Ana SayfaDosyalarBalkanlarAYVAZ DEDE ŞENLİKLERİ

AYVAZ DEDE ŞENLİKLERİ

AYVAZ DEDE ŞENLİKLERİ

Mustafa ATALAR

Ayvaz Dede Şenlikleri, yaklaşık 500 yıldan beri her yıl Haziran ayının son Pazar günü Saraybosna’ya 60 km mesafede Zenica yakınlarında, Dolnivakuf’a (Aşağıvakıf) bağlı Prusat (Akhisar) Köyünün 7 km yukarısındaki, orman içi yüksek ve geniş bir alanda yapılmaktadır. Bu şenlikler ve kutlamalar, olağanüstü koşullar gereği her zaman aynı coşku ve kalabalıklarla olamasa da hep yapılmıştır. Bosna’nın fethedildiği 1463’ten bugüne çok büyük coşkularla ve törenlerle gerçekleştirilen bu ilginç törenleri çok zor ve sıkıntılı dönemler, yaşanan nice acılar ve felaketler bile Boşnak Müslümanlara unutturamamıştır. Savaş yıllarında bile haziran ayının son pazar günü geldiğinde, her tehlikeyi göze alan en az 5-10 kişilik bir grup tüm Boşnak Müslümanları temsilen Türklük ve Müslümanlık ahitlerinin devam ettiğine dair ahit tazelemeye bu dağa gönderilir, Ayvaz Dede’nin kabri ziyaret edilir, dağdaki bu açık alanda Allah’a iman, ikrar tazelenir, dualar edilirmiş.

Ayvaz Dede’nin kimliği ve kişiliği ile bu şenliklerin başlama ve sürüp gelme nedeni üzerinde kısaca da olsa bir bilgi vermek yararlı olabilir. Bilindiği gibi, Osmanlılar, savaşla fethedilen toprakların; ancak gönüllerin de fethedilmesiyle vatan haline getirilebileceğinin çok iyi farkında ve bilincindeydiler. Bu yüzden ordulardan önce veya ordularla beraber gayri Müslimlerin yaşadıkları yerlere tebliğciler, dervişler, erenler ve âlimler de giderler, buralarda iyiyi, güzeli ve doğruyu insanlara anlatırlar, tanıtırlar, sevdirirler, örnek yaşantılarıyla hayatlarının aynasında onlara İslamı göstererek gönülleri de fethederlerdi. Kılıçla, savaşla fethedilen topraklar, ancak o zaman gerçekten vatan haline gelmiş olurdu. İşte Ayvaz Dede de irşat görevini yerine getirmek amacıyla Manisa Akhisar’dan kalkıp Bosna Hersek’e gelmiş, burada gönüllerin İslama ısındırılmasında ve açılmasında çok büyük hizmetler görmüş, gönül ehli, Hak ehli, Allah dostu, gönül erlerinden, erenlerinden ve Bosna’nın en önde gelen manevi fatihlerinden biriydi. Ayvaz Dede’nin gayret ve çalışmalarıyla halkın topluca din değiştirerek, Müslüman olmasıyla ilgili bölgede çok çeşitli menkıbeler anlatılmaktadır.

Bosna’nın Boşnak halkı, fetihle beraber Türklere ve İslam’a çok büyük bir yakınlık ve sevgi duymuş, teveccüh, göstermiş, hiçbir zorlama olmadan büyük kitleler halinde, kendiliklerinden ve kendi istekleriyle Müslüman olmaya başlamıştı. Manisa Akhisar’lı Ayvaz Dede’nin gayret ve çalışmaları sonucunda da bölgedeki insanlar büyük kitleler halinde, eski dinlerini bırakarak topluca İslamiyet’e yöneldiler, Müslüman oldular. Ayvaz Dede, bu insanlara İslam’la beraber, İslam’ın cihad ruhunu, Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla gaza etme aşkını da aşılamıştı. Bu yüzden Müslüman halkın eli silah tutanlarının büyük bir bölümü Müslüman olur olmaz, hemen gelip Osmanlı ordusuna katılıyordu.

Bölgedeki en büyük toplu ihtida olaylarından birinin 1463 yılı Haziran ayının son Pazar günü gerçekleştiği rivayet edilir. O gün 30 bin kadar Bosnalı, ellerinde tevhit sancakları ve Osmanlı bayrakları ile Prusat (Akhisar) Köyünün tepesinde, ormanlar arasındaki büyük alanda Ayvaz Dede ile buluştular, kendisine Müslüman olduklarını bildirdiler, bundan böyle ebediyyen İslama ve Müslümanlara bağlı ve sadık kalacaklarına, ‘İlâ-i Kelimetullah (Allah’ın dinini ve davasını yüceltme)’ uğrunda bir yeniçeri gibi hizmet, mücadele ve mücahede edeceklerine, Allah’ın dinini yaymak ve ona hizmet etmek için canlarıyla ve mallarıyla cihad edeceklerine dair onun şahitliğinde Allah’a söz verdiler, yemin ettiler, biat ettiler, ahitleştiler, ahd ve peyman eylediler. Bu ahitleşme gününü, kendileri, dünya ve ahiret saadetleri için çok önemli bir dönüm noktası kabul eden Boşnak Müslümanlar, her yıl Haziran aynının son pazar günü buraya daha büyük kalabalıklar halinde gelip ahit tazelemeyi, her yıl tekrarladıkları ve asırlardan beri hiç aksatmadan sürdürdükleri bir gelenek ve adet haline getirdiler. Ayvaz Dede Şenlikleri adını verdikleri bu kutlu günü hatimlerle, dualarla, tekbirlerle, tehlillerle, salat ve selamlarla, zikirlerle, tesbihlerle anmayı ve kutlamayı günümüzde de aynı heyecan ve coşkuyla devam ettirmektedirler.

Türlüğün ve Müslümanlığın buralara gelip yerleşmesinde önemli roller oynamış kişiler ve olaylar, asırlardan beri çok kalabalık kitleler tarafından çok ilginç ve çok büyük törenlerle, çok büyük coşku ve canlılıkla hala anılmaya ve kutlanmaya devam etmektedir.
Bu ahidleşmenin, ahid tazelemelerin, şenliklerin, törenlerin, kutlamaların gereği, önemi ve özellikleri acaba nedir? Neyi ifade eder? İlhamını nereden almıştır. 1463 yılından beri niçin aralıksız olarak kutlanır, yenilenir, tazelenir? İslamla ve İslami şuurla bunun ilgisi ve alakası nedir?

Bilindiği gibi Mekkeli müşrikler Peygamber Efendimiz’e ve ona inananlara kendi öz yurtlarında dinlerini yaşama hakkı tanımayınca kendilerine başka bir yurt aramışlar ve İslam’ın hızla yayıldığı Yesrib’e (Medine) hicret etmek zorunda kalmışlardı. Allah Resûlü’nün hicretinin üzerinden savaşlarla ve mücadelelerle dolu altı yıl geçmiş, ne muhacirler, ne de ensar, günde beş vakit namaz kılarken yöneldikleri Kabe’yi ziyaret etme, onu tavaf etme, hac ve umre yapabilme imkanına kavuşamamışlardı. Bu altı yıllık süre içinde Mekke müşrikleriyle, Medine’de bulunan Müslümanlar arasında, Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları gibi çok büyük savaşlar olmuş. Mekkeli müşrikler Medine’yi ele geçirip Hz. Peygamberi ve ona inananları öldürmek, Müslümanlığı yok etmek için her çareye başvurmuşlar; bütün güçlerini ve imkânlarını ortaya koymuşlar; fakat bir türlü bu emellerine ulaşamamışlardı. İslam hızla yayılırken Mekkeliler korku ve çaresizlik içindeydiler. Hendek Savaşı’ndaki başarısızlıkları Mekkeli müşriklerin korku ve çaresizliğini daha da derinleştirmişti. Korktukları gibi İslam günden güne daha da güçleniyor, Müslümanların sayıları da hızla artıyordu.

Kâbe’yi ziyaret etmek, bütün Müslümanların ortak arzuları ve özlemleriydi. Özellikle Mekkeli Müslümanlar, vatan hasretiyle de yanıp tutuşuyorlar, doğup büyüdükleri ve her şeylerini bırakıp ayrıldıkları yurtlarını görmeye can atıyorlardı. Bu özlemin ve isteğin çok iyi farkında olan Hazreti Peygamber, hicretinin altıncı yılı Zilkade ayının başlarında rüyasında ashabı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe’yi ziyaret ettiklerini gördü. Peygamber Efendimizin bu rüyasından haberdar olan, bunun büyük özlemlerine ve beklentilerine cevap anlamı taşıdığına inanan ashabdan bazıları bir rüyayı bir muştu olarak Medine’nin her tarafına hızla yaydılar. Bu genel ve coşkulu arzu üzerine, Hazreti Peygamber de Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlerin yola çıkmak üzere hazırlanmalarını emretti. Ayrıca niyetinin sadece Kabe’yi ziyaret olduğunu göstermek için henüz İslam’ı kabul etmemiş kabileleri de kendileriyle birlikte gelmeye çağırdı.

Hazırlıkların tamamlanmasından sonra, Zilkade’nin ilk Pazartesi günü (13 Mart 628) bin dört yüz kişi ile birlikte Peygamber Efendimiz Mekke’ye doğru hareket etti. Hazreti Peygamber, Mekkelileri telâşlandırmamak ve bunun barışçı bir yolculuk olduğunu herkese göstermek için, ashâbının silah taşımalarına izin vermemiş, Müslümanlar yanlarına sadece yolcu kılıcı denilen birer kılıçtan başka hiçbir savaş silahı almamışlardı. Hac için Mekke’ye gelecek düşman kabilelerle yolda karşılaşmamak için de Kâbe ziyâretini hac günlerinden önce yapmayı uygun görmüştü. Müslümanların amacı savaş olmayıp, yalnızca Kâbe’yi ziyâret etmekti. Zaten bütün Araplarca da savaş yapılmasının yasak sayıldığı aylarda bulunuyorlardı. Yanlarındaki 70 kurbanlık deveye kurbanlık olduklarını belli edecek nişanlar vurdular. Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde “umre” niyetiyle ihrama girdiler. Yol güvenliğini sağlamak için 20 kadar süvâriyi öncü olarak gönderdiler.

Mekkeli müşrikler, Hazreti Peygamberin Kâbe’yi ziyâret etmek için yola çıktığını duyunca çok korktular ve telaşlandılar. Kendi aralarında toplanarak ne pahasına olursa olsun, Müslümanları Mekke’ye sokmama kararı aldılar. Halid bin Velid ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime’yi 200 süvâri ile öncü birlik olarak Müslümanların üzerine gönderdiler. Mekkelilerin bu kararından haberdar olan Hazreti Peygamber, yol güzergâhını değiştirerek, ashabıyla beraber Hudeybiye denilen mevkie kadar geldi. Hz. Peygamber’in devesi burada kendiliğinden çöktü. Bütün çabalara rağmen deve çöktüğü yerden kaldırılamadı. Eshâb-ı kirâm kaldırmak için ne kadar uğraştıysa deve kalkmadı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: “Onun böyle çökme âdeti yoktu. Bir zamanlar filin Mekke’ye girmesine mâni olan Rabbim, şimdi de Kusvâ’ya mâni oluyor.” buyurdu ve
herkesin inmesini emretti.

Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin durumunu anlamak, umre yapabilmelerinin mümkün olup olamayacağını araştırmak, yetkililerle görüşmek üzere Hz. Osman’ı (RA) Mekke’ye gönderdi. Hz. Osman (RA) kiminle görüştü ise, hepsi de Müslümanlara umre yapma izni verilmeyeceğini söylediler. Hazreti Osman’ın Mekke’deki temas ve görüşmeleri bir hayli uzadı. Müşrikler, Müslümanların ellerini kollarını sallayarak Mekke’ye girişini kendileri için büyük bir zillet sayıyorlar, bunun onları bütün Arapların gözünde küçük düşüreceğini, bu yüzden de buna izin veremeyeceklerini öne sürüyorlardı. Hazreti Osman’a:

– Şimdi biz sizin hepinizi Mekke’ye bırakırsak, Araplar, ‘Kureyş, Müslümanlardan korktu!’ derler. Eğer istersen sen Kâbe’yi tavâf et, hepiniz birden olmaz! dediler. Hz. Osman ise:

– Hayır, Rasûlullah (s.a.s.) tavâf etmedikçe, ben de etmem, diyerek Kâbe’yi Müslümanlardan ayrı olarak ziyaret etmeyi kabul etmedi. O’nun bu davranışı Mekkelileri kızdırdı, onu göz hapsine aldılar ve dönmesine izin vermediler.

Hz. Osman’ın (RA) Mekke’de tutuklandığı ve öldürüleceği haberi üzerine Hazreti Peygamber, Hudeybiye’de bir ağacın altında, bütün müminlerden Allah yolunda ölünceye kadar savaşacaklarına ve ne olursa olsun kaçmayacaklarına dair biat aldı. Bütün Müslümanlar sırayla Peygamberimizin ellerini tutarak biat ettiler. Bu biatla onların bu cesaretleri, azimetleri ve imanlarındaki sadakatları daha da arttı. Biat tamamlanınca Resulullah (SAV), Hazreti Osman için de sanki o da orada onlarla beraber hazırmış gibi bir elini diğer eli üzerine koyarak biatlaştı. Müslümanlar buraya savaş için gelmemişlerdi ve savaş için de hiçbir hazırlıkları ve tedarikleri yoktu. Üzerinde kefeni andıran ihramları vardı. Böyle bir durumda bile savaşmak, savaşmak için söz verip yemin etmek akıl karı, makul ve mantıklı bir iş değildi. Fakat Hazreti Peygamber onlardan ölümüne Allah yolunda savaşmaya biat istemiş, bütün Müslümanlar da hiç tereddütsüz, buna söz vermişler, yemin ve biat etmişlerdi.

Biat tamamlanır tamamlanmaz, Müslümanlar savaşa ve çarpışmaya girmek için hemen hazırlanmaya başladılar. Cenâb-ı Hak da Kur’an-ı Kerîm’de, Hudeybiye’de Rasûlullah (SAV)’e bîat eden müminlerden hoşnut olduğunu bildirdi. Bu sebeple, İslâm Tarihinde bu bîata ‘Bey’atü’r-Rıdvân’, “Rıdvân Bîatı” adı verilmiştir. Hudeybiye Anlaşmasının en önemli sonuçlarından biri de Kur’an’da Allah’ın o ağacın altında biat eden 1400 kadar sahabîden razı olduğunu açıkça bildirmesidir. Allah buyuruyor ki:

“Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozar, sözünden dönerse, o ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş, döneklik etmiş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse, Allah ona pek büyük ödül (ecir, mükâfat) verecektir (Fetih Suresi, Ayet:10).”

“Gerçekten Allah, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana biat ederlerken mü’minlerden razı olmuştur. Onların kalplerindeki ihlâsı bildiği için üzerlerine sekîne, huzur ve güven indirdi. Onları onları pek yakın bir fetihle (zaferle ve alacakları birçok ganimetle) mükâfatlandırmıştır. Allah Azîz ve Hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir) (Fetih Suresi, Ayet:18-19).

Müslümanların ‘Bey’atü’r-Rıdvân’ altında ‘fedâ-yı cân’ şartıyla yarışırcasına Hazreti Peygamber’e biat ettiklerini haberi de tez zamanda Mekkeli müşriklere ulaştı. Müslümanların kararlılığını ve Hz. Peygamber’e bağlılıklarını gösteren bu bîat, müşrikleri müthiş bir telâşa düşürdü. İşin bu derece ciddiyet kazanması yüreklerine büyük bir korku saldı. Derhal Hz. Osman’ı serbest bıraktılar. Hemen Hazreti Peygamber’le (SAV) bir barış anlaşması yapılmasına karar verdiler ve anlaşmayı yapmak üzere de Süheyl bin Amr başkanlığında bir heyet gönderdiler.

Peygamber Efendimiz ismi “kolaylık” anlamına gelen Süheyl’in elçi olarak gönderilmesini hayra yorarak ashabına: “İşiniz artık kolaylaştırıldı. Size Süheyl geliyor.” buyurdu. Allah da Kur’an’da: “Onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş!” (Enfâl Suresi, Ayet: 61) buyuruyordu.

Müşriklerin ilk amacı, o yıl Müslümanlara umre yaptırmamaktı. Bunun yanında oldukça ağır, hatta bazı Müslümanlarca kabulü imkânsız bazı şartlar da ileri sürüyorlardı. Bu yüzden daha ilk maddeden itibaren her iki taraf arasında çok uzun ve hararetli tartışmalar oldu. Hazret-i Peygamber, antlaşma hükümlerini yazmak üzere Hazret-i Ali’yi görevlendirmişti. Hazret-i Ali’nin (RA) anlaşmanın başına “Besmele-i Şerîfe”yi yazmak istemesine bile, böyle bir cümleyi tanımadığını belirterek Süheyl hemen îtirâz etti:

  • Bunu kabul etmem. Ben, Rahmân ve Rahîm’i tanımıyorum. Fakat

şöyle yaz: Bismike Allahümme! (Ey Allah’ım, Senin isminle!). Besmele yerine, giriş onun istediği şekilde yazıldı. Bu ifâdenin ardından anlaşmanın taraflarını belirten maddede Süheyl, Hazret-i Peygamber için ‘Allâh’ın Rasûlü’ ibâresinin yazılmasına da karşı çıktı:

  • Bunu da kabul etmiyorum. Biz senin Allâh’ın Rasûlü olduğunu

kabûl etseydik, hiç seninle savaşır mıydık? Bugün de Kâbe’yi ziyâret etmene engel olur muyduk? Kendi ismini ve babanın ismini yaz! dedi.

Süheyl’in bu tutumu, antlaşma şartlarından hiç memnun olmayan, bundan dolayı canları da çok sıkılmış bulunan ashâbın öfkesini iyice artırdı. Hazret-i Ali (RA) elindeki kalemi bırakarak Hazreti Peygambere: “Vallahi ben, ‘Allâh’ın Rasûlü’ ibâresini silemem yâ Rasûlallâh!” dedi. Peygamber Efendimiz (SAV) Süheyl’e dönerek: “Siz yalanlasanız da ben Allâh’ın Rasûlüyüm.” dedi. Kendisine gösterilmesini istediği Allah’ın Resûlü ibaresini kendi elleriyle çizerek, onun yerine “Bu; Muhammed b. Abdullah’ın Süheyl b. Amr ile yaptığı barış sözleşmesidir” diye yazılmasını söyledi (Ahmed bin Hanbel müs. Kifiyyun 18152) Daha sonra uzun tartışmaların ardından sözleşme maddelerinin yazımı tamamlandı.
Bu antlaşmayla Mekkeliler İslam Devletini hukuken tanımışlar, iki taraf arasında 10 yıl boyunca saldırı ve savaş olmayacağını, her iki tarafın birbirinin malına ve canına zarar vermeyeceğini kabul etmişlerdi. Buna rağmen Müslümanlar bu yıl Kabe’yi ziyaret edemeden geri dönecekler, ancak gelecek yıl üç günden fazla olmamak şartıyla Mekke’ye gelip Kabe’yi ziyaret edebilecekler, Müslümanların Mekke’de bulunduğu günlerde, Kureyşliler Mekke dışına çıkacaklar, Müslümanlarla temâs etmeyeceklerdi. Hac, umre ve ticaret için Mekke’ye gelecek Müslümanların da, ticaret için Mısır‘a ve Şam‘a gidecek, Medine‘ye gelecek Kureyşlilerin de canları ve malları güven altında olacaktı. Kureyş dışında kalan diğer kabileler, iki taraftan istediklerinin himayesine girmekte ve anlaşma yapmakta serbest olacaklardı. Yani her kabile istediği tarafa geçebilecekti. Anlaşma şartları arasında Müslümanlardan Kureyş‘e sığınanlar olursa, bunların Müslümanlara geri verilmeyeceği, fakat Kureyş’ten Müslümanlara sığınanların Müslüman bile olsalar geri verileceği gibi ilk bakışta çok ağır görülen maddeler de vardı.

Anlaşmanın yazımı henüz tamamlanmıştı ki, heyet başkanı Süheyl’in oğlu Ebû Cendel, ayağındaki zinciri sürükleyerek çıkageldi. Müslüman olduğu için, babası onu zincire vurarak hapsetmişti. Her nasılsa hapisten kurtulan Ebû Cendel, bin bir güçlükle Mekke’den kaçarak, Hudeybiye’de olduklarını duyduğu Müslümanlara sığınmağa gelmişti.

Anlaşma henüz imzalanmamıştı. Ama Süheyl anlaşmayı imzalamak için oğlunun geri verilmesini şart koştu ve bunda ısrar etti. Bütün çabalara rağmen, inadından dönmedi. Barışın sağlanabilmesi için, Ebû Cendel’in müşriklere tesliminden başka çare kalmamıştı. Ebû Cendel ise, Müslüman olduğu için kendisine yapılan işkenceleri, içine düştüğü acıklı hâlleri anlatıyor, müşriklerin eline bırakılmaması için Hazreti Peygambere ve Müslümanlara yalvarıyordu:

  • Ben Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere ve işkencelere

uğradım. Şimdi beni tekrar aynı işkencecilere ve iskencelere nasıl teslim edersiniz? Ne olur, beni bu müşriklere teslim etmeyin! diye feryat ve figan ediyordu.

Hazreti Peygamber ise Ebû Cendel’i:

  • Ey Ebû Cendel! Şu toplulukla bizim aramızda bir barış anlaşması

yapıldı. Sen biraz sabret, katlan! Yüce Allah’tan da bunun ecrini dile! Şüphesiz Allah, senin ve senin durumunda olan zayıf mü’minler için de bir genişlik ve kurtuluş yolu ihsan edecektir. Biz onlara Allah’ın ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz verdiler. Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz! diye teselli ediyordu (Vâkidî, Megâzi, ll, 6I8’den naklen Asım Köksal, Islâm Tarihi, Vl, 2I4).

Ebu Cendel’in feryatlar içinde müşrik babası ve heyet başkanı Amr oğlu Süheyl’e teslim edilmesi, Müslümanları gözyaşlarına boğmuştu. Süheyl b. Amr, anlaşma gereği oğlu Ebû Cendel’i çeke çeke Kureyşlilerin yanına götürdü.

Hudeybiye antlaşmasının bütün şartları ilk bakışta Müslümanların aleyhine görünüyordu. Bu nedenle Müslümanlar çok büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Büyük bir ümit ve heyecanla geldikleri bu yolculuktan Kâbe’yi ziyâret edemeden dönecek olmaları, ziyaretin ertesi seneye kalması, iman eden Mekkelilerin Medine’ye alınmaması, gelirlerse geri verilmesi gibi ağır hükümler Müslümanlara çok ağır gelmiş ve onları üzmüştü. Böyle bir andlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler. Hele antlaşma imzalamak için gelen müşriklerden bazılarının çok katı, inatçı ve mağrur tavırları başta Hazret-i Ömer olmak üzere sahabeden bazılarının çok ağrına gitmiş, onları çileden çıkarmıştı. Hz. Ömer (RA), daha fazla dayanamamış Allah Resûlü’nün huzuruna çıkarak:

– Sen Allah’ın Rasûlü değil misin?” diye feveran etmişti. Allah Rasûlü onun bu sorusunu son derece sakin ve soğukkanlı bir şekilde:

– Evet ben elbette Allah’ın Resûlü’yüm! buyurarak cevapladılar.

Sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti:
– Biz hak yolda değil miyiz?
– Evet hak yoldayız!
– Öyleyse bu zilleti niçin kabul ediyoruz?
– Ben Allâh’ın Peygamberiyim ve O’naAllah’a isyan edemem!Benim

yardımcım O’dur!
– Sen bize Kabe’yi ziyaret edeceğimizi söylemedin mi?
– Evet söyledim ama mutlaka bu sene ziyaret edeceğiz demedim!

Hz. Ömer’in bu sözleri, Müslümanların genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilisinden başka bir şey değildi. Fakat şüphesiz Allah ve Resulü neyin hayırlı, neyin ser, neyin izzet, neyin zillet olduğunu daha iyi bilirdi. Nitekim Peygamber Efendimiz ona verdiği cevaplarla yaptığı işin sevk-i ilâhî ile olduğuna işaret ediyordu (Buhârî, Meğâzî, 35; Müslim, Cihâd, 90-97).

Allâh Rasûlü (SAV) o gün ashaptan pek çoğunun da göremediği birçok hikmetler sebebiyle Hudeybiye Antlaşmasını 13 Mart 628 tarihinde imzaladı. Antlaşmanın şartları ne kadar aleyhte görünse de, gerçekte bunların hepsinin Müslümanların yararına ve lehlerine sonuçlar doğuracağını Peygamber Efendimiz Allah’ın bildirmesiyle biliyordu. Bu yüzden barışı sağlamak için, aleyhe görünen bu ağır şartları kabul etti. Nitekim zâhiren hezîmet gibi görünen bu anlaşmanın bir yenilgi ve kayıp değil, zaferlerin başlangıcı büyük bir zafer olduğu daha sonra Fetih Sûresi’yle Hazreti Peygambere ve Müslümanlara da müjdelendi.

Hazreti Ömer bu üzüntüyle Hz. Ebu Bekir’e de gitmiş ona da aynı şeyleri sormuş, ondan da Hazreti Peygamberden aldığı cevaplara benzer cevaplar almıştı. Gönlündeki iman coşkunluğundan ve gayretinden dolayı Hazreti Ömer daha sonra her hatırladığında çok üzüleceği, acı, ıstırap ve pişmanlık duyacağı bazı taşkınlıklarda bulunmuş, zor teskin edilebilmişti. Hz. Ömer, daha sonraları bunun için Allah’a çok tevbe ve istiğfarda bulunmuş, af edilmesi için sadakalar vermiş, oruçlar tutmuştu.

Antlaşmanın imzalanmasından sonra Süheyl, oğlunu alıp sevinç ve memnuniyet içinde Mekke’ye dönerken, Peygamber Efendimiz de ashabına:

  • Haydi, artık kurbanlarınızı kesiniz ve başlarınızı tıraş edip, ihramdan

çıkın! buyurdular. Fakat onun bu isteği yankısız kaldı. Sahâbe-i kirâmdan hiç kimse bu emri yerine getirmek için yerinden kalkmadı. Onlar, sırrını çözemedikleri bir meselenin sisleri arasında mahzûn ve mağmûm idiler. Hazret-i Peygamber (SAV) emrini üç kez tekrarladı. Yine kimse yerinden kımıldamadı. Kâbe’yi ziyaret iştiyakının yüreklerini yakması hiç birinde yerlerinden kıpırdayacak mecal bırakmamıştı. Peygamber Efendimiz büyük bir üzüntü ile çadırına girdi. Daha bir gün önce:

  • Allâh Rasûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üzerine bey’at

ediyorum! diyerek Peygamber Efendimiz’e bağlılık ve itaat yemini eden sahabenin bu hareketsizliği Hazreti Peygamberi çok üzmüştü. Mahzun ve kederli bir şekilde eşi Ümmü Seleme’nin çadırına girdi. Üzüntüsünün sebebini soran Ümmü Seleme’ye durumu kısaca anlattı. Müminlerin annesi Allâh Rasûlü’nü şu sözlerle teselli etti:

– Ey Allâh’ın Rasûlü! Müslümanlar sana muhalefet etmiyorlar. Onların bu şiddetleri ve gayretleri dinlerine, Allah’a ve sana karşı güçlü imanlarından kaynaklanıyor. Siz, ashabınıza hiçbir şey söylemeden kendi kurbanlarınızı kesiniz, tıraşınızı olunuz, ihramdan çıkınız! Müslümanların size tabi olduklarını göreceksiniz. Onlar sizi gördükten sonra kendilerine ne kadar ağır ve güç gelse de, bu ağırlığın altında ne kadar çok mahzûn olsalar da, size uyacaklar, sizin yaptığınızı yapacaklardır. Onları mâzur görünüz! Daha sonra da onlarla birlikte Medine’ye geri dönmekte acele ediniz!

Bu istişareden sonra çadırından çıkan Hazret-i Peygamber (SAV) Ümmü Seleme’nin tavsiyesi üzerine tekrar Müslümanların karşısına çıkarak içi huzur ve hoşnutlukla dolu olarak ihramdan çıkmak için kurbanını kesmeye ve tıraş olmaya yöneldi. Resulullah’ı böyle huzurlu ve mutlu gören, anlaşmanın da artık değişmeyeceğini anlayan bütün Müslümanlar, hemen ona uyarak yarışırcasına kurbanlarını kesmeye ve tıraş olmaya başladılar. Bu olaya tanık olan Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- gördüklerini şöyle anlatıyor:

–Müslümanlar kurbanlıklara doğru öyle bir sıçradılar ki, birbirlerini ezeceklerinden korktum.” (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 326, 331; Vâkidî, II, 613)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ashabı kurbanlarını kesip tıraş olduktan sonra, Allah Teâlâ bir kasırga gönderdi. Ashabın saçlarını havalandırıp Harem içine savurdu. Sahibiler, bunu umrelerinin kabulüne bir işaret saydılar. Daha sonra Nebî ve Müslümanlar Medine’ye geri döndüler.

Müslümanlar, yapılan sulh antlaşmasının hikmetini ilk anda kavrayamadıkları için gösterdikleri memnuniyetsizlik ve işi ağırdan alma sebebiyle büyük bir korkuya kapılmışlardı. Haklarında vahiy ineceğinden ve helâk edileceklerinden endişe ediyorlardı. Hazret-i Ömer (RA) bu korkusunu şöyle anlatıyor:

“O gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı sarf etmiş olduğum sözlerimden duyduğum korku sebebiyle, akıbetimin hayrolması için devamlı oruçlar tuttum, sadakalar verdim, nafile namazlar kıldım ve pek çok köle âzâd ettim.” (İbn-i Seyyidinnâs, II, 167).

Peygamber ve beraberindekiler daha dönüş yolunda iken Resulullah’a Fetih Süresi indi. Resulullah’ın baştan sona Müslümanlara okuduğu bu surenin ilk ayetlerinde bu antlaşmanın Müslümanlar için bir yenilgi ve bir hezimet değil aksine çok büyük bir fetih olduğunu müjdeleniyordu:

“(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki Biz Sana apaçık bir fetih ihsân ettik. Böylece Allâh, Sen’in geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlayacak; Sana olan nîmetini tamamlayacak ve Sen’i (dâimâ) doğru yola götürecektir. Ve Sana şanlı bir zaferle yardım edecektir.” (Fetih Suresi, Ayet: 1-3).

O gün Hudeybiye’de müşriklerle yapılan sulh antlaşmasında alınan kararlar, görünüşte Müslümanların aleyhine idi. Fetih Sûresi nazil olunca, bütün Müslümanlar bu işteki yüksek hikmetleri ve müjdeleri anladılar, hepsi buna yakinen inandılar ve sevindiler.

Hudeybiye anlaşması zahiren Müslümanların aleyhine görünüyordu ama gerçekte İslam’ın fetih ve zafer dönemlerine bir başlangıç teşkil ediyordu. Nitekim bu antlaşmanın hemen ardından Fetih Suresinin nazil olması da bunun işaretlerindendir. İlk bakışta mağlûbiyet ve kahır zannedilen bu geri dönüşün apaçık bir zafer ve fütuhat olduğu daha sonra net bir şekilde anlaşıldı. Peygamber Efendimiz görünüşte Medine’ye yenik ve çok ağır şartları olan bir anlaşmayı imzalamış olarak giriyordu ama gerçekte ‘İnnâ Fetahnâ leke fethan mübînâ!’ ayetinin zaferler müjdeleyen davuluyla giriyordu.

Hudeybiye Anlaşması Müslümanların manevî zaferiyle sonuçlanmıştı. Fetih Sûresi, müminlere Hudeybiye ile birlikte açılan zafer kapılarının müjdelerini veriyordu. Nitekim çok geçmeden bu müjdeler birer birer gerçekleşmeye başladı. Barış ortamının oluşması İslamiyet’e geçişi hızlandırmış, Mekke’nin fethini de kolaylaştırmıştı.

Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:

Bâzen siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki o sizin için bir hayırdır. Bâzen de bir şeyi sever, istersiniz, hâlbuki o sizin için bir şerdir. Allâh bilir, siz bilmezsiniz (Bakara Suresi, Ayet: 216)

Başlangıçta Hazret-i Peygamber’in de açıklamada zorluk güçlük çektiği bu olayın olumlu sonuçları kısa zaman içinde açıklığa kavuşmaya başladı. Bu antlaşma ile oluşan sulh ortamında birçok kimse İslâm’la şereflendi. İki sene zarfında müslüman olanların sayısı, o zamana kadar Müslüman olanların toplam sayısını geçti.

Müslümanlar o sene umre yapamamalarının, bazı ağır şartlara bir müddet sabretmelerinin karşılığını, bunun ardından sökün edip gelen sayısız kazançlarla aldılar. Bu antlaşmayla İslâm’ın varlığı resmen tanınmış, bir sene sonra olsa bile Müslümanlara da Kâbe ziyaretin yolları açılmıştı. Arap kabilelerinden isteyenlerin Müslümanların himâyesine geçebilmesi, İslam’ı kabul edebilmeleri mümkün hale gelmişti. Bu da diğer Arap kabileleri üzerindeki Kureyş nüfuzunun kalkması ve İslâm dâvetinin onlar arasında da rahatça yapılabilmesi anlamına geliyordu.

Mekke’de o sırada Müslüman olmuş, fakat bunu açığa vuramayan, gizlemek zorunda kalan birçok kimse vardı. Eğer bir savaş çıkacak olsa, bunların da savaşta öldürülme veya imanlarını açığa vurup müşrikler tarafından şehid edilme tehlikesi de vardı.

Rahmet peygamberi” olan Allah Rasûlü, Allah’ın emriyle barışı tercih ederek Mekke’de ve diğer Arap kabileleri arasında yeni Müslüman olabilecek insanlara da yeni bir fırsat tanımış, onlara güzel mesajlar vermiş ve kalplerini de İslâm’a ısındırmış oluyordu. Nitekim bunun semereleri ileride açık bir şekilde görülmüştür.

Mekkeliler o zamana kadar Müslümanlara, dağılıp yok olmağa mahkûm, derme-çatma bir topluluk gözü ile bakıyorlardı. Bu anlaşma ile Müslümanları bir devlet olarak tanımış oldular. Medine dışındaki kabileler ise Müslümanlığın ne olduğunu yeterince bilmiyorlardı. Kâbe’nin komşusu ve koruyucusu olduğu için saygı duydukları Kureyş Kabilesinin kendi içinden çıkan Hz. Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak kabul etmemesi, hatta onu yurdundan çıkarmış olması onların gönüllerindeki şüpheleri daha da artırıyordu. Müslümanlığın Medine dışındaki kabilelere anlatılabilmesi, tanıtılabilmesi ve geniş ölçüde yayılabilmesi için huzur ve barış ortamına ihtiyaç vardı. Mekkelilerle yapılan Hudeybiye Barış Antlaşması, Müslümanlara diğer kabilelerle serbestçe ilişkiler kurabilme imkanını sağladı. Gerçekten Hudeybiye anlaşması, Müslümanlığın Medine dışında yayılmasına bir başlangıç oldu. Anlaşmadan sonra Müslümanlarla müşrikler arasında görüşme ve temaslar arttı. Hz. Peygamber (s.a.s) İslâm’ı serbestçe yaymağa başladı. Hudeybiye anlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen 21 aylık devrede Müslüman olanların sayısı, İslâm’ın doğuşundan, Hudeybiye Barışına kadar geçen 19 yılda Müslüman olanların sayısından kat kat fazla oldu. Hayber’in ve Mekke’nin fethi gibi zaferler, Hudeybiye anlaşmasının sonucudur.

Bu antlaşmadan sonra Peygamber efendimiz Hudeybiye’de yirmi gün kadar kaldı. Kurbanlarını burada kestiler ve Medîne’ye döndüler. Dönerken yolda “Fetih” Sûresi nazil oldu. Bu sûrede, Hudeybiye Antlaşmasının birçok fetihlere başlangıç olduğu bildirildi. Müslümanlara fetih ve zafer kapısı açıldı.
Hudeybiye’de müminlere ağır gelen maddelerin hikmeti kısa zamanda anlaşıldı. O maddeler, kâfirlerin kendi isteğiyle daha sonra antlaşmadan çıkarıldı. Çünkü antlaşma hükümlerince, Medine’ye gelemeyen ve barınamayan Müslümanlar Şam yolu üzerinde toplanmışlardı. 300 kişilik bir mücahit birliği kurarak Mekke kervanları için korkulu rüya oldular. Kâfirler bu tehlike karşısında ricalarla bu hükmü kaldırttılar. Müminlerin Medine’ye serbestçe gelmesi, Arap kabilelerinden dileyenlerin müminlerle birlik olmasıyla İslâmiyet iyice yayıldı ve kuvvetlendi.

  Antlaşma gereğince Müslüman olduğu halde Medîne’ye gitmeleri engellenen Müslümanlar da, birer ikişer Şam yolu üzerinde Ays denilen bir yere toplandılar. Sayıları üç yüze ulaştı. Şam’a giden ticaret yolunun kapandığını ve ticaretlerinin engellendiğini gören Kureyşliler, elçi göndererek daha önce Medîne’ye gitmeleri engellenen Müslümanların Medîne’ye gidebileceklerini, anlaşmanın bu maddesinden vazgeçtiklerini bildirdiler. Şam yolu üzerinde bulunan üç yüz kişilik Müslüman kafilesi de Medîne’ye giderek, Peygamberimize kavuştular. Sabırlarının neticesini elde ettiler.

Hudeybiye antlaşması on yıl süreyle yapıldığı halde, iki yıl sonra müşrikler, verdikleri söze uymayarak antlaşmayı bozdular. Müslümanlar ise, bu kısa süren sulh döneminden çok mühim neticeler elde ettiler. İki yıl içinde Müslümanların sayısı birkaç misli arttı. Bu antlaşma ile Müslümanlar ilk defa bir devlet ve bir kuvvet olarak kabul edildi. Bir yıl sonra da Peygamber efendimiz ashabıyla birlikte Mekke’ye giderek Kâbe’yi ziyaret ettiler. Bundan sonra çevredeki hükümdarlara İslam’a dâvet mektupları yazıldı. Her geçen gün insanlar Müslüman olmakla şerefleniyordu. Peygamber efendimizin vefatına kadar İslâmiyet, bütün Arap Yarımadasına yayıldı.

Sahabenin bey’atini bildiren âyet-i kerimede söyle buyurulur: “Sana bey’at edenler gerçekte Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur ve kim Allah’a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükâfat verecektir” (el-Feth, 48/1I) ve

“Allah şu müminlerden razı olmuştur ki, onlar ağacın altında sana bey’at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindekini bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahş eyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir” (Fetih Suresi, Ayet: 18-19) âyetleri bu olayı anlatır. Cenab-ı Hakk, biat edenlerden razı olduğunu bildirmiştir. Bundan büyük bir müjde düşünülemez. Bu ayetlerden dolayı, bu bey’ata, razılık biatı anlamında “Bey’at’ü’r-Rıdvân” ve Hz. Peygamberin altında oturduğu ağaca da razılık ağacı anlamında ‘Şeceretü’r-Rıdvân’ adı verilmiştir. Kısa bir aradan sonra Hz. Osman (r.a)’la ilgili ölüm haberinin de asılsız olduğu anlaşılmıştır.

Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu. Müşrikler Müslümanların Mekke’ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça söylüyorlardı. Hz. Peygamber ise “Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik. Amacımız Kâbe’yi ziyarettir, Umre yapmaktır. Kureysliler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir. Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir sure için barış anlaşması yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ! Aksi takdirde Allah’a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım!” diyerek barış öneriyordu.

Şanı yüce Allah, Hudeybiye barışını bir ‘Feth-i Mübîn’ (apaçık bir fetih) olarak nitelemiştir. Gerçekten de bunun böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından anlaşıldı. Hudeybiye’yi Hayber gibi, Mekke’nin fethi gibi zaferler izlemiştir.

Hudeybiye antlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi hiç kuskusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslam toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi. Hatta Müslümanları kökten yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı. İşte bu antlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu resmen tanımış oluyorlardı. Bu durum, İslam’ın kabileler arasından çok büyük önem ve rağbet kazanmasına sebep olmuştur.

Antlaşmadan önce Müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki yoktu. Hudeybiye’den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi ilişkiler canlandı. Hz. Peygamber istediği yerde İslam’ı rahatça tebliğ etme imkânına kavuştu. Bu nedenle hem Mekke’de, hem de çevre kabileler arasında İslam’ı kabul edenler hızla arttı. Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke’nin fethi arasında geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’den önceki on dokuz yıl boyunca Müslüman olanların sayısının iki katına ulaşmıştı.

Hz. Ömer, bu geri çevirmenin dış görünüşüne bakarak çok üzülmüş, din için bu kadar hakarete katlanmanın sebebini anlayamadığını söylemişti. Mekke’ye girip, Beytullah’i ziyaret etmeyi uman sahabe bu gerçekleşmediği gibi Hudeybiye Antlaşması gibi aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı

Mekke’den kaçan fakat Medine’ye kabul edilmeyen Müslümanlar Mekke Şam kervan yolu üzerindeki Is mevkiinde üslendiler. Kısa zamanda sayıları üç yüze ulaşan bu Müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar. Kureys’in kervanlarına saldırıyor, ellerine düsen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı. Kureys müşrikleri bu durum karşısında Müslümanları Mekke’de tutmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini, gerçekten iman etmiş bir mümini hapsetmenin serbest bırakmaktan daha zararlı olduğunu anladılar. Bununla ilgili maddenin antlaşmadan çıkarılması için kendileri başvurdular. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselam, onların isteklerini kabul ederek Is’teki Müslümanları Medine’ye çağırdı.

Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma olmadığını, tersine Müslümanlara zafer kapılarını açan bir “feth-i mübin” olduğunu açık bir biçimde ortaya koymuştur.

İşte 1463 yılının son Pazar günü Saraybosna’ya 60 km mesafedeki Prusat (Akhisar) Köyünün 7 km yukarısında, ormanlık bir alanın içindeki geniş düzlüğe gelip Ayvaz Dede’yle buluşan, onun huzurunda İslamiyet’le şereflenen, bundan sonra bir Yeniçeri gibi Allah yolunda canlarıyla mallarıyla cihad etme sözü veren 30 000 kadar Boşnak Müslüman’la Ayvaz Dede arasındaki ahidleşme de Hudeybiye’deki “Bey’atu’r-Rıdvan”ın bir benzeri ve numunesiydi. Allah, nasıl Hazreti Peygamber’le ashabı arasındaki o biatten hoşnut ve razı olmuşsa, bu biattan da hoşnut ve razı olacağına inanmışlardı. Nasıl Allah’ın eli o biati yapanların ellerinin üzerindeyse, bu biati yapanların da ellerinin üzerinde olduğuna dair herkesin gönlünde tam bir iman, inanç ve itminan vardı. O gün bu büyük olaya şahit olan bütün müminler, bu biatları, ahd ve peymanları nedeniyle Allah’ın kendilerinden de razı olduğuna bütün kalpleriyle inanmışlar, kalplerinin iman ve ihlâsla coştuğunu, üzerlerine Allah katından bir sekîne, huzur ve güven indirildiğini hissetmişlerdi. Allah’ın yakında onlar için de zaferlerle, başarılarla, nimetlerle, üstünlüklerle dolu bir gelecek hazırladığını bütün benlikleriyle hissediyorlardı. Bu biat, bu ahd ü peyman bu coğrafyada bir ilkti ama son olmadı. Her yıl haziran ayının son Pazar günü çok daha büyük katılımlarla ve kalabalıklarla, çok daha büyük heyecanlarla günümüze kadar devam etti, tekrarlandı. İlerleyen zamanlarda bu toplantılara, ahidleşmelere sadece yeni Müslüman olanlar değil, önceden iman etmiş, Müslüman olmuş olanlar da gelmeye başladılar. Çünkü bu olayın eski Müslümanlara da imanlarını tazeleme ve şuurlarını bileme imkanı verdiği düşünülüyordu.
Türklüğün ve Müslümanlığın Bosna Hersek’e girişinin, yayılışının, kendilerinin de Türklükle ve Müslümanlıkla şereflenmelerinin kutlandığı bu şenliklere, her yıl Bosna’nın tüm yerleşim birimlerinden, hatta neredeyse Balkanların her tarafından akın akın, kadın erkek, yaşlı, çocuk binlerce insan katılıyor. Köylerini, kasabalarını, şehirlerini temsilen gelen atlılar, ellerinde Müslümanlıklarını ve Türklüklerini sembolize eden bayrakları ve sancaklarıyla iman ve ahit tazelemekten, dinlerine, devletlerine, milletlerine bağlılıklarını dosta düşmana ilan etmekten hiç vazgeçmiyorlar. Sırf bu amaçla özel olarak çok gösterişli atlar, dev cüsseli ‘Bosna Kadanaları’ besliyorlar. Gelinler gibi süsledikleri güzel atlarıyla her yıl yüzlerce kilometre yol kat ederek haftalar, hatta aylar süren çok zorlu ve yorucu yolculuklara, çok büyük masraflara katlanıyorlar. Hiç kimsenin kendilerinden istemediği, kendilerine öğretmediği, özlerindeki samimi iman, İslam, Türklük şuurunun dışa yansıması olan böyle bir aktiviteyi dünyanın başka bir yerinde görebilmek mümkün değildir. Ben Müslüman olduktan sonra, her yıl böyle bir tören veya şenlikle yeniden iman ve âhit tazeleme âdetini dünyanın başka bir yerinde, başka bir Müslüman ülkede de görmedim, duymadım, rastlamadım.

Ama Allah’ın Kitabındaki: ‘Ey İman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin! (Nisa Suresi, Ayet: 136), ‘Ey iman edenler! Hep birden İslam’a, barışa, sulh ve salaha girin! (Bakara Suresi, Ayet: 208) gibi ayetlerle Müminlerin de tekrar tekrar imana çağrılmaları, Peygamber Efendimiz (SAV)’in: “Sizden birinizin göğüs kafesindeki iman da, elbisesinin eskidiği gibi eskir. Öyleyse (sık sık) Allah Tealâ’dan, kalplerinizde imanı yenilemesini dileyin! (Hâkim, Taberânî)” gibi sözleri bize Boşnak Müslümanların bu ahid ve iman tazeleme, yenileme, imanlarını canlı ve diri tutma, İslami şuurlarını ve bilinçlerini bileme vesilesi saydıkları etkinliklerinin hiç de yanlış ve gereksiz bir şey sayılamayacağını düşündürüyor. Aslında her Müslüman, iman ve İslam yolunda azmini, gayretini, ahdini, misakını sürekli yenilemeli, bunun yollarını da aramalıdır. Bosnalı Müslümanlar bu güzel etkinliklerini o günden bu güne hiç aksatmadan devam ettirmeyi başarabilmişlerdir. Bosna Hersek, 1878 yılında, masa başında Osmanlı Devleti tarafından Avusturya Macaristan idaresine terk edilmiştir. Onlar bu tarihten sonra da, hatta 1992-1995 yılları arasındaki en çetin savaş şartları altında bile, bu iman ve ahit tazeleme törenlerini hiç aksatmamışlardır. Gerçi artık Ayvaz Dede gibi onlardan ahid alan, biatlarını kabul eden alp erenler, gazi dervişler bulunmuyor. Ama onlar yine de her zaman Allah’ın elinin onların ellerinin üzerinde olduğuna, çünkü onların gerçekte bu biatle Allah’a söz verdiklerine, gerçek biatı ve ahdi de Allah’la yaptıklarına inanmaktadırlar.

Ayvaz Dede Şenliklerine katılmak 2008 yılında bana da nasip oldu. Ömrüm boyunca katıldığım en güzel ve en anlamlı etkinliklerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. On binlerce insanın, Osmanlı kıyafetleri içinde, süslü püslü dev atlara, kadanalara binmiş olarak, çok uzun yollardan, büyük sıkıntılara ve masraflara katlanarak bu şenliklere gelip katılmaları gerçekten görülmeye değer bir manzaradır. Şenlikler için, Bosna’nın her tarafından, hatta Balkanlardan ve dünyanın değişik yerlerinden gelen Boşnaklar, Müslümanlar, günler öncesinden Ayvaz Dede’nin türbesinin bulunduğu Prusat (Akhisar) Köyünde toplanmaya başlıyorlar. Katılımcılar sıra sıra dizilmiş atlı kortejler halinde günler boyunca uzak diyarlardan, şehirlerden, yerleşim yerlerinden seller gibi buraya doğru akıyorlar. Buraya gelinceye kadar yolları üzerindeki Müslüman köylerde, kasabalarda, şehirlerde onlara yapılan karşılamaların, uğurlamaların, ağırlamaların da çok ayrı güzellikleri var. Nihayet şenlik günü gelip çattığında büyük kalabalıklar, Ayvaz Dede’nin Türbesinin bulunduğu Prusat (Akhisar) Köyü’nden yola çıkıyorlar ve oldukça yüksek bir tepe üzerinde orman içerisindeki genişçe şenlik alanına yollanıyorlar. Bu çam ormanlarıyla kaplı 7 kilometrelik dik ve zorlu yolculuğu insanlar yürüyerek veya atlı olarak kat ediyorlar. Çiçekler ve bayraklarla gelin gibi süslenmiş gösterişli atların üzerinde, hala geleneksel Osmanlı kıyafetli, fesli biniciler, şenlik alanında toplu bir geçit resmi yapıyorlar. Her şehirden, her yerleşim biriminden gelen atlı kortejler belli bir sıra ve düzen içinde geçişini tamamlıyor. Son atlı grubu da geçtikten sonra geçit töreni tamamlanmış oluyor. Dünyanın dört bir tarafından gelen Boşnaklar ve Müslümanlar at üstünde bu zirveye çıkardıkları sancaklarını, bayraklarını, flamalarını tören alanında bunlar için ayrılmış özel yerlerine dikiyorlar. Her yıl en güzel sancak, en yaşlı sancaktar ve en genç sancaktar gibi seçimler de yapılıyor.

Bundan sonra sıra şenlik alanını dolduran kadınlı erkekli onbinlerce Boşnak Müslümanın büyük bir duygu seli, iman, coşku, sevinç ve mutluluk gözyaşları içerisinde iman ve ikrar tazelemelerine, topluca namaz kılmalarına, Allah’a dualar etmelerine gelir. Burada oluşan ve Arafat meydanını andıran heyecanlı manzaralar herkesi heyecanlandırır. Şenliğe, Müslüman riyaset makamının başı olan müftü ile birlikte en üst düzey devlet görevlileri de katılırlar.

Böyle bir şenliği düzenlemek de, kutlamak da çok zahmetli ve masraflı bir iş olmasına rağmen Boşnak Müslümanlar asırlardan beri bunu hiç aksatmadan sürdürüyorlar. Sırf bu şenlikler için özel atlar besliyorlar, uzun hazırlıklar yapıyorlar, çok uzun ve zahmetli yolculuklara katlanıyorlar. Şenliklere yakın dönemlerde yolu Bosna Hersek tarafına düşen herkes, günler, haftalar, hatta aylar öncesinden ülke içindeki değişik yollarda, köylerde kasabalarda çok sık bu şenliğe katılmak için yollara düşmüş kafilelere rastlar. Uğradıkları her Müslüman yerleşim yerinde ve rastladıkları her Müslüman tarafından bu şenliklere katılmak için yollara düşenler, kutsal bir yolun yolcuları gibi büyük sevgi ve saygı görürler, herkes onlara gıptayla bakar. Bu şenliklere katılmak o kadar ciddiye alınır ve önemsenir ki, bu şenliklere temsilci gönderememek utanılacak bir şey, bunu ihmal eden yerleşim yerleri için çok büyük bir eksiklik, hatta neredeyse ahdini bozmuş olmak, dinden çıkmış olmak gibi ağır bir kusur olarak kabul edilir. Türkiye’deki Türklerin böyle bir etkinlikten haberleri bile yoktur. Hatta ülkemizdeki bazı kendini bilmezler arasından, Boşnak Müslümanların bu iman, İslam ve Türklük şuurunun bir gereği ve göstergesi saydıkları bu işi, belki çok komik bulanlar, alay konusu yapanlar da çıkabilir. Müslümanlığı ve Türklüğü denenmemiş ve sınanmamış olanların bu densizliğine, Türklüğü ve Müslümanlığı türlü sınavlardan geçmiş sonradan da olsa gerçek Türk ve Müslüman olmuşları anlayamamalarına anlayış göstermekten başka elden ne gelir?

İşte Boşnak Müslümanlar, yeni dinlerine ve milliyetlerine, yani Müslümanlığa ve Türklüğe öyle bağlanmışlar, bunu öylesine içselleştirmişler ve benimsemişler ki, sırf kendilerine özgü böyle ilginç bir aktiviteyi asırlardan beri hiç aralıksız sürdürüyorlar. Üstelik Türkler ve Türklük buraları terk edip, Anadolu’ya çekildikten sonra bile onların bu bağlılıkları ve bağlılık gösterileri anlamından, öneminden hiçbir şey kaybetmemiş, aksine onların gözünde daha da büyük anlam ve önem kazanmıştır. Öyleyse bize ‘Bosnalı Müslümanlara binlerce aferin!’ diye takdir belirtmekten başka bir şey düşmez.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR