Ana SayfaDinimizMEVLANA’NIN SİYASET ANLAYIŞI

MEVLANA’NIN SİYASET ANLAYIŞI

MEVLANA’NIN SİYASET ANLAYIŞI

MÜHRÜ ŞEYTANA VERME, MÜLKÜ HARÂB EDERSİN!

Mustafa ATALAR

MEVLANA’NIN YAŞADIĞI DÖNEM

Hazreti Mevlana, 1207 yılında, bugün Afganistan sınırları içinde kalan Belh şehrinde dünyaya gelmiş, 17 Aralık 1273 tarihinde Konya’da vefat etmiştir. Onun yaşadığı dönem, Türk ve İslam dünyasının çok büyük siyasi, sosyal ve dini istikrarsızlıklar, karışıklıklar içinde bulunduğu, her yerde ve her alanda çok büyük sarsıntıların, olağanüstü bir kaos ortamının hüküm sürdüğü çok zor ve sıkıntılı bir dönemdi. Bu olumsuz ortam hiç düzelmemiş hatta sürekli daha kötüye gitmişti. Bu dönemde, bir yandan Haçlı seferleri, bir yandan Moğol istilalarıyla Müslümanlar iki büyük ateş arasında kalmışlar, iç ve dış savaşlar İslam ülkelerini, devletlerini ve Müslüman halkı perişan etmiş, devletle millet, yönetenlerle yönetilenler arasında uyumsuzluklar, çekişmeler, anlaşmazlıklar, iktidar kavgaları, siyasi istikrasızlıklar, toplumsal huzursuzluklar, iç savaşlar yüzünden devlet otoritesi iyice kaybolmuş, birlik ve beraberlik duyguları iyice zedelenmişti. Bunun olumsuz ve zararlı sonuçları herkesle beraber, belki de herkesten çok Hazreti Mevlana’yı etkilemişti. Bu olumsuzluklar yüzünden daha çocuk yaşta babası Sultan-ül Ulemâ Baha Veled’le birlikte doğduğu Harzemşahlar ülkesini terk etmek, pek çok ülke ve yer gezmek zorunda kalmıştır. Babası gibi kendisinin de ömrü boyunca sultanlarla, yöneticilerle, idarecilerle arası pekiyi olmamış ama iyi bir yönetimin ve iyi yöneticilerin nasıl olması gerektiği üzerinde sürekli düşünmekten, fikirler, görüşler, öneriler geliştirmekten, yanlışları düzeltmeye, kötülükleri eleştirmeye ve düzeltmeye çalışmaktan, halka ve yöneticilere görev ve sorumluluklarını sürekli hatırlatmaktan, onları uyarmaktan geri kalmamıştır.

Zor dönemlerin özellikle bizim tarihimiz açısından ayrı bir özelliği de vardır. Bu zor dönemler, hem bu zorlukların etkisiyle, hem de Allah’ın hikmetinin, bu ümmete, bu millete büyük lütuf ve keremlerinin, ihsanlarının bir sonucu olarak, aynı zamanda bir uyanış, yeniden diriliş, bilinçlenme ve şuurlanma dönemleri olmuştur. Bizim tarihimizin en büyük, en üstün ve olağanüstü niteliklere sahip büyük ilim, fikir, irfan, kültür ve mana önderleri, devlet adamları ve değişik alanlardaki büyük dehaları da daha çok böyle dönemlerde yetişmiştir. Ortak değerler ve idealler etrafında önce tek tek fertlerde başlayan bir bilinçlenme, uyanma ve dirilme, açıklanması çok zor bir bilinç sıçramasıyla önce seçkinler arasında, daha sonra da halkın geneli arasında yayılmış ve yaygınlaşabilmiştir.

MEVLANA’NIN ÇAĞDAŞLARI

Yani Hazreti Mevlana’dan bir kısmını burada zikretmeye çalışacağımız birlik, beraberlik, bütünlük, dirlik, düzenlik, hak, hukuk, adalet, güvenlik, huzur, barış, kardeşlik, hüner, erdem, uyum, uzlaşı, hoşgörü, esenlik, mutluluk, iyilik, doğruluk, dürüstlük, ehliyet, liyakat, vahdet, onur, izzet, şeref, üstünlük vb gibi ve bunları sağlayabilecek ideal devlet düşüncesi etrafında gelişen fikir, görüş ve düşünceler asla onun kendi kişisel görüşleri, daha doğrusu sırf ona özgü düşünceler değildir. Aynı konular üzerinde tek düşünen, fikir geliştiren de o değildir. Onun dışında bu konular üzerinde düşünen, kafa yoran, bunları fiiliyata, eyleme, aksiyona geçirmeye çalışan adını sanını bildiğimiz veya bilmediğimiz sayısız ilim, fikir, devlet adamlarımız bulunduğu da unutulmamalıdır. Bunlar arasında Hacı Bektaş-ı Veli (1248 – 1337), Yunus Emre (1238 – 1320), Şeyh Evhaduddin Kirmani (1164 Kirman – 1238 Bağdat), Ahi Evren (1171 Hoy – 1261 Kırşehir), Muhyiddin İbn-i Arabi (1165 Mursiye – 1239 Şam), Sadreddin Konevi (12101274), Şeyh Edebali (1206-1326), Davud Kayserî (1258 Kayseri- 1350 İznik), Ertuğrul Gazi, Osman Gazi vb gibi isimler ilk akla gelenlerdir. Hazreti Mevlana ile aynı veya ona çok yakın bu zor dönemde yaşamış, yetişmiş burada isimleri sayılamayacak kadar çok büyük kültür, sanat, edebiyat, ahlak, maneviyat önderlerimiz, toplumsal ve siyasi liderlerimiz de vardır. Elbette bu ilim, fikir, irfan ve siyaset önderlerimizin hepsinin aynı inanç, fikir, düşünce, ideal ve anlayışları benimsedikleri, bunların arasında hiçbir fikir ve anlayış farklılığı bulunmadığı iddia edilemez. Ama en azından bunların büyük çoğunluğu arasında çok büyük ortak noktalar, benzerlikler, yakınlıklar, hatta aynilikler bulunduğu, Mevlana’dan nakledeceğimiz görüş ve önerilerde kendisinin asla yalnız olmadığı da bir gerçektir. Zaten böyle olmasa millet ve ümmet olarak o büyük badireleri atlatabilmemiz, varlığımızı sürdürebilmemiz mümkün olamazdı. Nitekim bunlardan bize nakledilen rivayetlerde herkes aradaki fikir, düşünce, inanç ve ideal birliğini kolayca görebilir.

Örneğin Şeyh Edebali de Mevlana ile hemen hemen aynı tarihlerde doğmuş, aynı dönemlerde yaşamış, üstelik Hazreti Mevlana’nın vefatından sonra 53 yıl daha ömür sürmüş, onun çok görmek isteyip de göremediği yeni bir diriliş ve şahlanış dönemlerini de görebilmiş bir maneviyat önderimizdir. Şeyh Edebali’nin görüşleriyle Mevlana’nın fikir, görüş ve önerileri arasında da hiçbir zıtlık ve terslik bulunmadığı, tam tersine bunların birbirleriyle neredeyse birebir örtüştükleri kolaylıkla fark edilecektir. Onun Osman Gazi’ye, Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye, Orhan Gazi’nin de oğlu Sultan Murad-ı Hüdavendigar’a verdikleri öğütler, yaptıkları vasiyetler, Mevlana’nın görüşleri ile yan yana getirildiğinde bunları birbirinden ayırabilmek imkânsız denebilecek kadar zordur. Daha da ilginci, o zor dönemlerden günümüze intikal eden kıssalara, hikâyelere, menkıbelere baktığımızda sadece elit kesimin değil, sıradan halkın, alelâde vatandaşın da aynı fikir, düşünce, inanç, ideal düzleminde buluştuklarını da açıkça görebiliyoruz. Dolayısıyla hem ilim, fikir, siyaset önderlerinin kendi aralarında ve hem de halkla bunlar arasında çok büyük bir bilinç akışının, bilinç sıçramasının, sonuçta da çok yaygın, geniş, derin ve ortak bir şuur ve ideal birliğinin bulunduğu çok bellidir. Zaten eğer böyle derin ve engin bir birlik ve beraberlik ruhu oluşmamış olmasaydı İslam’ın da, Türlüğün de, bunların kucakladığı bütün unsurların da varlığını sürdürebilmesi, bugünlere gelebilmesi mümkün olamazdı. Halkta ve yöneticilerdeki bu bilinç yükselişinin ne seviyelere ulaştığını anlamamıza yardımcı olabilecek sayısız menkıbe vardır. Bunlardan Osmanlı Devleti’nin kuruluş arifesi dönemlerine ait birini buraya almak yararlı olabilir.

HERKES BU MİLLETE VEZİR OLAMAZ!

Osmanlı Devletinde, 1284’teki Ermenibeli Savaşından, 1922 yılında bu devletin tarih sahnesinden çekilmesine kadar geçen 638 yıllık dönem içerisinde 215 sadrazam görev yapmıştır. Osmanlı Devleti’nin ilk veziri aynı zamanda bir Ahi Şeyhi olan Alaeddin Paşa idi. Bazıları bu Alaeddin Paşa ile Orhan Gazi’nin kardeşi ve veziri olan Alaeddin Bey’i karıştırırlar ama ikisi ayrı şahsiyetlerdir. Alaeddin Paşa devlete çok büyük hizmetlerde bulunduktan sonra kendi isteğiyle vezirlikten istifa etmiştir. Onun bu istifasında şöyle bir olayın etkili olduğu rivayet edilir:

İlk Osmanlı veziri olan Alâeddin Paşa’nın vezirliği sırasında, İznik’te Ahmet Ağa isimli bir köylü, tarlasını Mehmet Ağa adlı birisine satmıştı. Mehmet Ağa yeni satın aldığı tarlada çift sürerken, bir küp altın buldu. Kendi kendine: “Bu altınlar benim değil! Ben şimdi bu altınları ne yapacağım? Ben Ahmet Ağa’dan altın değil, tarla satın almış, ona sadece toprak bedeli ödemiştim; yani altınlar için bedel ödememiştim. Dolayısıyla bu tarladan çıkan, bana ait olmayan, bedelini ödemediğim bu altınlar bana helal olmaz. Kim bilir belki de bu altınlarını buraya Ahmet Ağa gömmüştür ve sonra yerini unutmuştur! En iyisi ben hemen bu altınları götürüp tarlanın benden önceki sahibine, yani Ahmet Ağa’ya teslim etmeliyim!” diye düşünmüş. Bir küp dolusu altını alarak, doğruca Ahmet Ağa’nın kapısını çalmış. Altınları ona vermek istemiş. Fakat Ahmet Ağa da bu altınları tarlaya kendisinin gömmediğini belirterek kabul etmemiş. Mehmet Ağa: ‘Olsun! Bu altınları sen gömmüş olsan da olmasan da, yine de senin alman münasiptir. Eğer bu altınların tarlada gömülü olduğunu bilseydin, herhalde bana bu tarlayı bu fiyata satmazdın. Ben sana sadece tarlanın parasını ödedim, altınların parasını ödemedim. Bu yüzden bu altınları sen al!’ diyerek ısrar etmiş. Ahmet Ağa ise: ‘Hayır kardeşim! Ben bu tarlanın sana sırf üstünü satmadım; aksine altıyla ve üstüyle tamamını sattım. Ben bu tarlayı şimdiye kadar yıllarca sürdüğüm, ekip, biçtiğim halde bu altınları bulamadım. Ama Allah’ın lütfuna bak ki, sen daha ilk sürmende bulabilmişsin. Bu altınları ben değil, sen bulduğuna göre demek ki bu altınlar senin hakkın, senin nasibin, kısmetinmiş. Dolayısıyla bu altınları gönül hoşluğuyla al, senin olsun!’ diye cevap vermiş. Aralarındaki tartışma iyice uzamasına rağmen tarladan çıkan altınları kimin alması gerektiği hususunda bir türlü anlaşamamışlar. Her iki tarafın da altınları almaya yanaşmaması üzerine konuyu kadıya intikal ettirmeye karar vermişler. Davayı ve tarafları dikkatle dinleyen kadı da tarafların hiç birini altınları almaya veya paylaşmaya razı edememiş. Bunun üzerine kadı altınların devlet hazinesine verilmesine karar vermekten başka bir çare bulamamış. Altınları devlet hazinesine teslim edilmek götürdüklerinde vezir Alaeddin Paşa da durumdan haberdar olmuş. Olayı bütün yönleriyle dinledikten sonra: “Ben bu kadar yüksek ahlak ve fazilet sahibi insanlara yöneticilik ve vezirlik yapmaya layık değilim! Çünkü bunlar benden çok daha üstün ahlak ve fazilete sahip kimseler! Dolayısıyla bunlar benden daha üstün ahlak ve fazilet sahibi insanlar tarafından yönetilmeyi hak ediyorlar!’ diyerek vezirlik görevinden istifa etmiş.

ÖNCE GÖNÜLLER FETHEDİLMELİ

İşte onlar böyle insanlardı, daha doğrusu onların içinde böyle erdemli insanlar vardı. Bu yüzden ve böyle insanlar sayesinde, o kadar ihtişamlı bir devlet kurabilmişler, altı asırdan fazla dünyaya hükmedebilmişlerdi. Onlar ülkeleri kılıç zoruyla değil, İlâ-i Kelimetullah idealiyle ve takva eliyle (büyük bir görev ve sorumluluk bilinciyle), üstelik topraklardan önce gönülleri alarak fethediyorlardı. Aynı ruhu, idealizmi, ihlas ve takvayı Rumeli Fatihi olarak tarihe geçen Orhan Gazi’nin büyük oğlu Gazi Süleyman Paşa’da yanındaki alperenlerde de görürüz. Şehzade Süleyman Paşa, beraberindeki 40 kadar alpereniyle beraber 28 Mayıs 1354 tarihinde, Çanakkale Boğazı’nın en dar yerinden, onları karşı kıyıya geçirecek gemileri ve tekneleri olmadığı için, öküz derisinden şişirilmiş tulumlardan yaptıkları sallarla ilk defa kalıcı olarak, bu toprakları İslam diyarı haline amacıyla ve daha çıkmamak üzere Avrupa yakasına, yani Rumeli’ye geçmişlerdi. Türk-İslam tarihinin en önemli olaylarından biri olan bu olay, ilk bakışta hem gerçekleşmesi imkânsız sayılabilecek kadar zor görünüyor, hem de suya seccade salmak gibi garip, inanılmaz, keramet gibi bir şeye benziyordu. Nitekim Gazi Süleyman Paşa’nın silah arkadaşlarından, Şeyh Edebali’nin oğlu, Osman Gazi’nin kayınbiraderi, aynı zamanda da Mevlid şairi Süleyman Çelebi’nin ana tarafından dedesi olan Şeyh Mahmud, Süleyman Paşa’nın şahadeti üzerine yazdığı mersiyesinde onu ve bu başarısını şöyle tebcil ediyordu:

Kerâmet gösterip halka suya seccade salmışsın!

Yakasın Rumeli’nin dest-i takva (takva eli) ile almışsın!

Gerçekten de bu çok büyük bir başarıydı. Bir avuç insan, doğru dürüst gemileri, tekneleri bile olmayan, öküz postundan yaptıkları salları suya seccade salar gibi denizin üzerine salmışlar, Allah’ın lütuf ve keremiyle hem karşı kıyıya varabilmişler, hem de inanılmaz fetihler gerçekleştirebilmişlerdi. Onlar hiçbir zaman zafer kazanma, ülkeler fethetme peşinde koşmamışlardı. Onların davası kuru kavga ve cihangirlik davası değil, İlâ-i Kelimetullah davasıydı. Onlar, ‘Biz, zaferle değil, seferle mükellefiz!’ (Osmanlı Atasözü) anlayışındaydılar. Büyük bir mücahit olduğu kadar önemli bir tarikat şeyhi de olan Şeyh Mahmud’a göre takvadan, ihlastan ve istikametten daha büyük bir keramet olamazdı. O, çoğu insanların keramet diye niteledikleri gösterileri, gözbağcılıkları kerametten saymazdı. Onun gözünde gerçek keramet, işte böyle imkânsızlıklara rağmen sabırla, azim ve kararlılıkla cihat ve gaza yolunda bulunmak, istikamet ve takva üzere olmaktı. Kul elinden gelen gayreti en son kertesine kadar göstermekle mükellefti. Bunun üzerine Allah’ın lütfeder, bütün gerçek müminlere müjdelediği nusret, zafer, başarı ve muvaffakiyeti de nasip ederse bu da elbette nur üzerine nur olurdu. Nitekim Rumeli’nin fethi gibi bu çok büyük, olağanüstü, inanılmaz ve mucizevi başarıları onlar, ne sayı, ne de silah üstünlüğüyle elde ettiler. Tam tersine her türlü imkânsızlığa ve aleyhlerine görünen şartlara rağmen sahip oldukları iman, ideal, takva ve istikamet sayesinde elde edilebildiler. Bu sayede yüzlerce yıllık bir dönem ve süreç bütün dünyada Türk asırları olarak anılmış, dünyanın her tarafında Türk hayranlığı hüküm sürmüş, ‘Alla Turca’ rüzgârları esebilmişti.

O ZAMANIN ŞEYHLERİ VE DERVİŞLERİ

Konunun biraz daha anlaşılır hale gelmesi için o zamanın tarikatlarına, şeyhlerine, erlerine, erenlerine, alperenlerine, gazilerine, dervişlerine, tekke ve zaviyelerine, değişik kurum ve kuruluşlarına da kısaca göz atmak gerekir. Anadolu, Türkler tarafından fethedildiğinde buralara gelenler kendilerini çok büyük zorluklarla karşı karşıya buldular. Karşılaşılan türlü zorluklardan en başta geleni, bu toprakların kendilerine vatan mı, yoksa daha önce gelip buralarda kaybolup gitmiş başkaları gibi mezar mı olacağı gerçeğiydi. Çünkü bir coğrafyanın vatan haline getirilmesi, her zaman fethedilmesinden daha zor bir iştir. Anadolu’nun vatanlaştırılmasında, Türkleştirilmesinde, yarı göçebe bir hayata sahip olan Türklerin yerleşik hayata alıştırılmalarında, sanat ve meslek sahibi yapılmalarında, yerli halka ve İslam’ı o zamanlar daha yeni yeni tanıyan Türk Milletine İslam’ın sevdirilmesinde, tebliğ ve telkininde zamanın tarikatları çok önemli roller ve görevler üstlenmişlerdir.

Özellikle Hoca Ahmet Yesevî Ocağı olarak tanınan tasavvuf ekolünden yetişen Alp Eren tipi dervişlerin ve tasavvuf önderlerinin kendilerine has çok farklı ve çok önemli karakteristik özellikleri vardı. Bunların hepsi iş, güç, sanat, meslek, hüner, ahlak, fazilet, bilgi, beceri sahibi, erdem ve yiğitlik timsali örnek insanlardı. Geçimlerini başkalarına yük olmadan kendi ellerinin emeği ile sağlarlar, hünerleriyle, sanat ve meslekleriyle herkesin işlerini görürler, sorunlarını çözerler, ihtiyaçlarını karşılarlar, insanlara sevgi ve hoşgörüyle yaklaşırlardı. Kendi hünerlerini, meslek ve sanatlarını başkalarına da öğretirler, onları da kendi kendine yeterli hale getirmeye çalışırlardı. Bunlar kimseden bir şey almazlar, herkese verirler, kendi ellerinin emeğiyle geçinirler, hünerleriyle, sanatlarıyla herkese destek ve yardımcı olurlardı. Asla geçimlerini başkalarının sırtından sağlamazlar, asalak bir hayat sürmeyi en büyük utanç ve ar sebebi sayarlardı. Bunların tekkeleri ve zaviyeleri de asla tembellik, uyuşukluk yuvaları değildi. Ahilikte olduğu gibi bazı tekke ve zaviyeler, değişik sanat ve mesleklerin çıraklığından ustalığına kadar eğitiminin, öğretiminin, denetiminin ve kontrolünün yapıldığı eğitim, öğretim ve meslek kuruluşları özelliğine de sahipti. İslam’ın yayılması ve yabancı düşman saldırıları karşısında varlığını sürdürebilmesi için vazgeçilmez olan cihad ve gaza ruhu buralarda verilir, alp erenler, gaziler, gözü pek savaşçılar, fedailer buralarda yetiştirilirdi. Tekke ve zaviyelerin çoğu kendi branşlarında birer fedai ocağı gibi çalışırdı. Bunun böyle olduğunu Hazreti Mevlana’nın bazı sözlerinden bile kolayca çıkarmak mümkündür:

Halk bir dava ve ideal uğruna canını feda edene şaşar. Fakat bizim her birimiz fedai huyluyuz. Ne mutlu o kişiye ki bedenini feda edilmeye değer bir ideale, bir dosta feda etmiştir! (Mesnevi, Cilt 5).”

Canından daha iyi, daha aziz bir şeyi olmayan insan için en aziz şey onun canıdır. Ama canından daha aziz bir şeye sahip olanlar için can çok değersiz, çok hor, hakir bir şey olur! (Mesnevi, Cilt III, beyit: 4410).

O zamanlar ortak değerler, fikir, inanç ve idealler uğrunda çalışan pek çok tarikat bulunduğu gibi her tarikatın yetiştirdiği ayrı bir fedai tipi de vardı. Örneğin, oklara, kılıçlara, kızgın yağlara aldırmadan kale burçlarına tırmananlar genellikle Rufailer arasından çıkardı. Çünkü Rufailer, ‘bürhan’ diye adlandırılan, vücutlarına kesici ve delici aletler sokmak şeklindeki tarikat ritüelleriyle bir anlamda ileride kendilerini bekleyen cihad görevlerine de hazırlanırlar, vücutlarına isabet eden ok yaralarına, kılıç darbelerine aldırmadan kale burçlarına en önce bunlar tırmanırlardı. Zamanla toplumdaki her şey ve her müessese gibi tarikatlar da bozulmuş, bozulma dönemlerinde bu anlayış, uygulama ve ritüellerde de anlam kaymaları ve sapmaları meydana gelmiştir.

Bugünlerden Hazreti Mevlana’nın yaşadığı o zor dönemlere dönüp baktığımızda yaşanmış gerçeklerden, olup bitenlerden çıkarmamız gereken sayısız dersler olduğu görülmektedir. Eğer biz de eskiden gelip gitmiş pek çok milletler gibi tarih dışına atılmak ve tarih sahnesinden silinmek istemiyorsak, yeniden büyük bir uyanış, diriliş ve bilinç sıçramasına erişmek, varlık ve beka mücadelesi içine girmek, daha iyi ve güzel geleceklere ulaşabilmek için var gücümüzle çalışmak zorundayız. Bu yolda Mevlana’dan ve onunla aynı görüş, düşünce ve idealleri benimsemiş ecdadımızdan, onların inanç, ideal ve düşüncelerinden öğrenmemiz gereken çok şeyler olduğunu unutmamalıyız. Millet sadece aynı zaman diliminde, aynı sınırlar ve aynı coğrafyada yaşayan başıboş insanlardan ibaret bir basit bir topluluk değildir. Aksine farklı zamanlarda, mekânlarda, tarihlerde, coğrafyalarda, yerin altında veya üstünde yaşasalar da, aynı ortak değer ve idealleri benimseyen herkesi içine alan ve kucaklayan çok büyük ve nitelikli bir birlikteliktir. Daha sağlam, güçlü ve güvenli bir gelecek kurabilmek ancak geçmişimizle daha barışık, daha dost olabilmekle ve yakınlaşabilmekle mümkün olabilecektir.

MEVLANA’NIN KAMU YÖNETİMİYLE İLGİLİ

GÖRÜŞLERİNİN ÖZELLİKLERİ

Bilindiği gibi Hazreti Mevlana’nın esas uzmanlık alanı kamu yönetimi, siyaset ve idare değildir. Ama onun siyaset, idare, kamu yönetimi ve bürokrasi üzerine söylediği, yazdığı veya ondan nakledilen fikirler, görüşler, düşünceler, öneriler, uyarılar, kendisini yakından tanımayanlar, eserlerinden ve fikirlerinden yeterince haberdar olmayanlar için inanılamayacak kadar fazladır. Başta en büyük eseri Mesnevi’si olmak üzere Mevlana’nın bütün eserleri, kitapları veya ondan nakledilen çeşitli rivayetler bunun sayısız örnekleriyle doludur. Üstelik bunlar öyle görmezden gelinebilecek, yabana atılabilecek, basit, değersiz, işe yaramaz görüşler ve öneriler de değildir. Onun değişik eserlerinde ve çeşitli kaynaklarda yer alan bu konudaki görüş ve önerilerinin hepsini derleyip toparlamak ve böyle sınırlı bir yazı içerisinde okuyucuya sunmak elbette mümkün olamayacaktır. Onun farklı yerlerde ve değişik vesilelerle ortaya koyduğu fikirlerini, görüş ve önerilerini bulundukları yerlerden ve bağlamlardan kopararak başka bir sunumla yeniden bir araya getirmek de kendi içinde başka sorunlara ve sıkıntılara da neden olabilir. Belki biraz da bu yüzden olsa gerek ben şimdiye kadar Mevlana’nın bu alandaki görüş ve önerilerinden yola çıkılarak yapılmış herhangi bir derli toplu çalışmaya rastlamadım. Fakat bütün bunlara rağmen, konunun önemi ve gerekliliği de ortadadır. Kendimce ben bunu çok önemli eksiklik olarak gördüğümden, kendi çapımda ufak da olsa bir katkı olabileceği düşüncesi, arzusu, ümit ve temennisiyle böyle bir çalışmaya cüret edebildim. Bu çalışmada onun kamu yönetimi, siyaset, idare ve bürokrasi üzerine söyledikleri mümkün olabildiğince kişisel görüş ve yorumlar katılmadan okuyucuya aktarılmaya gayret edilecektir. Umarım bu mütevazı çalışma, bu alanda daha yararlı ve nitelikli çalışmalara başlangıç olur.

Mevlana’nın yaşadığı dönem gerçekten çok zor ve sıkıntılı bir dönemdi. Fakat onun bu konuya bu kadar çok eğilmesini ve önem vermesini sadece bununla açıklamak yeterli olmaz. Onun bu konuda yazdıklarına ve söylediklerine bakılacak olursa eğer o çok rahat ve huzurlu bir dönemde yaşamış olsaydı, yine de bu konuya daha az eğilmez, bu konuyu daha önemsiz görmezdi. Toplumun bütün kesimlerini ve fertlerini çok yakından ilgilendiren kamu yönetimi, siyaset ve idare üzerinde düşünmeyi, ilgilenmeyi o milli, dini, insani bir görev bilmiş, üzerine düşen her şeyi elinden geldiğince yerine getirmeye gücü yettiğince gayret etmiştir. İçinde yaşadığı dönemin zorlu koşullarına rağmen o bu konudaki fikir ve düşüncelerini gayet açıklıkla ortaya koymaktan çekinmemiştir.

Mevlana’nın kamu yönetimi, siyaset ve idare anlayışının temelinde İslam ve Kur’an vardır. Ona göre, hüküm, iktidar gücü ve kamu yönetimi, zalimlerin, külhanilerin eline geçtiği takdirde, bunların hem kendilerine, hem de topluma, toplumdaki erdemli ve yüce kişilere yapmadıkları zulüm, kötülük ve haksızlık kalmayacaktır. İktidar gücünü ellerine geçirenler insanları yönetme ve idare etme gücünün yanı sıra onlara tahakküm edebilme, onların inançlarına, yaşayışlarına, fikir ve düşüncelerine de müdahale edebilme, onları özgürlüklerinden, diledikleri gibi yaşayabilme, hatta hayat haklarından bile mahrum edebilme gücüne de kavuşmuş olurlar. Özellikle hak, hukuk ve adaletin tanınmadığı ve egemen olmadığı toplumlarda iktidardan mahrum olanlar özgür ve bağımsız davranamazlar, iktidar gücüne sahip olanların istedikleri gibi ve onların izin verdikleri şekilde yaşamak, başka karar vericilerin dediğini ve dilediğini yapmak zorunda kalırlar. Nitekim insanlık tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Tarih boyunca, devlet gücünü ve siyasi iktidarı bir şekilde ele geçirenlerin, iktidarın kendilerine sağladığı büyük imkânlar ve orantısız güç sayesinde, iktidar gücünden mahrum olanları veya hiyerarşide kendilerinden daha alt basamaklarda bulunanları baskı altına aldıkları, davranışlarını, yaşamlarını, özgürlüklerini ve iradelerini kontrol edip kısıtladıkları, dinlerini, inançlarını yaşamalarına engel oldukları, canlarına, ırzlarına, namuslarına kastettikleri çok görülmüş ve yaşanmış olaylardandır. Yüce Kur’an’da de Firavun, Nemrut, Şeddat gibi zalim ve kötü yöneticilerin iyilere yaptıkları insanlık dışı zulümler, haksızlıklar, işkenceler örnekleriyle uzun uzadıya hikâye edilir. Böyle aşağılık ve zelil bir duruma düşmek Müslümana asla yakışmaz. Böyle bir şeye Allah da razı olmaz. Öyleyse Müslümanların ve bütün iyi insanların bunlardan almaları gereken derslerin başında, iktidar gücünün kötülerin eline geçmemesi için her tedbirin alınması ve her çareye baş vurulması gerektiği bilincine ulaşmaları, o yönde üstlerine düşen görev ve sorumlulukları da yerine getirmekten geri kalmamalarıdır.

A – Orijinallik, Bilimsellik, Evrensellik, Geçerlilik, Yararlılık

Hazreti Mevlana’nın her alandaki görüşleri gibi siyaset, kamu yönetimi ve bürokrasi alanındaki görüşleri, tespit ve önerileri başkalarından nakil, taklit ve ezberlenmiş şeyler değildir. Tam tersine bunların büyük çoğunluğu tamamen orijinaldir ve üstelik hala da geçerliliğini, güncelliğini, tazeliğini, canlılığını sürdürmektedir. Bu son derece önemli, bilimsel, evrensel tespitler, görüş ve öneriler, insanlığın bugününe ve geleceğine de ışık tutabilecek niteliktedir. Mevlana, ilme, irfana, bilgiye çok büyük önem ve değer verir ama nakilciliğe, ezberciliğe, taklitçiliğe de kıyasıya düşmandı. Ezberciliği, nakilciliği, taklitçiliği hiç kimseye, özellikle de bir Müslümana hiç yakıştıramazdı.

Ona göre gerçek ilim ve bilgi, akılla, fikirle, emekle, çaba ve gayretle fethedilmiş, insan tarafından kendine mal edilerek üretilmiş, her yerde ve her zaman geçerliliği olan, evrensel, faydalı, sistemli ve bilimsel bir bilgi olmalıdır. Oradan buradan rasgele derlenip toparlanmış, sadece gösteriş için ezberlenmiş, şundan bundan nakil ve taklit, yararlısı zararlısı, doğrusu yanlışı birbirine karışmış, darmadağınık, sistemsiz, bilimsellikten ve faydadan uzak, düzensiz yığınlar halindeki, malumat kabilinden derme çatma bilgiler hiç bir işe yaramaz. Başkalarına üstünlük taslamak için öğrenilmiş böyle boş ve gereksiz bilgiler, belki münazara ve tartışma sırasında bazı cahil dinleyiciler gözünde büyük görünebilir fakat bu gerçek ilim ve bilgi değildir, böyle ilim faydadan çok zarar getirir. Hazreti Peygamber de böyle faydasız ilimden Allah’a sığınmıştır. Mevlana, başkalarından nakil, zamanı geçmiş, tedavülden, yürürlükten kalkmış, hiçbir uygulama imkânı kalmamış boş sözlerle ve başkalarını taklitle vakit kaybedenleri kıyasıya eleştirir. Aklı başında herkesin kişisel ve toplumsal sorunlara akıllı, mantıklı, bilimsel, geçerli, gerçekçi, uygulanabilir ve yürütülebilir çare ve çözümler üretmek için elinden geleni yapması, var gücüyle çalışması gerektiğini önemle vurgular.

Her ciddi bilim adamı gibi Mevlana da bir konu üzerinde düşünürken, fikir geliştirirken, fikirlerine, düşüncelerine, görüş ve önerilerine temel ve dayanak oluştururken, elbette o konuda daha önce düşünmüş, yazmış, fikir beyan etmiş ilim, fikir, sanat ve edebiyat adamlarının görüşleri, dini referanslar, örfler (örneğin Türk töresi), adetler, atasözleri vs gibi kaynaklara da başvurmaktan, onlardan sonuna kadar yararlanmaktan, gerektiğinde onlardan nakiller de yapmaktan geri kalmamıştır. Hatta o, genellikle anlatmak istediklerini kıssalarla, hikâyelerle, örnek olaylarla süsleyerek anlatmayı, akli ve mantıki delillerle temellendirmeyi kendisi için bir yol ve yöntem edinmiştir. Ama onun esas amacı hikâye, masal, kıssa anlatmak değil, anlaşılması güç soyut gerçekleri bu şekilde somutlaştırarak daha kolay anlaşılır hale getirmektir. Yani o bunları amaç edinmemiş, araç olarak kullanmıştır. Onun en çok önem verdiği husus;0 fikir ve düşüncelerinin, görüş ve önerilerinin, gerçeğe, hakka, hakikate, akla, mantığa, zaman ve zemine, toplumun genelinin hayrına, yararına, çıkar ve menfaatlerine, ihtiyaç ve zaruretlerine uygun, mevcut ve muhtemel sorunlara çare ve çözüm olması, en azından katkı sağlamasıdır. Mevlana bu konuda diyor ki:

Dünyadaki bazı sözler nakit, bazıları da nakildir. Nakit insanın kendi ayağına benzer. Nakil ise ayak şeklinde ağaçtan yapılmış kalıba benzer. Yani nakil, nakdin fer’idir. Protez ayağı gerçek ayaktan ilham alarak yapmışlar, bir nevi çalmışlardır. Eğer dünyada gerçek ayak olmasaydı, o protez ayağı yapmasını nereden bileceklerdi. Gerçek ayak da protez ayak da birbirine benzerler. Ama aradaki farkı ancak fark ve temyiz sahibi olan insanlar ayırt edebilirler. Bu yüzdendir ki, iman sahibi olmak aynı zamanda temyiz sahibi olmaktır, küfür ise insanın fark ve temyiz kabiliyetinden mahrum olduğunun bir göstergesidir. (Fîh-i Mâfîh, sayfa 225-226)

Maymun, sürekli insandan gördüğünü taklit eder durur. İnsan ne yaparsa, o da onu yapar. Bu arada ‘Ben de insan gibi yaptım!’ zanneder ama o inatçı ve taklitçi yaratık, aradaki büyük farkı bilemez. Bazı insanlar, taklitçilikte ve inatlaşmada işte böyle maymun huyludurlar. Kaçınılması gereken böyle huylar, insan için çok büyük bir âfettir (Mesnevi, Cilt I, beyt 281 ve devamı).

Taklitten doğan bilgi, iğreti bir bilgidir, canımızın vebalidir. İnsanlar böyle iğreti bilgiyi sağlam, kendi malları, gerçek, geçerli ve yararlı bir bilgi sanırlar da, öylece oturup kalırlar. Sırf bunları ezberlemekle ve başkalarına nakletmekle zaman kaybederler. Halbuki bu çeşit akıldansa, cahil olmak daha iyidir. Böyle akıllı görünmektense, deliliğe vurmak daha yeğdir!

Her alışveriş, gıpta edilmeye değer kârlı bir alışveriş değildir. Nice topluluklar, hak yerine batılı, doğru yerine yanlışı aldıkları için zarar etmişlerdir. Kıvrılıp yatmış yılana uzaktan bakıldığında, bazen değerli bir mücevher, kıymetli bir mal gibi görünebilir. İki gözünü ovuştur da, bir daha ve iyice bak! İnsan öğrendiğini yarım yamalak değil, tam öğrenmeli, bildiğini bütün yönleriyle ve doğru bilmelidir! İnsan bakıp incelediği şeye, öyle bir defalık, üstünkörü bakmakla da yetinmemeli, değişik yönlerden defalarca bakıp incelemeli, değerlendirmeli, en iyi bildiği şeylerin doğruluğunu sürekli ve yeniden test etmelidir. Allah, şu muhteşem gökte ayıp ve çatlak arayanlara bile, defalarca dönüp bakmalarını tavsiye ederek: ‘Sonra gözünü çevir de ona tekrar tekrar bak! (Mülk Suresi, Ayet: 4)’ buyuruyor. Bu, aydınlık gök hususunda bile böyle olunca, şu kara yerdekileri fark edip görmek, anlayıp değerlendirmek için, acaba ne kadar ve kaç kere dönüp bakmak gerekir (Mesnevi, Cilt II, beyit 2940 ve devamı).

Akıllı insan her şeyi yerli yerinde yapar, kullanır. Örneğin, kitaptan maksat içindeki, bilgiler, ilimler, fenlerdir. Ama sen dilersen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin. Fakat ondan esas elde edilebilecek yarar, onun yastık olarak kullanılmasıyla değil, bilgi, irfan, irşat için yararlanılmasıyla elde edilebilir. Kılıcı da savaş aleti olarak değil de mıh yapıp bir şeyler asmak için duvara çakabilirsin. O zaman da sen savaşta zaferi değil, yenilgiyi tercih ettin demektir.

B – Kur’an’a, İslam’ın Temel Prensiplerine Uygunluk

Hazreti Mevlana, siyaset, kamu yönetimi ve bürokrasi ile ilgili bütün görüş, fikir, düşünce, anlayış, inanış, ideal ve önerilerini ortaya koyarken de hep İslam’ın ana kaynaklarına başvurmayı, Kur’an’a ve sünnete inmeyi, bunları çok iyi ve doğru bir biçimde anlayıp özümsemeyi, bunlardan yararlanmayı, İslam’ın bu konudaki temel ilkelerini, düsturlarını, prensiplerini esas referans olarak almayı, kendisine bunları esas ölçü, düstur, ilke ve mihenk edinmeyi temel prensip edinmişti. O bunu herkese de tavsiye ederek diyor ki:

Bu dünyada iyiyle kötü, doğru ile yanlış, hak ile batıl birbirine karıştığından, sağlam parayla kalp para bir araya döküldüğünden, bunları ayırt etmek için elde çok sağlam, denenip sınanmış doğru ölçüler, mihenkler olması gerekir ki, bunlar alınması gereken tedbirlerin esası olsunlar, hile ve desiseler bunlarla fark edilebilsin. Dolayısıyla tortuyu süzmek, safı meydana çıkarmak, iyiyi, kötüyü, güzeli çirkini, doğruyu yanlışı, faydalıyı zararlıyı, zulmü adaleti birbirinden ayırabilmek için aklımızın çok zahmetler çekmesi lazımdır. Bu işte peygamberlerin tacirleri, yani her şeyi onların getirdiği ışıkla görüp, onların getirdiği ölçülerle ölçüp biçenler, onların mihengine vurup değerlendirenler, her zaman çok büyük kârlar etmişler, renk ve koku tacirleriyse tarifsiz zararlara uğramışlardır (Mesnevi, Cilt II, beyit 2940 ve devamı).”

Mevlana, Kur’an’ın nasıl anlaşılması gerektiği hakkında da şunları söyler: “Hazreti Peygamber’in ashabı en büyük mucize olan Kur’an’ı tam anlamıyla anlamak, bilmek, öğrenmek, hazmetmek, yaşamak hususunda çok gayretliydiler. Ama onlar da bu bin dilli Kur’an’ın ifade ve işaret ettiği zengin ve derin anlamları anlama ve kavrama konusunda eşit değillerdi. Rivayete göre, ashaptan bazıları Kur’an’dan bir tek, hatta yarım sureyi diğerlerinden çok daha iyi anlayıp, kavrayabildiklerinde bile diğer ashap böylelerine gıptayla ve büyük adam gözüyle bakarlar: ‘Bu adam bir (yahut yarım) sureyi biliyor!’ diye onu parmakla gösterirlerdi. Çünkü onlar, Kur’an’ın bu ayet ve surelerini yarım yamalak, üstünkörü değil; sanki yemiş, yutmuş, iyice hazmetmiş gibi çok iyi bilirlerdi. Örneğin, bir insanın bir defada, bir veya yarım batman ekmeği yemesi hakikaten güç bir iştir. Ama insan ekmeği yemez, sadece ağzında çiğnedikten sonra dışarı atacak olursa, bu şekilde bir fırın değil, yüz fırın ekmeği bile bir oturuşta yiyebilir. Hazreti Peygamber :‘Nice Kur’an okuyanlar vardır ki, Kur’an onların boğazlarından aşağıya inmez! Kur’an böylelerine lanet eder!’ buyurmuştur. Bu söz, manaları üzerinde gerektiği düşünüp anlamadan Kur’an okuyanlar hakkında söylenmiştir. Kur’an insanları yüceltmek, yüceliklere çıkarmak için indirilmiştir. Ama bazı kimseler, Kur’an ipini yükseklere çıkmak için değil, kuyuların dibine inmek için de kullanabilirler ve alçalıp giderler. Yine nice kişiler, Kur’an’ı anlayamadıkları veya yanlış anladıkları için yol azıtmışlardır. Bazı sapıkların, Kur’an’da sözden, laftan başka bir şey görememelerine şaşılmaz! Çünkü körün gözüne, nurlarla dolu güneşin ışıkları gelmez de yalnız bir hararet gelir. Davud’un sesi gibi güzel ses dünyaya gelmemişti ama güzel sesten anlamayanlar onu dinlemek istemezlerdi (Fîhi Mâfîh, s. 129).”

Bilindiği gibi, İslam’ın kamu yönetimi, siyaset, idare ve bürokrasi konusunda da getirdiği, asla göz ardı edilmemesi gereken bazı vazgeçilmez ve temel ilkeler, düsturlar, prensipler vardır. Bu ilkelerden ilk akla gelenler arasında şunları sayabiliriz:

İnsanın ve kâinatın boşu boşuna ve anlamsız yere yaratılmadığını, insanın dünya için değil dünyanın insan için yaratıldığını, yaratılış gayesini bilip ona göre davranmak (Mü’minûn Suresi, Ayet: 115; Duhan Suresi, Ayet:38; Zâriyat Suresi, Ayet: 56; Mülk Suresi, Ayet: 2), tevhid, birlik, beraberlik, bütünlük, kardeşlik şuuruna sahip olmak, şimdiye kadar gelip geçmiş ve kıyamete kadar da gelip geçecek olan bütün müminlerin tek bir ümmet olduğunun ayırdında ve bilincinde olup ona göre hareket etmek (Enbiya Suresi, Ayet: 92 ve 93; Rad Suresi, Ayet: 25),Allah’ın emrettiği ve razı olacağı şekilde birbirini seven, hayırlarda ve iyiliklerde birbiriyle yarışan, yardımlaşan ve dayanışma içerisinde bulunan örnek ve önder bir toplum olma ve oluşturma bilinciyle hareket etmek (Fetih Suresi, Ayet: 29; Âl-i İmran Suresi, Ayet: 31), kardeşten daha ileri kardeş olmak (Hucurat Suresi, Ayet: 10, Mücadele Suresi, Ayet: 22), yüce ve ortak değerler, idealler, ilkeler, prensipler, düsturlar etrafında sağlam, güçlü, görkemli bir bina gibi tek bir vücut haline gelmek (Saff Suresi, Ayet: 4), yönetimlerin, nizamların, sistemlerin, düzenlerin en iyisini, en idealini, en merhametlisini, en hoşgörülüsünü kurup yeryüzüne yerleştirmeye çalışmak, yeryüzünü yaşanmaya değer bir cennet haline getirmek, bir yandan tüm dünyaya ve insanlığa iyilikte örnek ve önder olabilecek homojen, mütecanis, organize, teşkilatlı bir barış, huzur, kardeşlik, güvenlik, esenlik, mutluluk toplumu, cemaati, ümmeti, milleti, topluluğu oluşturmak, diğer yandan da bu güzel, ideal, fazilet toplumuna, bu muhteşem İslam binasına uygun bir yapı taşı haline gelebilmek için sürekli ve var gücüyle çaba ve gayret içerisinde olmak, hayırlarda, iyi, güzel ve doğru işlerde yarışmak ve yardımlaşmak (Al-i İmran Suresi, Ayet: 104 ve 110; Maide Suresi, Ayet: 2; Bakara Suresi, Ayet: 208 ve 285), Allah’ın vaatlerine, nusret ve yardımına, lütuf ve keremlerine layık hale gelmeye çalışmak, Müslümana yakışan, ahlak, karakter, kimlik ve kişilik sahibi olmak (Şura Suresi, Ayet: 24; Müddessir Suresi, Ayet: 31; Enbiya Suresi, Ayet: 18;), takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak, yüksek görev ve sorumluluk bilinciyle hareket etmek) sahibi olmak ve bu yolda ihlasla ilerlemeye çalışmak (A’raf Suresi, Ayet:128; Hucurat Suresi, Ayet: 13; Saffat Suresi, Ayet: 171-173; Enbiya Suresi, Ayet: 23), Müminlere karşı mütevazı, alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetli, izzetli, onurlu ve zorlu olmak, birbirleriyle çekişmemek, çatışmamak, savaşmamak, amir ve yönetici olduğunda içe (müminlere) karşı alçakgönüllü, şefkatli ve merhametli, dışa (kafirlere) karşı ise izzetli, vakarlı, onurlu ve zorlu olmak (Maide Suresi, Ayet:54), başarıları, nitelikleri, elindeki nimetler yüzünden veya başka herhangi bir nedenle de olsa hiçbir zaman gurura, kibre kapılmamak, yaptıklarını, başarılarını gözünde büyüterek başa kakmamak, kendini beğenmemek, vazgeçilmez görmemek (Müddessir Suresi, Ayet: 6, Nisa Suresi, Ayet: 133-134; Maide Suresi, Ayet: 115; Zümer Suresi, Ayet:7; Teğabün Suresi, Ayet:6; Fatır Suresi, Ayet: 42-43; En’âm Suresi, Ayet:87-89; A’raf Suresi, Ayet: 181-183; Haşr Suresi, Ayet: 10; Kehf Suresi, Ayet: 103-104), başkalarını özellikle de Müslüman kardeşini hor ve hakir görmemek, küçümsememek, alaya almamak, ezmemek, üzmemek, onlara hoşlanmayacakları adlar, lakaplar takmamak (Hucurat Suresi, Ayet: 11), altından kalkamayacakları yükler yüklememek, her türlü aşırılıktan, ifrattan ve tefritten sakınmak, haktan, hukuktan, adaletten, meşruiyetten ayrılmamak, zulme, zalimlere, haksızlığa destek ve yardımcı olmak bir yana bunlara meyil bile etmemek, sempati bile duymamak (Nisa Suresi, Ayet: 135, Şuara Sûresi, Ayet: 227, Bakara Suresi, Âyet: 279, Hud Sûresi, Ayet: 113), marufu (aklın, mantığın, dinin güzel gördüğü, uygun bulduğu şeyleri, iyiliği, güzelliği, hakkı, adaleti) yaymak, yaygınlaştırmak, yerleştirmek, münkeri (aklın, mantığın, dinin kötü bulduğu, çirkin gördüğü şeyleri, kötülüğü, zulmü, haksızlığı, adaletsizliği) engellemek, önlemek, ortadan kaldırmak (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 103 ve 139; Enfal Suresi, Ayet : 63; Adiyat Suresi, Ayet: 1-5), asla birlikten ve beraberlikten ayrılmamak, zulme, fitne ve fesada, tefrikaya, ayırımcılığa, bölücülüğe yanaşmamak, bulaşmamak, bunlarla var gücüyle mücadele etmek, kötülüğün ve kötülerin, zulmün ve zalimlerin, fitne ve fesadın karşısında olmak, onlarla mücadele etmek, bunların önüne geçmek (Enfal Suresi, Ayet: 46 ve 73; Bakara Suresi, Ayet: 190, 193 ve 251; Enam Suresi, Ayet: 159-160), en önemli emanet olan kamu görevlerini ve hizmetlerini toplum içinden en iyi, en ehil ve en liyakatli kadrolara teslim etmek, kamu görevlerini menfaat devşirme yeri olarak değil, Hakka ve halka hizmet yeri olarak görmek, halkın mallarını rüşvet, irtikap, zimmet gibi yollarla haksız olarak yememek (Bakara Suresi, Ayet: 188), siyasi ve idari görevlere, kamu hizmetlerine, mevki ve makamlara adam seçerken, onlara biat ederken, personel nasp ve tayininde, azilde, göreve getirmede, görevden almada kişisel ve psikolojik duygulara, sempati ve antipatilere, çıkar hesaplarına göre değil, bu görev ve hizmetlerin, mevki ve makamların gerektirdiği, önceden belirlenmiş objektif kriterlere (örneğin akıl, yetenek, uzmanlık, tecrübe, fark ve temyiz kabiliyeti gibi), ilke ve yöntemlere göre davranmak, toplumun en hayırlılarını, en iyilerini, en ehillerini seçip yönetim görevlerine getirmek (Nisa Suresi, Ayet: 58, 85, 107), kimseye gücünün üstünde yük yüklememek, iyi ve hayırlı işlerde meşru yönetime, hukuki otoriteye yardımcı ve destek olmak, onların meşru emir ve isteklerine itaat etmek (Nisa Suresi, Ayet: 59), kamusal işlerin yürütülmesinde, bunlara ilişkin kararların alınmasında istişareyi, şûra ve meşvereti esas yol ve yöntem edinmek (Al-i İmran Suresi, Ayet: 159), hukuk devletine ve sosyal adalet ilkesine uygun hareket etmek, ekonomik ve sosyal yaşamda da adaleti, yardımlaşmayı, barışı, kardeşliği, huzur ve güvenliği, herkesin mutluluğunu sağlayabilecek adil bir bölüşüm düzeni kurmak, yoksulları, mağdurları, acizleri kollayıp gözetmek, onların itilip kakılmalarına, ezilmelerine fırsat ve imkan tanımamak, refahı ve zenginliği toplumun geneline yaymak, malın, sermayenin sadece belli ellerde, zengin ve imtiyazlı sınıf arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasını, sermayenin tahakküm aracı olmasını engellemek (Haşr Suresi, Ayet: 7), Allah’ın enfüste (insan ruhunda, bireysel ve toplumsal hayatta) ve âfâkta (kâinatta, evrende) koyduğu kevni, fıtri, doğal, psikolojik, sosyolojik, siyasi, ekonomik vb değişmez kanun ve ilkeleri tanıyıp bilmek, bunlara göre davranmak (örneğin bunları göz önünde bulundurarak siyasette, ekonomide, sosyal hayatta vs. iyi ve ideal bir sistem, düzen, nizam ve organizasyonlar kurmak, bunları başarıyla yürütebilme becerisine sahip olmak) (Fussılet Suresi, Ayet: 51, 53; Fatır Suresi, Ayet: 43; En’am Suresi, Ayet:129; Yusuf Suresi, Ayet: 105, Rum Suresi, Ayet: 30, Bakara Suresi, Ayet: 138), herhangi bir hususta ve konuda bir anlaşmazlığa düşüldüğünde çözümü öncelikle Allah’ın ve Peygamberinin bu konudaki hükümlerinde, emir ve yasaklarında aramak, her işte ve her şeyde başarıyı, üstünlüğü, eriştiği her nimeti yalnız Allah’tan bilmek ve ona göre davranmak; her başarısızlığı, her olumsuzluğu, başa gelen her kötülüğü, her felaketi, her bela ve musibeti Allah’tan değil, kendinden bilmek, suçu ve kabahati başkalarında değil kendinde aramak (Yunus Suresi, Ayet: 14, 44 ve 52; Necm Suresi, Ayet: 39-4; Kehf Suresi, Ayet: 30; Fussilet Suresi, Ayet: 46; Nisa Suresi, Ayet: 79; Şura Suresi, Ayet: 30; Nahl Suresi, Ayet:61; Enfal Suresi, Ayet:53; Ra’d Suresi, Ayet: 11; Rum Suresi, Ayet:41; En’am Suresi, Ayet: 65, 129 ve 132) kendilerini yolların en doğrusuna ileten Allah’a minnet ve şükran duyguları içinde olmak (Hucurat Suresi, Ayet: 15, 17; Mü’minun Suresi, Ayet:71; Taha Suresi, Ayet:124; Hac Suresi, Ayet: 18; İsra Suresi, Ayet:3), izzet, şeref, onur ve üstünlüğün ancak Allah’a, Peygamberine ve Müslümanlara layık olduğuna tam bir inançla inanmak (Maide Suresi, Ayet: 100; Ahzab Suresi, Ayet: 23, Tevbe Suresi, Ayet: 33; Hud Suresi, Ayet: 29-51; Münafıkun Suresi, Ayet: 8) hak yoldaki mücadelede de imtihan gereği bazen başarı, bazen başarısızlıklar, bazen zafer, bazen de yenilgiler de yaşanabileceğini gözden uzak tutmayarak en ufak bir fütur, ihmal ve gevşeklik göstermeden, ümitsizliğe ve yılgınlığa kapılmadan, hiç durmadan tam bir iman, ihlas, azim ve kararlılıkla, tevekkülle, samimiyetle, sabırla çalışmak, gücünün son kertesine kadar çaba ve gayret gösterdikten sonra başarıyı yalnızca Allah’tan ummak ve beklemek (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 26 ve 140; Hac Suresi, Ayet:11; Bakara Suresi, Ayet: 155-157)

Sadece Kur’an’ın bazı ayetlerinden esinlenilerek buraya alınan bu ilkeleri daha da çoğaltabilmek mümkündür. Müslümanlar bunları ve burada sayılamayacak kadar çok olan diğer ilkeleri göz önünde bulundurarak, şartları yerine getirerek içinde yaşadıkları zaman ve zemine göre en iyi, en mükemmel, en güzel iktisadi, siyasi, sosyal, hukuki, askeri vb. gibi sistemleri, düzenleri, nizamları kurmak, dünyayı yaşanmaya değer, cennet gibi bir barış, huzur, kardeşlik, esenlik, mutluluk yurdu haline getirmek, bütün insanlığa da örnek ve model olmak zorundadırlar. Bu onların Allah’a ve bütün insanlığa karşı ödemeleri gereken boyunlarının borcudur. Her mensubiyet mesuliyet doğurur. Müslümanlar da Müslümanlık iddialarını havada bırakmamalı, Allah’la olan ahitlerine tam olarak uymalı, şereflendikleri bu mensubiyetin kendilerine yükledikleri bütün borç ve yükümlülükleri tam anlamıyla yerine getirebilmek için ellerinden gelen bütün gayreti sonuna kadar göstermelidirler. Eğer bu mükellefiyetlerini, görev ve sorumluluklarını yerine getirmekte ihmalkârlık gösterirlerse dünyanın düzeninin bozulmasına da sebep olmuş olurlar ki, bunun vebalinden dünyada da ahirette de kurtulamazlar.

İslam tarihine dönüp baktığımızda Hazreti Peygamberin vefatının ardından daha sahabe döneminde bile Müslümanlar arasında bu idealden, İslam’ın özellikle siyaset ve idare alanında koyduğu temel ilkelerden uzaklaşmalar başladı. Allah’ın onlardan istediği yeni ve adil nizamlar, sistemler kurmak yerine, yayaş yavaş eski atalarından kalma veya örnek olmak ve kurtarmak zorunda oldukları başka toplumların zulüm, zorbalık ve başkalarına tahakküm temelli yanlış yollarına, izlerine, saltanata ve şark despotizmine doğru kaymaya başladılar. Hazreti Peygamberin vefatının üzerinden daha otuz yıl geçmeden onun örnekliğini ve liderliğini yaptığı o güzel ve mükemmel siyasi, iktisadi, sosyal sistem artık neredeyse tanınmaz hale gelmişti. Aslında bunda fazla şaşılacak bir durum da yoktur. İnsan sürekli değişime ve etkilenmeye, bu arada hatalar da yapmaya çok açık bir yaratıktır. Nitekim Kur’an’a yakından baktığımızda bütün insanların yanılabilecekleri, hakkın da, batılın da iktidar ve egemenlik dönemlerinin devamlı olamayacağı, ikisi arasında konjonktürel gelgitler yaşanacağı, bunun kıyamete kadar böyle sürüp gideceği, herkes kendi tıynetine, kimlik ve kişiliğine göre tutum ve davranışlar geliştirirken Allah’ın da dinini, yolunu bütün dinler ve yollar üzerine üstün getirme iradesinden vazgeçmeyeceği, eğer üstlerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirirlerse Müminlere de yardım edeceği, destek vereceği, onları düşmanlarına karşı mansur, muzaffer ve muvaffak kılacağı, galip, üstün ve hakim duruma getireceği yolundaki temel vaatlerle, gerçeklerle ve haberlerle karşılaşırız (Saff Suresi, Ayet: 9; Al-i İmran Suresi, Ayet: 159; Fetih Suresi, Ayet: 7; Rum Suresi, Ayet: 47; Gâfir Suresi, Ayet: 51; Muhammed Suresi, Ayet: 7; Ali İmran Suresi, Ayet: 160; Saffat Suresi, Ayet: 171-173; Nur Suresi, Ayet: 55). Binbeşyüz yıllık İslam tarihi de bu haberlerin doğrulanmasından, Allah’ın vaadini her zaman fazlasıyla yerine getirdiği gerçeğinin ispatından başka bir şekilde yorumlanamaz. Öyleyse şimdiki ve bundan sonraki Müslümanlara düşen, Allah’ın büyük lütuflarına layık olmaya çalışmak, geçmişten de ibret ve ders alarak şimdiye kadar yapılamayanları yapmaya, başarılamayanları başarmaya çalışmaktır. İdeal olanın geçmişte tam olarak gerçekleşememiş olmasına bakılarak, bundan sonra da gerçekleşemeyeceği öne sürülemez. Hele hele İslami literatürde çok rastlanan, bundan sonra artık şeyin daha da kötüye gideceği, kıyamete kadar dünyanın ve insanların durumunda hiçbir düzelme olamayacağı gibi yanlış ve bozuk düşünce ve kanaatler İslami inanışa, Allah’ın adetine, sünnetine; Kur’an’daki açık vaatlerine tamamen aykırıdır. Müslümana yakışan, Peygamber Efendimizin ‘Benim ümmetim yağmur gibidir; başının mı, sonunun mu daha hayırlı olduğu bilinmez’ sözünü gerçekleştirmek için var gücüyle, ihlas ve samimiyetle çalışmak, buna göre hedeflerini, himmet ve gayretlerini yüce ve üstün tutmaktır. Hazreti Mevlana da aynı zamanda işte hep bu gerçeği savunmuş, bu ümitleri terennüm etmiş bir ümit ve aydınlık şairidir. O, olup bitenlere bakarak çaresizliğe, ümitsizliğe, şaşkınlığa, sapıklığa, sapkınlığa düşenlere, dünyaya ve kaderine küsenlere şu diriltici çağrı ile seslenir:

Ümitsizliğe düşme, ümitler var!

Karanlığa sapma, güneşler var!

Hazreti Mevlana, kamu yönetimi, siyaset ve idare ile ilgili işlerin, toplumun en önemli işlerinden olduğunu görebilmiş ve takdir edebilmiş nadir şahsiyetlerimizdendir. O, devletin, daha doğrusu devlet gücünü elinde bulunduranların aldıkları sosyal, siyasi, ekonomik vb her türlü kararların, yaptıkları uygulamaların, bütün vatandaşları az ya da çok olumlu veya olumsuz olarak etkilediğini ve ilgilendirdiğini çok iyi görebilmiş ve değerlendirebilmiş bir dehâdır. Ona göre, kamu yönetimi, siyaset ve idare asla boş bırakılabilecek, boş verilebilecek, ihmal edilebilecek, ilgisiz kalınabilecek, kim üstlenirse üstlensin aldırılmayabilecek bir konu değildir. Bu işler asla ihmal edilmemeli, ayağa düşürülmemeli, ehliyetsizlere, liyakatsizlere, erdemsizlere, hünersizlere, kötü niyetli ve yanlış ellere bırakılmamalıdır. Dolayısıyla ne yapılıp edilmeli, kamu yönetimi ile ilgili görevlerin, toplumun mutlaka en ehliyetli, en liyakatli, en dirayetli, en iyi yetişmiş, en hayırlı, en ahlaklı, en erdemli, en hünerli, en iyi, en dürüst, en yetenekli insanları tarafından üstlenilmesi ve yürütülmesi, sağlanmalıdır. Dinin de, aklın da, mantığın da gereği budur. Bu konudaki en ufak bir ihmal herkese çok ağır bedeller ödetecek, çok ağır sorumluluklar getirecektir. Onun anlayışına göre, iyiler, hünerli, erdemli, akıllı, ehliyetli ve liyakatli kimseler siyasete, kamu yönetimine ve kamu hizmetlerine ilgisiz kalamazlar, kamu yönetiminde ve bürokraside görev almaktan kaçınamazlar, kaçınmamalıdırlar. Çünkü iktidar asla boşluk kabul etmez. Onların boş bıraktıkları alan hemen kötüler, cahiller, ahmaklar, ehliyetsizler ve liyakatsizler tarafından dolduracak, onlar da kaçınılmaz olarak herkesle beraber kötüler tarafından yönetilmeye mecbur kalacaklardır. Çünkü hiçbir toplumda siyasetten kurtuluş yoktur. Dolayısıyla onlar siyasetle ilgilenmeseler bile siyaset onlarla hem de en yoğun ve en olumsuz şekilde ilgilenecek, onlara yapacağını yapacak, sonuçta hem dünyalarını, hem de ahıretlerini zarar ve ziyan çekeceklerdir.

Mevlana, İslam’ın bu konudaki temel ilke ve prensiplerden, İslam’ın özünden bir hayli uzaklaşmış zamanının, hatta onun zamanına kadarki yanlış uygulamaları ve uygulamacıları şiddetle eleştirmekten de geri durmamıştır. Mevlana’ya göre; dünyada hiçbir zaman iyiler ve iyilikler de kötüler ve kötülükler de eksik olmamıştır, kıyamete kadar da eksik olmayacaktır. Ama dünyayı yaşanmaz hale getiren, kötüler ve kötülükler değil, kötülere bu kötülükleri yapabilme imkân ve fırsatlarının verilmesi, kötülüklerin önlenmesi için iyilerin üstlerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmemeleri, kötülüklere seyirci kalmalarıdır. Bir toplumda eğer iyi ve dürüst insanlar, mazlum, mağdur, mağlup, zayıf, ezik, zelil, çaresiz duruma düşmüşler, insanca ve Müslümanca bir hayat yaşayamaz hale gelmişlerse, ilk yapmaları gereken şey bunun nedenlerini iyi araştırmaları, özellikle de bu halin en çok da kendi hatalarından, suçlarından, günahlarından ve ihmallerinden kaynaklandığının farkına, ayırdına ve bilincine varabilmeleridir. Herkes çok iyi bilmeli ki, başlarına gelen bütün sıkıntıların, felaketlerin, zulümlerin, acıların, ızdırapların ana kaynağı ve gerçek sebebi kendileridir, kendi yapıp ettikleridir. Başka suçlular aramaya, suçu başkalarının üzerine atmaya, değişik mazeretlerin ve bahanelerin arkasına sığınmaya kalkmadan önce, herkes olup bitenlerle ilgili olarak öncelikle kendi sorumluluklarının, hatalarının farkına ve bilincine varmaya, bu zillet ve perişanlıklardan kurtulabilmek için üstlerine düşen görev ve sorumluluları tam olarak bilip yerine getirmenin yollarını aramaya çalışmalıdır. Bu Allah’ın bize bildirdiği temel gerçeklerdendir:

Başına her ne iyilik ve güzellik gelirse (bil ki bu) Allah’tandır (Allah’ın yarattığı kolaylıklar, sağladığı imkânlar sonucudur. O’nun sana lütfu, keremi, ihsanıdır). Öte yandan başına gelen her kötülük, her fenalık da senin kendindendir. (Yani senin kendi yaptığının cezasıdır. Dolayısıyla başına gelen bütün sıkıntılar, belâ ve musibetler, senin kendi hatalarının, tedbirsizliklerinin, kusurlarının bir sonucudur) (Nisa Suresi, Ayet: 79).

Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı (günahlar) yüzündendir. Allah ise günahların birçoğunu bağışlıyor (da bundan dolayı size hak ettiğiniz halde daha fazla bela ve musibet vermiyor) (Şura Suresi, Ayet: 30).

Şüphesiz ki Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler (Yunus Suresi, Ayet: 44).

MÜHRÜ ŞEYTANA VERME; MÜLKÜ HARÂB EDERSİN!

Hazreti Mevlana’nın siyaset, kamu yönetimi ve bürokrasi üzerine söylediklerini, hatta söylemek isteyip de söyleyemediklerini Menâkıb’ül-Ârifîn’de kendisinden nakledilen şu tek mısrada özetlemek mümkündür:

Mührü şeytana verme; mülkü harâb edersin! (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki, s. 244)

İlk bakışta herkes tarafından kolayca anlaşılabilecek gibi açık ve basit görünen, sehl-i mümtenî ama aynı zamanda da özün özü ve özetin özeti niteliğindeki bu vecize üzerine ne kadar geniş kapsamlı şerhler yazılsa, açıklamalar, yorumlar yapılsa yine de izaha muhtaç tarafları kalabilecek kadar derin ve geniş anlamlar yüklüdür. Hatta Mevlana’nın bu konuda söylediklerinin tamamını bu vecizenin şerhi sayabilmek de mümkündür.

Mühür, ‘Mühür kimde ise Süleyman odur’ vecizesinden de anlaşılacağı üzere iktidar gücünü, yönetme, emir verme, hükmetme yetkisini temsil eder. Binlerce yıldan beri bütün resmi kararlar, belgeler, buyruklar, yazılı emirler ancak mühürle geçerlilik kazanır. İktidar gücü deyince ilk akla gelen, hem peygamber, hem de hükümdar olan Hz. Süleyman`ın da bir mührü vardı. Bütün dünyaya, insanlara, cinlere, kurtlara, kuşlara, bütün canlılara da bu mühürle hükmederdi. Hatta bazı rivayetlerde bir zaman bu mührü çaldırdığı, bu yüzden artık iktidardan ve yönetme yetkisinden de mahrum kaldığı, onun yerine mührü çalanın aynı yetkiyi kullanmaya başladığı, sonra Süleyman Aleyhisselam’ın mührünü ele geçirerek tekrar iktidara ve yönetime dönebildiği de haber verilir. Bu kıssadan yola çıkılarak da bu söz söylenmiş ve meşhur olmuştur. Bir işte yetki kime verilmişse onun amir ve baş olduğu, onun sözünün dinleneceği, onun buyruğunun geçerli olacağı, sözün onda biteceği, karar alma ve uygulatma yetkisinin onda olduğu, bütün iş ve işlemlerin onun istediği şekilde yürütüleceği ifade edilir.

Eskiden bizim anıt eserlerimizde, tarihi binalarımızda da en çok kullanılan mimari motiflerin başında bu Mühr-i Süleyman gelirdi. Bu da bizim kültürümüzde meşru yönetim yetkisine ne kadar önem verildiğinin bir göstergesidir. Hz. Peygamberin de 629’dan itibaren üzerinde “Muhammed’ur Rasûlullah” (Muhammed Allah’ın Elçisidir) sözleri kazınmış olan bir mühür kullandığı, yazı ve belgeleri bununla imzaladığı bilinmektedir. Osmanlılar’da da resmi olsun, kişisel olsun bütün önemli belgeler, mektuplar mühürle geçerlilik kazanırdı. En önemli mühür ise sadrazam tarafından taşınan ve onun padişahın mutlak vekili olduğunu simgeleyen Mühr-i Hümayun idi.

Eski dilde mülk denince akla, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan toprakların tümü, ülke, vatan gibi anlamlar gelirdi. ‘Adalet mülkün temelidir’ vecizesi de bunu ifade eder. Mülk kelimesinin, Kur’an’da kainat, evren, bütün varlık alemi gibi daha da geniş anlamlarda kullanıldığı da görülmektedir.

Şeytan kelimesinden sadece İblis veya cinlerden olan şeytanlar anlaşılmamalıdır. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de insan cinsinden olan şeytanlardan da söz edilir: “Biz böylece, her nebiye insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar birbirini aldatmak için süslü ve yaldızlı sözlerle vesvese verirler” (En’am Suresi, Ayet: 112).

Mevlana da şeytanı daha çok azgın, sapık, isyan edip baş çekmiş, yoldan çıkmış asi, kötü, kötülük gibi anlamlarda kullanır ve der ki: ‘Şeytanlık lügatte baş çekmedir. Bu sıfat lanete layıktır (Mesnevi, Cilt V, beyt: 525)’ der.

Bilindiği gibi, Kur’an’da iyi ve kötüler arasındaki mücadelenin iki baş figürü ve başrol oyuncusu olarak Hazreti Âdem ile Şeytan arasındaki mücadelelere yer yer dikkat çekilir. Hazreti Mevlana’ya göre bu mücadelede esas belirleyici unsur, insanın üzerine düşeni yapıp yapmadığıdır. Eğer insan üzerine düşeni tam olarak yerine getirirse, şeytan bile ona hiçbir zarar veremez, hiçbir kötülük yapamaz. Hatta Allah dilerse, insan şeytanın kendisine kurduğu tuzaklar, hile ve düzenler yüzünden bile umulmadık yardımlara, lütuf ve keremlere, üstün başarılara, umulmadık hayırlı sonuçlara ulaşır. Öte yandan kendini beğenmişlik, gurur, kibir, kin ve haset gibi şeytani duygu ve sıfatlar, şeytanı içinde bulunduğu üstün durumdan büyük mevki ve makamdan alaşağı etmiş, Allah’ın rahmetinden kovulmasına, lanetlenmesine sebep olmuştur. Hazreti Mevlana, hem bu tür şeytani duygu ve sıfatların çirkinliğine, tehlike ve zararlarına dikkat çeker, hem de bunlardan en çok yönetici durumunda olan iktidar sahiplerinin çekinmesi gerektiğine dikkat çeker:

Şeytan da kimdir ki, Adem’den üstün olsun, böyle bir düzenle oyunu kazansın, onu alt etsin?! Şeytan’ın Âdem’e haset edip kin beslemesi, ona karşı türlü hileler ve düzenler kurması hakikatte ve sonuçta hep Adem’in hayrına ve yararına, o kendini beğenmiş hasetçinin de zararına olmuş, sonuçta lanetlenmesine sebep olmuştur. Şeytan kendini beğendi, kibre, gurura kapıldı, ona karşı oyun oynamaya kalktı ama bu bir oyunu gördü de, o oyunun ardından başına gelecek iki yüz oyunu göremedi. Âdem’in evini ocağını başına yıkmak istedi ama bu arada kendi evinin direğini kendisinin kestiğinin farkına varamadı. Geceleyin başkasının ekinini ateşe vermek isterken, ters yönden esen bir rüzgâr, yaktığı ateşi kendi ekinine çeviriverdi. Uğradığı lanet, şeytana göz bağı oldu da bu yüzden düşmanı olan Âdem için kurduğu hile ve düzenlerle ona zarar ve ziyanlar verebileceğini sandı. Lanet denen şey işte insanı böyle ters görüşlü yapar. Hasetçi sırf kendini düşünür, kendini görür, beğenir de sonunda kindar bir hale gelir. Yapmayı tasarladığı kötülüğün dönüp dolaşıp sonunda kötülükte bulunana geleceğini, ona zarar vereceğini anlayamaz. Mat edecek şeylerin hepsini ters görür. Hâlbuki esas mat olan, zarar eden kendisidir. Eğer kendisinin bir hiçten ibaret olduğunu, yarasının öldürücü ve şiddetli olduğunu bilebilseydi ve bunun gamını, tasasını çekseydi, gönlü dertlenirdi de bu dert onu da içine düştüğü hicaptan çıkarır, çıkmazdan kurtarırdı. Anaları doğum sancısı tutmazsa çocuk doğmaya yol bulamaz. Bu emanet gönüldedir, gönül de gebedir. Bu nasihatlerse ebeye benzer. Ebe: ‘Kadının ağrısı yok, ağrı lazım, ağrı çocuğa yoldur!’ der (Mesnevi, Cilt II, Beyit: 2508 ve devamı).

Mevlana, iktidarın, yönetim gücünün kötülerin elinde, malın cimrilerde, silahın da korkaklarda bulunduğu bir toplumun iflah olamayacağı gerçeği üzerinde önemle durur. Mevlana’ya göre; toplumun her ferdi yönetimin yanlış ellere geçmemesi için çok uyanık ve dikkatli olmalı, böyle bir şeye göz yummamalı, sadece ehliyetli, liyakatli, dirayetli ve dürüst insanların Devlet kademelerinde görev ve sorumluluk üstlenmeleri sağlanmalıdır. Aksi takdirde yönetme gücünü temsil eden Süleyman Mührü, ona layık olanlara değil de götürülüp şeytana teslim edilmiş olur ki, bundan daha büyük bir vebal ve sorumluluk da olamaz.

KAMU YÖNETİMİ NİÇİN EN İYİLERDE OLMALI?

Hazreti Mevlana, bu dünyanın, insanın hem iç dünyasında, hem de onu çevreleyen dış âlemde çetin, şiddetli, kanlı, sonu gelmez, iktidar ve egemenlik mücadeleleri, kavgaları üzerine kurulduğuna işaret eder. Yönetimde insan unsuruna çok önem veren Mevlana, hırs, haset, kin, inat ve bencillik sahibi, cahil ve kötü yöneticilerin vahşilikte ve kötülükte vahşi kurtları bile geçeceklerine dikkat çeker:

İnsanın varlığı bir ormana benzer. İnsanda iyi kötü, güzel, çirkin, temiz, pis, binlerce sıfat, binlerce huy vardır. Bu huylar değişik hayvanlardaki huylara ve karakterlere benzer. Yani bizim vücudumuzda, sanki binlerce kurt, binlerce domuz vardır. İnsanda bu huylardan hangisi galipse, onun hakkında ona göre hüküm verilir. Nitekim bir maden ocağında altın bakırdan fazlaysa, o ocak altın madeni ocağı sayılır. Herkesin bu dünyada işlediklerinin karşılığını göreceği kıyamet gününde de insanlar kendilerinde hangi huy galipse, o huyun suretine sokularak haşir edileceklerdir. Örneğin hasetçiler kurt şeklinde haşir edilecekler. Hırsla dolu, aşağılık ve haram yiyici kişiler, o hesap günü domuz şeklinde, zina edenler, avret yerleri kokarak, şarap içenler, ağızları kokarak dirilecekler. Bu dünyada sadece burnu iyi koku alabilen temiz gönüllerin duyabildiği o gizli kokular, mahşerde açığa çıkıp herkes tarafından duyulacaktır. Bu dünyada insanda an olur kurtluk, an olur domuzluk egemen olur, an olur ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir. Halim, selim Yakup, kurdun Yusuf’a zarar vermesinden korkuyordu. Aslında gerçek kurt, Yusuf’a hiç yaklaşmamıştı bile. Fakat içlerindeki haset kurdu yüzünden, Yusuf’un kardeşleri Yusuf’a kurtların bile yapamayacağı kötülükleri yaptılar, vahşilikte kurtları bile geçtiler. İyiliklerle kötülükler, dostluklarla kin ve düşmanlıklar gizli bir yoldan gönüllerden gönüllere akıp durur. İyi, hünerli ve erdemli insanlardan, sadece insanlar değil, hayvanlar, atlar, öküzler, eşekler, köpekler, koyunlar, keçiler bile etkilenir, yararlı bilgi sahibi olur, akıllanır, değişik hünerler elde ederler. Örneğin serkeş, yabani bir at, eğitilir, eyere, semere alışır, rahvan bir binek atı haline gelir. Ayı oynar, söz dinler, keçi de selam verir. Köpeğe insan huyu geçer de nihayet koca sürüleri güden iyi bir çoban olur, sürüyü her türlü tehlikeden korur yahut av avlar. Ashab-ı Kehf’in köpeğine onlardan öyle bir huy sirayet etmişti ki, sonunda o da onlarla beraber Allah’ı aramaya koyuldu (Mesnevi, Cilt II, beyit 1386 ve devamı).”

Bir toplumu yönetenlerin de o toplumun fertleri arasından çıkacağı gerçeğinden hareketle Hazreti Mevlana, toplumu oluşturan fertler arasında çok çeşitli farklılıklar olduğuna, insan kalitesinin yükseltilmesi, yönetme gücü ve iktidarının, yöneticilik görev ve sorumluluğunun verileceği kişilerin toplumun en iyileri, en hayırlıları, en erdemlileri ve hünerlileri arasından seçilip çıkarılması gerektiğine önemle işaret eder:

Bu dünyada bütün insanlar, aynı değerde, aynı kıymette değildir. Aralarında pek çok farklar, ayrılıklar, aykırılıklar vardır. Hiçbir insanın ne hayatı diğerinin hayatına, ne de ölümü diğerinin ölümüne benzer. Hatta kabirlerini bile diğerinin kabri gibi sanma!

Dünya, eli bir işe ermez, aklı hiçbir şeye yetmez, akılsız, fikirsiz, ruhsuz, duygusuz, milyonlarca insanlarla doludur. Bunlar yeryüzünde tılsım ve cıva gibi kaynaşır dururlar. Sen sırf sayılarına bakarak bunları bir şey sanma! Bunları sayısal olarak yüz bin, milyon veya milyarlarca görüp de çok sayma! Bu doğru bir bakış, doğru bir görüş ve doğru bir değerlendirme değildir. Şu senin milyon, milyar diye saydıklarının gerçek değer ve kıymetlerine bakılacak olsa belki koskoca bir hiçtirler. Öte yandan bazen senin bir veya birkaç kişi diye saydıkların, bakarsın binlere, yüz binlere, hatta milyonlara bedel olabilirler.

Bir toplumda iktidar gücünün, yönetme yetkisinin iyi, temiz, ehliyetli, liyakatli, dirayetli, hayırlı, dürüst kişilerin elinde bulunması, kötülerin ise iyi ve hayırlı kişilere muhtaç ve yönetilen durumunda bulunmaları, iki tarafın da hayrınadır, iyiliğinedir. Her iki tarafın ve dünyanın dirlik ve düzenliği ancak böyle sağlanabilir. Çünkü iyiler, kötüler de dâhil hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapmazlar. Aksine herkesin iyiliğine ve hayrına olacak işler yaparlar, iyilikte ve hayırda yardımlaşırlar, yarışırlar. Fakat kötüler öyle değildir. Onların yalnız iyilere değil, kötülere de zararı olur. Dolayısıyla kötülerin iktidar gücünü, kamu yönetimini ele geçirmesi, iyi ve hayırlı kişilerin ise kötülere muhtaç duruma düşmesi, iki tarafın da bozulmasıyla sonuçlanır. En sonunda bütün dünyanın düzeni bozulur, kötüler dâhil bundan herkes zararlı çıkar. (Mecâlis-i Seb’a ve Mektubattan Seçmeler, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayını, Konya, Haziran 2006, sayfa: 69-71)

Bilgisizlere, ehliyetsizlere, liyakatsizlere her hangi bir yolla ele geçirdikleri mevki ve makamın, elde ettikleri güç ve iktidarın yaptığı kötülüğü, yüzlerce arslan bir araya gelse yapamaz! Bilgisiz, ehliyetsiz, liyakatsiz kimse, acı, kötü buyruklar verebilen bir üst yönetici haline geldi mi, bütün ova sanki zehirli yılanlarla, akreplerle dolar. Bu tür hasetçiler, kötü ağaca benzerler. Bunların yaratılışları acı, bahtları kötüdür. Hasetten coşarlar, ağızları köpürür durur. Allah’ın has kullarının, iyi ve güzel insanların yolunu ve boynunu vurmak, onların dünyadan köklerini kazımak için gizli açık hileler, düzenler kurarlar (Mesnevi, Cilt II, beyit 1570 ve devamı).

Kötü kişilere, mayası bozuk olanlara bilgi öğretmek, sanat belletmek, bunların eline mal, mülk, mevki, makam, güç ve iktidar vermek yol kesen eşkıyanın eline kılıç vermeye benzer. Kötü kişilerin eline düşen bilgi, mal, mevki, iktidar ve buyruk büyük bir fitne kesilir. Bu gibilerin canı delidir, bedenleri de artık zararlı bir kılıca ve silaha dönüşür. Böylelerinin elinden silahın, kılıcın alınması gerekir ki, adalet de, düzen de, nizam da yerini bulsun, herkes hoşnut ve razı olsun. Aslında savaş ve cihad da akılsızlıklarından, cahilliklerinden, Hakka, hakikate, iyiye, güzele düşman olmuş, yalın kılıç onun üzerine saldıran, insanların yollarını kesip onları sapıtmaya çalışan, azgınların, sapkınların, yol kesicilerin elinden kılıcı almak, onların şerlerini def etmek için farz kılınmıştır. Çılgın bir deli, eline bir kılıç geçirmiş ve onunla hem kendisine hem de başkalarına zarar vermeye çalışıyorsa, o kılıcı ne pahasına olursa olsun onun elinden almak gerekir. Eğer silah delinin elinden alınamıyorsa, hiç olmazsa elleri bağlanmalı, yani güç ve iktidar mevkilerinden uzaklaştırılmalıdır. Yoksa sonuç, herkes için felaket olur, onlardan kendilerine de başkalarına da yüzlerce zarar gelir (Mesnevi C. IV. Beyit 1436 ve devamı)

Allah, cihadı ve canilere kısas uygulanmasını emretmeseydi yahut ‘Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır! (Bakara Suresi, Âyet:179)’ demeseydi, Allah’ın yarattığı bir canı öldürmeye, ona kılıç vurmaya kimin haddi olabilirdi? Bu âlemde, ceza da gerekli, ödüllendirme de! Dostlar meclisi de lazım, zindan da! Dost meclisi ihsan sahibi olana, zindan da ham kişiye… Bazıları bir katilin hayatının söz konusu olduğunu öne sürerek kısası hoş görmezler. Onlar sadece bir katilin hayatına bakarlar ama kısas korkusuyla böyle bir iş yapmaktan çekinecek binlerce katil ruhlu kişinin bulunduğunu, böylece yüz binlerce masumun hayatının kurtulacağını düşünmezler. Allah’ın yarattığı hiçbir şey boşuna olmadığı gibi insandaki kızgınlık, hilim, şehvet, öfke, gazap, öğüt, hile gibi duyguların da hepsinin gerektiği ve doğru olduğu yer vardır. Bunların hiçbirisine mutlak olarak hayır ve iyi denemeyeceği gibi, mutlak olarak şer ve kötü de denemez. Kilim dövülmez, tozu dövülür. Burada vurmak gerçekte kötü huyadır. Dost meclisi de var, zindan da… Her ikisi de lazım. Dost meclisi iyiler, ihsan sahibi olanlar, zindan da cezalandırılması gereken ham ve kötü kişiler için gereklidir. Bir yaranın deşilmesi gerekiyorsa mutlaka deşilmelidir. Deşilmesi gereken yaranın üstüne merhem koyarak tedavi etmeye kalkarsan iltihabı, pisliği kökleştirmiş olursun. O iltihap çok geçmeden yaranın altındaki eti de yer. Deşmek yerine merhem koymanın bir türlü faydası olsa bile elli tane de zararı, ziyanı olur (Mesnevi, Cilt VI, beyit 2295 ve devamı).

Bir toplumda hüküm külhanilerin, kötülerin eline geçerse, başka yararlı işleri bir tarafa bırakırlar da Zünûnu Mısrî gibi erdemli, iyi ve yüce kişileri zindanlara atarlar, işkencelere uğratırlar. Kalem gaddarın elinde olursa, tutarlar Mansur’u dâra çekerler. İktidar, hüküm ve hükümet, kötü kişilerin elinde olursa, elbette onların anlayışına göre en önce peygamberleri öldürmek lazımdır. Nitekim yol azıtmış böyle kötü toplumlar, aptallıklarından dolayı, kendilerini Allah’ın yoluna çağıran elçilere:

Biz sizi şom, uğursuz bilmekteyiz. Bize sizin yüzünüzden kötülük geliyor! (Yasin Suresi, Ayet:18-19)’ demişlerdi (Mesnevi, C. II. Beyt: 1393 ve devamı).

Eğri merdivenin gölgesi de eğri olur. Eğrilikte kalan aşağılık kişiler, peygamberlere de büyücü ve eğri adamlar diyorlardı. (Mesnevi, Veled İzbudak Tercümesi, Devlet Kitapları, İstanbul, 1974, C. V, sayfa, 162-163)

Adam olmayan kimse, mal, mülk, mevki ele geçirdi mi, kendi rezilliğini kendisi istiyor demektir. Ya cimrilik, nekeslik eder, harcanması gereken yerde ya az harcar, ya hiç harcamaz yahut cömertlik ettiğini sanarak müsriflik eder, kamu imkânlarını gereksiz ve yersiz saçar savurur. Doğru, yararlı, güzel işlerin tarafına bakmaz, yanlış, zararlı, gereksiz işlerin peşine düşer, ömrünü gününü boş yere tüketir. Üst göreve layık olanı alt göreve indirir, alt göreve layık olanı üst göreve çıkarır. Tutar, şahı vezir hanesine kondurur. Faydalı, gerekli, hayırlı, güzel işler başarabilecek, becerikli, iyi, dürüst ve değerli insanların yollarını keser de, zalim, muzır, asalak, zararlı kimselerin önlerini ve yollarını açar, gül yerine zararlı otları, dikenleri sulayıp büyütür. Kötü niyetli kişileri mutlaka uzak tutulmaları gereken yerlere yükseltir. Bununla da birilerine iyilik ettiğini, iyi şeyler yaptığını sanır. İşte ahmak kişinin ihsanı böyle olur. Kendi günah, hata ve kusurlarının üstüne, bir de vasıta, aracı ve vesile olduklarının veballeri eklenir, sonuç olarak zaten az olan iyi işlerini de hiçe indirmiş, dünya ve ahirette hesapsız kayıplara uğramış olur.

Buyruk verme ve yönetme yetkisi yol azıtmış bir sapığın eline düştü mü, eline mevki ve güç geçtiğini sanır ama o aslında bir kuyuya düşmüştür. Yol bilmez ki kılavuzluk etsin. Çirkin canı, dünyayı yakar yandırır. Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye kalkışırsa, ardına düşenleri, düşkünlük, perişanlık gulyabanisi yakalayıverir. Gel, sana ayı göstereyim der; oysaki o nursuz pirsiz, hiç mi hiç kendisi ay görmemiştir. A ham kişi, a bön adam! Sen ömründe, suya vurmuş ay bile görmemişken, ayın kendisini nasıl gösterebilirsin? (Mesnevi, C. IV, Beyit 1447 ve devamı)

Rivayete göre bir gün İsa Aleyhisselamı korku ve telaş içinde kaçarken görmüşler ve kendisine kimden ve neden kaçtığını sormuşlar. Hazreti İsa, onlara ahmaktan kaçtığını söylemiş. Bu sefer kendisine, bildiği ve okuduğu Allah adının, İsm-i Âzam duasının köre, sağıra, ölüye bile tesir ettiği halde, ahmağa neden tesir etmediğini sormuşlar. Hazreti İsa onlara şu cevabı vermiş: “Ahmaklık Allah’ın kahrıdır. Hastalık, körlük, sağırlık, kötürümlük, sakatlık gibi engeller ise kahır değil, bir iptila, bir imtihandır. Böyle iptilâlara uğrayanlara Allah da acır, kulları da acır. Çünkü bu acınası bir durumdur. Fakat ahmaklık öyle değildir. Ahmaklık öyle bir illettir ki, ahmağa da, onunla düşüp kalkana da, görüşüp konuşana da, kısaca herkese zarar verir. Eğer Allah bir adama ahmaklık mührünü ve damgasını vurmuşsa, artık onun derdine bir çare bulmanın imkânı yoktur!” Demek ki, ahmaklardan gelebilecek zararlardan kurtulmanın tek çaresi, Hazreti İsa onlardan nasıl kaçtıysa, öyle kaçmaktır! Ahmaklarla sohbet, nice felaketlere, nice kanlar dökülmesine neden olmuştur. Güneşli hava, suyu nasıl yavaş yavaş çeker alırsa, ahmak da insanın dinini öyle çalar, öyle çeker alır! Üstüne oturulan soğuk taş, insanın hararetini nasıl çeker, insan nasıl soğuk alır hastalanırsa, ahmak da insanın içindeki Hak, hakikat aşkını, ateşini, hararetini, iştiyakını öyle çalar, insana öyle soğukluk verir Bilgisizlere, ehliyetsizlere, liyakatsizlere her hangi bir yolla ele geçirdikleri mevki ve makamın, elde ettikleri güç ve iktidarın yaptığı kötülüğü, yüzlerce arslan bir araya gelse yapamaz! Bilgisiz, ehliyetsiz, liyakatsiz kimse, acı, kötü buyruklar verebilen bir üst yönetici haline geldi mi, bütün ova sanki zehirli yılanlarla, akreplerle dolar. Bu tür hasetçiler, kötü ağaca benzerler. Bunların yaratılışları acı, bahtları kötüdür. Hasetten coşarlar, ağızları köpürür durur. Allah’ın has kullarının, iyi ve güzel insanların yolunu ve boynunu vurmak, onların dünyadan köklerini kazımak için gizli açık hileler, düzenler kurarlar (Mesnevi, Cilt III, beyit 2570 ve devamı).

Ahmaklar, kötüler baş olunca, iyiler ve akıllılar başlarını kilim altına çekmekten başka çare bulamazlar. Çaresizlikten ya zaruret yüzünden ölü etinin bile yenmesine cevaz verildiğini delil göstererek, içine düşürüldükleri zaruretlerden, sıkıntılardan ve mahrumiyetlerden kurtulabilmek için kötülerle bağdaşmak zorunda kalırlar. Bu da herkes için çok kötü ve kabul edilemez bir durumdur. Şiir:

Zamanede kötülük rağbet bulur da, iyiler bile adı kötüye çıkmışlara varırlar,

Kendilerini temize çıkarmak için kötülere yaltaklanırlarsa, büsbütün batarlar.

İyi insanlar ve gerçek müminler, bal arısı gibi bal madeni, kâfirler ise yılan gibi zehir madeni oldular. Çünkü iyi insanlar ve gerçek müminler bal arısı gibi hep seçilmiş, helal, temiz, şifalı gıdalarla beslenirler, iyi ve güzel fikir ve düşünceler geliştirirler, onun için onlardan ebedi hayat veren manevi gıdalar meydana gelir. Kâfirler ise haramla, pislikle, irinle beslenirler, kötü ve zararlı fikir ve düşünceler geliştirirler, bunlardan da ölümcül manevi zehirler meydana gelir. İyi insanlar, gerçek Müslümanlar, kendilerine verilen iktidarı, güç ve kudretleri Allah’ın hoşnutluğunu kazanmalarını sağlayacak iyi ve güzel işler yapmak için kullanırlar. Böylece ellerindeki sermayeyi en kârlı şekilde kullanmış ve çok büyük kazançlar elde etmiş olurlar.

Bütün üstünlükler Hak’tan gelir. Hallerin değişmesi de O’ndandır. Cenâb-ı Hak, bu kuvvet, kudret, ikbal ve idbâr, izzet ve zillet, zafer ve yenilgi günlerini zan ve yakîn ehline nöbetleşe gösterir. Ey ikbal ve iktidar nöbetine erişen! Kendine gel, sevinip, böbürlenme, gururlanıp kibirlenme! Sen de nöbetle mukayyetsin, özgürlük taslama! (Mesnevi, Cilt I, beyt 1367-1369)

Ellerinde güç, kudret ve imkân varken bunların kıymetini bilenlere, kudret ve iktidar zamanını boşa geçirmeyenlere, bunun çok önemli bir fırsat olduğunu kavrayıp bu fırsatları en iyi şekilde değerlendirebilenlere, kudret atına binip, ihtiyar dizginini de aklın eline vererek hayırlı ve güzel işler yapabilenlere ne mutlu!

Bu dünyaya nice iyi ve güzel adamlar geldiler, arkalarında çok güzel eserler, usuller ve adetler bırakıp da gittiler. Kötü adamlardan ise geriye zulümler ve lanetler kaldı. Kim fena bir yol, usul ve adet bırakır da giderse, arkasından ona her an lanet gider durur. Kurduğu kötü usul, adet, yol ve sistem yüzünden işlenen bütün zulümlerin günahını Allah, eksiksiz fazlasız o ilk zalimden itibaren arayıp, sorar. Kıyamete kadar o kötülüğün cinsinden ne vücuda gelirse, yüzü o ilk kötülüğedir. Tatlı suyla tuzlu su; damar damardır. Halk arasında sur üfürülünceye dek birbirine karışmadan böyle gider durur. İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirasıdır? ‘Evrensel kitap’ mirası! (Mesnevi, Cilt I, beyt 743-747)

Peygamberler ve onlara inananlar insanlık tarihi boyunca hep aynı yolda çalıştılar. Çok çileler, cefalar çektiler, çok kahırlar gördüler ama en sonunda en büyük mükâfata da onlar nail oldular. Allah, onların mücahedesini zayi etmedi. Noksanları tamam sayıldı. Onların her hususta başvurdukları çareler de çok latifti, hoştu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir. Ey ulu kişi! Sen de bu nebiler, veliler, Allah dostlarının yolunda çalış! Bu yol, daha önce gidenlerin ayak izleriyle dopdolu, sapasağlam bir yoldur. Bir kimse bu Allah’a iman, ibadet ve itaat yolunda yürür de, bir an bile ziyan ederse ben kâfirlerden olayım! (Mesnevi, Cilt I, beyt 971-978)

Hazreti Mevlana siyaset ve idare konusuna, insan için son derece önemli olan dilediğini yapabilme, dilediği gibi yaşayabilme iktidarı, gücü veya seçim, irade ve ihtiyar yetkisinden ve gücünden mahrum kalma tehlikesi açısından da bakmış, bunları kaybetmemenin ne kadar gerekli olduğuna da önemle değinmiştir:

Dilediğini yapabilme gücüne, kudretine, iktidarına, iradesine, ihtiyarına, bilincine sahip olabilmek gerçekten büyük bir ayrıcalıktır. Sahip olduğu bu ayrıcalık nedeniyle Allah, insanoğlu hakkında: ‘Kerremnâ’ yani ‘Biz onu (insanı) gerçekten şan ve şeref sahibi kıldık! (İsrâ Suresi, Ayet: 70)’ buyurmuştur. İnsan, sahip olduğu bu üstünlüğe dilediğini yapabilme gücüyle, irade ve iktidarıyla erişebilmiştir. İnsanın yaptığı bütün güzel işler ve ibadetler ancak dilediğini yapabilme iradesi ve kudretiyle anlam kazanır. Çünkü iyiler, bu iyiliği, bilerek, isteyerek, bilinçli ve şuurlu bir şekilde yaptıkları için, övgüye, takdire, ödüle hak kazanırlar. Bu irade, güç, iktidar ve seçim sayesinde insanların bir kısmı bal arısı, bir kısmı da zehirli yılan gibi oldular. Müminler bal arısı gibi bal madenine, kâfirler de yılan gibi zehir madenine benzerler. Çünkü müminler bal arısı gibi hep seçilmiş, helal, temiz, şifalı gıdalarla beslenirler, onun için onlardan ebedi hayat veren manevi gıdalar meydana gelir. Kâfirler ise haramla, pislikle, irinle beslenirler, bunlardan da ölümcül manevi zehirler meydana gelir.

Yine Kur’an’dan öğrendiğimize göre, aslında varlık âlemindeki canlı cansız her şey, bütün varlıklar, Allah’ı tesbih etmektedirler: ‘Yedi gök ile yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler (O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini anarlar). O’nu hamd ile tespih etmeyen (O’nun yüceliğini, aşkınlığını övgüyle yankılamayan) bir tek nesne yoktur. Ancak, siz onların tespihlerini (yücelemelerini) anlayamaz, kavrayamaz, algılayamazsınız! O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır (İsra Suresi, Ayet:44)’. Ancak onların bu tesbihleri, şuursuzca ve gayri iradi olarak yaptıkları bir tesbihtir. Yaratılışları gereği onların başka türlüsünü yapabilme, tercih edebilme imkânları da yoktur. Dolayısıyla onların bu tesbihleri kendi serbest iradeleriyle, kendi seçim ve tercihleriyle, gönüllü olarak bilerek ve isteyerek yaptıkları bir tesbih olmadığı için bu tesbihlerinden dolayı onlar herhangi bir ödül veya sevap kazanamazlar (Mesnevi, Cilt III, beyt 3285 ve devamı).

Allah: ‘Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir (Ahzâb Suresi, Ayet: 72) buyuruyor. Bu ayeti kerimede ‘emanet’ ifadesiyle zikredilen, bu dilediğini yapabilme gücü, kudreti, iktidarı, iradesi, ihtiyarı, bilinci, aynı zamanda bunun sorumluluğudur. Diğer varlıklara da teklif edildiği halde onlar bu emanetin, bu ağır yükün sorumluluğundan çekinerek üstlenmek istememişlerdir. Bu çok büyük bir üstünlük ve ayrıcalıktır ama sorumluluğu da ona göre büyüktür. Bu büyük sınavın altından başarıyla çıkabilmek herkesin harcı değildir. Her nimetin, bir külfeti, her emanetin de bir sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk gerektiği gibi yerine getirilmediğinde, nimet sanılan şeyler çoğu zaman külfete dönüşür, insanın başına çok büyük işler açar, onu çok büyük felaketlere sürükler. Dolayısıyla bir şeyin nimet olup olmadığı dış görünüşünden değil, sonucunda Allah katında insana ne kazandırıp ne kaybettirdiğinden anlaşılır.

İnsan, gerçek durumunu eline imkânlar geçtiğinde ve acizlikten kurtulduğunda ortaya koyabilir. İnsanların kimisi eline bir silah geçirdiğinde, mevki, makam, güç ve kuvvet ve iktidar sahibi olduğunda, bununla Allah yolunda cihat etmenin yollarını arar, kendisine şehitlik veya gazilik yolunu seçer, bazıları da bununla yol kesip eşkıyalık yapmayı tercih eder. Gönlünü esas bağlaması gerekene bağlamayıp, başka hırsızlara kaptıran kişi, olmayacak heveslerin ve isteklerin peşinde koşmayı kendisine huy edinir. Nice insanlar vardır ki, güçsüz, aciz, zayıf ve yoksulken, elleri bir işe ermezken, samimiyetle, canla başla kendilerini herkese iyilik yapmaya, Allah’a ibadete ve kulluğa verirler de, zenginleştikten, güç ve iktidar sahibi olduktan sonra tamamen değişirler. Allah’a kulluk etmeye sabır ve tahammülleri kalmaz, daha önce imkânsızlıklar yüzünden yapamadıkları birçok kötülükleri, günah ve isyanları yapmaya başlarlar. Çünkü artık ellerine dilediklerini yapabilme imkânı geçmiştir. Nihayet bu servet, zenginlik, mevki, makam, iktidar ve güç yüzden artık başları beladan, gönülleri de üzüntüden, dertten, kederden, sıkıntıdan kurtulamaz olur. Hatta Allah’ın rahmet kapısından da kovulmalarına sebep olur. Dolayısıyla böyle zayıf karakterli, hırslı, hep kötülüğü emreden nefislerinin esiri olmuş, kötü arzu ve istekleri bitip tükenmeyen insanlar için acizlik ve yoksulluk onları pek çok belalardan ve musibetlerden kurtarır. Böyleleri için iktidar, güç, mevki, makam, büyük imkânlar değil, yoksulluk ve acizlik daha büyük bir sermayedir.

Gerçek Müslümanlar, onlara verilen güç, kudret ve iktidarı, her türlü imkânları, yüksek bir bilinçle Allah’ın hoşnutluğunu kazanmalarını sağlayacak işlerde kullandıkları, böylece ellerine verilen sermayeyi en kârlı şekilde değerlendirdikleri için Allah’ın eşsiz nimetlerine, ihsanlarına, lütuflarına, keremlerine ererler, çok büyük kazançlar elde ederler. Ellerinde güç, kuvvet ve imkân varken bunların kıymetini bilenlere, kudret zamanını boşa geçirmeyenlere, bu fırsatı kaçırmayanlara, kudret atına binip ihtiyar dizginini de aklın eline vererek hayırlı ve güzel işler yapanlara ne mutlu! Ne mutlu o kimseye ki, Allah onu malla, güzellikle, şerefle ve saltanatla rızıklandırdı ve o da buna karşı malı ile beraber cömertlik sahibi, güzelliğiyle beraber iffet sahibi, şerefiyle beraber alçak gönüllü ve saltanatıyla (iktidarıyla) beraber adalet sahibi oldu. (Hadis) (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki, s. 356)

Hazreti Mevlana yönetim sorumluluğunun mutlaka iyilere verilmesi, iyiliğin yaygınlaştırılması, kötülüklerin önlenmesi gerektiği üzerinde önemle dururken, kötülerin asla şahsına, etine, kemiğine düşman olunmaması gerektiğini de vurgular. Hatta iyilere kin tutan, düşmanlık eden kötülere bile kin tutulmaması, aksine acınması gerektiğini, elden geldiğince onların da doğru yolu bulmaları, kötülük yapma huylarından vazgeçirilmeleri için çalışılması, yardım edilmesi gerektiğini öğütler:

Vurmak hakikatte kötü huyadır. Kilim dövülmez, tozu dövülür. Gerçekte düşman olan da onun eti, derisi değil, ondaki kötü niyetler, kötü duygu ve düşüncelerdir.

Kötülerin kötülüklerine acıyın! Benliğin, kendini görüp beğenmenin etrafında dolaşmayın. Kendinize gelin! Allah’ın gayreti, pusudan çıkmaya görsün, baş aşağı yerin dibine gidersiniz! (Mesnevî, Cilt I, beyt: 3416-3417)

Kinin yüzünden yol azıtanlara kin tutma! Çünkü onların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar. Çünkü kinin aslı cehennemdir. Senin kişisel kinin de o bütün parçası, dinin ise düşmanıdır. Mademki sen cehennemin parçasısın; aklını başına al parçayı bütününün yanına koyarlar. Acı, mutlaka acılara katılır. Batıl söz, yanlış bir iş nasıl olur da Hakk’a ulaşabilir? Gül suyu isen seni başa sürerler, koyuna serperler, sidik gibi pissen dışarı atarlar. Koku satanların tablalarına bak! Her cinsi, kendi cinsinin yanına korlar. Cinsleri kendi cinsleriyle karıştırırlar, bu uygunluktan da ayrı bir güzellik, hoşluk, süs meydana getirirler. Temiz şeyler temizlere aittir; pislere de pis şeyler layıktır. Kendine gel! (Mesnevi, Cilt II, beyit 271 ve devamı).

Mevlana’ya göre herkesin inkârı, cahilliğinden, bilgisizliğinden, anlayışsızlığından kaynaklanmaz, bazıları haset, kin, düşmanlık, gurur, kibir gibi değişik sebepler yüzünden, doğruyu görse ve bilse bile yanlışı, hakkı görse bile inadına batılı tercih edebilir:

Dikkat edersen görürsün ki her münkirin inkârı, sırf inkâr için değildir. Çoğunun inkârcılığı hasedinden, inadından, düşman gördüklerini kahretmek yahut üstün olmayı dilemek, kendini göstermek içindir (Mesnevî, IV, 2991-2992).

MÜMİNLERİN DÜNYAYA NİZAM VERME SORUMLULUĞU

Hazreti Mevlana’ya göre, Allah yeryüzünü hakla batılın, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın güzel ile çirkinin mücadele sahası yapmıştır. Müslümanlık sadece iman ve inanç esaslarından ibaret değildir. Allah’ın varlığına ve birliğine inanmakla insanın bütün görev ve sorumlulukları bitmiş olmaz, aksine daha yeni başlamış olur:

İnsanlar, (sadece) “İnandık! (İman ettik!” demeleriyle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Andolsun ki biz onlardan öncekileri de sınadık (Nice imtihanlardan geçirdik). Elbette Allah imanında sadık ve doğruları da ortaya çıkaracak, samimiyetsiz ve yalancı olanları da ortaya koyacaktır (Ankebut Suresi, Ayet: 2).

O, ölümü de, hayatı da hanginizin daha güzel işler (ameller) yapacağını sınamak (denemek, imtihan etmek, ortaya koymak) için yaratmıştır (Mülk Suresi, Ayet: 2).

Mevlana, ümmetlerin, toplumların en hayırlısı, en üstünü ve en şereflisi olarak Muhammed (SAV) ümmetini, devirlerin, dönemlerin en hayırlısı olarak da onlarla başlayıp kıyamete kadar sürecek olan bu ahir zaman devrini görür ve der ki:

İnsanların en üstünü Hazreti Muhammed (SAV), yolların en güzeli onun yolu, toplumların en üstünü onun ümmeti, devirlerin en üstünü de onunla başlayıp kıyamete kadar devam edecek olan bu devirdir. O halde, Allah’ın bize şu büyük lütfuna, keremine, ihsanına bakın ki, bizi ahir zaman toplumu kıldı. Yaratılmışların en üstünü ve en şereflisi olan o Ahir Zaman Peygamberi’ne ümmet eyledi, Kur’an’da da ümmetlerin en hayırlısı olarak niteledi. Zamanların sonuncusu, ilk devirlerden daha üstündür. Hadiste ‘Âhirûnes Sâbikûn’ ‘Sondan gelip de öne geçenler’ denilmektedir. O ahir zaman peygamberine ümmet olabilmek, onun faziletli, üstün ve güzel devrine erebilmek kadar büyük bir talih, yüce bir şeref, hayaller üstü bir üstünlük olamaz. Sadece başka ümmetler değil, bu devrin üstünlüğünden haberdar olan pek çok peygamber bile bu devre hayran olmuşlar, gıpta etmişler, Muhammed ümmetinden biri olarak bu devirde yeniden var olmayı can ü gönülden arzu etmişler, hatta Allah’tan niyaz etmişlerdir.

Bu üstünlük, bu fazilet ve şeref doğal olarak bu devri idrak eden Müslümanlara çok büyük görev ve sorumluluklar, borç ve mükellefiyetler de yüklemektedir. Dolayısıyla hiçbir Müslüman olayların akılsız, fikirsiz, bilgisiz, bilinçsiz, etkisiz, pasif bir seyircisi ve şuursuz bir nesnesi olamaz. Günümüzde olduğu gibi düzensizlik, sistemsizlik veya bozuk düzen işler Müslümana asla yakışmaz. Aksine o tam bir iman, ilim, akıl, fikir, şuur, bilinç ve bilgiyle, hikmetle olaylara aktif bir şekilde yön vermek, dünyaya iyi bir düzen ve nizam vermek, olayların her zaman aktif bir öznesi olmak zorundadır. Allah da ondan bunu istemektedir. Öyle olmasa insanı amel ve davranışlarından sorumlu tutmaz, sadece iman etmeyi yeterli sayardı. Oysa Allah, insanlara hem peygamberler ve kitaplar göndererek hakkı batılı, iyiyi kötüyü, doğruyu, yanlışı, temel ilke ve prensipleri bildirmiş, hem de yerlerde ve göklerde, insanın kendi nefsinde ve toplumsal hayatta birçok değişmez kanunlar, kurallar, ilkeler, sünnetler de koymuştur. Allah’ın toplumsal ve siyasal hayatla ilgili olarak koyduğu temel bir kanun ve kurallardan biri de örgütlenmiş azınlıkların örgütlenmemiş çoğunlukları idareleri, yönetimleri, hatta tahakkümleri altına alabilecekleri kanunudur. Son Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi bu düsturu, ilahi kanunu şöyle ifade ediyor: ‘El-Hakku bilâ-nizâm, yağlibühü’l-batılü bin-nizâm’ (Düzenli, sistemli olan bâtıl, düzensiz, sistemsiz olan Hakka galip ve üstün gelir). Bu da Allah’ın ayetlerinden ve kanunlarından biridir. Allah başka ayetleri ve kanunları gibi bu kanununu da hiç kimsenin, hatta Müslümanların hatırı için bile değiştirmez. Değiştireceğini sanmak, bu kanun gereğince üzerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeyip atıl ve batıl bir şekilde her şeyi yapıp kotarmayı Allah’tan beklemek ham hayaldir:

Onlar öncekilerin kanunundan (Allah’ın daha önceki toplumlara da uyguladığı kanunlarından) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın. Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın (Fâtır Suresi, Ayet: 43).

Allah insanları boşu boşuna, anlamsız yere yaratmamıştır. O, insanlardan özellikle de Müslümanlardan koyduğu kanun ve ilkeleri çok iyi anlayıp kavramalarını, hayatlarına ve dünyaya Allah’ın rızasına uygun bir yön ve şekil vermeyi, yeryüzünde yerdekileri ve göktekileri hoşnut ve razı edecek üstün bir nizam ve düzen kurmayı istiyor. Müslümana düşen bunun için gerekli olan bütün hazırlıkları yapmak, bütün donanımlara sahip olmak ve bu yolda var gücüyle çalışmaktır. Mevlana bu gerçeği şöyle ifade ediyor:

Hak yolda, doğru yolda, Allah’ın lütuf ve keremlerine, ihsanlarına, büyük nimetlerine ve üstün başarılara ulaşabilmek için önceden çok iyi hazırlanmak, tam bir istek, çok büyük bir azim, gayret ve sabırla çok çalışmak gerekir. Bu yolda çalışma eteğini sımsıkı tutman, Allah’ın tevfîkinin, seni başarıya ulaştıracağının bir işaretidir. Bu yönde sende beliren her kuvvet, O’nun seni başarılara doğru çekişinden, üstünlük ve zaferini dileyişinden meydana gelir. ‘Mâ rameyte iz rameyte’ sırrını iyi anla, iyi bil! Allah bu ayette: ‘Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı! (Kur’an, 8. Sûre (Enfal), Ayet:17).’ buyuruyor. Canın nesi varsa, canlar canındandır. Onun feyzine geç mahzar olsan bile sakın gam yeme! Bilirsin ki, Allah ihmal etmez, imhâl eder (mühlet verir). Allah’ın rahmeti geç erişse de adamakıllı erişir, seni bir an bile huzurundan ayırmaz, her an seninledir (Mesnevi, C.II, beyt: 2525 ve devamı)

Eğer Müslümanlar, Allah’ın bir mücadelede ve imtihan sahası kıldığı bu dünyada üzerlerine düşen görev ve sorumlulukları tam anlamıyla yerine getirmez, kendilerini bu mücadeleye iyi hazırlamaz, örneğin inançsızlardan daha iyi ve sağlam bir şekilde örgütlenmez, teşkilatlanmazlarsa, onlara mağlup ve mahkûm duruma düşeceklerdir. Bu ilahi kanun ve düsturun bir gereğidir. Nitekim Kur’an iktidar ve yönetme gücünün yanlış ellere geçmesi sonucu ortaya çıkan fitne ve fesadın, zulüm ve haksızlıkların, felaketlerin, işkencelerin, daha nice olumsuz sonuçların somut örnekleriyle doludur. Allah bize Firavun, Nemrut, Şeddat gibi zalimlikleriyle tanınmış yöneticilerin yaptıklarından boş yere, hikâye veya masal anlatmak için söz etmiyor. Eğer iktidar ve yönetim gücünü böyle kimselerin eline verirsek aynı sonuçlarla bizim de karşılaşmamızın kaçınılmaz ve mukadder olduğunu anlayabilelim diye bunları bize örnek gösteriyor:

İnkârcılar, peygamberlerine (ve onlara inananlara) dediler ki: “Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya dinimize geri döneceksiniz.” (İbrahim Suresi, Ayet: 13)

(Firavun): Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız. Çünkü onları ezecek üstünlükteyiz, dedi. Musa kendi halkına dedi ki: “Yardım için Allah’a sığının ve sabırlı olun! Şüphesiz ki, yeryüzü Allah’ındır. Kullarından kimi dilerse ona varis kılar. İyi sonuç, Allah’a karşı sorumluluk bilincine sahip olanlarındır (Araf Suresi, Ayet:127-128).
Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve halkını çeşitli zümrelere ayırmış, bölüp parçalamıştı. Onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, Ayet: 4)

İnsanlardan öyleleri vardır ki, onun dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider. Hatta böylesi, kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı da şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanların en yamanıdır. O, yeryüzünde bir iş başına geçtiği zaman, orada ortalığı fesada vermek, harsı (kültürü, maddi ve manevi kazanımları, yani milletin geçmişini) ve nesli (yani milletin geleceğini) mahvetmek için çalışır. Allah, bozgunculuğu sevmez. Böylesine, ‘Allah’tan kork!’ denince, benlik ve gururu kendisini günah işlemeye yöneltir. Buna cehennem yetişir. O, gerçekten de ne kötü yerdir. İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için, canını ve malını feda eder. Allah da kullarına karşı çok şefkatlidir. Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır (Bakara Suresi, Ayet: 204-208).

Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: “Delidir!” dediler. O ‘baskı altına alınıp engellenmişti.’ (Kamer Suresi, 9)

Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz.” (Şuayb:) “Biz istemesek de mi?” dedi (A’raf Suresi, 88).

Kafirler bile birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz, emredildiğiniz gibi yardımlaşmazsanız, yer yüzünde bir fitne (islam zafiyeti) ve büyük bir fesat (küfür hakimiyeti) olur(Enfal Suresi, Ayet: 73).

Allah, Kitabında bunları bize genel ifadelerle veya somut örneklerle anlatırken, bir yandan da bu tür fitne ve fesattan, kötü olaylardan, felaketlerden bizim de kendimizi güvende görmememiz gerektiğine, aynı sebeplerin her zaman aynı sonuçları doğuracağına da işaret etmektedir:

Bir toplum kendilerinde olan (iyi hali, iyi özellik ve nitelikleri) değiştirinceye kadar, Allah da onlara ihsan ettiği nimetleri değiştirmez. Şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir (Enfal Suresi, Ayet: 53).

Böylelerinin ne Allah’tan rahmet ve mağfiret, ne de kullarından şefkat ve merhamet dilemeye ve beklemeye hakları olabilir. Bunları bekleyen acı akıbet Kur’an’da şöyle ifade edilir:

Kendilerine yazık eden kimselerin canlarını alırken melekler onlara sorarlar: (Yeryüzünde ne halde,) ne durumdaydınız? (Neler yaptınız?) Onlar da: ‘Bizler yeryüzünde (zayıf, aciz, güçsüz ve) çaresiz kimselerdik’ diye cevap verirler. Melekler onlara şöyle derler: Allah’ın arzı sizin kötülüklerin hakim olduğu yeri terk etmenize yetecek kadar geniş değil miydi? İşte böylelerinin varış yeri cehennemdir, o ne kötü bir varış yeridir! (Nisa Suresi, Ayet: 97).

İSLAMIN İYİ VE İDEAL İNSAN VE MÜSLÜMAN TANIMI

Hazreti Mevlana’ya göre; bizim dinimizin iyi insan ve iyi Müslüman tanımı Hıristiyanlığın veya başka bazı dinlerin iyi insan ve dindar tanımına pek uymaz, hatta bazı yönlerden onlarınkiyle taban tabana zıttır. Örneğin; bizim dinimizde Hıristiyanlıkta olduğu gibi toplumdan kaçmak, sosyal hayatın dışına çıkmak, dünyadan ve dünyadaki her şeyden el etek çekmek, sırf ibadetle ve riyazetle meşgul olmak, tek başına toplumdan uzak, yalnız başına bir yaşam sürmek, pasifizm, çilecilik, ızdırap ve acı çekmeyi yüceltmek, her türlü baskı ve zulme boyun eğmek, tepkisiz kalmak şeklinde bir ruhbanlık anlayışı yoktur. Tam tersine bizim dinimizde insanlara ve topluma karışmak, toplumun ve tüm insanlığın iyiliği için çalışmak, kendi durumuna ve kabiliyetlerine göre toplumda siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik görevler ve sorumluluklar üstlenmek, gerektiğinde bu yolda insanlardan gelecek her türlü sıkıntılara, bela ve musibetlere katlanmak vardır. Müslüman Hak yolda kendisini, çevresini, toplumunu hatta bütün dünyayı değiştirme yolunda olağanüstü bir cehd, gayret ve çaba içinde olmak, çalışıp didinmek, eylem ve aksiyon içinde olmak zorundadır. Allah’ın kendisine yüklediği bu büyük yükün ve emanetin altından sırf onun rızasını gözeterek en iyi şekilde kalkabilmek, başkalarının kendisini övmesine, yermesine veya kınamasına hiç aldırış etmeden, kötüleri ve kötülükleri en iyi tarzda, en uygun yol ve yöntemlerle def etmek, kovmak, savmak, önlemek için var gücüyle çalışacaktır (Mü’minun Suresi, Ayet: 96). İzzet, onur ve vakar Allah ve Rasulünden sonra Müslümana yakışan bir özelliktir. Müslümanlıkta Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir yüzüne vurana öbürünü de çevirme zilletine katlanmak yoktur.

Hazreti İsa’nın (AS) yolu, evlenmemeyi, halveti (yalnız kalmayı), şehvet duygusunu körleştirmeyi, yalnız kendisiyle ilgilenmeyi, başka kötülere ve kötülüklere tepki göstermemeyi, karşılık vermemeyi öne çıkaran bir yoldur. Nitekim rahipler, evlenmezler, dünyayı terk ederler, insanlardan uzaklaşırlar, yalnız başlarına otururlar, dağlarda, manastırlarda yaşarlar. Bizim Peygamberimiz ise ‘Müslümanlıkta ruhbanlık ve bekârlık yoktur’ buyurmuştur. Hazreti Muhammed’in yolu, mensuplarına bekâr kalmayıp kadınlarla evlenmeyi, ev aile kurmayı, kadınların geçimleri, giyim-kuşam masrafları, kaprisleri gibi türlü sıkıntılarına, sayısız, sınırsız, yüz binlerce zahmetlerine katlanmayı, onların her türlü kaprislerine, kötülüklerine tahammül etmeyi, söyledikleri imkânsız şeyleri bile dinlemeyi, uygun sözler, tavır ve davranışlarla onları ve kendisini iyileştirmeye ve düzeltmeye çalışmayı, yani geçim ehli olmayı, sosyal hayata, insanların arasına karışmayı, onlardan gelebilecek değişik dert ve sıkıntılara göğüs germeyi, dertlerini, tasalarını çekmeyi, iyilikte ve hayırda onlarla yardımlaşıp yarışmayı, kötülüklere engel olmayı tavsiye eden bir yoldur. Aziz ve Yüce Allah, bizim Peygamberimize ve ümmetine işte böyle çok ince ve çok güzel bir yol göstermiştir. Bu yolu Yüce Allah da beğenmiş ve Peygamberimize: ‘Sen yüce bir ahlak üzeresin! (Kur’an, 68. Sure (Kalem), Ayet:4)’ buyurmuştur.

Eğer Hazreti Muhammed’in bu ince ve güzel yolundan gitmek senin hoşuna gitmiyor, ‘Nasıl olsa o da Allah’ın bir peygamberidir’ diye düşünerek Hazreti İsa’nın yolunu tutmayı tercih ediyorsan, o zaman bu tercihinin kaçınılmaz bazı acı sonuçlarına da katlanmak zorundasın. Bu tercihin yüzden başına gelecek, bela ve musibetlerden, dert ve sıkıntılardan şikâyet etmeye, sızlanmaya hiç hakkın olamaz. Çünkü Hazreti İsa’nın yolunda, birisi gelip senin bir yüzüne bir tokat vurursa, ona karşı koymaya, itiraz etmeye bile hakkın yoktur, hiç şikâyet etmeden hemen öbür yüzünü çevirmen gerekir. Eğer bu yolu tercih edersen, her önüne gelenden yüzlerce tokat yiyeceksin demektir. Eğer ondan bundan tokat yemekten zevk duyan birisiysen mesele kalmaz. Bu insan fıtratına ters, aykırı bir anlayıştır; böyle bir anlayışı Hıristiyan olduğunu söyleyenlerde bile göremezsin.

Bizim dinimizin bu güzel ve ince yolunda fert ve toplum açısından sayısız yararlar vardır. Örneğin bir insan, bir yandan gece gündüz kendi evindeki huysuz ve serkeş hanımının kötü huyunu türlü yollarla düzeltmeye ve güzelleştirmeye çalışırken, onun yerine getirilmesi imkânsız kaprislerine katlanırken, bazı yersiz, anlamsız sözlerine kulak verip ona iyi bir yaklaşım gösterirken, o kadındaki herhangi bir kötülüğü, pisliği temizlemeye uğraşırken diğer yandan kendisi de o kadın aracılığıyla temizlenmiş, arınmış, daha iyileşip, güzelleşmiş olur. Aynı şey toplum içinde başka insanların kötülüklerine, zahmet, eziyet ve sıkıntılarına katlanma konusunda da geçerlidir. İnsan onları temizlerken, onlar vasıtasıyla kendi pisliklerinden de temizlenir, arınır. Sonuç olarak sen de başkalarının temizlenmelerine vesile olabilirsen çok güzel bir iş yapmış olursun. Bu konuda başarılı olamaman, onların zulüm ve haksızlıklarına, kötü muamelelerine yine de devam etmeleri, hatta daha da bozulup, kötüleşmeleri durumlarında bile kazançlı çıkan yine sen olursun. Çünkü bu yolda gayret göstermen, onlara tahammül etmen yüzünden, en azından senin huyun eskisinden daha da iyi bir hale gelir. Sen onları temizleyememiş olsan bile hiç olmazsa kendini daha fazla temizlemiş, onları da pisliklerinden temizlenmene yarayan bir temizlik malzemesi olarak kullanmış olursun.

Bizim dinimiz pasif, pısırık, mızmız bir din değildir. Bizim dinimizde iş cihaddadır, savaştadır. İsa dininde ise makbul olan mağaralara, dağlara çekilip ibadet etmektedir. Bizim Peygamberimiz kılıçla gönderilmiş bir cihad peygamberidir, ümmeti de saflar yaran er ve yiğit bir ümmettir. Yiğitlik de savaşta belli olur. Hazreti Muhammed, yeryüzünde bir güneş gibi parladı, kâfirlerin, çıfıtların yıldızları sönüp yok olup gitti. Onun dininin karşısında ne delillerle, fikirlerle ne de kılıçlarla, ordularla, silahlarla durabildiler. İmana erişenler eman buldu, imana gelmeyenlerin akılları şaştı, şüpheler tereddütler içinde kaldılar, silinip, yok olup gittiler. Artık, o önce gelenlerin halis küfürleri ve inkârları kalmadı, bunun yerini ya Müslümanlık ya da korku tuttu.

Mevlana’nın da işaret ettiği gibi; İslamiyette ruhbanlık gibi insanın toplum dışına çıkıp kendisini türlü riyazetlere, yersiz külfetlere, zahmetlere, sıkıntılara sokarak Allah’ın hoşnutluğunu arama anlayışı yoktur. Tam tersine İslamiyet sosyal ve toplumsal dayanışmacı bir dindir. Kur’an’da da buna işaret eden ayetler vardır: Biz bu Kuran-ı sana zahmet çekesin diye indirmedik (Taha Suresi, Ayet: 1).

Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin; yalnızca Rabbinize ibadet edin, hayırlar işleyin ki kurtuluşa erebilesiniz. Olması gerektiği gibi, tam anlamıyla Allah yolunda mücadele edin, azim ve gayretle çalışıp didinin, en zorlu, en üstün çabalara girişin! Sizi (insanlar arasından, mesajının muhatabı ve taşıyıcısı olarak) seçip çıkaran O’dur. O, size din konusunda hiçbir zorluk yüklememiş, hiçbir güçlük çıkarmamıştır ( Size insan yaratılışına ters, eziyetçi, çileci anlamsız, biçimsel törenler, gereksiz ritüeller, hayatı çekilmez kılan tabular, sınırlamalar, ibadetler yüklememiştir). Haydin öyleyse, babanız İbrahim’in milletine (dinine, yoluna) uyun! Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da “Müslümanlar/Allah’a teslim olanlar” diye adlandırdı ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de diğer insanlara şahitler (ve örnekler) olasınız. Artık namazınızı dosdoğru, devamlı ve duyarlı olarak hakkıyla kılın, zekâtı verin (ki hem kendinizi hem de mallarınızı arındırasınız) ve Allah’a sımsıkı bağlanın! O sizin gerçek Mevlanızdır (Efendinizdir, Sahibinizdir). O, ne güzel, ne üstün, ne yüce Mevlâ (Sahip, Efendi) ve ne güzel, ne üstün, ne yüce Yardımcı’dır! (Hac Suresi, Ayet: 77- 78).

Ruhbanlık; Allaha daha yakın olmak gaye ve amacı ile Allah’ın kendilerine emretmediği bazı şeyleri, ibadetleri, dini ritüelleri, Allahın emriymiş gibi kabul etmek, müstehap olan bazı ibadetleri, farz gibi sayarak yapmaya devam etmek, böylece Allahın emirlerini kendilerine göre çoğaltmak, mübah ve helal olan (yapılmasında herhangi bir sakınca bulunmayan) şeyleri kendilerine haram kılmak, yasaklamak demektir. Ruhbanlıktaki temel anlayış, kötü olduğuna inanılan dünyadan tamamıyla el etek çekmek, zühd hayatını tercih ederek yalnızca Allah’a ibadetle meşgul olmak, böylece ruhu arındırmaya ve yüceltmeye çalışmaktır. Ruhbânlar bu anlayışla evlenmeyi hoş görmezler, dünya işlerine önem vermezler, insanlardan uzak yerlere, dağlara, mağaralara, manastırlara çekilip ibadet etmeyi tercih ederler.

Hıristiyanlardan bir kısmı, Allah’ın kendilerine emretmediği, kendilerinden istemediği bir ruhbanlık anlayışını dinin emriymiş ortaya atmışlar ve kendilerini ona göre yaşamaya zorlamışlardır. Kur’an bize böyle bir ruhbanlık anlayışını Allah’ın emretmediğini, fakat Hıristiyanların bunu Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla sonradan kendilerinin uydurduklarını, fakat yine de kendilerinin buna uymadıklarını açıkça haber veriyor:

Biz onlara ruhbanlığı (aşırı sofuluğu) yazmış, farz kılmış değildik. Bunu (akılları sıra) Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için onlar kendileri uydurdular. Ama buna da gereği gibi uymadılar, bunun gereklerini de yerine getirmediler. Biz onların inananlarına ödüllerini verdik. Fakat çoğu yoldan çıkmış kimselerdir (Hadid Suresi, Ayet: 27).

Ey inananlar! Bilgin ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını yanlış adına yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü yığıp da, onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara can yakıcı bir cezayı duyur (Tevbe Suresi; Ayet: 34).

Başlangıçta ruhbanlık hâkim yönetimin zulüm ve baskılarından, dünyanın insanı aldatan çekici güzelliklerinden korunabilmek niyet ve düşüncesiyle tasarlanmış bir yoldu. Ancak bunu uyduran din adamlarının bizzat kendileri buna riayet etmediler (Hadid, 27). Ayrı bir ruhbanlar sınıfı oluşturarak din ve ruhbanlık maskesi altında insanları aldattılar, sömürdüler, mallarını alıp yediler. Bir yandan insanlara dünyaya değer verilmemesi gerektiği yolunda öğütler verirken, diğer yandan kendileri dünyaya tutkuyla, hırsla sarıldılar (Tevbe Suresi, Ayet: 34). Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak uğruna uydurdukları ve nefislerine vacip kıldıkları şeyin hakkını veremediler, verdikleri sözün icabına uymadılar, böylece dalâlete düştüler.

Ruhbanlar, din adına, Allah adına bazı şeyleri kendiliklerinden dinin emriymiş gibi halka emrediyorlar, bazı şeyleri haram veya helal sayıyorlar, insanlar da bunu kabul ediyorlar, bu arada Allah’ın bu konuda her hangi bir hüküm indirip indirmediğini, ne dediğini hiç akıllarına getirmiyorlardı. Allah’ın dinine ve onun hükümlerine değil, doğruluğunu ve yanlışlığını düşünmeden ruhbanlara uymayı, onların peşine düşmeyi, onların her dediklerini din olarak kabul etmeyi tercih ediyorlardı. Böyle bir anlayışı İslâmiyet şeksiz şüphesiz bir şirk ve sapıklık olarak nitelemektedir:

“Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i, Allah’ın astından, rabler edindiler. Oysa tek bir Tanrı’dan başkasına kulluk etmemeleri buyrulmuştu. O’ndan başka Tanrı yoktur! O, onların ortak koştuklarından münezzehtir (Tevbe Suresi, Ayet: 31)”.

Bizim dinimizde ise Allah’a kullukta böyle ruhbanlık anlayışı yoktur. Müslümanlar dinlerini hayatın akışı içerisinde toplumla beraber, doğal bir şekilde yaşamak zorundadırlar. Müslümanlar Allah’a daha iyi ibadet yapabilmek için insanlardan uzak yerlere, tenha köşelere çekilmezler, Allah’ın kendilerine mubah ve helal kıldığı şeyleri de kendilerine yasaklayamazlar, haram edemezler. Gerçek Müslüman ne Allah’ın nimetlerini beğenmemezlik, ne onlardan kaçınmak gibi bir nankörlük eder, ne de bu dünya nimetlerini son gaye edinip Allah’dan ve ahiretten gaflet ederek hırsının ve şehvetinin esiri olur. Bizim dinimizde ayrı bir ruhban sınıfı da yoktur. Bütün insanlar Allah ve din önünde eşittir. Hiç kimse din adına bir ayrıcalığa sahip değildir. Hiç kimsenin başka birini İslâm’a kabul etme veya İslâm’dan çıkarma, Allah adına günahını bağışlama veya din adına sevap verme yetkisi yoktur.

Ruhbanlığa benzer eğilimler daha Hazreti Peygamber zamanında ashab arasında da görülmeye başlamıştı. Rivayet edilir ki, bir gün Resulullah (s.a.v.) ashabına kıyameti anlatmış, o güne iyi hazırlanmaları konusunda onları teşvik etmiş, oraya hazırlıksız gideceklerin başlarına gelecekler konusunda onları son derecede korkutmuştu. Ashâb-ı kirâm bundan çok etkilenmişler, duyguları incelmiş bir halde Osman b. Maz’ûn’un evinde toplanmışlardı. Kıyamet gününe hazırlanmak için dünyayı terk etmeye, bazıları sürekli her gün oruç tutmaya, bazıları yatakta yatıp uyumamaya, geceleri uyumadan sürekli Allah’a ibadetle meşgul olmaya, bazıları et ve yağlı yiyecekler yememeğe, bazıları kadınlara yaklaşmamaya, hatta erkekliklerini kesmeye, koku sürünmemeye, eski çul, paçavra gibi şeyler giyerek yeryüzünde dolaşmaya karar vermişlerdi. Bu haber alan Rasulullah, bundan dolayı onları uyarmış ve şöyle buyurmuştur: “Bu dinde bana böyle şeyler emredilmiş değildir. Şüphesiz nefsinizin de sizin üzerinizde hakkı vardır. Şu halde oruç tutunuz, iftar da ediniz! Gece namaz kılınız, uyku da uyuyunuz! Örneğin, ben gece kalkar namaz kılarım ama uyku da uyurum. Ramazan orucu dışında oruç tutarım, ama iftar da ederim. Et yerim, yağ yerim, koku da sürünürüm, kadınlara da yaklaşırım. Benim sünnetim ve yolum budur. Benim sünnetimi beğenmeyen, sünnetimden yüz çeviren de benden değildir.” buyurmuş, bunu üzerine şu ayet inmiştir:

Helali haram, haramı helal yapmadan, Allah’ın size rızık olarak bağışladığı helâl ve temiz nimetlerden yiyin! Bir de, iman ettiğiniz Allaha karşı sorumluluk bilincinde olunuz! (İfrat (aşırılık) ve tefritten (ihmalkârlık) çekininiz!) (Maide Suresi, Ayet: 88).

BİRLİK, BERABERLİK, UZLAŞMA VE ANLAŞMA ZORUNLULUĞU

Mevlana’nın yaşadığı dönem, Türkler ve Müslümanlar arasında siyasi, sosyal, ekonomik, idari, hatta dini kısacası neredeyse hiçbir alanda ve hiçbir konuda birlik ve beraberliğin kalmadığı, çeşitli ayrılıkların, ihtilafların, tefrikanın, kavga ve çekişmelerin alabildiğine yaygınlaştığı, iç ve dış tehlikelerin, türlü gailelerin, fitne ve fesatların ortalığı kasıp kavurduğu, toplumsal barış, huzur, güven ve istikrarın kaybolduğu çok zor bir dönemdi. Mevlana, bu tehlikeli gidişatı ve bunun sebep olabileceği büyük tehlikeleri, yıkım ve felaketleri daha bunlar başa gelmeden bile çok iyi görebilmiş, bunları değişik vesilelerle çeşitli açılardan dile getirmiş, İslamla, Müslümanlıkla, milli ve dini değerler, çıkar ve menfaatlerle uzlaştırılması, bağdaştırılması asla mümkün olmayan bu tehlikeli durum karşısında milletini, toplumunu uyarmayı kendisine en başta gelen bir görev edinmiştir. Mevlana, toplumsal barış, huzur ve güvenin, birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için sadece yöneticilere değil, sade vatandaşlara da çok önemli görev ve sorumluluklar düştüğünü çok iyi kavrayabilmiştir. Bu alanda herkese düşen görev ve sorumlulukları, herkesin göstermesi gerekecek tutum ve davranışlara, göstermesi gerekecek çaba ve gayretlere kadar pek çok hususu, açık ve net bir şekilde, olaylarla, hikâyelerle, kıssalarla da somutlaştırarak anlatmaya çalışmıştır. Bir ve beraber olmanın, homojen bir bütün oluşturmanın gereği hakkında Mevlana şunları söylüyor:

Bütün peygamberler topluluklarla çalışmışlar, kendilerine ümmet aramışlardır. Onlar bile tek başlarına kalmamak için insanları sürekli Allah’ın yoluna çağırmışlar, mucizeler göstererek, yoldaşlarını artırmaya çalışmışlardır. Çünkü en iyi, en güzel işler, en hayırlı sonuçlar, hep en iyi topluluklardan meydana gelir. Ne kadar üstün niteliklere sahip olursa olsun, hiçbir insan tek başına, bir araya gelip topluluk oluşturmuş temiz canların elde edilebilecekleri kadar büyük faydalar ve güzel sonuçlar elde edemez, büyük işler başaramaz, büyük eserler vücuda getiremez.

Allah ve Resulü bizi hep topluluğun, birlik ve beraberliğin rahmet; tefrika ve ayrılığın azap olduğu konusunda sürekli uyarmışlardır. Bu açık uyarılara rağmen biz hala bu gerçeğin tam olarak farkına ve ayırdına varabilmiş, şuuruna erebilmiş değiliz. Bunun gereğini yerine getirmeyişimiz, bu konudaki ihmal ve sorumluluğumuzu açıkça yüzümüze vuruyor. Hazreti Peygamber: ‘Topluluk rahmet, ayrılık azaptır!’ buyurmuştur. Ama herkes tam olarak bu gerçeğin farkında ve bilincinde değildir. Eğer öyle olsaydı, yersiz, faydasız, boş ve abes şeyler söylemekten şanı çok yüce olan Hazreti Peygamber boş yere bunu tekrarlamazdı. Nitekim Peygamber Efendimizden sonra, asırlardan beri ayrılık gayrılık, tefrika ve bölücülükler yüzünden başımıza bunca büyük ve türlü felaketler, acılar, bela ve musibetler gelmesi bu gerçeğin farkına ve şuuruna varamadığımızı göstermektedir.

Müslüman olmadan önce Peygamber Efendimizin ashabı da her biri, öbürüne tam bir düşman iken, İslam’la önce kardeş, sonra da, tek bir vücut, hatta tek bir can oldular. Kur’an’da buna işaret eden pek çok ayet vardır:

‘Müminler ancak kardeştirler (Kur’an, 49. Sûre (Hucurât), Ayet:10).’

Onların kalplerini, Allah birleştirmiştir. Sen, yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine de onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı (Kur’an, 8. Sûre (Enfâl), Ayet:63).

Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, göç edip yanlarına gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, bu kardeşlerini öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir (Kur’an, 59. Sûre (Haşr), Ayet: 9).’

Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın! Parçalanıp, ayrılmayın! Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalplerinizi (İslam’a ısındırıp) birleştirmişti. İşte Onun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşleri olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor. Tâ ki doğru yola eresiniz (Kur’an, 3. Sûre (Âl-i İmran) Ayet: 103).

Peygamberimiz de: ‘Müslümanlar tek bir vücut gibidir. O vücudun bir organı rahatsızlansa, diğer organlar da o rahatsızlığı, acı ve üzüntüyü aynen paylaşırlar (Hadis-i Şerif).’Bil ki topluluktan bir an bile ayrılmak şeytanın hilesindendir. Düşmanın amacı, seni önce bütünden ayırmak, kimsiz, kimsesiz, sahipsiz bir parça haline getirmek, sonra da bir kenarda rahatça başını yemek, helak etmek, mahvedip gitmektir. Öyleyse, seni birlikten beraberlikten ayırmak için söylenen her sözü, düşmanların hilesi bil!

Dostum! Her zaman topluluğa dost ol! Topluluktan, birlik ve beraberlikten asla ayrılma! Bir kuzu, sürüden ayrılıp, tek başına bir yol tutarsa, kurtlar onu hemen kapıp yiyiverirler. Kurtlardan daha vahşi yırtıcılarla dolu şu dünyada, topluluktan ayrılanlar, birlik ve beraberliği terk edenler, öncelikle kendi başlarını yerler, kendi kanlarını dökerler. Tek başına, yolsuz, yoldaşsız kalan, helak olup gitmiş demektir. Tutalım ki sen, çok akıllı, tedbirli, ihtiyatlı bir kimsesin de, yolda seni kurtlar kapmadı. İyi ama toplulukla beraber olmadıkça, o topluluk içinde bulduğun neşeyi tek başına bulamazsın ki. Bir yolda yalnız olarak güle oynaya giden tek bir kişinin neşesi, aynı yolu dostlarıyla, yoldaşlarıyla giderse en az yüz kat artar. İnsanın yeni dostları pek yüce, pek ulu olsalar bile yine de eski dostlarını unutmamalıdır. Dostlarını unutup terk edenler düşmanlarını sevindirirler. Düşman, senin dostlarından ayrılıp uzaklaştığını gördükçe ve duydukça, öyle sevinir, öyle sevinir ki, sevincinden âdeta derisine sığmaz olur. Aklını başına al da, düşmanlarını sevindirecek işler yapma!

BİRLEŞTİRİCİ, BÜTÜNLEŞTİRİCİ VE UZLAŞTIRICI İHTİYACI

Hazreti Mevlana’ya göre iyi ve ideal yöneticilerin en başta gelen görev ve sorumlulukları; toplumda birlik, beraberlik, dirlik, düzenlik, dostluk, kardeşlik, barış huzur, mutluluk, erdem, ilerleme, yücelme, yükselme gibi hep yüksek ideal ve amaçlar ortaya koyup bunların gerçekleşmesi yolunda çalışmaktır. Çünkü bütün bozuk düzen işler, bütün perişanlıklar, hep ikilikten, benlik davası gütmekten ileri gelir. Dolayısıyla iyi yöneticiler, toplumun, milletin ortak, uzlaştırıcı, birleştirici, kaynaştırıcı dili ve unsuru olmalı, hep birlik ve beraberlik havaları çalmalı ve çaldırmalı, ikilik, ayrılık, gayrılık havaları çalmamalı, çaldırmamalı, çalanlara alet olmamalı, milletine doğru bir yön vermeli, istikamet göstermeli, onları derleyip toparlamalı, uzlaştırıp birleştirmelidir.

Bunlar ne ütopyadır, ne hayaldir, ne hayalciliktir. Tam tersine mutlaka gerçekleştirilmesi gereken, gerçekleşmesi de son derece mümkün olan somut ideal ve hedeflerdir. Ancak bu amaç ve ideallere ulaşılabilmesi için toplumun önünde Hazreti Süleyman gibi yöneticiler ve onun veziri Âsaf gibi bürokratlar olmalıdır. Böyle iyi ve ideal yöneticilerin iktidarında ve yönetiminde sadece insanlar arasında değil, diğer bütün canlılar arasında da barış, huzur, güven ve mutluluk ortamı sağlanabilir. Öte yandan Firavun ve onun Veziri Haman gibi toplumu bölüp parçalayan, insanların arasına ikilik, kin, nefret ve düşmanlık tohumları saçan, aradaki ufak tefek anlaşmazlıkları, uyumsuzlukları, çekememezlikleri körükleyerek ihtilafları, zannı, şüpheyi, şekaveti artıranlara iyi insan, iyi aydın ve iyi yönetici denemez. İşleri güçleri, hileler öğrenip ciğerler dağlamak, düzenler belleyip, yollar vurmak olan Firavunlaşmış, Hamanlaşmış, yabancılaşmış böyle sözde yöneticilerden, sözde bilim adamları ve aydınlardan toplumlarına hiçbir yarar gelmez, böyleleri hem kendilerini hem de toplumlarını felaketlere sürüklerler.

Mevlana, birleştirici bütünleştirici ilim, fikir, sanat ve siyaset önderleri hakkında şunları söylüyor:

Hazreti Süleyman, Cenab-ı Hakkın yüksek tecellilerine uğrayınca, Allah ona pek çok güç ve kabiliyet yanında, değişik canlıların ve kuşların dillerini de öğretmişti. Onun adalet devrinde, yeryüzünde tam anlamıyla barış ve huzur egemendi. Ceylan kaplanla uzlaşmış, savaşı bırakmıştı. Güvercin doğanın pençesinden emindi. Koyun kurttan çekinmiyordu. Dünyayı barış ve mutlulukla doldurmuş, yaratıkların birbirine zulmetmelerinin önünü almış, yeryüzünden zulmü gidermişti. Süleyman, bütün düşmanlar arasında arabulucu olmuş, onları anlaştırmış, kuşlar arasında da birlik ve beraberliği sağlamıştı. Bu ahir zamanda olduğu gibi, Süleyman’dan önce de kuşlara bir an bile birbirlerinden aman yoktu. Önceden uğraşları birbirlerinden yem ve tane kapmak olduğu için hiçbirinin huzur ve güveni kalmamıştı. Aradıkları, peşinde koştukları tane ve yem, çok zaman onlara tuzak oluyordu. Fakat tane yerine Süleyman’ı arayanlar, hem Süleyman’ı buldular, hem de taneyi elde ettiler. Süleyman, onların gönüllerini öyle birleştirdi ki, hepsi ana gibi birbirini esirger hale geldiler, gönülleri tertemiz, saf bir hale geldi, hiçbir gıllügişleri kalmadı.

Âlemi şereflendiğinde, Hazreti Peygamber’in başardığı en büyük işlerden biri de, birbirlerine tam anlamıyla zıt ve düşman olanları Allah’ın lütfuyla birleştirebilmesi, onları tek bir vücut haline getirebilmesidir. Müslümanlar, Allah’ın elçisi Hazreti Muhammed’i tanıyıp, kabul etmeleri yüzünden ‘Tek bir nefis, tek bir can’ haline geldiler. İslam ve peygamberimiz sayesinde müminler, bağdaki üzümler gibi önce kardeş oldular, sonra kardeşliği de geçip tek bir beden oldular. Üzüm taneleri önce kardeştir. Fakat sıkıldılar mı, hepsi tek bir üzüm suyu haline gelirler. Korukla üzüm birbirine zıttır ama koruk, olgunlaşınca güzelleşir, tatlılaşır, iyi bir dost olur. Üzüm olmaya kabiliyetli koruklar, üzüm olmaya koşunca aradan ikilik kalkar, kin ve savaş kalmaz. Üzüm olduktan sonra da derilerini yırtarlar üzüm suyu olur birleşirlerse, her şeyleriyle bir olurlar. Düşmanlık ikiliktedir. Hiç, bir olan kendisi ile savaşır mı? Koruk halinde kalan, olgunlaşmayan üzüme Allah, ezelden kâfir demiştir. Yüceler yücesi Allah, hidayetiyle yüz binlerce zerreye birlik bahşetti. Hem de nasıl bir birlik? Yerde topak topak, dağınık ve işe yaramaz bir halde duran toprakları, testici suyla birleştirir, çeşitli iş ve işlemlerden sonra ondan bir testi yapar. Suyla toprağın birleşmesi eksik bir birleşmedir ama can buna benzemez. Canların birleşmesi çok daha üstün ve büyük bir iştir. (Mesnevi, C.II, beyt: 3715 ve devamı)

Hak hukuk tanımayan, kendinden başkasını düşünmeyen, her şeye kişisel çıkar ve menfaat açısından bakanların hiçbir konuda anlaşıp uzlaşmaları mümkün olamaz. Çünkü onların bütün sözleri, konuşmaları kavgaya, anlaşmazlığa düşmanlığa sebeptir. Hatta bırakın başka sorunları, aynı şeyi istedikleri, en kolay uzlaşıp anlaşacakları konularda bile bunu başaramazlar. Sonu büyük kavga, çatışma, kin ve düşmanlıklara varan ihtilafların çoğu, basit bir yorum farkından veya ilgisiz bir yanlış anlamadan kaynaklanır.

AYRILIK, GAYRILIĞIN TEMEL SEBEBİ

Hazreti Mevlana, asla kavga sebebi olmaması gereken basit bir yanlış anlamanın veya küçük bir yorum farkının nasıl büyük bir kavga ve düşmanlık sebebi olabileceğini Mesnevisinde yer alan bir hikâyeyle çok güzel anlatır:

Biri Türk, biri Arap, biri İranlı ve biri de Rum dört arkadaş, beraberce kısa süreli bir işte çalışmışlar ve ellerine de bir dirhem kadar bir para geçmişti. Kazandıkları para paylaşmaya değmeyecek kadar az olduğu için, bu parayla yiyecek bir şey alıp beraberce yemeye karar verdiler. Farslı ‘Gelin bu parayı engûr’a verelim’ diye bir öneri getirmiş. Arap itiraz etmiş: ‘Hayır, ben engûr istemem, ıneb isterim”. Rum ‘İkisi de olmaz, bence istafil alalım’ demiş. Türk ise ‘Durun bakalım, bu parada benim de hakkım var, bana niye sormuyorsunuz? Ben üzümden başka bir şeye razı olmam!’ diyerek ileri atılmış. Böylece aralarında hiç yok yere bir tartışma çıkmış. Tartışmada hiç kimse diğerinin ne istediğini, ne söylediğini duymak bile istemiyor, herkes kendi dediğinin olmasında ısrar ediyor, ağızlarından ‘engür’, ‘ıneb’, ‘ıstafil’, ‘üzüm’ sözcüklerinden başka laf çıkmıyormuş. Aralarındaki tartışma iyice büyümüş, işi kavgaya, birbirlerini yumruklayıp, kafalarını gözlerini yarmaya kadar vardırmışlar. Ahmaklıkları yüzünden, tekme tokat birbirlerine girmişler. ‘Üzüm, ıneb, istafil, engûr’ deyip birbirlerine vurup duruyorlarmış ama aslında dördünün de amacı aynıymış, dördü de aynı şeyi, üzüm yemeyi istiyormuş. Dillerinin, sözlerinin, ifadelerinin, konuşmalarının farklılığı, ayrılığı yüzünden birbirlerini anlayamamışlar, ihtilafa düşmüşler, kavgaya tutuşmuşlar. Hâlbuki akıllı, hepsinin dillerini ve maksatlarını bilen, kadri yüce, gönül ehli birisi çıkıp yanlarına gelseydi, onları kolaylıkla uzlaştırabilirdi. Onlara:

– Hepiniz susun! Ne istediğinizi bana söyleyin ve beni dinleyin! Sizin diliniz, ben olayım! Çünkü sizin diliniz, konuşmanız, sözünüz türlü türlü olduğu için, yok yere aranızda kavga, ihtilaf, tefrika çıkmasına sebep oluyor. Benim sözüm ise, sizi hem birleştirir, hem de hepinizin arzu ve isteklerine, hatta daha fazlasına huzur ve barış içinde kavuşmanızı sağlar!” diyebilseydi, o azıcık parayla dördünün de isteğini yerine getirebilirdi. Hepsi de bundan mutlu, hoşnut ve razı olurlar, çatışmalarına gerek kalmazdı.

İşte bir toplumda iktidarda ve yönetim kademelerinde böyle cahil, gafil, anlayışsız kimseler bulunursa, nice aptalca, boş, anlamsız, gereksiz konular tartışma konusu yapılır; bir de bakarsınız ki sudan sebepler yüzünden toplumda kan gövdeyi götürüyor. Toplumdaki ihtilâfları, anlaşmazlıkları, ikilikleri daha ortaya çıkmadan önlemek büyük bir yönetim becerisi ister. Uzlaştırıcıları, birleştiricileri olmayan bir toplum asla ilerleyemez, huzur ve mutluluğu yakalayamaz. Nitekim Allah da peygamberlerini bu amaçla göndermiştir. Allah’ın lütfuyla kuşların ve diğer canlıların dillerini öğrenen Hazreti Süleyman, hayvanlar arasındaki düşmanlıklarda bile aracı olmuş, hayvanları bile anlaştırmış, uzlaştırmış, aralarında tam bir huzur ve barış sağlamıştı. Peygamber Efendimiz de âlemi şereflendirdiğinde, birbirine amansız düşman olanları birleştirmiş, onları tek bir vücut haline getirmişti. Bizim aramızdaki anlaşmazlıkları da ancak Allah’ın lütfuyla, manevi dilleri bilen, gönül gözleri açık, Allah rızasından başka amaçları ve garazları olmayan kimseler kaldırabilir.

Bütün toplumlardaki ayrılıklar, gayrılıklar, ikilikler, düşmanlıklar ancak Süleyman gibi manevi dilleri bilen uzlaştırıcılar, birleştiriciler, tarafından ortadan kaldırılabilir. Aslında insanlar arasında böyleleri de hep olmuştur. Nitekim Allah, her toplumun içinde mutlaka bir birleştirici, uzlaştırıcı Allah halifesi, bir himmet sahibi bulunduğunu bize açıkça haber veriyor. ‘Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir korkutucu olmasın! (Sure:35, Fatır, Ayet:24)’! Böyleleri her devirde olduğu gibi, belki günümüzde de vardır ama insanlar çoğu zaman onları hep uzaklarda aradıkları için kolay kolay göremezler. Çünkü uzağa bakış, insanı yakındakini görme hususunda kör eder. Sarayın her hangi bir odasında uyuyan, o sarayın bütününü göremez. Bazen de haset ve kıskançlık, insanların gözlerini bağlar. Terbiyeden hayli uzak, kör kuşlar gibi onları tanımak istemezler (Mesnevi, C.II, beyt: 3681 ve devamı).

İYİ YÖNETİM VE İYİ YÖNETİCİ NASIL OLMALI?

Devleti ve milleti yönetme görevinin toplumun en iyi, en ehliyetli, en liyakatli, en dirayetli, en ferasetli, en faziletli, en dürüst insanlarına verilmesi gerektiğine sık sık değinen Hazreti Mevlana, devlet adamlarının milleti derleyip, toparlama, bir arada tutma görevleri ile ilgili olarak şunları söyler:

Her buyruk ve sorumluluk sahibi, yönetimi altındakilerden mesuldür. Hem de nasıl mesul? Bilindiği gibi çoğu peygamberler gibi Hazreti Musa da, peygamber olmadan önce uzun yıllar çobanlık yapmıştı. Çobanlığı döneminde bir gün, güttüğü sürüden bir koyun kaçmış, sürüyü bırakarak gözden kaybolmuştu. Musa, koyunun kaybolduğunu fark edince, hemen peşine düşüp aramaya başladı. Akşama kadar her yerde onu aradı, koşup yoruldu ama bir türlü koyunu bulamadı. Koyunun izini sürerek, dere, tepe, dağ, taş, düz, ova her yeri gezdi, dolaştı. Yürümekten ayaklarının altı şişip, kabardı, su topladı, fakat o asla kayıp koyununu aramaktan vazgeçmedi. Ayakları iyice şişip ayakkabısına sığmaz olunca, onları da çıkarıp yalınayak kayıp koyununu aramaya devam etti. Her attığı adımda, acısı daha çok artıyor, ama onun gönlü koyununu kendi haline bırakmaya razı olmuyordu.

Musa ancak akşama doğru, o da artık koyuncağız kaçmaktan yorulup kalınca ve kaçamaz hale gelince koyuna yetişebildi. Musa, koyununu bulduğuna çok sevindi. Ona hiç kızmadı, dövmedi, sövmedi, sinirlenmedi, öfkelenmedi. Aksine hemen koşup sevgi ve merhametle koyunun boynuna sarıldı. Koyunun sırtını, başını okşamaya, ana ile kuzu misali onu sevmeye koyuldu. Kendi çektiği acıları, zahmet ve sıkıntıları hiç aklına getirmiyor, yalnızca koyuna acıyor, onun için gözlerinden yaşlar döküyor, sanki söz anlarmış gibi onunla sohbet ediyordu. Koyuna:

– Ey benim, sevgili, canım koyunum! Neden sürünü bırakıp da kaçtın? Kaçmakla eline ne geçti? Ya ben seni bulamadan, sana yetişemeden, bir kurda çatsaydın, halin ne olurdu? Hadi tamam, diyelim ki bana acımıyorsun, iyi ama kendine niye acımıyor, böyle zulmediyorsun? Yazık değil mi sana? diye nasihat ediyor, onu sakinleştirmeye, teselli etmeye çalışıyor, kendi çektiği acılar için ona hiç öfke belirtisi göstermiyordu. Onun bu davranışı Allah’ın da hoşuna gittiği için, Cenab-ı Hakk, o anda meleklerine buyurdu ki: ‘Peygamberliği, yani âlemin çobanlığı demek olan benim elçilik görevimi üstlenmek Musa’ya yakışır!

Vakarları, sabırları meydana çıksın diye Allah, peygamberlik göreviyle görevlendirmeden önce, peygamberlerini çobanlıkla denemiş ve sınamıştır. Çobanlık görevdeki başarılarından sonra Allah, peygamberlerini bu çobanlıktan kurtararak, onlara temiz kulların çobanlığını vermiştir. Peygamber Efendimiz buyurdular ki: Her peygamber, gençliğinde yahut çocukluğunda mutlaka çobanlık yapmıştır. Allah, çobanlık sınavından geçirmeden, çobanlıklarını görmeden, onlara âlemin çobanlığı demek olan peygamberlik görevini vermez! Birisi:

-Siz de çobanlık yaptınız mı? diye sordu. Buyurdu ki:

-Evet, ben de bir müddet çobanlık yaptım.

İşte her buyruk sahibinin de insanlara çobanlık ederken, Hazreti Musa gibi iyi çobanları örnek alması, yönetimi altındakilere böyle anlayışlı, hoşgörülü, merhametli ve sevgi dolu davranması, onlara böyle sahip çıkması, kollayıp gözetmesi, onları bildikleri veya bilemedikleri her türlü tehlikeden korumak için böyle canla başla çalışması, halim, selim, yumuşak huylu olması, Allah’ın buyruklarını gözetmesi, akıl ve tedbirle iş görmesi lazımdır. Eğer böyle davranırsa Allah, ona yücelikler âleminde aydan da güneşten de üstün ruhani bir çobanlık verir. Yönetimleri altındakilere Hazreti Musa gibi merhametli, sevgi dolu, hoşgörülü davranamayacak olanlar, akıllı ve tedbirli olmayanlar bu gibi işlere hiç yaklaşmamalı, yaklaştırılmamalıdırlar. Aksi takdirde bunun acısını hem onlar hem de bütün toplum çeker (Mesnevi, C.VI, beyt: 3281 ve devamı).

FERTLERDE BULUNMASI GEREKEN BİRLİK VE BERABERLİK ŞUURU

Mevlana’ya göre bir toplumda birlik ve beraberliği sağlamada sadece idarecilerin, siyasetçilerin çaba ve gayretleri asla yeterli olmaz. Bu konuda tek tek fertlere de çok önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir. Hiç kimse, kendisini bu konuda muaf görmemeli, üzerine düşen görev ve sorumlulukları görmezden gelmemeli, yapabilecekleri küçük katkıları bile küçümsememeli, ihmal etmemelidir. Mevlana, Müslüman bir toplumda toplumun her ferdinin nasıl bir birlik, beraberlik şuuru, bilinci ve anlayışı içinde olması gerektiğini, damlalıktan kurtulup deniz haline gelmek isteyen bir damla örneğiyle şöyle anlatır:

Büyük bir sel olduğunda, sular birbirinin eli ayağı, bineği, durağı kesilirler de bütün güçleriyle kuvvetleriyle dağlardan, tepelerden, vadilerden, aşıkçasına, çoşa köpüre denize doğru akarlar da nihayet denize ulaşırlar, deniz olurlar. Su damlacıkları, damlalıktan kurtulup deniz olmak, ayrı düştükleri ve asılları olan denize tekrar ulaşmak için, birbirlerine yardımcı ve destek olurlar, sanki binlerce elleri, binlerce ayakları varmış gibi birbirlerine tutunurlar da birbirlerinden güç, kuvvet alırlar. Hedeflerine ulaşabilmek için dağlardan, tepelerden, vadilerden akıp inerler, ovaları aşarlar, çölleri geçerler, binlerce kilometrelik zorlu yolları ve engelleri geride bırakırlar. Her bir damla sanki: ‘Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak dön Rabbine! (Sure:89 (Fecr), Ayet:28) çağrısını duymuş gibi coşar, köpürür, çağıldar, naralar atar. Olan ve olması gereken, bizim de hep görmeye alıştığımız şey budur, dolayısıyla bunda şaşılacak bir şey yoktur. Fakat bu arada gerçekten çok zor, sarp ve güç işlere, hiç görülmemiş ve şaşılacak, örnek alınmaya değer şeylere de rastlanır: Örneğin, bir damlacık su, ıssız bir dağ başında veya bir mağaranın kuytu bir köşesinde, yahut da uçsuz bucaksız, aman vermez bir ovada tek başına kalmıştır. Her damla suyun asıl madeni, aslı, vatanı, öz yurdu denizdir. Bu yüzden her katre denizi arzular, denizin iştiyakıyla her yeri el, ayak olur, diğer katrelere doğru ayağını atar, elini uzatır, onlara sarılır, onlarla kucaklaşır, bir ve beraber olur da varmak istediği yere doğru can atar. Peki, bu dağ başında tek başına, yapayalnız, elsiz, ayaksız kalmış katrecik ne yapsın? Ortada ona yardım edebilecek ne bir sel, ne de bir dostu vardır. Buna rağmen o yine de olduğu yerde ve halde çaresiz bir şekilde bekleyip kalmak istemez. Aşk ve iştiyak ayağıyla düşe kalka denize doğru koşmaya, yuvarlanmaya başlar, zevk bineğine biner de yol almaya koyulur. Ona derler ki: Ey zavallı, ey bîçare katre! Sen aklını mı kaçırdın? Toprak senin düşmanın, yel senin düşmanın, güneşin ışığı senin düşmanın! Ulaşmayı dilediğin, düşlediğin deniz ise buralardan çok uzak! Ey elsiz, ayaksız damla! Sen bunca düşman arasından denize nasıl varacaksın? O damlacık ise hal diliyle onlara der ki: Evet, ben bir damlayım ama aslım olan uçsuz bucaksız denize ulaşmak için içimde karşı konulmaz bir özlem var. Evet, ben çok zayıfım. Ama: ‘Şüphe yok ki Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar; bunu yüklenmekten çekindiler ve onun sorumluluğundan korktular. O emaneti insan yüklendi. Doğrusu o, çok zalim, çok bilgisizdir (Sure:33 (Ahzab), Ayet:72)’ hükmünce ben de yerimde duramaz olmuşum. O aşkın, o sevdanın, o idealin teşvikiyle ve yardımıyla kalkmış yola çıkmışım. Evet, büyük seller bile bu amansız çölün tehlikeleriyle baş edemez, bu çölde yol alamamaktan korkar. Gökler bile bu yoldaki tehlikelerden titrer. Dağlar: ‘Rabbimiz, bu emaneti bize yükleme! Bizim gücümüz bunu taşımaya yetmez!’ diye feryat ederler. Yeryüzü: ‘Ben bütün yol alanlara toprak kesilmişim ama benim canımda o güç, o kuvvet yok!’ demektedir. Fakat bir katreden ibaret olan insanın canı, Allah’a kulluğa, Hakka ve halka hizmete bel bağlar da der ki:

Hele Sen bana bir yürek ver de, bendeki yiğitliği seyret!

Hele Sen bana ‘Benim tilkim!’ de de bendeki arslanlığı gör!

Dediğiniz gibi ben de çok zayıfım, çok arığım, çaresizim ama benim canımın kulağına ‘Andolsun ki biz Âdem oğullarını üstün kıldık!’ sesi ulaşmıştır.

Artık ben canımda o sesin Allah’tan yardım, nusret, inayet ve başarı eserlerinden başka bir ses duymuyorum. Bundan sonra ben artık ne zayıfım, ne arığım, ne de çaresizim. Allah’ın nusretiyle, yardım ve inayetiyle ben, artık dünyadaki bütün dertlerin, sorunların da çaresini bulurum!

Okluğumu senin oklarınla doldurdum mu, yay yerine Kafdağı’nın bile belini çeker bükerim!

Ben kendime baktıkça ve kendimi gördükçe, kendi gücüme güvendikçe çok zayıfım, çok güçsüzüm, hiçbir şey yapabilecek güce, kuvvete sahip değilim. O zaman bütün zayıflardan daha zayıfım; bütün çaresizlerden daha çaresizim! Ama bakışımı ve görüşümü değiştirir, kendime bakmaz, kendimi görmez de yalnızca Senin lütfunu, Senin yardımını görürsem: ‘O gün yüzler parlar, güzelleşir ve Rablerinin lütfunu bekler’ hükmünce niçin zayıf ve çaresiz olacakmışım? Niçin çaresizlere çare bulamayacakmışım? Niçin o soluğun, o zamanın mahremi kesilmeyecekmişim? (Mecâlis-i Seb’a ve Mektubattan Seçmeler, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayını, Konya, Haziran 2006, sayfa: 99-100).

Yalnızlık bucağı, şeytanların toplandıkları, haşir-neşir oldukları yerdir. Özellikle bu zamanda temiz dostlardan ayrılıp bir köşede oturmaktan arslanlar bile korkarlar. Korkuysa arslana yaraşmaz. Arslanların kusura, noksana düşmeleri, ancak şeytanların bir imtihanıdır. İnsandaki yüce himmet ve gayret kemerinde bir gevşeme olursa, mutlaka hemen korkuya düşmeli, bunun çaresi bulunmalıdır.

Kemerinin düğümünü, bağı gevşemiş gördün mü?

Tez elden çözülmesine engel ol, sık, pekiştir onu!

Kervandan ayrılıp, aynı yolu yalnız gitmeye kalkana o yol, yüz kat daha uzar, yorgunluk ve çilesi de o derece fazla olur. Engin bir deniz olmak varken, kendi başına zavallı tek bir katre olmaya razı olma! Mademki denizi özlüyorsun, öyleyse katreliği yok et gitsin! Topluluk içinde olursan ve içinde bulunduğun topluluk ne kadar büyük olursa o kadar güvende olursun… Hayırlı dost ve arkadaş yalnızlıktan hayırlıdır. Akla düşman olan yoldaş, yoldaş değildir. Böyle yoldaşı dost değil, düşman bil! Öyleyse sen de kendine iyi ve hayırlı dostlar ve yoldaşlar ara! Böyle bir dost bulamazsan, hemen otur hiç olmazsa kendine taştan bir dost yont da, onu sev! Eğer dostun yoksa niçin aramıyorsun? Eğer dost buldunsa niçin sevinmiyorsun?

Ey gönlünü sevgiliden ayıran dostum!

Dosttan yüz çevirmek sanki daha mı iyi oldu?

Sen gönlünü dostundan ayırdın diye?

Düşman, sevincinden derisine sığmıyor.

Dostlar, dostlar! Birbirinizden ayrılmayın!

Sakın ola ki ayrılık havaları çalmayın

Hep birlik ve beraberlik havaları çalın!

Kaçıp uzaklaşma heveslerini kafanızdan atın!

Mademki hepiniz birsiniz, ikilik havası çalmayın!

Vefâ sultanı emrediyor: ‘Vefâsızlık etmeyin!

İKTİDAR YÜKÜNÜN AĞIRLIĞI

Hazreti Mevlana’ya göre yeryüzünde insan olarak yaşamak, hele de yöneticilik, idarecilik gibi büyük sorumluların altına girmek, herkesin kolayca üstesinden gelebileceği, her babayiğidin altından kalkabileceği görev ve sorumluluklardan değildir. Bu sadece insanların değil, meleklerin bile altından kalkamayacağı kadar zordur.

Nitekim Harut ve Marut adlı iki Melek de: ‘Biz ne güzel kullarız! Şer ve kötülük bilmeyiz! Bizden kimseye hiçbir kötülük gelmez! Ah ne olurdu şu yeryüzüne biz de bulut gibi rahmetler yağdırsak, bu zulüm yurdunda adaleti, insafı, ibadet ve vefayı yaysaydık!’ demişler, yeryüzüne inip iyilikle hükmetme sevdasına kapılmışlardı. Yürekleri bu istekle çarpıyor, hop hop oynuyordu. Onlardaki bu gurur ve istek, yakalarını bırakmadı, nihayet onları kendilerini beğenmiş bir hale soktu. İnsanlara üst perdeden: ‘Ey toprağa, suya, yere, ateşe mensup insanlar, ey ruhanilerin temizliğinden haberi olmayanlar! Biz şu gökyüzünün üstünde perdeler dokuyor, yeryüzüne inip şadırvanlar kuruyoruz. Biz adalet yapar, ibadet eder, sonra her gece yine göklere uçar gideriz. Bu suretle de şu devrin şaşılacak büyükleri olur, yeryüzünde adalet ve emniyeti yayarız’ diyorlardı. Onlar gökyüzü ahvalini yeryüzüne kıyas ettiler de yanıldılar. Çünkü bu kıyas, doğru bir kıyas değildi. Arada büyük bir fark vardı. Bu yüzden yeryüzünde başlarına büyük belalar ve felaketler geldi (Mesnevi, Cilt I, beyit 3415 ve devamı).

Bu tür görev ve sorumlulukların altından yalnızca Hazreti Süleyman benzeri iyi, ehliyetli, liyakatli, dirayetli kimseler kalkabilir. Dolayısıyla böyle görevlere ancak onun gibiler talip olmalı ve onun gibiler getirilmelidir. Dünyada hiç kimseye nasip olmayan eşsiz bir iktidar gücüne sahip olan Süleyman (AS) bile iktidar gücünün kötülerin eline geçmesinden çok korkup ürkmüş ve Allah’a:

Ey Rabbim! Beni bağışla! Bana, benden başka hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık, (mülk, saltanat, iktidar, güç ve kudret) ver! Bu güç ve iktidarı, benden başka kimseye verme! Şüphesiz Sen, bütün istekleri yerine getiren, daima bağışta bulunansın!’ diye dua etmişti (Kur’an, 38. Sure (Sa’d), Ayet:35).

Hazreti Süleyman’ın, bu niyazı asla onun bencilliğinden, hasedinden, kıskançlığından, nekesliğinden kaynaklanmıyordu. Hazreti Süleyman, siyasi güç ve iktidarın yanlış ellerde ne kadar tehlikeli ve zararlı olacağını, bunun ne zor ve çetin bir imtihan olduğunu çok iyi görebildiği için böyle dua etmişti. İnsan için baş korkusu, can ve din korkusu en zor ve en çetin imtihandır. İnsanın hem canı, hem başı, hem dini, hem dünyası için de bundan daha zor ve çetin başka bir imtihan olamaz. Cihan saltanatı da baştanbaşa, kıldan kıla can kaygısından ve baş korkusundan ibarettir. Ancak Süleyman himmetli biri, iktidar gücünün göz alıcı, aldatıcı yüz binlerce renk ve koku tuzaklarından kurtulabilir ve bu büyük imtihandan başarıyla, yüz akıyla çıkabilir. Allah’ın kendisine bahşettiği bütün üstün yeteneklerine, kuvvet ve kudretine, peygamberlik nimetine rağmen, iktidar ve saltanatın sarsıcı dalgaları, Hazreti Süleyman’ın bile nefesini tıkamıştı. Allah’ın kendisine büyük lütuf ve ihsanlarına, büyük mücadele azmine ve gücüne rağmen, içine düştüğü türlü keder ve üzüntüler yüzünden onun da üstü başı toz, toprak içinde kalmış, bunun üzerine Hazreti Süleyman bütün iktidar sahiplerine acıyarak şefaat etmiş: ‘Ya Rabbi! Bana verdiğin bu iktidar gücünü, herkese verme! Bu yükün altından kalkabilecek kemal sahiplerine ver! Sen kimi kerem sahibi kılar, bu gücü kime verir, kime bağışlarsan, aslında o da bir Süleyman’dır. Dolayısıyla böyle bir kimse, ‘Benden sonra bu iktidarı başka kimseye verme!’ hükmüne dâhil değildir. Çünkü o benimledir. Hatta benimle bir ne demek, o kişi davasız, nizasız ben demektir. Yani o bendir, ben de oyum’ demişti. (Mesnevi, Cilt I, beyit 2604 ve devamı).

Hazreti Süleyman her zaman Allah’a; verdiği nimetler için şükreden bir kuldu. Bu nimetleri hep Allah’ın rızasını kazanma yolunda kullandı, hiçbir zaman Allah’a isyan ve kötülük yolunda kullanmadı. Allah onu hem bu nimetlerle, hem de bunları geçici bir süre elinden alarak denemişti. Bir sonraki ayette buna da işaret edilmektedir.

And olsun ki Süleyman’ı denedik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik (hükümranlığını zayıf düşürdük); sonra o, yine eski haline döndü (Kur’an, 38. Sûre (Sa’d), Ayet:34).

İKTİDAR ARAÇTIR, AMAÇ OLAMAZ!

İnsan fıtratını, insanın iç dünyasını, insandaki içgüdüleri çok iyi tahlil eden Mevlana, insanlardaki iktidar hırsına, bazı insanların iktidar gücünü Hakka ve halka hizmet amacıyla değil, sırf başkalarına hükmetme, üstün gelme, egemen olma, başkalarını yönetebilme heves ve arzularını tatmin için istediklerine de önemle dikkat çeker:

Boğaz ve cima hırsı da kötüdür. Fakat mevki ve makam hırsı olmadıkça yine de sınıklıdır. Bir sofranın çevresine yüz tane adam oturur, yemek yer. Fakat iktidar olmak, baş olmak isteyen iki adam koskoca dünyaya sığamaz. O, dünya yüzünde bunun bulunmasını istemez. Hatta padişah, padişahlığıma ortak olur diye babasını bile öldürür. Duymuşsunuzdur ya, saltanat kısırdır, derler. Padişahlık, iktidar, güç, kudret davasında olan, korkusundan akrabalarını yakınları bile keser, hepsinden geçer. Çünkü saltanat kısırdır, onun oğlu yoktur. Ateş gibi kimseyle dostluğu olamaz. Kimi bulursa yakar, yırtar. Kimseyi bulamazsa kendi kendisini yer (Mesnevi, C.V, beyt: 522 ve devamı).

Hazreti Mevlana’na göre, siyasi iktidardan, mevki ve makamdan, hükümranlıktan, sultanlıktan çok daha başka ve çok daha üstün ve değerli sultanlıklar da vardır ama insanların çoğu bunların tarafına hiç dönüp bakmazlar da yalnızca siyasi, güç, iktidar, mevki ve makam peşinde koşarlar, ne pahasına olursa olsun onu elde etmek isterler. Fakat iktidar gücü hem belli bir liyakat ve ehliyet gerektirir, hem de devamlılığı olan bir şey değildir. Gerekli ehliyet ve liyakate sahip olmadıkları halde sırf iktidar için iktidarı isteyenler hem kendi hesaplarına büyük zararlara uğrayacaklar, hem de topluma çok büyük zararlar vereceklerdir:

Bazı insanlar, Allah’ın vereceği gerçek sultanlığı almazlar, onun kıymetini bilmezler de halkın verdiği, eğreti, çalma çırpma ve görünüşteki sultanlığı tercih ederler, onun peşinde koşarlar. Hâlbuki halkın verdiği iktidarın, saltanatın, mevki ve makamın bir devamlılığı yoktur. Gün gelir o saltanatı ve iktidarı verenler bir borç para gibi yine geri isteyip, alırlar.

Hazreti Mevlana, iktidarı bir amaç olarak değil, araç olarak gören ve öyle davranan iyi, ideal ve idealist iktidar ve siyasi güç sahiplerinin bir örneği ve modeli olarak Hazreti Süleyman’ı gösterir. Hazreti Süleyman, Allah’ın kendisine verdiği o üstün iktidarı ve erişilmez nimetleri Allah’ın rızasına ulaşmak için yararlanılabilecek araçlar olarak görür, geçici dünya nimetlerine asla gönül bağlamaz, bunları ulaşılması gereken amaçlar yerine da koymazdı. Nitekim onun bu özellikleri Kur’an’da da açık olarak belirtilir: ‘Biz Davut’a Süleyman’ı verdik. Doğrusu o, hep Allah’a yönelen, ne güzel bir kuldu! Ona bir akşamüstü, çalımlı, cins koşu atları sunulmuştu. Süleyman: ‘Doğrusu, ben bu iyi malları, Rabbimi anmayı sağladıkları için severim’ demişti. Koşup, toz perdesi arkasında kayboldukları zaman: ‘Onları tekrar bana getirin!’ dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı (Kur’an, 38. Sûre (Sa’d), Ayet:30-33).’

Atları yarıştırıp deneyen, sonra onları yanına getirtip bacaklarını ve boyunlarını okşayan Süleyman’ın, harika görünüşlü bu iyi cins atları, Allah yolunda kullanılan bir nimet oldukları için sevdiği, bu sevginin dünya hayatına tapan insanlardaki mal ve iktidar sevgisi gibi bir sevgi olmadığı, Allah’ın verdiği nimet ve malların bir sınav aracı olduğu, Allah’ı anmayı, onu hatırlamayı sağladıkları için bunlara şükredilmesi ve sevinilmesi gerektiği Hazreti Süleyman’ın dilinden böylece ifade edilmiştir.

Kısacası Mevlana’ya göre iyi bir yöneticinin en karakteristik özelliklerinin başında iktidar gücünü, mevki ve makamı bir hedef ve amaç olarak değil, Hakka ve halka hizmet için bir araç olarak görmesi, kendisini buna adaması gelir. Kötülerin gözünde ise iktidar gücü bizatihi bir amaçtır, böyle yöneticiler herkesin ve her şeyin kendilerine hizmet etmesi ve boyun eğmesi gerektiğini düşünürler, Hakkı ve halkı kendi hizmetlerinde, çıkar ve menfaatleri doğrultusunda kullanmaktan, istismar etmekten hiç çekinmezler. Giordano Bruno’nun (1548-1600) dediği gibi ‘Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır. Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Allah’ı da kullanırlar’. Mevlana da ondan asırlarca önce bu gerçeği bir rubaisinde şöyle ifade ediyor:

Eğer onu bunu incitirsen, iyi insan olma andının ne değeri kalır?

Birine önce zehir verip, ardından bal şerbeti sunmak ne işe yarar?

Hakk için ve Halk için çalışıp çabalamak, elbette güzel ve hayırlı bir iştir.

Fakat bunu da kendine çıkar sağlamak için yaparsan ne değeri kalır?

YÖNETİM KADEMELERİ MENFAAT DEVŞİRME YERİ OLAMAZ!

Mevlana’ya göre, kamu görevleri menfaat devşirme, millet sırtından geçinme, ona buna büyüklük taslama, böbürlenme yerleri değildir. Peygamber Efendimizin: ‘Yalnızca kendi el emeğin ve alın terin ile kazandığın ekmeği ye!’ hadisi her iyi yöneticinin en başta gelen düsturu olmalıdır.

Rivayete göre, Hazreti Süleyman’a sık sık cennet yemekleri getirilir, o da bunları afiyetle yer, bunlardan büyük lezzet alırdı. Yine bir gün cennetten yemek tayınını getirdiklerinde Cebrail Aleyhisselâm da orada bulunuyordu. Süleyman Peygamber, bu yemekleri tam bir iştiha ile yerken, iki meleğin kendi aralarında konuştuklarını duydu. Biri diğerine: ‘Süleyman’a bak Süleyman’a! Görüyor musun, cennet yemeklerini ne de büyük bir iştah ve arzu ile yiyor?! Sanki bu nimetleri kendisi emek sarf ederek, eziyet çekerek, çalışıp çabalamış da kazanmış! Hâlbuki böyle hazırcılık, haraç yer gibi çalışıp kazanmadığını yemek bir Allah Peygamberine hiç yakışmıyor! diyordu. Süleyman Cebrail’e: ‘Bunlar ne diyorlar?’ diye sordu. Cebrail: ‘Ne dediklerini sen de duydun, bana niye soruyorsun!’ dedi. Süleyman: ‘Yani, insanın kendi el emeğiyle helalinden kazanıp yediği yemek, cennet yemeklerinden bile daha hayırlı, daha iyi, daha lezzetli midir? Bunu mu söylüyorlar?’ diye sordu. Cebrail: ‘Evet!’ diye cevap verdi. Bunu duyan Süleyman, hemen tevbe etti, bundan sonra zembil örüp satmaya başladı. Ömrünün sonuna kadar da kazancını ve geçimini bu işten sağladı. Babası gibi o da bir gün yiyip, bir gün oruç tutarak, Davut orucuna devam etti ve yalnız kendi el emeği ile kazandığı lokmalarla iftar etti. Yüce Allah, cenneti ve içindeki nimetleri ibadet edenlerin ibadeti, zikredenlerin zikri, şükredenlerin şükrü ve sabredenlerin sabrı ile yaratmıştır. Zaten cennetteki yemeklerin lezzeti, güzelliği ve özelliği de bundan kaynaklanır. Zahmet çekmeden, hazine bulunmaz. Hazine zahmet ve eziyet çekene görünür. Mutluluk da, çalışanın, emek, çaba ve gayret gösterenin hakkıdır. (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki, s. 274)

Hazreti Peygamber çok mümkün olduğu halde asla lüks ve saltanat içinde, zevk ve safa dolu bir hayat sürmedi. Böyle bir yaşamı hiç istemedi, gönlünde istek de duymadı. Tam tersine: ‘Fakirlik, yani zevk ve saltanat içinde değil, yoksul bir hayat sürmek benim övüncümdür!’ diyerek, çok mütevazı ve yoksul bir yaşam sürmeyi tercih etti. Eline geçeni hiç bekletmez, hemen yoksullara, ihtiyaç sahiplerine dağıtır, Allah yolunda harcardı. Bu yüzden öldüğü zaman ardında, mal mülk, servet, altın, gümüş, elbiseler, hanlar, hamamlar, köşkler, saraylar araziler, arsalar gibi hiçbir miras bırakmadı. Yunus’un dediği gibi:

Dünya malı tutmadı

Hiç emanet artmadı

Terzi ekip biçmedi

Hil’atın Muhammed’in!

Hazreti Peygamber, tatlı canını verdiği gün, altında içi hurma ağacı lifleriyle doldurulmuş bir yatak vardı. Öyle ki, o lifler, Peygamberin mübarek yanaklarında iz bırakmıştı. Başucunda da ağaçtan yapılmış bir kâse vardı. Hastalığı nedeniyle ateşi yükseldiğinde, elini o kâseye batırıp alnına sürüyor, göğsüne su döküyor, böylece serinlemeye çalışıyordu. Peygamber (SAV), bu dünyadan göçtüğü gün, eşi Ayşe (RA), onun ardından: ‘Ey tahtlarda, rahat yataklarda değil de hasırlar üstünde yatıp uyuyan! Ey ipekli ve değerli kumaşlardan elbiseler giymeyen! Ey arpa ekmeğinden bile doyasıya yemeyen!’ diyerek ağlıyordu. Onun ardından gelen Raşit halifeleri de aynı şekilde ona uydular. Ama maalesef daha sonraları zalim ve despot saltanat dönemleri geldi, kendileri zevk, saltanat ve debdebe içinde ferah ve fahur yaşarlarken, Müslümanların geniş dünyalarını dar ettiler.

KAMU YÖNETİMİNDE ŞURA, İSTİŞARE VE MEŞVERETİN ÖNEMİ

Hiç birimiz, hepimiz kadar akıllı değiliz!’ anlayışında olan Hazreti Mevlana kamusal işlerin neden şura, istişare, müşavere ve meşveretle yürütülmesi gerektiğini şöyle açıklar:

Aklın varsa, bir başka akılla dost ol da, işlerini onunla danışarak yap! İki akılla çok belalardan kurtulur, ayağını göklerin bile yücelerine basarsın (Mesnevi, Cilt IV, beyt 1264-1265).

Kendisinin reyine, tedbirine eş, hiçbir rey ve tedbir bulunmadığı halde, Peygamber Efendimize bile Cenab-ı Hakk: ‘Onlarla istişare et, danış! (Kur’an, 3. Sure (Al-i İmran), Ayet:159)’ buyurarak kamusal işlerde ashabı ile istişare etmeyi emretmiştir. Çünkü meşveretten daha az hata ve eğrilik meydana gelir. Akıllar, aydın kandillere benzerler. Elbette yirmi kandil bir kandilden daha fazla aydınlık verir. Hatta bakarsınız bu kandiller arasına göklerin, yüceliklerin nurundan yanmış bir kandil de bulunabilir. Yönetim ve danışma meclislerinde, peygamberlerde bulunan akıl gibi bir akıl ara! Çünkü peygamberlerden, miras kalan bir akıl ve anlayış vardır. Böyle akıllar, herkesin kolaylıkla göremeyeceği görünmez şeyleri, bilemeyeceği bilinmezleri, gayıpları önden de, arkadan da görebilirler. Bu kısa kesilen kitapta anlatılmasına imkân bulunmayan gözü de böyle gözler arasında ara! İşte o azametli Peygamber, rahipliği, dağlara çekilip yalnızca ibadet etmeyi bunun için men etmiştir. İnsanlar birbirleriyle buluşsunlar diye bunu kaldırmıştır. Çünkü böyle bir göze sahip adamın bakışı bahttır, ebedilik iksiridir. (Mesnevi, Cilt ,VI, beyit 2611-2621)

Her göz, her bakış, her görüş aynı olmaz. Herkes yıldızlara bakar, onları görür, seyrederler ama yıldızları iyi tanıyan gemicilerden başkası, engin denizde yıldızlara bakarak yollarını bulamaz. (Mesnevi, Cilt ,V, beyit 4228-4229)

İnsan gözdür, öte yanı et, kemik ve deriden başka bir şey değildir. Göz de Hak ile batılı, iyiyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini olduğu gibi görebilen, birbirinden ayırabilen gözdür. İnsanın görüşü ne kadarsa, değeri de o kadardır. İnsan, görüşten ibarettir. Müminle, kâfiri, Mecusi ile Hıristiyan ve Yahudi’yi birbirinden ayıran da hep bu bakış ve görüş farklılıklarıdır.

Kim kendi noksanını görüp anlar ve tamamlamaya çalışırsa, yedeğinde dokuz at varmış gibi olgunlaşma yolunda koşar. Ama kendisini kâmil, tam ve olgun sanan, ululuk sahibi Allah’ın yolunda mesafe alamaz. İnsanın canında kendisini kâmil, tam ve olgun sanmaktan daha beter bir hastalık olamaz. Senden bu kendini beğenme def oluncaya kadar, gönlünden de çok kan akar, gözünden de. İblis’in hastalığı, ‘Ben Adem’den daha hayırlıyım’ demesiydi. Bu hastalık, her mahlûkta vardır. Bu hastalığa yakalanmış olanı, o her ne kadar kendisini mütevazı görse de, saf ve temiz göründüğü halde altında pislik olan su bil! Denemek için onu bir karıştırırsan hemen bulanır, pislik kendini belli eder, tamamı pislik rengini alır. Ey yiğit! Kendi ırmağın sana pek saf ve berrak görünüyor ama senin ırmağının dibinde de pislikler var! Irmak, kendisini nereden temizleyecek? İnsanın bilgisi, ancak Allah bilgisiyle fayda verir (Mesnevi, Cilt I, beyit: 3212 ve devamı)

İnsan gideceği yolu çok iyi bilse bile yine de tek başına yola düşmesi uygun olmaz. Çünkü akıl başka bir akılla birleşirse, nur, aydınlık, ışık artar, yol daha iyi meydana çıkar. Fakat nefis, başka bir nefisle sevinir, güler, oynarsa karanlık çoğalır, yol gizlenir. Akıl başka bir akılla birleşti mi, kötü işe, kötü söze mani olur. Fakat nefis, başka bir nefisle dost olursa, insandaki cüzi akıl devre dışı kalır, bir işe yaramaz. Eğer Hazreti Adem de, şeytanın kendisini kandırdığı konuda, akıl sahipleriyle, örneğin meleklerle meşverette bulunsaydı pişman olacağı şeyi yapmak, aflar, özürler dilemek zorunda kalmazdı.

İnsan, kendi yarasından ve çıbanından iğrenmez. Yaralı elini yemeğe sokar, parmağıyla yalar. Bundan midesi bulanmaz ama, başka bir kimsede birazcık çıban ve ufacık bir yara görse o yemeği artık yiyemez, iğrenir. İnsandaki kötü huylar da yaralara ve çıbanlara benzer. Kendinde olduğu zaman, insan onlardan iğrenmez, incinmez; halbuki başka birinde, onlardan bir parçacık görecek olsa iğrenir, nefret eder (Fîhi Mâfih, s.37).

İYİ YÖNETİCİNİN ÖZELLİKLERİ

Mevlana’ya göre iyi bir yöneticide bulunması gereken özellikler yukarıda kısmen değinilenlerden ibaret değildir. İyi bir yöneticide ayrıca akıl, hüner, erdem, bilgi, uzmanlık, tecrübe, basiret, feraset, iman, ahlak, takva (görev ve sorumluluk bilinci), ehliyet, liyakat, dirayet, adalet, fikir, rey, tedbir, fark ve temyiz sahibi olmak, yetenek, beceriklilik, iyilik, doğruluk, dürüstlük, gayret, çalışkanlık, hizmet aşkı, azim, sabır, kararlılık, hoşgörü, şefkat, merhamet, tevazu, araştırıcı, soruşturucu olmak, görünüşe aldanmamak, fikir, eylem ve söylem tutarlılığı gibi daha pek çok özellikler de bulunmalıdır. Mevlana diyor ki:

Çalışır, çabalar, aklına hizmet eder, onun çalıştırır, geliştirirsen, buna karşılık aklın da seni çok büyük başarılara, iyiye, güzele, doğru yola götürür. Allah, bu çeşit kul sıfatlarından münezzeh olmakla beraber, senin kıldığın kulluğa karşılık ve ona göre senin içine öylesine bir zevk, sana gizlice öyle bir şey verir ki, dünya halkı sana karşı yerlere kapanır, seni başlara başbuğ eder. Hani Allah, bir taşa hüner vermiş, onu altın etmiştir de halkın gözünde yüceltmiştir. Hani bir katre su, Allah’ın lütfunu bulmuştur da inci olmuştur, değerde altını da geçmiştir. Çünkü ödülü O’ndan almıştır.

Allah’ın bir adamı bir işe koşması, o işe vermesi, o kişinin dileğine, isteğine, bir şeyi yapışta irade sahibi oluşuna engel değildir. Nitekim Allah, bahtı kötü kişiye bir zahmet verdi mi, o kişi, pılısını, pırtısını alır, çekip küfür iline göçer. Öte yandan, bahtı yaver kişiye de Allah bir sıkıntı, bir zahmet verirse o, pılısını, pırtısını daha da yakına götürür, kor. Korkak ve gönlü kötü kişiler savaşta, can korkusuyla, hemen bozulup kaçma sebeplerine yapışırlar. Yüreklilerse savaşta can korkusuyla düşmanların saflarına saldırırlar. Bela, can korkusu, mihenk taşıdır; yiğit er, onunla korkak kişiden ayrılır (Mesnevi, Cilt IV, beyit: 2914-2920).

İyi yöneticiler, hiç yalan söylememeli, yalandan yunmuş arınmış olmalıdır. İyinin doğrunun güzelin ne olduğunu önce çok iyi tam bilmeli, sonra da vakti geldiğinde eksiksiz fazlasız haber vermekten geri kalmamalıdır. Yani nazarları, bakışları, görüşleri çok keskin olan Hak ve hakikat horozları gibi zamanlamaları tam olarak doğruyu haber vermeli, doğru şeyler yapmalıdırlar. Nasıl ki Allah, namaz vakitlerini onlara bildirsinler diye, horozları insanoğluna hediye etmiştir. Horozlar, müezzinler gibi güneşi gözler, bekler dururlar, namaz vakti gelince de hiç aksatmadan ve vakti geçirmeden tam vaktinde insanlara haber verirler. Onlar bu işte o kadar uzman ve mahirdirler ki, onları daracık ve zifiri karanlık bir yere, hatta bir leğenin altına bile kapatsalar, onlar yine de içgüdüleriyle güneşin hareketlerini içten içe gözlerler, onun nerede olduğunu bilip, anlarlar. Horozlardan birisi yanılıp da vakitsiz ötecek olursa, başından olur. Çünkü vakitsiz öten horozun, başını keserler. Horozlar bu kabiliyeti ve vakti gelince ötmeyi bir para veya menfaat karşılığı değil, Allah için ötmek üzere öğrenmişlerdir. Onları bu iyilik ve kötülükler âleminin, yalancı sabahları asla aldatamaz. İnsanlardan, özellikle de halka önder ve lider olan yöneticilerden bazılarının akılları, bilgileri, hünerleri noksan olduğu için tutarlar yalancı sabahları, sahici sabah sanırlar. Fecr-i kâziplerin o yalancı aydınlığını, yalancı sabahları, gerçek sabah sanıp yola çıkan, idareleri altındaki kervanları da yola çıkaran nicelerinin bu bilgisizliği, ahmaklığı, tedbirsizliği yüzünden nice kervanların yolu vurulmuştur. Dilerim yalancı sabahlar, halka kılavuz olmasın! Çünkü yalancı sabahlar, nice kervanları, nice değerleri yele vermiştir. Ey yalancı sabahlara kapılıp, aldananlar, sakın sahici sabahları da yalancı görmeyin! Gerçek sabahları da uykuda, gafil ve boşuna geçirmeyin!

KURT DEĞİL ÇOBAN, HIRSIZ DEĞİL BEKÇİ

VE ŞEYTANDAN UZAK OLMAK

Hazreti Mevlâna’nın hatta babasının ömrü boyunca sultanlarla, devlet adamlarıyla arasının çok iyi olduğu söylenemez. Babası da o da Müslüman bir devlet adamında bulunması gereken asgari nitelikleri bile taşımadığını düşündükleri, halka eziyet ettiklerine şahit oldukları sultanları ve devlet ileri gelenlerini hiç çekinmeden kıyasıya eleştiriyorlar, onlarla ilişkilerinde gözünü budaktan, lafını dudaktan sakınmayan bir tutum sergiliyorlardı. Örneğin; Mevlana’nın Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykâvus’a (saltanat dönemi: 1246-1260) söylediği şu sözler, değil o zamanın bir sultanına, günümüzün sıradan bir devlet adamına, hatta basit bir bürokratına bile söylemeye herkesin kolay kolay cesaret edemeyeceği kadar ağır olsa gerektir:

Bir gün Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykâvus (saltanat dönemi: 1246- 1260) Mevlâna’yı ziyarete gelmişti. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat etmeyip dersiyle, öğrencileri ve herkese genel nasihatlerle meşgul oldu. Sultan:

  • Mevlâna Hazretleri bana da bir öğüt versin! dedi. Mevlâna:
  • Sana ne öğüt vereyim?! Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun,

sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun! Allah seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun, dedi. Bu manalı sözleri işiten Sultan ağlayarak dışarı çıktı, medresenin kapısında başını açıp tövbeler etti ve “Ey Allah”ım! Mevlâna hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçakgönüllülüğü senin padişahlığından ötürü gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bu iki riyasız sıdkın hürmetine bana merhamet et! dedi (Şemseddin Ahmed-i Eflâkî, Menâkıbü’l Ârifîn, Çev. Tahsin Yazıcı, Âriflerin Menkıbeleri, I-II c., İstanbul, 1989, I, 480-481).

YÖNETİMDE AKLIN ÖNEMİ

Mevlana aklın önemiyle ilgili olarak şunları söyler: Peygamber (SAV) buyurdu ki: Yüce Allah, aklı yaratınca ona ‘Otur!’ dedi, akıl oturdu. Sonra ‘Kalk!’ dedi, kalktı. Sonra ‘Gel!’ dedi, geldi. Sonra ‘Git!’ dedi, gitti. Sonra ‘Konuş!’ dedi, konuştu. Sonra ‘Sus!’ dedi, sustu. Sonra ‘Bak!’ dedi, baktı. Sonra ‘Bakma!’ dedi, bakmadı. Sonra ‘Anla!’ dedi, anladı. Sonra buyurdu ki: ‘Yüceliğime, ululuğuma, büyüklüğüme, kudretime, kuvvetime, izzetime, celalime, gücümün, kudretimin arşımı kavrayıp kaplamasına and olsun ki; senden daha yüce ve üstün bir varlık yaratmadım, senden daha sevgili bir mahlûk halk etmedim. Ben, seninle tanınır, seninle bilinirim; seninle Bana kulluk edilir, seninle Bana itaat olunur. Sana hitap ederim. Senin yüzünden itap eder, senin yüzünden bağışlar, senin yüzünden azap eder, senin yüzünden ödül veya ceza verir, senin yüzünden sevap veya günah takdir ederim.’ buyurdu (Hadis, El-İthafat, s. 178-179) (Mecâlis-i Seb’a ve Mektubattan Seçmeler, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayını, Konya, Haziran 2006, sayfa: 126).

Herkesin akılı aynı seviyede değildir. Mertebe bakımından akıllardaki aykırılık, yerden göğe kadardır. Akıl vardır, güneş gibidir, akıl vardır, Zühre yıldızından da, yıldız akmasından da daha aşağıdır. Akıl vardır, bir sarhoş mumu gibi, akıl vardır, bir ateş kıvılcımı gibi! O güneş gibi aklın önünden bulut kalktı mı, Allah’ın nurunu görebilen başka akıllar da ondan faydalanırlar (Mesnevi, Cilt V, beyit: 459 ve devamı).

Aklın varsa, bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap! Akıl başka bir akılla birlik oldu mu aydınlık artar, yol belli olur. Ama nefis başka bir nefisle birleşti mi karanlık artar, yol gizlenir.

Bazılarının aklı yeryüzündeki çayır çimen gibi bulunduğu yerde çakılı kalır, gezip dolaşamaz. Otu çağırsan ne olur, çağırmasan ne olur? O ayağını çakılıp kaldığı, gömüldüğü yerden çıkarıp gelemez ki!

Akıl, bir şekle bürünse de yüz gösterseydi, gündüz bile onun ışığı karşısında kararırdı. Ahmaklık da bir şekle bürünse de meydana çıksaydı, gecenin karanlığı, ona karşı apaydınlık olurdu. Sen de çalış, çabala da akıl ve din piri ol! Akl-ı küll gibi herkesin, her şeyin iç yüzünü görebilmeye gayret et! (Mesnevi, Cilt IV, beyit 2178 ve devamı)

İnsan aklını gereksiz yerlere dağıtmamalı yerli yerinde kullanmalıdır. Aklının suyunu dikenleri, yabani otları sulamak için kullananlar, faydalı ürünleri, değerli meyveleri susuz ve gıdasız bırakırlar. Kendine gel de o kötü fidanları kes, buda! Bu güzel fidana su ver, onu tazelendir! Şimdi görünüşte ikisi de yeşil görünüyor ama sonuna bak! Biri sonunda işe yaramaz hale gelecek, öbürüyse güzel meyveler verecek. Bağın suyu buna helal, öbürüne haramdır. Bunun nedenini ve aralarındaki farkı insan ancak işin sonunda görebilir.

İnsanlar, akıl bakımından tam akıllı, yarım akıllı ve akılsızlar olmak üzere üçe ayrılır. Tam akıllı, neyin ne olduğunu, işin sonunun nereye varacağını bilen, elindeki ilim, fikir meşalesiyle başkalarının da yolu aydınlatabilen, önüne düştüğü yolculara iyi kılavuzluk edebilen kimsedir. Canının elde ettiği nurla o, kendi ışığının peşine düşmüş, kendine uymuş, kendine inanmış, başkasının da inanıp güvenebileceği, peşine takılabileceği biri hale gelmiştir.

Yarım akıllı ise, aklı kendini kurtarmaya yeterli olmasa bile, tam akıllı birini göz edinmiş, ona uymuş kişidir. Körün kendisini yeden kimsenin elini tutması gibi, o da bu tam akıllının elini sımsıkı tutar, onunla görür hale gelir, onunla çevikleşip yücelir. Hem aklı olmayan, hem de akıllıların peşini bırakan akılsıza gelince onda bir arpa tanesi kadar bile akıl yoktur. Böylesi hem yol iz bilmez, canı kördür, hem de bir kılavuzun peşine düşmeye utanır. Uçsuz bucaksız bir çölde, kendi kendine kah düşe kalka, kah topallayarak yürümeye, kah da yel yepelek koşmaya çalışır. Kör canı, bir o yana, bir bu yana adım atar, koşar sıçrar ama sonunda gene de kurtulamaz. Bir ışığı yoktur ki onunla yolunu görebilsin; yarım bir mumu bile yoktur ki başkasından ışık dilensin de mumunu yaksın. Aklı yoktur ki diriler gibi nefes ve yol alsın, yarım aklı bile yoktur ki kendini ölü saysın da kurtulsun. Diri değildir ki, İsa’ya solukdaş olsun, ölü de değil ki İsa’nın soluğuyla dirilsin. Olgun, özü sözü diri ve doğru olan, tam akıllı birinin yardımıyla dirilip doğrulmaya çalışsın! Akıllı ona derler ki, elinde meşalesi olsun; o meşaleyle öne düşsün, yolculara kılavuzluk etsin. Yarım akıllı da, bir akıllıyı kendisine göz edinmiş, ona uymuş kişidir. Bir arpa ağırlığında bile aklı olmayan eşeğe gelince, onun hem aklı yoktur, hem de akıllıyı bırakmıştır. Ne çok yol bilir, ne az, fakat gene de kılavuzun ardına düşmekten utanır. Olgun bir aklın yoksa özü-sözü diri bir akıllının karşısında kendini ölü say, ona sığın! (Mesnevi, Cilt IV, beyit: 2188 ve devamı)

Akıllılardan bir cefa bile gelse, o cefa, cahillerin vefasından daha iyidir. Onların zehirleri bile cana neşe verir. Peygamber: ‘Akıllının düşmanlığı, cahilin sevgisinden yeğdir!’ buyurmuştur.

Aklı, fikri aydınlık, görüşü donup kalmamış kişilere perde yoktur, onlar ileriyi delip görebilirler, geriyi yırtıp görebilirler. Çok yıllar sonra olacak şeyleri, şu anda kendi gözleriyle görüyormuş gibi görebilirler. Herkes, görüşü ne kadar berrak ve keskin, gönlü ne derece aydınlık ve cilalanmışsa çoğu insanlara gizli kalan şeyleri, gelecekte olacak işleri, hayır olsun, şer olsun o kadar görebilir. Bazıları on yıl sonra olacak bir şeyi, bazıları daha da ilerileri şu anda kendi gözleriyle görür gibi görebilirler. Birinin ileri görüşlülüğü mezara dektir, böyleleri mezardan, topraktan ilerisini göremez, şaşılacak şeyler alanına ayak basamaz. Nice akıl, gönül sahipleri de vardır ki onların aklı sur üfürülünceye dek ne olacaksa görebilir. Kim işin sonunu daha iyi ve daha fazla görürse, o daha kutludur. İşine de o kadar sağlam sarılır. Daha fazla ekin ekmeye, daha fazla meyve ve ürün devşirmeye çalışır. ‘Bu temizlik, bu cila da Allah’ın lütfudur, bu gönlü cilalamak başarısı da O’nun ihsanıdır’ dersen, şunu bil ki; o çalışmak, o dua da senin himmetincedir, senin gayretincedir. Unutma ki, ‘İnsan, ancak çalıştığını elde eder! (Necm suresi, Ayet: 39) ’ Himmeti veren de elbette ancak Allah’dır. Ama basit bir saman çöpü de koskoca bir padişahın himmetine sahip olmaz (Mesnevi, Cilt IV, beyit: 2895 ve devamı).

O padişahlar padişahı, o temizlik denizi Mustafa: ‘Cahilin sonunda göreceği şeyi, akıllılar önceden görür.’ diye ne doğru buyurmuş! İşlerin sonu, ilk zamanda gizlidir, önceden belli olmaz, bunu herkes baştan göremez. Ancak gerçekten akıllı olanlar, sonunda olacak şeyi önceden görürler. Günahlara dalıp ısrar edenlerse ancak iş meydana çıktıktan sonra görürler. İş meydana çıktıktan sonra görmenin bir faydası olmaz. Çünkü o zaman onu akıllı da görür, cahil de! Mademki işin sonunu göremiyorsun, bari ihtiyatı elden bırakma, her şeyini sele verme, inatçılığı bırak! İhtiyat nedir? Her an, ansızın gelebilecek belayı görmek! (Mesnevi, Cilt III, beyit: 2196-2201)

Ahdini, sözünü unutmayan, hatırlayan akıldır. Gaflet ve unutkanlık aklı olmayanın beyidir, ne yapsa bozar. Bir şeyi, kavramak, anlamak, bellemek, hatırlamak aklın işidir. Bunları yücelten, parlatan akıldır. İnci olmasa parıltısı olur mu? Aklı olmayan neyle hatırlayacak, dünyasına ve ahıretine zararlı olan şeylerden nasıl kaçınacak? Ahmak karını zararını bilemez, kötü istek ve arzulardan kendini koruyamaz, işin sonunda başına gelecekleri önceden göremez ki! Ahmakların pişmanlığı, zahmetin sonucudur, apaydın akıldan değildir. Zahmet geçti mi, o pişmanlık da yok olur gider. Gam, üzüntü ve kederin doğurduğu üzüntü ve pişmanlık, bunlar geçince hemen gidiverir. Akşam verilen sözler, sabah unutuluverir.

Akıllılar önceden tedbirlerini alırlar, işin sonunda da pişmanlık duyacakları bir durumla karşılaşmazlar. Akılsızlar, bilgisizler ise işin sonunu hiç düşünmez, hiçbir tedbir alma gereği duymazlar, günü kurtarmaya bakarlar ama iş işten geçtikten sonra dövünürler. Sen, aklın varsa işin önünde sonunu sor da, yarın pişman olmayasın! Çünkü son pişmanlık fayda vermez.

Kim sonu daha fazla görürse daha kutludur o. Daha sağlam sarılır işe, daha ziyade ekin eker, daha ziyade meyve devşirir. Çünkü bilir ki bu ekim dünyası, mahşere hazırlanmak, ekini derip devşirmek içindir. (Mesnevi, Cilt IV, beyit: 2988-2989)

Bu aklın ileriyi görüşü, mezara dektir. Fakat gönül sahibinin aklı sur üfürülünceye dek ne olacaksa görür. Bu akıl, mezardan, topraktan ileriye geçemez, bu ayak, şaşılacak şeyler alanına basamaz. Bu ayaktan da bez, bu akıldan da; gizli âlemi gören bir göz ara da dileğini elde et! (Mesnevi, Cilt IV, beyit: 3311-3313)

Firavun’un aklı nice padişahların akıllarından daha üstündü, fazlaydı, fakat Allah’ın buyruğu, onu akıldan etmişti, kör etmişti. Can gözüne, can kulağına Allah’ın mührü vuruldu mu, insan isterse Eflatun olsun, hayvan eder gider adamı (Mesnevi, Cilt IV, beyit: 1922-1923).

YÖNETİCİLER FARK, TEMYİZ VE FERASET SAHİBİ OLMALI

Fark ve temyiz kabiliyeti, ayırt etme özelliği insanda bulunan, bulunması gereken bir sıfat, latif bir manadır. Bu aynı zamanda sürekli geliştirilmesi gereken bir özelliktir. İnsanın sadece vücudunu besleyip geliştirmesi, öte yandan ayırt etme özelliğini geliştirmeyi ihmal etmesi doğru değildir. Örneğin delinin eli, ayağı vardır, ama ayırdı yoktur. Aklı başında bir insan nasıl olur da, bütün ömrünü sadece ayırttan mahrum bedenini besleyip geliştirmekle tüketir de, o latif olan manayı, yani ayırt kudretini geliştirmeyi ihmal eder? Dolayısıyla bir insanın gerçek anlamda insan ve Müslüman olabilmesi için bu ayırt etme hassasını, özelliğini her türlü garazdan temizlemesi ve bu konuda da dinden yardım istemesi lazımdır. Çünkü din, sahibini tanır. İnsan, zamanını, ömrünü ayırt etme hassasından mahrum olan imansız, nursuz, akılsız kimselerle geçirdikçe, iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı, adaleti ve zulmü, güzeli ve çirkini ayırma özelliği, ayırt etme hassası zayıf düşer, artık gerçek dini de yani insana gerçekten yar olanı da tanıyamaz hale gelir (Fîhi Mâfîh, s. 14).

Hazreti Ömer’in adalet anlayışından nasipsiz olan kimse, dünyada kanlı katil Haccac’dan daha adil kimse bulunamayacağını zanneder.

Gerçek mümin doğru ile yanlışı, Hakk ile batılı ayıracak akla, zekâya, fark ve temyiz kudretine sahip olan kimsedir. İşte iman da bir anlamda, bu ayırt etme ve anlamadır. Nitekim bir hadis-i şerifte: ‘Mümin zekidir. Hakk’ı ve batılı ayırt edicidir. Fark, temyiz, akıl ve fetânet sahibidir.’ buyurulmuştur. (Fîhi Mâfih, s. 183, 227)

Başka bir hadis-i şerifte: ‘Müminin ferâsetinden sakınınız! Çünkü mümin Allah’ın nuruyla bakar’ denmiştir. Hiçbir şey Allah’ın nurundan gizli kalamaz. Yoksa o Allah’ın nuru olamaz. Allah’ın nuruyla bakan mümin de, o nurla, aklı, imanı, feraseti, fark ve temyiz gücü nispetinde her şeyi, her işin başını ve sonunu, ortada olanını ve olmayanını da görebilir (Fîhi Mâfih, s.202).

Sen de çocuğunun cidden fark ve temyiz sahibi olmasını, iyiyi kötüyü, hakkı batılı kolayca birbirinden ayırt edebilmesini istiyorsan, Musa’nın anasının yaptığı gibi yap! O Allah’ın ilhamıyla yavrusunu önce emzirmiş, sonra Nil Nehri’ne bırakmış, anasının sütündeki lezzeti tanıyan bebek Musa’yı, Firavun’un sarayına götürüldüğünde, başka sütannelerin sütünü emmemiş, yaratılışı kötü dadılara teslim olmamıştı. Sen de çocuğunun ruhuna ve dimağına hakkın, hakikatin, iyinin, güzelin, doğrunun tadını lezzetini yerleştirebilirsen, hiçbir bela ve musibet, hiçbir kötü ve kötülük ona zarar veremez! (Mesnevi, Cilt II, beyit: 2971-2972).

EŞEKLE SAHİBİNİ AYIRAMAYAN AHMAKLAR

Hazreti Mevlana iktidarın kötülere ve yanlış ellere geçmesinin ne büyük tehlikeler doğurabileceğini şöyle bir hikâyeyle örneklendirir ve somutlaştırır:

Bir gün birisi korku ve telaşla kendisini evin birine attı. Korkudan beti benzi safran gibi sararmış, dudakları mosmor olmuş, elleri kolları söğüt yaprağı gibi tir tir titriyordu. Ev sahibi zavallı adamı bu halde görünce:

-Hayrola, ne oldu? Kimden kaçıyorsun? Neden betin benzin böyle atmış? diye sordu. Adam:

-Dışarıda eşekleri topluyorlar. Padişah emir vermiş, memlekette ne kadar eşek varsa hepsini yakalayıp yük taşıtmaya götüreceklermiş, dedi. Ev sahibi:

-Peki, ama canım kardeşim, madem eşekleri yakalıyorlar, sana ne oluyor? Sen eşek değilsin ya, neden korkup ürküyor, tasalanıp, telaşlanıyorsun? diye sorunca adam endişesinin sebebini şöyle açıkladı:

-Öyle deme! Bu işle görevlendirilmiş adamları görseydin, sen de bana hak verirdin! Bir kere adamlar, eşekle sahibini birbirinden ayırt edebilecek ehliyette, liyakatte, nitelikte, yeterlilikte kimseler değil! Bir de kendilerini bu işe öyle kaptırmışlar ki, gözleri iyice dönmüş, kararmış, kızarmış adeta kör olmuşlar. Yakaladıkları eşek olmuş, sahibi olmuş umurlarında da değil. Durumlarına baktım, beni de eşek diye yakalayacaklar diye korkudan ödüm patladı.

İşte bunlar gibi hiç bir şeyi, iyiyi, kötüyü, doğruyu yanlışı doğru dürüst birbirinden ayırt edemeyen, fark ve temyiz sahibi olmayan kişiler başımıza geçerlerse, eşeğin sahibini de eşek diye götürürler mi götürürler! Buna hiç şaşılmaması gerekir. (Mesnevi, Cilt V, beyit: 2538 ve devamı)

YÖNETİMDE BİLGİ, UZMANLIK VE TECRÜBENİN ÖNEMİ

Her sanatın önü bilgidir. İlim her şeyin başıdır. Ondan sonra amel gelir. Bilgi sahibi olmanın yolu sözledir. Sanat bellemenin yolu ise işledir. (88) Amel, bir bilgi ve öğrenme sürecinden, bir müddet mühletten sonra fayda verir. Bir demirci demir döverken yırtık pırtık bir elbiseler giyiyor diye, halk yanındaki itibarı eksilir mi? Şu halde sen de ilim öğrenmek istiyorsan, üzerindeki kibir elbisesini çıkar, tevazu elbisesine bürün!

Bilgi yalnız insanları değil, hayvanları bile yüceltir. Bilgili köpek, ormanda türlü türlü av peşinde koşar. Bilgisiz köpek ise, yolda izde karşılaştığı, kör ve aciz kimselere saldırmaya kalkar. Köpek bile alim olunca savaşta çevikleşir. Avıyla nasıl baş edeceğini bilir. Köpek bile arif olunca Eshab-ı Kehf’ten olur. Köpek bile alim olunca, avcıları kimdir, sahibi kimdir, tanır, bilir ve yakaladığı ava zarar vermeden getirir, sahibine teslim eder.

Bu dünyada çoğu insanların bilip öğrendikleri şeyler, zannı, şüpheyi, şekavetlerini, azgınlıklarını artırmaktan başka bir şeye yaramaz. Gerçek bilgi ve hikmetse, insanı yüceltir, feleğin üstüne çıkarır. Âhir zamanın adi ukalası, kendilerini evvelce gelenlerden üstün görürler. Hâlbuki bunların bilgileri Hakk nurunun feyzinden nasipsiz bir bilgidir. Bunlar, ilim yerine cehalet tahsil etmişler, hileler öğrenip, ciğerler dağlamışlar, düzenler bellemişler, pek çok kimsenin yolunu vurmuşlardır. Asıl sermaye iksiri olan sabrı, iyiliği, ihsanı, cömertliği ise yele vermişlerdir.

Yüz türlü oyun görüp, yüz türlü tecrübe geçirip, akıbeti gören kişi, bir tek oyun görene benzemez. Bazen bir tek oyun görüp öğrenen, o tek oyunuyla öyle mağrur olur ki, ululanmaları yüzünden üstatlardan da uzak kalır. Hâlbuki başta dönüp dolaşan öyle hünerler, öyle bilgiler vardır ki, insan onlarla baş oluncaya kadar, çoğu zaman baş elden gider. (Mesnevi, Cilt II, beyt 1978 ve devamı)

Dünyada kim bir ustadan, üstattan kaçarsa, bil ki o devletten kaçar. Nerede bir çıplak bir yoksul görürsen bil ki bir kamilden kaçmıştır. Canının istediğini yapmak, o kör kötü ve sermayesiz gönlünün arzularını yerine getirmek, keyfince davranabilmek için mutlaka bir üstattan firar etmiştir.

Hayat yolunda karşılaşılan zorluklar, sıkıntılar, korkular, insanların iyisini kötüsünü, doğrusunu, yalancısını, yüreklisini yüreksizini, eleğin unu kepekten ayırması gibi birbirinden ayırır.

Daha kanadı bitmeden yücelere uçmaya kalkışan kuş, kendisini büyük tehlikeye atar! İnsana da, kol kanat olan akıldır. Adamın aklı ermiyorsa kendisine başka bir aklı kılavuz etmesi gerekir. İnsan ya üstün olmalı, ya üstünlüğü aramalıdır! Ya doğru görüş sahibi olmalı, yahut doğru görüş sahibi olanları aramalıdır! (Mesnevi, Cilt VI, beyit: 4074-4076)

İnsan belli bir meslek ve sanatta yoğrulup olgunlaşıncaya kadar, o alanda olgunlaşmış ve yetişmiş bir üstadın yönetimi altına girmekten utanmamalı, o meslek ve sanatta önde gidenlerin ayağının tozu olmalıdır. Ticarette kâmil olmayan, yalnız başına dükkân açarsa, tez zamanda iflas eder, batar, elinde avucundakileri de yitirir. Sen de sultan değilsen, yürü uyruk ol! Kaptan değilsen, hemen dümene geçip gemiyi öyle alabildiğine tedbirsizce yürütmeye kalkma! Hakk’kın, hakikatin dili olabilecek durumda değilsen, o zaman sus, kulak kesil! ‘Susun, dinleyin! (Kur’an, 46. Sûre (Ahkaf), Ayet:29)’ emrini işit ve sükût et! Hikmet sahibi, yüce ve bilge insanlarla edepli konuş! Bir söz söylemen gerektiğinde bile, bilgiçlik taslayarak değil, soru sorar tarzda söyle! (Mesnevî, Cilt II, beyt: 3453 ve devamı).

Hep arayıcı ol, aramayı sakın bırakma! Çünkü bir şeyi ciddiyetle arayan, aradığını er veya geç bulur. Arama yolda en iyi kılavuzdur. Topal olsan da, sakat olsan da, uyuklayarak da olsa, hatta fazla edebe erkâna riayet etmeyi bilmesen de arama yolunda kımılda, iyiyi, güzeli, doğruyu arama işini bırakma! Gâh lafla, gâh susarak, gâh şuraya buraya boynunu uzatarak, hak hakikat kokusunu almaya çalışarak arayıcı ol! Yusuf’unu kaybetmiş Yakup gibi, sen de duygularının algılama kabiliyetini artır ve her yanda istekle aranması gerekeni araştır. Ağzınla sor soruştur, dört yana göz at, kulak ver, araştır, güzel ve aşina bir koku aldığında da o tarafa yönelerek, o kokuyu izle! Kimde bir lutuf, hoşluk ve güzellik görürsen onun üzerinde dikkatle dur! Olur ya, belki de onun vasıtasıyla o lütfun aslına bir yol bulursun. Çünkü bütün lütuflar, bütün hoşluklar ve ululuklar onun denizindendir.

Mücevher madeni arıyorsan, maden sensin!

Bir lokma ekmek hevesindeysen, ekmek sensin!

Bu nükte ve işareti bilirsen, iç yüzünü anlarsın bu sözün.

Demem o ki, her neyi arıyorsan sen aslında osun!

Bu âlemde hak da var, batıl da, gerçek de var yalan da, doğru da var yanlış da… Çünkü hak olmadıkça, batıl meydana çıkmaz. Eğer âlemde hiç sağlam ve geçer akçe olmasaydı, kalpazanlar kalpı harcayabilirler miydi? Ahmak, kalp altını, gerçek altın kokusu duyar da alır. Doğru olmasaydı, yalan olur muydu hiç? O yalan da, doğrudan nurlanır. Doğru ümidiyle, eğriyi de alırlar. Zehri şekere dökerler de öyle verirler. Şu halde, bütün bu sözler batıldır, hepsi hayalden, sapıklıktan ibarettir dememelidir. Çünkü âlemde hakikatsiz hayal olmaz. Batıllar, hak ümidiyle gönle tuzaktır. Âlemde her şey ayıpsız olsaydı, ticaretle uğraşanların hepsinin aptal olması gerekirdi. Bu takdirde, örneğin, kumaşları tanımak pek kolaylaşırdı. Öyle ya, madem ortada hiç ayıplı mal yok, malların hepsi de aynı kalitede, o zaman ticarette ehil olmak veya olmamak diye bir şey de söz konusu olmazdı! Eğer her şey ayıplı olsaydı, o zaman bilginin ne faydası olurdu? Buradakilerin hepsi odunsa, burada değerli öd ağacı yok demektir. İnsanlar bütün geceleri Kadir Gecesi gibi bilip değerlendirsinler diye, Allah, Kadir Gecesini, diğer geceler içinde gizlemiştir. Yani her gece Kadir Gecesi değildir ama yılın gecelerinden birisi mutlaka Kadir Gecesidir (Mesnevi, Cilt II, beyit: 2927 ve devamı).

YÖNETİCİLİK VE SABIR

Mevlana’ya göre, bu dünyada tehlikesiz, afetsiz, felaketsiz hiç hiçbir yer, güvenli hiçbir köşe yoktur. Ona göre:

Bir rahata kavuşurum ümidiyle nereye kaçsan, orada önüne mutlaka bir

afet çıkar. Vallahi fare olup bir deliğe girsen bile yine de bir kedi pençeliye çatarsın. Fakat Allah sana güzel düşünceler vermişse, yılanların akreplerin içinde bile olsan, onlar sana dost olur. Çünkü senin hayalin artık en aşağılık şeyleri bile altın yapabilen bir kimyadır. Sabır, güzel düşüncelerinle tatlılaşır. Çünkü ne kadar büyük sıkıntılar içinde olursan ol, yine de her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntılardan kurtulma ümidin vardır. O kurtuluş ümidi de içteki imandan gelir. İman zayıflığından da ümitsizliğe iç sıkıntısına uğrarsın. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Bundan dolayıdır ki, sabrı olmayanın imanı da yoktur. Peygamber ‘Allah, gönlünde sabrı olmayana iman da vermemiştir’ buyurdu. O, senin gözüne yılan gibi soğuk, çirkin ve itici görünür ama ötekinin gözüne güzel görünür. Çünkü senin gözünde onun küfrünün kötü hayali var, halbuki dostun gözünde onun mümin olabilme ihtimali ve hayali cilve eder.

Hazreti Mevlana, iyilerin herkesle iyi, doğru ve güzel işlerde işbirliği, dostluk ve arkadaşlıklar kurmaları, bu yolda gerektiğinde iyi huylularla da kötü huylularla da uzlaşmaları, nice ahmakların nazını çekmeleri, ‘Sabır sıkıntının anahtarıdır’ sırrına ermek için hoşgörüyle, anlayışla, güler yüzle aşağılık kişilerin bile kahrını, derdini çekmeleri gerektiğine işaret eder. Kötüleri, aşağılık kişileri kendi hallerine terk etmemeleri, onların da ıslahı, düzelip topluma yararlı unsurlar haline gelmeleri için çok büyük emekler ve gayretler sarf etmeleri gerektiği üzerinde de önemle durur.

Peygamberler, aşağılık adamların çok zahmetlerini çektiler. Bu çeşit yılanlardan nice ıstıraplara uğradılar ama hepsine de sabrettiler. Sen de onlardan ibret al da onlar gibi kötü huylularla bile arkadaş ol, uzlaş! Eğer sen de bu gibi aşağılık kişilerin aşağılıklarına tahammül eder, onların sıkıntılarını, dertlerini çekersen bütün peygamberlerin sünnetlerinin nuruna da ulaşmış olursun (Mesnevi, C.VI, beyt: 2147 ve devamı)

Eğer edep arıyorsan bil ki en büyük edep, edepsizlerin her işine sabretmektir, katlanmaktır, dayanmaktır. Başkalarının kötü huyundan, pis tabiatından şikâyet etmek de kötü bir huy olduğu gibi, bu durum şikâyet edenin de kötü huylu olduğunu gösterir. Çünkü o şikâyet eden de sonuçta kötü huylunun kötülüğünü söylemektedir. Güzel huylu kişi, kötü huylulara tahammül eden, onların kötülüğünü bile söylemeyen kişidir. Ama buna ehil olanların gerektiği yerde ve zamanda kişisel duygulardan, kızgınlıklardan, nefsani arzulara uymaktan uzak olarak, Allah’ın emriyle kötülerin kötülüğünü söylemeleri, kötülerden ve kötülüklerden şikâyet etmeleri başka bir şeydir. Bu tür şikâyet, peygamberlerin şikâyeti gibi canı, gönlü, dünyayı düzene sokmak, ıslah etmek içindir. Bil ki, peygamberlerin bu tahammülsüzlüğü de Allah’ın emriyledir, yoksa onların yumuşaklığı, kötülerin bütün yüklerini de çekebilecek kadar büyüktür (Mesnevi, C.IV, beyt: 771 ve devamı)

Peygamberlerin münkirlere sabretmesi onları Allah’ın has kulları yapmış, sahipkıran durumuna getirmiştir. Kimde bir düzgün adam hali, kılık kıyafeti, durumu görürsen bil ki o bunu sabretmekle, uğraşıp didinmekle, çalışıp kazanmakla elde etmiştir. Kimi iyi hal ve durumlardan aç ve çıplak görürsen, bu hali de onun sabırsızlığına tanıktır. Kötülerle uzlaşmak, arkadaş olmak onlar gibi olmak, onların yaptıkları kötülükleri yapmak demek değildir. Tam tersine, kim acılar, dertler, felaketler, yoksulluklar ve yoksunluklar içinde kalmışsa, mutlaka iyilerden ürküp uzaklaştığı, kötü işlerde kötülere yoldaş ve arkadaş olduğu, kötülere uyduğu için kalmıştır. Tatlı sözlü cahil dostların sözlerine pek kapılma! O sözler eskimiş, yıllanmış, böylece etkisi daha da artmış zehire benzer (Mesnevi, C.VI, beyt: 1410 ve devamı)

Başkaları hakkında iyi şeyler, iyilikler düşünen, iyi şeyler söyleyen, herkese iyiliklerde bulunan kimse, bu hayırlara, iyiliklere o kişiler sahip ve layık olmasalar bile yine de boşa gitmez. Böyle davranan gerçekte kendi iyiliğini ortaya koymuş, övgüyü hak etmiş, kendisine de iyilik etmiş olur. Bu şuna benzer: Bir kimse kendi evinin etrafında güzel bir bahçe yapsa, her tarafa güzel çiçekler, güller, fesleğenler dikse, o güzel çiçekleri, gülleri ve fesleğenleri her gördüğünde mutluluk duyar, kendisini cennetteymiş gibi hisseder. İnsanların iyiliğini söylemeye alışmış, onlara hep hayırlar ve iyilikler yapmakla meşgul olan kimse de, bundan içten içe mutluluk ve sevinç duyar, sever, sevilir, bunları hatırladıkça da hep sevdiği, mutlu olduğu şeyleri yâd etmiş olur. Bu gül ve gülistandır, ruhi bir ferahlık ve rahatlıktır. İnsan birinin kötülüğünü hatırladığında ve söylediğinde de o kimse onun gözünde sevimsizleşir. Onun kötülüğüyle ilgili hatıralar gözünün önüne geldiğinde, o kötülüklerin hayali kafasında canlandığında, insan kendisini sanki yılanlar, akrepler, pislikler, çerçöp arasında kalmış gibi hisseder, mutsuz ve huzursuz olur. Onun içindir ki, eğer sen de gece gündüz güllük, gülistanlık ve İrem Bağları içinde dolaşabilecek ve hep onları görebileceksen, o halde niçin zararlı dikenlerin, yılanların, çerçöpün bulunduğu yerlerde dolaşıyorsun? Bütün insanları sev ki, kendini daima çiçekler ve gül bahçeleri içinde hissedesin. Eğer herkesi kendine düşman bilirsen, düşmanların hayali gözünün önünden eksilmez, gece gündüz sanki dikenlikler ve yılanlar arasında geziyormuş gibi olursun. Herkese iyi niyetle, sevgiyle, muhabbetle, anlayışla, hoş görüyle yaklaşanlar, böylece bunu başkaları için değil, kendi gözlerine çirkin, sevimsiz ve iğrenç hayaller görünmesin diye yapmış olurlar. Mademki bu dünyada insanları bir şekilde hatırlamak, hayal ve yâd etmek zorunlu ve kaçınılmazdır, o halde insan mümkün mertebe diğer insanları iğrenç, çirkin hayallerle anmak, hatırlamak, bununla yollarını, rahat ve huzurunu kaçırmak, karıştırmak, bozmak yerine, hoş ve iyi anılarla anmanın yollarını aramaya çalışmalıdır (Fîh-i Mâfîh, sayfa 306-307).

Mevlana’ya göre insanın güzel davranışlarının ödülünü, güzel karşılığını alabilmek için öbür dünyayı beklemesine bile gerek yoktur. Çünkü insan böyle çaba ve gayretlerinin karşılığını daha bu dünyada iken, örneğin Allah’ın da yardımıyla cennete çevirdiği bir dünyada yaşayarak görecektir:

Yüce Allah, iyilik ve kötülüklerin esas karşılıklarını bize ahirette vereceğini belirtse de, biz her an dünyada da bunun karşılıklarını görmekteyiz. Örneğin, yaptığı bir iyilikten sonra bir insanın yüreğinin ferahlaması bile onun bir insanı sevindirmiş olmasının dünyadaki bir karşılığıdır. Bunun gibi başkasını üzen bir insanın içinde de mutlaka bir keder ve üzüntü meydana gelir. Sen de eğer şimdi kendi içinde durup dururken bir darlık, üzüntü, dert, keder, tasa, hastalık hissediyorsan, belki de bu şimdi senin aklında bile kalmamış, daha önce yaptığın bir kötülükten, işlemiş olduğun herhangi günahtan kaynaklanıyor, onun etkisi ve sonucu meydana gelmiş olabilir. Çoğu insanlar çok fena işler, çok büyük kötülükler yaptıkları halde, ya boş bulundukları, ya önemsemedikleri için veya bilgisizliklerinden dolayı bunların ne kadar kötü şeyler olduğunu bilemezler yahut da dinsiz, yolsuz, yordamsız bir arkadaşları onlara bunu önemsiz gibi göstermiştir. Hatta bunun günah olduğunun farkında bile olmayabilirler. Öyleyse insan içinde ne kadar sıkıntı, dert, üzüntü, keder veya ne kadar ferahlık, rahatlık, gönül huzuru duyduğuna bakarak da kendi durumunu değerlendirebilir. Çoğu zaman insanın içten içe duyduğu bir sıkıntı bir günahının cezası, ferahlık ve gönül huzuru da güzel bir işinin, bir iyiliğinin, bir ibadetinin karşılığı olabilir. İşte bu dünyadaki bu tür armağanlar, ceza ve mükâfat, o dünyanın o ceza ve mükâfat gününün örneklerindendir. Maksat, insanlara bu pek az şeylerle çoğu anlatmaktır. Kocaman bir buğday ambarındaki ürünün ne ve nasıl olduğunu soranlara göstermek için, o ambardan bir avuç buğday alıp göstermeleri gibi bir şeydir. (Fîhi Mâfîh, s.103-104).

Zaten bu duygu da kalmamış insanın hali çok daha acınacak bir durumdur. Allah’tan korkan, günahlardan kaçınmaya çalışan birisi bir günah işlediği zaman, işlediği o günahın tesiri ve pişmanlığıyla hemen ‘Aman Ya Rabbi! Ben ne yaptım?!’ diye ağlayıp sızlamaya başlar. Fakat günahlarda ısrar eden, kötülüğü sanat haline getirmiş bir kimse yaptığından hiçbir pişmanlık duymaz, tövbe etmeyi aklından bile geçirmez. Tepeden tırnağa hataların, günahların kiriyle, isiyle, pisiyle kararmış, simsiyah olmuş kimse, ne cezalandırıldığının farkında olur, ne de yaptıkları kötülüklerden bir vicdan azabı duyar. Yeni kalaylanmış kazanın üstündeki is, kurum hemen kendini gösterir, beyaz bir kâğıdın üzerine yazılan bir yazı hemen okunur ama isten kurumdan zaten kapkara kararmış bir kazanın üstündeki yeni is ve kurum görünemez, iyice karalanmış bir kâğıdın üzerine yazılan yazı da kolay kolay okunamaz. Paslar demiri nasıl yiyip bitirirse günahlar ve kötülükler de insanın içindeki cevheri öyle yer bitirir, onu hiç farkına varamadan dinden, imandan, insanlıktan çıkarır, helak olup gitmesine neden olur. Böyle kimseler yaptıkları iyi ve güzel işlerden, ibadetlerden de bir zevk ve tat alamazlar. İçi boş cevizler gibi onların ibadetleri de kabuktan ibarettir. Tohumun ağaç olabilmesi için içinin dolu olması gerektiği gibi ibadetlerin ve iyiliklerin de onlardan beklenen faydaları sağlayabilmesi için ihlasla yapılması, ruha zevk, haz ve tat vermesi gerekir.

YÖNETİCİLERDE ÇALIŞKANLIK VE HİZMET AŞKI

İnsanın sadece bilmekle öğrenmekle yetinmemesi, ondan sonra da başarılı olmak istediği alanda adamakıllı çalışmaya kul olması gerektir. Çünkü kılıç bile ne kadar bilenmiş ve keskin olursa olsun, yine de elle oynatmaya muhtaçtır.

İnsan asla tembel olmamalı, nefsine de tembelliği öğretmemelidir. Aksine imkân nispetinde var gücüyle çalışıp çabalamalıdır. Çünkü yüce Allah, âtıl ve bâtıl kimseleri sevmez. Bir şeyi azim ve kararlılıkla isteyen, iyice arayan, onu nihayet bulur. Yüce Allah, kulu neyi isterse, kuluna onu verir. Kul, her ne için himmet ve gayret gösterirse, kendisine o iş müyesser olur. Kuş, kanatlarıyla yükseldiği gibi, mümin de himmet ve gayretiyle yükselir. İnsanın elde ettiği şey, zararsa tembelliği, çalışmaması yüzündendir, kârsa çalışıp çabalamasından. Takdir haktır ama kulun çalışması da hak! Yoksa Âdem yaptığı hatadan sonra: ‘Ey Rabbimiz! Biz nefislerimize zulmettik! (Kur’an, 7. Sûre (A’raf), Ayet:23)’ der miydi? Kendine gel de şeytan gibi kör olma! Bak, iki iş arasında nasıl tereddütte kalıyoruz. Eğer bizim elimizde seçme hakkı olmasaydı, bu tereddüt olur muydu? Tereddüt seçme hakkına ve aynı zamanda bir güce, kudrete delalet eder. Yiğidim, kadere az bahane bul! Nasıl olur da, kendi suçunu başkalarına yüklersin? Sen, hem şeker hastası olup, hem de aşırı miktarda bal şerbeti içersen, başkası ateşlenip rahatsızlanmaz. Gündüzün sen çalıştığında, akşamleyin ücretini başkasına vermezler. Sen bu dünyada neye çalıştın da, zararını veya faydasını kendin görmedin? Ne ektin de, devşirme vakti onu sen biçmedin? Senin kendi işin, canından teninden doğan çocuğun gibi gelir, yine senin eteğini tutar. Kötülüğü, yaptığın işlerde ara, talihinden görme! Talihe bakış insanı şaşı eder. Nefsin efsununa az aldan! Eğer sen, yücelere çıkma arzusunda değilsen ipin ne suçu var? Yüce Allah’ın güneşi, bir zerreyi bile örtüp kaybetmez. Şu fani dünyanın güneşi karşısında bile bu cismani zerreler görünebiliyorsa, elbette hakikat güneşi karşısında bütün hatıra ve düşünce zerreleri bile görünecektir (Mesnevi, Cilt ,VI, beyit 401 ve devamı).

Mevlana, ısrarla kendisine öğüt vermesini isteyen Emir Muineddin Pervane’ye: ‘Ey Emir Muineddin! Eğer gücün yetiyorsa hiç gevşeklik göstermeden dört kıbleye hizmet et! O dört kıbleye hizmet etmeyi kendine görev bil!’ dedi. Pervane: ‘İyi ama biz bir tek kıble biliyoruz, diğer üçü hangileridir?’ diye sordu. Mevlana: ‘Bunlardan birincisi senin de bildiğin namaz kıblesidir ki günde beş defa yüzünü ona çevirirsin. İkincisi dua kıblesi olan gökyüzüdür. İhtiyaç düştüğü vakit, yüzünü dua kıblesine çevir, ağlayıp sızlayarak arzularının yerine gelmesi için dua ve niyazda bulun! Üçüncüsü padişahlar kıblesi, yani devlet kapısıdır. Yoksullar, çaresizler ihtiyaçlarının görülmesini bu kapıdan isterler. İyi padişahlar ve yöneticiler, yoksulların ihtiyaçlarının kıblesi ve mazlumların sığınağıdır. Bir mazlum ve çaresiz kimse de senin tarafına yüzünü çevirdiği zaman, onun ihtiyacını yerine getir ki, Yüce Allah da senin din ve dünya ihtiyacını yerine getirsin. Dördüncü kıble, Allah erlerinin kalbidir. Bu kalp, Allah nazarının kıblesidir, kâinattan bile daha yüce ve yüksektir. (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki, s. 414-415).

YÖNETİMDE ADALET VE ZULÜMDEN UZAK DURMA

Adalet duygusu insanlardaki en güçlü ve en bastırılamaz duygudur. Tarih boyunca da adalet düşüncesi insanların peşinde koştukları en büyük ideallerin başında gelmiştir. Allah Müslümanları Nisa Suresi’nin 135. ayetinde sonuçları ne olursa olsun adil olmaya ve adil davranmaya çağırıyor:

Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, (hakim)ler ve Allah için şahitlik eden (insan)lar olun. (O hükmünüz veya şahitliğiniz) velev ki kendinizin, veya ana ve babalar(ınız)ın ve yakın hısımlar(ınız)ın aleyhinde olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, ikisine de (sizden daha) yakındır (ve hallerini sizden iyi bilicidir). Artık siz, (haktan) dönerek (keyf ü) hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır. Ey iman edenler, Allah’a Onun peygamberine ve gerek o peygamberine ayet ayet indirdiği kitaba, gerek daha evvel indirdiği kitaba iman (da sebat) edin! (Nisa Suresi, Ayet: 135).’

Hazreti Mevlana da yönetimde adalete çok önem verir, her türlü zulümden ve haksızlıktan uzak durulması gerektiğini her vesileyle vurgular. Yaşadığı dönemde başta Moğol istilası olmak üzere Müslümanların başına gelen bütün felaketlerin temelinde ve kökeninde baştaki yöneticilerin zalimliklerinin, despotluklarının, halkın, aydınların ve özellikle ilim adamlarının da bu zulümlere engel olamamalarının, en azından göz yumarak destek olmalarının da çok büyük bir rolü olduğuna, bu yüzden de hepsinin toptan Allah’ın kahrına ve gazabına uğramayı hak etmiş olduklarına inanır. Kendisinden rivayet edilen şu olay onun bu konudaki fikir ve düşüncelerine ışık tutabilir:

Bir gün Mevlana’ya birisi gelip şöyle bir soru sordu:

  • Şu Moğollar buraya ilk geldiklerinde ne üstlerinde doğru dürüst bir giysi, ne

altlarında binek, ne de silah ve teçhizatları vardı. Neredeyse çırılçıplaktılar. Bazılarının binek hayvanları öküz gibi biçimsiz, tipsiz, eğersiz ve koşumsuzdu. Silahları odundandı. Şimdi ise hem haşmet ve azamet sahibi oldular, hem de karınları doydu. En güzel Arap atlara onlar biniyorlar, en iyi silahlar da onların elindedir. Bu nasıl ve niye böyle oldu? Mevlana cevap verdi:

  • Bir zamanlar onlar zulme uğradıkları, bu yüzden de gönülleri kırık bir

şekilde Allah’a yöneldikleri, iltica ettikleri için Allah onların yalvarmalarını kabul ve hiçbir güçleri, kuvvetleri olmamasına rağmen onlara yardım etti. Moğollar, önceleri insanlardan uzak, fakir, yarı çıplak ve acınacak bir halde, çorak ve kurak bozkırlarda yaşarlarken, onlardan bazıları ticaret için Harezm ülkesine gelirler, alışveriş yaparlar, kendileri için elbiselikler, keten kumaşlar vs alırlardı. Harzemşah sık sık bunları men eder, ticaretlerini engeller, onlardan yüksek haraçlar alır, bazen mallarını da ellerinden zulmen ve haksız yere gasp eder, tüccarlarını öldürürdü. Bu zulüm ve haksızlıklar artık dayanılmaz boyutlara varınca Moğollar, hükümdarlarının huzuruna çıkıp dert yandılar, ah ve feryat ettiler:

  • Biz mahvolduk, perişan olduk, artık dayanacak gücümüz kalmadı! dediler.

Padişahları (Cengiz Han) onlardan on gün izin istedi. Bir mağaranın kovuğuna girip, uzlete çekildi. Neredeyse hiç bir şey yiyip içmeden oruç tutarak, tam bir vecd, istiğrak ve teslimiyet içinde Allah’a dua etti. Halkına yapılan zulüm ve haksızlıkları sayıp döktü, yalvarıp yakardı, bu zulümleri yapan Harzemşahlar gibi Müslüman devletlerden, toplumlardan, insanlardan şikâyetçi oldu. Müslüman olmasalar da kendilerinin de insan ve Allah kulu olduklarını, kendilerine reva görülen bu haksızlıklara Allah’ın da razı olmaması gerektiğini yana yakıla Alemlerin Rabbi olan Allah’a arz etti. Aç susuz, günlerce yalvarıp yakardıktan sonra kulağına Allah tarafından: ‘Senin dileğini, yalvarmalarını kabul ettim. Dışarı çık! Her nereye gidersen, muzaffer olacaksın!’ diye bir ses erişti. İşte böylece zulme uğramış olarak ve Allah’ın buyruğu ile çıktıklarından dolayı karşılarına çıkan herkesi yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar. Şimdi ise bu Moğollar daha önce kendilerine yapılan zulmün bin katını aciz, zayıf, çaresiz ve zavallı durumdaki halka yapıyorlar. Göreceksiniz bu kadar büyük güçlerine, kuvvetlerine ve ihtişamlarına rağmen, Allah onları da yaptıkları zulüm ve haksızlıklar yüzünden, halkın fakirliği ve zayıflığı vasıtasıyla yakında yok edecek, köklerini kazıyacaktır. Elde ettikleri o büyük başarıların kendi güç ve kudretlerinden kaynaklanmadığını, hepsinin hikmet gereği Allah’ın inayeti ve yardımıyla olduğunu, dünyayı bununla zapt ettiklerini, Allah onlara da herkese de gösterecek, halkın zaafı ile onları yok edecektir (Fîhi Mâ Fîh, sayfa: 101-102).

Allah, zulmü kendisine haram kıldığı gibi, bütün kullarına da haram kılmıştır. Allah, kimsenin kimseye zulmetmesine seyirci kalmaz, müsamaha etmez. Kim yaparsa yapsın, zulme asla razı olmaz. ‘Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız! (Bakara Suresi, Âyet: 279)’ açık buyruğuyla zulmetmeyi de, zulme razı olmayı da yasaklar. Hazreti Peygamber sürekli: ‘Allah’ım! Zulmetmekten ve zulme uğramaktan Sana sığınırım!’ diyerek zulümden Allah’a sığınırdı.

Zalim kadar, zulme seyirci olanlar, ona razı olanlar da suçludurlar. Çünkü zulme seyirci kalmakla ve rıza göstermekle zalimi cesaretlendirmiş olurlar. Allah zalimleri, onları destekleyenleri, zulme seyirci kalanları, hatta onlara azıcık bir meyil ve eğilim gösterenleri bile çok şiddetli şekilde uyarır: ‘Zulmedenler, nasıl bir devrimle devrilip gideceklerini yakında görecekler! (Şuara Sûresi, Ayet: 227).’ ‘Zalimlere meyil, eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin (zaten) Allah’tan başka hiçbir dostunuz yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz! (Hud Sûresi , Ayet: 113).

Allah, her zaman zalimlerin düşmanı ve mazlumların yardımcısıdır. Kim olursa olsun, Allah zalimlerin kökünü mutlaka kazır. Dolayısıyla zalimin zulmüne bakıp aldanmamalı, ömrünün kısalığına ve sonunun kötülüğüne bakıp ibret almalıdır.

Zulümle kuyu kazan, kendisi için tuzak hazırlamış olur. Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur. Kim daha çok zalimse onun kuyusu, daha korkunçtur. Adalet gereği ‘daha kötüye, daha kötü ceza verilir’. Sen zayıfları, acizleri asla yardımsız, kimsesiz sanma! Kur’andan ‘İzâ câe nasrullahi’ yi oku. Yerde bir zayıf aman dilese, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar. Bazıları kendi zalimliklerini görmezler de durmadan başkalarının kendilerine yaptıkları zulümlerden yakınırlar. Hâlbuki o gördüğü zulümlerin çoğu onun da huyudur. O gördüğü zulüm kendi huyunun nifakının, zulmünün, gafletinin kendisine yansımasından başka bir şey değildir. Kendisi de o zalimlerdendir, başka zalimleri kınarken, onlara vururken kendi kendini de yaralamaktadır. İnsanlar kendi işledikleri açık zulümlere, haksızlıklara, adaletsizliklere hiç dönüp bakmazlar, hatta zulmü, kötülüğü, haksızlığı kendilerine yakıştıramaz, kendilerinde görmezler. Eğer görebilseler önce kendi kendilerine candan düşman olurlardı. Bu aynaya bakan birisinin aynadaki kişinin yüzünde çirkin, kötü ve iğrenç bir yara görünce iğrenmesi, tiksinmesi, nefret etmesi gibi bir şeydir. Hâlbuki o gördüğü kendi yüzündeki yaranın yansımasından başka bir şey değildir. Gözünün önüne mavi renkli bir cam koyan kimse, bütün dünyayı mavi görür. Peygamber Efendimiz ‘Müminler birbirinin aynasıdır’ buyurmuştur. Dolayısıyla Allah’ın nuruyla bakabilen, her şeyi abartmadan veya önemsizleştirmeden olduğu gibi gösterebilen mümine gaip bile bütün çıplaklığıyla görünür. Fakat Allah’ın nuruyla değil de Allah ateşiyle yani zulümle, kötülükle, kinle, nefretle bakanlar, iyiliği kötülüğü birbirinden ayırt edemezler, kötülükten de, iyilikten de gafil olurlar, kötülükte kalırlar (Mesnevi, Cilt I, beyit 1309 ve devamı).

Çirkinin biri aynada kendisini görmüş de çok kızmış, öfkelenmiş, hemen yüzünü öbür tarafa çevirmiş. Kendini gören, kendini beğenen, kendine tapanlar başkasında bir hata, bir suç gördüler mi, içlerinde hemen cehennemden daha şiddetli bir ateş parlar. Bir de bazıları kalkar bu kibirlerine din gayreti adını takarlar, buna sebep olan kendi kâfir nefislerini görmek istemezler. Hâlbuki din gayreti çok başka bir şeydir ve din gayretinin başka alametleri vardır. Din gayretinin ateşi ortalığı yakıp yandırmaz, aksine o ateşten bütün dünya yeşerir, hayat bulur (Mesnevi, Cilt I, beyit: 3346 ve devamı).

ZALİM YÖNETİCİNİN HAYRI BİLE KÖTÜDÜR

Zalimliği ile tanınan hükümdarlardan biri, bir Cuma günü, etrafında eli sopalı adamları, muhafızları ve memurlarıyla camiye gidiyordu. Özellikle önü sıra giden adamları, bir yandan hükümdara yol açıyorlar, bir yandan da kime denk gelirse ellerindeki sopaları sallıyorlar, halkı itip kakıyorlar, dövüp sövüyorlardı. Sopalı adamlar, padişaha yol açmak için halktan kiminin kafasını yarıyorlar, kiminin gömleğini, üstünü başını yırtıyorlar, pek çok kimsenin de değişik şekillerde canını yakıyorlardı. O sırada, tesadüfen oradan geçmekte olan zavallı bir yoksul da, sopalı adamlardan suçsuz yere epeyce bir sopa yedi, kafası yarıldı, yüzü gözü, üstü başı kan revan içinde kaldı. Dayanamayıp, hükümdarın arkasından şöyle bağırdı:

-Ey azgın! Şu yaptığın apaçık zulme bak! Artık Allah, senin gizli zulümlerinden herkesi korusun? Bir de güya kalkmış camiye gidiyorsun ve hayır işlediğini sanıyorsun! Eğer senin hayrın buysa, şerrin ve kötülüğün kim bilir nasıldır?

İşte zalimlerin hayırları bile böyledir; artık kötülüklerini var sen kıyas et! Kötülerin iyilere musallat olmasından, kurdun musallat olması daha iyidir. Kurt da çok vahşi, çok zâlimdir ama hiç olmazsa hilesi, düzeni yoktur. Zaten hilesi, düzeni, aklı, fikri olsaydı, hiç insanların tuzağına düşer miydi? Hile ve düzen tamamıyla insan işidir.

RÜŞVETTEN UZAK DURMALI

Ey halkın kanını emen, bu işten hemen uzaklaş! Halkın kanını emmek seni halkın sahibi, yani Yaratıcısı ile savaşa düşürür. Halkın malı, halkın kanı demektir. Çünkü mal, emekle, gayret ve çabayla, güç, kuvvet harcayarak elde edilir. Onu rüşvetle veya başka haksız bir yolla yiyenler, halkın kanlarını emmiş olurlar. Ana filler, yavrusunu kimin yediğini, onların ağız kokularından kolayca tanıyıp bulabildiği, kan güderek yavrusunun öcünü onları ezip çiğneyerek, paralayıp parçalayarak aldığı gibi, Allah da halktan rüşvet alıp yiyenlerden, kamu malını zimmetine geçirenlerden, halkın kanını emenlerden bunun intikamı en acı şekilde alır, bu gibilerin köklerini kazır, hepsini mahv ve perişan eder (Mesnevi, Cilt III, beyit 156 ve devamı).

GÖRÜNÜŞE ALDANMAMALI

Hazreti Mevlana, özellikle kamu hizmetlerinde görevlendirilecek kimseleri seçerken çok ince elenip sık dokunulması gerektiğine, iyice araştırılmadan, gereken nitelikleri tam olarak taşıyıp taşımadığı anlaşılmadan, örneğin sadece lafına, sözüne, dış görünüşüne bakılarak bu büyük emanetlerin ehliyetsiz ellere verilmemesi gerektiğine önemle dikkat çeker:

Bazı hilebazlar, iç dünyaları harap ve paramparça olduğu halde; halkı kandırmak için yeni ve güzel elbiseler giyerler. Çoğu zaman bu elbiseler kendilerinin bile değildir. Halkı kandırmak için bir yerden aşırıp giymişlerdir. Bazı hilebazlar da insanları kandırmak için ondan bundan aşırdıkları hikmetli sözlerle kendilerini hikmet ehli, üstün nitelikli kimseler gibi göstermeye çalışırlar. Hikmet ehli olmayan kişinin dilindeki hikmet sözünü de iğreti elbise bil! (Mesnevi, Cilt II, beyit 667 ve devamı ).

Arayacaksan öyle bir ad san ara ki bir daha hiç gözden düşmesin, unutulup gitmesin, bir güneş ışığı ara ki batıp yitmesin. Namussuzun görünüşünden, adından sanından geç; addan sandan manaya kaç! Sen onun halini, işini sor, soruştur; onu halinde işinde ara! (Mesnevi, Cilt IV, beyit 1285-1286)

Nice adamlar vardır ki, en büyük adlara, sanlara, en iyi imkânlara, en üstün silahlara sahip oldukları halde, yiğitlikleri olmadığından çok daha basit silahlarla tepelenmişlerdir. Zaloğlu Rüstem’in silahlarını bile kuşansan, eğer ehli değilsen bu silahlar senin canını kurtarmana değil, canından olmana sebep olurlar. İnsanların suretleriyle manaları da işte böyledir. Bazıları dışarıdan bakıldığında adam görünürler ama içeriden melun şeytandırlar! Bu yüzden görünüşe bakıp aldanmamalıdır. Nice altın vardır ki, hasetçi hırsızlardan kurtarabilmek için dumanla karartılmıştır. Nice altın suyuna batmış bakır da vardır ki, aklı kıt kişiler ona kapılıverirler (Mesnevi, Cilt IV, beyit 2172-2173)

Bazen kalplar bile kendilerinin saf, temiz, halis akçe olduklarını iddia eder, mihenk taşına iştiyakını söyler, ileri geri laflar eder, böylece başkalarını da şüpheye düşürür. Adam olmayan herkes, onun düzen tuzağına düşer, her aşağılık kişide şöyle bir şüphe belirir: ‘Bu adam, gerçekten tertemiz, halis geçer akçe olmasaydı, hiç mihenk taşını ister miydi? Evet böyleleri de mihenge vurulmayı, mihenk taşını ister ama kalp olduklarını meydana çıkarmayacak kadar ister. Ama kalpın kalp olduğunu belirtemeyen taş, gerçek bir mihenk taşı değildir. Böyle bir biliş ve anlayış da doğru sonuç vermez. Her kaltabanın hatırı için yüzdeki ayıbı gizleyen aynaya, ayna denebilir mi? Münafıktır o, elinden geldikçe bu çeşit aynayı arama! (Mesnevi, Cilt IV, beyit 3849 ve devamı )

Eğer insan, suretle insan olsaydı, Ahmet’le Ebu Cehil eşit olurdu. Duvara yapılmış insan resmi de insana benzer. İşte bak, şekil bakımından neyi eksik? O parlak resmin yalnızca canı eksik. Yürü, sen de o nadir bulunur cevheri ara! Ashab-ı Kehf’in köpeği bile iyilere yoldaş olunca, onun yüceliği karşısında dünyadaki bütün aslanların başları alçaldı. Canı, nur denizine gark olduktan sonra, kötü ve çirkin suretinin ona ne zararı var? Kalemler, sureti övmezler. Kitaplara da insanın suretine, şekline ait özellikler değil, ‘âlim, erdemli, adalet sahibi’ gibi kişiliğine ait özellikler yazılır. Bilgi ve adalet sahibi olmak da hep manadır. Onları somut şekilleriyle önde, arkada hiç bir yerde bulamazsın (Mesnevi, Cilt I, beyt 1019 ve devamı).

Kendine gel, şu buyruk sahipleri, şu hüküm yürütenlerin tılsımlarına kanma! Bunlar gerçekte ölü birer resimdir. Fakat görünüşleriyle ahmakların yollarını vurmuşlardır. Bakar, göz kırpar gibi görünürler de ahmaklar, bunu doğru sanırlar, bu görünüşe aldanırlar (Mesnevi, Cilt IV, beyit 3492-2493 ve devamı ).

FİKİR, EYLEM VE SÖYLEM TUTARLILIĞI

Bir gün Emir Muîneddin Pervâne Hazreti Mevlana’ya “Asıl olan ameldir (eylemdir, iştir), laf ve söz değildir! ” dedi. Mevlana ona şu cevabı verdi: “Evet amel, (iş ve eylem) çok önemlidir ama hangi amel, hangi iş? Nerede o amel ehli (eylem ve aksiyon adamları), hani o amel isteyenler? Gelsinler de onlara gerçek ameli (işi, eylemi, aksiyonu) göstereyim! Peki, amel, (iş, eylem, aksiyon) önemli de, fikir, söz ve söylem önemsiz ve gereksiz mi? Örneğin sen şimdi geldin, benden amel (iş, eylem, aksiyon) istiyorsun ama onu da sözle istiyorsun. Amel konusunda bir şeyler duymak için karşımda kulak kesilmişsin. Üstelik şimdi bu konuda sana bir şey söylemeyecek olsam, üzüleceksin. Madem öyle gel, bizden iş iste, iyi ve doğru ameli, eylemi, aksiyonu sor, biz de sana ameli, işi, aksiyonu gösterelim. Biz de zaten bu dünyada kendilerine yararlı ameli, işi, aksiyonu gösterebileceğimiz yiğitler, mertler arıyoruz. Ama hani nerede? Biz de gerçek amele, işe, aksiyona müşteri bulamadığımız, sadece lafa ve söze müşteri bulabildiğimiz için, ne yapalım şimdilik söz söylemekle meşgulüz. Örneğin sen gerçek amelden (işten, eylemden, aksiyondan) ne anlarsın? Sen, âmil (amel eden, iş yapan, eylem ve aksiyon adamı) bir kimse değilsin. Gerçek amelin (işin, aksiyonun, eylemin) ne olduğunu bile anlayabilecek durumda değilsin. Çünkü sûret sûret ile mânâ mânâ ile ilim de ilimle bilindiği gibi amel de amelle bilinir ve anlaşılır. Sen kendin bu yolun yolcusu olmadığın ve yol da zaten boş olduğu halde sen, bizim bu yolda ve amelde olup olmadığımızı (amel, iş, eylem ve aksiyon adamı olup olmadığımızı) nasıl bileceksin?

Çoğu insanlar amelin zahiren görünen şeyden ibaret olduğunu sanırlar. Hâlbuki hiç de öyle değildir. Örneğin, içi, dışı bir olmayan münafık ve riyakâr bir adam da sırf insanları kandırmak ve gösteriş yapmak için amelin dış görünüşünü yerine getirebilir, Müslümanlarla beraber namaz kılıp oruç tutabilir, ama bu amelin Allah katında hiçbir değeri yoktur, ona hiç bir faydası olmaz, onu Allah’a yaklaştırmaz, hatta daha da uzaklaştırır. Çünkü onda gerçek bir iman, bağlılık, doğruluk ve inancın, amelin gerçek manası yoktur.

Bizim amel dediğimiz şey, sadece namaz ve oruç mudur? Bunlar amelin sureti, dış yüzü, görünen şeklidir. Esas amel, içteki manadır, amelden maksat da içteki o manayı, anlayışı, kavrayışı geliştirmektir. Hazreti Adem (AS) zamanından Mustafa’nın (SAV) zamanına kadar namaz ve oruç gibi ameller bugün bildiğimiz şekliyle değildi. Değildi ama amel, her zaman vardı. O halde amel, sadece görünen şekillerden, suretlerden ibaret değildir. Amel insandaki mânâdır. Mesela sen: “İlaç amel etti (etkisini gösterdi)” dediğinde, oradaki amelin belli bir şekli ve sûreti yoktur. Söz konusu olan ancak ondaki etkidir, mânâdır. Şu adam, falan şehrin âmilidir, dedikleri zaman, somut bir şekil olarak âmillik diye bir şey görünmez, fakat o adamın yaptığı ve görevli olduğu işler yüzünden ona âmil dendiği anlaşılır. Öyleyse amel, sadece halkın bu sözden anladıkları mana ile sınırlı değildir.

Sen sözü küçümsüyorsun ama senin sözden de, sözün ne kadar önemli ve değerli olduğundan da haberin yok! Hâlbuki söz, bir bakıma, her şeyin, her hayrın, her iyiliğin başı ve aslıdır. Yüce Allah, bütün âlemi tek bir sözle yarattı. ‘O bir şey yaratmak istediği zaman, sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir (Kur’an, 36.Sûre (Yasin), Ayet:82). Bir insana diğer Müslümanların Müslüman muamelesi yapabilmeleri, onu Müslüman tanıyabilmeleri için o kişinin kalbindeki imanı sözle de ifade etmesi gerekmez mi? Namaz, bir fiildir, ameldir, dini bir ritüeldir ama namazda Kur’an okumak da farzdır, eğer Kur’an okumazsan, namazın sahih olmaz. Söz, amel ağacının meyvesidir. Çünkü söz, amelden doğar. Sen şimdi sözün hiçbir önemi, değeri yoktur derken, bu fikrini bile sözle ifade ediyor, dolayısıyla aynı zamanda savunduğun düşüncenin tam aksini ispatlamış oluyorsun. Eğer, sence sözün hiçbir değeri ve önemi yoksa o zaman senin bu sözünün de hiçbir değerinin olmaması gerekir.”

Kur’an-ı Kerim’de bize sözün değerini ve önemini anlatan, sözleri dinleyip en doğrusuna ve güzeline uymayı ve uygulamayı öğütleyen pek çok ayetler vardır:

Sözleri dinleyip de en güzeline uyanları müjdele! Allah’ın kendilerine hidayet verip doğru yola ilettikleri de, gerçek akıl ve iz’an sahipleri de işte bunlardır. (Kur’an, 39. Sûre (Zümer), Ayet:18)

Kullarıma söyle: Sözün en güzelini söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozmaya çalışır. Gerçekten şeytan insanın apaçık düşmanıdır. (Kur’an, 17. Sûre (İsrâ), Ayet:53)

Güzel söz, kökü sapasağlam, dalları göğe doğru uzanmış güzel, capcanlı, dipdiri bir ağaca benzer. Rabbinin izniyle meyvesini her mevsim verir durur. Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle misaller veriyor. Kötü ve çirkin bir sözün durumu ise; kökü yerden koparılmış, ayakta durma, yaşama imkânı kalmamış, kötü bir ağaca benzer. Allah, imana erişenlerin durumunu, sapasağlam ve dosdoğru bir sözle, hem dünya hayatında ve hem de ahirette sağlamlaştırır. Zalimleri ise şaşırtır. Allah elbette dilediğini yapar. (Kur’an, 14. Sûre (İbrahim), Ayet:24-27)

Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve yerli yerinde, doğru dürüst konuşun! (Böyle yaparsanız) Allah işlerinizi düzeltip değerli kılar ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, pek büyük bir başarıya ve mutluluğa ulaşır. (Kur’an, 33. Sûre (Ahzâb), Ayet:70-71)

İman edip iyi, doğru, güzel ve yararlı işler yapanlardan ve birbirlerine de hakkı ve sabrı tavsiye edenlerden başka bütün insanlar ziyandadır, hüsrandadır. (Kur’an, 103. Sûre (Asr), Ayet:2-3)

Sözün coşması, ulanıp gitmesi, dostluk nişanesidir. Söz söyleyememek de ülfetsizliktendir. İnsan kulağından gelişir, yararlı sözleri duya duya canlanır. Hayvansa boğazından, yemesinden içmesinden gelişir. İyi, güzel fikir ve düşünceler insanı semirtir. Hayvan otla semirir, insan da yücelikle, şerefle gelişir. Baş kendisinde sır bulunan baştır. Yoksa içinde sır olmayan bir baş, beş para etmez.

Amel, eylem, söz ve söylem kadar fikir de çok önemlidir. Çünkü âlemde her hüner fikirle kaimdir. Hiçbir iş, fikir, düşünce ve söz aşamalarından geçmeden eyleme dönüşmez. Evler, köşkler, saraylar, şehirler, hatta dağlar, sahralar, nehirler hep böyle meydana gelmiştir. Yüce Allah, bütün kâinatı önce yoktan var etmeye karar vermiş, sonra da ‘Ol!’ diyerek var etmiştir. Güzelim evler, saraylar, köşkler, şehirler önce bunları yapan mimarların, mühendislerin zihinlerinde bir fikir ve düşünce olarak tasarlanır, bunların planları, projeleri kâğıtlara dökülüp çizilir, sonra gerekli malzemeler oradan buradan toparlanıp bir araya getirilerek, yavaş yayaş yapılıp bitirilir. Herhangi bir meyveyi yetiştirme fikri bile önce gönlümüze doğar da sonra onun tohumunu eker, fidanını diker, istediğimiz türe aşılar, fidanına bakar, büyütür ve meyve elde ederiz. Denizdeki balığın varlığı nasıl denizin varlığına bağlıysa, yerküre de, deniz de, güneş de, gökler de hep fikirle diridir. Fikirle var olan bu varlıkları, amelleri, işleri gözünde dağ gibi büyütüp de, fikri fare gibi küçük görmen çok büyük yanlış, çok büyük bir körlük ve ahmaklıktır. İnsan da, fikirle değerli, fikirle diridir. Fikir ona derler ki, insana yüce bir yol açsın, onun Hakk’a doğru giden yolunu aydınlatsın. Yol da ona derler ki, seni elde edilmeye değer şanlara, şereflere, yüceliklere, üstünlüklere, ebedi mutluluklara, kazançlara ulaştırsın. Cancağızım! Fikri de bir adam say! Konuk evine her gün yüce bir konuk geldiği gibi, her an da sana bir fikir gelir. Bu bazen bir gam fikri de olabilir. Gam fikri, neşe yolunu vurursa, sakın gam yeme! O, hakikatte sana başka neşeler de hazırlamaktadır. Bazen gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden yüzlerce cihan, bir anda baş aşağı devrilir gider.

İnsan da ister iyi, ister kötü olsun yaptığı her işi, her ameli, her eylemi, her fiili, her aksiyonu mutlaka bir niyet, bir amaç ve bir planla yapar. İnsan yaptığı her işin sonucunda bazı karlar, kazançlar, anlamlar, hikmetler, faydalar elde eder, bunların bir kısmını kendisi de görür. Ama o işin, amelin, bütün faydası, kazancı ve hikmeti, kulun anlayabildiği, tasarlayabildiği kadarla da sınırlı değildir. Onun umumi ve gerçek faydalarını ancak Allah bilir. Örneğin insan, ahirette ve dünyada iyilerden sayılmak, huzur ve emniyet bulmak niyetiyle namaz kılar. Fakat o namazın gerçek faydaları, insanın düşünebildiği kadarla sınırlı ve kısıtlı değildir. Bu namaz nedeniyle Allah, ona öyle yüzbinlerce faydalar verir ki, bunlar insanın, aklına, fikrine, vehmine, kavrayışına sığmaz. O faydaları ancak Allah bilir. Kuluna bir ibadeti emreden, onu bir işi yapmaya sevk eden O’dur. İşte bu yönden insan, kudretinin kabzası Allah’ın elinde olan bir yay gibidir. Yüce Allah onu bütün işlerde kullanır, gerçekte işi yapan Hakk’dır, yoksa yay değil. Allah’a karşı yaptıkları ibadetler, kulluklar yüzünden de insanın gönlüne gurur, kibir, ucub, kendini beğenmişlik gelmemelidir. Çünkü hiç kimsenin Allah’a layık olduğu şekilde ibadette bulunabilmesi mümkün değildir. Allah’ın yüceliği karşısında insanın yaptığı ibadetlerin ne değeri olabilir? İnsanın bütün ibadetleri, kullukları ve taatleri sanki ağaçtan veya kumaşlardan oyuncak bebekler yapıp, bunları Yüce Allah’ın huzuruna arz ederek: ‘Ya Rabbi! Bu oyuncak bebekler benim hoşuma gitti, fakat bunların canı ve hiçbir kıymeti yok! Ama Sen istersen bunlara Sen can da verebilirsin, değer ve kıymet de! Eğer Sen can bağışlarsan bunları diriltmiş olursun, bağışlamazsan ferman senindir!’ demesine benzer.

Kıyamet günü insanın bütün hayırlarını, iyiliklerini, ibadetlerini, namazlarını, oruçlarını, sadakalarını vs getirip teraziye koyarlar. Fakat muhabbeti getirdikleri zaman, muhabbet teraziye sığmaz. Binaenaleyh asl olan muhabbetullahtır, yani Allah sevgisidir. Sen de kendinde bu muhabbeti, Allah sevgisini hissettiğin zaman, bunun daha da fazlalaşması için çalış! Çünkü harekette bereket vardır. Eğer artırmazsan, sermaye kaybolur. İbadetlerin kabul ediliş alametleri, o ibadetlerden sonra insanda başka ibadetlere girişme arzusu, hevesi doğması, birbiri ardınca hayırlara, iyiliklere düştükçe düşmektir. ‘Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşun! (Kur’an, 3. Sûre (Âl-i İmrân), Ayet:133). Mademki kendinde bu yönde bir arzu ve heves hissettin, gel ve yürü! : “Bu gidip gelmelerin, yürümelerin, ibadetlerin, çalışmaların ne faydası var?’ deme! Sen yürü, fayda kendiliğinden ortaya çıkar. Çocuk acıktığı zaman bunu ağlayarak bildirir, annesi de gelir ona süt verir. Eğer çocuk: ‘Ben neden ağlayacak mışım? Bunun ne anlamı, ne yararı var? Bana süt vereceklerse, ağlatmadan gelip versinler!’ diye düşünse ve ağlamasa sütsüz ve aç kalmaz mı? Demek ki, bebeğe bile bir sebeple süt veriliyor. Eğer bir kimse tutar da: ‘Bu rükû ve secdelerin ne faydası olacakmış? Ben bunları niçin yapacak mışım?’ diye yanlış düşüncelere dalarsa, sonuçta çok büyük ve telafisi imkânsız kayıplara ve zararlara uğrar?

Bu dünyadaki yapılar örneğin, taş, toprak, kum, ölü balçık gibi malzemelerden yapılmıştır. Ama cennetin yapıları diri ibadetlerden kurulup yapıldığı için, cennetin duvarları başka duvarlar gibi cansız ve çirkin değildir. Orası kulluklardan, halis niyetlerden kurulup yapılmıştır. Cennette ağaç da, meyve de, arı duru su da cennetliklerle konuşur, söyleşir. Çünkü cenneti aletle, inşaat malzemeleriyle yapmamışlardır. Bu yapı, temeline benzer, bozuk düzendir, o yapıysa temeli olan bilgiye, imana, niyete, kulluğa benzer. Cennetteki taht, taç, köşk, elbise, cennetliklerle konuşur, onlara soru sorar, cevap verir. Döşemeler döşeyen olmaksızın döşenir, dürülür, ev süpürge olmaksızın süpürülür.

İş ve söz, için, özün tanıklarıdır. Bu ikisine bakılarak, insanın içinin nasıl olduğu anlaşılır. İnsanın içinin pisliği, kalbinin kötülüğü sözleriyle dışarı vurur, kendini gösterir. O kötü kokular yüzünden, duaları da kabul edilmez, reddedilir. Böylelerinin duasına ‘Sesinizi kesin! (Kur’an, 7. Sûre (A’raf), Ayet:204)’ cevabı gelir. Böyle azgınlar, sopayla kovalanır. Fakat sözü pek düzgün olmasa, hatta kaba ve eğri bile olsa, eğer özü doğruysa, Allah, o sözdeki eğriliğe bakmaz, hatta o söz eğriliği bile makbul olur. Hak kokusu da, batıl kokusu da, iyi koku da kötü koku da, biz farkında olmasak, yatıp uyuyor olsak bile ta göklere kadar çıkar. Bu kokuları çok uzaklardan alabilenler, duyabilenler vardır ama onlar yine de yüzümüze vurmayıp örtmeye çalışırlar. Örneğin, kibir, hırs, şehvet kokusu, söz söylerken insanın ağzında soğan sarımsak gibi kokar. Sen soğan, sarımsak yedikten sonra ne kadar: ‘Ben ne zaman soğan sarımsak yemişim? Ben soğandan da nefret ederim, sarımsaktan da!’ diye yeminler etsen de kimse sana inanmaz. Çünkü nefesin bunun aksini söyler ve bunların kokusu, seninle beraber oturanların dimağlarına vurur, onları rahatsız eder.

Bir insanı tanımak istersen, onu konuşturur, sözünden ne olduğunu hemen anlarsın. Rüzgârın çayırlıktan çimenlikten getirdiği koku ile külhandan getirdiği koku fark edildiği gibi, sözlerden de onun doğru mu yahut yalan mı olduğunu fark ettiren bir koku gelir. İkiyüzlü ve münafık dostunu, yaptığı türlü münafıklıklar yüzünden tanıyamıyorsan, söz söyleme tarzından ve ondan gelen pis kokulardan anla! Puştların narasıyla babayiğit erlerin narası da tilkiyle arslanın sesi gibi fark edilir. İnsanın dili de yemek tenceresinin kapağına benzer. Tencere kaynayıp, kapağını oynatmaya başladı mı içinde ne yemek var, anlarsın. Aklı keskin adam, tencerede tatlı yemek mi var, sirkeli, ekşi aş mı var, buharının kokusundan hemen anlar (Mesnevi, Cilt VI, beyt 4893 ve devamı).

Allah, Peygamberine de münafıkları tanıyabilmesinin en kolay ve görünür delili olarak onların söz söyleme tarzlarını gösterdi: ‘Andolsun ki, sen onları seslerinin tonundan, tınısından, söz söyleme ve konuşma tarzlarından tanır, anlarsın (Kur’an, 47. Sûre (Muhammed), Ayet:30)’. Testi aldığın zaman o testilere vurarak onları sınarsın, öyle değil mi? Neden vurursun? Elbette sesinden kırık testiyi anlamak için… Çömlekten anlayan biri, çömleğe eliyle şöyle küçük bir fiske attı mı, onun kırık olup olmadığını hemen anlar. Sağlam testi ile kırık testinin sesi birbirine benzemez, başka olur. Ses çavuşa benzer, önden gider. Her şeyin kendisinden önce ses gelir de, o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar döker. Ses mastara, içe, öze, asla benzer, amel ve fiil de o mastarı tarif eder.

Bazı kendini beğenmişler: ‘Zamanımı çalıyorlar’, ‘Beni işimden, gücümden alıkoyuyorlar!’ diye diğer insanlardan şikâyet ederler. Hâlbuki bunlarda, gerçek bir kâr ve fayda elde edebilen kişinin zamanı zaten yoktur. Boş, yararsız, anlamsız işlerle uğraşan bu kişilerin canları gerçekte ta boğazlarına kadar işsizliğe güçsüzlüğe dalmıştır. Bütün bilgilerin ruhu ve temeli: ‘Ben kimim, mahşer günü ne olacağım, ne hale geleceğim?’ diyebilmek ve bu soruların cevabını bilmek olduğu halde, bunlardan hiç haberleri yoktur.

Bir kimsede amel ve ilim beraber bulunursa, o tam ve her bakımdan daha başarılı olur. Bir hayrı, iyiliği tamamlamak, onu sadece düşünmekten veya başlamaktan yeğdir. Amelle, işle verilen öğüt, halkı daha fazla çeker, daha fazla etkiler; çünkü kulağı duyan da bu öğüdü görür, duymayan da. Bu çeşit öğütte, buyruk veriyor vehmi de az gelir insana, bu yüzden halka daha fazla tesir eder.

Bazı kimselerde amel vardır, fakat ilim yoktur. Bazılarında da ilim bulunur, ama amel bulunmaz. Bilgisiz yola çıkan adam, gittiği yeri, gideceği yolu tam olarak bilmeden körü körüne yol yürüyen kimseye benzer. Tenha yollardan geçtikten sonra karşısına mamur bir yer çıkınca veya uzaklardan bir horoz sesi duyunca sevinir. Ama buranın gerçekten gitmek istediği yer veya bu yolun doğru yol olup olmadığını tam olarak bilemez. Gittiği yolu bilerek yürüyen kimse ise, hiç bir alamete, hiçbir nişana ihtiyaç duymadan, karşısına çıkacak her engeli de aşarak güven içinde yolculuğuna devam eder. Nerede bu adam, nerede öteki adam? Her yol doğru olmaz ve insanı gitmek istediği yere götürmez. Çünkü yolların eğrisi ve yanlışı da vardır (Kur’an, 16. Sûre (Nahl), Ayet:9). Örneğin, Konya’dan çıkıp, Antalya’ya gitmek isteyen bir kimse, yanlışlıkla Kayseri yolunu tutmuş olsa, Antalya’ya ulaşması mümkün değildir. Bu yanlış yoldaki hızı ve gayreti onu hedefine yaklaştırmaz, aksine daha da uzaklaştırır. Ama eğer Antalya yolunu bilip tutabilmişse, çok zayıf, kör topal, ağır aksak da olsa, er veya geç Antalya’ya ulaşır. Çünkü tuttuğu yolun sonu, nihayetinde oraya varacaktır. Yanlış yolda yapılan iyi ve doğru şeyler bile bir işe yaramaz. Ama doğru yolda yapılan hataları, günahları, doğru olmayan işleri, çok merhametli ve çok bağışlayıcı olan Allah’ın affetmesi umulur. Çünkü O buyuruyor ki: ‘Ey kendi nefislerine zulm eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar (Zümer Suresi, Ayet: 53). O halde doğru yolu ve doğruluğu tutmak gerekir. O zaman bütün eğrilikler düzelir.

EN ÇOK YÖNETİCİ KESİMDE RASTLANAN İNSANİ ZAAFLAR

Hazreti Mevlana, ululanmak, böbürlenmek, kibirlenmek, kendini beğenmek, övgü ve pohpohlanma merakı, başkalarını küçük görmek, nefret, kindarlık, hasetlik, fesatlık, riyakarlık, gösteriş, bencillik, dalkavukluk, yalakalık gibi insani zaafların herkes için zararlı sonuçlar doğuracağı, ancak bunların yöneticiler, mevki, makam, iktidar sahipleri için öldürücü zehirden daha tehlikeli ve zararlı olduğu, dolayısıyla bu olumsuz sıfatlardan onların daha fazla kaçınmaları, korunmaları, sakınmaları gerektiği, öte yandan sade vatandaşlara göre işlerinin çok daha da zor olduğu üzerinde önemle durur. Mevlana diyor ki:

Şu benlik, bizlik merdiveniyle yükselenler, yücelere çıkanlar, er veya geç o merdivenden aşağı tepetaklak yuvarlanırlar, düşer giderler. Ne kadar yücelere çıkarlarsa, düşüşleri de o kadar kötü olur, kemikleri o kadar beter kırılır.

Kur’an-ı Kerim’de bizden evvel gelip geçmiş ve Allah’ın gazabına uğramış milletlerin özellikleri çok geniş bir şekilde haber verilir. Nemrutların, Firavunların, Şeddatların, Allah’a karşı isyan bayrağını çekenlerin vasıfları, yaptıkları işler, başlarına gelenler, uzun uzun anlatılır. Nice azgınlar ve sapıklar, bu özelliklerin çoğu kendilerinde de olduğu halde bunun farkında bile değillerdir. Hâlbuki insan önce kendisine dönüp bakmalı, halini durumunu iyice gözden geçirmeli, onların felaketlerine sebep olan vasıfların kendisinde de bulunmadığını iyice araştırmalıdır. Eğer o vasıflar kendisinde de varsa, o eskiler kurtulamadıkları gibi, onlardan olanların da Allah’ın gazabından, azabından kurtulamayacaklarını bilmesi gerekir.

Pek çok kimse halkın ululaması veya kınaması yüzünden gönlünde husule gelen çeşitli hastalıklara uğrayarak doğru yoldan sapmışlardır. Kadın, erkek, çoluk çocuk, halkın kendisine secde etmesi Firavun’un gönlüne öyle tesir etmişti ki; herkes ona ‘İlahsın, tanrısın, padişahsın!’ dedikçe o da ilahlık davasında daha pervasız oluyordu. İnsandaki eksik aklın afeti zandır, vehimdir. Yeryüzünde daracık bir yolda vehimlenmeden, rahatça yürürsün ama yüksekçe bir duvarın üstündeki daha geniş bir yolda düşme korkusu gönlüne yerleşirse ayakların titrer, yalpalar, belki de gerçekten aşağıya düşersin. Dikkat et de insanların kınaması veya ululaması, senin de gönlünü hasta edip, vehimlendirmesin, seni doğru yoldan ayırmasın!

Halkın, bir kişiyi ululamasının, parmakla göstermesinin türlü kötülükleri vardır. O, halkı, kendisine hayran, kendisinin sarhoşu olmuş gördükçe gururlanır, kibirlenir, elden avuçtan çıkmaya başlar. Nefis, çok övülmesi yüzünden Firavunlaşır. Şeytan böyle milyonlarcasını, dipsiz uçurumlardan aşağıya ve azgın ırmaklara atmıştır. Bu yüzden her can iyi ve doğru bir yol izlemelidir. Ten kafesine girenlerin, çıkanların, sahte dostların aldatmasıyla can, bedende diken haline gelir. İyi gün dostları hemen insanın çevresini sararlar, etrafında pervane oluverirler. Birisi gelir, ‘Ben senin sırdaşın olayım!’ der. Öbürü: ‘Hayır, senin esas akranın, emsalin asıl benim!’ der. Bu der ki: ‘Sen bir tanesin, eşin, benzerin yok! Varlık âleminde güzellik, fazilet, iyilik, cömertlik bakımından senin gibi hiç kimse olamaz!’ Öbürü der ki: ‘İki cihan da senindir. Bütün canlarımız, senin canına kurban olsun!’ Ama zaman geçip, eski güç, kuvvet, kudret, iktidar, saltanat gider de, insanda o eski hal, eski letafet ve güzellik kalmazsa, onunla düşüp kalkanları, hatta en yakınları bile ondan bıkarlar, usanırlar, nefret ederler. Güzelliğinden dolayı adeta ilahlaştırılan nice dilberler, eski güzellikleri kalmayınca, nasıl bir kenara atılırlar, şeytanlar bile onlardan utanır, kaçarsa, bir menfaat arzusuyla insana yaklaşanlar da artık o ümit kalmayınca insanın çevresinden öyle dağılırlar. Onu hor ve hakir bırakarak, terk ederler (Mesnevi, Cilt I, beyt 1849 ve devamı).

İkbal dönemlerinde durmadan kasılıp böbürlenen nice iktidar sahipleri o günler geçtiğinde, elem ve ıstırap günleri gelip çattığında yapışacak bir el, tutunacak dal ararlar ama bulamazlar (Mesnevi, Cilt III, beyit: 3995).

İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur. Akıllı kişi ihtiyata riayet eder. (Mesnevi, Cilt II, beyt 1034).

İnsanların çoğu dışarıdan göründüğü gibi değildir, bunlar gerçekte insan yiyicidir. Böylelerinin selam vermelerinden, saygı göstermelerinden pek emin olma! Kötü dostun işvelerine kulak verme, yeryüzündeki tuzakları gör, emniyetle yürüme! Dost görünüşlü düşmanlar, postunu yüzmek için, kasapların yaptığı gibi sana: ‘Ey can, ey sevgili’ diye hitap ederler. Amaçları seni kandırıp postunu yüzmektir. Bunlar tıpkı kasaplar gibi, sonunda ağlatıp inleterek kanını dökecekleri kurbanlarının önce ayağına baş koyarlar, onların hoşlarına gidecek hitaplarda bulunurlar. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline! Aslanlar gibi avını kendin avla! Bu dünyada şeytanın şeytanlığına uyan, dost yüzlü düşmanın selamına, saygısına, hilesine kanan kimseler, bu zaaflarının ve sersemliklerinin cezasını İslam yolunda ve sırat köprüsünde tepetaklak düşerek öderler. Yabancıların yaltaklanmalarını da terk et, yakınlarının yaltaklanmalarını da! Hele aşağılık kişilerin saygı gösterilerine, hatır saymalarına sakın aldanma! Kimsesizlik bile, adam olmayan kişilerin dostluk gösterilerinden, işvesinden daha iyidir. Başkalarının arazisine ev kurma, önce kendi işini gör, yabancı kişinin işini değil.

Mevki ve makamın, güzellik ve letafetin yüzünden seninle düşüp kalkanlar, sana iltifat edenler de bunlar elinden çıkınca artık hemen senden bıkıp, usanırlar, yüz çevirirler. Eskiden eteğine sarılan, etrafında dolanan kimseler, sen bu hale geldikten sonra senden kaçacak delik ararlar. Bir zamanlar seni aldatmak için göklere çıkaranlar, şimdi sana ‘şeytan’ adını takarlar. Seni kapılarında görseler ‘Bu mezarından çıkmış hortlak da burada ne arıyor?’ derler. Şeytan bile sen iyi bir insan oldukça peşine düşer, seni izler, ardından koşar, sana zehrini tattırmaya çalışır. Şeytan, adamın yanına bir kötülük maksadıyla, onu doğru yoldan sapıtmak için yanaşır. Ama sen, zaten şeytanlaşmışsan, şeytan huyunda ayak direyen biri olmuşsan, artık şeytan da senin yanına gelmez. Çünkü sen, şeytandan da beter olduğun için, şeytan bile senden kaçar (Mesnevi, Cilt I, beyt 1869 ve devamı).

İnsanın kafasına bir kere kibirlenme, büyüklenme, bencillik, kendini ulu ve yüce görme fikri yerleşmişse, kendisini kıran, huyunca, suyunca gitmeyen, yalan yanlış da olsa hoşuna gidecek sözler söylemeyen, doğru da olsa canını sıkacak sözler söyleyen herkesi ezeli ve ebedi düşman sayar. Huyuna aykırı söz söyleyen herkese kinlenir. Garazsız, ivazsız gerçek dostlarını bir yana atarak, karşıtlarına, muhaliflerine yanaşmaya, onlara müdana ederek gönüllerinde bir yer kazanmaya çalışır. İyilerin, gerçek dostlarının uyarılarını, hoşlarına gitmeyen sözlerini kendisini huyundan suyundan vaz geçirmek, yolundan çevirmek, kendisine üstün, üst ve üstat olmak, kendisini çırak ve öğrenci yerine koymak, kendilerine tabi kılmak için söyleniyor zanneder. Böyle adamlar, eğer gerçekte kötü huylu ve serkeş olmasalar, huylarına aykırı şeylere niye ateşlenip, kızsınlar? Bunlarda kötü huy, adamakıllı kuvvetlenmiş, karakter haline gelmiştir. Karınca gibi olan şehveti, edindiği kötü alışkanlıklar yüzünden adeta ejderha kesilir. Şehvet yılanının başı daha küçükken ezilmez, o yılan önceden öldürülmezse, çok geçmeden ejderhalaşır. Fakat herkes kendi yılanını karınca görür. İnsan kendisini hep kendi nefsine değil, gerçeği, hakkı, hakikati iyi görebilen gönül sahiplerine de sormalıdır. Bakır altın olmadıkça bakırlığını, gönül sultan olmadıkça müflisliğini bilemez (Mesnevi, Cilt II, beyt 3466 ve devamı).

Sakın sen de kalkıp: ‘Ben o övgüleri duyar mıyım, yutar mıyım? Onlar, tamahlarından, menfaat beklentileri yüzünden beni methediyorlar. Ben bu gibileri çok iyi bilir, çok iyi tanırım!’ diyenlerden olma! Kendine dön de bir bak, seni şimdiye kadar metheden bir kişi, tutup halk içinde aleyhinde bulunmaya, ileri geri konuşmaya başlarsa, bunun etkisinde kalmıyor musun, huzurun kaçmıyor, gönlün, günlerce yanmıyor mu? Bu kişinin, bir mahrumiyetten, senden umduğu yararı görememesinden, beklentilerinin karşılanamamasından veya kâr beklerken zarar ettiğinden dolayı aleyhinde bulunduğunu pekâlâ bildiğin halde, o sözler, yine de gönlüne dokunur, uzun süre bunun etkisinde kalırsın. Methedilmekten de sana bir ululuk gelir, dene de bak! Övgünün de, yerginin de, kınanmanın da günlerce tesiri altında kalırsın. Övgü, canın ululanmasına, aldanmasına sebep olur. Kınanmanın kötü etkisi hemen göründüğü halde, methedilmenin etkisi zahiren hemen görünmez. Çünkü kınanmak acı, methedilmek tatlı bir şeydir. Kınanmak, acı bir ilaç veya hap gibidir. Kınanmanın acılığını ve sana verdiği elemi içtiğin veya yuttuğun andan itibaren hissetmeye başlarsın, bu acı uzun süre de devam eder. Ama tatlı bir şey yersen, onun zevki kısadır, bir anlıktır; acı kadar uzun sürmez. Tatlı tatlı methedilmenin kötü etkileri, şeker hastasına tatlının verdiği zararların sonradan ortaya çıkması gibi, başlangıçta hemen görülmez, gizlidir. Perhizine uymayan şeker hastası, dayanamayıp tatlıları, şekerleri bol bol yiyecek olsa, o anda bunun hiçbir zararını görmez, hatta ağzı tatlanır, bundan zevk de alır. Ama ölçüsüz yenen o tatlılar, bir müddet sonra vücuttaki gizli ve kötü etkilerini göstermeye başlar. Vücudun orasında burasında yara bereler, çıbanlar çıkmaya, hayati organlar fonksiyonlarını yerine getirememeye, eller ayaklar çürümeye başlar ve farkına varmadan vücut iflas eder. Perhize uymayan, yaptığı hatayı sonradan çok iyi anlar ama artık iş işten geçmiş olur. İşte dünyanın insana lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır ama bundan az yemelidir! Çünkü bu ateşten bir lokmadır. Zevki meydandadır ama ateşi gizlidir; dumanı da sonunda meydana çıkar (Mesnevi, Cilt I, beyt 1855 ve devamı).

Yeryüzünde nice insan suratlı şeytanlar vardır. Dolayısıyla herkes el ve gönül vermeye layık değildir. Kuş tutan avcılar, kuş avlamak için ıslık çalarak ötme taklidi yaparlar. Kuş, kendi cinsinin sesini işitince havadan iner ve tuzağa yakalanır. Bazı aşağılık kişiler de, Allah dostlarının güzel ve doğru sözlerini selim kalpli iyi kişilere efsun okumak, onu efsunlayıp kandırmak için çalarlar.

İnsanların çoğu insan yiyicidir. Bu gibilerin hatır sayması, saygı ve sevgisi tuzağa konmuş yemlerden başka bir şey değildir. Ancak akıl, basiret, feraset, fark ve temyiz sahipleri bu tuzaklara düşmez. Gerçek dostlarla, sahtelerini ayırt edemeyenler, dost görünüşlü düşmanlarının yalan sözlerine, yapmacık tavırlarına, hile ve desiselerine kanarak dostlarının elini bırakıp düşmanlarının elini tutanlar tez zamanda yüzüstü kapaklanır, tepetaklak olur, yuvarlanır giderler.  Kimsesizlik bile yanlış adamlarla dostluktan çok daha iyidir (Mesnevi, Cilt II, beyt 251 ve devamı).

Halkın insanı övmesini, yaltaklanmasını, tatlı ve inandırıcı sözlerini doğru sanıp almamalı, bu kalp altınları gerçek altın gibi cebine indirmemelidir. Hak yolda merhale kat etmiş, mana âlemine sultan olmuş, ulu kişilerin insana sövmesi, vurması, sapıkların övmesinden daha iyidir. İnsan böylece hatalarını düzeltir, noksanlıklarını görür, giderir de sonunda o da ikbal sahibi bir er olabilir. Aksi takdirde manevî bakımdan çıplak ve yoksul kalmaktan kurtulamaz! Bugüne kadar, gönüller yırtan, kalplere elemler veren taş gibi katı oldun! Tecrübe et, bundan sonra da toprak gibi yumuşak ve mütevazı ol! Toprak ol ki, renk renk çiçekler bitiresin! Bahar da gelse hiç taş yeşerir mi?

Gerçek erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi ise hile ve utanmazlıktır. (Mesnevi, Cilt:I s.26)

İnsanlar genellikle bir menfaat, kar ve kazanç beklentisiyle fedakârlıklarda, cömertliklerde bulunurlar. Karşılık beklemeden, kâr ve kazanç ummadan veren, sadece ve sadece Allah’tır. Çünkü tek zengin Allah’tır; Allah’tan başka herkes yoksuldur. Tek muhtaç olmayan Allah’tır, O’ndan başka herkes O’na muhtaçtır. Bu huyun, bu nurun ve ilahi parıltının yansımalarını ancak Allah huyuyla huylanmış, Allah ahlakıyla ahlaklanmış Allah dostlarında görebilirsin. Allah dostları bile bunu ebedi mutluluğa erebilme umut ve beklentisiyle yaparlar. Müminler Allah’ın rızasını umarak, bedenlerini helak edercesine ibadetlerle yorarlar, kendilerine zahmet ve sıkıntı ederler. Karşılığında Allah’tan bir karşılık ummasa, bir yoksul, elinde avucundakini tutar da başkasına verir mi? Çocuğa güzel bir elma gösterip vermedikçe, elindeki kokmuş soğanı bıraktıramazsın. Alışveriş ve ticaretle uğraşanlar, bu işi niçin yaparlar? Satıcılar, bir şeyler satabilmek ve karşılığında da artı bir para kazanabilmek için, geçerler dükkânlarına kurulurlar, müşterilerine mal satabilmek için dil dökerler, yüzlerce mal içinden beğenebileceklerini gösterirler, içten içe de elde edecekleri kârı düşünürler. Karşılığında daha büyük beklentileri olduğu, daha üstün karşılıklar göreceklerine gönülden inandıkları için çok cimri kimseler bile ellerini açıp cömertlik edebilirler, mallarını Allah yolunda harcayabilirler. Hele günümüzde, bir menfaat ve kâr beklentisi, bir tamah olmadan, kimse kimseye selam bile vermiyor. Dün sana selam veren, bugün gelip senden bir şeyler isteyerek yenini yakanı tutmaya başlar. Ben şimdiye kadar, halktan da ileri gelenlerden de, tamahsız bir selam bile duymadım. Yalnız Allah’ın selamında, bir tamah yoktur. İnsana düşen kapı kapı, ev ev, semt semt, hiç durmadan, gaflet etmeden O’nu aramaktır. Hakk’kın hem selamını, hem de haberini, kendi varlığından, benlik ve menfaat duygularından arınmış Hak âşıklarından, gönüllerinde Allah’tan başka hiçbir amaç, tamah ve art niyet taşımayan, bu yüzden ağızları da tertemiz kokan kimselerden alabilirsin.

Bazı kimseler selam verirler ama selamlarından is kokusu gelir. Bazıları da vardır ki, selam verirler ve onların selamından mis kokusu gelir. Bunu ancak koku alma duygusu sağlıklı olan kimseler anlayabilir. İnsanın, sonunda pişmanlık duymaması için dost edindiği kimseyi önceden denemesi, sınamadan denemeden dost kabul etmemesi lazımdır. Abdest alırken suyun önce ağıza götürülüp tadına, sonra buruna götürüp kokusuna bakılır. Sadece gözle rengine ve berraklığına bakmakla yetinilmez. Yani renginden, berraklığından, akıcılığından sonra, tadının ve kokusunun da bozuk olup olmadığına bakılır. İnsanlar, berrak suyun temizliğine bile onca denemelerden sonra karar verirler de onunla ellerini, yüzlerini yıkarlar (Fîh-i Mâfîh, sayfa 288)

Mevlana’ya göre, sadece iktidar sahipleri değil, onlara yakın ve onlarla beraber olanlar da çok büyük tehlikelerle yüz yüzedirler.

İktidar sahipleriyle, sultanlarla, padişahlarla, devletlilerle bir arada bulunmanın türlü tehlikeleri vardır ama esas tehlikeli yönü şudur: Devletlilerin nefisleri genellikle çok kuvvetlenmiş, ejderha kesilmiştir. Onlarla düşüp kalkan, onlara yakın olan, görüşüp konuşan, onların dostluğunu iddia ve mallarını kabul eden kimseler, kendilerini mutlaka onların keyfince, huyunca, suyunca konuşmak zorunda hissederler. “Aman, hatırları kırılmasın, gönülleri hoş olsun!” diye, onların yanlış, hatta kötü düşüncelerini bile benimser görünürler, yanlış sözlerinin aksini söyleyemezler. Ama onların tarafını tutup, gönüllerini yapmaya çalışırken; asıl olan diğer tarafı, yani dinlerinin gereğini yerine getirmeyi ihmal etme, dinlerini garip ve yabancı bırakma zararına uğrarlar. İnsan o tarafa doğru gittikçe, zayıf kalan bu taraf ondan yüz çevirir. Yoldan çıkmış iktidar sahipleriyle, dünyanın geçici zevklerine, üstünlüklerine kapılıp esir olmuş dünya ehli ile uzlaşmak için dinlerini ne kadar ihmal ederlerse, din de onlara o kadar kızar. Sonra iş burada da kalmaz. Hadisi Şerif’te de belirtildiği gibi, zalimlere yardım eden kimseye, er veya geç Allah o zalimi musallat eder. İşte dini bırakıp ona ters tarafa doğru gitmenin kaçınılmaz sonucu budur. Çünkü mademki o tarafa doğru gittin, sonunda onu senin başına bela edecektir. (Fîh-i Mâfîh, sayfa: 15-16)

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR