Ana SayfaGüncelPAYLAŞILAMAYAN İBRAHİMİ MİRAS

PAYLAŞILAMAYAN İBRAHİMİ MİRAS

PAYLAŞILAMAYAN İBRAHİMİ MİRAS

HZ. İBRAHİM VE SOYU

Dünya çok uzun zamanlardan beri bir türlü paylaşılamayan büyük bir miras kavgasıyla çalkalanıyor, kana bulanıyor, yakılıp yıkılıyor. Bu miras Hz. İbrahim’in mirasıdır. Cedd’ül Enbiya, yani peygamberlerin atası olan Hz. İbrahim (AS)’ın M.Ö. 2000-1800 civarında yaşadığı kabul edilir.

Hz. İbrahim’le ilgili olarak kronolojik bakımdan da ilk ve temel bilgi kaynağımız Tevrat’tır. Tevrat’ın ilk bölümü olan Tekvin (Yaratılış) bölümünde onunla ilgili çok ayrıntılı bilgiler vardır.

Tevrat’a göre, Hz. İbrahim Keldanilerin Ur şehrinde doğmuştur. Rab Yahve, daha sonra Hz. İbrahim’e: ‘Sana ve soyuna vaat ettiğim topraklara git!’ emrini vermiştir. Tevrat’ta, Hz. İbrahim’in bu emri aldıktan sonra, Keldanilerin Ur şehrinden, babası Terah, eşi Sare, ağabeyi Nahor ve diğer ağabeyi Haron’un oğlu yeğeni Lut ile hep birlikle göçü kaldırıp, kuzeydeki Harran’a geldikleri, burada bir süre kaldıkları anlatılır. Terah orada ölünce 75 yaşındaki Hz. İbrahim, eşi Sare ve yeğeni Lut ile beraber oradan da göçü kaldırıp ve Tanrı’nın kendilerine vaat ettiği güneydeki Filistin topraklarına inmişler. Bu durumda eğer Hz. İbrahim Keldanilerin Ur şehrinde bulunuyorsa, çok uzak bir yerde, kuzeydeki Harran’a gitmiş olmaları pek makul görünmemektedir. Çünkü Filistin, buraya daha yakındır. Doğrudan doğruya Filistin topraklarına geçmek varken, ne diye bir daha yukarıya doğru çıkmış ve kısa yollarını bu kadar uzatmış olsunlar.

Ur aslında İbranice şehir demektir. Aslında onun doğduğu yer, Kaldelilerin Ur şehri değil, bizim Urfa şehrimizdir. Hz. İbrahim, Urfa’da doğmuş, orada Allah’ın dinini tebliğ faaliyetlerine başlamış; putları kırması sebebiyle cezalandırılmak amacıyla ateşe atılmıştır. Ama Allah ateşe: Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selameti ol! (Enbiya Suresi, Ayet: 69)’ emrini verince, İbrahim bu büyük imtihandan da başarıyla çıkmıştır.

Hz. İbrahim buradan önce Saffat Suresi’nde belirtildiği gibi: “Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) gideceğim. O, bana yol gösterecektir (Sâffât Suresi, Ayet: 99) diyerek Harran’a hicret etmiştir. Daha sonra da buradan, kendisine ve soyuna, yani temsil ettiği imanı devam ettirecek olan zürriyetine ilelebet miras olarak verilecek olan vaad edilmiş topraklara gitmek üzere, Kenan diyarı da denilen Filistin topraklarına gelmiştir.

Filistin’de bir süre kaldıktan sonra, büyük bir kıtlık yaşanmış, Hz. İbrahim de eşi ve yeğeniyle birlikte Mısır’a geçmiştir. Mısır kralı tarafından burada Sare validemize, cariye olarak Hacer verilmiştir. Oradan erzak tedarik edip, beraberce Filistin’e geri dönmüşlerdir. Burada Hz. İbrahim ile yeğeni Lut yolları ayırmak zorunda kalmışlardır. Çünkü yerleştikleri yerde çok büyük bir su problemi vardı. Çobanlar sürüleri sulayabilmek için birbirleriyle sürekli su kavgaları içine giriyorlardı. Yeğeni, Hz. İbrahim’e yolları ayırmayı teklif etmiş, o da bu teklifi kabul etmiş. Lut, Erden havzasına, Sodom şehrine gitmiş. Hz. İbrahim ise, Filistin topraklarında, bugünkü Hebron (Halilürrahman) şehrinde kalmış. Orada Mamre Meşeliği ve Makpela Mağarası da dâhil bir arazi alıp yerleşmiş.

Hz. İbrahim’in bereketlendirilmiş olan soyu, üç farklı eşinden doğan çocukları yoluyla üç koldan çoğalmış ve dünyaya yayılmıştır. Bunlar, Hz. İbrahim’in ilk eşi İbrani asıllı Sare validemiz, Mısırlı bir cariye olan Hacer validemiz ve ahir ömründe evlendiği Keturah (Kantura) adlı eşleridir.

Hz. İbrahim (AS) önce Sare validemizle evlenmişti. Sare validemiz, Hz. İbrahim’den 10 yaş küçüktü. Ömrünün çok uzun bir dönemi tek evli olarak geçmişti. Hz. İbrahim’in yaşı seksenbeşe, Sare validemizin yaşı 75’e varmasına rağmen o zamana kadar hiç çocukları olmamıştı. İbrahim (AS) Allah’tan salih bir evlat istiyordu. O zamanlar, eğer bir hanım, kocasına kendisi bir çocuk veremiyorsa, eşini cariyesiyle evlendirmesi âdeti vardı. Sare validemiz de bu âdete uyarak, Mısır kralı tarafından kendisine cariye olarak verilen Hacer’i kocasına eş olarak verdi.

Hacer’i kendi elleriyle kocasına vermesine rağmen, özellikle Hacer validemiz hamile kalıp, karnı da büyümeye başlayınca Sare validemizin kıskançlık ve öfke damarları kabarmaya başladı. Ona çok eza ve cefalar ediyordu. Bu katlanılması zor eza ve cefalar, Hacer validemizi evini terk etme, evden kaçma noktasına getirdi. Çölde giderken Rabbin meleği karşısına çıktı ve ona şöyle dedi: ‘Geriye dön, tahammül et! Çünkü sen çok hayırlı ve salih bir oğul doğuracaksın!’ Bunun üzerine Hacer validemiz, eve geri dönmeyi ve her şeye katlanmayı tercih etti. Nihayet oğlu İsmail’i dünyaya getirdi.

Hz. İsmail doğduğunda, baba Hz. İbrahim 86 yaşındaydı. Sare validemizin hala çocuğu yoktu. Baba Hazreti İbrahim 99 yaşına geldiğinde, oğul İsmail 13 yaşında iken, bir gün Hz. İbrahim’in evine üç misafir geldi (duyûfi İbrahim). Bu üç kişiden biri eşi Sare’nin nerede olduğunu sordu. Sare, konuşulanları kapı aralığından dinlemekteydi. O kişi, Hz. İbrahim’e: ‘Eşine haber ver, gelecek sene onun da bir oğlu olacak! Dedi. Bunu duyan Sare validemiz: ‘Benim gibi yaşlı bir kadının nasıl çocuğu olabilir?’ diyerek güldü. Haberi veren kişi, onun bu şekilde gülmesine biraz kızar gibi oldu: ‘Bu verilen bir vaattir; söylendiyse de olacaktır.’ dedi.

Gerçekten de baba İbrahim 100, anne Sare 90 yaşında iken oğul İshak dünyaya geldi. İshak doğduğunda, İsmail, 14 yaşlarındaydı. Sare validemiz, İsmail’in İbrahimi mirastan hisse almasına kesinlikle karşı çıkıyordu. Onun bir cariyenin çocuğu olduğunu söylüyor, annesiyle birlikte evden uzaklaştırılmalarını istiyordu.

Tevrat’a göre, İshak sütten kesilince, adet olduğu üzere bir ziyafet tertip edildi. Yahudilikte azami emzirme süresi üç yıldır. Sare validemiz, bu ziyafette, İsmail’in kardeşi İshak’a müstehzi bir şekilde güldüğünü görünce: ‘Vay! Sen benim çocuğuma böyle alaycı bir şekilde nasıl gülersin?!’ diyerek kıyameti kopardı. Kocası Hz. İbrahim’e de: Bu kadını da, çocuğunu da burada istemiyorum. Bunları derhal kov! diye tutturdu. Öte yandan Hz. İbrahim’in gönlü, İsmail’den yanaydı. Çünkü İsmail onun, ilk çocuğu, yani göz aydınlığıydı. Eldeki Tevrat, Tanrı’nın da Sare’den yana olduğunu ileri sürer. Hatta Hz. İbrahim Tanrı’ya: Ne olur İsmail, Senin gözünde de lütuf bulsa!’ diye dua eder. Tanrı, İbrahim’den Sare’nin dediğini yapmasını ister.

Tevrat’a göre, Hz. İbrahim, Hacer’in bir eline azık torbasını, bir eline su kabını vermiş; çocuğunu da sırtına yükleyerek, çadırın kapısında: ‘Hadi gidin!’ diyerek onları evden göndermiş. Yani Tevrat’a göre, Hz. İbrahim’in onları bizzat Mekke’ye veya başka bir yere götürmesi söz konusu değildir.

Tevrat’ın anlatımlarında epeyce anlaşılması ve açıklanması çok zor, tutarsız ve çelişkili taraflar bulunmaktadır. Bir kere, 14-15 yaşlarındaki bir delikanlı nasıl annesinin sırtına yüklenebilir? Onlar bunu, sorumluluğunun annesine yüklenmesi şeklinde yorumluyorlar. Tevrat’a göre Hacer, sırtında çocuğuyla Berşeba Çölü’ne doğru gidiyor. Fakat çok geçmeden suları tükeniyor. Çocuğunun susuzluktan öldüğünü görmemek için annesi onu bir çalı dibine atıyor ve su aramaya gidiyor. Çocuğun tepinmesi sonucu ayağının dibinden su çıkıyor. 15 yaşındaki bir çocuk, nasıl çalı dibine atılır? Hacer’in hamileliğine tahammül edemeyen Sare, 14 yıl boyunca bu çocuğa ve annesine nasıl tahammül etmiş? Sonra sırf kendi oğluna güldü diye, onun nasıl evden uzaklaştırılmasını isteyebilir? Yani Yahudilerdeki İslam ve Hz. İsmail düşmanlığı o kadar ileri boyutlara varmıştır. O kadar ki, İsmail’i Paran Çölü’nden daha ilerilere, Mekke’ye bile götüremezler, İbrahim’in onlara refakat etmesini ise hiç gündeme getirmezler.

Aslında işin gerçeği, Kur’an’da net bir biçimde anlatılır ve açıklanır. Hz. İbrahim, oğlu İsmail’in doğumundan bir süre sonra, o, daha çok küçük bir çocukken, Allah’ın emri üzerine annesiyle birlikte onları Mekke’ye götürüp ve Kâbe’nin bulunduğu yere bırakmıştır. Yanlarına azık ve su bırakıp oradan geri dönmüştür. Tepeyi aşınca da Allah’a şöyle yalvarmıştır:

“Ey Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını,  senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler (İbrahim Suresi, Ayet: 37).” Allah, Hz. İbrahim’in duasını kabul etmiş, onları heder ve ziyan etmemiştir.

İbrahim (AS) daha sonra tekrar onları görmeye gitmiştir. Ancak daha sonraki gidişlerinden birinde Hacer Validemiz vefat etmişti. Başka bir gidişinde de oğlu İsmail ile birlikte, temellerini ilk defa Hz. Âdem’in attığı Kâbe’nin duvarlarını yükselttiler. Birlikte Allah’a şöyle dua ettiler:

“Ey Rabbimiz! Bizden, bunu kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin (Bakara Suresi, Ayet: 127).”

“Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl! Bizim soyumuzdan da Müslüman, yani sana teslim olmuş bir ümmet getir! Bize ibadet yerlerini, menasikini (ilkelerini, ritüellerini, prosedürünü) göster. Tövbemizi kabul et! Çünkü sen, tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın (Bakara Suresi, Ayet: 128). Bu duanın devamında Hz. İbrahim Allah’a şöyle yakarır:

“Ey Rabbimiz! Burada yaşayacak insanlar içerisinden onlara bir peygamber gönder! Senin ayetlerini onlara okusun! Onlara Kitabı ve hikmeti (bilgece düşünüp, davranmayı) öğretsin! Onları her türlü kötülükten, maddi ve manevi pisliklerden arındırsın, tertemiz kılsın! Şüphesiz Sen, mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin (Bakara Suresi, Ayet: 129).

İşte Hz. İbrahim’in M.Ö. 2000 yıllarında yaptığı duasındaki istekleri, M.S. 610 yılında, Hira mağarasında ‘İkra’ emrine ve hitabına muhatap olan Peygamber Efendimizin Peygamber olarak seçilmesi ve görevlendirilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu yüzden de Peygamber Efendimiz (SAV): ‘Ben ceddim İbrahim’in duasıyım.’ buyurmuştur. Çünkü Peygamber Efendimiz, Hz. İbrahim’in İsmail ve İshak adlı iki oğlundan en büyüğü olan Hz. İsmail’in soyundan gelmektedir. Yani cedd’ül enbiya olan Hz. İbrahim, Peygamberimizin de atasıdır.

Yahudiler, Hz. İbrahim’in Allah’ın emri ile oğlunu kurban etmesini de farklı anlatırlar. Onlara göre kurban edilmek istenen oğul İshak’tır ve Hz. İbrahim, Kudüs’te, Ahit Sandığı’nın da konulduğu, Kubbet’üs-Sahra’nın altındaki kaya üzerinde bu oğlunu kurban etmek istemişti. İslam’a göre ise kurban edilmek istenen İshak değil, ilk oğul olan İsmail’dir. Aslında Yahudilikte de Rabbe adanma noktasında ilk doğanlar önemlidir. İlk oğulun, İshak değil, İsmail olduğu Tevrat’da da açıkça belirtilir. Ama onlar, İsmail’in cariyenin çocuğu olduğunu söyleyerek, onu bu konuda da görmezden geliyorlar.

İBRAHİMİ MİRASIN VARİSİ TÜRKLER

Türklerin soyunun da Hazreti İbrahim’e dayandığına, dolayısıyla İbrahimi mirasın hem soy, hem de iman bakımından gerçek varisleri olduklarına dair rivayetler de oldukça önemli, üzerinde ciddiyetle durulmaya ve çok daha detaylı araştırmalar yapılmaya değer niteliktedir.

Tevrat’ta ve diğer bazı kaynaklarında, Hazreti İbrahim’in ileri yaşlarda, Ketura adlı bir kadınla evlendiği, bu kadından altı çocuğunun olduğu, bu hanımdan doğan oğullarını değişik hediyelerle şark diyarına gönderdiği yönünde pek çok bilgi ve rivayetler vardır. Bu kaynaklardan da beslenerek bu konu daha sonraki İslam, Arap ve Türk kaynaklarında da epeyce irdelenmiştir. Arap ve İslam kaynaklarında Hazreti İbrahim’in bu son eşinin adı Kantura olarak geçer. Hadis-i Şeriflerde de Türklerden daha çok Kanturaoğulları olarak söz edilir.

Sare validemiz, 127 yaşında iken Hebron’da vefat etti ve Makpela Mağarasına defnedildi. Oğlu İshak’ı evlendiren ve kendisi de 140 yaşına gelen Hazreti İbrahim, Ketura adında başka bir kadınla evlendi. Hazreti İbrahim’in bu hanımından da Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak ve Şuah adlanında altı çocuğu olur. Hazreti İbrahim, bu hanımdan doğan oğullarını değişik hediyelerle şark diyarına gönderir. 175 yaşında vefat eden Hazreti İbrahim’i oğulları İsmail ve İshak Makpera Mağarasına, eşi Sare’nin yanına defenederler. Bugün burası Hebron (Halilürrahman) diye anılır. (Tekvin: 11/10-32, 12/1-11, 13/14-18, 14/13-24, 15/1-21, 17/2-27, 18/1-32, 21/12-33, 22/1-18, 25/1-4, Çıkış: 2/24, 3/6, 15, 16, 4/5, 6/3, 8, 32/13, Tensiye: 34/4, Sayılar: 16/1, 32/11, Nehemya: 9/7, I. Tarihler: 1/27).

Hazreti İbrahim’in Kabri Hebron’da, Halilürrahman şehrinde, Halilürrahman Camii’nin yanındadır. Burada sandukaları da vardır. Müslümanlar tarafından burada Halilürrahman Mescidi yapılmıştır. İçeride Hz. İbrahim ve eşi Sare’nin, oğlu İshak ve onun eşi Rebeka’nın, Hz. Yahup ve hanımı Lea’nın sandukaları vardır. İsrail devleti Mescidi ikiye bölmüştür. Hz. Yahup ve eşi Lea’nın sandukaları Yahudilere ait tarafta, diğerleri Müslümanlara ait tarafta kalmıştır. Sandukalar burada olsalar da, kabirler camiin içinde değil, tabanda ve geri taraftadır. Bu konulara çok meraklı olan Moşe Dayan da bu kabirlere birilerini indirerek incelemeler yaptırmıştır.

Hazreti İbrahim’in son eşi Kantura’nın Hazreti Nuh’un soyundan geldiğine, Türk hakanının, hatta Zülkarneyn’in kızı olduğuna, bu hanımın aslında Türkçe olan adının da (Örneğin, Han Turan vb gibi?) İbrani ve Arap telaffuzunda değişerek geçmiş olabileceğine dair çok sayıda rivayetler ve yorumlar da mevcuttur.

Rivayetlere göre Hazreti İbrahim, Kantura’dan olma oğullarını Doğu’ya, Ortaasya’ya göndermek istediğinde çocukları buna itiraz etmişler. Hatta babaları Hz. İbrahim’e: “Ey sevgili babamız! Ağabeyimiz İshak’ı kendi yanında bırakıyorsun. Diğer ağabeyimiz İsmail’i de kutlu belde Mekke’ye götürüp yerleştirdin! Bizi neden öyle uzak diyarlara gönderiyorsun?” diyerek sitem etmişler. Kendilerini bu kurak, uzak, savaşı eksik olmayan güvensiz beldelere göndermekten vazgeçmesini istemişler. Hazreti İbrahim ise onlara, bunun kendi fikri, isteği ve düşüncesi olmadığını, Allah tarafından kendisine böyle emredildiğini söyleyince çocuklar gitmek zorunda kalmışlar.

Gittikleri bu kurak, çorak, bozkır, düşmanları çok beldede, sıkıştıklarında okumak üzere onlara bir dua da (İsm-i A’zam duası) öğretmiş. Yağmura ihtiyaç duyulduğunda bu duayı okurlarsa, Allah’ın izniyle bereketli yağmurlar yağacağını, düşman karşısında okuduklarında Allah’ın onları galip ve üstün getireceğini söylemiş.

Babalarının arzusunu yerine getirmek üzere çocuklar bölgeye varıp yerleşmişler. Bölge halkı, bu çocuklardaki farklılıkları ve olağanüstülükleri fark etmekte gecikmemiş. Bölgeye çok uzun zamandan beri yağmur yağmadığı için çok şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyormuş.. Ekinler ve yeşillikler kurumuş, insanlar ve hayvanlar büyük bir açlık, susuzluk ve sefalet içerisinde kıvranıyorlarmış. Bölge halkı, bu çok büyük çaresizlik içinde kıvranırlarken, çocuklar babalarından öğrendikleri duayı okuyunca bereketli yağmurlar yağmış. Allah’ın lütuf ve keremiyle her taraf, bolluk ve bereketle dolmuş. Bu çocuklarla beraber veya onlardan biri başlarında iken girdikleri bütün savaşları da kazandıklarını görmüşler. Bölge halkı, böyle büyük ve olağanüstü işlerin normal insanlar tarafından başarılamayacağını düşünmüşler. Bu çocukların insanüstü özelliklere ve niteliklere Yüce Tanrı’nın yardım ve desteğine sahip, kutsal, yüce, ulu kişiler olduklarına inanmaya başlamışlar. Zamanla onlara kutlu (mübarek) Tanrı’dan kut almış, Aşene soyu (Göğe mensup yüce soy), hakaniye sülalesi gibi yüceltici isimler ve lakaplar takmışlar.

Hazreti İbrahim’in buralara gelip yerleşen oğulları oradaki yerleşik halk arasında çoğalmışlar. Toplumdaki önemli yönetim kademeleri, beylikler, hanlıklar, askeri kumandanlıklar hep bu çocuklara ve bunların soyundan gelenlere verilir olmuş. En üstün siyasi ve askeri yöneticiliklerin, hanlıkların, kağanlıkların bu asil ve kutlu soyun hakkı olduğuna, hatta bu görev ve yetkilerin bizzat Tanrı tarafından bunlara verildiğine inanılıyormuş. Bunların kanlarını kutsal, kanlarının yere dökülmesini ise uğursuzluk ve felaket sebebi saymışlar. Bu inanç, daha sonraları, hakaniye sülalesinden olup da, idam edilmesi gerekenlerin kılıçla değil, yay kirişi ile boğularak öldürülmesi âdetini doğurmuş. Bu âdet, Göktürklerde, Selçuklularda ve nihayet Osmanlılarda da aynen uygulanmaya devam edilmiş.

Bazı yorumcular, Hazreti İbrahim’in bu çocuklarını, bu bölgeye Allah’ın emriyle ve mutlaka çok önemli bir hikmet gereği gönderdiğini ileri sürerler. Hazreti İbrahim’in öz evlatlarından olan bu çocuklar, daha sonra oluşacak Türk Milletinin ve Türklerin ilk ataları, Türklüğün de başlatıcıları olmuşlar. Bu çocukların, o zamanki dünyanın bu kadar uzak, çorak ve kurak bölgesine, Türklerin ilk anavatanı olacak bu bölgeye gönderilmelerini, yerleştirilmelerini, bazıları bir sürgün, sürülmüş ve terk edilmişlik durumu olarak görmüşlerdir. Hatta bunların kendilerine ve arkadan gelen nesillerine Türk adı verilmesinin de buradan kaynaklandığına dair bazı yorumlar da yapılmıştır. Çünkü Arapça’da Türk ve terk kelimesi aynı şekilde yazılır. Fakat onların bu uzak ama pek çok tehlikeden de korunaklı diyara gönderilmelerini, bir sürülmüşlük ve terk edilmişlik olarak olumsuz bir algı ve yargı yükleyerek yorumlamak daha sonra yaşananlar da göz önünde bulundurduğumuzda pek isabetli görünmemektedir. Bir kere bu çocukların ve bunların neslinden çoğalıp dünyaya yayılacak Türklerin, uzaklara sürülmelerini ve kovulmalarını gerektirecek herhangi bir suçları, kabahatleri ve günahları söz konusu değildir ki, buna karşı kendilerine böyle bir ceza verilmiş olsun.

Aksine bu olay, ilk bakışta çok olumsuz gibi görünen, ama gerçek sebebini ve hikmetini ancak kulu İbrahim’e bunu emreden Allah’ın bilebileceği bir sırdır. Fakat görünen odur ki, bu olay, gerçekte Türk, dünya, İslam ve insanlık tarihi açısından olağanüstü sonuçlar doğurmuş, dünyanın en önemli, en büyük, en kutlu, en hayırlı, en uğurlu ve en bereketli olaylarından biridir.

Eski dünyanın en kalabalık, en kozmopolit, türlü sapık dinlerin, felsefelerin ve ideolojilerin cirit attığı bölgelerinden biri olan Filistin ve Ortadoğu’da yerleşen İsrailoğullarının başlarına gelenler ortadadır. Bunlar tez zamanda doğru yoldan saptılar, zulme, günaha, isyana saplandılar. Allah’ın lanetini hak edecek çok kötü işler yaptıkları için de Allah, onları kendilerine vaat ettiği topraklarda barındırmadı. Her zulüm ve azgınlıklarının ardından zillet ve meskenete, esarete düşüp, dünyanın dört bir yanına dağıtıldılar. Onlarla beraber kalsalar, belki Hazreti İbrahim’in Türklerin ataları olacak olan çocukları da aynı akıbetlere uğrayacaklardı. Hem Kur’an’da, hem Tevrat’ta, hem de başka güvenilir kaynaklarda, İsrailoğulları’nın başka milletlerle ve dinlerle yoğun temasları sonucu, nasıl onlara benzemeye çalıştıkları, özendikleri, böylece nasıl çarçabuk yoldan çıktıkları örnekleriyle anlatılır. Kendilerini başka milletlerden farklı ve üstün kılan özelliklerinden, dinlerinden, inançlarından, benliklerinden, kimlik ve kişiliklerinden nasıl kolayca sıyrıldıkları gözlerimizin önüne serilir. Yaşadıkları bireysel ve toplumsal bozulmalar yüzden de özgürlüklerini de kaybederek en ağır katliamlara, esaret ve sürgünlere uğratıldılar. Ne büyük acılar çektiklerine, zillet ve meskenet içiresine düştüklerine her şeyden önce kendi kitapları ve tarihleri uzun uzun şahitlik etmektedir. Kur’an, ibret alalım diye, bunların içine yuvarlandıkları çok büyük bozulmalar sonucunda hem Allah, hem de peygamberleri tarafından nasıl lanetlendiklerini, ne kötü durumlara düştüklerini bize de haber veriyor.

Hazreti İbrahim’in diğer zürriyeti olan ve Türk milletinin oluşumuna öncülük eden çocukları ise; nispeten boş, ıssız ama başka milletlerin ve bozuk inançlarının, sapık din ve felsefelerinin fazla etkin olamadığı uçsuz bucaksız, çok geniş bir coğrafyada daha sağlıklı bir gelişim imkânı bulabilmişlerdir. Büyük bir ihtimalle annelerinin de asli vatanı olan bu uzak ama korunmuş, saklanmış, bozulmamış bölgede, daha güvenli bir hayat sürebilmişlerdir. Burada çok hızla çoğalarak, bedenen ve ruhen sağlıklı, güçlü, kuvvetli ve daha güzel nesiller yetiştirerek çoğalıp güçlenebildiler. Ataları İbrahim’den miras aldıkları Hanif Dini’ni (Başka ilahlardan yüz çevirerek Tek bir Allah’a yönelip bağlanmayı ifade eden Hak Din) ve onun karakteristik özelliklerini çok fazla bozulmaya uğramadan asırlar boyunca koruyabildiler. Bu yüzden de varlıkları, birlikleri, dirlikleri daha devamlı olabilmiştir. Böylece başka milletler ve dinler arasında çabucak kaybolup gitmekten kurtulmuşlardır. Buranın çok çetin coğrafi şartları, temiz havası ve suyu onların daha dayanıklı, güçlü, kuvvetli ve gürbüz olmalarını da sağlamıştır. Kafaları, kalpleri ve gönülleri başka bozuk inanç ve fikirlerle, din ve ideolojilerle fazla dolmamıştır. Bu yüzden de Allah’ın yeryüzüne hâkim kılmak üzere gönderdiği İslam dinini kabul etmeleri de daha kolay olmuştur. Allah onların gönüllerini İslam’a açtıktan sonra, bu dine sımsıkı sarılmışlar, ifrat ve tefrit içeren aşırı görüşlere meyletmemişlerdir. Allah da daha önceden gerçek İslam’la bağlarını iyice gevşetmiş, hatta koparmış durumdaki Araplar’dan İslam’ın bayraktarlığı görevini alarak bunlara vermiş ve kendilerine dünyaya yön ve nizam verebilecek bir duruma getirmiştir.

Kısacası Türkler’in Hazreti İbrahim’in soyundan geldikleri gerçeği asla hafife alınabilecek, safsata sayılabilecek basit bir iddia ve uyduruk boş bir rivayet değildir. Bunu destekleyen pek çok somut bilimsel veri ve kanıt da mevcuttur. Hz. İbrahim’in kendi zürriyetinden de önderler çıkarması için Allah’a ettiği duanın kabul edilmiş somut sonuçlarından birinin Türkler ve Türk Milleti olması inkârı kabil olamayacak bir gerçekliktir.

Zaten Yahudilerin çarpıttıkları gibi Hz. İbrahim’in duası, Allah’la yaptığı ahit sırf Yahudileri, hatta bazılarının iddia ettiği gibi sırf Arapları, yani İsmailoğullarını kapsamış olsaydı, etkisi ve sonuçları itibariyle çok sınırlı ve kısıtlı kalmış olacaktı. Çünkü Kur’an’ın da açıkça belirttiği gibi Yahudiler Allah’ın lanetine uğramışlar, Araplar da iman bakımından olmasa bile amel ve uygulama bakımından oldukça kısa sayılabilecek bir zaman diliminde Allah’ın dininden yüz çevirmişlerdir. Allah da onların yerine İbrahim (AS)’ın zulüm, inkâr ve döneklik damgası yememiş başka kolundan ve soyundan başka bir zürriyetine mülkünü, hilafetini, yeryüzünü imar ve ıslah görevini tevdi etmiştir. Bu da Allah’ın kesin ve değişmez, sosyal ve siyasi yasalarından biridir:

Şimdi şu insanlar da nankörlük eder, bütün bunları tanımayıp inkâr ederlerse Biz, onların yerine kâfir olmayacak, bunları inkâr etmeyecek başka bir milleti getiriveririz! (Onların yerine geçmeye memur, vekil eder, müvekkel kılarız) (En’âm Suresi, Ayet: 87-89).

Nitekim Allah, ahdine, misakına, büyük emanetine layık olamamaları, küfre, isyana, şirke, fitne ve fesada bulaşmaları yüzünden lanete uğramış olan Yahudilerden (İsrailoğulları) sonra, bu nimetini İsmail soyuna, yani Araplara vermiş, onların da buna layık olmaktan uzaklaşmaları üzerine Araplardan da bu liderlik, önderlik, üstünlük nimetini çekilip alarak, Türklere vermiştir. Allah, Arapların yerine getirileceği kavmin bariz vasıflarını, karakteristik özelliklerini tek tek sayarak da açıkça haber vermiştir:

Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, Kendisinin (çok) sevdiği ve Kendisini (çok) seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), inkarcılara karşı güçlü, onurlu ve zorlu, Allah yolunda cihad eden, (bu yolda hiçbir) yerenin yermesinden korkmayan, (çekinmeyen, aldırmayan) bir kavim, bir millet getirecektir. Bu Allah’ın dilediğine lütfettiği bir nimettir. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir (Maide Suresi, Ayet:54). Bu Ayet-i Kerime’yi zaman tefsir etmiş, bu milletin Türk Milleti olduğunu da hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur.

Yani çoğumuz farkında bile olamasak da İbrahimi mirasın gerçek varislerinden biri de Türklerdir. Ama tabii çakma ve uyduruk Türkler değil, gerçek Türkler!

Her namazın son oturuşunda Hz. İbrahim’e ve onun ailesine dua eder, onları desteklemesini, bağışlamasını, rahmet, mağfiret etmesini, aziz, mübarek, kutlu, üstün ve şerefli kılmasını niyaz ederiz. Bunu yaparken acaba kaçımız, aynı zamanda kendimize de dua ettiğimizin farkındayız? Çünkü biz hem Hz. Muhammed’in ailesinden, hem de Hz. İbrahim’in milletinden ve ailesindeniz. Biz, Peygamber Efendimiz’in ailesindeniz. Çünkü Allah, onun eşlerinin bizim annelerimiz olduğunu haber veriyor. Dolayısıyla Müslümanlar olarak, hepimiz onun ailesine de dâhil olmuş oluyoruz.

İBRAHİMİ MİRAS KAVGASI

Hz. İbrahim, hem Yahudiler ve Yahudilik açısından, hem Hristiyanlar ve Hristiyanlık açısından, hem de biz Türkler ve Müslümanlar açısından, hatta bütün insanlık açısından son önemli bir şahsiyettir, adeta bir kilometre taşıdır. Bu yüzden de her yönüyle çok iyi tanınması, bilinmesi, örnek alınması ve uyulması gerekir.

Hazreti İbrahim’den sonra, hatta daha onun sağlığından itibaren onun mirası ile ilgili çok büyük ve kıyasıya bir kavganın yaşanmaya başlamıştır. Halen devam eden bu kavga günümüzde daha da kızışmış, bütün dünyayı kana bulayan kanlı savaşlara dönüşmüştür. Birinci ve İkinci Büyük Paylaşım Savaşı da bu kavganın bitmesine yetmemiş, şimdi dünya daha büyüğü olacağı anlaşılan bir Üçüncü Büyük Paylaşım savaşına doğru sürüklenmeye çalışılmaktadır. Öte yandan kavgası günümüzde de bütün hızıyla ve hararetiyle devam eden bu mirasın ne olduğu, Hz. İbrahim’in gerçek varislerinin kimler olduğu konusu ise hala tartışma konusu yapılmaya devam etmektedir.

Hz. Peygamberin gönderildiği dönemde de üç ayrı grup, Hz. İbrahim’in mirasına talip olmuş, sahip çıkmak istemiş, o mirastan pay istemişti. Hatta Yahudiler, o mirasın yalnızca kendilerinin hakkı olduğunu iddia ediyorlar, bu mirasa başka hiç kimseyi ortak etmek istemiyorlardı. Yahudiler, kendi soylarını Hz. İbrahim’e dayandırıyorlar, onun kendilerinin en büyük ve en ulu ataları olduğunu söylüyorlar, onun tüm mirasını da tek başlarına sahiplenmeye kalkıyorlardı. Bunlar, hem soyda, hem de dinde İbrahim’in tek varisi olduklarını, iman olarak da Hz. İbrahim’in imanını temsil ettiklerini iddia ediyorlardı. Kendi tarihlerini Hz. İbrahim ile başlatan Yahudilerin ikinci ataları Hz. İbrahim’in oğlu İshak, üçüncü ataları ise onun oğlu Hz. Yakup’dur. Yani onların üç büyük ataları vardır. Buna batı dillerinde, üç lider anlamında, patriark deniliyor. Hz. Yakub’un diğer adı İsrail olduğu için, onun soyundan gelenlere İsrail oğulları da denmektedir.

Yahudiler, İbrahimi mirastan Hz. İbrahim’in diğer eşlerinden olma evlatlarına ve onların soyundan gelenlere hiç hak tanımazlar. İsmailoğulları olan Araplara ve Kanturaoğulları (Ketura) oğulları olarak bilinen Türklere bu mirastan hiçbir pay vermeye yanaşmazlar. Hz. İsmail’i ve zürriyyetini, yani Arapları İbrahimi mirastan reddetmek için, onun cariyenin çocuğunu öne sürerler. Ketura’nın neslinden gelen Türklerin ise adını bile anmak istemezler.

Hz. İbrahim’in mirasından pay isteyen ikinci grup ise Hristiyanlardı. Onlar da: ‘Biz, imanda İbrahim’in varisleri, temsilcileriyiz’ diyorlardı. Bu arada dönemin Mekke müşrikleri de bu miras kavgasına ilgisiz kalmadılar. Onlar da Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan geldiklerini öne sürerek bu mirasa ortak olmak istediler. Herkes kendi iddiasını ispat edecek delil üretme çabası içerisine girmişti.

Yahudiler, Hz. İbrahim’in Yahudi, Hristiyanlar da Hristiyan olduğunu iddia ediyorlardı. Tevrat’ta kendisinden nebi olarak bahsedilen ilk kişi Hz. İbrahim’dir. Hatta Yahudiler, Hz. İbrahim’in Tevrat’a ve Yahudi şeriatına göre yaşadığını ve Yahudi olduğunu da savunuyorlardı. Kur’an ise onların bu iddialarının geçersizliğini ve yanlışlığını net bir biçimde ortaya koymaktadır:

‘Ey kitap ehli! Siz, İbrahim hakkında niçin boşu boşuna tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz? (Âl-i İmrân Suresi, Ayet: 65).

Bilindiği gibi Hz. İbrahim M.Ö. muhtemelen 2000’lerde yaşamıştır. Hz. Musa’ya, Tevrat’ın verilmesi ise M.Ö. 1200’lerde olmuştur. Arada aşağı yukarı 800 yıllık bir fasıla vardır. Bu durumda, Hz. İbrahim nasıl olur da kendisinden asırlar sonra indirilmiş Tevrat’a ve Yahudi şeriatına göre yaşamış bir Yahudi olabilir? İncil ise M.S 25 veya 28’lerde Hz. İsa’ya indirilmiştir. Arada neredeyse 2000 yıllık bir süre vardır. Dolayısıyla:

“İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyandı! Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir Müslümandı. O, Allah’a ortak koşanlardan da değildi (Âl-i İmrân Suresi, Ayet: 67).

Bu ayette Mekkeli müşriklere de gönderme vardır. Eğer onlar da İbrahim’e varis oldukları iddiasında samimi iseler, öncelikle küfrü, şirki, inkârı bırakmaları gerektiği bildirilir.

Hem Müslümanlar, hem de Yahudiler, Hz. İbrahim’i Allah’ın dostu olarak bilirler: ‘Allah, İbrahim’i kendine dost edinmişti (Nisâ Suresi, Ayet: 125).’

Öte yandan ne Hz. Musa tebliğ ettiği dine Yahudilik, ne de Hz. İsa tebliğ ettiği dine Hristiyanlık demiştir. Bu isimler, bu dinlere çok sonraları takılmıştır. Hz. Musa ve Hz. İsa insanlara hak dini tebliğ ettiler. Onların insanlara tebliğ ettikleri bu din, özde, mahiyet olarak İslam’dı. Daha sonra İslam adı, son peygamber Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin de özel adı oldu: ‘Allah katında yegâne din, İslam’dır (Âl-i İmrân Suresi, Ayet: 19).’

Hz. Musa’nın tebliği ettiği dine ondan yaklaşık altı asır sonra Yahudilik ismi verilmiştir. İslam inancına göre, bu peygamberlerin her ikisi de bir olan Allah’ın seçtiği ve gönderdiği hak peygamberlerdir. Tebliğ ettikleri din de ilahi dindir, yani İslam dinidir. Hz. İsa, tebliğ ettiği dine hiçbir zaman Hristiyanlık dememiştir. O da insanları bir olan Allah’a kulluğa çağırmış, putlarla ve putperestlikle mücadele etmiştir.

MİRAS NE, MİRASÇI KİM?

Haklı veya haksız, Hz. İbrahim’in mirasına talip olanlar, bu mirastan başkalarına pay ve hak vermek isteyenler kanlı mücadeleler veriyor. Peki, ama İbrahim’in mirası nedir ve onun gerçek mirasçıları kimdir? Bu konuda Hz. İbrahim ne diyor? Kimi kendi mirasçısı sayıyor, kimi mirasçılığından reddediyor? Daha da önemlisi bu konuda Allah ne diyor?

Hz. İbrahim, Kur’an-ı Kerim’de tebcil edilen, övülen ülü’l-azim peygamberlerdendir. Tevhidi ve teslimiyeti ile Allah’ın has ve salih kullarına lider, önder, imam kılınmış, pek çok konuda insanlara örnek ve rol model olarak gösterilmiştir. O, Peygamberimiz de dâhil pek çok peygamberin büyük ve ulu atası olduğu gibi, bütün inananların da iman, din ve millet babasıdır. Hazre ti İbrahim’in en temel karakterlerinden ve özelliklerinden biri de tevhit inancının en güzel ve özel temsilcilerinden biri olmasıdır. Hemen hemen bütün peygamberler gibi o da Rabbinin emriyle hicretler etmiştir. Urfa’dan Harran’a, oradan da Kenan ve Filistin diyarına, oradan Mısır’a, birkaç kere de Mekke’ye hicretleri olmuştur. Onun hayatı sırf Allah rızasını gözeterek yaptığı güzel ve yararlı ibadetlerle, namazla, niyazla içten dualarla, Allah yolunda başından geçen pek çok ibret verici olaylarla doludur. O, Allah’ın rızasını kazanabilmek için, oğlunu kurban etmekle denenecek kadar büyük imtihanlardan başarıyla geçmiştir. Allah için yeryüzünde yapılmış ilk mabet olan Kabe’yi yeniden imar ve inşa eden, insanları ilk defa hacca ve umreye çağıran odur. Allah için hac ve kurban ibadetleri onunla birlikte başlamıştır. Aslında onun kendisinden sonra gelen evlatlarına bıraktığı en büyük mirası da işte bu dini, inancı, yolu, davası, teslimiyeti, karakteri ve huyu olmuştur. Onun gerçek mirası, başarıyla üstesinden gelebildiği çok büyük imtihanları, bu yoldaki hatıraları, izleri, yaşadığı önemli olaylar, Allah’a karşı dosdoğru, şeksiz, şüphesiz, sağlam imanı, tevhidi, saf, temiz, hakiki katkısız, katışıksız, halis, muhlis, dini, kulluğu, itaati ve teslimiyetidir. O, ömrü boyunca putlardan, putlaştırılmış şeylerden ve haddini aşarak tanrılık taslamaya kalkanlardan nefret etmiş, bunlara karşı mücadeleyi de hayatının gayesi edinmiştir. Bunlar bilinmeden, anlaşılmadan, sahiplenilmeden ve en temel görev ve sorumluluk olarak kabul edilip üstlenilmeden Hz. İbrahim’e mirasçı olabilmek mümkün değildir. Zaten kendisi de soyundan ve sulbünden geleni değil, yolundan gideni kendi nesli ve mirasçısı kabul ve tayin etmiştir. Onun Allah’tan en çok istediği şeylerin başında kendisinden sonra dini ayakta tutacak iyi, sağlam, düzgün, salih mirasçılar getirmesi niyazıydı:

“Ey Rabbim, bana salih (nesil)lerden armağan et! (Saffat Suresi, Ayet: 100).”

“(Ey Rabbim!) Bu beldeyi güvenli kıl! Beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut! Rabbim! Çünkü o (putlar) insanlardan birçoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana uyarsa, o bendendir (benim varisimdir). Kim de bana karşı gelirse, şüphesiz Sen çok bağışlayan, çok merhamet edensin (İbrahim Suresi, Ayet: 35-36)”.

Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: “Kuşkusuz ben, sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni Yaratana taparım. O, beni doğru yola iletecektir. İnsanlar (Allah’ın dinine yönelsinler) dönsünler diye, o bu sözü (ve bu tevhid inancını) ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı (Zuhruf Suresi, Ayet: 26-28).”

Hazreti İbrahim de, onun gerçek evlatları da; soylarına, soplarına sürekli olarak, ısrarla ve sıkı sıkıya bunu tembihlemişler, öğütlemişler ve vasiyet etmişlerdir:

“İbrahim de, Yakup da çocuklarına şu vasiyette bulundu: ‘Evlatlarım! Bakın, Allah, sizin için bu (en saf, en temiz) dini (inancı, İslam’ı) seçti. O halde, siz de ancak Müslümanlar olarak ölünüz! (O’na teslim olmadan ölümün sizi alt etmesine izin vermeyiniz!) (Bakara Suresi, Ayet: 132).”

Hazreti İbrahim’in ardından gelenlere bıraktığı en büyük mirasın tevhid inancı olduğu yine Kur’an’ın şu ifadeleriyle anlatılır:

“Rabbi ona: ‘Teslim ol!’ dediğinde (O:) ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum!’ demişti. Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti, Yakup da: ‘Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, siz de ancak Müslüman olarak can verin!’ (diye benzer bir vasiyette bulundu) (Bakara Suresi, 131-132).”

Bu konuda Allah da kesin hükmünü şöyle ortaya koyuyor:

“Daima iyilik yapan, her türlü batıldan yüz çevirerek tam bir doğruluk ve samimiyetle bütün benliğini Allah’a teslim eden ve İbrahim’in Milletine (inanç sistemine, Allah’ı bir tanıyan hanif dinine) uymuş olandan daha güzel din (ve iman) sahibi kim vardır? Allah, İbrahim’i (sevgisiyle yüceltmiş ve onu kendisine) dost edinmiştir (Nisa Suresi, Ayet: 125).”

Hz. İbrahim, kendi mirasının gerçek sahiplerinin kimler olduğunu net bir biçimde ortaya koymuş, kendi neslinden, soy ağacından gelip de yolundan gitmemeyi en ağır ve asla affedemeyeceği büyük bir suç saymış, böylelerini mirasından mahrum bırakmıştır. Unutulmamalıdır ki, Allah’ın sevmediğini peygamber sopayla kovalar.

Dolayısıyla bugün, Hz. İbrahim’in onun gerçek varisleri ve onun mirasına hakiki anlamda ehil ve sahip çıkabilecek olanlar, sadece onun dinine, imanına ve yaşayışına toz kondurmayanlar, yani gerçek Müslümanlardır. Bu gerçeği de Allah da Kur’an’da şöyle ifade ediyor:

“Şüphesiz, insanların İbrahim’e en yakın olanı, elbette ona uyanlar, bir de bu peygamber (Muhammed) ve müminlerdir. Allah da müminlerin dostudur (Âl-i İmrân Suresi, Ayet: 68).”

VAADEDİLMİŞ TOPRAKLAR EFSANESİ

Yahudiler, Filistin ve Kudüs’ün kendilerine vaadedilmiş topraklar, arz-ı mevud olduğunu iddia ediyorlar ve buraları ele geçirmek için de bütün dünyayı ateşe vermekten, yakıp yıkmaktan geri kalmıyorlar. Onların bu vaat edilmiş topraklar dedikleri yerlerin, sınırları da tam ve net olarak belli değildir. Onlar, bu Arz-ı Mevûd hudutlarını kendi kafalarına göre sürekli genişlettikçe genişletirler. Bu sınırlar, daha şimdiden Türkiye’nin önemli bir bölümünü de içermektedir. Bu sınırları, belki ileride daha da genişletecekler, hatta ellerinden gelse bütün dünyaya yayacaklardır. Onların bu Arz-ı Mevûd iddiası, artık hiçbir gerçekliği ve esası kalmamış, çarpıtılmış, bağlamından koparılmış, bütün dünyayı fitne ve fesada boğacak, kendi başlarına da çok büyük felaketler getirecek aptalca ve anlamsız bir safsatadır.

İsrail Başbakanı Bünyamin Natenyahu, ‘Kudüs bizim ezeli ve ebedi başkentimizdir’ diyor. Fakat kimse çıkıp da ona, bütün Yahudi devletlerinin tarihi boyunca Kudüs’ün kendilerine toplam kaç yıl başkentlik yaptığını sormuyor. Ne kadar zorlansalar da, binlerce yıllık dünya tarihi içinde bu dönemi toplam beşyüz yıla bile çıkaramazlar. Öte yandan Kudüs, 637 yılında Hz. Ömer tarafından fethedilerek İslam beldesi olmuştur. O gün, bugün, kısa sayılabilecek bir Haçlı işgali dönemi (1099-1187) hariç, hep Müslümanların yönetiminde kalmıştır. 1517-1917 yılları arasında, kesintisiz tam dörtyüz sene Osmanlı hâkimiyetinde gerçek bir barış ve huzur kenti olmuştur. Ondan önceki dönemlerin önemli bir bölümü de hep Türk yönetimiydi (Tolunoğulları, İhşidoğulları, Memlukler, Selçuklular, Eyyubiler vs gibi). Yani Kudüs’ün, Yahudilere başkentlik yaptığının kat kat fazlası, Türklerin hizmetinde kaldığı mutlu dönemleridir. O zaman nasıl oluyor da ezeli ve ebedi Yahudi başkenti oluyor?

Öte yandan Kudüs, Babil, Roma dönemlerinde hep zulme uğramış, yıkılıp, yakılmış, cehenneme çevrilmiştir. Kudüs, sadece Türkler ve Müslümanlar döneminde gerçek anlamda barış ve selamet yurdu olabilmiş ve cennete dönebilmiştir. Eski tarihi geçmişi içinde çok büyük zulümler gören Kudüs ve Filistin coğrafyası, Osmanlı Türk yönetiminin sona erdirilmesinden bu yana günümüzde de zulümlerin en acısını ve en büyüğünü görmeye devam etmektedir. Bu coğrafya, bir tek Türkler döneminde huzur ve barış bulabilmiştir.

Yahudilere göre Peygamberlerin en büyüğü olarak Hz. Musa kabul edilir. Hz. Musa’dan sonra da Yeşu ve diğer peygamberler gelir. İsa’dan önce 1200’lü yıllarda yaşamış olan Hz. Musa, ne Kudüs’e girebilmiş, ne de Kudüs’ü görebilmiştir. Bu yüzden de onun peygamberlik hayatında ve dünyasında Kudüs’ün hiçbir yeri yoktur. İsrailoğulları’nın tarihine göre, Hz. Musa’nın önderliğinde Mısır’dan çıkan kavim, kendilerine vaat edilen topraklara girmedikleri için cezalandırılmışlardır. Daha sonra liderlik Yeşu’ya devredilmiştir. İsrailoğulları, onun önderliğinde Filistin topraklarına girmişler, bölgedeki yerli halklarla savaşarak topraklarının büyük bir kısmını ele geçirmişlerdir. Kudüs, ancak Hz. Musa’dan 250 yıl sonra, Hz. Davut tarafından fethedilebilmiştir.

Tevrat’a göre, Rab Yahve, Hz. İbrahim’e: ‘Sana ve soyuna vaat ettiğim topraklara git!’ emrini vermişti. Demek ki, bu vaatle Kudüs’ün İsrailoğulları tarafından fethedilmesi arasında aşağı yukarı bin yıl geçmiştir.

Hz. Davut’a kadar, Kudüs’ün, İsrailoğulları için herhangi bir kutsallığı yoktu. 40 yıl krallık yapan Hz. Davut, krallığının ilk yedi yılında ilk krallık merkezi Hebron’da bulunmuştur (el-Halil, Halilürrahman). Hz. Davut’un M.Ö. 1010-970 yılları arasındaki krallığının ardından Hz. Süleyman M.Ö. 970-930 yılları arasında krallık yapmıştır.

Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra devlet, kuzeyde başkenti Sâmiriye olan İsrail Krallığı ve güneyde başkenti Kudüs (Jeruselam) olan Yahuda Krallığı olmak üzere ikiye bölünmüştür. 

Kuzeydeki İsrail Krallığı M.Ö. 722’de Asur Krallığı tarafından yıkıldı. Buranın halkı esir alınarak, Asur topraklarına, hatta İran, Afganistan taraflarına kadar zorla tehcir edildi, götürüldü. Bu topraklara da Mezopotamya’dan başka halklar getirilip iskân edildi. Geride kalan Yahuda Krallığı da M.Ö. 587’de Babil Kralı Nebukadnetzar (Buhtunnnasr) tarafından yıkıldı.

Yahudilerin Babil esareti yarım yüzyıl sürdü. M.Ö. 538 yılında Pers Kralı Cirus veya Kuruş, Babil’i yenerek, Yahudileri özgürleştirdi. Babillilerin yıktığı Mabet, M.Ö. 515 yılında Perslerin yardımıyla (Kral Darius) ikinci kez, aynı yerine tekrar yaptırıldı.

M.S. 70 yılında Romalılar, Kudüs’ü baştan sona yakıp yıktılar. Mabedi de ikinci kez ve temellerine kadar yıktılar, taş üstünde taş bırakmadılar. Buradaki Yahudileri de sağa sola sürdüler. Romalılar, 132 yılında, Süleyman Mabedinin yıkıntılarının olduğu yere Jüpiter’e ithafen bir pagan tapınağı yaptırdılar. Yahudiler, Mesihlik iddiasındaki Şimon Bar Kohba liderliğinde yeniden ayaklandılar. İmparator Hadriyanus, bu isyanı, 135’te çok kanlı bir şekilde bastırdı. Şimon Bar Kohba öldürüldü. Yahudiler yine büyük bir katliama tabi tutuldular. Bundan sonra da Filistin topraklarının tamamından sürüldüler. Roma, 380’de Hristiyan olunca bu pagan tapınak yıkıldı. Hristiyan Roma, bunun yerine Süleyman Mabedinin daha önceki tasvir ve temsillerine göre yeni bir mabet yaptırmadı. Bunun sebebinin de, Matta İncil’indeki Hz. İsa’nın bu binanın tamamen yıkılacağına, taş üzerinde taş kalmayacağına dair haberi olduğu söylendi. Eğer buraya bir mabet yapılacak olsa, Hz. İsa’nın geleceğe yönelik bu sözünün, bir peygamberi haberin boşa çıkarılmış, geçersiz kılınmış olacağı düşünüldü.

Yahudiler, bu kutsal toprakların, ilelebet, kayıtsız ve şartsız, ezeli ve ebedi olarak kendilerine vaat edilmiş olduğunu iddia ediyorlar. Hâlbuki onların bu iddialarını, önce kendi Kutsal Kitapları yalanlar. Kutsal Kitap’ta bunun tam tersi ifadeler de yer alır. Nitekim Eski Ahit’in, Yeremya Kitabı’nın 7. Bab’ında bu vaadin belli ve kesin şartlara bağlandığı açıkça belirtilir:

“Rab, Yeremiya’ya şöyle seslendi: Rabbin Tapınağının kapısında dur ve şu sözümü insanlara duyur! Onlara de ki: Ey Rabbe tapınmak için bu kapılardan giren Yahuda halkı! İsrail’in Tanrısı, her şeye egemen Rab diyor ki: Yaşantınızı ve uygulamalarınızı düzeltin! O zaman burada kalmanızı sağlarım. Burası Rabbin Tapınağıdır; Rabbin Tapınağı buradadır gibi aldatıcı sözlere güvenmeyin! Eğer yaşantınızı ve uygulamalarınızı gerçekten düzeltir, birbirinize karşı adil davranır, yabancıya, öksüze, dula, yetime haksızlık etmez, burada suçsuz kanı akıtmaz, sizi yıkıma götüren başka ilahların ardınca gitmezseniz, burada sonsuza dek, atalarınıza vermiş olduğum ülkede kalmanızı sağlarım. Ne var ki sizler, işe yaramaz, aldatıcı sözlere güveniyorsunuz.’

Demek ki, onlar için bu topraklarda kalabilmenin bazı temel ve vazgeçilmez şartları varmış. Bunlar da kendi Kutsal Kitaplarına göre; garibe, öksüze, yetime, dula, yabancıya haksızlık etmemek, iyi ve adaletle davranmak, haksız yere kan dökmemek, adaletle hükmetmek ve davranmak, hallerini, durumlarını düzeltmek gibi şartlarmış. Şimdi Yahudiler bu kutsal topraklarda bu emir ve yasakların tam tersini yapıyorlar. Her gün, çoluk, çocuk, bebek demeden binlerce masum ve mazlum insanın kanını haksız yere döküyorlar. Daha önce de aynı kötülükleri, zulüm ve haksızlıkları yaptıkları için katliamlara uğramışlar, bu topraklardan defalarca sürülmüşlerdir. Allah’ın adeti, sünneti ve kanunu asla değişmez. Aynı yanlışlar yapılarak, daha farklı ve daha iyi bir sonuca ulaşılamaz. Yaptıklarına ve ettiklerine bakılırsa Siyonist Yahudilerin başlarına bu sefer çok daha büyük felaketler geleceğini söylemek kehanet değil, gerçeğin ifadesidir.

Tanrıları onlara: ‘Aksi takdirde bu topraklarla ilgili olarak size verdiğim sözü geri alır, sizi o topraklardan çıkarırım!” diye hükmediyor, onlar bunu hiç umarsamıyorlar. Daha önce başlarına gelen felaketlerin bin beterini kendi elleriyle kendileri için hazırladıklarının farkına bile varamıyorlar.

Yahudiler, yaptıkları zulüm ve haksızlıklara, bu gereksiz ve kanlı vahşetlerine gerekçe olarak: ‘Bu topraklar sadece bizim, burada başkalarına hayat hakkı tanımayız! Biz, buraya Tanrı’nın Mabedi’ni yapacağız’ iddiasında bulunuyorlar.

Bugün, İsrail’in en büyük hedefinin, tamamen toprak altında kalmış Mabed’in kalıntılarını da kullanarak Kutsal Kitaptaki ölçülerine göre Süleyman Mabedi yeniden yapmak olduğu söyleniyor. Hatta Mabed’in büyük bir maketini de yapmışlar, Yahudilerin yaşadığı Batı Kudüs’te sergiliyorlarmış. Bu arada toprağın üzerindeki Müslümanlar tarafından yapılmış iki dini yapıyı (Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs-Sahra) da ortadan kaldırma niyetlerini de gizlemiyorlar.

Hâlbuki yine kendi Kutsal Kitaplarında yazıldığına göre, bu Mabedi Kudüs’e yapmaya ilk niyetlenen, Kudüs’ün fatihi Hz. Davut olmuştu. Ama Tevrat’a göre Tanrı ona: ‘Sen çok savaşlar yaptın. Dolayısıyla senin elin çok kana bulandı. O kanlı ellerinle benim Mabedime dokunma! O Mabed’i sen değil, senin oğlun Süleyman yapacak!’ diyerek engel olmuştu. Davut gibi bir peygamberinin bile çok savaş yaptığı için Mabedini yapmasına izin vermeyen Tanrı, çoğu masum bebek, kadın ve çocuk olmak üzere bu kadar çok kan döken, tepeden tırnağa kana bulanmış bu zalimlerin, kendi adına Mabet yapmalarına izin verir mi, razı olur mu? Elbette hayır!

Bazıları Siyonistlerin arz-ı mevud, vaadedilmiş topraklar ideolojisini fazla abartmaya, mesele etmeye gerek olmadığını, bunun bizi fazla ilgilendiren bir şey olmadığını da savunuyorlar. Bu gafiller, çok yakın ve çok hayati bir tehlikeyi önemsemiyorlar ve görmezden geliyorlar.

Bugün İsrail, dünyanın en fazla göç alan devletidir. İsrail yönetimi, dünyadaki bütün Yahudilerin ve Musevilerin burada toplanmalarını istiyor. İsrail’deki doğum oranı da OECD ortalamasının iki katı durumundadır.

İsrail’in nüfusu 1983’te 3.6 milyon iken, şimdi neredeyse 10 milyonu bulmuş, üç kata yakın artmış durumdadır. Türkiye’nin nüfusu ise o tarihten bu yana bir kat bile artmadı. O tarihte biz 45 milyon idik, şu anda 80 milyon civarındayız. Aradaki farkı görmek gerekir. İsrail, ülkesine göçü teşvik ediyor ama sadece Yahudileri alıyor. Yahudi olmayanları ise asla göçmen olarak ülkeye kabul etmiyor. O toprakların binlerce yıllık gerçek sahiplerini ise türlü baskı ve zulüm uygulamalarını kullanarak dışarıya atıyor, soykırım ve etnik temizlik yapıyor.

İsrail’in bugünkü yüzölçümü sadece 22 bin kilometrekaredir. Yani Türkiye’nin 35’te biri kadardır. Üstelik topraklarının büyük çoğunluğu da çöldür. Kilometrekare başına 5000 kişi düşüyor. Türkiye’de ise kilometrekare başına 110 kişi düşüyor. İsrail’in, mevcut topraklarıyla dışarıdan sürekli gelen ve daha da gelecek olan, yani sürekli büyüyen bir nüfusu barındırabilmesi ve geçindirebilmesi mümkün değildir. Şimdi bu yapıdaki ve bu anlayıştaki bir devlet, yani bütün dünyadaki Yahudileri buraya getirmek isteyen bir devlet, bu nüfusu iskân için ne yapacak? Elbette sürekli toprak işgal etmeye çalışacak. Zaten bu yüzden de İsrail, sürekli büyümeyi, sürekli işgal etmeyi, Büyük İsrail Devleti’ni kurmayı esas ideoloji haline getirmiştir. İsrail, dünyanın en genişlemeci devletidir.

Arz-ı Mev’ud sınırlarını sürekli genişleten, Büyük İsrail’i bir an önce kurma hevesindeki Siyonist İsrail’in çok büyük ve çok yakın bir tehlike olduğunu görebilmemiz gerekir. Bu çok büyük yangınlara sebep olacağı açıkça belli olan çok tehlikeli bir kıvılcımdır. Üstelik daha şimdiden Türkiye’nin 22 ilini de kendi sınırları içerisinde göstermekten bile pervaları olmadığı görünmektedir.

YAHUDİLERİN SEÇİLMİŞLİĞİ ve ÜSTÜNLÜĞÜ SAFSATASI

Yahudilik, iki temel esas üzerine kurulu bir dindir. Birisi, Allah’ın birliği, diğeri de İsrail’in İsrail ırkının ve soyunun üstünlüğü, seçkinliği ve seçilmişliği inancı, iddiası ve teorisidir.

Yahudilikte, Yahudiler ve diğer insanlar arasında bir eşitlik yoktur. Tam tersine çok köklü ve kesin bir ayırım ve ayırımcılık vardır. Yahudiler, Yahudi ırkının Tanrı tarafından seçilmiş ve üstün bir ırk olduğuna inanırlar. Bugünkü fanatik Yahudilerin inanışlarına göre de, Yahudiler birinci sınıf, Tanrı’nın has evladı, ötekiler ise üvey evlat gibidir. Hatta bazıları kendilerinden başkasını insan bile saymazlar, ötekileri hayvanlar mesabesinde, hatta daha da aşağı görürler.

Yahudiler, Yahudi olmayanlarla ilişkilerinde, Yahudi olmayanları ikinci sınıf olarak görürler. Bir Yahudi’nin, Yahudi olmayan biriyle aynı masayı paylaşıp yemek yemesi, oturması bile yasaktır. Yahudi Yahudi’den faiz alamaz ama Yahudi olmayandan alabilir. Bunlar çok saçma safsatalar olmasına rağmen, onlar Kutsal Kitaplarından hareketle bu tür kanaat ve inançlara varmaktadırlar.

Yahudilikteki seçilmişlik inancının menşeinde eski dini metinlerdeki bazı ifadeler vardır. Bunların bir kısmı bugünkü Tevrat’ta da vardır. Bir kısmı da Yahudi daha sonradan teologlarca yorum olarak eklenmiştir.

Yahudilerin inancına göre, Tanrı, kutsal kitabında güya onlara demiş ki: ‘Eğer siz, benim gönderdiğim dini kurallara uyarsanız, ben sadece sizin Rabbiniz olacağım. Siz de benim özel, has ve seçkin kavmim olacaksınız.’ Bu metinlerdeki Tanrı imajı, adeta milli bir karakter arz ediyordu. Bu Tanrı, sadece İsrailoğullarını kayıran ve sadece onların Tanrı’sı olan bir Tanrı’ydı. İsrailoğulları bu Tanrı’nın has evladı, diğerleri ise üvey gibiydi.

Kutsal kitaplarına göre güya Tanrıları, Hz. Musa’ya: ‘Eğer İsrailoğulları, benim sana verdiğim bu Tevrat’a uyarlarsa, ona göre yaşarlarsa onlar benim yanımda Kahinler Melekutu (yüce ruhlar) gibi olacaklar! Benim has kavmim olacaklar. Ben onların Tanrısı olacağım!’ demiş. Uymuşlar mı, olabilmişler mi? Belli dönemler hariç hayır! Tam tersine, yaptıkları kötülükler yüzünden, Allah’ın ve kendi peygamberlerinin lanetine uğramışlar.

Öte yandan Yahudi teoloji tarihinde, Kutsal Kitap’ta da zaman zaman, dönem dönem pek çok değişiklikler yapılmıştır. Mesela, M.Ö 6. Ve 5. yüzyılın peygamberleri olan İşaya, Ezekiyal, Yeremya gibi Peygamberler, ‘Tanrı, bütün insanlığın tanrısıdır.’ diyorlardı.

İsrail Şahak adlı İsrailli meşhur kimyager bir yazarın Yahudi Dini ve Yahudi Tarihi diye Türkçeye de çevrilmiş bir kitabı vardır. Bu kitabında anlattığına göre, bir cumartesi günü Kudüs’te dolaşırken, yanından geçen bir Filistinlinin yolda kalp krizi geçirip ve yere düştüğüne şahit olur. Hemen oradaki Yahudilerden yardım etmelerini, en azından bir telefon edip ambulans çağırmalarını rica eder. Fakat kime söylediyse, hiç oralı olmaz. Bazıları da açıkça: ‘Bizim dinimiz Yahudi olmayan birine yardım etmeyi yasaklar!’ derler. Bu tavra çok şaşırır. Ertesi gün İsrail’deki din işleriyle görevli en yüksek otoriteye, kurula başvurur. Başından geçenleri ve kendisine söylenenleri anlatır. Bunun dinen doğru olup olmadığını sorar. Oradan gelen cevap, Yahudi dinine göre onların yaptıklarının ve söylediklerinin doğru ve yerinde olduğu şeklindedir. Yani bir Yahudi’nin Yahudi olmayan birine yardım etmesi, dinen yasak ve haramdır.

Hâlbuki İslam inancında, mazlumun, mağdurun, çaresizin, muhtacın, yolda kalmışın, yoksulun, fakirin ırkı, milliyeti, kavmi, kabilesi sorulmaz. Belli bir ırka, kavme, kabileye mensup olmak seçilmişlik, üstünlük ölçüsü olamaz. Allah katında üstünlüğün ve seçilmişliğin tek kriteri ve ölçüsü sadece takvadır. Hiç kimse Ari ırktan, Cermen ırkından, yahut da İsrailoğullarından olduğunu öne sürerek kendisini daha üstün göremez. Kimse kimseye bu şekilde bir üstünlük ve seçilmişlik taslayamaz. Sen falan ırktansın, üstün değil, aşağı ırktansın diyemez.

Yahudiler, Tanrı’nın Tevrat’ı bütün milletlere, halklara teklif ettiğini, onların hiçbirinin kabullenmediğini, kendilerinin kabullendiğini, dolayısıyla kendilerinin farklı ve üstün olduklarına inanırlar.

Hâlbuki işin gerçeği hiç de öyle değildir. İsrailoğulları, Allah tarafından Hz. Musa’ya indirilen Tevrat’a tarihleri boyunca pek sadık kalmamışlardır. Yine Eski Ahit’te anlatıldığına göre, hem İsrail Krallığı’ndaki kimi krallar, hem de Yahuda Krallığı’ndaki kimi krallar, kendi içlerinden çıkan bazı yöneticiler, halkın büyük çoğunluğu da Tevrat’a savaş açtılar. Hatta bazı krallar Tevrat’ı tamamen yasakladılar. Tevrat’ı yasaklayan Yahudi krallarının adları da (Kral Ahesse, Kral Manes gibi) kendi kaynaklarında tek tek sayılır. Yahudi krallarından biri de Tevrat’tan Tanrı’nın adını çıkararak, yerine putların adlarını koyduracak kadar ileri gitmişti. Yahudi toplumunda öyle bir zaman geldi ki ortada Tevrat diye bir şey yoktu. M.Ö. 620 yıllarında Kral Yoşiyah bir reform yapmaya niyetlenmiş, Baş Kohan’den Tevrat’ı getirmesini istemişti. Fakat Başkohen’in Kutsal Kitap’tan haberi bile yoktu. Sadece Ahit Sandığı’nın içine konulan Tevrat nüshası değil, Hz. Musa’nın çoğaltıp 12 Kabilenin her birine verdiği Tevrat nüshaları da ortada yoktu. Kral, Tevrat’ı korumakla görevli olanları çok sıkıştırınca, bunlar da araya taraya mabedin bir köşesinde şeriat kitabı diye bir tomar bulup getirdiler. Bu Kitabın, Tevrat’ın beşinci bölümü olan Tesniye Kitabı olduğu söylendi. Kral, Başkohenden Kitabı okumasını istedi. Ama Başkohen kendi kutsal kitabını okumasını da bilmiyordu. Yani Yahudiler, Tevrat’tan ve dinlerinden bu kadar kopmuşlar ve uzaklaşmışlardı. Bunlar, onların kendi kaynaklarında anlatılan ve yazılı olan tarihi olaylardandır. İsrailoğulları, Tevrat’ı uygulamadıkları gibi, Tevrat’ı umursamamışlar, korumamışlar, kaybetmişler, bazen de bilerek ortadan kaldırmışlardır. Böylece Tevrat, yasaklı, uygulanmayan, bozulmuş bir kitap haline getirilmiştir.

Günümüzde de Hz. Musa’nın elinden çıkmış orijinal hiçbir Tevrat nüshası yoktur. Elimizdeki Tevrat’ın tümünü içeren, en eski İbranice orijinal el yazması Tevrat nüshası, M.S. 9. yüzyıla tarihlenebilmektedir. Aradaki 2100 yıllık fasılada neler olduğu çok şüphelidir.

Hollandalı, frankafon Jacques Waardenburg’a (1930-2015) göre Kitab-ı Mukaddes, İsrailoğullarının tarihidir ama aynı zamanda İsrailoğullarının Tanrı’ya başkaldırışlarının da tarihidir.

Dolayısıyla Yahudilerin, hiçbir milletin üstlenmediği ve kabullenmediği Tevrat’ı kabullenerek ve üstlenerek, bütün milletlerden ve halklardan daha üstün oldukları iddiasının de gerçeklerle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur.

Kur’an-ı Kerim, Yahudilerin ve Hristiyanların kendilerine hak katından verilen ilahi kitapları, orijinal şekliyle muhafaza edemediklerini net bir biçimde ortaya koyuyor. Bu asla Yahudilere ve Hristiyanlara bir bühtan, haksız bir isnat ve iftira değil, sadece bir tespittir. Tarihi bir realitenin ortaya konulmasıdır.

SİYASİ SİYONİZM

Yahudiler, Filistin ve Kudüs’ü kendilerine vadedilmiş topraklar, arz-ı mevud olarak görüyorlar. Parayı, sermayeyi, medyayı, dini kullanarak, bölgeyi ve bütün dünyayı ateşe vermek, kaosa, kana, fitne ve fesada boğmak için her şeyi yapıyorlar. Bu konudaki yakın ve acil tehlikelerin ve bundan çıkış yollarının bulunabilmesi için bölgenin tarihini, Siyasi Siyonizmin ne olduğunu iyi bilmemiz gerekmektedir.

Roger Graudy, Türkçeye ‘İsrail, Mitler ve Terör’ diye çevrilen bir kitap yazmıştı. Graudy’nin mitler (efsaneler) dediği, Yahudilerin seçilmiş millet efsanesi, vaat edilmiş topraklar efsanesi, holokost, Nazi katliamı, Yahudi soykırımı gibi söylemleriydi. Graudy, kitabında, Nazi katliamında öldürülen Yahudilerin sayılarının öyle abartıldığı kadar fazla olmadığını, bu sayının altı veya sekiz milyon değil, çok daha düşük olduğunu somut delilleriyle ortaya koymuştu.

Graudy’nin, terör dediği, 1917’de Filistin’in İngiliz hâkimiyetine geçtikten sonraki dönemle ilgili tespitlerinden ibaretti. 1948’de İsrail Devleti kuruluncaya kadar, Filistin’de bölge halkını katliama uğratmak, topraklarından sürmek amacıyla bir sürü Yahudi terör örgütleri, yer altı teşkilatı kurulmuştu. Daha sonra 1948’de İsrail Devleti kurulunca bu teröristler, bu devletin yöneticileri, başbakanları, bakanları, cumhurbaşkanları oldular ve bu görevlerini uzun yıllar boyunca yürüttüler. Bunların hepsi, daha önceki ara dönemin en azılı teröristleriydiler. Aynı devlet terörü hala devam ettirilmektedir. Onun bir de Siyonizm Dosyası diye bir kitabı vardır.

Öte yandan, Siyonist Yahudilerin bazı kırmızı çizgileri vardır. Bunlar hakkında kimseye söz söyletmezler. Bunlardan birisi kendilerinin Şoah dedikleri, Batı dillerinde, kanlı kurban anlamında Holokost denilen olaydır. Yani İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Nazilerin yaptıkları Yahudi katliamıdır. Yahudiler, Naziler döneminde milyonlarca Yahudinin öldürüldükleri, fırınlarda yakıldıkları konusunu asla tartışma konusu yapmazlar. Milyonlarca Yahudinin öldürüldüğü konusundaki sayıları asla aşağılara indirmek te istemezler. İndirilmesine de hoşgörü göstermezler. Yahudiler, parasal, siyasal ve medya güçlerini kullanarak, bazı batı ülkelerinde ve bu arada Fransa’da da 1980’li yıllarda Antisemitizm yasası diye bir yasa kabul ettirebilmişlerdi. Yasa, bu gibi konularda fikir beyan etmeyi bile suç sayıyor, cezalandırılmasını öngörüyordu. Bu yüzden de Graudy’nin kendi ülkesi Fransa’ya girmesi yasaklandı. Kendisine çok ağır baskılar ve tehditler uygulandı.

Bugün de Fransa’da Yahudiler ve Yahudilik aleyhine en ufak bir şey yazabilmek ve söyleyebilmek suç sayılmaktadır. Öte yandan örneğin Fransa’da, İslamiyet hakkında kim ne söylerse söylesin, ne kadar küfür ve hakaret ederse etsin gayet serbesttir, hiçbir yasak ve yaptırım söz konusu değildir. Fransa’daki haftalık Şarli Hebdo dergisi, sırf ifade özgürlüğünden yana olduğunu göstermek için, Danimarka’da Hz. Peygamber’e hakaret içeren karikatürleri, hem de iki kere üst üste basıp yayımlamıştı. İfade özgürlüğünden yana olduklarını iddia eden Şarli Hebdo dergisini çıkaranların, bir günden bir güne Antisemitizmi yasaklayan kanunla ilgili bir şey yazabildikleri, söyleyebildikleri görülmemiştir.

Aslında ifade özgürlüğü, hiç kimseye, başkasının kutsalına hakaret etme hakkını ve özgürlüğünü vermez. Kişiler, inançlarını seçmekte özgür olmalıdır. Birisi eğer bir toteme inanıyorsa, biz onun totemine tapacak değiliz ama tercihine de saygı göstermek durumundayız. Herkes, kendi tercihinin sonucuna ve sorumluluğuna kendisi katlanır. Kur’an-ı Kerim’de Allah: ‘Siz, onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin ki, onlar da sınırı aşarak, bilgisizce Allah’a sövmesinler (En’âm Suresi, Ayet: 108)’ buyuruyor. Biz, putperestin putuna bile sövmeyiz. Onların da bizim kutsallarımıza, muazzez peygamberimize hakaret edebilmek için hiçbir haklı gerekçeleri olamaz. Onlar, bu yaptıkları edepsizliğe gerekçe olarak, İsa Mesih’e ve Hz. Musa’ya yönelik de her türlü alayı ve hakareti yapabildiklerini öne sürüyorlar. Fakat bu özrü kabahatinden büyük, çok yanlış ve kabul edilemez bir davranıştır. Hz. Musa ve Hz. İsa, bizim de inandığımız peygamberlerdir. Hiç kimsenin bunlara da, inanmasalar bile, saygısızlık etme, alaya alma, hakaret etme hakları yoktur. Üstelik biz, Hz. İsa’ya, Hristiyanların baktığı gibi, Hz. Musa’ya Yahudilerin baktığı gibi bakmayızz. Hristiyanlar, İsa Mesih’e karşı sevgi ve saygıda onu tanrılaştıracak kadar ileri gitmişlerdir. Bizim inancımıza göre, insanın tanrılaştırılması çok yanlış bir şeydir, sapıklıktır. Yahudiler de özellikle ilk dönemde Tanrı’yı insanlaştırmışlar, antropomorfik, yani insan biçimci bir Tanrı tasavvuruna saplanmışlardır. Tevrat’ta Tanrı’nın insanlaştırılması, peygamberlerin pespayeleştirilmesi, sıradanlaştırılması gibi yanlışlıklara ve sapıklıklara rastlanır. Bunlar da asla kabul edilemez. Biz, Allah’ı asla insanlaştırmayız. Hiç kimseyi ve hiçbir şeyi O’na denk tutmayız. Peygamberleri de ne tanrılaştırırız, ne de pespayeleştirir, sıradanlaştırırız. Onları ifrat ve tefritten uzak bir şekilde layık oldukları saygın yerlerine oturturuz.

Bugün Evanjelik Hristiyanlarla fanatik Yahudiler birleşmiş durumdadırlar. Aslında bir zamanlar, her iki taraf da birbirinin amansız düşmanı idiler. Hala bile çoğu bakımdan birbirlerine taban tabana zıt yönleri vardır. Peki neden ve nasıl birleştiler? Evanjeliklerin Tanrıyı Kıyamete Zorlama diye bir telakkileri vardır. Yahudilikte de Mesih beklentisi var. Hristiyanlar Yahudilerin beklediği Mesih’in Hz. İsa olduğuna inanıyorlar. Bir yandan da İsa Mesih’in ikinci gelişini, tekrar gelişini bekliyorlar. Birinin ilk bekleyişi, diğerinin daha önce geldi, ikinci defa geleceğine dair bekleyişi… Ayrı şahısları bekliyorlar ama ikisi de kurtarıcı bekliyorlar. Bu kurtarıcının gelebilmesi için de yeryüzünün kaosa sürüklenmesi, karışıklıklarla boğuşması gerekiyor. Bunun için de savaşlar, problemler çıkarılıyor. Burada birleşiyorlar.

ABD devlet başkanlarından hiç biri İsrail Devleti’nin kurulmasından önce de sonra da, İsrail ne yaparsa yapsın, bunlara asla karşı çıkmamış, hep destek olmuştur. Hepsi canı gönülden veya zoraki İsrail’i desteklemek zorunda kalmıştır, hala da öyle devam etmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’nın perde arkasındaki en önemli sebebi Yahudilere Filistin’de ve Ortadoğu’da bir yurt kurmak, İkinci Dünya Savaşı’nın gerçek sebebi İsrail Devleti’ni kurdurmaktı. Bu iki amaca da ulaşıldı. Şimdi çıkarmak istedikleri, hatta çoktan başladığı bile söylenen Üçüncü Dünya Savaşı’nın esas sebebi de İsrail’i genişleterek Büyük İsrail’in kuruluşunu gerçekleştirmektir. Bunu da İbrahimi miras gibi aslı ve esası olmayan mitlere, efsanelere, safsatalara dayandırıyorlar. Bizim gibi İbrahimi mirasın gerçek sahiplerine düşen ise, bir an önce kendimize Rabbimize dönmek, aklımızı başımıza toplamak, akıllı, tedbirli ve hazırlıklı olmaktır.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR