Ana SayfaDinimizMEVLANA’NIN BÜROKRASİ ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ

MEVLANA’NIN BÜROKRASİ ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ

MEVLANA’NIN BÜROKRASİ ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ

SİYASET VE BÜROKRASİ İLİŞKİSİ

Mustafa ATALAR

Siyaset ve bürokrasi kavramları birbiriyle çok ilgili, adeta iç içe kavramlardır. Bürokrasinin siyasetten ayrılamayacağı, siyasetin bir aracı olduğu artık modern siyaset biliminde de genel kabul görmektedir. Günümüz siyaset bilimcilerinden asırlar önce, Mevlana’nın da bu konuda o devre, hatta zamanımıza göre çok ileri sayılabilecek, çok yerinde, somut, anlamlı, çok ilginç ve güzel tespit ve öneriler, değerlendirmeler ortaya koyabildiğini görüyoruz. O, siyaset ve bürokrasi arasındaki ilişkileri daha o zamanlar çok iyi görebilmiş, bunun tetkikini, tahlilini, sentez ve analizini başarıyla yapabilmiş, konuyu değişik yönleriyle çok iyi değerlendirebilmiş büyük bir düşünürdür.

Mevlana, üst yöneticilerin başarı ve başarısızlıklarını, kalitelerini, ne kratta, ne ayarda ve değerde olduklarını, bulundukları göreve layık ve ehil olup olmadıklarını, adil mi yoksa zalim mi olduklarını, görev ve sorumluluklarının gereğini yerine getirip getirmediklerini bilmek isteyen bir kimsenin, bunu en iyi, en doğru ve en kolay biçimde bu kimselerin kamu görevlerine ve hizmetlerine tayin ettikleri, göreve getirdikleri, yetiştirdikleri kimselere bakarak, bunlar üzerinde değerlendirmeler yaparak anlayabileceklerini söyler. Ona göre bir amiri, yöneticiyi, siyasetçiyi değerlendirmede en temel ve şaşmaz ölçü, onun memur, ast ve bürokrat seçiminde gösterdiği başarı veya başarısızlık, isabet veya isabetsizliktir. Öyle ki bazen, en alt düzeydeki bir memura bakılarak bile en üst düzeydeki yönetici hakkında çok doğru değerlendirmeler yapılabilir. Böylece Mevlana, daha asırlar öncesinden, yanlış adamlarla doğru işler yapılamayacağını, yalnızca birinci sınıf insanların birinci sınıf insanlarla çalışmayı tercih edeceklerini, örneğin ikinci sınıf insanların değil birinci sınıf, kendileri gibi ikinci sınıf insanlarla bile çalışmak istemeyeceklerini, kendi eksikliklerinin, liyakatsizliklerinin ortaya çıkmaması için kendilerinden daha da niteliksiz ve kalitesiz insanları tercih edeceklerini çok ilginç tespit ve değerlendirmelerle ortaya koymaktadır.

Kur’an’daki: ‘Şüphe yok ki Allah size, emanetleri ehline (kamu görevlerini, devlet işlerini, kamusal, görev yetki ve sorumlulukları o işe en layık, en ehliyetli, dirayetli, kabiliyetli, bilgili, dürüst ve güvenilir kimselere) vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde de adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah’ın size yapmanızı tavsiye ettiği (şey), mutlaka en güzel (şey)dir. Allah, kesinlikle (yaptığınız ettiğiniz) her şeyi (ve verdiğiniz her hükmü) işitir ve görür (Nisa Suresi, Ayet:58); ‘Kendilerine hıyanet edenleri savunma! Allah hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez (Nisa Suresi, Ayet: 107)’ gibi ayetlerle kamu görevlerinin ve hizmetlerinin en büyük emanet olduğu Müslümanlara açık bir şekilde ve önemle hatırlatılır. Bu hizmetlerin görüleceği mevki ve makamlara yanlış, ehliyetsiz, liyakatsiz, kötü niyetli kimseleri atamak emanete ihanettir; bir yönetici için de bundan daha büyük suç ve ihanet olamaz. Çünkü bir görev, mevki ve makama ehil olmayan birini atamak, hem o göreve, hem oraya atanana, hem de oradan hizmet alan bütün insanlara kötülüktür, zulüm ve haksızlıktır.

Öte yandan İslam inancına göre, insan sadece bizzat kendi eliyle yapıp işlediklerinden değil, yapılmasına ve işlenmesine aracılık ettiği işlerden de sorumludur. Kim neye vesile olmuş, neyin işlenmesine aracı ve yardımcı olmuşsa, onu bizzat yapmış ve işlemiş gibi kabul edilir. Bir hayra vesile olan, sanki o hayrı bizzat yapmış sayıldığı gibi (Hadis), bir şerre vesile olan da o şerri bizzat işlemiş, bir zulme vesile olan, hatta gücü yettiği halde engel olmayıp seyirci kalan da o zulmü bizzat yapmış sayılır ve ona göre de karşılığını görür. Kur’an’da da bu durum bize net bir biçimde açıklanmaktadır: ‘Kim güzel bir şeye şefaatçi olur, iyi bir işe aracılık ederse, ondan kendisine de bir pay vardır. Kim de kötü bir işe şefaatçi olur, aracılık ederse, ondan da kendisine bir pay vardır. (Nisâ Suresi, Ayet: 85).

Hazreti Mevlana’nın bu ayet ve hadislerin doğru anlaşılması, açıklanması ve uygulanması bağlamında çok güzel ve çok ilginç açıklamaları vardır. Ona göre yalnızca ehliyetli, liyakatli, dirayetli, adaletli, akıllı, erdemli, hünerli, basiretli, akıl, fikir, rey, tedbir, fark ve temyiz sahibi, gerekli ve hayırlı işler başarabilecek yetenekte, yeterlilikte, becerikli, iyi, dürüst ve değerli insanlar yönetimde ve bürokraside görev almalı, bunların önleri ve yolları sonuna kadar açılmalıdır. Zalim, muzır, asalak, hain, basiretsiz, ehliyetsiz, liyakatsiz, yeteneksiz tipler, rüşvetçiler mutlaka kamu görevlerinden uzak tutulmalı, yükseltilmemeli, önleri ve yolları kesilmeli, her nasılsa buralara girmiş ve sızmış olanlar ayıklanmalıdır. Bunu yapabilmek bir yöneticnin hem en başta gelen görev ve sorumluluklarından biri, hem de iyi, ehliyetli, liyakatli ve dirayetli bir yönetici olup olmadığının en bariz göstergesidir.

Mevlana iyi yöneticiyi iyi bir bahçıvana benzetir. İşinin ehli iyi bir bahçıvan nasıl elindeki bahçeye ne zaman hangi tohumun, fidan, sebze, meyve ve çiçeğin ekilip, dikilebileceğini bilmek, yerli yerinde uygulamak zorundaysa; iyi bir yönetici de kendi işinde aynı uzmanlığa, etkinliğe ve yetkinliğe sahip olmak zorundadır. İyi bir bahçıvan nasıl bahçesinde, tarlasında biten zararlı otları, dikenleri bilip ayırabiliyorsa, bunları ayıklayıp, gideriyorsa, kıt kaynak olan suyu ve emeği bunları sulamaya, yetiştirip büyütmeye harcamıyorsa, bunların yerine yetiştirilmesi, büyütülmesi her bakımdan gerekli olan yararlı bitkileri, gülleri, çiçekleri veya ihtiyaç duyulan sebze ve meyveleri sulamaya, çapalamaya, bin bir zahmetle yetiştirip büyütmeye uğraşıyorsa; iyi bir yönetici de bürokraside görev alacak yararlı insanları bulup yeteneklerine göre öyle yetiştirmek zorundadır.

SİYASETÇİ SEÇTİĞİ VE YETİŞTİRDİĞİ

BÜROKRATLA ÖLÇÜLÜR

Mevlana’nın siyaset ve bürokrasi, siyasetçi ve bürokrat ilişkileri üzerine yaptığı çok ilginç tespit, tahlil, analiz, sentez, değerlendirme ve önerilerinden bazılarını dikkatlere sunarsak, bunların günümüzde ve gelecekte de geçerli olabilecek ne kadar evrensel tahlil ve değerlendirmeler olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Mevlana diyor ki:

Adalet nedir? Bir şeyi layık olduğu yere koymak, Allah’ın nimetlerini yerli yerinde kullanmaktır! Her tohumun, her bitkinin kıt bir kaynak olan suya ihtiyacı vardır. Her tohum ve bitki bitip büyüyebilmek için su ister, su çeker. Ama su gibi değerli bir varlığı, bahçıvanlar, her tohum ve bitki için değil, yalnızca ihtiyaç duyulan yararlı ekinler, bitkiler, çiçekler ve meyve ağaçları için kullanırlar. Bu işte adalet, suyu yerli yerinde ve yeterli ölçüde kullanarak bahçeyi sulamak, üretilmesi gerekeni üretmektir. Zulüm nedir? Bir şeyi, yerinde kullanmamak, layık olmadığı yere koymaktır. Örneğin faydalı sebze ve meyveler ve ekinler yerine zararlı ve yabani otları, dikenleri sulamak, buna emek ve su harcamak zulümdür. Allah’ın nimetlerini yerli yerinde kullanmamak demek olan zulüm sayısız belalara kaynaklık eder (Mesnevi, Cilt V, beyt 1089 ve devamı).

İkbal sahibi ve bahtlı bahçıvan, nasıl olur da ağacı ağaçtan fark edemez? Acı meyveli kötü bir ağaçla, bire yedi yüz veren değerli bir meyve ağacını nasıl olur da birbirinden ayıramaz? Nasıl olur da ikisini bir görür, her ikisini yetiştirmek için de zahmet çeker? Hele gözü her şeyin ve her işin sonunu görebilen biri için böyle bir şey düşünülebilir mi? Belki o iki ağaç, uzaktan ve dış görünüş olarak aynı görünebilirler ama ağaçlardan maksat meyve vermesi değil mi? Hakk’ın nuruyla gören, önden sondan haberdar olan bahtlı kişi, yararsız işlerle oyalanan his gözünü Allah uğrunda yummuş, menzile ulaşma hususunda sonu gören gözünü açmıştır (Mesnevi, Cilt II, beyt: 1563-1568).

Padişahların, sultanların, en üst yöneticilerin huyları, ahlakları, memur tabakalarından geniş halk yığınlarına kadar herkese sirayet ve tesir eder. Usta hangi hünerde tanınmışsa, çırağı da o hünerde ilerler, o hünerde meşhur olur. En yukarıdaki basiret sahibi, iyi yöneticinin tabiatındaki lütuf, en üstten en aşağıya kadar, devletin bütün yöneticilerine, memurlarına ve halka da sirayet eder. Çünkü huy, ahlak, karakter geçicidir, bulaşıcıdır. İyi bir yönetimde bürokratların en başta gelen görevleri, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını, dilek sahiplerinin dileklerini daha onlar söylemeden anlamak, istetmeden ihsan etmek, hallerini hatırlarını sormak, gönüllerini hoş etmek, halka lütuf üstüne lütuf göstermektir. En yukarıdaki yönetici nasıl bir ahlaka sahipse, onun bürokratları da o huyla ve ahlakla ahlaklanırlar, o nasıl davranıyorsa öyle davranırlar. Çünkü en tepe noktadaki yönetici, çok büyük bir çeşmenin havuzuna, ona bağlı olarak görev yapan diğer personel de bu havuza bağlı musluklara benzer. Havuz temiz, lezzetli, hoş ve tatlı suyla dolu olursa, musluklardan da öyle su akar. Ama havuzdaki su kokmuş, kirlenmiş, acı, tuzlu ve pis olursa, musluklardan da başka türlü bir su akması beklenemez. Çünkü musluklar ana havuza bağlıdır ve her musluğun suyu kendinden değil, ana havuzdan gelir. Nitekim yeri yurdu belli olmayan şu canımız ve aklımız da, kendi durumuna göre vücudumuzu idare etmektedir. Akıl, temiz, hoş ve sağlıklı olursa, bütün bedeni ve organları, edepli ve terbiyeli hale getirir (Mesnevi, Cilt I, beyit: 2819 ve devamı).

Padişahlar yani en üst yöneticiler cana, onun vezirleri ve bürokratları ise akla benzetilebilir. Bozuk akıl, canı kötülüklere götürür. Eğer üst yöneticiler kendi heva ve heveslerini, kişisel arzu ve isteklerini, nefsanî arzularını vezir yaparlarsa tertemiz canlarını her türlü iyilikten, yücelikten alıkoyarlar. Çünkü bu heva, heves ve nefsani arzuların gözü açtır. İşin sonunu düşünmez, sadece o anda alacağı zevki düşünür. Ama aklın iki gözü de işin sonundadır, o gerektiğinde gül için dikene de katlanmasını ve onun zahmetini çekmesini bilir. (Mesnevi, Cilt IV, beyt: 1250 ve devamı)

Bir şeyin bir şeyle birleşmesi, örneğin şeytanın münafıkla birleşmesi, kuvve halindeki fiili ve kötülüğü meydana çıkarır (Mesnevi, Cilt II, beyt 1100).

İki kişinin birbiriyle anlaşabilmesi, uzlaşabilmesi, dost ve arkadaş olabilmesi için mutlaka aralarında müşterek bir taraf olması gerekir. Kendi cinsinden olmayanla sohbetin mezara girmekten farkı yoktur! Her kuş, ancak kendi cinsinden olan kuşlarla uçar. Nitekim bilgelerden biri, bir düzlükte bir karga ile bir leyleğin bir arada bulunduklarını gördü. ‘Bir leyleğin bir kargayla ne işi olabilir?’ diye düşünüp, hayret etti. Onları birbirlerine bağlayan, dost eden şeyin ne olduğunu öğrenmek için merakla yanlarına gitti. Biraz yaklaşıp baktığında, her ikisinin de topal olduklarını gördü. Her ikisinin de ‘topal’ olması onları birbirine yakınlaştırmıştı.

Hak, hakikat derdinden, düşüncesinden uzak bulunan cahillere, hakikat sırları ne kadar gösterilirse gösterilsin, o yine görmez. Gönül aynası saf ve temiz olmalı ki, orada çirkin surat, güzel surattan, iyi kötüden ayırt edilebilsin. Öküz, elbette bir buzağıyı tanrı tanır. Eşek müşteri olup, bir şey alacak olsa, elbette ham kavun alır. Ben, öküz değilim ki, beni buzağı satın alsın. Ben, diken değilim ki, beni deve yesin! O, bana cevr ettim sanır. Hâlbuki gerçekte o benim aynamı siler, cilalar. Yarasa güneşi göremez. Görüyorum dese bile, gördüğü güneş değildir. Yarasaların nefretinden de anlaşılıyor ki, ben Yüce Allah’ın parlak bir güneşiyim.

Bir gül suyuna pislik böcekleri rağbet etseler, bu onun hakiki gül suyu olmadığına delalet eder. Kalp akçe mihenk istese, mihengin mihenk oluşunda şüphe hâsıl olur. Gül hal diliyle o pislik böceğine şu sözleri söyleyip durmaktadır: ‘Ey koltuğu kokmuş! Gül bahçesinden kaçıyorsun ama senin bu nefretin de gülistanın kemaline delalet eder. Benim gayretim, senin başına dikilmiş bir yasakçıdır. Ey bayağı yaratık! Buradan uzak ol! Ey aşağılık mahlûk! Sen benimle ihtilat edersen, benimle aynı madenden, aynı asıldan olduğuna dair bir şüphe hâsıl olabilir. Bülbüllere çayır çimen yaraşır. Pislik böceklerinin vatanı da pisliktir. Allah, beni pislikten, murdarlıktan, maskaralıktan arıttı. Başıma senin gibi bir murdarı dikmesi layık mıdır? Bir zamanlar benim de bir damarım pisliktendi (İyi yetişeyim diye dibime gübre koymuşlardı) fakat Allah, benim o damarımı kesip attı. Artık o kötü damar bana nasıl hükmedebilir.

Batılları ne cezp edebilir? Tabii ki, ancak batıl! Tembellere ne hoş gelir? Sadece tembellik! Çünkü cins, cinsi çeker. Cehennem ehli olanlar, cehennem ehli olanları cezbeder. Nura mensup olanlar, ancak nura mensup olanları isterler. Kâfirlerin nefretinden de anlaşılıyor ki, ben doğru yoldayım. Bir gül suyuna pislik böcekleri rağbet etseler, bu onun hakiki gül suyu olmadığına delâlet eder.

Dünyada her şey, bir şeyi çeker. Kâfirlik küfrü çeker, doğruluk doğru yolu göreni. Birisi, hayırlı kişilere dost değilse, mutlaka kötü kişilerin yanı başındadır, onlara komşudur. Karanlıklar yüzünden birini tanıyamazsan, kime uymuş, kimi imam edinmiş, ona bak da anla! Her yavru, anasının peşinden gider, bununla da hangi cinsten olduğu anlaşılır.

İslami kültürde ve literatürde iyi üst yönetici ve iyi bürokrat örneği ve rol modeli olarak Hazreti Süleyman ve onun veziri Asef, kötü üst yönetici ve kötü bürokrat örneği ve rol modeli olarak da Firavun ve onun veziri Haman gösterilir. Osmanlılarda bile sadrazamlar için kullanılan lakaplardan biri Zât-ı Âsefî’dir. Hazreti Mevlana’da bu iki örneği ve rol modeli, bunlar arasındaki ilişkileri anlatımlarında çok güzel işler:

Cins cinsi çeker. Haman, tam Firavun’un cinsindendi, Firavun o yüzden onu kendine vezir yapmıştı. Sonunda da Haman, o kötü Firavun’u başköşeden aldı, ta cehennemin dibine kadar çekti. Çünkü ikisi de cehennemin cinsindendi, nurun, ışığın zıddıydılar. İkisi de gönül ışığından kaçarlardı, cehennem huylu ve cehennem gibi yakıcıydılar. Süleyman da kendine vezir olarak Asaf’ı seçti. Çünkü ikisi de aynı cinstendiler. Bir toplumda Süleyman padişah, veziri de Asaf olursa “nur üstüne nur” amber üstüne amber olur. Fakat padişah Firavun olur, veziri de Haman gibi birisi olursa her ikisi de kötü bahttan kurtulamaz. Karanlıklar üzerine yığılmış karanlıklar gibi ne akıl yar olur onlara, ne de gerçek devlet yüz gösterir. Ben kötülerde adam olmayan nekeslerde kötülükten başka bir şey görmedim, eğer sen gördüysen benden de selam söyle! (Mesnevi, Cilt IV, beyt: 1250 ve devamı).

Hâman çeşitli sözlerle Firavun’un yolunu kesti. Gerçek devlet lokması ağzına kadar gelmişken, Firavun’un boğazını kesiverdi. Dilerim Allah’tan, hiçbir hükümdarın, hiçbir yöneticinin böyle bir danışmanı, böyle bir veziri olmasın! Firavun, onun safsataları yüzünden Allah’ın Musa Aleyhisselam kanalıyla ona vaat ettiği gerçek sultanlığı almadı da, halkın verdiği, eğreti, çalma çırpma ve görünüşteki sultanlığı tercih etti. Hâlbuki halkın verdiği sultanlığın devamlılığı yoktur. Gün gelir halk verdiği bu saltanatı, bu iktidarı borç para gibi yine geri alır.

Niceleri vardır ki, edep sahibi birinin, kendilerine de başkalarına da yol göstermesinden, akıl vermesinden, doğru yolu bulmalarına ve doğru yola gelmelerine vesile olmasından hoşlanmazlar; hemen dişlerini gıcırdatmaya, yumruklarını ısırmaya, hayıflanmaya başlarlar. Yüzlerce gönül ve can, yüce Yaratıcılarına âşık olmalarına rağmen, onların Rablerine ulaşmalarına ya kem göz ya da kötü kulak mani olmuştur. İman etmeyi çok arzu etmesine rağmen, Arapların kendisini kınayabileceği endişesi Hazreti Peygamberin amcası Ebû Tâlip’e pek korkunç görünmüştü: ‘Araplar, kendi çocuğuna uydu da atalarının dininden döndü derlerse ben ne derim?’ diyerek iman edememişti.

Hakka teslim olmayan kişiye, en güvendiği bile taraftarlık etmez, ordusu ondan yüz çevirir, düşman kesilir. Canı bile böyle kişiye can düşmanı kesilir. İmtihan günü gelip çattığında yeryüzünün ve gökyüzünün bütün zerreleri, Allah ordusu olur. Yeli gördün mü; Âd kavmine neler etti?! Suyu gördün ya Nuh tufanında neler yaptı! Ebâbîl kuşları, Fil Ashabını yerlere serdi. Topal bir sivrisinek Nemrud’un beynini nasıl yedi? İşinde, gücünde aykırı, yanlış işler yapanlar da bilmelidirler ki, onlar da Allah ordusunun, askerlerinin arasında bulunuyorlar. Onlardan korkmalıdırlar. Aslında her bütünün parçaları, hatta bizzat senin parçaların, atomların bile Allah’a uymuştur, Allah askeri olmuştur, yalnızca O’nun hükmünce hareket ederler. Bakma, şimdi öyle gerektiği için ikiyüzlülük ediyorlar da, sana uymuş görünüyorlar. Allah gözüne, ‘Sık şunu!’ dese, bir göz ağrısı bile yüz kere kökünü kazır, dünyayı sana zindan eder. Madem ki her şeyin canının canı O’dur, canının canına düşmanlıkta bulunmak, kolay mı, olacak şey mi? (Mesnevi, Cilt V, beyit: 782 ve devamı).

BÜROKRASİDE NİÇİN GÖREV ALMALI?

Hazreti Mevlana siyaset, idare, bürokrasi, bunların önemi ve sorunları üzerinde hem genel anlamda durmuş, hem de önemine binaen adalet, maliye, adli ve mali bürokrasi gibi bürokrasinin bazı dalları ve alanları üzerinde ayrıca fikirler, görüşler, düşünceler, beyan etmiş, öneriler geliştirmiştir. Örneğin ondan nakledilen şu hikâye onun maliye bürokrasisine ne kadar önem verdiğinin bir göstergesidir.

Sultan Veled anlattı ki: Bir gün divan memurlarından biri babamı (Mevlana’yı) ziyarete gelip, görevinden istifa edeceğini ve başka bir işle meşgul olacağını söyledi. Babam ona şu hikâyeyi anlattı: Harun Reşit zamanında bir şahne (üst düzey bir maliye bürokratı) vardı. Her gün Hızır Aleyhisselâm onu ziyarete gelirdi. Bir gün bu şahne, birden bire işini bırakarak emekli oldu. Fakat bundan sonra Hızır Aleyhisselam bir daha onu ziyarete gelmedi, ayağını tamamen ondan kesti. Halbuki o daha fazla Allah’a ibadet edebilmek, Hızır gibi Allah dostlarıyla daha fazla vakit geçirebilmek için emekli olmayı tercih etmişti. Şahne Hızır’ın kendisini terk etmesinden telaşa düştü, üzüntülü ve çaresiz bir şekilde gece kalkıp ağlayıp sızlayarak Allah’a dua etmeye başladı. Rüyasında Hızır ona: ‘Senin derecenin yüksekliği o işte ve o iş yüzündendi’ dedi. Sabahleyin kalkıp, halifenin yanına giderek istifa ettiği görevin tekrar kendisine verilmesini istedi. Halife: ‘Ne oldu?’ diye sordu. O da başına gelen olayı olduğu gibi anlattı. Şahnelik görevi tekrar kendisine verildi. Hızır, kendisini yine ziyaret etmeye başladı. Şahne bunun sırrını ondan sordu. Hızır: ‘Senin Allah katındaki değerini kıymetini artıran, dereceni yükselten, divanda durup fakirleri, miskinleri, zavallıları, çaresizleri, zayıfları koruman ve mazlumları zalimlerin pençesinden kurtarmandır. Sen bunu Allah katında binlerce halvete çekilmekten ve çile çekmekten daha üstün bir iş bil!’ dedi. Peygamberimiz: ‘Bir işte kendisine bereket verilen kimse, o işe devam etsin!’ buyuruyor. Sen de ehil ve layık olduğun, altından başarıyla kalkabildiğin bu gibi önemli ve tehlikeli işlerde bulunmaya devam et! dedi. Mevlana’nın bu nasihati üzerine bu adam da eski görevini sürdürmeye devam etti (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki, s. 318).

Hazreti Mevlana devlet hazinesini değerli mücevherlerle doldurmaktan başka bir şey bilmeyen, devleti zenginleştirmeye çalışırken halkın, milletin yoksulluğunu umursamayan, önemsemeyen yöneticilere ve bürokratlara sitem etmekten, anlayabilecekleri bir dille onları eleştirmekten ve uyarmaktan da geri kalmaz. Ona göre, mal, mülk, mevki, makam hiçbir zaman amaç olmamalı, devletin, milletin, halkın ihtiyaçlarını karşılamak için araç olarak görülüp öyle kullanılmalı, yeri ve zamanı geldiğinde cimrilik edilmeden harcanmalıdır. Çünkü para denen şey, kendi başına yenip içilen, kullanılan bir şey değildir, dolayısıyla ancak yerinde harcanırsa bir işe yarar. Ona göre, devlet adamalarının, bürokratların görevi millet sırtından, milletten alınan vergilerle dolan devlet hazinesinden zevk ve safa sürmek, kendi keyiflerince bunu har vurup harman savurmak değil, aksine adaletle doldurulacak hazineden yoksullara, muhtaçlara, ihtiyaç sahiplerine istetmeden vermek, ihtiyaçlarını bunları ezmeden, üzmeden en güzel şekilde yerine getirmektir. Yoksa kendilerine verilmiş emanete hıyanet etmiş olurlar ki, bunun sonucu dünyada da ahirette de rezil, rüsvâ ve perişan olmaktadır. Bu konu Menâkıb’ül Ârifîn’de Mevlana’dan nakledilen bir rivayetle şu şekilde somutlaştırılır ve örneklendirilir:

Moğollar, bütün Ortaasyayı ellerine geçirdikten sonra Abbasi ülkesini de işgale başlamışlar, nihayet Bağdat kapılarına dayandılar. Bağdat’ı da çok büyük bir direnişle karşılaşmadan, kılıç zoruyla zapt ettiler. Abbasi Halifesinin elini kolunu bağlayıp Hülâgû Han’ın huzuruna getirdiler. Halife, daha sonra Hülâgû Han’ın emriyle bir eve hapsedildi. Üç gün boyunca kendisine yiyecek, içecek namına hiç bir şey vermediler. Halife çok obur bir adamdı. Türlü türlü yemeklere ve rahat bir yaşama alışmıştı. Halife açlığın ve susuzluğun şiddetinden ağlamaya başladı. Bir hayli ağlayıp sızladıktan sonra Moğolların Veziri Nasreddin-i Tûsî’yi çağırıp, ondan yiyecek içecek bir şeyler istedi. Vezir onun bu halini Han’a arz etti. Bu sefer de Han, Halifenin çok zengin olan hazinesinden tabaklara mücevherler, inciler, değerli madenler ve taşlar, nakit paralar koyup önüne vermelerini emretti. Üstleri örtülü bir şekilde getirilip Halifenin önüne konulan tabaklardan bazıların içinde inci, bazılarında yakut, bazılarında altın, bazılarında gümüş vs vardı. Halife, önce Han’ın kendisine lütufta bulunduğunu, tıka basa yiyebileceği yemekler gönderdiğini zannederek çok sevindi. Fakat tabakların üstünü açıp, içlerinde yenebilecek ve içilebilecek hiçbir şey bulunmadığını görünce çok üzüldü, hayal kırıklığına uğradı. ‘Keşke bu tabakların içinde bu değerli mücevherler değil de, bir dilim ekmek olsaydı! Bir dilim ekmek ve bir bardak su benim için bunların hepsinden çok daha iyi olurdu!’ diyerek hayıflandı. Tabakları götürenler, Han’ın emriyle Halifeyi bunları yemeye zorladılar, fakat yiyemedi. Nihayet Han ona: ‘Madem sana bir dilim ekmek yeterliydi, niçin bu kadar büyük bir hazineyi biriktirdin? Neden boş yere gurur, kibir gösterdin, büyüklük tasladın! Allah’ın sana verdiği bunca nimetlere niçin şükretmedin, aksine nankörlük edip, sonunda bu felaketlere uğradın? Bu malları ve hazineleri, niçin gerektiği yerlerde, yerli yerinde kullanmadın? Bu hazineleri zamanın ülke savunması, savaş sırasında düşmanı savmak için niçin harcamadın? En azından savaştan önce bunları verip aman dileyebilir, itaat göstererek hem kendi canını, hem de halkının canını kurtarmaya çalışabilirdin. Sen hiçbirini yapmadın, bize de isyan bayrağını çektin ve silahla karşı koyma yolunu seçtin. Dolayısıyla şimdi senin cezan ölümdür!’ dedi. Rivayete göre, onu büyük bir çuvalın içine koyup, tekmeleyerek şehit ettiler. (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki, s. 244-245)

ADALET UCUZLARSA!?

Hazreti Mevlana adli bürokrasinin ne kadar önemli olduğunu, bu bürokrasiyi oluşturanların görevlerini tam ve doğru olarak yerine getirmemeleri durumunda, hatırla, gönülle, kişisel duygularını kararlarına yansıtmaları, örneğin adaleti ucuzlatmaları durumunda ne büyük toplumsal zararlara, sorunlara sebep olabileceklerini bir örnek olayla somutlaştırarak, örneklendirerek şöyle anlatır:

Adamın biri uzun zamandan beri hastalık çekiyordu. Hastalığı günden güne artmış, iyice zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış, adeta canlı cenazeye dönmüştü. Verilen ilaçların, uygulanan tedavilerin hiçbir faydası olmamıştı. Hastanın durumunda hiç bir düzelme olmamış, günden güne daha da kötüye gitmişti. Eski doktorlardan fayda gelmeyince, eve yeni bir doktor çağırdılar. Bu doktor, hastayı uzun uzun muayene etti, nabzını tuttu, nefesini dinledi. Doktor baktı ki, hastanın durumu çok ümitsiz, günleri sayılı, kendi vereceği ilaçlardan da hasta faydadan çok zarar görecek… Doktor, adamın daha fazla eza cefa, sıkıntı çekmesine gönlü razı olmadığı için hastasına:

-Bundan sonra sen artık tamamen serbestsin! İlaçları, perhizi, tedaviyi de tamamen bırak! Senin hastalığının tedavisi, gönlün ne diliyorsa, canın ne istiyorsa onu yapmaktan ibaret! Gönlünce yaşarsan sağlığın düzelir, sende hastalık da kalmaz, dert de. Ben sana hiçbir ilaç vermiyorum, aklına ne gelirse, canın ne isterse onu yapmayı tavsiye ediyorum, dedi.

Bu tavsiyeler hastanın da hoşuna gitti, morali yerine geldi. Hemen yatağından çıkıp, toparlanmaya başladı. Doktoruna:

-Çok güzel! Sağ ol, var ol, doktor bey! Şimdi sen git hayra karşı! Ben de çok uzun zamandır ırmak boyuna doğru bir gezinti yapmak istiyordum, ama eski doktorlarım yataktan çıkmama izin verilmedikleri için gidemedim. Irmak kenarında biraz gezer dolaşırsam, belki biraz iyileşir, kendime gelirim, dedi. Doktorunu uğurlayıp, ırmak boyunda yürümeye başladı.

Biraz ilerleyince, su kenarına oturmuş, elini yüzünü yıkamakta olan bir dervişe rastladı. Derviş, başından külahını çıkarmış, usturayla kazıttığı kafası da güneşin altında yaldır yaldır parlıyordu. Dervişin parlayan kafasını görünce, hasta adamın içinde bu kafaya bir sille aşk etme isteği doğdu. Birden hatırına, doktorunun kendisine canı ne istiyorsa onu yapmayı tavsiye ettiği geldi. Eğer bu parlak kafaya bir şamar yapıştırmaz, çıkacak ‘şırrakkk!’ sesini işitmezse içine dert olacağını, hastalığının da artabileceğini düşündü. Arkadan yavaşça dervişe yaklaştı, kel başına olanca gücüyle bir şamar yapıştırdı, ama ne şamar! Dervişin kellesinden ‘şırrrakkk’ diye bir ses çıktı. Şamarın etkisiyle sersemleyen ve neye uğradığını şaşıran derviş:

-Hay seni asi kaltaban, sen ne yaptığını sanıyorsun? diyerek çömeldiği yerden sıçrayıp kalktı ve hastanın üzerine yürüdü. Amacı, bir kaç yumrukla intikamını almak ve saldırganın sakalını, bıyığını yolmaktı ama kendisine vuran adamın halini görünce bu niyetinden vazgeçti. Derviş, önce öfkeyle ateşlendi, köze döndü, fakat sonra işin sonunu düşünerek, öfkesini zapt etti, sabretti.

Derviş, karşısındaki adamın hastalıklı, çok zayıf, çelimsiz ve arık halini görünce, sertçe bir yumruk vursa, adamın kalay gibi elinde eriyip akabileceğini, belki de ölebileceğini, sonra da âhı gitmiş, vâhı kalmış bu zavallıyı adam yerine sayıp kendisine kısas uygulayabileceklerini aklından geçirdi. Bir de devletin mahkemeleri, kadıları varken kendi başına ihkâk-ı hak peşinde koşarak gereksiz yere başını derde sokmanın, kılıç altına uzatmanın bir anlamı olmadığını düşündü. Kendi kendine:

-Kafaya yenen bir şamar yüzünden körcesine baş vermeye değmez. Biz, zaten teslim hırkasını giymişiz, şimdiye kadar ne silleler yemişiz, şamar oğlanına dönmüşüz! E şu karşımdaki çadır da iyice harap, direği kırılmış, yıkılmaya bahane arıyor. Bu herife üflesen uçacak! Sonra ölür elimde kalır da, adam yerine geçer, başım belaya girer. En iyisi ben bunu alıp kadıya götüreyim. Maşa varken boş yere elimi yakmayayım. Gidip hakkımı mahkemede arayayım, dedi.

Çünkü iki hasmın ve iki düşmanın savaşını, dedikodusunu en iyi adalet makası keser. Mahkemenin adalet terazisi, Allah terazisidir, kilesine şeytan hilesi giremez. Adalet, şeytanı hapseder, fitneleri yatıştırır. Tamahkâr hasım, adalet terazisini görünce serkeşliği bırakır, ister istemez, mahkemenin hükmüne razı olur. Fakat eğer adalet terazisi olmazsa, sen kendiliğinden insanlara hakkından fazlasını, çoğunu bile versen payına razı edemezsin. Bu yüzden, kadı, hakim rahmettir, savaşı def eder. Kıyametteki adalet denizinden bir damladır o. Katre, küçük ve ayağı kısa olsa bile, denizin letafeti ondan belli olur. Parçalar, bütünün haline tanıktır. Gün battıktan sonra batıda beliren kızıllık, güneşin varlığını bildirir. Gözündeki tozu temizlersen, bir damladan denizi görebilirsin.

Derviş, hemen kendisine sille vuran adamın yakasına yapıştı. Kendisinden davacı olduğunu ve mahkemeye götüreceğini söyledi. Onu çeke çeke mahkemeye, Kadı’nın huzuruna götürdü. Olayı anlatıp dedi ki:

– Kadı Efendi, ben bu adamdan davacıyım! Bana durup dururken, haksız yere tokat atan bu densizi, nasıl cezalandıracaksan sen cezalandır! Artık eşeğe ters bindirir halka teşhir mi edersin, yahut kısas uygular dövdürür müsün, sana kalmış! Takdir sizindir ama lütfen adaleti tez yerine getirin! Geciken adalet, adalet değildir. Bu adam, senin verdiğin ceza ile ölse bile, kimse bunun hesabını senden soramaz. Çünkü kadı, bunu kendi nefsi için yapmaz, kanunun layık gördüğü cezayı uygular. Yargıç, Allah’ın vekilidir, Allah’ın adaletinin gölgesidir, O’nun adına karar verir. Hak sahibi ile cezaya layık olanın aynasıdır. Onun verdiği ceza Allah içindir, kıyamet günü içindir. Takdir ettiği cezada hatalı bile olsa, ona sorumluluk yoktur. Birisini kendisi için döven suçlu ve borçlu olur. Allah için döven ise, her şeyden emindir. Baba çocuğunu dövse, bu yüzden de çocuk ölse, babaya ceza verilir. Çünkü evlat babaya hizmetle yükümlü olduğu için, babanın onu kendisi için dövdüğü kabul edilir. Öğretmen talebesini dövse, bu sebeple talebe ölse, öğretmene ceza verilmez. Çünkü öğretmen, Allah vekilidir, o çocuğu kendisi için dövmemiştir. Talebenin öğretmene hizmet etme yükümlülüğü yoktur.

Kadı davacıyı dinledikten sonra:

-Oğul; önce tavanı durdur da, ondan sonra benden, oraya hayır, şer bir resim yapmamı iste! Hani vuran nerede, vurduğu yer neresi? Yahu bu adam, hastalıktan zaten ölmüş bitmiş, iskelet, hayalet haline gelmiş! Ben bu adama nasıl kısas uygulayayım, bu adamın neresine vurdurayım? Kanunlar, diriler ve zenginler içindir. Hiç mezarlıktaki ölülere kanun hükümleri tatbik edilebilir mi? Para cezasına hükmedeyim desem, adamın yoksulluğu da her halinden, durumundan belli; ayrıca ispata şahide bile gerek yok! Parası pulu olmayanlar, yoklukla yoksullukla kendilerinden geçmiş olanlar, benim gözümde ölülerden yüz kat daha ölüdürler. Ölü; bir kere ölmüş, bu alemden göçüp gitmiştir. Hâlbuki yoksul, yüz taraftan ölmüştür. Arkadaş, ben dirilere hükmederim, mezarlıkta yatan ölülere değil! Mezarda yatan ölüyü çok görmüşsündür, dön bir de şu adama bak da ölüde mezarı gör! Bu adam, bir canlı cenaze! Bir mezardan, üzerine bir kerpiç düşse, akıllı olan kalkıp mezardan davacı olur mu? Boş ver, ölüye kızıp da, kinlenmeye öç almaya kalkışma! Bunu eşeğe bindir halka teşhir et diyorsun ama bunun da kanunda, kitapta yeri yok! Sonra bu adam, eşeğin üstünde duramaz bile! Onu eşeğe değil de, tabuta bindirmek belki daha uygun olur. Bu adama sopa değil, sopanın resmini bile vursan ölür! Dolayısıyla bu adama, kanunlarda kitaplarda yazılan cezalardan birini uygulamak bence uygun olmaz. Böyle bir şey adalet değil, zulüm olur. Zulüm nedir? Bir şeyi layık olduğu yere koymamak! dedi.

Derviş, kadıya:

-Peki; Kadı Efendi! O zaman benim yediğim tokat ne olacak? Siz şimdi, hiç bir suçum günahım yokken, bu adamın bana bir sille vurmasını reva mı görüyorsunuz? Yani şimdi, böyle bir değirmen eşeği, hiçbir suçu olmayan bir dervişe, canı öyle istedi diye bir tokat aşk edebilir mi? dedi.

Kadı, zayıf ve hastalıklı adama dönerek:

-Az çok bir paran var mı? diye sordu. Hasta adam cevap verdi:

-Kadı Efendi, sadece altı liram var. Bütün param bu! Bunun üzerine kadı:

– Peki! Üç lirasını sen harca, üç lirasını da hiç itiraz etmeden bu adama ver! diye hükmetti. Karardan pek hoşnut olmayan dervişe de dönerek:

-Kusura bakma, tazminat çok düşük oldu ama, bu da çok zayıf ve yoksul bir adam. Üç lirasıyla da o kendisine ekmek, katık alsın! diye kararının gerekçelerini anlatmaya çalıştı.

Hasta adam cebinden paraları çıkarıp hazırlarken, gözü bir yandan eğilmiş kararı yazdıran, bir yandan da dervişle konuşan Kadı’nın ensesine ilişti. Baktı ki, Kadı’nın ensesi, dervişin ensesinden çok daha hoş! Kendi kendine: ‘Maşallah, Kadı Efendi’de de ne ense var! Kim bilir, vurunca ne güzel şaklar! Zaten vurduğum sillenin bedeli de çok ucuzmuş! Bir şamar da şu Kadı’nın ensesine aşk edeyim!’ diye düşündü.

Kulağına bir şey söyleyecekmiş gibi Kadı’ya yaklaşıp, bütün gücüyle ense köküne Hüdayî bir şamar indirdi. Kadı, şamarın acısı ve şaşkınlığıyla neye uğradığını anlamaya çalışırken, hasta adam, hemen cebinden çıkardığı altı lirayı Kadı’ya uzatıp:

-Kadı Efendi! Alın şu altı lirayı da aranızda paylaşın! Sabahtan beri, sizin hırıltınızdan, dırıltınızdan bıktım, usandım! Bende daha fazla laf dinleyecek hal kalmadı! Haydi bana eyvallah, ben gidiyorum! dedi. Kadı:

-Hey ne yapıyorsun, sen kime vuruyorsun? diye kızıp köpürerek, adamın üstüne yürüyünce derviş müdahale etti.

– Dur bakalım, Kadı Efendi! Senin işin azgınlık, kızgınlık değil, adaleti uygulamak! Adaleti bu kadar ucuzlatırsan, sonunda tabii ki olacağı budur! Verilen cezalar caydırıcı olmaz, adalet yerini bulmazsa; ortalık suçlarla, suçlularla, katillerle, hırsızlarla, uğursuzlarla dolar; toplumda huzur, güven kalmaz. Peygamberin: ‘Kim kardeşi için bir kuyu kazarsa, o kuyuya kendisi düşer!’ hadisini okumadın mı? Okuduysan, kendin niye uymuyorsun? Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkaları için nasıl hükmedebiliyorsun? Eğer senin bütün kararların, ensene sille yemene sebep olan şu kararın gibiyse, senin de, bizim de vay halimize! Bir de kalkmış, harcaması için bir zalime üç lira para bırakıyorsun. İşte nasıl harcadığını gördün! Hiç, zalime acınır mı? Zalimin elini kes ki, o el mazlumlara uzanmasın! Hâlbuki sen tutup, hükmü, dizgini tamamen zalimin eline veriyorsun. Gördün mü, Peygamberin: ‘Kim zalime yardım ederse, Allah o zalimi ona musallat eder!’ sözü, nasıl bir kere daha doğru çıktı? Sen kurt yavrusunu emzirip büyüten, keçiye benziyorsun. Kurt yavrusu büyüyünce kurt olur ve ilk iş olarak da kendisini besleyip büyüten keçiyi paralar, dedi (Mesnevi, Cilt VI, beyit 1321 ve devamı).

HAKİMLER NASIL ADİL KARAR VEREBİLİR?

Adamın biri, hâkimlik görevine tayin edilmişti. Adamcağız buna çok üzülmüş, ağlayıp sızlanmaya koyulmuştu. Atama kararını kendisine tebliğ eden Naip ona:

-Ne ağlayıp feryat ediyorsun? Halbuki kadı oldun! Buna sevinmen, kutlaman lazım! dedi. Kadı, derin bir ah çekip dedi ki:

-Nasıl ağlamam, nasıl üzülmem? Şimdi hâkim tayin edildiğim için aralarında hüküm vermem için hasımlar bana gelecekler. Hâlbuki işin iç yüzünü bilmeyen, gönüllere hâkim olmayan bir kimse, iki kişi arasında olmuş ve iç yüzünü de yalnız kendilerinin bildiği, üstelik hepsi de onların kanlarını ve mallarını ilgilendiren veballi konularda nasıl hükmedebilir? O, iki hasmın gerçekte ne yapıp ne ettiklerini, hangi hile ve düzenlere başvurduklarını, işin gerçek yüzünden habersiz zavallı hâkim ne bilsin? Her şeyi taraflar biliyorlar, ama kendilerine yontuyorlar. Hâkim ise onların arasında bir cahil ve gafilden başka nedir ki?’ Naip kadıya:

-Evet hasımlar, işin gerçek yüzünü bilirler ama onların bilgisi, illetli, hastalıklı, maksatlı, garazlı bir bilgidir. Onların kasıtları, garazları bilgilerini mezara tıkmıştır. Sen olaydan bilgisizsin ama kötü bir niyet, kasıt ve illet sahibi değilsin. Olayın gerçek yüzünü aydınlatmaya çalışan hukukun bir ışık kaynağı gibisin. Kasıtsızlık, garazsızlık bilgisizi bilgili, âlim yapar, kasıt ve garaz da bilgiyi aykırı bir hale getirir, zulüm haline sokar. Sen de rüşvet almadıkça, taraflardan birini kollama ve kayırmaya kalkmadıkça kör olmazsın. Doğruyu yanlışı, haklıyı haksızı kolayca ayırt edebilirsin. Ama tamah ettin mi, kör olur, kul köle kesilirsin! dedi.

Peygamberimiz, doğru ile yanlışı ayırabilelim diye bize nişaneler bildirmiş, kalpla sağlamı anlayabilelim diye bir mihenk vermiş: ‘Yalan kalplerde şüphe uyandırır, doğru ise kalplere emniyet, neşe ve huzur verir’ buyurmuştur. Yağa su katıldığında kandil artık nasıl yanmaz ve ışık vermezse, gönül de yalan sözden asla rahatlık bulmaz. Gönül eğer, ağrıdan, sızıdan, her türlü illet ve hastalıktan uzaksa, yalanla doğrunun tadını tam olarak bilir, anlar. Ama eğer gönül hasta olur, ağzı kokarsa, ancak o zaman doğruyla yalanın tadını ayıramaz. Nitekim Âdem’in buğdaya hırsı artınca, bu hırs gönlündeki sıhhati, selameti alıp götürmüştü. İşte o zaman, şeytanın yalanına kulak vermiş, aldanıp öldürücü zehri içmişti. O anda akrebi buğdaydan ayırt edemedi. Çünkü hırsla, hevesle, tamahla, beklentiyle mest olan kişinin, temyizi uçup gider. (Mesnevi, Cilt II, beyit 2734 ve devamı )

Günümüzde de halkın çoğu, yersiz, tamah, arzu, heva, heves ve beklentilerin sarhoşu oldukları için yalancı politikacıların uçuk, kaçık, akıl ve mantık dışı vaatlerine, yalanlarına bile kolayca kanıyorlar. Hazreti Mevlana’nın da belirttiği gibi sahtekârla tamahkâr çok kolay anlaşırmış!

HAZRETİ MEVLANA’NIN BÜROKRAT TİPLEMELERİ

Hazreti Mevlana, kötü yönetim ve yöneticilerin somut örnekleri ve rol modelleri olması bakımından Kur’an’da kendilerinden ve yaptıklarından uzun uzadıya bahsedilen Firavun, Nemrut gibi zalim sultan ve hükümdarlar ile bunların Haman ve Şeddat gibi sapık ve saptırıcı vezirleri ve bürokratları, iyi yönetimin ve yöneticilerin somut örneği ve rol modeli olarak da Hazreti Süleyman ve onun ehliyetli, dirayetli, erdemli, hünerli veziri Asef gibi İslam literatüründe çok iyi tanınan ve bilinen şahsiyetler üzerlerinde önemle durmuş, bunları ön plana çıkararak anlatmak istediklerini anlatmaya çalışmıştır. Allah’ın kendilerinden bütün dünyaya örnek ve önder olmalarını, en hayırlı, en güzel, en üstün bir hayır ve iyilik toplumu, devleti, milleti, düzeni, nizamı, sistemi kurmayı kendilerinden istediği, kendilerine görev olarak verdiği Müslümanlar, özellikle de Müslüman yönetim ve yöneticiler arasında asırlardan beri süregelen ve kendi zamanında da iyice yaygınlaşmış olan Allah’a, İslam’a, Müslümanlara, hatta kendilerine karşı yabancılaşmaya, yani Firavunlaşmaya, Nemrutlaşmaya, Hamanlaşmaya, Şeddatlaşmaya, onların daha sonraki benzerleri olan Sezarlara, Kisralara, Kayserlere benzemeye, kısacası zalim, gaddar, despot yönetim ve yönetici hakimiyetine karşı şiddetle muhalefet etmiş, bunu oldukça açık ve kesin ifadelerle dile getirmekten de çekinmemiştir.

Hazreti Mevlana, iyi ve örnek yöneticilerin ve bürokratların nasıl olması gerektiği üzerinde dururken, sadece tarihsel kişiler üzerinde durarak teorik düzeyde açıklamalarla yetinmez, kendince yeni örnek bürokrat tiplemeleri de ortaya koyar. Örneğin, onun çok sık kullandığı Ayaz adlı bir örnek bürokrat tiplemesi vardır. Mevlana bu Ayaz’ın yahut Eyaz’ın kim olduğunu açık olarak söylemez. Onun anlatım üslubunda ve amacında bunun fazla bir önemi de yoktur. Çünkü onun amacı masal veya hikâye anlatmak, tarihi olaylar ve kişilikler üzerinde durmak da değildir. Bazıları bu Ayaz’ın meşhur Gazneli Sultan Mahmud’un (970-1030) en sâdık ve gözde adamlarından, bürokratlarından biri olduğunu söylerler. Bu zat, aklı, zekâsı, ehliyeti, liyakati, dirayeti, tedbiri, Sultan Mahmud’a sadâkati ve bağlılığı ile birçok hikâyeye konu olmuştur.

Onun kullandığı tiplemeler ve konu edindiği olaylar, tarihteki gerçek kişilerle ve olaylarla az çok benzerlikler gösterse de o kendini bu kişi ve olaylarla sınırlamadan anlatmak istediklerini, daha doğrusu kendisine göre ideal olanı ve olması gerekeni anlatmaya çalışır. Bu yüzden çoğu zaman belirli ve somut isimler kullanmaz. Örneğin bu ideal yönetici ve ideal bürokrat tiplemelerinde açıkça ne Gazneli Sultan Mahmut’un ne de onun bilinen herhangi bir vezirinin adını kullanır. Anlatımlarında kişi ve olaylardan, bunlarla ilgili ibret ve ders verici olaylardan, sanki hayali ve ideal bir ülkenin hayali ve ideal yöneticilerinden, bürokratlarından bahsediyormuş gibi bir üslupla bahseder. Bu ona anlatmak istediklerini daha rahat, daha kolay ve hiçbir sınırlamaya tabi olmadan idealize edebilme ve herkesi ilgilendiren hataları, kusurları, ihmalleri, kötülükleri gereksiz yere kişiselleştirmeden anlatabilme imkânını da verir. Onun esas amacı iyi bir yönetimin, üst yöneticinin ve onun bürokratlarının nasıl olması, hangi özelliklere sahip bulunması, nasıl yetiştirilmesi, memuriyet mesleğine alınmada, daha üst mevki ve makamlara yükseltilmede hangi liyakat sınavlarından, hangi denemelerden geçirilmeleri gerektiğini açıklığa kavuşturmaktır. O anlatımlarında dile getirdiği ülkenin padişahının ve sultanının şu özelliklerini öne çıkarıyor:

Padişahın biri, akla, bilgiye, ahlaka, ehliyete, liyakate çok önem verir, etrafındaki adamlarını sürekli izler, dener, değişik sınavlardan geçirir, onları üst görevlere getirirken, maaşlarını ve ihsanlarını verirken, cömertliğini onlara gösterirken bir yandan ölçüyü kaçırmamaya çalışır, bir yandan da devletin işini ehil ellere teslim edebilmek için sürekli ölçer biçer, kılı kırk yarar, elinden geldiğince adil olmaya, herkese layık olduğunu vermeye azami gayret gösterirdi. Devletin her işini o sahada ün salmış akıllı, bilgili, tecrübeli danışmanlarına, vezirlerine danışarak yaptığı için de hemen hemen hiç yanıldığı, şaştığı, yanlış karar verdiği olmazdı.

Böyle bir ülkenin bulunup bulunmadığı, Gazneli Sultan Mahmut’un ve onun bürokratlarının bu tanıma ve tarife ne kadar uydukları ayrı bir konudur. Hazreti Mevlana’nın esas yapmak istediği örnek ve ideal tutum ve davranışlarıyla ortaya bir rol model koymaya çalışmaktır. Bu konuda onun değişik eserlerinde çok geniş anlatımlar, hikayeler, görüş ve öneriler mevcuttur.

ÇAĞDAŞ BÜROKRASİLERLE MEVLANA’NIN

GÖRÜŞLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI

Bürokrasi, bütün örgütlenmiş toplumlar için kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir olgudur. Hele günümüz insanları, yaşamlarının neredeyse tamamını belirli bir bürokratik mekanizmanın yönlendirdiği ve çerçevelediği bir alanda geçirmektedirler. Bürokratik sorunlar ve olumsuz bürokratik davranışlar, geçmişte de, günümüzde de en başta gelen temel sorunlardan olmuştur. Hele günümüzde bunlar o kadar artmıştır ki, kimi çağdaş yazarlarca bu durum bürokratizm veya büropataloji olarak adlandırılmaktadır. Kısaca bürokrasi, burada hepsi anlatılamayacak kadar çok ve büyük sorunlar yumağıdır. Ama bürokrasinin sorunları, bürokrasi tamamen reddedilerek de çözülemez. Dolayısıyla yapılması gereken şey bürokrasinin sorunlu ve aksayan yönlerinin ortaya konularak giderilmesi sorunudur. Bu sorun bugünün ve geleceğin toplumlarını en fazla meşgul edecek sorunlardan biri olarak gözükmektedir. Mevlana da bürokrasinin hem vazgeçilmez, hem de çok büyük bir sorun kaynağı olduğu gerçeğini asırlar öncesinden görebilmiş, bu konudaki görüşlerini de bürokrasinin tamamen yok edilmesi üzerine değil, daha çok bu olguyla ortaya çıkan sorunların çözüm yolları üzerinde yoğunlaştırmıştır.

Mevlana, sadece formalitelerin egemen olduğu, katı, muhafazakâr, kolay kolay değişmeyen, bütün yeniliklere karşı sürekli direnç gösteren, verimsiz bürokratik yapılara hep karşı olmuş, bunları şiddetle eleştirmiştir. O, değişen şartlara kolay ayak uydurabilen, kendi kendini yenileyebilen, esnek bir bürokratik yapıdan yanadır.

Nasıl bir sorun olursa olsun, her soruna genellikle bürokratik bir organizasyon oluşturularak çözüm aranması, işlevsel olmayan yapıların, hiçbir yararı ve verimliliği olmayan yararsız, gereksiz işlem ve kuralların ısrarla sürdürülmek istenmesi, her zaman ve her yerde bürokrasinin temel sorunlarından biri olarak karşımıza çıkar. Örneğin, gençlik, spor, turizm, kültür, sanat, eğitim, kadın, sanayi, ticaret, kalkınma, bilim, teknoloji, bilişim gibi bütün toplumsal sorunlar ve konular için ilk akla gelen konuda, herhangi bir bürokratik yapıya ihtiyaç olup olmadığına, bürokrasinin bu alanda ne iş görebileceğine, ne hizmet üretebileceğine, sorunun çözümüne nasıl bir katkı sağlayabileceğine bakılmaksızın hemen bakanlık, genel müdürlük vs. gibi birbirine çok benzeyen bir bürokratik yapı oluşturulması, buralarda binlerce, hatta yüzbinlerce memur istihdam edilmesi, zaten kıt ve yetersiz olan kamusal kaynaklardan buralara devasa bütçeler ayrılması adet haline gelmiştir. Bu bürokratik yapılarla bu sorunların üstesinden gelinemeyeceği, bunların çözüme hiçbir katkı sağlayamayacağı, bunların yaptıkları işlerin gerçek sorunlarla ve konuyla doğrudan doğruya hiçbir bağının ve ilgisinin bulunmadığı herkes tarafından çok iyi bilinmesine rağmen, kimse çıkıp da kurulmuş ve kurulacak olan bürokratik yapılar hakkında aykırı bir söz söyleyemez. Bu bürokratik örgütsel yapıların büyük çoğunluğu, zaten sorun çözmek için değil, sorunlardan nemalanmak için ve gereksiz yere kurulmuşlardır. Sadece istihdam sorununa o da çok yetersiz ve yanlış bir katkısı olan bu bürokratik yapılar, orijinalliğe ve yeniliğe kapalı işleyiş düzenleriyle de zamanla kapalı bir sistem haline dönüşürler, gittikçe daha da verimsizleşirler. Bürokratik örgütlerin üst kademelerine de genellikle ehliyetsiz, liyakatsiz, dirayetsiz yöneticiler atanır. Çünkü mevcut bürokratik sistemler ehliyet, liyakat ve dirayet sahiplerinden çok mevki, makam avcılarının terfi ettirme yetkisine sahip kişilere aşırı saygı, yalakalık ve dalkavukluk yapabilen mevki ve makam dilencilerinin üst görevlere atanmalarına ve kısa zamanda en üst kademelere kadar yükselebilmelerine çok uygun yapıdadırlar.

Bürokrasinin, hatta küçük bürokratik grupların toplum çıkarları yerine kendi çıkarlarını ön plana koymaları, toplumu siyaset dışı bırakarak kendilerini onun yerine koymaları bürokrasilerin her zaman karakteristik özelliklerinden olmuştur. Buradan da millet ve diğer egemen güçler, bireysel ve yönetsel, örgütsel ve grupsal amaçlar arasında çeşitli uyumsuzluklar, çatışmalar ve gerilimler ortaya çıkarak herkesi etkilemiştir. Araçların, amaç yerine geçirilmesi, kamusal yarar yerine biçimselliğin ön plana çıkarılması her zaman bürokratik yönetimlerin en başta gelen sorunlarından olmuştur. Bürokratik yönetimler, genel olarak bu sorunları giderme yeteneğinden yoksun kalmışlardır. Tıpkı bazı dinî ayinlerde belli ritüellerin, davranış ve kuralların kendi başlarına bir amaç haline gelmesi gibi, bürokraside de standartlaştırılmış davranışlar ve disiplin esas amaç halini kazanabilmiştir.

Bürokratik örgütlerde, örgüt üyeleri ve örgütsel gruplar daha geniş örgütsel amaçların zararına bile olsa kendi kişisel çıkarlarının peşinde koşmayı tercih ederler. Bu durum, örgütsel yaşamın her alanını giderek daha fazla etkileyen, çatışmalara ve gerilimlere neden olan sorun alanlarındandır. Her bürokratik grup, her birim, her departman ve her bürokrat sürekli kendi gücünü daha fazla artırmanın, kendi yetki alanını daha da genişletmenin, kendi bağımsızlığını korumanın ve üst konumdakilerin müdahalelerinden kurtulmanın mücadelesini verir. Bu amaçla mevzuatı da ustalıkla kendi lehine yorumlamaya ve kullanmaya çalışır. Mevzuattaki boşluklar ve belirsiz alanlar örgütteki meslek grupları arasında çatışmalar doğurur. Mevzuatla düzenlenmeyen alanı düzenleyen grup, hemen stratejik bir üstünlüğe sahip olur ve örgütsel ödüllerden daha büyük pay kapar.

Bürokratik yapılar, bürokratik sabotaja da çok uygundur. Bazen astlar, üstler tarafından kendilerine verilen yanlış emirleri bunların yanlışlığını ve doğuracağı olumsuz sonuçları bile bile sırf üstlerini zor durumlara düşürebilmek için yerine getirirler.

Günümüz bürokrasilerinde iş bölümüne ve uzmanlaşmaya büyük önem verilir. Bu bir yönüyle iyi ve olumlu bir şey olmakla beraber, diğer yönüyle işlerin aşırı derecede kategorileştirilmesine ve departmanlaşmaya yol açar. Her birimlerin zamanla bağımsızlık eğilimlerinin daha fazla artırması, kimsenin kendi işinden başka bir şey bilmemesi, başka bir şeyle ilgilenmemesi sonucunda da aynı kurumda bile ortak personel kullanabilme imkânları gittikçe azalır.

Bürokratik örgütler, sürekli büyüme ve varlıklarını sürdürme eğilimindedirler. Bürokratik bir örgütteki bir ünite, bir birim veya bölüm, işlevini yitirmiş, görevi sona ermiş, artık yararı ve gerekliliği kalmamış bile olsa; kolay kolay ortadan kaldırılamaz. Bunların kaldırılmaları imkânsız denecek kadar zordur. Ayrıca çalışanlar da bu yönde bir eğilim içindedirler. Onlar da gerçek anlamda hizmet üretebilecekleri, topluma daha yararlı olabilecekleri başka bir alana aktarılmalarını arzu etmek yerine, gerçeklere aykırı olduğunu bile bile bütün çaba ve gayretlerini ne kadar gerekli ve yararlı hizmetler ve faaliyetler yaptıklarını, birimlerinin, gördükleri hizmetlerin ne kadar gerekli, zorunlu, resmî politikalara uygun ve uyumlu olduğunu ispatlamaya yoğunlaştırırlar.

Bürokratik personelin sayısı arttıkça üretilen iş ve hizmetler buna ters orantılı olarak azalmakta, buna rağmen örgütler büyümeye devam etmekte, iş yapmaktan ziyade kendi kendileri için genişlemektedirler (Parkinson Kanunu).

Bürokrasinin bu ve buna benzer sorunlarını çok iyi görebilen Mevlana, bu sorunlar üzerine de eğilmiş, düşünmüş, çözüm yolunda işe yarayabilecek öneriler geliştirmeye çalışmıştır. Mevlana’nın bu görüşlerini değerlendirenler onun da bürokraside fonksiyonel uzmanlaşmadan ve iş bölümünden yana olduğunu, ancak bunun muhtemel sakıncalarını ve sorunlarını ortadan kaldırabilecek tedbirlerin önceden alınması gereğine işaret ettiğini göreceklerdir. Ona göre, memurlar iyi bir seçimle, iyi bir eğitimden, sınama ve denemelerden geçirildikten sonra kamu hizmetlerine atanmalı, her memurun işini en güzel ve en özel tarzda yapabilecek yeterlilikte olmasına çok büyük önem verilmelidir. Her bürokrat, kendi işini ve görevini yaparken, hizmet üretirken, sadece kendi biriminin amaçlarını önemseyip gerçekleştirmeye çalışmakla yetinmemeli, aynı zamanda toplumun, devletin ve milletin genel ve asıl amaçlarını da ihmal ve göz ardı etmemeli, amaçlar hiyerarşisini bozmamalıdır.

Bilindiği gibi, Weber’in ideal bürokratik örgüt modelinde, gayri şahsilik egemendir ve kişisel etkilerden uzak, makine gibi işleyen bir örgüt yapısı  öngörülür. Fakat psikolojik ve sosyal bir varlık olan insan için bunun her zaman mümkün ve geçerli olamadığı yaşanan olaylarla açıkça görülmektedir. Nitekim insani özelliklerin göz ardı edilmesinin pek doğru ve yerinde bir anlayış olmadığı, bunun somut olaylarla kendini gösterdiği bu modele karşı geliştirilen en ciddi eleştirilerden ve zaaf noktalarındandır. Mevlana ise bürokratik örgüt içindeki insan davranışlarının ve örgütte görev alan insanların kişiliklerinin, örgütün başarısında ve başarısızlığında sanıldığından çok daha fazla önemli olduğunu ve önemli roller oynayabildiğini çok iyi görebilmiş ve değerlendirebilmiş, bürokraside insan ögesine çağdaş yaklaşımlardan çok daha fazla önem vermiştir. Öte yandan yöneticilerin, bürokratların görevlerinden ve makamlarından aldıkları güçle insanlara sert, kaba, haşin ve antipatik davranmaları, insani olmayan tavırlar sergilemeleri, soğukkanlı, vurdum duymaz, ilgisiz, hissiz, duygusuz, umursuz davranmaya programlanmış oldukları her zaman şikayet konusu olmuştur. Mevlana, idarelerin hizmet kalitesinin yükseltilmesinin, hizmet etkinliğinin artırılmasının ancak insan unsuruna gereken önemin verilmesiyle sağlanabileceğine dikkat çekmiş, bu yönde çok önemli öğütler vermiştir.

Bürokraside hizmet kalitesinin, etkinliğin ve verimliliğin artırılması amacıyla konulmuş bürokratik kurallar ve teknikler bile zaman zaman bizzat bunları kullanan personel tarafından sorumluluktan kaçma aracı haline dönüştürülebilmektedir. Örneğin, yöneticiler sorumluluktan kaçmak istediklerinde, önlerine gelen somut bir sorunun çözümünü yazılı bir kuralın ruhuna değil, genellikle lafzına dayandırırlar, bu lafzı yorumlarken de kendilerini kuralların kastettiğinden daha dar bir alana sınırlamayı ve katı kalıplar içine sokmayı tercih ederler. Yapılması gereken işin yapım şeklinin, işin kendisinden daha önemli olduğu kanısını uyandıracak uygulamalar içine girerler. Karşılaştıkları sorunun çözümü için uygun bir kural bulamadıklarında da konu ile ilgili daha önceki uygulamalara bakarlar. Benzer bir uygulama bulamadıklarında da inisiyatif kullanmaktan kaçınarak, çözümsüzlüğü ya da hayır demeyi tercih ederler.

Her ne kadar Weberyen yaklaşımlar öyle olduğunu iddia etse de, bürokrasi sanıldığı kadar rasyonel işleyebilen bir yapı da değildir. Çünkü bürokrasideki bütün kurallar rasyonel olmadığı gibi, rasyonel kurallar bile rasyonel olarak işletilmez. Rasyonel kural ve uygulamaların yanında, keyfi ve taraflı kurallar ve uygulamalar da mevcuttur ve bunlar sanıldığından çok daha fazla etkilidir. Somut olaylar bize bürokratik kuralların, işgörenler, yani bürokratlar tarafından çoğu zaman ters ve yanlış olarak da algılanabildiğini, dahası bir hükmetme ve üstünlük aracı olarak da kullanılabildiğini, bunların nihai amaçların gerçekleştirilebilmesi için bir araç oldukları unutularak amaç haline getirilebildiğini göstermektedir. Üstlerin astlara karşı tutum ve davranışlarının, işlemlerinin bütün mevcut objektif kurallara rağmen zaman zaman yasalara aykırı, hatta gayri insani ve keyfi nitelikler taşıyabildiği sık rastlanan olaylardandır.

Bürokratik yapılarda işin gerektirdiği niteliklere ve yeteneklere sahip olanlar değil, aksine olmayan kişiler üst kademelere çok daha rahat ve kolay bir şekilde yükselebilmekte, bürokratik örgütler ve hiyerarşik yapılar bir beceriksizler yığını haline gelebilmektedir (Peter Prensibi, Peter principle).

Bürokrasinin bütün sorunlarını ve Hazreti Mevlana’nın bu konuda dile getirdiği görüş ve önerilerin bu kısa yazı kapsamı içinde değerlendirebilmek takdir edileceği üzere mümkün değildir. Bürokratların hangi özellik ve nitelikleri taşımaları, nasıl seçilmeleri, hangi deneme ve sınamalardan geçirildikten sonra belli görevlere getirilmeleri gerektiği gibi hususlarda Mevlana’nın fikir ve düşünceleri, görüş ve önerileri çok geniş kapsamlı bir kitap boyutunda ele alınması herkese çok büyük yararlar sağlayacaktır. Şimdilik konuyu burada keserek, ilim ve fikir adamlarımıza bu konuyu da daha geniş bir perspektifle ele almalarını önermekle yetinelim.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR