BATI’DAKİ GAZZALİ ETKİSİ
Mustafa ATALAR
Bundan yaklaşık bin yıl önce yaşamış olan İmam-ı Gazzali, etkileri sadece İslam dünyası ile sınırlı kalmış bir düşünür ve entelektüel değildir. O, etkisi sınırları aşmış, bütün dünyaya yayılmış, bu arada Batı medeniyetine de çok önemli katkıları ve çok büyük etkileri olmuş büyük bir dehadır. Son derece objektif, eleştirici ve araştırmacı bir kişiliğe sahip olan Gazzali, körü körüne hiçbir şeye inanmaz ve kapılmazdı. Bir fikri, görüşü, düşünceyi, inancı, doktrini, cereyanı önce gayet soğukkanlı, tarafsız bir gözle, adil bir şekilde, inceden inceye inceler, güzelce tahlil ve analizini yapar, ancak ondan sonra eleştirilmesi ve çürütülmesi gereken yönlerini tek tek sağlam delillerle ortaya koyarak eleştirir ve çürütürdü.
Gazzali, felsefecilerin fikir ve görüşlerini de yine onların kendi kitaplarından yaptığı alıntılarla ‘Makasıd el-Felâsife’ adlı eserinde özetledi. Bu eserinden sonra kaleme aldığı ‘Tehâfüt’ adlı şaheseriyle de felsefecilerin yanlış fikir ve görüşlerini, anlayışlarını eleştirdi, bellerini kırdı, sistemlerini yerle bir ederek, köklerini kuruttu. İmam Gazzâlî, sadece eski Yunan felsefesinin ipliğini pazara çıkarmakla, anlamsızlığını ve geçersizliğini net bir biçimde ortaya koymakla da kalmadı. İslam dünyasında, Allah’ın dinini Yunan felsefesine, Eflatun ve Aristo gibi pagan filozofların anlayışına uydurmaya çalışan ‘felasife’ cereyanının da bütün görüşlerini ve eserlerini de yıllar boyunca dikkatle inceledi, tahlil, hatalı görüşlerini, yanlışlarını açıkça ortaya koydu. Onların da hatalarından dönmelerini sağlamaya çalıştı. Eğer felsefeciler, İslam düşüncesini o hızla etkilemeye devam etselerdi, sonuçta İslam düşüncesine tamamen hâkim olacaklar, bu sapıklık cereyanı tamamen yaygınlaşacak, İslam artık tanınmaz hale gelecek, dinimizin safiyetine çok büyük gölge düşecekti. Bu skolastik, doğruluğu kendinden menkul eski paganist Yunan felsefesi her türlü, bilimsel ve teknolojik ilerlemenin ve gelişmenin önündeki de en büyük engeldi. Yunanlılara bile hayrı olmayan bu anlayışın hiç kimseye, özellikle de Müslümanlara hiçbir hayrının olması mümkün değildi.
Gazzali’nin etkileri, sadece İslam dünyasıyla da sınırlı kalmadı. Gazzali, eski Yunan felsefesinin anlamsızlığını ve geçersizliğini net bir biçimde ortaya koymakla, Eflatun ve Aristo gibi paganist filozofların ipliğini pazara çıkarmakla Batı dünyasına ve medeniyetine de çok büyük etkileri ve katkıları olmuş ve en hizmeti sunmuştur
Gazzâlî’nin, Makâsıdü’l-Felâsife ve Tehâfütü’l-Felâsife adlı iki eseri o kadar mükemmel, tarafsız, öz ve özetti ki, onun eski Yunan felsefesi ve filozofları hakkındaki görüş ve düşünceleri, Batı’da da çok büyük ilgi ve yankılar uyandırdı. Ortaçağ Avrupalıları bunları Latinceye ve İbraniceye çevirdiler, iki asır boyunca da felsefenin ne olduğunu anlayabilmek için bunları başvuru eseri olarak kullandılar. ‘Tehâfütü’l-Felâsife’, 1328 yılında, Calonymos ben Calonymos ben Meir tarafından, Arapça’dan Latince’ye de çevrildi. Bu çeviri, Augustinus Niphus’un (Augostino Nifo) şerhiyle birlikte önce 1497’de, ardından da 1517’de Venedik’te basıldı. 1497-1576 yılları arasında on ikiden fazla baskısı gerçekleştirildi. 1529 ve 1542’de Lyons’ta olmak üzere, Avrupa’nın değişik yerlerinde defalarca basıldı (Mahmut Kaya, Tehâfütü’l-Felâsife maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2011, Cilt 40, sayfa 313-314). Avrupa’lı aydınlar Sir Francis Bacon’a (1561-1626) kadar Gazzali’yi çok okumuşlardı ama anlaşıldığı kadarıyla İslam dünyasındaki düşünürler gibi pekiyi anlayamamışlar ve algılayamamışlardır. Gazzali’yi en iyi anlayan, algılayan ve ondan en çok etkilenen Batılı entelektüel ve düşünür Bacon olmuş, bu sayede de Avrupa’nın makûs talihi ve kötü kaderi değişebilmiştir.
Avrupa’daki Rönesans hareketi, Avrupalı aydınları, Ortaçağ karanlığından çekip çıkarmıştı ama bu sefer de alıp götürmüş, eski Yunan durağanlığına ve karanlığına sokmuştu. ‘Odysseia’ ile yatan, ‘İlyada’ ile kalkan Anglo-Avrupa entelektüelleri, kadim Yunan-Roma kültürüyle iyice sarhoş olmuşlar, tamamen uyuşmuşlardı. Kadim Yunan-Roma kültürünün esiri olmuş Batılı aydınlar, ‘evreni ezeli ve ebedi durağanlık olarak algılayan’ bir dünya görüşüne ve kafa yapısına sahiptiler. Toplumsal olayları, yaşam döngüsünün doğal süreçleri olarak yorumluyorlardı. İlerici ya da gerici sayılabilecek gelişmelerin olup olamayacağı, varsa bunların neler olabileceği konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Daha sağlıklı ve iyi rejimler, düzenler, sistemler kurabilmek, rejim değişiklikleri, devrimlerle atılımlar yapmak, çığır açabilecek nitelikte büyük buluş veya keşifler peşinde koşmak kimsenin akılından bile geçmiyordu. Olup biten olağanüstü olaylar ve gelişmeler bile birbiriyle hiçbir bağlantısı olmayan, kendiliğinden olmuş, konjonktürel hadiselermiş gibi algılanıyordu. Tarihin rastlantısal olayların ‘tekerrür’ ettiği, döngüsel bir süreç olmasının ötesinde bir kıymeti harbiyesinin olmadığı düşünülüyordu. Bilimsel gelişmelerin, icat ve keşiflerin üst üste yığılması, teraküm etmesi gibi gelişmelerle toplumun bambaşka bir yapıya dönüşebilmesi hiç muhtemel görünmüyordu. Zaten Eflatun’un ideal cumhuriyetinde de toplum, durağan bir kâinatın yeryüzündeki yansımaları olarak algılanıyordu. Toplum, altın, gümüş ve bronz sınıflardan oluşan katı bir kast sistemiyle biçimlendirilmişti. Toplumsal katmanların birinden diğerine geçiş, sosyal ve siyasal hareketlilik, yükselme, ilerleme ve terfi gibi düşünceler imkânsız, hatta saçma kabul ediliyordu. Altın altınlığını, gümüş gümüşlüğünü, bronz bronzluğunu bilmek ve yapmak zorundaydı. İlerleme, yükselme diye bir kavram söz konusu bile olmadığından bronzun, mesela gümüş olmaya çabalaması son derece anlamsızdı.
Hristiyan kilise babaları ve eski Yunan felsefesi geleneğine bağlı olanlar bu dünyayı, yalan, sahte, boş, anlamsız, amaçsız, tesadüfi, değersiz sayıyorlardı. Onlara göre bu dünya, insanın acılar içinde yaşamaya mecbur ve mahkum edildiği bir ‘hayal dünyası’, gerçek bir ‘idealar âleminin’ yansıması olan bir ‘rüyalar alemi’, bir ‘yalan dünya’ olarak kabul ediliyordu. Bu anlayış nedeniyle de insanlar bu dünyayı ve bu dünya ile ilgili her şeyi, ilmi ve bilimsel çalışmaları, teknolojik gelişme, icad ve keşiflerle, alet ve edevat yapımıyla uğraşmayı terk etmişler, gereksiz, anlamsız, yersiz hatta uzak durulması gereken bir günah olarak görmeye başlamışlardı. Bu yüzden de insanlık, özellikle de batı dünyası bin yıllar süren bir durağanlık, gerileme dönemlerine, karanlık çağlara sürüklenmişti.
İngiltere’de ‘bilimin peygamberi’ ve ‘deneysel bilimin babası’ gibi unvanlarla anılan ve çok sıra dışı ve çizgi üstü bir entelektüel olan Sir Francis Bacon (1561-1626) Batı medeniyetinin en zor, en ümitsiz ve en çaresiz döneminde ortaya çıktmıştır. Avro-American kültürüne damgasını vurmuş sıra dışı adamlardan birisinin William Shakespeare (1564-1616), diğerinin de Bacon olduğu söylenir. Aslında Shakespeare diye birinin hiç var olmadığı, Shakespeare imzalı oyun ve sonelerin de Bacon tarafından yazıldığı, Bacon’ın ‘Shakespeare’ adını mahlas olarak kullandığı da iddia edilmektedir. Bacon, İngiltere’de, Shakespeare’in oyunlaştırdığı iktidar kavgaları, aşklar, ihanetler, doğaüstü olaylar, büyücüler, suikastlar gibi İngiliz hallerinin tam ortasında, mühürdarın oğlu olarak en iyi gözlemleyebileceği bir konumda yaşamış biriydi (Sayfa 49).
Kadim Yunan felsefesi ve kültürü ‘evreni ezeli ve ebedi durağanlık olarak algılayan’, değişime, dönüşüme, ilerlemeye ve gelişmeye kapalı, sosyal, siyasal ve ekonomik hareketliliğin, yükselme ve terfiin adının bile anılmadığı, dünyadan/doğadan kopuk, kendi kafasının içinde ve hayal dünyasında yaşayan, gerçek ve sahici dünyaya dair yeni ve yararlı hiçbir şey çıkarılamayacak bir dünya görüşüne, zihniyete ve kafa yapısına sahiptir. İslam dünyasının o büyük durağanlığa ve büyük medeniyet krizine girmesinin en büyük ve en önemli sebeplerinin başında da bu felsefe ve kültürün batağına saplanmış olması geliyordu. Bunu o zamanın İslam dünyasında bütün yönleriyle anlayıp ve idrak edebilen ilk ve tek entelektüel İmam-ı Gazzali olmuştu. Ama Gazzali, derdini ve amacını doğru dürüst kimseye tam anlamıyla anlatamadı. Gazzali’yi en iyi anlayanlar İslam dünyasından değil, beş asır sonrasının İngilteresinden çıktı.
Eski Yunan felsefesinde, Eflatun’un ‘idealar kuramı’, gerçek, doğru ve kesin bilginin içinde yaşadığımız fiziki görünümler dünyasında değil, ancak idealar dünyasında bulunabileceği temeline dayanır. Platon’un Herakleitos’çu öğretiden alarak kurguladığı hem mantık, hem de metafizik içerikli idealar kuramına göre; evrende değişmeyen ve aynı kalan hiçbir şey yoktur. Bu gözlemlediğimiz, sürekli bir akış ve değişkenlik içindeki fiziki fenomenler dünyası, gerçek ve sahici bir dünya değil, başka bir idealar evreninin kötü bir kopyasıdır. Öyleyse gelip geçici olan, sahici olmayan bu dünya, gerçek (ya da doğru) bilginin nesnesi de olamaz. Bunlardan gerçek, doğru ve kesin bilgi öğrenilemez. Bu fenomenler dünyasından edindiğimiz bütün bilgiler, yetersiz, göreceli ve relatiftir; gerçek, kesin ve doğru bilgi değildir. Kesin, gerçek, değişmez ilksiz ve sonsuz, hep aynı kalan bu bilgilerin asılları da bu dünyada değil, bu evrenin dışındaki başka yerlerde aranmalıdır. Biz, bu gözlemlenen dünyanın değişkenliğinin ardındaki değişmeyen sabit gerçekliklere, ideaların kesin bilgisine, yani doğru ve gerçek bilgiye duyularımızla değil, ancak akıl yoluyla ulaşılabiliriz.
Platon’un mantıktan metafiziğe, matematikten sanata, metafizikten ideal toplum düzenine, günlük hayatın tüm boyutlarından bireyler arası ilişkilere kadar kurguladığı bütün sistemler, bu ‘idealar kuramı’ üzerine inşa edilmiştir. Eflatun’a göre, fizikî dünya, idealar evreninin sadece kötü bir kopyası olduğuna göre, resim, heykel gibi görsel sanat eserlerinin de bunların gerçeğinin kötü birer kopyası olmaktan öte bir anlamı ve değeri olamaz. Buna paralel olarak edebiyat ve müzik gibi sanatsal faaliyetler de sadece toplumsal eğitimin bir parçası ve aracı olarak anlam ifade edebilirler.
Tabii ilimleri, bunların ve özellikle de Hristiyan pratiğinin elinden kurtarmayı esas mesele edinen Bacon, çareyi kutsal Kilise metinlerinin ve eski Yunan felsefesinin dışında, onlardan ayrı ve bağımsız üçüncü bir alan açmakta bulmuştur. Böylece Bacon, alet, edevat, makine şeklinde cismanileşebilmiş, güce, refaha eşitlenebilmiş ‘bilimsel bilgi’nin tarihin akışını değiştirebileceğini ilk öngörebilen kişi olmuştur. ‘Bilgi güçtür’ sözü de ona aittir. Anglo-Avrupa entelektüellerinin kadim Yunan-Roma kültürüyle sarhoş oldukları, ‘Odysseia’ ile yatıp, ‘İlyada’ ile kalktıkları bir çağda böyle iddialı bir sloganı ve ezber bozan görüş ve düşünceleri dillendirebilmek büyük cesaret işiydi. Bacon, bu ezber bozan görüş ve düşünceleriyle Avrupalı düşünürleri çok etkilemiş, deyim yerindeyse sarsmış, silkelemiş ve uyarmıştır. Sonuçta Yunan-Roma kültürü ve Hristiyanlık inancı yüzünden Batı’da kök salmış olan durağanlık algısından onların önemli bir kısmını kurtarabilmeyi başarmıştır. Bilimsel yöntemin insana doğayı denetlemesine elverecek bilgiyi sağlayacağına, dolayısıyla daha müreffeh bir dünyanın pekâlâ mümkün olduğuna, bilimsel ilerlemenin ancak Yunan-Roma kültürünün ve İncil’in prangalarından kurtulabilmiş, aydınlanabilmiş bir ‘Avrupa Medeniyeti’nin kaderi olduğuna onları ikna edebilmiştir (sayfa 247, 366).
Batı dünyasında ilk defa Sir Francis Bacon (1561-1626), Gazzali’den aldığı ışıkla, ne Aristo gibi dünyadan/doğadan kopuk, kendi kafasının içinde yaşayan eski Yunan Filozoflarından, ne de Hristiyan din âlimlerinin asırlar boyunca didik didik ettikleri İncil’den ‘sahici dünya’ya dair yeni bir şeyler çıkabileceğine kanaat getirmiştir. Bacon, sahici dünyaya dair son sözü Kutsal Kitap’ın veya eski paganist Yunan filozoflarının değil, ‘bilimsel kanıt’ın söyleyebileceğini savunmuş, bu anlayış aynı zamanda ‘din (Hrisitiyanlık) ile bilimin iflah olmayacak bir biçimde ayrışmasının da ilk belirleyici adımlarından biri olmuştur. Bacon, ‘bilimsel bilgi’yi güce, refaha eşitleyen, bilimsel bilginin alet, edevat, makine şeklinde cismanileşmesi halinde tarihin akışının değişeceğini öngören kişidir. ‘Bilgi güçtür’ sözü de ona aittir. Bacon’ın dillendirdiği bu söylem ve sloganlar, o zamanki Batı dünyasında çok iddialı ve devrim niteliğinde söylemlerdi. Nitekim sonuçları itibariyle de öyle olmuştur. Batı dünyası, ancak Gazzali ve Bacon’ın bu görüşleri sayesinde bu eski Yunan safsatalalarından kurtulabildikdikten sonra bilimsel ve teknolojik ilerleme yoluna girebilmiştir.
İmam-ı Gazzali’nin eski Yunan felsefesi ve filozofarı hakkında yazdıklarını, fikir ve görüşlerini çok iyi okuduğu ve anladığı anlaşılan Sir Francis Bacon (1561-1626) Gazzali’den çok etkilenmiş, sonuçta ondan daha fazla ve ileri bir Eflatun ve Aristo ve eski Yunan felsefesi karşıtı, hatta düşmanı olmuştu. Sir Francis Bacon, uzun çalışma ve araştırmalarından sonra, bunlardan ve bunların metot ve yöntemlerinden tamamen uzak durulması, bunların toptan reddedilmeleri gerektiği konusunda çok farklı ve kesin bir kanaate ulaştı. Batı dünyasını alt üst edecek ve yeniden inşa edecek, bu ezber bozucu görüş ve düşünceleriyle Avrupalı düşünürleri deyim yerindeyse derinden sartı ve silkeledi. Gazzali gibi, ona göre de ne Eflatun ve Aristo gibi dünyadan/doğadan kopuk, kendi kafalarının içinde ve hayal dünyalarında yaşayan eski Yunan filozoflarından, ne de Hristiyan din âlimlerinin asırlar boyunca didik didik ettikleri tahrif edilmiş İncil’den gerçek ve sahici dünyaya dair yeni ve yararlı bir şeyler öğrenilebilmesi ve çıkarılabilmesi mümkün olabilirdi.
‘Bilimin Peygamberi’, deneysel bilimin babası gibi unvanlarla anılan Bacon, geçmiş tecrübelerinden de yararlanarak, her iki yol ve zihniyetin de ilerlemenin önündeki en büyük iki set ve engel olduğunu net bir biçimde anladı. Bu nedenle de hem Kilisenin Hristiyan din anlayışını, hem de başta Eflatun ve Aristo olmak üzere paganist Yunan felsefesini toptan reddetmeden, bunların yerine yeni bir çıkar yol ve yöntem bulmadan bir yere varılamayacağını görebildi. ‘Sahici dünya’ya dair son sözü tahrif edilmiş Kutsal Kitap’ın ve eski Yunan filozoflarının değil, deneylerle doğrulanmış ‘bilimsel kanıt’ların söyleyebileceğine kesinkes inandı. Bunların her ikisi de bu dünyayı gerçek dünya olarak görmüyorlar, yalan, boş, anlamsız, gereksiz, hayal, Eflatun’da olduğu gibi başka bir yerdeki idealar âleminin bir yansıması olarak görüyorlardı. Oysa bu dünya yalan değil gerçek, hayal değil sahici bir dünya idi. Bacon, yaptığı incelemelerden sonra, Eflatun ve Aristo felsefesinden de, akılcılığından da gerçek dünyanın ve tabiatın düzenine ve yasalarına dair doğru ve yararlı bilgiler elde edilemeyeceğini, bunların gerçek bilimsel ilerleme ve gelişmelerin önündeki en büyük engeller olduğunu da kesin bir biçimde anlayabilmişti. Çünkü hem Kilisenin, hem de eski Yunan filozoflarının söylediklerini test etmiş, bunların gerçeklerle uyuşmadığını, ispatlanabilir şeyler olmadığını bizzat kendisi de görmüştü. Onun varabildiği bu anlayış, ‘din (Hristiyanlık) ile bilimin iflah olmayacak bir biçimde ayrışmasının da ilk belirleyici adımlarından biri olmuştur. Bu gerçekleri gerektiği gibi anlayabilmiş, kavrayabilmiş, algılayabilmiş nitelikli entelektüellerimizin bugün bile yok denecek kadar az olması bizim için de en büyük eksikliktir.
Gazzali ile Bacon’ın ortak noktalarından birisi, bu dünyayı eski Yunan felsesefesinin ve Hristiyan kilise babalarının gördükleri ve göstermeye çalıştıkları gibi insanın mahkumu olduğu ve acılar içinde yaşamak zorunda kaldığı bir ‘hayal dünyası’, gerçek bir ‘idealar aleminin’ yansıması bir ‘rüyalar alemi’, bir ‘yalan dünya’ değil, ‘gerçek ve sahici ‘bir dünya olarak görebilmeleridir. Onlara göre bu dünya yalan, sahte, boş, anlamsız, gereksiz, kötü, kötücül, kirli, pis, günah dolu bir dünya olmadığı gibi, insan bu dünyada illa acılar çekmek, pisliklere ve günahlara bulanmak, bu dünyaya mahkûm ve zebun olmak zorunda da değildir. İnsan, bilgi sayesinde ve eğer gereklerini de yerine getirebilirse, pekâlâ bu gerçek ve sahici dünyanın hâkimi de olabilir. Bu dünyaya hâkim olmanın, bu dünyayı iyi ve doğru anlamanın, algılamanın ve yaşamanın yolu da bilimden, Allah’ın insana verdiği imkân, fırsat, yetenek ve donanımlardan en iyi şekilde yararlanabilmekten; deney, gözlem gibi bilimsel yol ve yöntemleri en iyi şekilde kullanabilmekten geçer.
Bu dünya hayatının gelip geçici, sınırlı ve süreli olması; çoğu insanların kötü, kirli, pis ve günahkâr olması, bu dünyanın da boş, anlamsız, gereksiz, hayal, rüya, kötü, kötücül, pis, günah dolu olmasını gerektirmez. Tam tersine bir insan, hele de bir Müslüman için bu dünya ve bu hayat asla boş, anlamsız, gereksiz, değersiz, yalan ve sahte olamaz. Aslında işin gerçeği, bunun tam tersi doğrudur. Yani bu dünya yalan değil, gerçek, anlamsız değil, anlamlı, gereksiz değil gereklidir. Üstelik hem sahidir, hem de sahicidir. İnsanlar tarafından cennete de, cehenneme de çevrilebilmesi mümkün bir yerdir. Herkes ebedi âleme, öbür dünyaya ne götürecekse buradan götürür. Yani herkes öbür dünyaya cehennemini de, ateşini de, azabını da, cennetini de, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği o büyük nimetleri de, karanlığını da, ışığını da bu dünyadan götürür. Kur’an’da da buna işaret eden pek çok ayetler vardır:
“Sizi boş yere (bir oyun ve eğlence olsun diye) yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? (Mü’minûn Suresi, 115)”.
“Biz göğü, yeri ve bu ikisinin arasındakileri boş yere, anlamsız olarak yaratmadık. Bu (yaratılanların boş yere yaratıldığı iddiası) inkâr edenlerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay inkâr edenlerin hâline (Sâd Suresi 27).”
“Biz gökleri, yeri ve bu ikisinin arasındakileri, (amaçsız ve anlamsız) bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık! (Enbiyâ Suresi 16).”
“O, göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır (Câsiye Suresi, 13.”
“Kim (Allah’ın huzuruna) bir iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de bir kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar (En’am Suresi, 160).”
“Münafık erkeklerle münafık kadınlar, iman edenlere: “Bize bakın da sizin ışığınızdan biz de aydınlanalım!” diyecekler. O gün kendilerine: “Arkanıza (dünyaya) dönün de bir ışık arayın!” denilecektir. Derken aralarına içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir (Hadîd Suresi 13).”
“Biz, insanlara ufuklardaki (dış dünyadaki) ve kendi içlerindeki âyetlerimizi (Allah’ın koyduğu doğa kanunlarını) göstereceğiz ki onun (Kuran’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi? (Fussilet Suresi 53)”
“Baksana şu kendi heva ve hevesini tanrı edinmiş, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimsenin haline! Şimdi onu (Hakkı görmemekte ve azgınlıkta ısrar etmesi sebebiyle Allah’ın şaşırttığı bu kimseyi) Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız? (Câsiye Suresi 23)”
Dolayısıyla özellikle iman sahibi bir insan, kendisine bir defalığına verilmiş ve tek şansı olan bu hayatı boş, anlamsız, yalan, sahte ve değersiz göremez. Tam tersine bunu gücü yettiğince en güzel, en iyi, en ideal ve en mükemmel şekilde değerlendirmek ve yaşamaya çalışmak zorundadır. İmanlı bir insana düşen, Allah’ın halifesi sıfatıyla kendisine yüklenen görev ve sorumlulukları en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmaktır. Bu amaçla örneğin zulüm ve haksızlıkları, kötülükleri ve çirkinlikleri ortadan kaldırmaya, dünyayı cennete çevirmeye çalışacak, güzelliklere güzellik, değerlere değer, iyiliklere iyilik katmak, hayata ve dünyaya anlam ve değer kazandırmak için var gücüyle çalışacaktır. Allah’ın rızasını kazanmasına vesile olacak güzel işler, salih ameller peşinde koşacaktır. Bunlar ise ilimsiz, irfansız, bilimsiz olabilecek şeylerden değildir. Bu gerçeği en iyi görebilenlerin başında da Gazzâlî geliyordu. Fakat ne yazık ki, ne onun döneminde ne de ondan sonra Müslümanlar onu doğru dürüst anlayamamışlar, bu yolda üstlerine düşen şeyleri yapmamışlar, atmaları gereken adımları atmamışlardır. Bu yüzden de İslâm dünyası asırlar boyunca gerçek ilimden ve bilimden uzak kalmıştır. Ali Yakup Cenkçiler Hoca, günümüzde de ülkemizde ve İslam dünyasında gerçek ilmin ve bilimin neredeyse adının bile kalmadığı ve anılmadığı tespitini yapar, bu duruma çok üzülürdü. Gazzali’den aldığı ışık ve şuurla, kendisi elinden gelen bütün çaba gayreti göstermeye, insanları ve toplumu da bu yönde teşvik etmeye ve yönlendirmeye canla başla çalışırdı.
Bacon’a göre, yansız, önyargısız (unbiased) tabiat araştırmalarını sekteye uğratmadığı sürece, dindar olmanın, dini yasaların neden ve niçinlerini araştırmanın, tartışmanın, yani felsefeye yeni bir pencere açmanın, ‘din felsefesi’ diye yeni bir alan oluşturmanın da hiçbir sakıncası yoktur. Bacon’dan sonra da Hristiyanlık, İngilizce konuşan toplumların (ve giderek bütün Batı dünyasının) belirleyici özelliği olarak algılanmayı sürdürmüş, ancak fiiliyatta içi boşaltılarak yerini ‘gayri resmi bir din’ hüviyeti kazanmış olan bilime bırakmıştır. Bacon’ın ‘Human Empire’ (İnsan İmparatorluğu) dediği bu yeni din, âlemin sınırlarını genişletmeye yönelikti. Zafer ve başarı isteniyorsa, yanılmazlıkları kendilerinden menkul dini ve dünyevi otoriteler (yani filozoflar ve kilise babaları) reddedilmeli, sürgit ‘sceptic’ (kuşkucu) olunmalı, karıştırılmamış çalı dibi, altına bakılmamış taş bırakılmamalıydı. Sezgi, içgüdü, kehanet, büyü dâhil ‘bilgi’ namına ne varsa elden ve elekten geçirilmeli, lakin ‘doğru’ olduğu deneylerle ispatlanmamış hiçbir hüküm ve yargı kale alınmamalıydı. Aziz Pavlus’un ‘günahların en büyüğü’ saydığı ‘ölümcül günah’ın (capital sin) yerini bundan sonra artık ‘sorgulamadan, körü körüne kabullenme’ günahı alacaktı. İnsanoğlu şimdiye kadar biriktirmiş olduğu akli ve nakli bilgileri söküp (kullanılan terim: unlearn) atarak, bunların yerine yeni bilgilere yelken açacaktı. Kanıtlanamamışın peşinden gidip araştırmayı, her şeyin aslını, esasını, gerçek yüzünü ortaya koymayı öğrenebilmiş olan bilim insanları, tıpkı bir zamanların takva ehli ruhbanları gibi topluma örnek olacaklardı.
Bacon, bir yandan da insanoğlunun, henüz filozofların hükmü altına girmediği, duygu ve düşüncelerinin felsefe ya da mantık kurallarıyla zapturapt altına alınıp kısırlaştırılmadığı, bozulmadığı, ‘kendince aklının gerektirdiği yoldan başkasına gitmeyen’ Yunan felsefesi öncesi asırların ferahfeza düşünce geleneğine de göz kırpmış, dikkat çekmiştir. İlkel demenin adet olduğu bu insanların sezgi, içgüdü, hatta kehanet gibi hünerlerinin de hafife alınmaması gerektiğine işaret etmiştir. Bacon, İ.Ö. 700’lü yıllarda inşa edildiği rivayet edilen Süleyman Mabedi’ni, insanoğlunun fıtri melekelerini kullanarak gerçekleştirdiği görkemli eserlere örnek göstermiştir. Bunun, dünyanın gelmiş geçmiş mimari eserlerinin en muhteşemlerinden biri olmasının ötesinde, başlı başına bir düşünce ekolü hüviyetinde olduğunu da vurgulamıştır. Büyük düşünür Francis Bacon, fikir ve görüşlerini felsefe ve bilim tarihi açısından son derece önemli olan, ‘Nova Atlantis (Yeni Atlantis)’ ve özellikle de Aristoteles’in ‘Organon (Alet Bilimi/Mantık)’ adlı eserine karşıt bir biçimde yazdığı Novum Organum (Yeni Alet Bilimi/Yeni Mantık) adlı eserlerinde ortaya koymuştur. Bacon, felsefe tarihinde bir kırılma noktası oluşturan Novum Organum’uyla, o zamana kadar insan hafızasını, düşünme ve üretme yeteneğini fikir ve düşüncelerini zincire vurmuş, esir almış, ‘sahte kavramlar’dan ve ‘putlar’dan ‘zaafa uğramış insan zihnini, hafızasını’ arındırmaya, insana kendisini gerçek bilimlere götürecek yeni bir organon, yeni bir ‘araç’ sunmaya çalışmıştır. O, bu eserlerinde, Avrupalı entelektüellere, Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan filozoflarıyla vücut bulmuş dolaylı çıkarım (deduction) yöntemlerinden uzak durmalarını, apriori genel ilkeler, yanlış ezberler yerine, deneyin ve tümevarımın verimli mantığını kullanmalarını özellikle öğütlemiştir.
Bacon’a göre, her ne kadar kâinatta, dünyaya (ve dolayısıyla tabiata) dair asli bilgiler, God’da saklı iseler de, yani Yaratılış’ın (Genesis) öncesinde ve sonrasında (ezelden ebede) âlemde olup bitenin niçini, nasılı, neye evrileceği, nasıl sonuçlanacağı sadece ‘Âlim-i Mutlak’ olan God tarafından biliniyorsa da ‘natural knowledge’ (doğaya ve dünyaya ait asli bilgiler) insanoğluna da kapalı değildir. Tam tersine, insanın doğuştan getirdiği Allah vergisi öyle fıtri yetenekleri (istidatları) vardır ki, şuursuz ve yanlış inanç ve itikatlarla köreltilmediği müddetçe insanın bunlarla asıl bilgiye ulaşabilmesi pekâlâ mümkündür. Bacon, ‘şuursuz itikat’ derken, felsefenin veya kilisenin vaz ettiği dogmalara şuursuz bir şekilde teslimiyeti kast ediyordu. Bacon’un bu fikirleri, Avrupa düşüncesinde çok büyük, olağanüstü ve derin bir devrimdi. O kadar ki, Diderot ve d’Alembert gibi XVIII. yüzyıl bilginleri bile, Bacon tarafından tasarlanmış ‘ansiklopedik ağaç’ı ele alıp geliştirmekten başka bir bir iş kalmamıştır.
SKOLASTİK GÖRÜŞ VE BİRBİLEN SAFSATALARI
Skolastik görüş, anlayış, inanç ve uygulamalara tarihte sistematik ve bilimsel temelli olarak ilk karşı çıkan İmam-ı Gazzali ve ondan beş asır kadar sonra da onun etkisiyle Bacon olmuştur. Skolastik, okullarda öğretilen yöntemlerle akıl yürüten, sonuca varan kişi anlamındadır. Modern dillere okul diye geçen kelime (school, schule vb.) antik Helencede ‘boş zaman’ anlamına gelen ‘skhole’ kelimesinden gelmektedir. Çünkü ancak boş zamanı olanlar okula gidebilmekteydi. Skolastiğin temel ilkesi ‘crede ut intelligam’ yani ‘bilmek için inanmak’tı. Skolastikler, herhangi bir bilginin doğruluğunu sınamak için Aristoteles’in yazdıklarına bakarak bir sonuca varırlardı. Aristoteles’e uygun bulunmayan (daha sonra da Kilise’nin menfaatleriyle çatışan) bilgi hemen reddedilirdi. Tümdengelim, ‘nass’tan, dogmadan sonuç ve hüküm çıkarmak demektir. Skolastik de işte budur. Skolastik düşünce, var olan durumu değil, olması gerekeni söyler, pozitif bilgiyi değil normatif bilgiyi öne çıkarır. İnsanlar da bu durumda yaşadıkları sahici dünyadaki olayların, sosyal ilişkilerin, çelişkilerin nasıl olduğuna dair yeni şeyler söyleyemezler. Bu okullarda öğretilen şeye asla gerçek ilim denemez. Tam tersine öğretilen şey cahilliğin ta kendisidir ve cehaletin bu kadar büyüğü te ancak tahsil ile mümkündür. Eskiden okullarda öğrenciler yazarken hata yapınca, mürekkebi yalayarak, silgi yerine dillerini kullanırlar, önceki yazdıklarını silip yeniden yazarlarmış. “Mürekkep yalamış” deyiminin okumuş, yazmış anlamına gelmesi de bundandır. Mürekkep yalamak bazılarının ilmini, irfanını değil, cehaletini artırıyordu. Bu yüzden skolastiklerin de mutlaka mürekkep yalamış olmaları gerekiyordu. Her siyasi görüşten de skolastik olabilir.
SAFSATA NEDİR?
Bir düşünceyi ortaya koyarken, savunurken ya da anlamaya çalışırken yapılan yanlış çıkarsamaların tamamına safsata denir. Safsatalar, ilk anda geçerli ve ikna edici gibi gözüken, ancak yakından bakıldığında kendilerini ele veren sahte, sofistik (Sofistlere özgü, safsatalı), yanıltmalı, yanıltıcı bilgiler içeren argümanlardır. Günümüz Türkçesinde safsata kelimesi, kusurlu akıl yürütme anlamını kaybederek, yanlış inanç anlamında kullanılır olmuştur. Oysa safsata, insanın muhakeme yetisinin yanlış yönde kullanımıdır ve çoğu kez önyargı, eksik ve yanlış bilgi içerir. Safsatalar biçimsel (formal, suri) ya da serbest (informal) olurlar. ‘Bazı insanlar yeşildir; Sokrat da bir insandır; o halde Sokrat ta yeşildir’ gibi, doğru öncüllere dayanmadığı için, yanlış çıkarımlara yol açan safsatalara biçimsel safsatalar denir. Dilin (Türkçenin) kelimenin, yanlış, belirsiz veya gramere aykırı, kötü kullanımı, bir fikrin veya olayın yanlış ifadesi, batıl inançlar, duygusallık, yersiz göndermeler, acelecilik, özensizlik, genelleme, duygu sömürüsü, yanlış anlama, konu dışına çıkma gibi kusurlar nedeniyle ortaya çıkan safsatalara da serbest safsatalar denir. Bir bilen safsatası ve irrasyonel otorite safsataları serbest safsatalardandır. Çoğu kez insanlar, önyargı, eksik bilgi, batıl inançlar, duygusallık, acelecilik, özensizlik gibi sebepler yüzünden, sofistlerin, safsatacıların, yanıltmacı bilicilerin, yanıltıcıların ‘Bir Bilen Safsataları’na, ‘İrrasyonel Otorite Safsataları’na, yersiz göndermelere, genellemelere, duygu sömürülerine, dili kasten kötü ve yanlış kullanmalara, kanar, kapılır ve aldanırlar.
Batılılar, bu kusurlu akıl yürütme yöntemine ‘Argumentum ab auctoritate’, yani ‘bir bilen safsatası’ derler. Tartışmalı bir iddianın doğru olduğunu kanıtlamak için, genelde saygı duyulan birinin konuya ilişkin söylemlerinden medet umulur. Tartışmalı bir iddianın doğru olduğunu kanıtlamak için, genelde saygı duyulan birinin konuya ilişkin söylemlerinden medet umulur ve tartışmalar böylece bitirilmeye çalışılır. Herhangi bir metnin içinden bazı cümleler cımbızla çekilip alınmış gibi alınıp, parlatılır. Tartışmalar genel bir bilen safsatası veya irrasyonel otorite safsatası ile bitirilmeye çalışılır. Herhangi bir metnin içinden bazı cümleler cımbızla çekilip alınmış gibi alınarak, parlatılır. ‘Bir bilen safsatası’ denen bu yöntemde, hemen her zaman güya bilirkişiliğine başvurulan zatın meramı da yanlış aksettirilir, sahici kişiliğinin farklı algılanmasına neden olunur. Bizde de günümüzde bazılarınca hemen her söze: ‘Büyük Atatürk’ün dediği gibi…’ bir girizgâhla ahkâm kesilerek başlanması buna örnek olarak gösterilebilir. Atatürk, gerçekten öyle bir şey demiş midir, demişse hangi bağlamda demiştir; yanılmış olamaz mı gibi sayısız sorular görmezden gelinir (sayfa 367).
Antik Yunan felsefesinde ve düşünce sisteminde bu tür safsatalar, sayılamayacak kadar çoktur. Örneğin, klasik ‘unsurlar teorisi’ de bunlardan biridir. Buna göre tabiatın yapısında dört ana unsur vardır ve bunlar belirli bir birleşim içinde varlıkları meydana getirirler. İslâm felsefesindeki ‘anâsır-ı erbaa’ (dört unsur) anlayışı da antik Yunan düşüncesinden gelmedir. Antik Yunan’da antropomorfik tanrı inancı hâkim olduğu için, yaratma veya yoktan var olma (ex-nihilo) fikri mevcut değildir. Bu sebeple Grekler’e göre tanrı (veya tanrılar) kâinatı yoktan var etmiş değildir. Aksine o, kendisi gibi ezelî olan kâinatın ilk maddesine sadece şekil verip onu düzene sokmuştur. Tanrı gibi ezelî kabul edilen bu ilk maddenin ne olduğu Grek düşüncesinin kuruluş döneminde çok tartışılmıştır. ‘Arkhe’ diye ifade edilen bu ilk madde Thales’e göre su, Anaximenes’e göre hava, Herakleitos’a göre ateştir. Empedokles ise bunlardan her birini ‘arkhe’ olarak kabul etmek yerine, toprakla birlikte dördünün kâinatın ana maddesini teşkil ettiğini söylemiştir. Eflâtun’un da dört unsur fikrini savunduğu bilinmektedir. Dört unsur teorisini sistemleştirerek tabiat bilimlerinde hâkim görüş haline getiren ise Aristo olmuştur. Ona göre kâinat, ay üstü ve ay altı olmak üzere ikiye ayrılır. Ay üstü âlem ebediyet diyarı olduğu için burada oluş (kevn-géneration) ve bozulma (fesad-corruption) yoktur ve bu sebeple ay üstü âlemde bir tek unsur vardır. Aristo fiziğinin temel konusu olan dört unsur teorisi Helenistik dönemde daha çok itibar görmüş, sonradan Süryânîler aracılığıyla Arapça’ya aktarılmış ve ‘anâsır-ı erbaa’, ‘tabâi’-i erbaa’, ‘keyfiyyât-ı erbaa’, ‘ahlât-ı erbaa’ ve ‘ilel-i erbaa’ terimleriyle fizikten tıbba, tıptan ahlâka kadar geniş bir alana uygulanmıştır.
Aristocu dört unsur teorisine XVI. yüzyılda Batı’da Paracelsus (1493-1541) ile başlayan tepkiler, gittikçe gelişerek ancak 1805 yılında, bugünkü atom modelinin ilk temellerini atan John Dalton’un Atom Modeli teorisiyle yerini elementer sisteme bırakabilmiştir. Dalton’un atom teorisi, kimyasal reaksiyonların açıklanmasında, maddenin anlaşılmasında ve atomun temel özelliklerinin ortaya konmasında oldukça büyük yararlar sağlamıştır. Bu sebeple ilk bilimsel atom teorisi olarak kabul edilir. Dalton’un atom kavramı üç varsayıma dayanır. Elementler, atom adı verilen küçük, bölünemeyen taneciklerden oluşmuştur. Atomlar kimyasal tepkimelerde oluşmazlar ve bölünmezler.
Tarih boyunca kendi görüş ve düşüncelerini akıl ve mantık kılıfına uyduranlar çok çıkmıştır. Antik Yunan filozofları da bu konuda çok meşhur ve mahirdirler. Antik Yunan’dagerçekten var olanın madde olduğunu öne süren doğa filozoflarından, rölativizm ve septisizm anlayışına sahip Sofistlere, gerçek, doğru ve kesin bilgiye ulaşmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığını savunan, her şeyden kuşku duyan, hiçbir moral değer ve ahlaki standart tanımayan, bulanık kafalı, şaşkın septiklere kadar baş döndürücü bir çeşitlilik ve farklılık vardır. Fakat bunların hiç birisinin peşine takılıp da bir yerlere varılabilmesi mümkün değildir. Nitekim ne bütün eski Yunan klasiklerini tercüme edip, asırlar boyunca bunlarla oyalanan İslam dünyası, ne de Karanlık çağların Avrupa’sı bir yere varamamıştır. Zaten eğer bir yere varılabilecek olsaydı, 2300 sene önce başlayan bu faaliyetler bir sonuç verir, Yunanlılar bugün Mars’ta sirtaki yaparlar, yerçekimsiz ortamda tabak çanak kırarlardı! Bunlardan hiçbir şey olmayacağını, hiçbir şey çıkmayacağını ve bu kafayla hiçbir yere varılamayacağını ilk defa ve en iyi anlayan İmam Gazzali olmuştur. Bacon da bu gerçeği ondan öğrenmiş ve ondan aldığı ışıkla Avrupa’nın bilimsel ve teknolojik alandaki makûs talihini yenebilmesinin, kötü kaderini değiştirebilmenin yollarını açmıştır.
Hemen hemen bütün insanlarda, toplumlarda ve milletlerde evham ve hurafelere oldukça fazla meyil, ilgi ve yatkınlık vardır. Özellikle de Batılıların bunlara çok daha fazla müptela, hatta esir olduklarını görürüz. Bugün bile Batı dünyası, Batı kültür ve medeniyeti, Batı tarihi aslı astarı olmayan, üstelik ahlak dışı ve şiddet içerikli efsanelerle, yalanlarla, saçmalıklarla, vahşet ve ahlaksızlıklar dolu, eski paganist Yunan ve Roma mitolojilerinin yoğun etkisi altındadır. İslam dünyasında genelde sadece cahil ve avam kesimler bu tür mitolojik hikâye ve masallara kulak verdiği ve ilgi duyduğu halde, Batıdaki yalan mitoloji, efsane ve hurafe düşkünlüğü ve esareti Batı toplumlarının istisnasız bütün katmanlarında yaygın durumdadır. Ancak bizde de XIX. yüzyılın beton kafalı Avrupalı pozitivistlerin evham ve hurafelerinin etkisi altına girmiş sözde aydınlarımız hiç de azımsanamayak kadar çoğalmıştır. Bunların artık pek çok şeyi doğru dürüst anlayamaz, kavrayamaz, idrak edemez hale gelmiş olmaları gerçekten üzüntü vericidir.
İslam ve Kur’an bizi safsatalara karşı uyarır ve uzak durmayı öğütler. Hakkında yeterli bilgi ve donanıma sahip olmadığımız, doğruluğunu inandırıcı, sağlam, geçerli, gerçekçi, kesin ve yeterli delillere ve kanıtlara dayanarak tam olarak inceleyip araştırmadığımız, böylece kesin bir bilgi sahibi olmadığımız, aslını astarını, tam olarak bilmediğimiz hiçbir şey, iş, konu, mesele veya olay hakkında kesin bir yargıya varmamayı, fikir, kanaat ve inanç beyan etmemeyi, körü körüne bunların ardından gitmemeyi, hiç kimseyi asılsız söylentilere, cahilce, iddia ve ithamlara dayanarak suçlamamayı, doğruluğu kendinden menkul bir bilen safsatalarına kanmamayı, boş, gereksiz, anlamsız tartışma ve çekişmelere girmemeyi, bu boş iddialarda ısrarcı olmamayı açıkça emreder. Bizim her türlü ihtiyacımız için gerekli olan bütün imkân, fırsat ve yetenekler Rabbimiz olan Allah tarafından bize bahşedilmiştir. Bütün bunlara rağmen hala bunları kullanmaz, nasıl kullanacağımızı ve yararlanacağımızı öğrenmez, hata ve yanlışlıklar içerisine dalarsak, elbette Allah bizi mutlaka bunlardan da sorumlu tutacak ve hesaba çekecektir:
“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin (körü körüne) ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi bundan (tüm yaptıklarından ve yapmadıklarınndan) mutlaka sorumludur (İsrâ Suresi, 36).”
“Ey inananlar! Eğer yoldan çıkmış (kötü niyetli) sapkının biri size bir haber getirirse, bunun iç yüzünü (doğruluk derecesini, etraflıca) araştırın! (Her söylenene, her anlatılana hemen inanıp kanmayın!) Yoksa bilmeden (anlamadan, yanlış yönlendirmeler sonucunda), bir kavme (veya bir kesime) kötülükle sataşıp (haklarına tecavüz etmiş olursunuz ve) ardından da bu yaptıklarınıza pişman olursunuz (Hucurât Suresi, 6).”
Çok yanlış bilinen ve üzerinde önemle durulması gereken kavramlardan biri de yobazlıktır. Örneğin, Batılıları, Avrupalıları, özellikle de oryanyantalistleri cahil, bilgisiz kimseler olarak nitelemek asla mümkün değildir. Ama bunlar, kelimenin tam anlamıyla yobazdırlar. Bizim cahillerimiz, biz cahiller ve cahillik belki onlardan kat kat fazladır. Ama bizde onlar kadar yobaz çıkmaz, bizim yobazlarımız onların eline su bile dökemez, hiç kimsede onların yobazlığı gibi yobazlık olabilmesi mümkün değildir. Cahillik başka, yobazlık başka bir şeydir. Başarıp, başaramaması ayrı bir konudur ama cahilin içinde yine de az veya çok bir şeyler bilme, öğrenme, bilgiye ve bilime ulaşma, kendisini geliştirme arzusu, isteği ve hevesi vardır. Fakat yobaz böyle değildir. Yobaz, sadece kendi bildiğini, bildiğini sandığı şeyi, kendi ezberini tekrarlar durur. Yobaz, demagog ve mitomandır. Yobaz, bağnazdır, radikaldir. Hiçbir karşı görüşü, anlatımı ve veriyi dinlemez ve dikkate almaz. Kendi söylediği yalanları, gerçek sanır. Eleştirileri katiyen dinlemez. Kendi söylediklerinin ne denli haklı ve doğru kendisinin de ne kadar bilgili, güçlü ve büyük olduğunu, kendisini eleştirenleri eline geçirdiği ilk fırsatta, en acı ve en gaddar yollardan cezalandırarak göstermeye çalışır. Başarılı olabilirse kendi bilgisizliğini ve yanlış ezberlerini yaygınlaştırmaya, tarihsel, toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel ve dinsel gerçekleri çarpıtmaya fütursuzca devam eder.
Yobaz, cahillerdeki öğrenme isteğini ve hevesini de bildiği için, bunu kendi yanlış ezberlerini öğretmek için kullanmanın yollarını arar ve çoğunlukla da bulur; bu yolda en çok da cahilleri kullanır. Günümüz dünyasında, Avro-Amerikan müesses nizamının, kendilerinde ‘akıl ve bilgelik’ vehm eden, uygarlığı, medeniyeti kendi tekellerinde göstermeye çalışan, sürekli aynı yalan, yanlış ezberleri tekrarlayan, mitomani (sürekli yalan söyleme) hastalığına yakalanmış oryantalist çokbilmişlerin, hem kendilerini, hem de bütün dünyayı ne büyük felaketlerin eşiğine getirdikleri gözler önündedir. Hâlbuki bunlar, kendi mevcut hastalıklarını yolunca ve yordamınca tedavi etmedikçe, radikal ölçülerde devrimci bir atakla zihniyet ve paradigma değişikliğine gitmedikçe, kendi toplumlarında da, dünyada da hayırlı ve faydalı sonuçlar ve gelişmeler beklenmesi hayalcilikten öteye gidemeyecektir. Bir an önce sorunların, asla onları yaratan mevcut düşünce biçimiyle çözemeyeceğinin farkına varmaları gerekir. Bu yanlış gidişat ve yaklaşımların sebep olduğu ayrışma ve atomizasyon her yere yayıldığı gözler önündedir. Nitekim Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin dikişlerinin patlamakta olduğu da artık herkes tarafından görülebilmektedir. Suni sorunların, sahte meselelerin çözümlerini ölü yüzü pudralamak kabilinden palyatif tedbirlerde aramaya kalkışmanın hiç bir olumlu sonuç doğuramayacağı, ‘Temizlik/Kanı Arıtma’ gibi ırkçı ve ayrılıkçı, can yakıcı operasyonlara yönelmeyi hızlandıracağı yolundaki korkular gittikçe daha da artmaktadır. (sayfa 549).
Gerçek âlimler, aydınlar ve entelektüeller, meşgul oldukları yüksek konulardan başlarını kaldırıp ortalığı velveleye veren yobazların sahtekârlıklarına itiraz etmedikleri ve dur demedikleri takdirde, yobazlar meydanı boş bulup, yobazlıklarını yapmaya devam ederler. Çıkarları için her türlü hokkabazlığı, çare, çözüm, hatta din, iman diye de yutturabilirler. Bu yolda, en yobaz papazları, en eski putperestlik çağlarının büyücülerini ve kâhinlerini bile tatarağası gibi yaya bırakırlar.
İKİ BÜYÜK DEHA: GAZZALİ VE BACON
Gazzâlî (1058-1111) ve Sir Francis Bacon (1561-1626) biri Doğu’da, diğeri Batı’da yetişmiş iki büyük dehâdır. Her ikisinin görüş ve düşünceleri arasında pek çok husus ve konuda tam bir mutabakat ve görüş birliği bulunması çok ilginç ve dikkat çekicidir. Gazzâlî’den beş asır sonra gelen Sir Francis Bacon, Gazzali’yi çok iyi tanımış, başta Tehafüt’ül Felasife’si olmak üzere onun eserlerini okuyup etkilenmiş bir düşünürdür. Her ikisinin de en önemli ortak özelliklerinin ve yönlerinin başında, farklı nedenlerle de olsa Yunan felsefesine ve filozoflarına açıkça cephe almış olmaları gelir. Gazzali gibi hatta ondan çok daha ileri ve çok daha fazla bir eski Yunan felsefesi karşıtı, hatta düşmanı, fakat bilim yanlısı ve aşığı cins bir kafa ve beyin olarak Avrupa entelektüellerini derinden sarsmış ve etkilemiştir. Her iki dehânın da özellikle ilahiyat, metafizik ve bilim konularındaki fikir ve düşünceleri, görüşleri tam anlamıyla birbiriyle örtüşmekte ve uyuşmaktadır. Bacon kilise babalarının ve eski Yunan filozoflarının fikir, görüş, metot ve yöntemlerinden tamamen uzak durulmasını, bunların toptan reddedilmesini savunmuş ve bunu Avrupalı entelektüellere de kabul ettirebilmiştir. Yani Sir Francis Bacon, Gazzali’nin İslam dünyasında başaramadığını Avrupa’da başarabilmiştir. Batı’da müspet bilimlerde, sanayi ve teknolojide gerçek anlamda ilerlemeler de ancak Bacon’ın bu fikir ve görüşlerine önem ve değer verilmesi, uygulamaya konulmasıyla gerçekleşebilmiştir.
Gazzali’nin İslam dünyasında yaptıkları, hatta kendisini parçlarcasıına yapmak isteyip de yapamadıkları ile ondan beş asır sonra İngiltere’de başka bir dahi bilim adamı Sir Francis Bacon’ın yaptıkları arasında fazla bir fark yoktu. Gazzali’yi okumuş, çok iyi dinlemiş, anlamış olan Bacon, Avrupalı entelektüelleri, körü körüne eski paganist Yunan filozoflarını taklitten ve onların peşlerine takılmaktan vazgeçmeye, işe yarayacak tabii ve beşeri bilimlere, teknolojiye yönelmeye ikna edebilmiştir. Onun Kiliseye, eski Yunan felsefesi ve filozoflarına yönelik eleştiri ve uyarılardan, hatta bunlara karşı amansız bir savaş açmasından sonra Batı’da pozitif bilimlerin, sanayi ve teknolojinin önünü açan çok büyük bir zihniyet devrimi yaşanmıştır. Bacon’un önerdiği anlayış ve zihniyet değişikliği sayesinde Batı’daki büyük bilimsel icat ve keşifler, bilimin sanayi ve teknolojiye uyarlanması mümkün olabilmiştir. Eğer Bacon olmasaydı Batı’da bugün gördüğümüz bilimsel, teknolojik, maddi gelişme ve ilerlemelerin hiç birisi gerçekleşemezdi.
Eğer İslam dünyası ve Müslüman entelektüeller de, Avrupalı entelektüellerin Bacon’u dinlediği ve anladığı gibi, vaktinde Gazzali’yi dinlemiş, anlamış, tanımış, önerdiği anlayış ve zihniyet değişikliğine gidebilmiş olsalardı İslama dünyası, hatta bütün dünya çok daha farklı bir duruma gelebilirdi. Batı’da yaşandığına şahit olduğumuz, bilimsel, teknolojik gelişmelerin, icat ve keşiflerin kat kat fazlası en az beş asır önce İslam âleminde gerçekleşir, İslam dünyası, hatta bütün dünya, çok farklı, çok daha güzel ve yaşanmaya değer bir yer hale gelebilirdi. Ne yazık ki İmam Gazzali, İslam âleminde ‘Beni hayatta bir kişi anladı, o da yanlış anladı!’ dedirebilecek kadar eksiz ve yanlış anlaşılmış bir dahidir.
Bizde Batılı anlamda da bir ilerleme ve gelişme olamamasının en önemli ve en temel nedeni, asırlardan beri Gazzâlî ve Bacon gibi deha seviyesinde cins kafalar, beyinler ve mütefekkirler ve entelektüeller yetiştiremeyişimizdir. Biz hala eski Skolastik düşüncenin ve eski Yunan felsefesinin, filozoflarının ve mitolojilerinin etkisinden kurtulabilmiş değiliz. Gazzâlî çapında ilim, fikir, eylem, aksiyon, mücadele adamları, kelam âlimleri yetiştiremeyen İslam dünyası, İmam Gazzâlî’nin ilim anlayışını ve mücadele metodunu bir türlü gerektiği gibi anlayamamış ve uygulayamamıştır. Bu yüzden de ilim ve fikir bakımından dünyanın en geri toplumları ve milletleri arasına düşmekten, medeniyet yolunda geri kalmaktan, hatta yerlerde sürünmekten kurtulamamışlardır. Bizim entelektüellerimiz ne yazık ki asırlardan beri Gazzali ve Bacon gibi deha seviyesindeki cins kafaları, beyinleri ve mütefekkirleri yeteri kadar tanıyıp anlayamadılar, onlardan yararlanmasını bilemediler. Avrupa ve Amerika’da çok önemli olayların ve gelişmelerin yaşandığı yüzyıllarda, Osmanlılar sarih olduğu kadar da sinsi olan pek çok uğursuz gelişme ve düzenlemelerden haberdar olamadılar. Batı’ya yön veren entelektüel gelişmelerden haberimiz olamadı. Zaten asırlardan beri bunların içinden çıkabilecek ruhsal donanıma da sahip değildik. (sayfa 148-149). Bizim, Tanzimat’tan beri de tekrarlayıp durduğumuz bu kahreden yanlışımızın, Nasreddin Hoca’nın, geceleyin evinin bodrumunda kaybettiği ziynetini, kaybettiği yerde değil de, daha aydınlık ve ışıl ışıl diye sokak lambasının altında aramasından hiç farkı yoktu. Madem çağdaşlaşmak ve Batılılaşmak istiyorduk, bari olaya Bacon’ı dinleyen aklı başında Batılıların yaklaştıkları gibi yaklaşabilsek, onların yaptıklarını yapabilseydik! Onlar dört asır önce, Gazzâlî’nin de uyarılarına kulak vererek eski Yunan felsefesinin yanlış ve çıkmaz bir sokak olduğunu bilip uyanabildiler, uygarlık dünyasına daha başka bir kapıdan girebildiler. Biz de zamanında onların uyandıkları gibi uyanabilseydik, boş yere bu kadar çok zaman kaybetmez, bu kadar kötü durumlara da düşmezdik. Medeniyet dünyasına pagan Yunan-Roma kapısından girmeye çalışmayıp da başka bir kapıdan girebilseydik, mutlaka çok daha farklı ve daha iyi yerlere çıkabilirdik. Bugünkü bize yabancı Batı Medeniyetinin kökleri de bizdedir ve bizim topraklarımızdan doğmuştur. İbrahimi dinlerin en sağlam ve sahih damarı da bizdedir.
Batılılar, eski Yunan felsefesini ve Hristiyanlık anlayışını bir kenara atıp, başka bir bilimsel bakışa, anlayışa ve zihniyete geçerlerken, biz tuttuk tamamen tersini yaptık. Yirmibirinci yüzyılda bile bizde ‘muasır medeniyet’ ‘çağdaş uygarlık seviyesi’ hala eski Yunan felsefesinde, Eflatun, Aristo gibi Avrupa’nın çoktan boşladığı yanlış kaynaklarda ve mecralarda aranmaktadır. Neo Hellenizm, Nev-Yunanicilik gibi saçmalıklarla oyalanmayı, Homeros’un şiirleri ya da Sofokles’in tragedyalarıyla mest olup kendimizden geçmeyi ilericilik ve ilerleme sandık. Bu büyük aymazlık içerisinde asırları kaybettiğimizin farkına bile varamadık. Dünya ve kâinat görüşü katı, durağan, değişmez, değiştirilemez ve kıpırdamaz olan, toplumu sınıflara bölen, ayırımcı kast sistemi anlayışını benimseyen eski Yunan felsefesi ile kimse bir yere varamamıştır. Elbette bizim de varabilmemiz mümkün değildi; nitekim öyle de oldu. Bizde bu gerçeği görüp, anlayabilen entelektüel sayısı, hala yok denecek kadar azdır. Bazı aydınlarımız bizim geri kalmışlığımızı Gazzâlî’nin eski Yunan felsefesine ve filozoflarına karşı verdiği mücadeleye, bunları eleştirip gözden düşürmesine bağlamaya çalışıyorlar. Hâlbuki Gazzâlî’yi çok iyi dinlemiş ve anlayabilmiş olan Bacon gibi dâhiler sayesinde Avrupa medeniyeti bugünkü maddi ve teknolojik gelişmişlik seviyesine ulaşabilmiştir. Bizde bunu bile anlayabilecek ve algılayabilecek düzeyde nitelikli entelektüelimiz yoktur (sayfa 233-234). Kendi Gazzali’sini anlamamış, hatta yanlış anlamış, Bacon gibi de cins entelektüeller yetiştirememiş bir toplumda ilerleme, gelişme, dünya ve ahiret saadeti hayal bile edilemez.
Üzerinde ısrarla durmamız, her vesileyle sürekli tekrarlamamız ve iyice anlayıp kafamıza sokmamız gereken gerçek şudur ki; biz, asla felsefeyi, daha doğrusu paganist, çok tanrılı, sınıflı Antik Yunan felsefesini boşladığımız için değil, tam tersine belki de bu yanlış felsefeyle asırlardan beri bu kadar çok oyalanıp zaman kaybettiğimiz için bu içler acısı hallere düştük. Zamanında Gazzali ve Bacon gibi cins kafalara kulak verip, onların sözlerini daha bir dikkatle dinleyebilseydik, örneğin hiç olmazsa İngiliz deneyciliğini tanıyabilseydik, gereksiz felsefi peşrevlere takılmadan, meseleleri fazla uzatmadan işimize bakabilirdik. Belki biz de yaparak-bozarak-tekrar yaparak, hatta kafa, göz yararak, ucundan kıyısından da olsa çok daha erkenden alet, edevat, makine, teçhizat üretmeye başlayabilir, sanayi devrimini yakalayabilirdik. Geri kalmamızın gerçek sebebi olan bu zihniyetin temsilcilerinin hala ikide bir de kalkıp utanmadan, sıkılmadan, kabahati neredeyse her iki ayetinin birinde bize okumayı, yazmayı, öğrenmeyi, akletmeyi, düşünmeyi emir ve teşvik eden, müminin ilgilendiği ve istidadı olduğu alanlarda bilgili olmasını farz kılan, dünyanın bizim mutlaka anlamamız ve çözmemiz gerek ayetlerle dolu olduğunu bize durmadan hatırlatan İslam’a ve Kur’an’a yüklemeye, geç kalmışlığımızın sebebi olarak dinimizi göstermeye çalışmaları garabetlerin en büyüğüdür (sayfa 247). Kaldı ki bu dünyada kendi başarısızlıklarının faturasını dine çıkarmaya kalkanlardan daha ahmak ve aptal kimse bulunamaz. Din konusuna istihfafla yaklaşmak, asırlardan beri Batı entelijansiyasının bir geleneği olmuşsa da aslında din, bu dünyada kültürün ulaşabileceği en yüksek mertebedir. Öte yandan bugün onların sahip oldukları dev metropolleri, gökdelenleri, kâşaneleri de, bizim viraneleri de, Çin Seddinden, Piramitlere, Maçu Piçu’ya kadar dünyanın bilmem neresindeki akıl almaz dev binaları ve antik kentleri de doğrudan dinle ve dini inançlarla açıklayabilmek mümkün değildir. Nihayetinde Colosseum’u da paganlar inşa etmişlerdi. (sayfa 225).
Ali Yakup Cenkçiler Hoca gibi tek tük çıkabilmiş, daha doğrusu kendi kendisini yetiştirebilmiş değerlerimizin de kıymetlerinin bilinmemesi, böyle nadir entelektüellerimizin fikir ve görüşlerinin, uyarılarının toplumda yeteri kadar makes bulamaması, en büyük eksiğimiz olmaya devam etmektedir. Ali Yakup Hoca, bizim çağdaş bilimin ve ileri teknolojinin peşinde koşmaya niyetlendikten sonra, bu alanda en büyük hatayı, en olmayacak rehberleri, yani eski Yunan filozoflarını kılavuz edinerek yaptığımızı görebilmiş çok nitelikli, sıra dışı ve çizgi üstü entelektüellerimizden biriydi. Milletimizi uyarabilmek, bu hayati hatasından ve yanlışından vaz geçirebilmek için gece gündüz çok büyük emek ve çaba sarf etmiş, gayretle ve umutla çalışmaktan hiçbir zaman geri durmamıştır.
Batı dünyası ve medeniyeti en başından beri, yani oldum olası sayısız hastalıklarla maluldür. Batının yanlış ulûhiyet telakkisi, yanlış din, diyanet anlayışı, yanlış ilim anlayışı, yanlış ve sakat tarih telakkisi bu hastalıklarından bazılarıdır. Bunların sonucunda ortaya çıkmış sakat bir dünya görüşüne ve bakışına sahip Batı insanlarının ve toplumlarının iflah olabilmeleri, bir yere varabilmeleri mümkün değildir. Batı, sadece tabii bilimlerde, bilimsel bakış açısıyla bir dereceye kadar sağlıklı iyileşme belirtileri gösterebilmiş, bunun dışındaki alanlarda ise müzmin, şifasız ve devasız hastalıklarıyla boğuşan, buhranlar ve bunalımlar içinde kıvranan bir medeniyettir. Batı bilimsel bakış açısına sahip olabilmesini de Bacon üzerinden Gazzali’ye borçludur.
İslam’ı en iyi ve doğru şekilde öğrenmek, bilmek, yaşamak Müslümanın en başta gelen görevlerindendir. Bundan sonra da bütün dünyaya örnek olmak, dünyanın her tarafında çağına ve zamanına uygun, sağlam, ciddi, verimli, etkili metot, imkân, araç ve vasıtaları da en iyi şekilde kullanarak başka insanların da hidayeti için gayret göstermeleri boyunlarının borcu, Müslüman olmanın gereklerindendir. Bunun için İslam’ın öğrenildiği ve öğretildiği nitelikli eğitim öğretim kurumları, kültür merkezleri açmak, İslamiyet’i doğru şekilde anlatan, öğreten, tanıtan kitaplar, risaleler, dergiler, gazeteler çıkarmak Müslümanların bugün en çok ihmal ettikleri görevlerindendir. Batıdan sürekli misyoner ithal etmek yerine, artık dünyanın her tarafına İslam’ı yayacak tebliğciler, davetçiler göndermeleri günümüz Müslümanlarının da en öncelikli işlerinden ve görevlerinden olmalıdır. Bu çok büyük, önemli, gerekli, görevlerin ihmali, bugünümüz, yarınımız, dünyamız ve ahiretimiz açısından çok büyük vebal ve sorumluluklar doğuracaktır. Efsanelerle, masallarla, hikâyelerle, rivayetlerle, mitolojilerle avunmanın bize de, hiç kimseye de en ufak bir hayrı ve yararı olmaz. İngiliz Misyonerlik teşkilatı, 1965 yılında, Hristiyanlığın kutsal kitabını 875 dile ve lehçeye çevirip bastırmış, bütün dünyada bedava dağıtmış. Bu sayı günümüzde çok daha fazla artmış durumdadır. Kendimize dönüp de bizim ne yaptığımıza bakmanın, sormanın ve sorgulamanın zamanı çoktan gelip geçmiştir. Bugün Batı’da İslam adına yapılan misyonerlik faaliyetlerinin büyük bir bölümü de Bahailer, Yahova şahitleri gibi gerçek İslam’la hiçbir ilgisi, alakası olmayan sapık, sapkın ve saptırıcı gruplar tarafından yürütülmektedir. Bunlar tarafından kandırılmış kişilere bakıp da ‘Avrupa İslama koşuyor, Müslüman oluyor!’ gibi algılar oluşturulmaya çalışılması da çok yanıltıcıdır.
Sir Francis Bacon, Gazzali’den aldığı ışıkla Aydınlanma felsefesini ‘akıl’ üzerinden işlemiş ve aklı da doğaya yöneltmiştir. Akıl aracılığıyla doğayı kontrol etme ve ona hükmetmenin elzem olduğu görüşü hâkim olmaya başlamış, bu hüküm sadece doğa üzerinde değil, insanın insan üzerindeki meşru hâkimiyet ‘hakkı’ anlayışına da dönüşmüştür. Ancak doğaya ve insanın insan üzerine yarattığı hâkimiyet kibri, günümüzde daha net bir şekilde görülebildiği gibi, insanlığı ve doğayı çok büyük bir yıkıma ve tahribe doğru sürüklemektedir. Bacon’un temsil ettiği aydınlanma aklı, sonuçta Tanrı karşısında bir Titan’a dönüşmüştür. Aydınlanmanın aklının en iyi sembolize edildiği figürlerden birisi olan Titanic gemisi, bu durumu bize daha iyi resmetmektedir. Titanic kelimesi Titan kökünden gelir ve bilindiği gibi Titanlar Grek mitolojisinde Tanrılara başkaldıran yaratıklardır. Nitekim Titanic gemisi de bilimin ve teknolojinin büyük aklıyla yaratılmıştı. Bu gemi, Tanrı’nın bile batıramayacağı bir gemi olarak övülmekteydi. Ama trajik bir şekilde daha ilk seferinde bir buzdağına çarparak batmıştı. Burada akıl bir Titan olarak Tanrı’ya, doğaya karşı çıkarılan bir figürdü. Ancak doğaya olan hükmü yine doğa aracılığıyla (buzdağı) yok edilmişti. İşte Nietzsche’nin Aydınlanma’nın aklına yapmış olduğu eleştiri de bu yorumla ilişkilidir. Aydınlanmanın, Tanrısal bilginin yerine aklı koyduğunu, aklın daha yüce olduğunu iddia etse de Tanrısal ahlakı devam ettirdiğini, sonuçta bunun daha büyük yıkımlara yol açtığını, ancak Aydınlanmacı aklın da tıpkı Titanic gemisi gibi ‘Tanrı Öldü’ söylemi çerçevesinde ölüme mahkûm olduğunu ifade etmek istemiştir.
Sadece Bacon değil, daha sonra gelen neredeyse bütün Aydınlanma dönemi filozofları, dünyayı, yaşamı, bedeni, dünyevi olan her şeyi ve insanı aşağılayan, alçaltan, değersizleştiren Hristiyanlık anlayışına ve değerlerine açıkça cephe almışlar ve şiddetle eleştirmişlerdir. Hemen hemen her eserinde Hıristiyan moral değerlerini kıyasıya eleştiren Nietzsche, yaşamı değersizleştirme bağlamında, Hıristiyanlığın başlıca suçları ve günahları arasında şunları saymıştır: Yaşamı ve bedeni aşağılaması, yaşamı alçaltan bir duygu olarak acımayı yüceltmesi, yaşamın anlamını öteye yerleştirip bu dünyayı tamamen değersizleştirmesi, böylece insanları nihilizme (hiçlik duygusuna) sürüklemesi, acı çekmeyi, soylu ruhun kendisini ve bu dünyayı güzelleştiren bir ihtiyacı gibi değil, dünyanın değerini azaltan adeta bu dünyada olmanın bir bedeliymiş gibi göstermesi…
Nietzsche, ‘Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi’ kavramıyla, ‘doğayı tersten yorumlayan’ ve ‘yaşama düşman’ olan Batı metafiziğini, Hristiyan ahlak sistemini, Batı felsefe geleneğini bir yanılgılar tarihi olarak nitelemiştir. Sokrates ve Platon’dan başlayarak Schopenhauer’e kadar Batı metafiziğinin, yüzyıllar boyunca ‘hakikat’ ve ‘varlık’ nosyonları ekseninde, hayatın kendisine düşman bir yol izlediklerini söylemiştir. Platon’un ‘İdea’, Ortaçağ’ın ‘Tanrı’, XVII. yüzyılda Descartes’ın ‘Cogito’, XVIII. yüzyılda Kant’ın “Numen”, XIX. yüzyılda ise Schopenhaure’ın “İrade” ve Hegel’in “Geist” kavramlarının da sonuçta yaşamın değerden düşürülmesine yol açan söylemler olarak kullanıldığını öne sürmüştür.
Hristiyan Batılıların günümüzde artık Hristiyanlıkla fazla bir ilgileri ve bağları kalmamış, dinsiz, agnostik, materyalist, maddeci, benmerkezci, kendine tapan, faydacı, hazcı, hedonist, karnı tok, sırtı pek, refah seviyesi yüksek ama ruhu aç, manen yıkılmış, çökmüş, bitmiş, yavan, kupkuru, imansız, inançsız, amaçsız, hedefsiz, mutsuz, sevgisiz bir haldedirler. Tahrif edilmiş Hristiyanlığın da, Museviliğin de, New Age uyduruk din ve tarikatların da, Uzak Doğunun mistik öğretilerinin de, Kapitalizmin de, Komünizmin de, faşizmin de, nasyonal sosyalizmin de, çare ve çıkar yol olmadığı her geçen gün daha açık ve net bir biçimde anlaşılmaktadır. Batı bugün çok büyük bir çöküşe ve yıkıma doğru gitmektedir. Bunlara da İslam’ın nurunun, ışığının, umudunun, güzelliklerinin, üstün ahlak ve faziletlerinin, erdemlerinin, iman, inanç ve ideallerinin ulaştırılması gerekmektedir. Fakat bunu kim yapacak? Bunu yapacak gerçek Müslümanlara, İslam tebliğcilerine ve davetçilerine çok büyük ihtiyaç vardır. Bunun öyle acemice Müslümanlık propagandalarıyla, içi boş sözlerle veya oryantalist söylemlerle yapılması faydadan çok zarar getirecektir. Bu iş, yeterli ve doğru bilgi, sahih ve gerçek iman, inanç, ideal, sistemli çalışma, salih amel, iyi, güzel, işler yaparak, eserler üreterek, örnek uygulama ve tatbikatlarla rol model olmayı, İslam’ın güzelliklerini hayatımızın aynasında gösterebilmeyi gerektirmektedir. Müslüman fertler, toplumlar, milletler, devletler ve yeni nesiller, kendileri büyük bir boşluk, yanlışlık, çaresizlik, kavram kargaşası, neyin ne olduğunun farkında olamayan büyük bir gaflet, hamakat, cahillik içerisindeyken başkalarına nasıl faydalı olabilirler? Bu sistemsizlik ve metotsuzlukla, hatta yanlış metot, yol ve yöntemlerle nasıl olumlu sonuçlar alınabilir? Büyük bir aşağılık kompleksi içinde dinimizi zamana uydurmaya çalışmak, yerli ve yabancı dinsizlere ve İslam düşmanlarına beğendirme çabasıyla gereksiz, anlamsız, yararsız işler yapmak, İslam’a uymak yerine yersiz, münasebetsiz tevillerle, yorumlarla, İslam’ı kendimizin veya başkalarının heva ve heveslerine, keyiflerine uydurma gayreti içine girmek, bunun için oryantalistlerin ürettikleri safsataların borazanlığını ve sözcülüğünü yapmak hiç kimseye hiçbir şey kazandırmayacaktır.