuna inandığı ve ayrılmaz bir parçası saydığı Türk milletine hizmet etmeye adamıştı. Bu millete en büyük hizmetin de ilim yoluyla yapılabileceğine inanıyordu. Onun en büyük amacı, adamlar, nesiller ve kuşaklar yetiştirmekti. O, çok uzun ve yorucu bir yetişme döneminin ardından, kırk yaşını epey aştıktan sonra, tam donanımlı bir şekilde Türkiye’ye gelmiş, fakat kendisine de, ilmine de, irfanına da hiç önem ve değer verilmemişti. Daha da acısı, bu kutsal ve büyük amacı ve ideali doğrultusunda hizmet verebileceği bir ortam da bulamamıştı.

Ali Yakup Hoca, Türkiye’ye ilk geldiğinde onu en çok üzen, şaşırtan, adeta paniğe kapılmasına sebep olan şey, nitelikli ilim adamlarının hem kalite hem de sayı olarak iyice azalmış ve gittikçe daha da azalıyor olmasıydı. Babanzade Ahmed Naim, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Ahmed Davudoğlu gibi son âlimlerinin de arkalarında büyük boşluklar bırakarak ölüp gitmelerini, arkalarından onların yerlerini bile dolduracak ilim adamlarının yetişmemesini, hem bütün Müslümanlar, hem de bu zatlar için çok büyük bir vebal ve eksiklik olarak görüyordu. İşin daha da vahim tarafı, kimsenin bu en önemli ve bütün sorunların başı olan bu en büyük sorunu hiç önemsememesi, sorun olarak bile görmemesiydi. Hoca bu konunun önemine çok dikkat çeker, elinden geldiğince herkesi uyarmaya ve harekete geçirmeye çalışırdı. Derdi ki:

“Azizim! Her dava ancak onu iyi bilenlerle kaim olur! İnsan bilmediği bir davaya nasıl mensubiyet iddia edecek, onu nasıl savunacak, nasıl yaşayacak? Eskiler, ‘Kişi bilmediğinin düşmanıdır!’ demişler; ne doğru söylemişler! Ama ne yazık ki memleketimizde artık ne ilim kalmış, ne âlim, ne irfan kalmış, ne ârif, ne de ufuk, vizyon, şahsiyet sahibi münevver kalmış! Gidenlerin yerleri bile doldurulamıyor. Ömer Nasuhi Bilmen’ler, Elmalılı Hamdi Yazır’lar, Akseki’li Ahmet Hamdi’ler, Ahmed Naim’ler hep arkalarında büyük boşluklar bırakarak göçüp gitmişler. Hâlbuki bu milletin çok daha iyi yetişmiş, çok daha üstün nitelikli ve seviyeli ilim, irfan, fikir, kültür adamlarına, münevverlere ihtiyacı var. Bizim, üstün nitelikli adamlar, nesiller ve kuşaklar yetiştirmeyi her meselenin önüne koymamız gerekirken, hiç kimse bu en temel ihtiyacın farkında bile değil! Hep günübirlik işlerle oyalanıp duruyoruz. Her alanda bütün dertlerimize derman, bütün sorunlarına çözüm bulacak ilim, fikir, aksiyon adamları yetiştirmek Müslümanlar olarak hepimizin boynumuzun borcudur. Özellikle İslami ilimler alanında temayüz etmiş ilim adamlarının kendilerinden daha üstün, hiç olmazsa kendi seviyelerinde nitelikli ilim adamları yetiştirmeleri gerekmez miydi? Elbette gerekirdi ama maalesef bu bir türlü olamadı ve olamıyor. Üstelik maalesef bu en önemli ve en hayati mesele üzerinde yeterince duran, düşünen, kafa yoran, bunu dert edinen, bu iş üzerinde emek ve para harcayan, çözüm ve çare arayan kimse yok! Peki, bunu biz yapmazsak kim yapacak? Bizim bu ihmalimiz yüzünden, ölümsüz gerçeklerden habersiz yetişen gençlerimiz, ölümlü yalanlarla kandırılarak, kendi dinlerine, köklerine, geçmişlerine düşman ediliyor, heder olup gidiyorlar. Nesillerimiz, geleceğimiz, düşmanlarımız tarafından devşirilerek ellerimizden alınıyor ama bizim haberimiz bile olmuyor. Dünyanın her tarafında bütün dinler, inançlar, fikir akımları, ideolojiler kendi inancını, davasını öğretmek ve yaymak için var güçleriyle harıl harıl çalışıyorlar. Bu yolda akıl almaz harcamalar yapıyorlar, kaynaklar ayırıyorlar, kurumlar oluşturuyorlar. Ama bu yönde herkesten çok çalışması gereken, dünyaya düzen ve nizam verme iddiasındaki Müslümanlar hiçbir şey yapmıyorlar. Ben bunun maddi imkânsızlıklardan kaynaklandığına da inanmıyorum. Çünkü kim ne derse desin, bugün Müslümanların bunun için yeterli imkânları var. Türkiye’de ve dünyada bugün maddi ve manevi güç sahibi bir sürü İslami cemaat faaliyet gösteriyor. İstense, mevcut imkânlar birleştirilip harekete geçirilse, çok şeyler yapılabilir, nitelikli eğitim kurumları kurulabilir, çok önemli ve büyük işler başarılabilir. Müslümanların bugün en öncelikli işi, her sahada adam yetiştirmek olmalıdır. Hem de öyle az buçuk, yarım yamalak, kıyısından köşesinden değil, dörtdörtlük, dört başı mamur, adamakıllı adamlar, ilim, fikir, aksiyon adamları yetiştirmeleri gerekmektedir. Bilgi her zaman en büyük güç ve ilim her şeyin başıdır. Bilen, yönetir! Bakın ben, Türk halkını, Anadolu insanını çok severim. Çünkü Anadolu halkı gerçekten de dünyanın en dindar, en güzel, en iyi halkıdır. Hele Mısır halkıyla kıyaslandığında, Türk halkı onlardan çok daha dindar, çok daha samimi Müslümandır. Ama bana ‘İslami açıdan, Mısır’la Türkiye arasında bir kıyaslama yap!’ deseniz, kendimi Mısır’ın durumunun daha iyi olduğunu söylemek zorunda hissederim. Neden? Çünkü Mısır’da hiç olmazsa Türkiye’ye nazaran daha fazla ulema var da onun için! Türkiye’de ise ne ilim, ne ulama kalmış. Bu da Türkiye’deki Müslümanların en büyük sorunu, sıkıntısı, problemi ve üzerlerindeki en büyük vebaldir!”

Ali Yakub Hoca, Türkiye’ye sadece belli yerlerde, belli kitapları ve dersleri okutmak için gelmemişti. Onun çok büyük ve çok yüce hedefleri ve idealleri vardı. Ancak maalesef Türkiye’de bunları gerçekleştirebileceği bir ortam, kurum ve kuruluş yoktu. Bu yüzden de, boş oturmamak, olup bitenlerin çaresiz bir seyircisi olmamak için, yine de yapabileceklerinin en iyisini ve en fazlasını yapmaya çalıştı. Çok büyük hedef ve ideallerini günün şartlarına göre revize etmesine, kendi başına tek tek de olsa nitelikli adam arayıp, bulmaya ve yetiştirmeye çalışmasına, yani hedeflerini çok küçültmesine rağmen; ne yazık ki, ilk zamanlar, bu kadarı için bile yeterli sayıda ve nitelikte, kabiliyetli, istekli ve hevesli talebe bulmakta çok zorlandı. Çünkü Türkiye’de artık nitelikli ilim, irfan, eğitim, öğretim, kültür, sanat ve bunların üretilebileceği, öğretilebileceği sağlıklı ortamlar, nitelikli kurum ve kuruluşlar olmadığı gibi, bunların öneminin, gereğinin farkında olan, kadrini kıymetini bilen kimse de kalmamıştı. Herkes iyi para kazanabileceği itibarlı bir iş, güç, meslek sahibi olma, geçim ve boğaz derdine düşmüştü. Arada bir nadiren karşısına çıkan veya kendisinin öyle sandığı ilim, irfan heveslileriyle biraz olsun ümitleniyor, fakat kayda değer bir yol kat edemeden bunlar da daha ilk fırsatta hemen başka alanlara ve mesleklere kayıyorlardı.

Ali Yakup Hoca, başta Türkiye olmak üzere, İslam âleminde yaşanan bütün sorunların temelinde yatan en önemli faktörün, ilmi, fikri gerilik ve yetersizlik olduğuna inananlardandı. İlme çok önem verir, ilimsiz, irfansız hiçbir şey olunamayacağına, hiçbir şey yapılamayacağına ve hiçbir yere varılamayacağına inanır, ilmin ve ulemanın her geçen gün biraz daha azalmasına çok üzülürdü. Hoca bu konudaki üzüntüsünü şöyle dile getiriyordu:

  • Azizim! Asırlardır bu memlekette doğru dürüst, gerçek

anlamda nitelikli adamlar, nesiller yetişmiyor. Üstelik kimse bunu mesele olarak bile görmüyor, anlamıyor, umursamıyor. Kabiliyetli gençlerimiz, nesillerimiz ve kuşaklarımız eğitimsizlikten boş yere heder olup gidiyor. Ben anavatanım bildiğim bu ülkeye acaba ilmi sahada kendi çapımda bir şeyler yapabilir miyim, bir katkıda bulunabilir miyim, adam yetiştirebilir miyim diye geldim. Ama kimse yüzüme bakmadı! ‘Arkadaş! Senin derdin nedir? Sen, kimsin? Ne işe yararsın?’ diye soran bile olmadı. Yıllardır kendi kendime kazınıyor, çalışıyor, çabalıyor, uğraşıp, didinip duruyorum ama yapmak istediklerimin maalesef hiç birini yapamadım. İstediğim, arzu ettiğim gibi adam yetiştiremedim; hatta yola bile koyamadım. İnsanların bana yardımcı ve destek olmalarından vazgeçtim, beni kendi halime de bırakmıyorlar. Memlekette ilme, irfana hevesli ve kabiliyetli genç bulmak zaten zor. Binde bir zor rastlayabiliyorum. ‘Haydi, bununla başlayalım bakalım! Ben bunu biraz yetiştirir, hiç olmazsa yola koyarım!’ diye ele alıyorum. Fakat biraz mesafe kat eder, etmez, hemen onu da elimden kapıveriyorlar. Araya birileri veya bir şeyler giriyor, başladığımız iş yarım kalıyor; bütün emeklerim boşa gidiyor. Kimisine daha ilmin, irfanın, tasavvufun ne olduğundan, ne işe yaradığından, bunların gerçek amaçlarından, maksatlarından habersiz bazı uyduruk şeyhler, sahte mürşitler musallat oluyor. İlim yolunu bıraktırıp, onları başka yollara, sözüm ona tasavvuf yoluna saptırıyorlar. Sanki ikisi beraber olamazmış, yürüyemezmiş gibi ahkâm kesiyorlar. Hâlbuki gerçek ilim de, gerçek tasavvuf da asla birbirine aykırı, zıt ve ters olamaz. Gerçek tasavvuf ve ilim erbabı: ‘Şeriat asıldır. Tarikat onun fer’idir, dalı, budağıdır. Hakikat ise meyvesidir.’ demişlerdir. İlim, her işin aslı, esasıdır, her davanın da temelidir. Her dava, ancak onu iyi bilenlerle kâim olur. Yani ilimsiz hiçbir şey olmaz. İlimden maksat da takvâdır. Yani ilim, insana kim olduğunu, ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünyadaki görev ve sorumluluklarını öğretir. Onun hem görev ve sorumlulukların şuuruna, bilincine varmasını sağlar, hem de onu bunları tam olarak yerine getirebilme gücüne ve iktidarına kavuşturur. Tasavvuf da insanı Allah’ın dinini tam bir ihlâsla, aşk ve şevkle yaşayabilir hale getirmeye, bunun için eğitmeye çalışır. Bunlar nasıl birbirine zıt olabilir? Ne yazık ki memlekette doğru dürüst ilim ve tasavvuf erbabı da, bunların ne olduğunu, ne işe yaradığını bilen de kalmamış! Tabii bu bulanık ortamda insanları kandırmak için bir sürü madrabaz, dalavereci çıkıyor, bunları da kendi emellerine ve çıkarlarına alet etmeye, insanları Allah’a değil, kendilerine kul etmeye çalışıyorlar. Neymiş efendim, ilmi bırakırlarsa uçacaklarmış! Daha Allah’ın dümdüz, dosdoğru yolunda yürümesini bilemeyenler, bir de uçmaya, başkalarını da uçurmaya kalkıyorlar, hem de kanatsız! Ne diyeyim azizim? Uçsunlar, uçursunlar bakalım! Allah, akıl fikir, hidayet versin! Kime, neyi, nasıl anlatacaksın? Bazı kabiliyetli, istikbal vaat eden talebelerim de bu zorlu ilim, irfan yolunda kendilerine iyi bir istikbal, rahat bir gelecek göremedikleri için başka alanlara, mesleklere ve işlere kaydılar. Doktorluk, mühendislik gibi paralı ve itibarlı mesleklere yöneldiler. Hâlbuki memlekette bunlardan çok var? Onlar da bunlardan biri olmak istediler. Belki kendilerini kurtarıyorlar, bol para kazanıyorlar, yüksek mevki ve itibar sahibi oluyorlar ama ya bu milletin, memleketin hali ve istikbali ne olacak? Dinimize, imanımıza, irfanımıza, kültürümüze, değerlerimize kim sahip çıkacak, bunlara kim hizmet edecek? Milleti gerçek anlamda millet, devleti devlet, vatanı vatan yapan, yükselten, yücelten, geliştiren, ilerleten en lüzumlu çalışmaları, faaliyetleri kim gerçekleştirecek. Büyük, önemli ve gerekli eserleri kim ortaya koyacak? Hiç kimsenin bunları dert ettiği, düşündüğü yok!”

Hoca, bizim, tek tük zirve adamlar yetiştirmekten ziyade, değişik konularda, alanlarda, dallarda sıradağlar gibi uzanıp giderek birbirini destekleyecek, birbirine dayak direk olacak, yani bir entelijansiya oluşturacak kadar çok, nitelikli, kaliteli, dört dörtlük çok iyi yetişmiş ilim, fikir, düşünce adamlarına ihtiyacımız olduğunu, bunun da kaliteli, nitelikli eğitim kurumları ve kurumsal yapılarla mümkün olabileceğini düşünürdü. Asırlardan beri bizim böyle bir entelijansiya ve bunları yetiştirebilecek kurumsal yapılar oluşturamamamızın en büyük eksikliklerimizin başında geldiğini, bütün sorunlarımızın çözümünün ve bütün dertlerimizin devasının da bu eksikliğimizin ve yoksunluğumuzun en iyi şekilde giderilmesiyle mümkün olabileceğini söylerdi.

EĞİTİMDE KURUMSALLAŞMANIN ÖNEMİ

Ali Yakub Hoca, özellikle eğitimde kurumsallaşmanın önemini ve gereğini çok iyi kavramış, bunun farkında ve ayırdında olan çok iyi bir eğitimciydi. Bu konu üzerinde önemle ve ciddiyetle durur, her zaman, her yerde bunu gündeme getirir, konunun önemine sık sık vurgu yapardı. Köklü, nitelikli ve ciddi eğitim kurumları, araştırma enstitüleri, ilim, irfan müesseseleri kurulmadan, kabiliyetli ve gayretli gençleri buralarda geniş ufuk ve vizyon sahibi, üstün nitelikli, ciddi ilim, irfan, fikir adamları olarak adamakıllı yetiştirmeden bir yere varılamayacağını söyler, bir davanın ancak onu iyi bilenlerle, bir milletin de ancak iyi yetişmiş nesillerle ayakta kalabileceğine, hayatiyetini devam ettirebileceğine, gelişip kalkınabileceğine olan inancını sürekli tekrarlardı. O, daha Mısır yıllarında, bu konular üzerinde özellikle Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile Konya Islah-ı Medâris-i İslamiye örneğini de göz önünde bulundurarak, çok yönlü fikir alışverişleri, sohbetleri ve tartışmaları da yapardı.

Hoca, nitelikli eğitim kurumları oluşturulmasının gereği üzerinde sürekli ve önemle durur, Müslümanları, her şeyi devletten beklememeleri, üstün nitelikli ve ihtiyaçlara cevap verebilecek eğitim kurumları, kurumsal yapılar oluşturmaları, bu yönde herkesin üzerine düşen fedakârlıkları, çaba ve gayretleri sonuna kadar göstermeleri konusunda sürekli teşvik ederdi. Müslümanların bunun için yeterli imkânlara sahip olduklarını da belirterek, onları uyarmaya, bilinçlendirmeye ve harekete geçirmeye çalışırdı. Onun Türkiye’ye geldiği dönemin şartlarının, Osmanlının son dönemlerinden bile daha kötü ve elverişsiz olduğunu o da görüyordu ama yine de yapılabilecek ve yapılması gereken çok şeyler olduğunu değerlendiriyordu. Diyordu ki:

“Bugün maalesef İslam âleminde hiçbir alanda ve özellikle de İslami ilimler alanında doğru dürüst ilim adamı ve âlim yetiştirebilecek ne bir vasat, ortam var, ne uygun kurumlar var, ne de bu yolda yeterli bir gayret ve çaba var! Tek tük kendi çaba ve gayretiyle yetişenler bulunsa da, bunlar da bakımsız ve işlenmemiş koskoca bir tarlaya her nasılsa tesadüfen düşmüş tek tük üç beş çekirdekten yetişmiş Hüdai nâbit bitkilere benziyorlar. Tek bir başaktan veya tek bir ağaçtan ne olur; ne kadar ürün elde edilebilir ve bu ürün kaç kişiye yeter? İslam’a gönül vermiş, yetenekli gençlerin gayretlerini ilme, eğitime ve tahsile yöneltmek, bunun için yeterli ve gerekli müesseseleri daha fazla gecikmeden kurmak bugünkü Müslümanların en acil meselesidir.”

AĞAÇLARIN SOSYAL STATÜSÜ

Ali Yakub Hoca, hiç boşa konuşmazdı. Her söylediği sözün mutlaka çok derin bir ilmi arka planı olurdu. Bunu çok iyi bildiğim için onun bu Hüdai nâbit, kendi kendine bitmiş bitki benzetmesinin arka planını araştırmak istedim. Ormancılıkla ve ziraatla ilgili konularda az çok bilgi sahibi olan herkes, bunun rastgele, öylesine söylenmiş bir ifade olmadığını kolaylıkla anlayabilir.

Ziraatla uğraşanlar, bir tohumdan ne büyük zorluklarla ve meşakkatlerle ürün elde edilebildiğini çok iyi bilirler. İyi hazırlanmış bir tarla olmadan, burada o tohumun gelişip güçlenmesini sağlayacak iyi ve sağlıklı bir tarla ortamı hazırlanmadan iyi ürün elde edilebilmesi mümkün olamaz. İyi hizmet edilen bir tarlaya ekilmeyip de kırda bayırda bir yere düşmüş iyi cins bir tohumun çimlenmesi de, büyümesi de kolay olmayacak, çimlenip büyüse bile ürün verebilecek hale gelmesi, doğru dürüst ürün verebilmesi zor olacaktır.

Ağaç, orman ilişkisi de, ağacın ve ormanın gelişip güçlenmesinde, ortamın, vasatın ne kadar hayati bir öneminin olduğunu bize açık ve net bir biçimde göstermektedir. Hiçbir ağaç, hiçbir zaman tek başına sağlıklı bir şekilde büyüyüp yetişemez, gelişip güçlenemez. Ağaçların gelişip güçlenebilmeleri, işe yarar gövde yapılarına sahip olabilmeleri, örneğin iyi kerestelik bir hale gelebilmeleri için en başta gelen şartlardan biri, ormancıların meşcere dedikleri sağlıklı ve uygun bir orman ortamıdır. Ancak böyle bir ortamda, ağaçlar iyi orman ürünü elde edilebilecek yetkinliğe ulaşabilir. Tek başına olan bir ağacın, gelişip güçlenmesi, gövde yapıp boy atması mümkün olamaz. Böyle bir ağaç bodur, çarpık çurpuk, şekilsiz, çirkin, görünümü bozuk olacak, yeterince artım sağlayıp çoğalamayacak, kendisini dış etkenlere karşı koruyabilmek için çok uğraşa, dallanıp budaklanmaya, daha derinlere kök salmaya çalışsa da emeklerinin çoğu boşa gidecektir. Bu tek başına kalmış ağaç, dış baskılara daha yatkın ve daha savunmasız olacağı için, yapısı ve şekli, fırtına, rüzgar, yağmur, yıldırım, güneş gibi dış etkenler yüzünden sürekli bozulacak, böyle tek bir ağacın varlığını koruyabilmesi ve sürdürebilmesi orman içindeki ağaca göre çok daha zor olacaktır.

Meşcerelerde, ağaçların belli bir sıklıkta bulunması, aradaki mesafelerin ne az, ne de çok olması gerekir. Meşceredeki ağaçların hem birbirlerinin gelişimine büyük yararlar ve katkılar sağladıkları, hem de dış etkenlerin zararlarına karşı birbirlerini siperleyerek korudukları, örneğin ağaçlar arasındaki mesafe beş altı metreyi bulduğunda bile meşcerede meydana gelebilecek fırtına gibi olayların ağaçlara ve ormana çok büyük zararlar verebildiği en basit ormancılık bilgilerindendir. Ağaçların bu ortamdan ve sosyal destekten mahrum kalmaları hem kendileri, hem de bütün orman için çok olumsuz sonuçlar doğurur. Ormanın özellikle taç durumunun, yani tepe kısmının sağlığı, bütün orman için çok önemli bir göstergedir. Burası ormanın kalbidir. Ormanla ilgili değerlendirme yapanlar, burayla ilgili olarak belirlenmiş parametrelere bakarak ormanın tümü hakkında sağlıklı sonuçlara ulaşmaya çalışırlar. Ağacın tepesinin durumu, bize ağacın gücü, büyümesi, gelişmesi ayrıca hem şimdiki hem de geçmişte uğradığı etkiler ve ormanın geleceği ile ilgili birçok şeyi açıklar. Bilgili ve tecrübeli araştırmacılar tarafından yeterli bir süre boyunca yapılacak, ağaçların tepe durumunun sağlıklı ölçümleri ve değerlendirilmeleri yoluyla ağaçların ve ormanın sağlığı, bu sağlıktaki ani ve daha da önemlisi zor fark edilebilen (sinsi) değişimler doğru olarak belirlenebilir. Ormanın ve ağaç tepelerinin (tacının) bütün olarak yoğunluğu, ölü ve kuru dalların miktarı ve büyüklükleri, yaprakların boyutları, rengi ve durumu bir ağacın ve ormanın sağlığını sayısal olarak değerlendirmek için mükemmel göstergelerdir. Gölgeleme ve fiziki etkileşimden tek veya çok taraflı etkilenmiş, baskı altındaki ağaçların uzun vadeli izlenmesi, biyotik ajanların, zarar faktörlerinin dağılımı, meydana gelmesi ve zarar verme derecesi hakkında temel veriler, bize sürdürülebilir orman yönetimi, orman politikası ve ormanla ilgili diğer konularda değerli veriler sunar, sağlıklı uygulamalar için önemli katkılar sağlarlar.

Siperlenmedeki değişme ve azalma, orman içinde diğer ağaçlara göre daha fazla büyümüş ağaçların tepelerini, yağmur, rüzgâr, yıldırım vb gibi zararlı etkilere karşı savunmasız bırakır. Ağaçlar ve ağacın tepesi, bir taraftan, iki taraftan, üç taraftan veya dört taraftan siperlenmeden ve fiziki etkileşimlerden mahrum kalabilir. Ne kadar çok yönden siperlenmeden yoksunluk söz konusuysa, tehdit ve tehlike de o nispette büyük olacaktır.

İnsanlar da, ağaçlar da fıtrat olarak daha fazla görünür olmayı arzu ederler. Her iki tür de daha baskın ve galip olma hevesinde ve sevdasındadırlar. Özellikle siyaset hayatında bu daha belirgin ve dikkat çekicidir. İktidar sahipleri, özellikle de mutlak iktidar sahipleri, sultanlar, padişahlar, üst yöneticiler, genellikle yalnız insanlardır. Ama bu yalnızlığın en önemli sebebi de, değişik nedenlerle, örneğin daha fazla görünür olmak, daha önde gözükmek için kendi etraflarını kendilerinin boşaltmasıdır. Ama bu yalnızlığın zararlarını ve acı sonuçlarını hem kendileri, hem de temsil ettikleri gruplar, toplumlar ve milletler er veya geç mutlaka görürler. Çünkü daha önde, daha yukarıda, daha fazla görebilir ve daha çok göz önünde olmak demek, aynı zamanda tehlikelere ve dış tehditlere daha açık ve açıkta olmak demektir Siyasette de siperlenme çok önemlidir. Bu siperlenme olmadığında veya yetersiz kaldığında toplumun liderliği, önderliği, dolayısıyla toplumun kendisi çok büyük tehlikelere açık kalmış demektir. Bu yüzdendir ki, iyi siyasetçiler, iyi yöneticiler ve iyi devlet adamları en iyi ve ideal siperlenmeyi temin edebilecek sağlıklı bir organizasyon yapısı ve siyasi sistem kurabilenlerdir.

Günümüzde, resmî okulların programlarının güdümlü ve yetersiz olduğu hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Öyleyse bu eğitim kurumlarının ruh ve bedence sağlıklı insanlar yetiştirebilecek hale getirilmesine, ona uygun bir şekilde yeniden şekillendirilmesine kadar Müslümanların, çocuklarını kendilerinin kuracakları nitelikli ve kaliteli özel okullarda yetiştirmeleri ve eğitmeleri bir zorunluluk ve aklın gereğidir. Bu yapılamayacak bir şey de değildir. Fakat ne yazık ki, ne Türkiye’de, ne de başka İslam ülkelerinde böyle nitelikli eğitim kurumları yok denecek kadar azdır.

Hoca özellikle kendisini ziyarete gelen ve kendilerince çok büyük ve önemli hizmetler ifa ettiklerine inanan değişik grup ve cemaat temsilcilerinin hepsini hoş karşılar, anlattıklarını dikkatle dinler, hepsinin yaptıkları çalışmaları, hizmetleri gayretleri takdirle karşılar, övücü ve memnuniyetini ifade edici sözler söyler ama bir yandan da milletin memleketin içinde bulunduğu hale dikkat çekerek, şimdiye kadar bütün yapılanların yine de yetersiz kaldığını, asıl yapılması gereken çok daha gerekli, önemli ve hayati işler olduğunu anlatmaya çalışırdı. Onlara, rast gele taraftar ve sempatizan kazanmakla, etrafına cin toplar gibi işe yaramaz adam toplamakla bir yere varılamayacağını, esas ağırlığın doğru dürüst adam, nesil, ve kuşak yetiştirmeye verilmesi gerektiğini, bunun da ancak buna uygun ortamlar hazırlamakla, yani kaliteli ve nitelikli adam yetiştirebilecek işe yarar ilim, irfan, bilimsel ve sistemli bilgiler üretebilecek eğitim müesseseleri, kurumları kurmakla mümkün olabileceğini anlatmaya çalışır, cemaat olmaktan gelen güçlerini de daha çok bu işlere yöneltmelerini ve yönlendirmelerini öğütlerdi. Hepsi hocanın anlattıklarını can kulağıyla ve büyük bir dikkatle dinlerlerdi, fakat onun sözlerinden ne anladıkları, nasıl anladıkları ve ne kadarını kavrayabildikleri şüpheliydi.

İLİM AMAÇ DEĞİL, ARAÇTIR!

Ali Yakup Hoca, ilme çok önem ve değer vermesine, ilmi çok sevmesine, kendi hayatını da bu yola adamasına rağmen o, ilmi de başlı başına bir amaç ve gaye olarak görmez, bir araç ve vasıta olarak görürdü.

İlmin, başlı başına asla bir amaç, bir gaye ve maksat olamayacağını, esas gaye ve maksada ulaşabilmek için ilmin bir araç, ama çok gerekli, çok önemli ve vazgeçilmez bir araç olduğunu söylerdi. Başta dini ilimler olmak üzere, hangi ilim olursa olsun, bütün ilimlerde, insanı en sonunda Allah’a götüren, O’na yaklaştıran, O’nunla ilişkilerini olması gerektiği gibi bir yere, bir düzleme oturtan, sonuçta insanın dünya ve ahiret saadetine ulaşmasına vesile olan bir yön bulunduğuna inanırdı.

Gerçekten de insanı dünya ve ahiret saadetine götüren ilimler, bilgiler, bunların her türlüsü son derece değerli, gerekli ve önemlidir. Bilgi başlı başına büyük bir güçtür, kuvvettir. Bazen hiç önemsemeyen, ihmal edilen, basit, değersiz, gereksiz, lüzumsuz görülen bir bilginin yoksunluğu bile, insanı olmadık felaketlere sürükleyebilir, dünyasını, ahiretini veya her ikisini birden zarar çekmesine, kaybetmesine neden olabilir. Hem kendi tarihimiz, hem de dünya tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. O, ilmin öneminin, gereğinin ve gücünün de çok iyi farkında olduğu için, ilimle uğraşanların salah ve takva sahibi olmaları gerektiğini düşünür, mümkün olduğunca ilmi salih, iyi ve düzgün insanlardan öğrenmenin ve yine bu tür düzgün ve dürüst insanlara öğretmenin önemine sürekli vurgu yapardı.

Hoca, her şeyi dosdoğru, yerli yerine koymayı iyi bilmek gerektiğini, ilmin de bir araç olduğunu unutarak onu esas amaç, maksat, hedef yerine koymanın, putlaştırmanın, ilim olarak yalnız kendi bildiği ve uğraştığı dalı ve alanı görmenin, diğerlerini hiçe saymanın, küçümsemenin hiç de sağlıklı ve doğru bir yaklaşım olmadığını söylerdi. Derdi ki:

‘Azizim! Bu bizim mesleğimiz, yani ilim yolu, Allah’a götüren yoldur. Ama her şeyin bir amacı olduğu ilmin de bir amacı vardır. Yani ilim de başlı başına bir amaç değil, bir araçtır. İnsanlardan bazıları para, pul, mevki, makam, mal, mülk gibi ilmi de putlaştırma eğilimindedirler. Hâlbuki ilmi asla putlaştırmamak, onu esas amaç ve hedef haline getirmemek lazımdır. İlim, başka insanlar kendisine ‘Ne büyük âlim!’ desinler, saygı duysunlar, menfaat sağlasınlar, mevki ve makam versinler diye de öğrenilmez. İlimden maksat, takvadır! İnsanı Allah’a yaklaştırmayan ilmin hiç bir değeri, manası ve önemi yoktur. İlimle uğraşan, her şeyden önce salah ve takva sahibi olmalıdır. Bu yüzden de ilmi mümkün olduğunca salih, iyi ve düzgün insanlardan öğrenmek ve yine bu tür salih, düzgün ve dürüst insanlara öğretmeye çalışmak lazımdır. Bu meslek, yani ilim yolu her şeyden önce ihlasa bağlıdır. Âlimde ihlas, çok önemlidir. Âlimde bilgiyle beraber, iman ve ihlasın da bulunması şarttır. Bu yüzden ben, kafası türlü bilgilerle dopdolu olandan ziyade; bilgisi az da olsa, istikamet sahibi, doğru, dürüst, düzgün, ihlaslı ve samimi insanı daha çok severim. Sadece kuru bilgi ile âlim olunmaz. Bakın kuru bilgi batılı oryantalistlerde, şarkiyatçılarda da var. Misyonerler de ilim öğreniyorlar. Hem de bizim dinimizi bizim çoğu hocalarımızdan çok daha iyi bilen oryantalistler bile var. Müsteşrikler tarafından yazılmış ama Müslüman âlimlerce de en sağlam kaynak olarak kabul edilen pek çok kitap ve eser mevcuttur. Demek ki, adamlar hem bizimkilerden daha fazla çalışmışlar, hem de sistemli çalışmayı, sistematik bilgi üretmeyi iyi biliyorlar. Fakat oryantalistlerde ilimle beraber, iman ve ihlas bulunmadığı, üstelik bunlar İslamiyet’i peşin hükümle ve İslam’a zarar vermek maksadıyla öğrendikleri için, bu ilim onları Allah nazarında asla yükseltmez, tam tersine daha da alçaltır.”

Her şeyi, yerli yerine koymayı bilebilmek de çok önemli ve gerekli bir şeydir. Örneğin ilmin bir araç olduğunu unutarak onu esas amaç, maksat, hedef yerine koymak, putlaştırmak veya ilim olarak yalnız kendi bildiği ve uğraştığı dalı ve alanı değerli ve önemli görmek, diğerlerini hiçe saymak, küçümsemek hiç de sağlıklı ve doğru bir yaklaşım değildir. Öte yandan aracı amaç yerine koymak, esas ulaşılması gereken amacı, hedefi, maksadı bırakarak, ona ulaşmaya yarayan araçları, vasıtaları kutsallaştırıp, putlaştırmak, insanoğlunun oldum olası en çok ve en sık yaptığı, en ölümcül hatalarındandır. Bu hataların türlü şekil ve örneklerine insanlık tarihinin her aşamasında rastlıyoruz. Kimi insanlar parayı pulu, mevkii, makamı putlaştırırlarken, kimileri de bilimi, teknolojiyi, insanları veya nesneleri putlaştırabiliyorlar. Örneğin, insanlar önceleri tek bir Allah’a iman ve ibadet ederlerken, daha sonraları onları Allah’ın yoluna, dinine çağıran önderlerine, peygamberlerine, Allah dostlarına, meleklere, aşırı sevgi ve saygı göstermeye, onların heykellerini dikmeye yönelmişler, zamanla esas ibadet ve kulluk etmeleri gereken Allah’ı unutarak, Allah katında kendilerine yardımcı, şefaatçi, aracı olsunlar diye bu aracılara ve araçlara tapınmaya, ibadet etmeye başlamışlardır.

Günümüzde de aracı amaç yerine koyan, aracı kutsallaştıran, putlaştıran anlayışlar, tutum ve davranışlar hiç de az değildir. Bunların başında da bilim ve teknolojinin putlaştırılması gelmektedir. Hâlbuki bilim ve teknoloji hiçbir zaman gerçek amaç ve hedef olamaz, olmamalıdır. Çünkü bunlar sadece insanoğlunun hayatını kolaylaştırmaya, eşya ve doğa üzerinde hâkimiyet kurmasına yarayan, yardımcı olan araçlardır. Çok gerekli, hayati ve vazgeçilmez olmaları, onları yine de araç olmaktan çıkarıp amaç durumuna getiremez.

Her ilmin belli bir amacı veya amaçları vardır ve olmalıdır. Bunlar arasında bu yolla gerçeğe ulaşmak, hayatı kolaylaştırmak, eşya üzerinde hâkimiyet kurabilmek gibi amaçlar sayılabilir. İnsana düşen bu aracı en iyi şekilde kullanarak ve bundan sonuna kadar yararlanarak ulaşılması gereken hedeflere ulaşmaya çalışmaktır. Ama eğer gerçek amaç bilinmez ya da göz ardı edilir de, ilmin, bilimin, teknolojinin bizzat kendisi bir amaç haline getirilirse, faydadan çok zarara uğrama durumuyla yüz yüze gelinir. Böyle bir durumda ilim ya putlaştırılarak, kutsallaştırılarak kendi kendini tekrarlayan, ezberlenip, tekerleme gibi söylenip duran, şaşmaz ve değişmez gerçeklermiş gibi kendisine takılıp kalınan katı kalıplara, insanı gitmesi gereken esas yerlere gitmekten alıkoyan ağlara dönüşür; ya da ehil olmayan ellerde istismarlara konu olarak yakıcı, yıkıcı, tahrip edici, yok edici silahlara dönüşür. Böyle bir durumda da ilim, insanoğlunu içinden çıkılmaz felaketlere sürükler ki, bunlar da hiçbir zaman istenebilecek ve arzu edilebilecek şeyler değildir.

EĞİTİMİN AMACI

Her şeyin bir amacı olduğu gibi eğitimin de bir amacı vardır ve olmalıdır. Eğitimin temel ve nihai amacı, genel olarak ‘iyi insan’ ve ‘iyi vatandaş’ yetiştirmek şeklinde ifade edilir.

Bir açıdan bakıldığında eğitimi hem amaç, hem de araç olarak görmek mümkündür. İnsanın, ancak eğitilebildiği kadar insan olabileceği, kendini geliştirip gerçekleştirebileceği göz önünde bulundurulduğunda, eğitimi bir amaç, bu amaca ulaşmanın başlıca yolu ve yöntemi olması nedeniyle de bir araç olarak nitelemek mümkündür.

Günümüzden 2400 yıl önce Eflatun, (M.Ö. 427-347) ideal ve mükemmel birey, toplum ve devlet kurabilmenin yolunun eğitim ve öğretimden geçtiğini savunmuş ve kendince uygulamaya da çalışmıştır.

İdeal ve mükemmel birey, toplum, devlet, yönetim ve yönetici gibi konular üzerindeki çok önemli çalışmalarıyla kendisinden sonra gelen düşünürleri de büyük ölçüde etkilemiş olan Müslüman düşünür Farabi’nin (872 Otrar- 950 Şam), düşünce ve görüşleri de genel olarak Eflatun, Aristo (MÖ 384- 322) ve İslami fikirlerin bir sentezi olarak değerlendirilir. Onun özellikle El-Medînetü’l Fâdıla adlı eserinde ideal ve mükemmel birey ve topluma ulaşmada eğitim ve öğretimin rolü üzerinde önemle durulur. Eflatuncu düşüncenin doğuştan bilgi teorisini reddeden Farabi, insanın dünyaya zihni bomboş olarak geldiğini, onun zihninin ancak eğitim, öğretim, tecrübe ve deneylerle sonradan dolduğunu savunur.

Büyük düşünür Farabi’nin ahlak felsefesinin temelinde, eğitim ve öğretimle insana iyi davranışlar kazandırılması; son hedefinde ise insanın en büyük saadete, mutluluğa ulaştırılması yatar. Farabi’ye göre, insanın ana gayesi, iyiliği, en büyük saadet ve mutluluğu amaç edinmek, ona ulaşmaya çalışmak olduğuna göre; eğitimin en önemli gayesi de bu olmalıdır. İyi insan, saadeti ve onun ilkelerini en iyi ve doğru bir şekilde tasavvur ve kabul edebilen, hayal edip gaye edinebilen insandır. Farabi’ye göre, gerçek ve en büyük mutluluk, bilgiyle aydınlanmakla gerçekleşir.

Farabi, bu en büyük saadete götüren davranışları insanın tek başına bilebilmesinin, öğrenebilmesinin ve yapabilmesinin mümkün olamayacağı kanaatindedir. Hayrın en üstünü olan saadete ve olgunluğun doruğuna ancak fazıl bir devleti olan toplumlarda ulaşılabilir. Devletin doğuşu ve gayesi de buradan kaynaklanır. Farabi’ye göre saadet, büyük bir ruh üstünlüğüne ihtiyaç gösterir; bu ruh üstünlüğü de ancak toplumdaki birlik ve beraberlikle artar. En üstün, en iyi ve nihai yetkinlik (kemal) küçük toplumlarda değil, Medine hayatında (ideal şehirli bir toplumda) elde edilebilir. İdeal toplum, ideal insanların oluşturduğu bir toplumdur. Toplumun ve insanın ideal olup olmadıkları da sahip oldukları değerler, ahlaki davranışlar, hayatın gayesi, saadet anlayışı, insanlar arasında yardımlaşma olup olmadığı, insanların hangi gayeler uğruna birbirine yardım ettiği gibi kıstaslarla anlaşılabilir.

İslam dininin öngördüğü eğitim anlayışında eğitimin hedefi, faziletli, hünerli, erdemli, olgun, makbul, iyi, ahlakı en yüksek ahlak, erdemi en yüce erdem olan, hayırların sahtesini ve gerçeğini birbirinden ayırabilen, sahte hayırlar peşinde koşmayan örnek ve önder insanlar yetiştirmektir. Fertlere ve fertlerden oluşan gruplara nazari ve fikri faziletlerin kazandırılmasına, bunların üstün karakter formasyonlarının sağlanmasına çalışılır. Eğitilen kişilerin kalplerinin kaynaşması, kaynaşan kalplerin birliği, beraberliği, bütünlüğü, kardeşliği, sonuçta bütün müminlerin kardeş haline getirilmesi amaçlanır. İnsanların gönül rızasıyla ilahi emirlere uymaları hedef alınmakla beraber, bu uyumun körü körüne, şuursuz bir taklit şeklinde olması da istenmez. Aksine fikren, zihnen gelişmiş hür insanların bilinçli iradeleriyle gerçekleşmesi hedeflenir.

Bir ferdin, insanlığın en üstün seviyelerine çıkabilmesi, insanı mutluluğa ulaştıracak davranışların neler olduğunu anlayabilmesi, başkalarının hüküm ve tasarrufundan, yönetim ve idaresinden kurtulabilmesi, kendi kendine yeterli olabilmesi, kendini gerçekleştirebilmesi, yapacağı işi en iyi, en güzel, en özel ve en doğru şekilde yapabilmesi, gerçek anlamda ilim, irfan, hikmet ve marifet sahibi olabilmesi ancak çok iyi bir eğitimle mümkün olabilir. Bunun başka yolu ve çaresi yoktur. İnsanlara saadetin ne olduğunu, buna ulaşma yollarını ve davranışlarını öğretecek olanlar, onlara erdemli melekeleri kazandıracak davranışlara yönlendirip, harekete geçirecek olanlar, onları yanlış, kötü, hatalı fikir ve düşüncelerden, davranışlardan kurtarıp yeni ve erdemli bir hayata sevk edecek olanlar da iyi eğitimciler, öğretmenler ve rehberlerdir.

Her fert, kendine has özelliklere sahip olarak, farklı karakterlerde ve farklı yeteneklerde yaratılmıştır. Herkesin yaratılış amacı da farklıdır. Bu amaç, daha çok onun toplumda üstleneceği görev ile kendini gösterir. İnsan, yatkın olmadığı işleri güçlükle, zorlanarak yapar. İnsanın zorlanarak ve güçlükle yapabildiği işler bile eğitimle kazanacağı alışkanlıkla zamanla kolaylaşsa bile, yine de herkesin eğitimi yeteneğine göre farklı olmalı, ona göre bir eğitim sistemi geliştirilmelidir. İnsanları yatkın oldukları alanlarda, yetkinliklerinin en son doruğuna kadar ulaştırmak eğitimin en temel amaçlarından ve görevlerindendir. Eğitim bu görevini iyi yapamazsa, belli alanlarda çok üstün yeteneklere sahip olan insanların kabiliyetleri bu ihmal yüzünden yok olup gidecektir.

Eğitim, tek taraflı bir etkileşim ve bilgi yüklemeden ibaret bir faaliyet olarak görülmemelidir. Tek taraflı etkileşimde, şuursuz bir itaat ve taklit vardır. Öğrenciye sadece bir takım teorik bilgileri, kuralları öğretmeyi, ezberletmeyi, belletmeyi hedefleyen ezberci bir eğitim anlayışıyla bir yere varılamaz. Başarılı bir eğitim aktivitesinin mutlaka belli pratik sonuçları olmalıdır. Eğitimin en önemli amaçlarından biri de, insanı zararlı etkilerin ve etkileyicilerin etkilerinden kurtarmak, korumak, onların elinde oyuncak olmaktan kurtarıp, sağlam karakterli, sağlam seciyeli, güçlü kişilikler haline getirmektir.

Eğitim, bir neslin maddi ve manevi kültür mirasını bir sonraki nesle aktarabilmek, nesiller arasında bağlantılar kurabilmek için de gereklidir. Bu yüzden eğitimin her yer ve zaman için değişmeyen amaçlarından biri de toplumsal mirası bir kuşaktan diğerine aktarmak olmuştur. İnsanları hayvanlardan ayıran en temel özelliklerden biri de, onların önceki nesillerden öğrenip sonraki nesillere aktarmaları gereken maddi ve manevi miraslara, kültür hazinelerine sahip olmalarıdır. Toplumsal değerler ve kurallar eğitim yoluyla yeni nesillere öğretilir. Böylece geçmiş nesillerin kültürü, insan şahsiyetinin derinliklerine kadar siner. Eğer bir millet, geleceği demek olan yeni nesillerini geçmişin toplumsal mirası olan kendi öz kültürüne göre şekillendiremiyorsa, orada eğitim görevini yerine getiremiyor demektir.

Değerlendirme, eğitimin her aşamasında ve her saatinde devam eden bir süreçtir. Eğitimde görev ve sorumluluk sahibi olanların eğitim sistemini ve uygulamalarını sürekli denetleyip değerlendirmeleri, bunun sonuçlarına göre de eğitim siyasetine ve uygulamalarına yön vermeleri gerekir. Bir şeye iyi ya da kötü, başarılı veya başarısız diyebilmek için, hizmet ettiği amaçlara, kullanıldığı yerlere, verdiği ürünlere ve sonuçlarına bakarak bir değerlendirmeye tabi tutmak, buna göre değerli veya değersiz, başarılı veya başarısız kabul etmek gerekmektedir. Eğitimin başarısı da, hedeflenen amaçlara ulaşılıp ulaşılamadığına, alınan eğitimin hayata ve davranışlara yansıyıp yansımadığına, davranışları değiştirip değiştirmediğine, somut fayda ve getirileri olup olmadığına bakılarak anlaşılabilir.

Batılı milletlerin kabul edip uyguladıkları eğitim ve öğretim metotlarını yakından incelediğimizde, bu milletlerin her birinin kendi fertlerini insanların en iyisi, Hıristiyanların en mükemmeli olarak yetiştirmeye çalıştıklarını, her birinin de kendine has bir milli eğitim sistemi olduğunu görürüz. Bir İngiliz, bir Fransız veya bir Alman eğitim sisteminin temel amacı, iyi bir İngiliz, iyi bir Fransız veya iyi bir Alman yetiştirmektir. Bunların ne derece başarılı ve iyi oldukları da bu amaca ne ölçüde hizmet edebildikleriyle ölçülür. Dolayısıyla bir milletin eğitim ve öğretim metodunun diğer bir milletle tıpatıp aynı olması düşünülemez. Dolayısıyla bizim eğitim ve öğretim sistemimizin ve metodumuzun da kendimize has olması, milletimizin gaye ve hedeflerine en çok hizmet edebilecek nitelikte olması, değerinin ve başarısının da buna ne ölçüde hizmet edebildiği ile ölçülmesi gerekmektedir. Yani eğitim sistemimizin temel amacı, her bakımdan iyi yetişmiş, olgunlaşmış, yüksek bir anlayışa, yüksek bir irfana erişmiş, görevlerini bilen ve yerine getirebilen, haklarını bilen ve savunan, kendi mutluluğunu başkalarının felaketinde, kendi yükselişini başkalarının alçalmasında aramayan, toplumda mutluluğun en kıymetli unsuru, ilerlemenin gerçek amilleri olacak iyi bir Müslüman, iyi bir Türk yetiştirmek olmalıdır.

Türk eğitim sistemi için anayasa ve yasalarda çok ileri, çok ideal, çok güzel, yerinde ve doğru ilkeler, amaç ve hedefler belirlendiğini görüyoruz. Ancak bunların ne kadarının uygulamaya yansıdığına, hangi olumlu sonuçlar elde edilebildiğine, hedef ve amaçların ne kadarına ulaşılabildiğine baktığımızda, ne yazık ki karşımıza hiç de iç açıcı bir durum çıkmıyor. Belirlenen amaç ve hedeflerin çok uzağında kalındığı, bunların çoğunun gerçek hayatta uygulamaya ya hiç yansımadığı, ya da yetersiz yansıdığı, sürekli değişen ve yazboz tahtasına dönen eğitim uygulamalarından yüz ağartıcı sonuçlar alınamadığı, eğitim sistemimiz hakkında herkesin hemfikir olduğu acı gerçeklerindendir.

Sonuçta bugünkü eğitim sistemimiz de bize çareyi değil, çaresizliği, çözüm aramayı değil, çözümsüzlüğe razı olmayı, iyiliğe değil kötülüğe yönelmeyi, azmi, gayreti, çabayı, mücadeleyi değil, teslimiyetçiliği, yılgınlığı, pasifliği, boyun eğmeyi öğretmektedir. Bizim eğitim sistemimiz ne yazık ki, düşünen, anlayan, çözüm üreten, çare bulan, iş üreten, iş, güç, sanat, meslek, hüner, erdem, bilgi ve beceri sahibi insanlar yetiştiremiyor. Her şeyden yarım yamalak, yalan yanlış bir şeyler öğrenmiş, bildiğini tam bilemeyen, işe yarayacak, üretime yansıyacak bilgilerden ve becerilerden yoksun, hünersiz, erdemsiz, bilgisiz, becerisiz, işsiz, güçsüz, çalışmadan kazanmayı, terlemeden yemeyi hüner sayan ukala tipler yetiştiriyor. İşin garibi bunlar kendi kendine olmuyor. Aklı başında yorumcular, insanların özellikle ve maksatlı olarak böyle eğitilip öğretildiği, belletildiği, nesillerin özellikle böyle yetiştirildiğini düşünmeden edemiyorlar. Eskilerin dediği gibi, cehaletin bu kadarı kendi kendine olamaz, ancak yanlış bir eğitim, öğretim ve tahsil ile mümkün olabilir.

MÜSLÜMAN ÂLİMİN ÖZELLİKLERİ

Hoca, rütbelerin en yücesinin, peşinde koşulabilecek en değerli şeyin ilim olduğuna, bilgisizliğin ve cahilliğin de en büyük bela olduğuna inanırdı. Öte yandan ilmin de amaç değil, bir araç olduğunu düşünürdü. Ona göre, esas amaç para, pul, mal, mülk, mevki, makam, şan, şöhret gibi hasis emeller, kişisel hırs ve menfaatler olmamalı, sırf Allah rızasını kazanmak olmalıdır. Her işte, her meslekte, ihlası, yani yaptığını sırf Allah rızasını gözeterek yapmayı önemli görmekle beraber, özellikle ilim yolunda çalışanlar, âlimler için ihlasın çok daha önemli olduğunu söylerdi. O, sadece kuru bilgiye iyi bir âlim olunamayacağını, kuru bilginin batılı oryantalistlerde, şarkiyatçılarda da olduğunu, hatta bunlardan bazılarının bizdeki âlim geçinenlerin çoğundan daha geniş ve sistemli bilgiye sahip olduklarını; bu ilimlerine ve bilgilerine rağmen imandan ve ihlastan mahrum oldukları, esas amaçları İslam’a ve Müslümanlara zarar vermek olduğu için, bunların hem kendilerine, hem de insanlığa faydalı değil zararlı kimseler olduklarını söylerdi.

Bugün İslam dünyasında da ilmi, irfanı Allah rızası için değil de mal, mülk, para, pul, mevki, makam, servet, zenginlik elde etme hırsıyla öğrenen, dünyevi iktidar, güç, kuvvet, kudret peşinde koşan veya bunlara sahip olanlara yaranıp menfaat devşirmeye çalışanların hiç de az olmadığına, bu amaçla hakkı hakikati söylemekten çekinen, hatta eğip büken, böylece hem kendilerini hem de diğer insanları sapıtmaya ve saptırmaya çalışanlar bulunduğuna dikkat çekerdi. Öğrendiği şeyleri kötüye kullanabilecek, ahlakı kötü, seciyesi, mayası, huyu, karakteri bozuk, azgın ve sapkın kişilere ilim, sanat, hüner öğretmeyi, bilgi belletmeyi, hem kendileri hem de toplum için çok kötü ve tehlikeli bir şey olarak görürdü. Kötü kişilerin eline düşen bilginin, mevki ve makamın, buyruk verebilme gücü ve yetkisinin, her türlü iktidarın, zenginlik, mal ve mülkün çok büyük bir fitne kesileceğine inanır, bunu yol kesicilerin, eşkıyanın eline silah vermeye benzetirdi. Böylelerinin hasbelkader ellerine geçebildikleri ilim, mevki, makam, iktidar, servet ve zenginlikle yapabilecekleri kötülükleri yüzlerce, binlerce canavarın yapamayacağını, her tarafı kısa bir süre içerisinde kötülüklerle, zulüm ve haksızlıklarla doldurabileceklerini düşünürdü.

Hoca, Müslümanın, her bakımdan temiz olması, töhmet altında olmaması gerektiğine inanırdı! Hele İslam âlimlerinin hiçbir zaman paraya, pula, mevki ve makama talip olmamaları gerektiğine, yoksa şeref ve faziletlerinin gideceğine, her şeyin başının ihlas olduğuna, insanın geçimini sağlayabilmesi için elbette paraya da ihtiyacının olduğuna, parasız yaşanamayacağına, ama para için yaşamanın Müslümana yakışmayacağına, paranın amaç değil, geçim vasıtası olduğuna sürekli vurgu yapardı. O, gerçek bir Müslümanın ve hatta gerçek bir insanın dostluğunun da, düşmanlığının da, nefretinin de, sevgisinin de kendi nefsi ve şahsi çıkarları için değil, Allah için olması gerektiğini söylerdi. Müslüman, Allah için sevmeli, Allah için kızmalı, öfkelenmeli ve düşman olmalıydı.

Hoca, Müslüman ilim, fikir ve dava adamlarında bulunması gereken en önemli özelliklerden ihlas, samimiyet, tevazu, züht ve takva konularında şunları söylerdi:

“Hazreti Peygamberin en büyük mucizesi hayatıdır; hayattaki başarılarıdır. Bizim eksiğimiz sadece ilim değildir, ihlas, samimiyet ve tevazu eksikliği çok daha büyük bir sorundur. Tevazuun da öyle mecazi değil hakiki tevazu ve mahviyetkarlık şeklinde kendini göstermesi gerekir. Ne yazık ki biz, ilimle beraber bunlardan da mahrum kaldık. Hâlbuki ihlas ve samimiyetten zerre kadar ayrılmamak gerekir. Çünkü ihlasa makrun olmayan sa’y ve amellerin (çalışma ve işlerin) sonu hüsrandır. Nitekim bugün İslam âleminin en büyük eksiği ve zaafı ‘ihlas kaçağı’dır. İhlas ve samimiyetin ne muazzam bir güç olduğuna sahabe neslinin başarıları en güzel delildir. Daha sonraki Müslümanlar, madde sevgisine esir oldukları için, bugünkü içler acısı hallere düşmüşlerdir. İslamiyet gibi mukaddes bir dava uğrunda mücadele verenlerin ve özellikle de âlimlerin her şeyden önce zühd, takva ve ihlas sahibi olmaları gerekir. Zühdün, çeşitleri vardır. Avamın zühdü, haramları terk etmekten ibarettir. Havassın zühdü ise zaruret miktarından fazlasını terk etmektir. Havassül havassın zühdü ise terk-i masivallahtır (Allah’tan başka her şeyi terk etmek). İslam’ı halka telkin edenler, hiç olmazsa avamın zühdünü iltizam etseler de haramlardan kaçınsalar, Müslümanlar, insanlar yine de kendilerine itibar eder, sevgi, saygı ve ruy-i kabul gösterirlerdi.

Bir Müslüman, yapacağı bir işi önce şeriat ölçüsüne, sonra akıl ölçüsüne, daha sonra da vicdan ölçüsüne vurmalıdır. Hakiki Müslüman, hiçbir zaman nefsaniyetin esiri olamaz ve hiçbir zaman vicdansızca hareket edemez. Gerçek Müslüman, gerektiğinde her türlü mihnet ve meşakkati de göze alarak şehrah-ı Hakk’tan (Hak yoldan) inhiraf etmez (sapmaz). Çünkü Hak ve hakikat onun gözünde candan bile daha aziz, cihandan da daha mübecceldir. Kişisel çıkarlara düşkün olmanın, milleti İslamiyyeye hiçbir hayrı olmaz! Ne hazindir ki günümüzde İslam davasıyla ortaya çıkanlar her şeyden önce maddi çıkar ve menfaatlerini öne çıkarıyorlar. Misyoner papazlar bile batıl davaları için her türlü mihnet ve meşakkati göze alarak dünyanın dört bir köşesine gidip oralarda ömür tüketebilirken, İslam davasıyla ortaya çıkanların maddi çıkar ve menfaatlerini her şeyin önüne geçirebilmeleri olacak şey değildir.”

Hoca, üstünlüğü, yüceliği, büyüklüğü, sultanlığı mevkide, makamda, parada pulda görmez, böyle şeylere hiç değer ve metelik vermezdi. Derdi ki:

“Oğlum! Kalbinize, Allah sevgisinden ve Allah korkusundan başka bir şey sokmayınız! Dünyada Allah sevgisinden başka, bütün diğer sevgiler boştur. Kalıcı, anlamlı ve yararlı olan tek aşk ve sevgi, Allah’a ve Peygamberine olan aşk ve sevgidir. Onun dışında dünyadaki her şey boştur. Şan da, şöhret de boştur, nam da, nişan da hepsi boştur. İnsanın en büyük amacı ve gayesi Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. O da İslam’ı yaşamakla olur ki, bu ne güzel ve ne büyük bir mutluluktur. Müslümanın zahit olması, zühd sahibi olması gerekir. Zahid, Allah’ın kendisine verdiği malı, yine Allah yolunda harcayan, dünyaya değer vermeyen, metelik vermeyen kimsedir. Bütün dünyayı verseler, gözünde bir değer ifade etmemesidir. Ehlullah, dünyaya hiç değer vermemişlerdir. Bir Müslüman, hele de bir İslam âlimi, hiçbir zaman paraya, pula, mevki ve makama talip olmamalıdır. Olursa, izzeti, şerefi ve fazileti gider. Her şeyin başı ihlastır. Para, bir geçim aracıdır. İnsanın geçimini sağlamak için elbette paraya ihtiyacı vardır. Parasız olmaz ama para için yaşanmaz, para amaç haline getirilmez. Müslüman temiz olmalı, töhmet altında olmamalı, gözü ve gönlü tok olmalıdır. Oğlum! Bir lokma ekmeğin olduktan sonra, dünyanın başka nimetlerinde gözün olmasın! Gerçek Müslüman, bugün karnını doyurduktan sonra, yarını düşünmeyen, hiç rızık endişesi çekmeyen adamdır. Çünkü o bilir ve inanır ki; Allah yarattığı kulunun rızkına kefildir. Büyükler, önden giden Allah’ın has ve salih kulları, hep böyle yapmışlardır; ben de öyle yapmaya çalışıyorum. Ben evimde, eşime bile bir defa olsun: ‘Bana şunu yap, şunu pişir, şunu al, bunu bırak, şunu getir, bunu götür!’ dememişimdir. Önüme ne getirirse, onu yerim. İstikamet, ihlas ve samimiyet çok önemlidir. İstikamet en büyük keramettir.”

Ali Yakup Hoca, kendine mal ettiği fikirleri, düşünceleri, inançları, idealleri, doğruları olan bir ilim adamıydı. O böyle olamayan, hep başkaları tarafından güdülmeye, kurulmaya, hareket ettirilmeye, doldurulmaya alışmış, başkalarına muhtaç, aşırı ve gereksiz teslimiyetçi, fikirsiz, düşüncesiz, eylemsiz, idealsiz, amaçsız, azimsiz, kararsız, dirençsiz, uyuşuk, pasif, edilgen, aşırı itaatkâr, sormadan, sorgulamadan, araştırmadan, incelemeden her şeye ve herkese boyun eğen, iyiyi kötüyü birbirinden kendi başına ayıramayan, olaylar karşısında kendiliğinden Müslümana yakışır doğru bir tavır geliştiremeyen, inanç ve ideallerinin mücadelesini kendi başına veremeyen tipleri hiç sevmezdi. Hele her türlü güce, iktidara, kuvvete, kudrete, baskıya, zulme boyun eğen, itaat eden, hak, hakikat uğrunda mücadeleden kaçarak mutluluk ve teselliyi pasiflikte arayan, uşak ve köle ruhlu, kötülere ve kötülüklere karşı tepkisiz, onlarla uzlaşmaya çalışan, bunlara bazen seyirci, bazen de destekçi olan, bu hayatı gerçek bir Müslüman gibi yaşamamış, ölmeden önce ölmüş canlı cenazelerden nefret ederdi. Bunların Müslümanlığını asla gerçek bir Müslümanlık saymaz; İslam adına İslam ahlakına tamamen ters ve aykırı mutsuz, umutsuz, kendine güvensiz, pasif, edilgen, pısırık, yılgın, ölgün, ezgin, bezgin zavallıları kıyasıya eleştirirdi.

Onun en çok acıdığı tipler ise; daha neyin ne olduğunu anlayamadan bilemeden, yanlış bir itaat eğitiminin ve itaat felsefesinin tuzaklarına düşmüş, böyle kötü tezgâhlardan geçmiş, yanlış ülkülerin ve ilkelerin kurbanı olmuş, hiçbir konuda kendine güveni ve saygısı kalmamış zavallılardı. Bunlar, hep başkaları tarafından yönetilmeye, yönlendirilmeye, kurulmaya muhtaç, hiçbir konuda ve hiç kimseye karşı tutum takınamaz, tavır koyamaz, karşı çıkamaz, isyan edemez, hiç bir konuda hiçbir şey yapmaz, yapamaz, yapmayı da düşünemezlerdi. Bunlar başta İslam olmak üzere, hiçbir inancın, fikrin ve idealin kavgasını ve mücadelesini veremez, her kötülüğe ve her kötüye eyvallah diyecek hale getirilmiş, kendisinin ve toplumunun geleceğiyle ilgili hiçbir kaygısı, fikri ve düşüncesi kalmamış, sadece geçmişin hayalleri ve hikâyeleriyle avunan, her şeye boyun kırıp eyvallah diyen, sözde çok kibar, çok nazik ve çok saygılı, sessiz, sedasız, hayatı ıskalamış bahtsızlardı. Bazıları, tabii işlerine de öyle geldiği için böylelerinin dindarlığını, Müslümanlığını, itaatini ve teslimiyetini çok idealize ederler ve bunu gerçek dindarlık ve Müslümanlık olarak göstermeye çalışabilirler. Ama Ali Yakup Hoca, böyle yıkıcı bir teslimiyet anlayışının İslam’da hiçbir yerinin olmadığı gerçeği üzerinde önemle durur, talebelerine de bu tiplere benzememelerini öğütlerdi.

O, Müslüman insan, tipinin, biçiminin, ahlakının, huyunun, karakterinin, halinin, tavrının, tutum ve davranışlarının nasıl olacağının Kur’an’da açıkça belli olduğunu, Kur’an’ı tam anlamıyla okuyup ve anlayan herkesin bunu rahatlıkla görüp, uygulayabileceğine vurgu yapardı. Ona göre, bir Müslüman yalnız Allah’ın boyasıyla boyanmalı, yalnız Allah’ın kalıplarına ve biçimlendirmesine uygun bir Müslüman haline gelmeye çalışmalıydı. Kur’an’daki Müslüman tipi, asla pasif, silik, ezik, yılgın, ölgün, bezgin, zelil, perişan bir tip değildir. Tam tersine, aktif, bilgili, dolu, başı dik, özü sözü doğru, net, kimlik ve kişilik sahibi, değişen değil değiştiren, dönüşen değil, dönüştüren, öldüren değil, dirilten, yıkan, bozan, ifsat eden değil, yapan, imar ve ıslah eden bir Müslüman tipidir.

Allah, bizden, hakkı ve adaleti ayakta tutan, iyiliği hâkim kılan, kötülüğün hükümranlığına son veren, canlı, diri ve aktif bir Müslümanlık istiyor. İnsanlığın da Müslümanların da kurtuluşu buna bağlıdır. Bu da ilimle, irfanla, bilgiyle olabilir. Asırlardan beri maalesef Müslümanlardan, kendi ülkelerinde ve topraklarında, her türlü ezilmişliğe, esarete, yabancı hâkimiyetine, İslam’a ve kendilerine yabancı ve düşman, insanlık dışı fikir ve düşüncelere, değişik zulüm ve baskılara, fitne ve fesada, esaret ve adaletsizliğe boyun eğmeyi, itaat etmeyi, bunlara kesinlikle karşı çıkmamayı, hiçbir direnç göstermemeyi, seslerini yükseltmemeyi, tavır koymamayı, mücadele etmemeyi, sakin ve edilgen olmayı hem de Müslümanlık adına isteyenlerin, bunları öğütleyenlerin haddi hesabı yoktur.

Kim tarafından savunulursa savunulsun, böyle yıkıcı bir teslimiyetçilik ve kötülüğe karşı gelememe psikolojisi, pedagojisi, anlayışı vb tutum ve davranışlar İslam’ın en başından açıkça yasakladığı ve mahkûm ettiği anlayış ve inanışlardandır. Kur’an’ın yüzlerce ayetinde ve yerinde Müslümanlar, Allah yolunda mücadeleye, savaşa, cihada, bu yolda ölüm dâhil başlarına gelebilecek her şeye karşı sabırlı, dayanıklı, azimli, kararlı, gayretli olmaya, direniş ve mücadele ruhuyla dolu olmaya çağırılıyorlar. Müslüman, yalnızca Allah’a boyun eğen, yalnızca O’na teslim olan, O’na güvenen, O’na dayanan, O’na boyun eğen bir kimsedir. Bu teslimiyet, insanı bütün başka korkulardan, esaretlerden, teslimiyetlerden kurtaran bir teslimiyettir, yani gerçek özgürlüktür. Çünkü gerçek özgürlük ancak Allah’a tam bir teslimiyet üzerine inşa ve bina edilebilir. Bu yüzden uyuşuk, ölü, pasif bir Müslüman, gerçek bir Müslüman olamaz. Böyle ölü birinin İslam’a dönebilmesi, Allah’ın istediği gibi Müslüman olabilmesi, Müslümanlaşabilmesi çok zordur.

İslamiyet bizden, gençlerimizin, çocuklarımızın enerjilerini, güç ve kuvvetlerini yok etmeyi, öldürmeyi değil; bunları Allah’ın rızası doğrultusunda diriltmeyi, şekillendirmeyi ve yönlendirmeyi istiyor. Onlara yanlış, İslam’a aykırı ve ters bir tevazu, kadercilik ve teslimiyetçilik adına köle ve uşak ruhlu olmayı değil, Müslümanca iman, inanç ve aksiyon sahibi olmayı öğretmemizi öğütlemektedir. Bizden onlara, Müslümanca bir hayatın nasıl olması gerektiğini, bu yolda mücadeleyle şeref, haysiyet, onur, cesaret, kimlik, kişilik kazanmayı, adalet, fikir, düşünce ve eylem sahibi olmayı, zulüm ve haksızlık karşısında en uygun ve en doğru tavrı alabilmeyi, gerektiğinde diklenebilmeyi, isyan edebilmeyi, karşı çıkabilmeyi onlara öğretmemizi, onları ona göre eğitmemizi istemektedir.

Allah, bize sadece başkalarına zulmetmemeyi değil, azıcık bile olsa zulme meyil etmemeyi, eğilim göstermemeyi, zulme razı olmamayı, seyirci kalmamayı da emretmektedir (Bakara Suresi, Âyet: 279, Hud Suresi, Ayet: 113)’. Bizim dinimizde zalimler kadar, onların zulümlerine seyirci kalanlar, razı olanlar da suçludur. Çünkü zulme seyirci kalanlar ve rıza gösterenler, zalimleri cesaretlendirmiş olurlar. Allah, zalimleri çok şiddetli bir şekilde uyardığı ve tehdit ettiği gibi onları destekleyenleri, zulümlerine seyirci kalanları, az da olsa onlara meyil ve eğilim gösterenleri de uyarmaktadır: ‘Zulmedenler, çok yakında nasıl bir devrimle devrilip gideceklerini göreceklerdir! (Şuara Sûresi Ayet: 227).’ ‘Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka (zaten) dostlarınız yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz! (Hud Suresi, Ayet: 113).

Ali Yakup Hocamın da bütün gayesi, emeli, sağlam karakterli, bilgili, seciyeli Müslümanlar yetiştirmeye çalışmaktı.

KURU BİLGİ DEĞİL, SİSTEMLİ BİLGİ

Ali Yakub Hoca, kendisini ve öğrencilerini eğitirken, sadece zihni kuru bilgilerle doldurmakla, onu belli konularda malumat sahibi yapmakla yetinmezdi. O, kuru ve sistemsiz bilgilerle dolu olan zihinlerin de kuru ve verimsiz olacağını çok iyi biliyordu. Böyle malumat kabilinden, kuru bilgilerden bir fayda sağlanamayacağını, verim elde edilemeyeceğini o bizzat görerek, yaşayarak öğrenmişti. Özellikle sosyal bilimlerde, verdiği bilgileri sebep sonuç ilişkisi içinde vermeye, öğrencilerinin aradaki bağlantıları ve determinizmi görüp anlayabilmelerine çalışırdı. Talebelerine, görünen her olayın, her vakıanın ardında çok değişik sebeplerin yattığının bilincine varabilmeyi, bu sebepleri bulup ortaya çıkarabilmeyi, bunları önem sırasına koyabilmeyi, öğrendiklerinin doğruluğunu yanlışlığını test edebilmeyi, yanlışları ayıklayabilmeyi, değişik bilgilerin sentezini ve analizini yapabilmeyi, daha sebepleri görür görmez sonucun nasıl olacağını kestirebilmeyi öğretmeye çalışırdı.

Kur’an’ın da insana sadece kuru ve hazır bilgiler vermekle, onun zihnini eskiden yaşanmış olayların kuru bilgisiyle, sebep sonuç ilişkileriyle doldurmakla ve meşgul etmekle de yetinmediğine işaret ederdi. Kur’an’ın bütününe serpiştirilmiş kıssaların, hikayelerin bir amacının da insan zihnini bu determinist olgunluğa ulaştırmak olduğuna dikkat çekerdi. Kur’an’ın insandan, sadece bunlarla yetinmeyip, daha değişik alternatifler üzerinde de düşünmesini, farklı sebeplerden farklı sonuçlar çıkarabilmesini, edinebildiği bilgilerden daha fazla ve daha yeni bilgiler de üretebilmesini istediğini düşünürdü. Allah, Kitabında bize olanı biteni, gerçek durumu anlattığı gibi eğer öyle değil de başka türlü olsaydı, başka sonuçlar çıkabileceğini de hatırlatmaktadır:

‘Eğer ehl-i kitap, iman edip (her türlü kötülükten, fesatçılıktan) sakınsalardı, elbette Biz, onların kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere yerleştirirdik. Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rab’leri tarafından kendilerine indirilen Kur’ân’ın hükümlerini hakkıyla yerine getirselerdi, şüphesiz ki yukarıdan yağmur gibi yağan ve yerden bol bol biten nimetler içinde kalırlar, onlardan yerlerdi (Yeraltı ve yerüstü servetlerden, zenginliklerden yararlanırlar, refah ve mutluluk içinde yaşarlardı). Onlardan aşırılığa kaçmayan mûtedil bir zümre de vardır ama onların çoğunun yaptıkları şeyler çok çirkin işlerdir (Maide Suresi, Ayet: 66).

‘O Hakkı inkâra şartlanmış kafirlere anlat ki; eğer vazgeçerlerse olup bitenlerden ötürü bağışlanırlar. Yok, eğer (yine küfre ve isyana) dönerlerse, o zaman geçmişte onlar gibi olanların başlarına gelenler (onların da başına gelecektir) (Enfal Suresi, Ayet:38).’

EĞİTİMDE GÖZLEM VE DENEYİN ÖNEMİ

Kur’an, insanı eğitirken bazen gözlem, bazen deney, bazen de benzetme yöntemine başvurmaktadır. Özellikle önemli meselelerde bilgi ve hikmet yüklü benzetmeler, hayal gücünü de harekete geçirerek anlamayı kolaylaştırır, anlamaya dönüşür. Benzetmeler hayalle bilgi arasında köprü görevi görür. Ama sadece hayal âleminde kalıp, sistematik bilgi dünyasına geçiş olmadığı takdirde insan, hayalperest olur. Hayal âleminde sıkışıp kalmak, ruh hastalığı halini alır. Kur’an’daki benzetmeler insanın hayal âlemindeki sıkışıklığı gideren, onun hayal âleminden sistemli bilgi dünyasına geçişini temin eden köprülere benzer. Kur’an bazen, manevi bir hali, maddi bir şeye benzeterek insan zihnine sunar. Fiziki dünya ile fizik ötesi âlem arasında köprüler kurar. Hayvanlar âleminden, bitkiler âleminden benzetmeler yapar, tabiat olaylarıyla misaller verir. Bu benzetmeleriyle de insana iyinin ve kötünün bilgisi verilir:

‘Gördün ya Allah nasıl bir benzetme yaptı! Hoş bir kelime olan tevhid ve şehadet, kökü yerde sabit ve dalı budağı yukarılara uzanan hoş bir ağaca benzer. O ağaç Rabbinin izniyle Allah, her diledikçe meyvesini verir. Allah insanlara böyle misaller verir ki, iyi düşünüp ibret alsınlar (İbrahim Suresi, Ayet: 24-25).’

Her şey zıddıyla tanındığı gibi iyi ve kötü de aralarındaki zıtlıkların bilinmesiyle tanınabilir. Eğitim metotları insanın fıtri yapısına göre ayarlanmalı, insandaki iyiyi örnek alma, kötüden nefret etme özelliği dikkate alınmalı, iyi ve kötünün tanıtılmasında insanın bu özelliklerinden sonuna kadar yararlanılmalıdır. Alışkanlıkları yüzünden insan bazen kendisini kötülüklerden alıkoyamasa bile yine de her zaman iyinin özlemini çeker. İyi olamamanın burukluğunu ve acısını içinde hisseder. Daha ileri safhalarda da kötülüğe tepki göstermeye başlar. Özellikle ahlaki eğitim bakımından, iyinin ve kötünün örneklerle tanıtılmasının insan zihnine büyük yararları vardır. Davranışların çoğu insan zihninden idare edilir. Hangi davranışın insan şahsiyetine zarar, hangilerinin fayda verdiğinin, iyi ve kötü bilgisiyle insan zihnine tanıtılmasıyla davranışlarda da bir düzelme olabileceği beklenebilir:

‘Gerçekten Biz bu Kur’an’da insanlar için her misali getirdik. Olur ki öğüt alırlar (Zümer Suresi, Ayet:27).’

MALUMAT SAHİBİ DEĞİL, İLİM SAHİBİ OLMANIN ÖNEMİ

Ali Yakub Hoca, Diyanet’in Haseki Eğitim Merkezi’nde ders verdiği dönemde, bir gün öğretmenler odasına girerken gözü, burada ders veren saygın hocalardan, fıkıh bilgisini ve bu alandaki üstünlüğünü çok takdir ettiği Halil Gönenç Hoca’ya ilişir. Hoca’yı görür görmez yine muzipliği tutar ve ona takılmadan edemez:

  • Yahu Halil Hoca! Sen burada böyle rahat rahat, hiçbir şeyden

habersiz keyfince oturuyorsun ama millet seni iyice diline dolamış, herkesin diline düşmüşsün haberin bile yok! Biliyor musun halkımız, senin için neler, neler diyormuş?

Halil Gönenç Hoca biraz şaşkın:

  • Bilmiyorum, Hocam! Hayrola, ne diyorlarmış?
  • Azizim senin için halkımız, ‘Yahu şu Halil Gönenç Hoca var

ya! Çok iyi bir fakih! Fıkıh konusunda üstüne yok! Çok kuvvetli bir fıkıh âlimi ama bir eksiği var! Keşke o eksiğini tamamlasa, ne iyi olurdu? diyormuş.

  • Neymiş Hocam, o eksiğim! Onu da söylüyorlar mı bari!
  • Tabii, söylemezler mi, onu da söylüyorlar. Benim duyduğuma göre

halkımız; Halil Hoca, keşke tasavvuf konusuna da biraz eğilse, o konudaki eksiklerini de tamamlasa var ya; o zaman çok mükemmel, dört dörtlük, adeta çift kanatlı olacak! Artık hiç kimse onun eline su dökemez! diyormuş. Benden söylemesi, ben aracıyım, elçiye de zeval olmaz! Halil Hoca:

  • Vallahi Hocam, ne desem bilmem ki! Halkımız söylüyorsa, herhalde

doğrudur, der. Ama Ali Yakup Hoca lafı burada bitirmez:

  • Azizim, bir tek sen değil, ben de bu milletin diline düşmüşüm! Benim

için de neler diyorlarmış, neler? Peki, sen halkımızın benim hakkımda neler söylediğini duydun mu?

  • Yok, Hocam, duymadım! Acaba sizin hakkınızda neler

söylüyorlarmış.

  • Yahu Halil Hoca, senin de memlekette olup bitenlerden hiç

haberin yok! Azizim, kulağın biraz delik olsun! Halkımız, benim için de diyormuş ki; ‘Şu Ali Yakup Hoca var ya! Onun da tasavvufi yönü çok kuvvetli! Adam tam bir derviş! Yalnız onun da çok önemli bir eksiği var! Fıkıh ilminde zayıf! Keşke fıkhı da biraz daha iyi olsa! O zaman eksiğini tamamlamış olurdu, diyorlarmış. Halil Gönenç Hoca gülmeye başlamış. Ardından da:

  • Eeee Hocam, ne yapacağız o zaman? Bu derdin çaresi, bu meselenin

bir çözümü yok mu?

  • Olmaz olur mu azizim! Hiç çözümsüz sorun, çaresiz der olur mu?

Elbette bunun da bir çözümü ve çaresi var! Ama halkımız diyormuş ki; Ali Yakub Hoca, tasavvuf ilmindeki eksiğini gitsin Halil Gönenç Hoca’dan tamamlasın, Halil Gönenç Hoca da fıkıh ilmindeki eksiğimi Ali Yakub Hoca’dan tamamlasın! En iyisi sen gel, benim fıkıh hocam ol! Ben de senin tasavvuf yolundaki üstadın olayım; eksiklerimizi tamamlayalım da böylece şu milletin dilinden kurtulalım! Yoksa ikimizin de çekeceğimiz var! Benden söylemesi!…

  • Vallahi doğru söylüyorsun Hocam! Bu bence de bu çok iyi fikir!

Denemeye değer, çok iyi bir tedbir ve çare!

O sırada odada bulunan Haseki Eğitim Merkezi Müdürü de Ali Yakup Hoca’ya benzer bir soru yöneltme gafletinde bulunur:

– Peki, Hocam, halkımız acaba benim için ne söylüyor? Sizin kulağınız çok delik olduğuna göre, herhalde o konuda da kulağınıza bir şeyler gelmiştir! Lafını dudaktan sakınmayan Ali Yakup Hoca, yine de müdüre kendisini hiç ilgilendirmeyen bu şakalaşmadan uzak durması konusunda onu uyarmak ister:

– Vallahi azizim; senin için söyleneni ne sen sor, ne ben söyleyeyim!

– Niye hocam?

– Niye olacak azizim, katiyen duymak istemezsin! Çünkü söylenenler, hiç de senin hoşuna gidebilecek şeyler değildir. Onun için ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Bu açıklama karşısında merkez müdürü daha da meraklanır:

– Olsun Hocam! Siz, yine de söyleyin! Ben halkımızın benim hakkımda söylediklerini, hoşuma gitmese de dinlemeye çoktan hazır ve razıyım!

– Peki, Azizim! Madem bu kadar ısrar ediyorsun, öyleyse günah benden gitti! Senin için de, halkımız, ‘Şu Haseki Eğitim Merkezi Müdürü var ya! O, da ne fıkıhtan anlar, ne de tasavvuftan! Hatta onun bu alanlarda malumat kabilinden, sistemsiz, düzensiz eski bildiklerini de unutması lazım! Ondan sonra da tasavvufa, sıfırdan, yeni baştan Ali Yakup Hoca’da; fıkha da Halil Gönenç Hoca’da sıfırdan ve yeni baştan başlaması gerekir, diyorlarmış.

Ali Yakup Hoca, bu sözleriyle hem fıkhın yani şeri ilimlerin, hem de tasavvufun ne kadar önemli olduğunu, bu alanlardaki yarım yamalak, üstünkörü, sistemsiz, malumat kabilinden bilgilerin hiçbir işe yaramayacağını, hatta faydadan çok zarar getirebileceğini çok güzel bir şekilde özetlemişti. Ali Yakup Hoca, yarım yamalak, üstünkörü, kulaktan dolma bilgilerle üstat, hoca, âlim geçinenleri kıyasıya eleştirmekten hiç geri kalmazdı.

BAZI ÂLİMLER VE ESERLERİ HAKKINDAKİ

DEĞERLENDİRMELERİ

Ali Yakub Hoca derdi ki:

‘Ben, hayatta en çok üç kişiden etkilendim. Gazali, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Hasan El Bennâ… ‘Hasan El Benna ve onun kurduğu İhvan-ı Müslimin Teşkilatı, daha sonra Mevdudi, İslam dünyasının ve bütün Müslümanların uyanışında ve gençliğin yetişmesinde çok büyük roller oynamışlar ve tesirler icra etmişlerdir. Bence yirminci asrın en faal, en akiyoner fikir ve eylem adamı Hasan El-Benna’dır. Hasan El Bennâ ameli, pratik ve faal bir kimseydi. Sabah erkenden kalkar, doğru dürüst bir şey yiyip içmeden gece saat 12’lere kadar durmadan çalışırdı. İnsana hitap ettiği zaman, kalbini mıknatıs gibi çekerdi. Hayatını Allah’a vakfetmiş bir adamdı. Allah, sanki onu bu asırda gençliğe rehber olsun diye özel olarak ve özel bir amaç için yaratmıştı. Bilhassa üniversite gençliğini yeniden diriltti. Mısır’da muazzam bir topluluk meydana getirdi. Büyük bir mefkûre, fikir ve eylem sahibi, büyük ve seçkin bir gençlik meydana getirdi. Onun yetiştirdiği, ihlaslı, samimi, İslamı’n ruhunu iyi anlamış, iyi yazan, iyi konuşan, iyi yaşayan fikir ve eylemleriyle kendini ispat etmiş bir gençlik hareketi, günümüzde de tüm Ortadoğu’nun ve İslam aleminin umudu olmuş durumdadır. İslam için, bu çok büyük bir güç ve kuvvettir. Ama Amerikası, İngilteresi, Yahudisiyle bütün Batı dünyası bunları hiç sevmez. Başa geçmemeleri, iktidara gelememeleri, gelseler bile başarılı olamamaları için, onları tepelemek, yok etmek, birbirine düşürmek, yollarından çevirmek için her şeyi yaptılar, yapıyorlar ve yapacaklar da. Ama ne olursa olsun ben, bunlar iktidara gelseler de gelemeseler de, bunların İslam için yine de büyük bir kazanım olduklarına, bundan sonra çok büyük yararlıklar göstereceklerine inanıyorum. Eskiden böyle bir güç yoktu. İslam, sadece bir inanç ve akide olarak vardı ama bir fikir akımı, aktif ve eylemli bir güç olarak ortada görünmüyordu. Ben, dinimizi, İslam’ın esaslarını, hükümlerini hocalarımdan bilhassa Mustafa Sabri Efendi’den çok iyi dinlemiş ve öğrenmiştim. Ama günümüzde İslam’ın nasıl yaşanması ve nasıl yaşatılması gerektiği, nasıl yayılacağı ve nasıl uygulanacağı gibi konularda Hasan El Bennâ’nın gayret ve çabaları, çalışmaları da beni çok etkilemiştir.

Ali Yakup Hoca, Gazali’ye çok hayrandı. ‘Vallahi Azizim! Gazali’nin İhya’sını tanıdıktan sonra bu bana yetti!’ derdi. Ali Yakup Hoca, 20 yıla yakın bir süre haftanın bir gününü Gazzali’ye ve onun İhya’u Ulûm’id-Din adlı ölümsüz eserini okutmaya ayırmış, bu dev eseri baştan sona talebelerine okutmuştu. Şeker hastalığından dolayı felç geçirip, yoğun ders okutma temposunu sürdüremeyecek duruma geldiğinde, Gazali’nin binlerce sayfalık, 4 ciltlik, bu büyük eserinin tamamlanmasına sadece onbeş sayfa kalmıştı. Bu dersi izlemeye gelen talebe sayısı zamanla o kadar çok artmıştı ki, Hoca, bunların çoğunu tanıyamazdı. Bazen sokakta rastladığı adını bile bilemediği talebeleri gelir, halini hatırını sorarlardı.

Hoca’nın Gazali’nin dört ciltlik İhya adlı eserini okutması, onun çok bilinçli bir tercihiydi. Ta Mısır yıllarında Gazali ve onun en büyük eseri İhya-u Ulum’id’Din ile tanışmış, çok etkilenmiş ve bunun üzerine iyice yoğunlaşmıştı. O’nun bu eserini çok büyük bir vukufla, sosyoloji ve psikoloji gibi modern bilimlerle ve herkesin çok iyi tanıdığı Batının önemli bilim adamlarının felsefeleri ve görüşleriyle karşılaştırmalı olarak okuturdu. Kendi mizacıyla ilgili önemli ipuçları da veren bu yönü, onu Gazali ve İhya’sı ile ömrü boyunca haşir neşir olmaya yöneltmiş; tartışmasız tam bir Gazali ve İhya uzmanı otoritesi haline getirmişti.

İhya’da anlatılan konuların büyük çoğunluğu, insan davranışlarıyla ilgili olduğu için Ali Yakup Hoca, yeri geldikçe insan davranışlarını inceleyen psikoloji biliminin verilerine de derslerinde yer verir, Gazzali’yi özellikle Freud’la çok karşılaştırır ve kıyaslardı. O, her ikisinin fikir ve düşüncelerini, görüşlerini bütün detaylarıyla ve derinlemesine incelemiş ve çok iyi anlamış ve tanımış bir bilim adamıydı. Gazzali’yi Freud’la, İhya’da işlenen insan psikolojisi ile ilgili konuları da Freud’un görüşleriyle karşılaştırmalı olarak anlatabilmesi, her yönüyle ele alıp irdeleyebilmesi, bu konularla uğraşanlar ve erbabı için, çok ilginç, eğitici, öğretici ve tadına doyum olmaz ilmi ziyafetlerdendi.

Ali Yakub Hoca, Gazzali’ye ve İhya’sına bu kadar çok önem vermesinin, hayran olmasının ve haftada bir gününü onun İhya’sına ayırmasının nedenini şöyle açıklardı:

‘Vallahi Azizim! Gazali, ahlak konularını İslam’a bağlayan çok büyük bir ahlakçı ve psikologdur. Hakikaten tarih-i beşerde Gazzali kadar büyük bir psikolog yetişmemiştir. Ben, psikoloji sahasında da yazılmış pek çok kitap okudum. Ama psikoloji alanında da insanı insana, insan gibi, insan olarak Gazali kadar başarılı bir şekilde tanıtan başka bir ilim adamına da rastlayamadım. En sonunda, bütün insanlık tarihi boyunca, insanı bütün yönleriyle inceleyip, anlayabilen, sonra da anlatabilen ve insanı aydınlatabilen İmam-ı Gazzali kadar büyük bir psikolog yetişmediğine kanaat getirdim. Örneğin ben, Freud’u da çok okudum ve inceledim. Batılıların büyük psikolog saydıkları Freud, tutar insanı hayvana benzetir; başta şehvet olmak üzere insandaki hayvansal özellikleri, güdüleri tamamen serbest bırakmayı salık verir ve insanı adeta hayvanlaştırmayı teşvik eder. Hâlbuki aynı konularda Gazali, insana insan gibi yaklaşır. İnsanı şehvet bataklıklarından kurtulma yollarını göstermeye, onu aşağıların en aşağısı bir durumdan yücelerin en yücesine, melekût âlemine doğru yükseltmenin, onu şeytanlıktan kurtarmanın, adeta melekleştirmenin yollarını bütün ayrıntılarıyla göstermeye ve açıklamaya çalışır. Her yönüyle insanı, insanın özelliklerini, neden mürekkep olduğunu, Hakk’ka nasıl vasıl olacağını, Kitap ve sünnete dayanarak hiç kimse Gazali kadar güzel anlatamamıştır. Gazzali, insana gerçek değerini verebilmiş, onu kâinattaki gerçek yerine oturtabilmiş çok büyük bir dehadır. İnsanı hayvani, şehevi, şeytani istek ve duygularının esaretinden kurtarabilmenin, onu varlık gayesini gerçekleştirebilecek insanı kâmil haline getirebilmenin çarelerini ve yollarını araştırmış, bunda da çok başarılı olabilmiş büyük bir ilim adamıdır. İhya, Gazali’nin en önemli eseridir. O, bu eserini ömrünün son zamanlarında, dolayısıyla olgunluk döneminde yazmıştır. İnsanı Hakk’ka, hakikata, olgunluğa götüren, yükselten, yücelten ahlak konularını kılı kırk yararcasına bütün bütün incelikleriyle araştırmış, bunları ayet ve hadislerle de ispatlamıştır. Öte yandan yine insanın şehvet, hırs, tama, haset, kin gibi kötü duygularını nasıl dizginleyebileceğini incelemiş, bunların şerrinden ve Allah’ı bırakıp şeytana ve tağutlara kul olmaktan nasıl kurtulabileceği konuları üzerinde de derinlemesine düşünmüş, bunların çarelerini araştırmış, vardığı sonuçları da mükemmel bir şekilde açıklayabilmiştir. Onun, İhya adlı bu muhteşem eseri, her zaman aşkla ve şevkle okunmaya değer bir kitaptır. Bundan dolayı da İslam dünyasında kendisinden sonra yazılmış bütün önemli ahlak kitaplarının neredeyse tek kaynağı olmuştur. Bu yüzden bu kitabı çok okumak ve burada anlatılanları meleke haline getirmek her Müslüman için çok gereklidir. Ben, Gazali’nin İhya’sını tanıdıktan sonra bu kitap bana da yetti diyebilirim!

Ali Yakup Hoca, kim yazarsa yazsın, kim söylerse söylesin her okuduğuna veya duyduğuna, her şeye, öyle körü körüne inanan, bağlanıp saplanıp kalan biri değildi. Kitaplarda yazılı olanları papağan gibi tekrarlamakla ve nakletmekle yetinmezdi. Kitaplardaki bilgilerin eleştirisini, tahlilini, analizini, sentezini de yapardı. O her şeyi, ulaşabildiği bütün bilgileri ölçer, biçer, tartar, eleştiri süzgecinden geçirir, tahlilini, analizini, sentezini yapar, her yönüyle değerlendirirdi. O kadar çok sevmesine, saygı duymasına, takdir etmesine, etkisinde kalmış olmasına, hatta çok hayran olmasına rağmen, İmam-ı Gazali’nin görüşlerini bile hemen körü körüne, o söylüyor diye kabul etmez; bunları da vahiy, akıl, mantık, tahlil ve eleştiri süzgecinden geçirirdi. Okutacağı derse önceden kendisi iyice hazırlanır, ders konusunu derinlemesine inceler, kitapta yazılanların tahlilini yapar, öyle gelip öğrencilerinin karşısına çıkardı. Bir defasında İhya dersinde Gazali’nin kader konusunda yazdıklarını okuyorduk. Bu konudaki Gazali’nin açıklamalarının da yetersiz kaldığı, hatta bazı yanlışlar ve hatalar da içerdiği kanaatine varmış olacak ki öğrencilerine: ‘Azizim! Bu kader konusu çok çetrefilli, kolay anlaşılamayacak ve anlatılamayacak meselelerdendir. Hazreti Peygamber boşuna bu mesele üzerinde gereksiz tartışmalara girmeyi yasaklamamış! Bakın bu konuyu Gazzali bile pek anlayamamış!’ demişti.

Çok sevdiği, takdir ettiği, hayran olduğu İmam-ı Gazali’nin daha başka konulardaki bazı fikir ve düşüncelerini, görüşlerini de eksik, yetersiz, hatta yanlış bulduğu, eleştirdiği, yeri geldiğinde ‘Azizim! Burasını Gazzali de pek anlayamamış!’ dediği, dersini takip eden kalabalığın büyük çoğunluğu için faydasız veya gereksiz gördüğü, onların yanlış anlayabileceğini veya hiç anlayamayacağını düşündüğü bazı bölümleri atladığı, daha sonraki bölüme geçtiği de oluyordu. Bazı bölümler için ise sadece buraları okuyup anlayabilecek ve tartışabilecek seviyedeki öğrencilerine: ‘Buraları siz evde okuyun, sonra beraberce müzakere ederiz!’ diyor, böylece bazı yanlış anlamaların önüne geçmeye çalışıyordu.

1970’li yıllarda İhya’nın günümüz Türkçesine tercüme edilmesi gündeme geldiğinde Hoca, bu konudaki fikirlerini şöyle dile getirmişti:

‘Azizim! İhya’nın şimdiye kadar pek çok tercümesi yapılmıştır, bugün piyasada da pek çok tercümeleri vardır ama bence hepsi çok yetersizdir. Çünkü İhya gibi bir kitabı tercüme etmek, sadece kuru Arapça bilgisiyle olmaz. Onu tercüme edecek adamda önce Gazali’nin ihlâsının da bulunması gerekir. Yoksa o tercüme, kuru bir metinden ibaret kalır. Bu yüzden ben, böyle temel kitapların tercümeden çok ehil kimseler tarafından okutulmasını daha verimli ve yararlı görürüm. İhya gibi önemli kaynak kitapları ehil olmadıkları halde tercümeye kalkanların durumunu da ben, nalbantta ayağını nallatan atı görünce, kendi ayağını da nallatmak için uzatan kurbağaya benzetirim. Bakalım sende nallanabilecek ayak var mı? Görüp anlayabildiğim kadarıyla, bizdeki eksiklik sadece ilim eksikliği değildir. Bunun yanında çok büyük bir ihlas, samimiyet ve tevazu eksikliğimiz, mahrumiyetimiz de var ve bu belimizi iyice bükmektedir. Tevazuun da öyle mecazi değil, hakiki bir tevazu olması ve bazı konularda mahviyetkarlık şeklinde kendini göstermesi lazımdır. Ne yazık ki biz, ilimle beraber bunlardan da mahrum kalmışız!”

Ali Yakup Hoca, Gazzali’yi akla, akılcılığa, akıl yürütmeye karşıymış, hatta düşmanmış gibi göstermeye çalışanlara da çok kızardı. Ona göre Gazali hiçbir zaman fıtri akla, aklı yerinde ve doğru bir biçimde kullanmaya karşı olmamıştır. Aksine o, akla son derece önem ve değer verirdi. Gazali’nin karşı çıktığı akıl ve akılcılık, onun yaşadığı dönemde öne çıkarılan ve benimsenen Pisagor, Eflatun, Aristo gibi inançsız, sapık Yunan filozoflarının ve felsefecilerinin sapık akılları ve akılcılıklarıydı. Gerçek, salim, sağlıklı, selim akıl olmaktan çıkmış, nefse uymuş, hatta kötülüğü emr eden nefis haline gelmiş bir akılcılıktı. Fıtri yapısı ve özellikleri bozulmuş, güvenilir bir ölçme ve değerlendirme aracı olmaktan çıkmış bu sapık akla ve akılcılığa karşı Gazali, İslam’ı ve İslam’ın ilkelerini savunmuş, dine aykırı felsefe bataklığına saplanıp kalmış bazı Müslüman filozofların da yanıldıkları ve sapıttıkları noktaları bütün açıklığıyla ortaya koymaya çalışmıştır. Ali Yakub Hoca’ya göre; Gazali’de asla akla ve akli bilimlere düşmanlık yoktur. Gazali akılla gönlü uzlaştırabilmiş bir bilim adamıdır. O, aklı doğru ve sağlam bilgi ile vicdanı din ve ahlakla, ruhu da ilahi aşkla geliştirmekten yana olan büyük bir Müslüman âlimdir.

MIZRAKLI İLMİHAL HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Hoca, kendileri işe yarar hiçbir ilmi, fikri, dini eser, faydalı bir iş ortaya koyamadıkları, yeni bir şey üretemedikleri halde, sürekli başkalarını ve başkalarının yaptıklarını eleştirenlere ağızlarının payını vermekten geri kalmazdı. Örneğin, Mızraklı İlmihal’in ilmi bir eser olmadığını, derme, toplama bir kitap olduğunu, içinde bazı yanlışların, hataların bulunduğunu iddia ederek ileri geri konuşanlara, bu eseri haksız yere alabildiğine eleştirenlere, beğenmeyip, burun kıvıranlara şu karşılığı verirdi:

– Azizim! Mızraklı İlmihal’in ve onu yazan kimsenin, o günün şartlarında bu millete çok büyük, çok hayırlı ve faydalı hizmetleri olmuştur. Bir kere öncelikle bunu iyi görmek, iyi anlamak ve hakkı teslim etmek lazımdır! Biliyor musunuz, bu kitabın yazarı da, hangi tarihte yazıldığı da tam olarak belli değildir. Hatta bu kitabın adı bile yoktur. Bu kitaba Mızraklı İlmihal adını da millet vermiştir. Anlaşılan bu kitabı yazan zat, öyle ihlâslı bir kimseymiş ki, kitabında kendi adını zikretmediği gibi, kitabına bir ad bile koymamıştır. Ama millet, bu kitabı beşyüz seneden beri her kitaptan daha çok beğenmiş, her kitaptan daha çok yararlı bulmuş ve severek okumuştur. Müslüman Türk halkı arasında, Mızraklı İlmihal kadar çok okunan, bu milleti onun kadar çok etkileyen, bilgilendiren, onun zihniyetini, dünya görüşünü, dünyaya ve olaylara bakışını, dînî, ahlâkî, sosyolojik ve siyasî tutum ve davranışlarını onun kadar belirleyen, biçimlendiren başka bir kitap yoktur. Öyle ki, bu milleti tanımak isteyenlerin, işe önce bu kitabı tanımakla başlamaları gerekir.

Anlaşıldığı kadarıyla bunu yazan zat bakmış ki, her Müslüman’ın mutlaka bilmesi, öğrenmesi, yapması, yaşaması gereken konularda millet çok cahil! Bu alanda çok büyük bir açık ve ihtiyaç var. Bu soruna pratik bir çare olsun diye, halk için, açık, seçik, kısa, az, öz ve özet bilgilerle bir kitapçık hazırlamış. Kitabında halka en çok lazım olan, dinle, imanla, ahlakla, ibadetlerle ilgili bilgileri, yine halkın kolay anlayabileceği, basit, sade ve şiir gibi akıcı bir halk diliyle, öğretici, akılda kalıcı bir üslupla yazıya dökebilmiş, bunu halkın istifadesine sunabilmiştir.

Bugün, hatta öteden beri bazı kendini beğenmiş, hadsizler, kalkıp Mızraklı İlmihal hakkında akıllarına geleni, ileri geri her şeyi söylüyorlar. Onun, ilmi bir eser olmadığını, toplama bir halk kitabı olduğunu, içinde yanlış bilgiler, zayıf rivayetler, hatalı yorumlar, yanlışlığı ortaya konabilecek türlü fikir ve düşünceler vs bulunduğunu iddia ediyorlar. Olabilir! Bu iddialarının bir kısmında haksız da sayılmazlar. Ama bunu yazan adam zaten ilmi bir eser yazma iddiasıyla ortaya çıkmamış ki… Nihayetinde bu eser, beşyüz sene önce, o zamanın ihtiyaçlarına göre ve o günün anlayışıyla yazılmış, üstelik yazarı da belli olmayan, üzerine her dönemde zaman zaman değişik ilaveler de yapılmış bir kitaptır. Özellikle terğîb ve terhîb, yani okuyucuyu bazı konularda teşvik etmek, heveslendirmek, bazı konularda da sakındırmak, korkutmak amacıyla kitaba konmuş abartılı, mübalağalı anlatımlar da eksik değildir. Evet, kitabın konuları ele alış ve anlatılış tarzı da modern anlamda metodik ve bilimsel bir eser değildir. Adamcağız kitabına Hz. Adem’le yani ilk insanla başlamış, ölümle, yani insanın bu dünyadan ayrılışıyla son vermiş. Bu arada inanç, ibadet, ahlâkla ilgili konuları hayatın ayrılmaz ve bölünmez parçaları gibi içice ve yan yana ele almış. Kitabını yazarken kendisine göre bir metot izlemiş. Mızraklı İlmihal’in bu eksiklerine, kusurlarına daha başka bir sürü şey de eklenebilir. Ama ne olursa olsun, kim ne derse desin, hiçbir şey bu milletin, beş yüz yıl dinini bu kitaptan öğrendiği gerçeğini değiştirmez.

Halkın anlayabileceği sade bir dile, kısa cümleli basit bir anlatım tekniğine sahip Mızraklı İlmihal, Osmanlı toplumunda en çok okunan ve ezberlenen eserler arasında yer almıştır. Sıbyan mekteplerinde dini bilgilere bir giriş kitabı olarak okutulduğu gibi, ayrıca camilerde, köy odalarında ve evlerde bir yaygın eğitim kitabı olarak ilgiyle okunmuş, halkın din anlayışını da derinden etkilemiştir. Modernleşme ve batılılaşma döneminde de dine saldırmak isteyenler, adını da zikrederek en çok Mızaklı İlmihali eleştirmişler, onu saldırılarının ilk hedefi haline getirmişlerdir. Ne kadar çok tenkit etseler, saldırsalar, beğenmeseler, burun kıvırsalar, dudak bükseler, kayıtsız kalsalar da, gelmiş geçmiş bunca asırlar içinde hiç kimse bu milletin eline bundan daha iyisini, yararlısını, güzelini, anlaşılabilir, okunabilir bir temel dini bilgiler kitabını hazırlayıp verememiştir.

Peki, eğer Mızraklı İlmihal de olmasaydı acaba bu millet, dinini, nereden hangi kaynaktan ve nasıl öğrenecekti? O zaman bu milletin hali daha mı iyi olacaktı? Maalesef bizde bunları düşünebilen, bunlar üzerinde kafa yoran, emek harcayan, eleştirdiği şeyin yerine daha iyisini, daha hayırlısını ve daha yararlısını koymaya çalışan, koyabilecek durumda olan hiç kimse yok! Ama incelemeden, araştırmadan, hatta utanmadan, arlanmadan tenkit eden çok! Tabii başkasının yaptığı bir işi eleştirmek, tenkit etmek çok kolaydır ama ‘Haydi daha iyisini sen yap getir!’ dediğinde de buna talip olan, yapabilecek gücü ve iktidarı olan da yok!

Mızraklı İlmihal, Osmanlı ilmihal geleneğinin ilk örneklerinden biri sayılır. Adı ve yazarı belli olmayan kitabın aslının, 1480’de Edirne’de vefat etmiş Muhammed İzniki’nin Miftâh-ul Cennet’i olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, daha geç dönemlerde XVI. yüzyıldan sonra yazıldığına dair rivayetler ve görüşler de vardır. Mızraklı İlmihal, asırlar boyunca yapılan türlü eklemelerle anonim bir eser haline gelmiştir. 1842’de yapılan ilk baskısından sonra pek çok baskıları yapılmış, Osmanlı İmparatorluğunun her tarafına dağıtılmıştır. Birçok baskısının kenarlarına namaz, ibadetler, dualar, tasavvuf ve ahlâkla ilgili küçük risaleler de eklenmiştir.

KÖY VE SIBYAN MEKTEBİ HOCALARI

İstanbul’da kendisine derse devam ettiğim yıllarda, yazları köye, dedemin yanında gidiyor, ona da yardım etmeye çalışıyordum. Adamsız iş görmenin imkânsız olduğu köy hayatında, özellikle yazın iş döneminde dedemin, benim yardım ve desteğime çok ihtiyacı oluyordu. Ben de yardımcı olmasam, yaşı seksene yaklaşmış bu yaşlı adamın, o kadar yoğun ve ağır işlerin altından kalkabilmesi mümkün değildi. Ben de okullar kapandıktan sonra, bu nedenle İstanbul’da fazla kalamıyor, hem çok sevdiğim, hem de yardımsız ve adamsız olduğu için çok acıdığım dedeme yardım edebilmek için yaz tatilimin büyük bölümünü köyde onun yanında ona yardım ederek geçiriyordum. Hocam da benim bu tutumumu makul ve normal karşılıyordu. Hatta zaman zaman bana dedem hakkında, örneğin nasıl bir adam olduğu, ne iş yaptığı, neyle uğraştığı, nasıl bir hayat yaşadığı gibi değişik konularda sorular sorar, benim belki de bazen çok uzun ve gereksiz sayılabilecek açıklamalarımı bile hiç bıkmadan ve usanmadan dinlerdi.

Dedemin öyle sağlam, köklü, sistematik bir eğitimi, fazla bir dini bilgisi, derin hocalığı âlimliği filan yoktu. Mektep medrese görmemiş, düzenli bir eğitim almamıştı. Fakat köy şartlarında kendisini oldukça iyi yetiştirmiş, çok samimi bir dindar ve iyi bir Müslümandı. Hem yeni harflerle hem de eski harflerle okuyup ve yazabiliyordu. İstiklal Savaşı gazisiydi. Kur’an-ı çok işlek, düzgün, harflerini yerli yerinde çıkararak, tecvid üzere okurdu. Kur’an’dan epeyce ezberi de vardı. Kendi köyümüzde, mahallemizde, hatta Anadolunun değişik köylerindeki sıbyan mekteplerinde ve camilerde uzun yıllar hocalık yapmış, binlerce çocuğa Kur’an-ı Kerim ve Mızraklı ilmihalden de olsa temel dini bilgiler öğretmişti. Ramazan aylarında mahallemizin mescidinde teravih kıldırırdı. İki oğlunu da hafız olarak yetiştirmiş, onları dini tahsile yönlendirmişti.

Yaşı daha gençken, yani ben daha doğmadan önceleri, Ramazan aylarında Anadolu’ya hocalık yapmaya da gidermiş. O zamanlar Anadolu’nun çoğu köylerinde, doğru dürüst âlim, ulema bulmak bir yana, namaz kıldırabilecek, cenaze kaldırabilecek kadar bile dini bilgisi olan birisini bulabilmek bile kolay değilmiş. Teravih namazı kıldırabilecek adam da bulamadıkları için, özellikle Ramazan ayları, Anadolu’daki hoca kıtlığının ve ihtiyacının en çok hissedildiği dönemlermiş. Dedem de, bu sınırlı hocalığına ve dini bilgisine rağmen, garip, unutulmuş Anadolu köylerinde, o zamanın kıstaslarına göre adamakıllı, iyi bir hoca sayılıyormuş.

Anadolu insanının doğru dürüst bir teravih namazı kıldırabilecek adam bulmak için çektikleri sıkıntıları, zorlukları o günleri yaşayanlar uzun uzun anlatırlar. Anlatılanlara göre, bazı köyler Ramazan iyice yaklaştığı halde hoca bulamamaktan dolayı çok darlanırlar, sıkılırlar, ve bunalırlarmış. Hatta köy halkı, köyün ileri gelenlerini Ramazan hocalığına tutacakları adaylarda aradıkları özellik ve nitelikleri yüksek tutmakla, çok ince eleyip sık dokumakla suçlarlarmış. Onlar da köylülerin dilinden kurtulabilmek için, aradıkları vasıfları düşürdükçe düşürürler ama yine de hoca bulamadıkları Ramazanlar bile olurmuş. Hâlbuki çok fazla bir şart şurt da koşmazlarmış. Köyün ileri gelenleri hoca olarak tutmak istedikleri adaylara fazla soru sormaya bile korkup çekinirler, kendilerine az buçuk teravih namazı kıldırabilecek birini bulabilseler sevinçten bayram ederlermiş. Hoca adaylarına sordukları sorular da son derece basitmiş. Genel olarak ilk soruları şu olurmuş:

– Kardeşim, sen bize hiç olmazsa elemtereden (Fil Suresi) aşağısıyla teravih namazı kıldırabilir misin? Aday, eğer bu soruya ‘Evet’ cevabını verebilirse, meselenin büyük bölümü hallolmuş sayılırmış. Ardından sevinçle ama biraz da daha sonraki sorulara cevap verip veremeyeceğinin tedirginliğiyle başka sorulara geçerlermiş:

– Peki, sen bize Mızraklı İlmihali de okuyabilir misin?

Bunun cevabı da evetse, mal bulmuş mağribi gibi sevinirlermiş.

Yalnız bazıları işi biraz ileri götürüp:

– Kesikbaş hikâyesini de yüzünden okuyabilir misin? diye soranlara bile işi bozacak diye ters ters bakanlar olurmuş. Onlar da işi kolaylaştırmak için:

– Canım tamamını olmasa bile, hiç olmazsa yarısına kadar okusan yeter? gibilerden bir açıklamayla durumu düzeltmeye çalışırlarmış.

Eğer aday, bu soruya da olumlu veya olumluya yakın bir cevap verebilirse daha fazla üstelemezler, hemen:

  • Tamam öyleyse! Senden bize hoca olur! diyerek adamı Ramazan

hocalığına tutarlarmış.

Dedem, bunlarla kıyaslandığında, bayağı bir hoca sayılırdı. Yasin, Tebârake dâhil Kur’an’dan epeyce ezberi vardı. Sadece Mızraklı İlmihal’i ve Kesikbaş’ı değil, özellikle eski harflerle yazılmış Türkçe Kur’an meallerini, Süleyman Çelebi’nin Mevlidini, Peygamber Efendimizin hayatı, Hazreti Ali’nin Cenkleri vb gibi daha pek çok eski harflerle yazılmış kitapları da gayet rahat okuyup, anlatabiliyordu. Uzun kış gecelerinde bunları evde bize de okur, bazı yerlerde duygulanır, gözyaşlarını tutamazdı. Dolayısıyla Ramazan hocası durduğu köylerde cemaat, dedemin hocalığından son derece memnun kalırlarmış.

Dedem, aynı zamanda Hak dostu, Allah ve Peygamber aşığı, gönül ehli, yumuşak kalpli ve gözü yaşlı biriydi. Bazen ev halkına, bazen de kendi kendine neredeyse her akşam, eski Türkçe açıklamalı Kur’an tefsir ve mealinden, dini ve İslami eserlerden bölümler okurdu. Gündüz o kadar çok çalışıp yorulmasına rağmen, gece teheccüt namazına da kalkar, dualar, teşbihler, tehliller, ilahiler, evratlar okur, zikirle fikirle meşgul olur, bu arada sık sık ağlar, gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülürdü.

Biz çok küçükken onun durup dururken niye böyle ağladığını anlayamaz, onu şaşkın, meraklı ve bazen de tedirgin bakışlarla izlerdik. Hatta bir defasında yaşı çok küçük olan kızkardeşim onun böyle ağladığını görünce, önce kikir kikir gülmeye başlamış, ardından da:

  • Dedeme bakın! Koca adam ağlıyor! Kocaman adamlar ağlar

mı? demekten kendini alamamıştı. Büyük annem de hemen ocak başından kumar odununu kapmış, kaldırıp ona göstererek:

  • Sus bakiyim! Seni kuduruk! Odunu başına yersin! diyerek

onu tazirleyip, azarlamış ve susturmuştu. Küçük kız, bu tazir karşısında sinip pusmuştu.

Ben dedemden uzun uzadıya bahsettikçe Hocamda da onu daha yakından tanıma arzusu uyanmıştı. Bir gün bana:

– Azizim, deden hiç buralara gelmez mi? diye sordu. Ben de:

– Geliyor, Hocam! Hatta bu kış da gelip, döndü. O, şehir hayatını pek sevmiyor. Yazları köyün işi çok fazla olduğundan, ancak kışın, o da kısa bir süreliğine gelebiliyor. Yalnız şimdi epeyce yaşlandı. Eskisi gibi çok seyahat edemiyor, dedim.

– Azizim, kendisini tanımayı ben de çok isterim. Bir daha İstanbul’a gelirse, onu mutlaka bana getir, kendisiyle tanışalım, görüşelim, sohbet edelim. Hem benim de ondan sorup öğreneceklerim var, dedi.

Tanışıp görüşme arzusu neyse de, Hocamın dedemden sorup öğreneceği ne olabilirdi? Öyle ya, onun gibi ömrü ilim, irfan yolunda geçmiş, dini ve dünyevi ilimlerde bu kadar derinleşmiş, doğuyu ve batıyı çok iyi bilen, bu kadar büyük bir birikime sahip bir insanın, benim dedem gibi basit ve yaşlı bir Anadolu köylüsünden soracak, öğrenecek neyi olabilirdi ki? Hemen aklımdan, ‘Acaba, dedeme olan sevgim yüzünden, onu Hocama çok mu methettim, olduğundan fazla mı gösterdim?’ gibi bir düşünce geçti. Bir yanlış anlamaya sebep olduysam, düzeltebilme arzusuyla Hocam’a:

  • Hocam, bilemiyorum ama ben galiba size dedemden

bahsederken biraz fazla abartmış, onu olduğundan fazla göstermiş olabilirim. Sizin benim dedemden öğrenecek neyiniz olabilir ki? Dedemin hocalığı nihayetinde basit bir köy ve sıbyan mektebi hocalığından öteye geçmez. Dini bilgileri deseniz, ancak Mızraklı İlmihal bilgisi kadardır, dedim.

Benim köy ve sıbyan mektebi hocaları ile Mızraklı İlmihal hakkında, onların kadrini, kıymetini, değerini takdirden uzak sözlerim Hocamın pek hoşuna gitmemişti. Hemen sözümü kesti:

  • Yok azizim, yok! Ben senin anlattıklarında herhangi bir

abartı hissetmedim. Belki sen, az bile anlattın. Dedenden öğrenmek istediklerimi sana daha sonra anlatırım. Ama anlaşılan öncelikle senin şu köy ve sıbyan mektebi hocaları ile Mızraklı İlmihal hakkındaki düşüncelerini biraz düzeltmek lazım. Bir kere bunlar, hiç te öyle değersiz, önemsiz şeyler değildir! Çünkü sıbyan mektebi hocalarının ve köy hocalarının bu milletin ve hepimizin üzerinde çok büyük hakları ve emekleri vardır. Sen de, ben de hepimiz Kur’an okumayı ve temel dini bilgilerimizi onlardan öğrenmedik mi?

Hocam çok doğru söylüyordu. Hocamı bilmem ama bu benim için son derece doğruydu. Bizim köyde de köy çocuklarının ilkokula başlamadan önce mahalle mektebine, sıbyan mektebine gitmeleri, orada Kur’an okumayı, temel dini bilgileri öğrenmeleri âdetti. Ben de ilkokula gitmeden önce sıbyan mektebinde Kur’an’ı hatmetmiştim. Aslında benim asla sıbyan mektebi hocalarını veya köy hocalarını küçümseme veya önemsememe gibi bir niyetim yoktu. Sadece sebebiyet verdiğimi düşündüğüm bir yanlış anlamayı düzeltmeye çalışırken genel geçer hale gelmiş bir düşünceyi ve kanaati dile getirmiştim. Kendimi savunmaya çalıştım:

– Hocam, bu benim kendi kanaatim değil! Toplumda böyle bir peşin hüküm oluşmuş. Bazıları, hatta din adamı, ilim adamı tanınan, bilinen kimseler bile, onları cahil, yetersiz, kaba filan buluyorlar; onlar hakkında pek olumlu ifadeler kullanmıyorlar.

Gerçekten de şimdi olduğu gibi, o zamanlar da köy hocaları, sıbyan mektebi hocaları ve Mızraklı İlmihal hakkında atıp tutanların, aleyhlerinde ileri geri konuşanların, acımasızca eleştirenlerin, küçümseyenlerin, hor görenlerin haddi hesabı yoktu. Üstelik bu tür eleştiriler, kötülemeler, küçümsemeler yalnız dine, imana, İslam’a düşman olanlardan değil, bayağı ilim irfan sahibi geçinen kimselerden de geliyordu. Bunların pek çoğuna, defalarca ben bizzat şahit olmuştum. Herhalde Hocam böyle olaylarla benden daha fazla karşılaşmıştı. Demek ki kendisi bunlarla hiç de aynı fikirde ve kanaatte değilmiş, tam tersi bir görüş ve kanaate sahipmiş. Zaten onun bana biraz aşırı gibi gelen tepkisi ve öfkesi de aslında onlaraymış. Bana:

– Bırak sen şimdi azizim öyle diyenleri! Onlara da, söylediklerine de aldırma! Acaba onları hor gören, beğenmeyen, küçümseyenlerin kime ne hayırları, faydaları olmuştur? Hayatları boyunca acaba kaç kişiye, ne öğrettiler? O kendini beğenmişlerin bildiklerinin, öğrendiklerinin kendilerine de başkalarına da hiçbir faydası yoktur! Kendi üzerlerine düşen hiçbir şeyi yapmazlar, kalkıp, acımasızca başkalarını eleştirirler. Tabii eleştirmek kolay… Ama görev ve sorumluluklarını bilip gerektiği gibi yerine getirebilmek zordur. Köy hocalarının, sıbyan mektebi hocalarının cahillikleri, bilgisizlikleri, yetersizlikleri doğru olabilir. Fakat bu onların kendi kusurları, kabahatleri değil ki! Bu adamcağızların çoğu doğru dürüst mektep medrese görmemişler. Kendi kendilerini de ancak bu kadar yetiştirebilmişler. Öğrenebildiklerinin çoğunu da kendi kendilerine öğrenmişler. Ancak bu kadar öğrenebilmişler. Buna rağmen az ya da çok, doğru veya yanlış yine de bildiklerini başkalarına da öğretmeye çalışıyorlar. Halk da dinini, imanını, ibadetlerini, namaz kılmasını, namaz surelerini, namaz dualarını, Kur’an okumayı, ilmihal bilgilerini velhasıl ne biliyorsa hepsini bunlardan öğreniyorlar. Hepimiz de ilk dini bilgilerimizi ve Kur’an okumayı onlardan öğrenmedik mi? Dolayısıyla onların hepimizin üstünde çok büyük hakları ve emekleri vardır. Bu unutulamaz. Vallahi azizim, onların yaptıkları hiç de az bir hizmet değildir. Millete, milletin çoluk çocuğuna bu temel bilgileri onlar da öğretmeseydi kim öğretecekti? Milletin ayağına bunlar da gitmeseydi kim gidecekti?

Doğrusu Hocamın bu sözlerine kadar, bazılarının köy hocası, sıbyan mektebi hocası diye küçümsedikleri insanların toplumda bu kadar büyük ve önemli bir rol oynadıkları benim aklıma bile gelmemişti.

ESKİ VE YENİ DEĞERLENDİRMELERİ

Ali Yakub Hoca, ehlisünnet anlayışına ve çizgisine samimiyetle bağlı olmakla birlikte, onda ilmi, siyasi, fikri, mezhebi veya meşrebi hiç bir taassup yoktu. Kim olursa olsun, muhatabını asla küçük görmez, hiç kimseye bilgiçlik taslamazdı. Hoca, neyi bildiğini ve neyi bilmediğini de çok iyi bilir, derin ve geniş bilgisi ve vukufuyla ilmini konuştururken muhataplarının hayranlığını kazanır, bilmediği konularda ise bilmiyorum demekten hiç çekinmezdi. Bir konu hakkında konuşurken boş ve gereksiz yere konuşmaz, az ve öz konuşur, konuşanın sözünü kesmeden, dikkatle dinler, kuru ve temelsiz iddialarda bulunmazdı. Gerçek ilim, fikir, tasavvuf adamlarını hemen tanır, kıymetlerini bilir, onları takdir ederdi.

Geçmiş âlimlere ve meşayıha büyük saygı duyar, fakat yenilerin de ilmi, dini, fikri konulardaki; gerçekçi, ayağı yere basan, gerçekçi, ayağı yere basan, sağlam delillere ve kanıtlara dayanan, ciddi emek ve gayret mahsulü, iyi niyetli fikir, görüş ve düşüncelerine de değer verir, dikkate alır, onları sabırla ve dikkatle dinler, değer verir, hoşgörüyle yaklaşırdı. Fikirlerine ve görüşlerine pek katılmadığı, doğru bulmadığı yeni devir ilim, fikir adamlarına, din bilginlerine karşı da, eğer onların bunları iyi ve halis niyetle ortaya koymaya çalıştıklarına inanıyorsa anlayışla yaklaşır, kimseyi kırıp dökmeden, hatalarını ortaya koyup düzeltmeye çalışır, eleştirilmesi gereken yönlerini ciddiyetle eleştirirdi. Bazılarının bunlara her farklı ve aykırı fikir ve düşüncelerinden dolayı hemen ve çok aşırı sert tepkiler göstermelerine, bunları tekfire varan yersiz, hakız ölçüsüz, insafsız, acımasız, sert eleştiriler yapılmasına razı olmaz, bazen şiddetle karşı çıkardı. Öte yandan yenilerin de eski âlimlere, gelenekten gelen köklü anlayışlara fütursuzca ve saygısızca saldırmalarına, sırf tanınmak ve bilinmek ve şöhret bulmak için, toplumda makes bulmayacak, temelsiz, aşırı fikir ve görüşler ileri sürmelerine de iyi gözle bakmaz, onların bu tür yanlış tutum ve davranışlarını da hoş görmez, doğru bulmazdı.

Öte yandan Hoca, eski dönemle ilgili iyi niyetli ve yapıcı eleştirilere de karşı çıkmazdı. Çünkü yeri geldiğinde eleştirilmesi gerçekten gereken hususları kendisi de eleştirmekten çekinmezdi. Örneğin, son dönem Osmanlı medreselerindeki ezberci, içe dönük, katı ve kalıplaşmış eğitim sisteminin yanlışlığını açıkça eleştirirdi. Arapçayı bir bilim dili olarak görüp öğrenmek yerine, sadece grameriyle uğraşmayı gaye ve amaç edinmelerini çok yanlış bulur: ‘Molla Câmi’yi ezberleyecekleri yerde, keşke İslam’ın ve Kur’an’ın ruhunu anlamaya, anlatmaya, kavramaya, kavratmaya uğraşsalardı; çok daha hayırlı ve iyi bir iş yapmış olurlardı!’ derdi. Ali Yakub Hoca, çok yabancı dil bilen bir ilim adamıydı. Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, Sırpça, Hırvatça, Arnavutça, Osmanlıca, Boşnakça’ya hâkimdi. Özellikle Arapça yazıp, konuşmak onun için Türkçe yazıp çizmekten daha kolaydı. İngilizce, Fransızca dillerde yazılmış romanları, hikâyeleri, gazeteleri rahatlıkla okuyup anlayabiliyordu. Örneğin, daha gençliğinde Genel Dünya Tarihini de Fransızca yazılmış orijinal bir kaynak eserden okumuştu. Derdi ki:

“Dil öğreniminde gramer şarttır, ama yalnız gramerle de dil öğrenilmez. Eskiden bizde kavaide çok önem verilirmiş ama her nedense, tekellüme, mükalemeye, yani konuşma ve pratiğe, kitap okumaya pek fazla önem verilmezmiş. Ama bir lisanı ilerletmek için kitap okumak, konuşmak yani pratik çok önemli ve gereklidir. Lisan kitap okumakla gelişir. Mesela Türkçe benim ana dilim değil. Ben Türkçeyi daha çok kitaplardan öğrendim. İngilizce’yi, Fransızcayı, Farsça’yı da öyle. Ama bugün bir İngilizle rahatlıkla İngilizce, bir Fransızla Fransızca, bir İranlıyla da Farsça konuşabiliyorum.”

Eski, yeni, gelenekçi, modernist gibi ayırımlarda, aslında her iki tarafın da birbirinden fazla bir farklarının ve birbirlerine ciddi bir üstünlüklerinin bulunmadığını, eskilerin aynı ve benzer hatalarını yenilerin de tekrarladıklarını da şöyle açıklardı: “Şimdi yenilerden bazıları çıkmışlar; eskileri, gelenekçi, ezberci, nakilci, taklitçi, içe dönük, katı, kalıplaşmış fikirlere, saplantılara kapılmışlardı diye suçluyorlar. İyi ama azizim, aslında kendilerinin de onlardan hiç bir farkları yok! Kendilerinin de ciddi emek ve gayret mahsulü ilmi bir müktesebatları, gerçekçi, ayağı yere basan, sağlam delillere dayanan kendi fikir ve düşünceleri ve görüşleri mevcut değil. Kendileri de taklitçi, nakilci, tembel, uyuşuk, çalışma özürlü kimseler… Kur’an’a, sünnete, İslam’ın açık hükümlerine bile açıkça aykırı, saçma sapan eleştirel görüşlerle ortaya çıkıyorlar ama bunların hiçbirisi onların kendi çalışmalarının, çabalarının, himmet ve gayretlerinin ürünü, kendi müktesebatlarının sonucu değil. Öyle olsa öper başına koyar, hatalı taraflarını düzeltmeye, nerede hata yaptıklarını anlatmaya çalışırsın. O da iyi niyetliyse anlar, hatasını düzeltir, çalışmalarını ümmetin, milletin hayrına olacak şekilde, doğru bir mecrada daha ilerilere götürebilmesi beklenebilir. Ama mesele hiç de öyle değil! Ben bu sözleri ve söylemleri, iddiaları çok iyi tanıyor ve biliyorum. Bunlar, asırlardan beri İslam’ı yıkmak, Müslümanları boyunduruk altına almak için oryantalizm merkezlerinde sistemli bir şekilde üretilmiş, hazırlanmış, servise sunulmuş, çarpık çurpuk, yalan, yanlış, saptırılmış maksatlı iddialar. Batılı oryantalistler biliyorlar ki, bu sapık düşünce ve iddialarını kendileri dillendirse, İslam dünyasında kimse bunlara itibar etmeyecek, dönüp bakmayacak. Onun için Müslüman ülkelerdeki şeytanın ücretli veya ücretsiz ameleliğini üstlenmiş, bunu içlerine sindirebilen böyle dilli düdüklerin ağzına verip dillendirmeyi daha etkili ve etkileyici bir yöntem olarak uyguluyorlar. Böylelerinden bol miktarda da bulabiliyorlar. Bunların hiçbirinin ciddi bir ilmi müktesebatları, İslami eski kaynak ve temel eserlere inebilme güçleri yok. Doğru dürüst ilim, irfan, samimiyet, iman, ihlas, takva sahibi olmadıkları için, hiç araştırıp incelemeden, oryantalist söylem ve iddiaları olduğu gibi nakledip dillendiriyorlar, böylece hem kendilerinin hem de başka insanların sapıtmasına neden oluyorlar.”

İLİM YOLUNDA HADDİNİ BİLMEK

Ali Yakub Hoca, özellikle dini konularda yeterli bilgi ve donanıma, alt yapıya sahip olmadan, yarım yamalak bilgiyle, hatta hiç bilmedikleri konularda bile fetva vermeye kalkanlara, hiçbir ilmi yeterliliği, belli bir müktesebatı olmadığı halde, müçtehittik taslayanlara çok kızardı. Böyle haddini bilmezler için: ‘Azizim! Bu memlekette de, İslam âleminde de doğru dürüst ilim kalmamış, âlim kalmamış ama ortalık müçtehit kaynıyor, müçtehitten geçilmiyor. Daha Ebvabı Fıkhı (fıkhın konularını) bile bilmeyenler, müçtehit geçinmeye, müçtehitlik taslamaya kalkıyorlar. Bir sürü, ilgisiz, bilgisiz, cahil cühela takımı çıkıyor, en çetin dini konularda bile, fetvalar vermeye, ahkâm kesmeye kalkıyor. Ortada doğru dürüst ilim kalmamış, alim kalmamış, ama bir de bakıyorsun az buçuk bir Arapçası olan, Bağdat’ta, Şam’da, Mısır’da veya şurada burada birazcık okudum diyen, az buçuk bir dini tahsil yapmış herkes müçtehit ve allame kesiliyor. Yahu bir dur bakalım! Eskiden ömrünü bu işe vermiş çok büyük hocalar ve âlimler bile, öyle her önlerine gelen konuda fetva vermeye cüret ve cesaret edemezler, çoğu konuda kendilerini mukallit, hatta avamdan ve halktan sayarlardı. Bu ne yüzsüzlük, bu ne haddini bilmezlik! Sana ne oluyor? Kurbağa gibi ayağını nallatmaya kalkıyorsun! Bunlarınki nalbantta ayağı nallanan atı görünce, kendisi de nallatmak için ayağını nalbanta uzatan kurbağanın durumuna benziyor. İyi de bakalım sende nallanabilecek ayak var mı? İlimle uğraşanlar, her şeyden önce ihlaslı, samimi ve tevazu sahibi olmalı, özellikle dini konularda haddini bilmeli, bilmediği konularda bilmiyorum, diyebilmelidir! Bu meslek her şeyden önce ihlasa bağlıdır. Âlimde ihlas çok önemlidir. Sadece kuru bilgi ile âlim olunmaz. Kuru bilgi batılı oryantalistlerde, şarkiyatçılarda da hem de çok daha fazlasıyla var. Ama bilgiyle beraber, iman ve ihlas da lazımdır. İslami çalışmalarda en çok dikkat edilmesi gereken konuların başında, Müslümanın sadece ve sadece Allah’ın rızasını gözeterek çalışmasıdır. Para, pul, mal, mülk, şan, şöhret için değil!’

ŞEYH ABDÜLFETTAH EBU GUDDE’NİN CİHAD ANLAYIŞI

Ali Yakub Hoca, elinden geldiğince bütün dünyadaki Müslüman, ilim, fikir, siyaset, mücadele ve aksiyon adamlarıyla da görüşür konuşur, onlarla irtibat içerisinde olmaya ve bunu sürdürmeye çalışırdı. Hoca’nın tasavvufî çevrelerle de çok yakın ilişkisi vardı. Hoca’nın yakın temas içerisinde bulunduğu, o zamanlar Suudi Arabistan’da yaşayan, Suriye asıllı, dünyaca ünlü ilim adamlarından Şeyh Abdülfettah Ebu Gudde idi. Birbirlerini çok severler, sayarlar, İstanbul’a geldiğinde mutlaka defalarca bir araya gelirlerdi. Bu büyük âlimlerin İstanbul’da çok farklı kesimlerle de temasları olurdu.

Şeyh Abdülfettah Ebu Ğudde, İstanbul ziyaretlerinden birinde, Ali Yakub Hocamın ve Emin Saraç Hocamın aracılığıyla İstanbul’un kalburüstü, tanınmış bazı inançlı iş adamlarıyla ve tüccarlarıyla bir araya gelmişler, aynı sohbete Hocam beni de götürmüştü. Abdülfettah Ebu Ğudde, imanlı, ihlaslı, şuurlu, çok büyük ve nitelikli bir İslam âlimiydi. O sohbette hazır bulunanlara, her şeyin, ticaretin, siyasetin, toplumsal ve kişisel ilişkilerin İslam’a göre, helal, haram, doğru, yanlış, günah, sevap olduğu bir hal ve durumlar olduğunu, her Müslümanın bunlara çok dikkat etmesi ve ona göre davranması gerektiği konusunu muhteşem bir bilgi birikimi, ufuk ve vizyonla çok güzel ve etkileyici bir üslupla anlatmıştı. O zamanlar ben daha çok genç olmama rağmen, onun bu sohbetinden çok yararlanmış ve etkilenmiştim. Abdülfettah Ebu Ğudde özet olarak şunları söylemişti: “Bu dünyada herkesin geçimini sağladığı, ömrünü harcadığı bir işi, gücü, mesleği ve sanatı vardır. Örneğin zannediyorum ki, buradakilerin çoğu ticaretle uğraşıyor. Bunu yaparken, yani bir yandan para kazanırken ve geçiminizi temin ederken, diğer yandan farklı seviyelerde günah da kazanabilirsiniz, sevap da kazanabilirsiniz. Eğer siz, ticareti diyelim ki sırf para kazanıp, rızkınızı temin etmek niyetiyle yapıyorsanız, başka bir niyetiniz ve emeliniz yoksa, bunun için genelde ne sevap, ne de günah kazanırsınız. Eğer hiç haram helal kaygısı taşımadan: ‘Haram helal ver Allah, garip kulun yer Allah!’ derseniz, haramlara helallere riayet etmez, faizle iş yapar, ölçüde tartıda hakka hukuka riayet etmezseniz, belki para kazanırsınız ama çok da günah kazanırsınız. Ama niyetiniz, çaba ve gayretleriniz ticareti, rızkınızı helal yoldan kazanmak, çoluk çocuğunuza haram lokma yedirmemek, eve haram para getirmemek yolunda olursa hem para kazanırsınız, hem de Allah katında ecir ve mükâfat kazanırsınız. Hatta dahası da var. Örneğin, İslam’da imandan sonra en üstün amel, en faziletli iş, Allah yolunda cihaddır (Buhâri ). Biliyor musunuz? Sizin, hem ticaret yapıp, para kazanabilme; hem de Allah yolunda cihad ecri ve sevabı elde edebilme imkanınız vardır. Nasıl mı? Niyetlerinizi ıslah ederek! Peygamber Efendimiz’in: ‘Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır (Taberânî, VI, 185-186).’ mealinde mübarek sözleri vardır. Eğer siz de, işinizi, yani ticareti, Müslümanların çarşısı, pazarı, sanayii, ekonomisi, ticareti gayri Müslimlerin, İslam ve Müslüman düşmanlarının eline geçmesin, bu alanlarda İslam ve Müslümanlar hâkim ve egemen olsun niyetiyle yaparsanız, bilesiniz ki Allah size cihat sevabı verecektir. Cihad sadece savaş meydanlarında olmaz, her alanda, tabii bu arda ticari, sınai ve teknoloji alanlarında da olur!”

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR