Ana SayfaManşetTÜRKLER VE KÜRTLER

TÜRKLER VE KÜRTLER

TÜRKLER VE KÜRTLER

TÜRK-KÜRT İLİŞKİLERİ

Türklerle, Kürtler, Türklükle Kürtlük arasında kökü tarihin birlerce yıllık derinliklerine uzanan çok yakın ilişkiler vardır. Belki de Türklüğü oluşturan başka hiçbir unsurla ve etnik grupla Türklerle Kürtler, Türklükle Kürtlük arasındaki kadar yakın bir bağ ve ilişki yoktur.

Türklükle Kürtlük, Türklerle Kürtler, bir kumaşın tersi ve yüzü gibi birbirinin ayrılmaz parçasıdırlar. Yazı dilinde de her iki ismi oluşturan harfler tamamen aynıdır, üstelik de simetriktir. Her iki ismi de oluşturan harflerin sadece bir sesli harfi yer değiştirerek birbirinin sağdan sola ve soldan sağa okunuşu karşımıza çıkar. T,Ü,R,K = K,Ü,R,T. Bu olağanüstü simetrik bir ilişkidir. Tesadüfi, kendiliğinden, bilinçsiz bir şekilde olabilmesi de mümkün değildir. Çünkü Türklerde kadim zamanlardan beri, mimariden şehirciliğe, hat sanatından, süsleme sanatlarına kadar hemen hemen her alanda simetrinin ve sembolik anlatımın çok büyük bir önemi ve anlamı vardır. İnsan, her iki isme yakından bakınca: ‘Acaba bunların hangisi hangisinden türetildi? Türk ismi mi Kürt isminden, yoksa Kürt ismi mi Türk isminden türetildi?’ diye sormadan edemez.

Kürtlük, hiç kuşkusuz en başından beri Türklüğü oluşturan en önemli unsurlardan ve etnik gruplardan biri olmuştur. Tarih boyunca da bunlar hep bir, beraber ve iç içe olmuşlardır. Nerede Türk varsa, orada Kürt de olmuştur. Türklük bir üst kimlik, Kürtlük ise bir alt kimliktir. Bu, her zaman da öyle olmuştur. Böyle olduğu için de Kürt olmak, Türk olmaya engel değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Bir insan sonuna kadar Kürt, sonuna kadar da Türk olabilir. Bunlar birbirinin zıddı olmadığı gibi birbirine zarar verecek, ters düşecek kimlikler ve aidiyetler de değildir. Nitekim bir Kürt şairimiz kendisini ve Türk Kürt ilişkisini şu beytiyle çok güzel ifade etmiştir:

Türk ile Türküm, Kürt ile kürdüm.

Evimde koyunum, dağlarda kurdum.

Türkler ve Türklük tanınmadan, bilinmeden, anlaşılmadan Kürtler ve Kürtlük de anlaşılamaz. Kürtler ve Kürtlük de doğru dürüst bilinmeden, Türklüğü ve Türkleri tanımak ve anlamak da mümkün olmaz. Türkler ve Türklük olmadan veya Türklükten ve Türklerden koparılarak, Kürtlerin ve Kürtlüğün kendi başına var olabileceğini veya daha iyi, daha fazla olabileceğini iddia edebilmek de asla düşünülemez ve savunulamaz. Kürtler ve Kürtlük ancak Türklük içinde var olabilirler. Üstelik de yüksek bir bilinçle şimdiye kadar olabildiklerinden çok daha iyi ve çok daha fazla olabilirler. Bu gerçek yalnız Kürtler için değil, Türklük denizinde birleşmiş olan bütün diğer etnik gruplar ve unsurlar için de aynen geçerlidir. Bu tarihi gerçek ve kanun, tarih boyunca yüzlerce, binlerce kez test edilmiş ve hep doğruluğu onaylanmıştır.

Bir vücudun göz, kulak, gövde, kol, bacak gibi vaz geçilemez organları ile ilişkisi ne ise Türklüğün, Kürtlükle ilişkisi de aynıdır. Bunlar bir kumaşın tersi ve yönü gibi birbirinden ayırılamaz, parçalanamaz ve bölünemezler. Bunları birbirinden ayırmaya, koparmaya, bölmeye, parçalamaya çalışmak her ikisine de yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bunların kendi kendilerine ve kendi başlarına var olabilmeleri, yaşayabilmeleri, varlığını sürdürebilmeleri imkânsızdır. Bir parça ve bütün ilişkisi içindeki Kürtlüğü, Türklükten koparmaya çalışmak, Kürtlüğe ve Kürtlere en büyük ihanet ve düşmanlıktır.

TÜRK-KÜRT BERABERLİĞİ NE ZAMAN BAŞLADI?

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, bu birlik bazılarını iddia ettiği gibi, yeni, sonradan olmuş, bir asırlık, beş asırlık, hatta on asırlık bir ilişki değildir. Yani bin yıllık Türk-Kürt kardeşliği lafı bile gerçeği tam ifade etmeyen bir safsatadır. Bu ilişkinin binlerce yıl ötesine, tarihin çok uzak derinliklere, en azından M.Ö. 2000’li yıllara, yani millet ve din babamız Hz. İbrahim’e kadar götürmek gerekir. Dolayısıyla 4000 yıldan daha azı ve aşağısı olamaz.

Bu kadar uzun yıllar ve insanlık tarihi boyunca Türklerle Kürtler hiçbir zaman birbirine zıt, hasım ve düşman olmamışlardır. Binlerce yıl boyunca hep aynı tarafta, aynı cephede, aynı saflarda ve aynı çatı altında bulunmuşlardır.

Türk-Kürt ilişkisini, birlik beraberliğini, içiçeliğini, ayniliğini en iyi, en doğru en sağlam ve en delilli, ispatlı şekilde ortaya koyan kişi dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan ünlü Arap edibi ve yazarı Cahiz olmuştur. O, daha 840’ta, yani bundan yaklaşık 1200 yıl önce yazdığı Fezâil’ül’Etrak adlı kitabında, bize bugün yutturulmaya çalışılan bin yıllık kardeşlik safsatasını bile çürütmüştür. Cahiz’in anlattıklarından ve bilimsel tespitlerden de bu kardeşliğin, birlik ve beraberliğin binlerce yıllık köklerinin ve kökenlerinin olduğunu net bir biçimde anlaşılmaktadır. Cahiz, bu ilişkiyi, birlik ve beraberliği, akıl, mantık ve insaf sahibi hiçbir kimsenin asla inkâr ve reddedemeyeceği delillerle, türlü benzetmeler ve karşılaştırmalarla açıkça ortaya koymaktadır.

Cahiz’in neden böyle bir konuya girdiğini, bu konu üzerinde bu niçib kadar uzun boylu durduğunu kestirebilmek zordur. Fakat ne olursa olsun, onun Türklerle Kürtlerin kardeş olduğu, aynı kalıptan çıktıkları, Kürtlerin Türklerin bir parçası ve onu oluşturan en önemli unsurlardan biri olduğu tespit ve değerlendirmeleri, ortaya koyduğu kesin deliller aklı başında ve iyi niyet sahibi hiç kimse tarafından reddedilemez. Türklerle Kürtler arasındaki dil, fizyonomi ve şekil farklılıklarını da ortaya koyup iyice irdelemiştir. Fakat sonuçta bunların son derece normal karşılanması gerektiğini, hiçbir önemlerinin de olmadığını, bunların onların aynı millet olmalarını asla engelleyip, değiştiremeyeceğini son derece makul ve inandırıcı delileriyle, kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikle ispatlamıştır.

Cahiz, Türklerle ve Kürtler arasındaki bağı ve ilişkiyi ortaya koyarken Arapların Huzey kabilesini örnek gösterir. Der ki: ‘Huzeyl Kabilesi Arapların Kürtleri olduğu gibi, Türkler de başka milletlerin bedevileridir (Kürtleridir). Bu benzetmeyle Kürtlerin Türklerin bir unsuru olduğunu açıklamaya çalışır ( Cahiz, Fezailül Etrak, sayfa 81).

Cahiz, Türklerle Kürtleri birbirine bu kadar yaklaştıran, yakınlaştıran, aynileştiren şeyin, asırlardan beri sürüp gelen birlik, beraberlik ve iç içelik olduğuna işaret eder:

Horasanlılar ile Türkler (yani Kürtlerle Türkler) kardeştir. Aralarındaki ırk bağları tamamen aynı değilse bile müşâbihtir (benzerdir). Bunların memleketleri de aynı veya birbirine çok yakın ve benzerdir. Bazı bakımlardan birbirlerinden farklı olsalar da esas itibariyle hepsi Horasanlıdır. Bunlar arasındaki farklar, Araplarla Acemler, Rumlarla Slavlar, Zencilerle Habeşiler arasında olduğu gibi uzak değil, tam tersine çok yakındır. Bu farklar hepsi Arap olan bir Mekkeli ile Medineli, bir bedevi ile şehirli, bir dağlı ile bir ovalı arasındaki farklar gibi çok azdır. O kadarcık fark aynı kabileden olanlar, örneğin dağlarda yaşayan Tayy kabilesi mensupları ile ovalarda yaşayan Tayy kabilesi mensupları arasında bile bulunur. Huzayl kabilesi nasıl Arapların Kürtleri sayılabilirse, göçebe Kürtleri de, Türklerin veya Horasanlıların göçebeleri, bedevileri ve Kürtleri saymak mümkündür.

Dil bakımından farklılıkların, şekil bakımından ayrılıkların da hiçbir önemi yoktur. Nitekim Temim kabilesinin üst tabakaları ile Kays kabilesinin alt tabakaları, Havazin kabileleri, Yemen köylüleri, Himyerliler, Adnaniler, Kahtaniler, fasih Arapça konuşan Hicazlılar birbirlerinden az veya çok farklı diller, şiveler, ağızlar konuşurlar. Araplar da Adnaniler ve Kahtaniler olarak iki kısma ayrılır. Aralarında ırk, şekil, tavır, davranış, ahlak, anlayış, kılık, kıyafet bakımından az veya çok farklılıklar bulunur. Ama bütün bunlar yine de onların hepsinin saf, katıksız, karışıksız, asil Arap sayılmalarına engel değildir. Bunların babaları ayrı bile olsa, yani kimisine Adnani, kimisine Kahtani de dense, yine de bütün Araplar tek bir millettir.

Türklerle Kürtler arasında coğrafi, fiziki yakınlıklar, vatan, toprak, dil, tavır, hareket, davranış, ahlak birlikleri ve benzerlikleri, seciye, gayret, hamiyet, onurluluk anlayışları gibi pek çok yakınlıklar, benzerlikler, aynilikler gösterir. Bu da onları tek bir kalıptan çıkmış gibi birbirine benzetmiştir. Kalıp aynı olunca bu kalıptan çıkan bütün parçaların, bölümlerin de birbirine benzemesi kaçınılmazdır. Bunlar arasındaki benzerlikler ve ortak özellikler, ortak taraflar, müşterek noktalar, ayrıldıkları noktalardan çok daha fazladır. Bu çok sayıdaki ortaklıklar, aralarındaki bazı yönlerden ayrılıkları gidermede, onları birleştirip bütünleştirmede kan bağından bile daha etkili olmuştur. İkinci bir kan bağı yerine geçerek, onları aynı soydan kabul edilebilir kılmıştır. Bunların aralarındaki yakınlık, benzerlik, aynilik çok ileri boyutlara ulaşmıştır. O kadar ki, bunları birbirleriyle evlenip aralarında sıhriyet bağı kurmakta, asla çekingen davranmamışlardır. Böylece aradaki mevcut yakınlıkları kan ve sıhriyet bağıyla, yakın akrabalıkla da perçinlemişlerdir. Öte yanan bilindiği gib, İsmail ile İshak, baba bir kardeştirler. Böyle olduğu halde İsmail Aleyhisselam’ın zürriyetinden gelen Adnanilerle yani Araplarla, İshak Aleyhisselam’ın soyundan gelen İbraniler birbirleriyle evlenmezler. Tarih boyunca da birbirlerinden kız alıp vermekten, aralarında sıhriyet bağı kurmaktan hep uzak durmuşlar ve çekinmişlerdir. Dolayısıyla bunlar arasında hiçbir zaman Kürtlerle Türkler arasındaki gibi bir yakınlık, akrabalık ve benzerlik de oluşmamıştır (sayfa 42-43).

TÜRK-KÜRT İLİŞKİLERİ NE ZAMAN BAŞLADI?

Acaba bu ilişkiyi, bu birlik ve beraberliği nereden başlatabilir, tarih içinde nerelere kadar uzatabiliriz. Cahiz’in de işaret ettiği gibi, Türklerle Kürtleri bu kadar birbirine benzeten, birleştiren, bütünleştiren, aralarında kan bağından bile daha önemli, yakın ve etkili bağlar ve ilişkiler kurulmasını sağlayan temel unsurlar nelerdir?

Bu ilişkilerin, bağların, birlik ve beraberliğin başlangıcını çok eskilere, hatta Millet ve din Babamız Hazreti İbrahim zamanına kadar ulaştırabilmek mümkündür. Bu sadece ırk temeline, kavim, kabile, boy, soy, asabiyet temeline, etnik temele dayanan bir birlik ve beraberlik değildir. Aynı zamanda aynı din, inanç, kültür, ülkü, ideal birliğine dayalı bir birlik ve beraberliktir. Bunların arasındaki en sağlam bağlar, İbrahim Milleti ve Hanif Dini merkezli İbrahim Milleti’ni oluşturan ortak evrensel değerler ve esaslar olmuştur. Bunun işaretleri, Kur’an’da da net bir biçimde ortaya konmuştur.

Genel kabule göre, Hazreti İbrahim’in ve ailesinin anayurdu, günümüzde de Kürt kökenli kardeşlerimizin yoğun olarak yaşadıkları Kuzey Mezopotamya, Güneydoğu Anadolu, Şanlıurfa, Harran dolaylarıdır. Türk adı, bile tarihte ancak altıncı yüzyıldan sonra ortaya çıkmış, kullanılmaya başlanmıştır. Bu durumda, o zamanlar yani Milattan Önce 2000-1800 yıllarında buralarda Kürtler adını taşıyan bir kavmi, Kürt adı ve kimliğine sahip birilerini aramak elbette boşuna olacaktır. Nitekim hiçbir tarihi kaynakta o zamanlar oralarda Kürt adına ve sanına rastlanmaz. Fakat adları ve etnik aidiyetleri ne olursa olsun, Hazreti İbrahim’in ve ona inananların, hatta onlara ve dinlerine düşman olanların, Hz. İbrahim’i diri diri ateşte yakmak isteyenlerin de, aynı etnik kökene mensup, coğrafyanın insanları olduklarında şüphe yoktur. Hz. İbrahim’in ateşine odun taşıyanlar da, o ateşi söndürmeye çalışanlar da aynı zamanı ve mekânı paylaşıyorlardı. Bu insanlar arasında şöyle ya da böyle akrabalık veya toplumsal ilişkilerin, hatta aile bağlarının bulunması da kaçınılmazdır.

Hazreti İbrahim, yeryüzünde Allah’ın tek hak dininin ve bu dine dayanan bir milletin ilk prototipi, önderi ve lideridir. O, yıllar boyunca, doğup büyüdüğü, bugün ülkemiz sınırları içinde bulunan ve Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla pek çok etnik unsuru barındıran bölgenin insanlarını Tek Allah’a inanıp kulluk etmeye, iyiye, güzele, doğruya çağırmıştı. Fakat Allah’ın insanlara peygamber olarak gönderdiği bu büyük peygambere pek az kişi inanmıştı. Öz babası dâhil büyük çoğunluk kendisine inanmadılar, hatta düşman bellediler. Hz. İbrahim’e ve ona inanan bir avuç Müslümana öz yurtlarında geniş dünyalarını dar ettiler. Allah’ın bütün insanlık için seçtiği hak dini yaşama imkânı ve fırsatı da tanımadılar. Sırf tek bir Allah’a kulluk etmek istedikleri için, kendilerine her türlü zulmü, işkence ve haksızlığı reva gördüler. Üstelik düşman oldukları kendilerine yedi kat yabancı kimseler de değildi. Tam tersine bunlar da kendileriyle aynı soydan, kavim ve kabileden gelen, en yakın akrabaları, babaları, oğulları, kardeşleri, soy soplarıydı. Sonunda işi Hazreti İbrahim’i ateşe atıp diri diri yakmaya kadar vardırdılar. Fakat Allah Hz. İbrahim’i o büyük ateşten sağ salim kurtardı. Bu insafsız ve gaddarca haksızlık ve zulümler yüzünden Hazreti İbrahim’in ve ona inananların inkârcılarla araları iyice açıldı. Aralarında alevlenen karşılıklı kin ve düşmanlık, onulmaz ve dinmek bilmez kin ve öfke duygularına dönüştü. Bu yüzden Hazreti İbrahim ve kendisine inanan az sayıdaki bölge insanı öz yurtlarını ve vatanlarını terk etmek zorunda kaldılar. Öz vatanları onlar ve dinleri için artık yaşanamaz hale gelmişti. Hazreti İbrahim: “Ben, artık bu toprakları terk edeceğim. Rabbim beni ne tarafa sevk ederse oraya gideceğim! (Saffat Suresi, Ayet: 99)” diyerek güneye Filistin taraflarına göç etmek zorunda kaldı.

Hazreti İbrahim ve ona iman eden güzel insanlar Kur’an’da da övülürler ve arkadan gelen Müminlere de örnek gösterilirler:

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten çok güzel bir örnek vardır. Onlar kendi (putperest) toplumlarına şöyle seslenmişlerdi: “Biz, kesinlikle sizden de, Allah’tan başka bütün o taptıklarınızdan da uzağız. Sizi tanımıyoruz! Sizin inandığınız her şeyi inkâr ediyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, kin, öfke ve nefret belirmiştir. (Sonra Allah’a şöyle yakardılar): “Ey Rabbimiz! Biz, ancak Sana güveniyor, Sana yöneliyoruz. Dönüş de ancak Sana’dır. Ey Rabbimiz! Bizi hakikati inkar edenler için bir deneme konusu, oyun ve eğlence aracı kılma! Günahlarımızı bağışla! Ey Rabbimiz! Tek galip, kudret ve hikmet sahibi olan yalnız Sen’sin!” Andolsun, onlarda, Allah’ı ve Ahiret Günü’nü (ümit ve korku ile) bekleyen herkes için çok güzel bir örnek bulursunuz. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) Allah hiç kimseye muhtaç değildir, bütün övgülere tek layık olandır (Mümtahine Suresi, 4-6).”

Allah’ın Kitabından, Hazreti İbrahim’in ve ona inananların en önemli özellikleri, kendi öz babaları, anaları, kardeşleri, en yakın akrabaları, kavim ve kabileleri, boyları, soyları da olsa kendileriyle aynı inançları paylaşmayan kimselerle aynı milletten olmayı asla kabul etmemeleridir. Onlar böyle bir şeyi kesin bir şekilde ret ve inkar etmişler, sadece kendileriyle aynı din, inanç ve davayı benimseyenleri düşman saymışlardır. Bunlar, kendilerini başkalarından ayrı ve farklı bir millet ve milliyet olarak kabul ediyorlardı. Bu anlayışa sahip oldukları için de Hak dine inanmayanlarla, dolayısıyla İbrahim Milletine mensup olmayanlarla aralarında kıyamete kadar sürüp gidecek bir kin, düşmanlık ve nefret doğduğunu, zaten böyle olması gerektiğinin tam bilincinde ve ayırdındaydılar. Yeri geldiğinde de bu durumu onların yüzlerine karşı da haykırmaktan çekinmemişlerdi. Bu yüzden de Allah onları bize de örnek göstermiş, aynı tavır ve davranışı göstermemizi istemiştir. Allah, bizden de bu güzel insanları örnek almamızı, yalnızca bunların milletlerine ve milliyetlerine mensubiyet hissi duymamızı istiyor.

Burada önemli olan kişilerin, belli bir bölgenin, şehrin, köyün, kasabanın insanı olup olmadıkları, belli bir boyun, soyun, kavim, kabile ve ailenin mensubu ve ferdi olup olmadıkları değildir. Önemli olan, birbirlerine tamamen zıt ve düşman bu iki ayrı ve karşıt grup arasından kendisini hangi tarafa ait saydığı, kabul ettiği, hangisine yakınlık duyduğu meselesidir. Yani önemli olan insanın İbrahim’den yana mı, yoksa Nemrut’tan yana mı, yani İbrahimi mi, yoksa Nemrudi mi olduğudur. İbrahim’e inananlarla, onu destekleyenlerle mi olduğu, yoksa İbrahim’e düşman olan ve onun ateşine odun taşıyanlarla beraber mi olduğudur. Bunun sadece insanlar için değil, hayvanlar için de böyle olduğu, bizim kültürümüzde çokça işlenmiştir:

Bizi olası tembellik ve miskinlikten koruyacak olan husus şu ünlü hikâyecikte gizlidir;

Hikaye edilir ki; Nemrut, Hz. İbrahim (AS)’i ateşe attığında, bir kuş gagasının ucunda bir yaprak ve yaprağın üstünde bir damla su ile çıkagelmiş. Yaprağın ucundaki suyu bu cehennemi ateşe doğru bırakır. Onun bu yaptığına şahit olan İbrahim (AS) dayanamaz ve kuşa sorar:

– Ey sevgili kuş! İyi niyetin için çok teşekkür ederim ama o küçücük damla bu koskoca ateşe ne yapabilir? Kuş, şu cevabı verir:

– Ey Allah’ın Halil’i (Dostu). Bu damlanın bu ateşe hiçbir etkisinin olamayacağını ben de biliyorum. Ama benim elimden gelen bu! Bu yaptığımla, hiç olmazsa benim de safım belli olsun istedim.

Yaşamımızda, yöneldiğimiz amaç doğrultusunda, yapacaklarımızın sonuca tesrinin olmayacağını düşünüp, hiçbir şey yapmamayı yeğlersek, yarın Hakk’ın huzuruna da elimiz boş varır mahcup oluruz. Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. Bize düşen safımızı doğru seçip, elimizden geldiği kadar bıkmadan, yılmadan, kendimizi ve yapabileceklerimizi önemsizleştirmeden, değersizleştirmeden yapabilmeye çalışmak, mücadele ve mücahededen geri durmamaktır. Unutulmamalıdır ki, biz seferle emrolunmuşuz, zaferle değil. Her türlü Nusret, zafer ve başarı yalnızca Allah’tandır.

Türk Milleti’nin var oluş macerasını, Türk-Kürt kardeşliğinin temelini işte bu ayette aramak gerekir. Müslüman Türkler ile Müslüman Kürtler arasındaki din, iman, dava, ideal, inanç ve kader birliğinin ve beraberliğinin temelleri böyle atıldı. Bu kardeşliğin, birlik ve beraberliğin kökleri ve kökenleri bu ayette anlatılan olayla başlamış, daha sonraki olaylar zinciriyle bugünlere kadar gelmiştir. Hepimize düşen bunu kıyamete kadar ulaştırmaktır. Yoksa bunun vebalinin ve sorumluluğunun altından kalkamayız.

Türk ve Kürt toplumlarının en birincil görevleri, onları kardeş, bir ve beraber kılan babaları İbrahim’in Milleti’ne tam anlamıyla uymaları, sımsıkı sarılmaları, bu büyük millet içinde yer almaları, asla bu büyük caddenin dışına çıkmamalarıdır. Bu milletin ve milliyetin oluşumunda ve gelişiminde katkıları ve rolleri olan başta Hazreti İbrahim ve onunla beraber bulunanlar olmak üzere bütün güzel insanlar topluluğunu minnet ve şükranla yad etmek, onlara layık evlatlar ve nesiller olmaya çalışmaktır.

TÜRKLÜK VE KÜRTLÜK NEREDE NASIL OLUŞTU?

Tevrat’ta da belirtildiği üzere Hazreti İbrahim, üçüncü eşi Kantura’dan (Ketura) doğan çocuklarını doğuda uzak bir bölgeye göndermiştir. Kaynaklarda açıkça belirtilmese de, o bu çocuklarını, bu uzak bölgeyi tek başına göndermiş olamaz. Onları Urfa ve Harran civarından kendisiyle beraber hicret eden yoldaşlarından bazılarının refakatinde göndermiş olması çok muhtemeldir. Bunların etrafında oluşan Türklüğün ve Türk Milletinin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde bunların da çok önemli katkılarının ve rollerinin olabileceği akıldan uzak bir ihtimal değildir. Nitekim tarihin en eski zamanlarından beri Türklerle Kürtlerin iç içe yaşamaları, nerede Türk varsa orada Kürt de bulunması da bu görüşü kuvvetlendirmektedir.

Eğer yeryüzünde Türkler ve Türklük diye bir şey olmasaydı, ne Kürtler, ne de Türklüğü oluşturan diğer etnik unsurlar, kimlikler, kavim ve kabileler var olabilir ve varlığını sürdürebilirdi. Bu tarihi gerçek, tarihin laboratuvarında belki yüzlerce, binlerce defa test edilip onaylanmıştır. Tarihte Türk diye bir etnik grup yoktur. Çok farklı ve çeşitli boylar, soylar, kavimler, kabileler, tarihin kader teknesinde bir araya gelmişler, yoğrulup, birleşmişler ve bütünleşmişler, çok daha ayrı, farklı ve yepyeni bir birlik ve bütünlük oluşturmuşlardır. Buna da yine kendileri, Türk Karabudun, Büyük Türk Budunu (Büyük Türk Milleti, birliği, bütünlüğü) adını vermişlerdir. Eğer böyle olmasaydı ve bu başarılamasaydı, bugün yeryüzünde bu birliği oluşturan etnik gruplardan hiç biri, bu arada Kürt etnik kimliği ve grubu da var olamazdı. Türkler, ‘El adama iyi ad vermez!’ diyerek, kendi adlarını kendileri vermişler, isimden çok sıfat olan bu adı ve içerdiği anlamları da sonuna kadar hak etmişlerdir.

Türk Milleti, asla bir kan, ırk, soy, sop bağına dayanan bir oluşum değildir ve hiçbir zaman da böyle olmamıştır Tam tersine Türklük, din, inanç, ideal birliğine ve beraberliğine dayanan bir oluşumdur. Zaten ırk, soy, sop, kan bağı asla bir ideolojiye temel olamaz ve olmaması gerekir. Türk Milletini oluşturan bütün unsurlar ve etnik gruplar, aynı inanç ve idealler etrafında asırlardır bir ve beraber, kederde, kıvançta, tasada ortak olmuşlardır. Hep aynı şeylere sevinmişler, aynı şeylerle mutlu olmuşlardır. Aynı acıları, üzüntüleri, dert ve sıkıntıları beraberce yaşamışlar, bunların üstesinden gelebilmek için de elbirliğiyle mücadele etmişlerdir. Aynı vücudun hayati parçaları, et ve tırnak gibi bir ve beraber olmuşlardır. Türklerle Kürtlerin veya Türkiye’deki bütün etnik grupların ve unsurların birbirine zıt, birbiriyle çelişecek hiçbir talebi ve isteği olamaz ve olmamalıdır:

Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlik etmekten sakının ve peygamberine inanın ki, O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin; sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok acıyandır (Hadid Suresi, Ayet: 28).

İLGİLİ MAKALELER

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR