MEVLANA’DAN HAK, HUKUK, ADALET VE ZULÜM ÜZERİNE KISSALAR, HİSSELER VE NÜKTELER
ADALET UCUZLARSA NE OLUR?
Mustafa ATALAR
Adalet duygusu, insanlardaki en güçlü ve en bastırılamaz duygulardan biridir. Bu yüzden de adalet düşüncesi. insanlık tarih boyunca en çok peşinden koşulan ideallerin başında gelmiştir. Hak, hukuk, adalet ve zulüm gibi konular üzerinde önemle duran Türk-İslam düşünürlerinden, ilim, irfan önderlerinden birisi de Mevlana Celâleddîn-i Rûmî’dir (1207 Belh – 17 Aralık 1273 Konya)
Zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin her türlüsüne karşı olan, bunlardan şiddetle kaçınılmasını, uzak durulmasını öğütleyen, adalet kurumu, adli bürokrasi ve özellikle hâkimlik müessesesi üzerinde önemle duran Mevlana, eserlerinde ve mektuplarında da her vesileyle ve değişik yönleriyle bu konulara çok sık değinmiştir.
Mevlana, adalet kurumunun, adli bürokrasinin ve özellikle hâkimlerin görevlerini tam bir yetkinlikle, iyi ve doğru bir şekilde yerine getirmemeleri, taraflarla hatır, gönül, şahsi menfaat ilişkileri içine girerek veya acıma, merhamet etme, öfke, kin, nefret gibi kişisel duygu ve düşüncelerinin etkisi altında kalarak kararlar vermeleri durumunda, bunun ne büyük toplumsal zararlara, sorunlara, hatta felaketlere sebep olabileceğini örnek olaylarla somutlaştırarak anlatma metodunu kullanmıştır. Örneğin; bazı kişisel değerlendirmelerle suçlulara hak ettikleri cezaların verilmemesi, daha düşük cezalarla yetinilmesi, yani adaletin ucuzlatılması durumunda karşılaşılabilecek sakıncaları şöyle bir örnek olayla anlatmaya çalışmaktadır:
Adamın biri, uzun zamandan beri hastalık çekiyordu. Hastalığı günden güne artmış, iyice zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış, adeta canlı cenazeye dönmüştü. Tedavisiyle ilgilenen doktoru tekrar eve çağırdılar. Doktor, hastasını uzun uzun muayene etti, nabzını tuttu, nefesini dinledi. Baktı ki, verilen ilaçların, uygulanan değişik tedavilerin hastaya hiçbir faydası olmuyor. Doktor, hastanın durumunda hiç bir düzelme olmadığını, durumunun son derece ümitsiz ve günlerinin sayılı olduğunu, günden güne daha da kötüye gittiğini görünce hastasına acıdı ve dedi ki:
- Bundan sonra sen tamamen serbestsin!… İlaçları, perhizi, tedaviyi
bırak! Senin hastalığının tedavisi, bundan sonra gönlün ne istiyor, ne diliyor, canın ne çekiyorsa onu yapmaktan ibarettir. Gönlünce yaşarsan sağlığın düzelir, sende hastalık da kalmaz, dert de… Ben şimdi sana hiçbir ilaç vermiyorum, bütün ilaçlarını da kesiyorum, aklına ne gelirse, canın ne isterse onu yapmanı tavsiye ediyorum, dedi.
Bu tavsiyeler hastanın çok hoşuna gitti, morali yerine geldi. Hemen yatağından çıkıp, toparlanmaya başladı. Doktoruna:
- Çok güzel! Sağ ol, var ol! Şimdi sen git hayra karşı! Ben de çok uzun
zamandan beri ırmak boyuna doğru gezinti yapmayı arzu ediyordum ama yataktan çıkmama izin verilmediği için bir türlü gidemiyordum. Irmak kenarında biraz gezip dolaşmak, eminim ki bana çok iyi gelecek. Belki biraz iyileşir, kendime gelirim, dedi.
Hasta adam, doktorunu uğurladıktan sonra, ırmak boyunca yürümeye başladı. Biraz ilerleyince su kenarına oturmuş, elini yüzünü yıkamakta olan bir dervişe rastladı. Derviş, başından külahını çıkarmış, usturayla kazıttığı kafası da güneşin altında yaldır yaldır parlıyordu. Hasta, dervişin güneşten parlayan kafasını görünce, içinde onun ense köküne bir sille aşk etme arzusu doğdu. Birden hatırına, hekiminin ona canı ne isterse onu yapmayı tavsiye ettiği geldi. Eğer şimdi bu parlak kafaya bir şaplak atmaz ve ardından çıkacak ‘şırraaaakkk!’ sesini işitmezse içine dert olacağını, bu yüzden hastalığının da artabileceğini düşündü. Arkadan usulca dervişe yaklaşarak, güneşin altında parlayan kel kafasına olanca gücüyle bir şamar yapıştırdı, ama ne şamar! Dervişin kellesinden çıkan ‘şırrraaakkk’ sesi bütün vadide yankılandı. Şamarın etkisiyle sersemleyen ve neye uğradığını şaşıran derviş:
– Hay, seni asi kaltaban! diyerek çömeldiği yerden sıçrayıp kalktı ve hastanın üzerine yürüdü. Amacı, bir kaç yumrukla intikamını almak ve saldırganın saçını-başını, sakalını-bıyığını yolmaktı ama kendisine vuran adamın halini görünce bu niyetinden vazgeçti. Derviş, önce öfkeyle ateşlenmiş, köze dönmüştü ama sonra işin sonunu düşünerek, öfkesini zapt etme ve sabretme yolunu tercih etti. Karşısındaki adamın çok zayıf, arık, çelimsiz ve hastalıklı biri olduğunu görünce, baktı ki sertçe bir yumruk vuracak olsa, adam kalay gibi elinde eriyip akacak. Sonra da bunu adam yerine sayıp belki de hakkında kısas uygulayacaklar. Zaten âhı gitmiş, vâhı kalmış bu zavallı yüzünden, bir de başını kılıç altına uzatmanın bir anlamı olmadığını düşündü. Kendi kendine:
– Kafaya yenen bir şamar yüzünden körü körüne başı da vermeye değmez. Biz, zaten teslim hırkasını giymiş, şamar oğlanına dönmüş kimselerdeniz. Bize sille yemek kolay gelir. E karşımdaki bu herif de üflesem uçacak kadar zayıf! Direği kırılmış, iyice harap olmuş bir çadır gibi yıkılmaya bahane arıyor. Sonra Allah korusun ölür, elimde kalır da, adam yerine geçer, başım belaya girer! En iyisi ben, maşa varken elimi yakmayayım, bu adamı alıp kadıya götüreyim, hakkımı mahkemede arayayım, dedi.
Mahkemenin adalet terazisi, Allah terazisidir, onun kilesine şeytan hilesi giremez. İki hasmın, iki düşmanın kavgası, savaşı, dedikodusu ancak adalet makasıyla kesilebilir, hal ve fasl edilebilir. Adalet, şeytanı hapseder, fitneleri yatıştırır. Tamahkâr hasım, adalet terazisini görünce serkeşliği bırakır, ister istemez, mahkemenin hükmüne razı olur. Eğer adalet terazisi olmasaydı, hakkından daha çoğu bile verilse insanları paylarına razı etmek mümkün olmaz, hep daha fazlasını isterlerdi. Bu yüzden, kadı rahmettir, savaşı def eder. Bu dünyanın adil mahkemeleri, kıyamet günü kurulacak gerçek adalet denizinden bir damladır. Katre, küçücük ve ayağı kısa da olsa, denizin letâfeti ondan belli olur. Sen de gözündeki tozu temizlersen, bir katreden denizi görebilirsin. Çünkü parçalar, bütünün haline tanıktır. Gün battıktan sonra batıda beliren kızıllık, güneşin varlığını sürdürdüğünün habercisidir.
Hakkını mahkemede aramaya karar veren derviş, hemen kendisine sille vuran adamın yakasına yapıştı. Kendisinden davacı olduğunu ve mahkemeye götüreceğini söylediği hasmını çeke çeke mahkemeye, Kadı’nın huzuruna götürdü. Olayı anlatıp dedi ki:
– Kadı Efendi, ben bu adamdan davacıyım! Bana haksız yere tokat atan bu densizi, nasıl cezalandıracaksan cezalandır! Artık eşeğe ters bindirir halka teşhir mi edersin, yahut kısas uygular dövdürür müsün, sana kalmış! Takdir senindir ama lütfen adaleti tez yerine getir! Yoksa geciken adalet, adalet değildir! Bu adam, senin verdiğin ceza ile ölse bile, kimse bunun hesabını senden soramaz. Çünkü kadı, hâkim, bunu kendi nefsi için yapmaz, kanunun verdiği cezayı uygular. Kadı (hâkim), Allah’ın vekilidir, Allah’ın adaletinin gölgesidir, O’nun adına karar verir. Hak sahibi ile cezaya layık olanın aynasıdır. Onun verdiği ceza Allah içindir, kıyamet günü içindir. Takdir ettiği cezada hatalı bile olsa, ona sorumluluk yoktur. Çünkü birisini ancak kendi nefsi için döven, cezalandıran kişi, suçlu ve borçlu olur. Allah için döven ve cezalandıran ise, her şeyden emindir.
Kadı davacıyı dinledikten sonra:
- Oğul; sen önce tavanı durdur da, ondan sonra benden, oraya iyi veya
kötü bir resim yapmamı iste! Hani vuran nerede, vurduğu yer neresi? Yahu bu adam, hastalıktan zaten ölmüş bitmiş, iskelet, hayalet haline gelmiş! Ben bu adama nasıl kısas uygulatayım, neresine vurdurayım? Kanunlar, diriler ve zenginler içindir. Hiç mezarlıktaki ölülere kanun hükümleri uygulanabilir mi? Ben şimdi bu adamın suçuna karşılık para cezasına hükmedecek olsam, adamın yoksulluğu da her halinden, her durumundan belli, ayrıca ispata, şahide bile gerek yok! Parası pulu olmayanlar, yoklukla yoksullukla kendilerinden geçmiş olanlar, benim gözümde ölülerden yüz kat daha ölüdürler. Ölü, bir kere ölmüş, bu âlemden göçüp gitmiştir; halbuki yoksul, yüz taraftan ölmüştür. Arkadaş, ben dirilere hükmederim, mezarlıkta yatan ölülere değil! Mezarda yatan ölüyü çok görmüşsündür, dön bir de şu adama bak da ölüde mezarı gör! Bu adam, tam bir canlı cenaze! Bir mezardan, üzerine bir kerpiç düşse, akıllı olan kalkıp mezardan davacı olur mu? Sen de boş ver, ölüye kızıp da, kinlenmeye, öç almaya kalkışma! Bunu eşeğe bindirmenin ise kanunda, kitapta yeri yoktur. Hem bu adam, eşeğin üstünde duramaz bile! Onu eşeğe değil de, tabuta bindirmek belki daha uygun olur. Yahu bu adama sopa değil, sopanın resmini bile vursan ölür! Dolayısıyla bu adama, kanunlarda kitaplarda yazılan cezalardan birini uygulamak bence uygun olmaz, böyle bir şey adâlet değil, zulüm olur. Zulüm nedir? Bir şeyi layık olduğu yere koymamak! dedi.
Derviş, kadıya:
-Peki; Kadı Efendi! O zaman benim yediğim tokat ne olacak? Siz şimdi, hiç bir suçum, günahım yokken, bu adamın bana sille vurmasını revâ mı görüyorsunuz? Yani şimdi, böyle bir değirmen eşeği, hiçbir suçu, günahı olmayan bir dervişe, canı öyle istedi diye bir tokat aşk edebilir öyle mi? Bu nasıl adalet? dedi.
Kadı, zayıf ve hastalıklı adama dönerek:
– Az çok bir paran var mı? diye sordu. Hasta adam cevap verdi:
– Kadı Efendi, sadece altı liram var. Bütün param bu! Bunun üzerine kadı:
– Peki! Üç lirasını sen harca, geriye kalan üç lirasını da hiç itiraz etmeden bu adama ver! diye hükmetti. Karardan pek hoşnut olmayan dervişe dönerek de:
-Evet, tazminat çok düşük oldu ama bu da çok zayıf ve yoksul bir adam. Üç lirasıyla da o kendisine ekmek, katık alsın! diye kararının gerekçesini anlatmaya çalıştı.
Hasta adam cebinden paraları çıkarıp hazırlarken, gözü kararı yazdırmak için kâtibin masasına doğru eğilmiş olan Kadı’nın ensesine ilişti. Baktı ki, Kadı’nın ensesi, dervişin ensesinden çok daha görkemli! Kendi kendine: ‘Maşallah, Kadı Efendi’de de ne ense varmış! Kim bilir, vurunca ne güzel şaklar! Zaten başkasının ensesine sille vurmanın bedeli de çok ucuzmuş! En iyisi ben, bir şamar da şu Kadı’nın ensesine aşk edeyim!’ diye düşündü.
Davalı hasta, kulağına bir şey söyleyecekmiş gibi Kadı’ya doğru yaklaşıp, ense köküne bütün gücüyle Hüdayî bir şamar indirdi. Kadı, şamarın acısı ve şaşkınlığıyla neye uğradığını anlamaya çalışırken, hasta adam, hemen cebinden çıkardığı altı lirayı Kadı’ya uzattı:
- Kadı Efendi! Alın şu altı lirayı da aranızda paylaşın! Sabahtan beri,
sizin hırıltınızdan, dırıltınızdan bıktım, usandım. Bende daha fazla laf dinleyecek hal kalmadı! Haydi bana eyvallah, ben gidiyorum! dedi.
Kadı:
– Hey! Dur bakalım, sen ne yapıyorsun, kime vuruyorsun? diye kızıp köpürerek, adamın üstüne yürüyünce derviş araya girip, müdahale etti.
– Hayır, asıl sen dur bakalım, Kadı Efendi! Senin işin azgınlık, kızgınlık değil, adaleti uygulamaktır! Adaleti bu kadar ucuzlatırsan, sonunda tabii ki olacağı budur! Eğer verilen cezalar caydırıcı olmaz, adalet yerini bulmazsa; ortalık suçlarla, suçlularla, katillerle, hırsızlarla, uğursuzlarla dolar; toplumda huzur, güven kalmaz. Peygamberin: ‘Kim kardeşi için bir kuyu kazarsa, o kuyuya kendisi düşer!’ hadisini okumadın mı? Okuduysan, kendin niye uymuyorsun? Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkaları için nasıl hükmedebiliyorsun? Eğer senin bütün kararların, ensene sille yemene sebep olan bu kararın gibiyse, senin de, bizim de vay halimize! Bir de kalkmış, harcaması için bir zalime üç lira para bırakıyorsun. İşte nasıl harcadığını gördün! Hiç, zalime acınır mı? Zalimin elini kes ki, o el mazlumlara uzanmasın! Hâlbuki sen tutup, hükmü, dizgini tamamen zalimin eline veriyorsun. Peygamberin: ‘Kim zalime yardım ederse, Allah o zalimi ona musallat eder!’ sözünün, nasıl bir kere daha doğru çıktığını gördün mü? Sen kurt yavrusunu emzirip büyüten, keçiye benziyorsun. Kurt yavrusu büyüyünce kurt olur ve ilk iş olarak da kendisini besleyip büyüten keçiyi paralar, dedi (Mesnevi, Cilt VI, beyit 1321 ve devamı).
Mevlana, kötülüklerin ve suçların önlenmesi, suçluların layık oldukları cezalarla cezalandırılması gereği üzerinde önemle dururken, kötülerin asla şahsına, etine, kemiğine düşman olunmaması gerektiğini de vurgular. Hatta her fırsatta iyilere kötülük eden, düşmanlıktan, kin tutmaktan geri kalmayan kötülere bile kin tutulmaması, kötülük edilmemesi, aksine acınması gerektiğini, onların da doğru yolu bulmaları, kötülük yapma huylarından vazgeçirilmeleri için elden geldiğince çaba ve gayret gösterilmesi, böylece onlara da yardım edilmesi gerektiğini savunur:
Bu âlemde, ceza da gerekli, ödüllendirme de! Dostlar meclisi de lazım, zindan da! Dost meclisi iyiler, ihsan sahibi olan iyi kişiler, zindan da cezalandırılması gereken suçlular, ham ve kötü kişiler için gereklidir. Ama kilim dövülmez, tozu dövülür. Burada vurmak hakikatte kötü huyadır. Gerçekte düşman olan da onun eti, kanı, canı, derisi değil, ondaki kötü niyetler, kötü duygu ve düşüncelerdir.
Eğer Allah, cihadı ve canilere kısas uygulanmasını emretmeseydi yahut ‘Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır! (Bakara Suresi, Âyet:179)’ demeseydi, Allah’ın yarattığı bir canı öldürmeye, ona kılıç vurmaya kimin haddi olabilirdi?
Bazıları bir katilin hayatının söz konusu olduğunu öne sürerek kısası hoş görmezler. Onlar sadece bir katilin hayatına bakarlar ama kısas korkusuyla böyle bir iş yapmaktan çekinip vazgeçebilecek binlerce katil ve cani ruhlu kişinin bulunduğunu, böylece yüz binlerce masumun hayatının kurtulacağını düşünmezler. Aslında bu da öldürülmekten kurtulsun diye akrebin iğnesini çıkarmak gibi bir şeydir. Bir yandan yıkılmaya yüz tutmuş eski bir evi yıkar, yerle bir eder ama öte yandan onu daha mamur bir hale getirir. Bir bedenden bir baş keserse; yerine derhal yüz binlerce baş ortaya çıkarır.
Bir yaranın deşilmesi gerekiyorsa mutlaka deşilmelidir. Mutlaka deşilmesi gereken bir yara, üzerine merhem konularak tedavi edilmeye çalışılırsa, enfeksiyondan kaynaklanan irin ve iltihap, pislik daha da kökleştirilmiş olur. O iltihap çok geçmeden yaranın altındaki sağlıklı eti de yer, bitirir. Deşilmesi gereken yarayı deşmek yerine merhem koymanın belki bir türlü faydası olabilir ama elli tane de zararı, ziyanı olur (Mesnevi, Cilt VI, beyit 2295 ve devamı).
Kötülerin kötülüklerine acıyın! Benliğin, bencilliğin, kendini görüp beğenmenin etrafında dönüp dolaşmayın! Kendinize gelin! Allah’ın gayreti, pusudan çıkmaya görsün, baş aşağı yerin dibine gidersiniz! (Mesnevî, Cilt I, beyt: 3416-3417)
Kinin yüzünden yol azıtanlara kin tutma! Çünkü kindarların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar. Senin kişisel kinin de o bütünün parçasıdır. Kin, dinin düşmanıdır. Kinin aslı cehennemdir. Mademki sen cehennemin parçasısın; aklını başına al, unutma ki, parçayı da bütününün yanına koyarlar. Acı, mutlaka acılara katılır. Batıl söz, yanlış bir iş, nasıl olur da Hakk’a ulaşabilir? Gül suyu isen seni başa sürerler, koyuna serperler, idrar gibi pis bir şeysen dışarı atarlar. Koku satanların tablalarına bak! Her cinsi, kendi cinsinin yanına koyarlar. Cinsleri kendi cinsleriyle karıştırırlar, bu uygunluktan da ayrı bir güzellik, hoşluk, süs meydana getirirler. Temiz şeyler temizlere aittir; pislere de pis şeyler layıktır (Nur Suresi, Ayet:26). Kendine gel! (Mesnevi, Cilt II, beyit 271 ve devamı).
ZULÜMDEN BÜYÜK DİVANELİK OLMAZ!
Mustafa ATALAR
Birisi bir beldeye geldi:
– Ben, akıllı bir adam arıyorum, onunla meşverette bulunacağım, mahrem bir sorum ve sorunum var, ona danışacağım, diye sordu. Sorduklarından biri:
– Şehrimizde kendisini deliliğe, dîvâneliğe vurmuş bir adam vardır. Buralarda ondan daha akılı birisini bulamazsın. Fakat o da kendisini dîvânelikte gizler. Aha işte bak, şu ilerde, bir sopayı at edip üstüne binmiş, çocuklarla koşuşturup duruyor! dedi.
Akıllı arayan adam, kendisini deliliğe vurmuş yaşlıca zata doğru yaklaştı:
– Ey kendisini çocuk gösteren ulu zat! Bana bir sır söyle! dedi. Fakat muhatabı onu tersleyerek:
– Yürü, yürü, hadi git, defol buradan! Şimdi bu kapıyı çalma! Bugün bu kapı kapalı, sır söylenecek gün değil! Geleceksen başka zaman gel! Hem eğer bende akıl olsaydı, ben de diğer şeyhler, âlimler gibi olur, onlar hangi işlerle uğraşıyorlarsa, o işlerle uğraşırdım, dedi.
Beldenin en akıllı adamı diye gösterilen bu kişide, gerçekten de hiçbir akıllılık emaresi yoktu. Biraz tereddüt ettikten sonra gerçek durumunu öğrenmek arzusuyla ona tekrar seslendi:
- Ey sopayı at edip de binmiş atlı, atını biraz da bu yana sür!
Sopadan atını kendisine seslenen kişiye doğru süren dîvâne:
- Ne istiyorsun? Çabuk söyle! Haberin olsun; atım çok serkeştir; pek
huyludur, sonra söylemedi deme! Bu at şimdiye kadar çok kişileri tepeledi. Dikkat et, seni de tepelemesin! Ne soracaksan çabuk sor! dedi.
Adam, karşısındakinin bu garip hali karşısında, gönlündeki esas söylemek istediği sırrı söylemekten vazgeçti. Bunun yerine divaneyi alaya alarak:
– Şey diyecektim! Ben evlenmek istiyorum da, nasıl bir kadın alayım? diye sordu. Dîvâne:
– Dünyada üç türlü kadın vardır. Birisini alırsan, tamamen senin olur. İkincisini alırsan, yarısı senin olur. Üçüncüsü ise sana yar olmaz! Bunlardan biri bitmez tükenmez bir hazinedir, diğer ikisi de zahmet ve sıkıntıdan başka bir şey değildir. Haydi, şimdi çekil atımın ayağının altından! Seni tepelerse bir daha kalkamazsın! dedikten sonra yine ‘Hay, huy!’ edip, sopasını sürerek çocukların arasına daldı.
Adam, bir süre onu seyrettikten sonra tekrar bağırdı:
- Peki, ama ben bu senin söylediklerinden hiç bir şey anlamadım. Gel
de hiç olmazsa şunu etraflıca anlat! Bu söylediğin üç çeşit kadın kimlerdir?
Divane kılıklı adam, yine ona doğru at sürüp dedi ki:
- Bâkire alırsan, tamamıyla senin olur! Sen onu tanırsın, o da seni tanır!
Gamdan, kederden kurtulursun. Yarısı senin olan, çocuksuz duldur. Fakat hiçbir surette sana yar olmayacak olan eski eşinden çocuğu da olan kadındır. İster istemez onun bütün hatıraları ve sevgisi öbür tarafa yönelir. Haydi, çekil, uzak dur atımdan! Yoksa nalları altında ezilir, tepelenirsin, karışmam ha!
Sonra hiç beklemeden, bağırıp çağırarak tekrar çocukların arasına karıştı. Adam durdu durdu duramadı:
- Ey ulu padişah! Sana tek bir soru daha soracağım, ne olur gel, onu da
cevapla! diye ona tekrar seslendi.
Dîvâne, bir ara yine yanına gelip:
- İşte yine geldim. Ama ne söyleyeceksen, çabuk söyle, fazla vaktim
yok! Bak, çocuğun biri topumu kaptı! dedi.
Adam:
- Ey büyük zat, bu kadar büyük ilme, edebe sahip olduğun halde, bu
divanelik neden? Sen söz söylerken güneş gibi her şeyi aydınlatabildiğin halde, nasıl oluyor da böyle delilikte gizlenebiliyorsun? Bu işin sırrı ne? diye sordu.
Dîvâne kılıklı adam dedi ki:
- Laf aramızda, beni bu şehre kadı yapacaklardı. Benim haberim
olmadan, kendi aralarında karar vermişler, benden de bunu kabul etmemi istediler ama ben kabul etmedim. Çünkü ben bu işe layık, bu işin üstesinden gelebilecek birisi değilim. Hal böyleyken, bir de kalkıp bilmediğim meselelerde karar vermenin vebâlini yüklenmek istemedim. İki kişi arasında olup bitmiş bir işte, kimin haklı kimin haksız olduğunu ayırt edebilmek benim yapabileceğim bir iş değildir. Bütün itirazlarıma rağmen, beni zorla kadı yapma hususunda çok ısrarcı oldular: ‘İmkanı yok, senin gibi âlim, fâzıl bir kimse dururken, biz senden aşağı birisini kendimize kadı yapamayız!’ dediler. Ben de ne yapayım, çareyi kendimi böyle deli, dîvâne göstermekte buldum. Bana göre, esas dîvânelik onların benden istediği şeyi kabul etmekti. Ben bazı insanlar gibi bu ilmi, geçimimi sağlamak, para, pul, gelir ve maaş elde etmek, şan, şöhret, mevki, makam sahibi olmak, başkalarına gösteriş yapmak, kendimi başkalarına beğendirmek ve başkaları tarafından beğenilmek için öğrenmedim. Böyle ilim ve bilgi, mübâhase, yani başkalarıyla tartışma zamanlarında pek büyük görünür ama alıcısı olmayınca, ölür gider; hiç bir kıymet ifade etmez. Hâlbuki ben malımı müflis alıcılara değil, yalnızca Allah’a satarım. Beni yüceltecek olan da yalnız O’dur. Benim müşterim yalnızca Allah’tır. Ben, sırf O’nun rızasını elde etmek için ilim tahsil ettim ve ediyorum. Ben bu ilmi, aydınlanmak, gönül aydınlatmak, o bilgiyle kanatlanıp uçmak, irfan semalarına yükselmek, yücelmek, Allah katında iyilerden sayılabilmek, böylece ilmin, irfanın tadına varabilmek için istedim ve öğrendim. Ayrıca ben kendimi herkesten daha iyi tanıyorum. Onlar ne kadar ısrarcı olsa da kadılık (hakimlik) benim yapabileceğim, altından kalkabileceğim, bana göre bir iş değildir. Yapabileceğim bir iş olsa asla geri durmaz, kaçınmazdım ama yapamayacağım bir işi üstlenmek, hem kendime, hem de başkalarına yapabileceğim en büyük kötülük olurdu. Bu yüzden de milletten yakamı kurtarabilmek için, kendimi divanelikte gizlenmekten başka bir çare bulamadım.
Mevlana’ya göre; toplumda hiç kimse ehil, layık ve uygun olmadığı bir işe, özellikle de toplumsal, idari, siyasi ve hukuki görevlere talip olmamalı, ısrarla getirilmek istense bile kabul etmemelidir. Ancak bu hassasiyet, özellikle layık olan kişiler için görev ve sorumluluktan kaçma bahanesi ve nedeni olarak kullanılmamalı, yukarıda anlatılan hikâyede olduğu gibi ‘hâkimlik korkusu’ olarak adlandırılabilecek psikolojik rahatsızlık ve hastalık boyutlarına vardırılmamalıdır. Çünkü bu tür yersiz korku ve endişeler yüzünden ehil ve layık olanların görev, yetki ve sorumluluk üstlenmekten kaçınmaları, bu sefer de bunların yanlış ellere geçmesi tehlikesini doğurur ki, bu da hiçbir fert ve toplum için asla kabul edilebilecek ve katlanılabilecek bir durum değildir. Kötüler, ahmaklar, ehliyetsizler, liyakatsizler baş olunca, karar ve hüküm verme iktidarını ele geçirince, bu büyük güç karşısında iyiler ve akıllılar çaresizlikten, ya başlarını kilimin altına çekmek, saklanmak, gizlenmek yahut zaruret yüzünden ölü etinin bile yenmesine cevaz verildiğini delil göstererek, içine düşürüldükleri zaruretlerden, sıkıntılardan ve mahrumiyetlerden kurtulabilmek için kötülerle bağdaşmak zorunda kalırlar. Bu da herkes için çok daha kötü ve kabul edilemez bir durumdur.
Şiir:
Zamanede kötülük rağbet bulur da, iyiler bile adı kötüye çıkmışlara varırlar,
Kendilerini temize çıkarmak için kötülere yaltaklanırlarsa, büsbütün batarlar!
Bu yüzden toplumun her ferdi bunların yanlış ellere geçmemesi için çok uyanık ve dikkatli olmalı, böyle bir şeye asla göz yummamalı, bu görev ve yetkilerin mutlaka toplumun en ehliyetli, liyakatli, dirayetli ve dürüst insanlarına verilmesi konusunda üzerine düşen görev ve sorumlulukları en iyi şekilde yerine getirmelidir. Ehliyetli, liyakatli, dürüst insanlar, Devlet kademelerinde ehil ve layık oldukları görev ve sorumlulukları üstlenmeli, görevden kaçmamalı ve kaçınmamalıdır. Aksi takdirde yönetimi, hukuk devletini, iktidar gücünü, adli ve idari bürokrasiyi temsil eden Süleyman Mührü, götürülüp şeytana teslim edilmiş olur ki, bundan da daha büyük bir felaket, vebal ve sorumluluk olamaz. Mevlana, bu konudaki görüşlerini ‘Mührü şeytana verme, mülkü harap edersin!’ (Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki, s. 244) sözleriyle özetlemektedir. Mevlana’dan konuyla ilgili birkaç nükte, konuyu daha anlaşılabilir hale getirebilir:
“Eğri merdivenin gölgesi de eğri olur. Eğrilikte kalan aşağılık kişiler, peygamberlere bile büyücü ve eğri adamlar diyorlardı (Mesnevi, Veled İzbudak Tercümesi, Devlet Kitapları, İstanbul, 1974, C. V, sayfa, 162-163).”
“Kötü kişilere, mayası bozuk olanlara bilgi öğretmek, sanat belletmek, bunların eline mal, mülk, mevki, makam, güç ve iktidar vermek, yol kesen eşkıyanın eline kılıç vermeye benzer. Kötü kişilerin eline düşen bilgi, mal, mevki, iktidar ve buyruk büyük bir fitne kesilir. Bu gibilerin canı delidir, bedenleri de artık zararlı bir kılıca ve silaha dönüşür. Böylelerinin elinden silahın, kılıcın alınması gerekir ki, adalet de, düzen de, nizam da yerini bulsun, herkes hoşnut ve razı olsun. Aslında savaş ve cihad da akılsızlıklarından, cahilliklerinden, Hakk’ka, hakikate, iyiye, güzele düşman olmuş, yalın kılıç onun üzerine saldıran, insanların yollarını kesip onları sapıtmaya çalışan, azgınların, sapkınların, yol kesicilerin elinden silahı almak, onların şerlerini def etmek için farz kılınmıştır. Çılgın bir deli, eline bir silah geçirmiş ve onunla hem kendisine hem de başkalarına zarar vermeye çalışıyorsa, o silahı ne pahasına olursa olsun onun elinden almak gerekir. Eğer silah delinin elinden alınamıyorsa, hiç olmazsa elleri bağlanmalı, yani güç ve iktidar mevkilerinden uzaklaştırılmalıdır. Yoksa sonuç, herkes için felaket olur, onlardan kendilerine de başkalarına da yüzlerce zarar gelir (Mesnevi C. IV. Beyit 1436 ve devamı).”
“Bilgisizlere, ehliyetsizlere, liyakatsizlere her hangi bir yolla ele geçirdikleri mevki ve makamın, elde ettikleri güç ve iktidarın yaptığı kötülüğü, yüzlerce arslan bir araya gelse yapamaz! Bilgisiz, ehliyetsiz, liyakatsiz kimse, acı, kötü buyruklar ve kararlar verebilen bir yetkili haline geldi mi, etki ve yetki alanı içindeki bütün memleket sanki zehirli yılanlarla, akreplerle dolar. Bu tür hasetçiler, kötü ağaca benzerler. Bunların yaratılışları acı, bahtları kötüdür. Hasetten coşarlar, ağızları köpürür durur. Allah’ın has kullarının, iyi ve güzel insanların yolunu ve boynunu vurmak, onların dünyadan köklerini kazımak için gizli açık hileler, düzenler kurarlar (Mesnevi, Cilt II, beyit 1570 ve devamı).”
“Bir toplumda hüküm külhanilerin, kötülerin eline geçerse, başka yararlı işleri bir tarafa bırakırlar da Zünûnu Mısrî gibi erdemli, iyi ve yüce kişileri zindanlara atarlar, işkencelere uğratırlar. Kalem gaddarın elinde olursa, tutar Hallâc-ı Mansur’u dâra çeker. İktidar, hüküm ve hükümet, karar verme yetkisi, kötü kişilerin elinde olursa, elbette onların anlayışına göre en önce peygamberleri öldürmek lazımdır. Nitekim yol azıtmış böyle kötü toplumlar, aptallıklarından dolayı, kendilerini Allah’ın yoluna çağıran elçilere: ‘Biz sizi şom, uğursuz bilmekteyiz. Bize sizin yüzünüzden kötülük geliyor! diyorlardı (Yasin Suresi, Ayet:18-19)’ demişlerdi (Mesnevi, C. II. Beyt: 1393 ve devamı).”
“Buyruk ve karar verme yetkisi yol azıtmış bir sapığın eline düştü mü, eline mevki ve güç geçtiğini sanır ama o aslında bir kuyuya düşmüştür. Yol bilmez ki kılavuzluk etsin. Çirkin canı, dünyayı yakar yandırır. Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye kalkışırsa, ardına düşenleri, düşkünlük, perişanlık gulyabanisi yakalayıverir. Gel, sana ayı göstereyim der ama oysaki o nursuz, pirsizin kendisi, hiç mi hiç ay görmemiştir. A ham kişi, a bön adam! Sen ömründe, suya vurmuş ay bile görmemişken, ayın kendisini nasıl gösterebilirsin? (Mesnevi, C. IV, Beyit 1447 ve devamı).”
“Bir toplumda iktidar gücünün, yönetme, hüküm ve karar verme, adalet dağıtma yetkisinin iyi, temiz, ehliyetli, liyakatli, dirayetli, hayırlı, dürüst kişilerin elinde bulunması, kötülerin ise iyi ve hayırlı kişilere göre yönetilen ve hizmet alan durumunda bulunmaları, her iki tarafın da hayrınadır, iyiliğinedir. Her iki tarafın ve dünyanın dirlik ve düzenliği ancak böyle sağlanabilir. Çünkü iyiler, kötüler de dâhil olmak üzere hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapmazlar. Aksine herkesin iyiliğine ve hayrına olacak işler yaparlar, iyilikte ve hayırda yardımlaşırlar, yarışırlar. Fakat kötüler öyle değildir. Onların yalnız iyilere değil, kötülere de zararları dokunur. Dolayısıyla kötülerin iktidar gücünü, kamu yönetimini, adalet dağıtma yetkisini ele geçirmesi, iyi ve hayırlı kişilerin ise kötülere muhtaç duruma düşmesi, iki tarafın da bozulmasıyla sonuçlanır. En sonunda bütün dünyanın düzeni bozulur, kötüler dâhil bundan herkes zararlı çıkar (Mecâlis-i Seb’a ve Mektubattan Seçmeler, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayını, Konya, Haziran 2006, sayfa: 69-71).”
Hazreti Ömer’in adalet anlayışından nasipsiz olan kimse, dünyada kanlı katil Haccac’dan daha adil kimse bulunamayacağını zanneder.
NASIL ADİL VE DOĞRU KARAR VERİLEBİLİR?
Mustafa ATALAR
Ehil ve layık olduğu halde, adil, isabetli ve yerinde karar veremeyeceği, vebal altında kalabileceği gibi aşırı, yersiz korku ve endişeler, hassasiyetler yüzünden hâkimlik görevi üstlenmekten kaçınanlara da Mevlana’nın söyleyecek pek çok sözü vardır. O, aşağıdaki hikâyeyle sözlerini daha kolay anlaşılır hale getirmeye çalışmaktadır:
Adamın birini, hâkimlik görevine tayin ettiler. Adamcağız buna çok üzüldü, kederlendi, ağlayıp inleyemeye koyuldu. Atama kararını kendisine tebliğ eden görevli ona:
– Ne bu sendeki keder ve üzüntü? Ne ağlayıp, sızlayıp, feryat edip duruyorsun? Hâlbuki sen kadı oldun! Böyle yüce ve şerefli bir göreve atandığın için sevinmen, bunu kutlaman lazım! dedi. Kadı (hakim), derin bir ah çektikten sonra dedi ki:
– Nasıl ağlamam, nasıl üzülmem? Ben ağlamayım da kimler ağlasın?! Şimdi hâkimlik görevine başladığımda, aralarında hüküm vermem için hasımlar bana gelecekler. İşin iç yüzünü bilmeyen, gönüllere de hâkim olamayan benim gibi bir kimse, nasıl olur da yalnızca bunların kendi aralarında olup bitmiş, işin aslını, doğrusunu, olayın iç yüzünü de yalnız kendilerinin bildiği, üstelik hepsi de tarafların kanlarını, canlarını ve mallarını ilgilendiren veballi konularda tam doğru ve adil bir hüküm verebilir? O iki hasmın, gerçekte neler yapıp ettiklerini, haksız iken haklı çıkabilmek için hangi hile ve düzenler kurduklarını, ne tür sahte deliller ve kanıtlar uydurduklarını, işin gerçeğinden habersiz benim gibi zavallı bir hâkim nereden bilsin? Davanın tarafları, her şeyi, herkesten daha iyi bilirler ama onlar da hep kendi taraflarına yontarlar, günahı vebali de karar veren hâkimin üstüne yıkmak isterler. Hâlbuki hâkim dediğimiz kimsenin, onların arasında bir cahilden ve gafilden farkı yoktur. Tebligat memuru hâkim adayına şöyle cevap verdi:
– Hayır, böyle düşünme! Bu doğru bir düşünce değil! Evet, hasımlar, işin gerçek yüzünü hâkimden daha iyi bilirler ama onların bilgisi, illetli, maksatlı, garazlı, sakat bir bilgidir. Onların kasıtları, garazları, bilgilerini mezara tıkmıştır. Hâkim olarak sen, olaydan bilgisizsin ama kötü bir niyet, kasıt ve illet sahibi değilsin. Olayın gerçek yüzünü aydınlatmaya çalışan hukukun, adaletin ışık kaynağı durumundasın. Kasıtsızlık, garazsızlık bilgisizi âlim yapar, kasıt ve garaz da bilgiyi aykırı bir hale getirir, zulüm haline sokar. Sen de rüşvet almadıkça, taraflardan birini kollama ve kayırmaya kalkmadıkça ışıksız ve kör olmazsın. Doğruyu, yanlışı, haklıyı, haksızı kolayca ayırt edebilirsin. Ama tamah ettin mi, kör olur, taraflardan birine kul, köle kesilirsin! O zaman da tabii vereceğin karar, adil bir karar olmaz!
Allah bize, adalet dağıtırken, şahitlik yaparken her türlü etkiden uzak kalmayı, objektif davranmayı ve adil karar vermeyi emrediyor: “Ey îman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan (hâkim)ler ve Allah için şahitlik eden (kimse)ler olun! Kendiniz, ana-babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa, taraflar zengin veya fakir de olsa (haktan, hukuktan, adaletten ayrılmayın!)… Çünkü Allah iki tarafa da (sizden) daha yakındır (onları korumada sizden daha öndedir, hallerini sizden daha iyi bilendir). Artık hak ve adalet dağıtırken hislerinize, hevâ ve heveslerinize uymayın! Eğer dilinizi eğip büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün hakdan, adaletten, doğru şahitlikten) yüz çevirirseniz, (bilmiş olun ki) Allah, yaptıklarınızdan haberdardır (Nisa Suresi, Ayet: 135).”
İyi, ehliyetli, liyakatli bir hâkim için, adil ve doğru kararlar verebilmek hiç de sanıldığı kadar zor, hele de imkânsız bir iş değildir. İyi niyetli, adil bir hâkim, insanları konuşturarak, dinleyerek, onların sözlerinden, tutum ve davranışlarından ne olduklarını hemen tanıyıp anlayabilir. Hani deveye sormuşlar:
- Nereden geliyorsun?
- Hamamdan geliyorum, demiş.
- Hee ya, ökçenden belli! demişler (Fîhi Mâ Fîh, sayfa: 102). Taraflar
her şeyi söyleyebilirler ama sen de bunların ne kadarının doğru, ne kadarının yalan olduğunu çoğunlukla ortadaki delillerden hemen anlayabilirsin.
Rüzgârın çayırlıktan, çimenlikten, gülistandan getirdiği koku ile külhandan getirdiği koku kolayca fark edilebildiği gibi, sözlerin söyleniş tarzından onun doğru mu yoksa yalan mı olduğu hemen fark edilebilir. Allah, Peygamberine de münafıkları tanıyabilmesi için en kolay, açık ve görünür delil olarak söz söyleme tarzlarını gösterdi: Andolsun ki, sen onları seslerinin tonundan, tınısından, söz söyleme ve konuşma tarzlarından tanır, anlarsın! (Muhammed Sûresi, Ayet: 30). Testi alacağın zaman önce o testilere vurur, o testileri sınarsın değil mi? Niçin? Elbette sesinden testinin kırığını sağlamını ayırt edebilmek için… Çömlekten anlayan biri, çömleğe eliyle şöyle küçük bir fiske attı mı, onun kırık olup olmadığını hemen anlar. Çünkü kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses çavuşa benzer, önde gider. Her şeyin kendisinden önce sesi gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Puştların narasıyla babayiğit erlerin narası, tilkiyle arslanın sesi gibi hemen fark edilir. Dil, tencerenin kapağına benzer. Tencerenin kapağı, ateşin üzerinde kaynayıp oynamaya başladı mı; keskin akıllı bir adam, yemeğin buharından tencerenin içinde ne yemek var, tatlı bir yemek mi, sirkeli, ekşi bir aş mı hemen anlar (Mesnevi, Cilt VI, beyt 4893 ve devamı).
Peygamberimiz de doğru ile yanlışı ayırabilelim diye bize nişaneler bildirmiş, kalpla sağlamı anlayabilelim diye bir mihenk vermiştir: ‘Yalan, kalplerde şüphe uyandırır, doğru ise kalplere emniyet, neşe ve huzur verir’ buyurmuştur. Yağa su katıldığında kandil artık nasıl yanmaz ve ışık vermezse, gönül de yalan sözden asla rahatlık bulmaz. Hâkimin gönlü eğer, ağrıdan, sızıdan, her türlü illet ve hastalıktan uzaksa, yalanla doğrunun tadını tam olarak bilir, anlar. Ama eğer gönül hasta olur, ağzı kokarsa, ancak o zaman doğruyla yalanın tadını ayıramaz. Nitekim Âdem’in buğdaya hırsı artınca, bu hırs gönlündeki sıhhati, selameti alıp götürmüştü. İşte o zaman, şeytanın yalanına kulak vermiş, aldanıp öldürücü zehri içmişti. O anda akrebi buğdaydan ayırt edemedi. Çünkü hırsla, hevesle, tamahla, beklentiyle mest olan kişinin, fark ve temyiz kabiliyeti uçar, gider (Mesnevi, Cilt II, beyit 2734 ve devamı ).
ZALİMİN ÖMRÜ UZUN OLMAZ!
Mustafa ATALAR
Mevlana, adalete çok önem verir, her türlü zulümden ve haksızlıktan uzak durulması gerektiği konusu üzerinde ısrarla dururdu. Onun yaşadığı dönem, Türk-İslam dünyasının başta Moğol istilası olmak üzere çok büyük belalarla, felaketlerle karşı karşıya bulunduğu, çok zor ve sıkıntılı bir dönemdi. O, bütün bunların temelinde ve kökeninde baştaki yöneticilerin zalimliklerinin, despotluklarının yattığına, halkın, aydınların ve özellikle ilim adamlarının da bu zulümlere engel olamayarak, en azından göz yumarak destek olduklarına, bu yüzden de hepsinin birden Allah’ın kahrına ve gazabına uğramayı hak ettiklerine inanırdı. Kendisinden rivayet edilen şu olay onun bu konudaki fikir ve düşüncelerine ışık tutmaktadır:
Bir gün Mevlana’ya birisi gelip şöyle bir soru sordu:
- Şu Moğollar buraya ilk geldiklerinde ne üstlerinde doğru dürüst bir
giysi, ne altlarında binek, ne de silah ve teçhizatları vardı. Neredeyse çırılçıplaktılar. Bazılarının binek hayvanları öküz gibi biçimsiz, tipsiz, eğersiz ve koşumsuzdu. Silahları odundandı. Şimdi ise hem haşmet ve azamet sahibi oldular, hem de karınları doydu. En güzel Arap atlara onlar biniyorlar, en iyi silahlar da onların elindedir. Bu nasıl ve niye böyle oldu?
Mevlana cevap verdi:
- Bir zamanlar onlar mazlum oldukları, zulme uğradıkları, bu yüzden de
gönülleri kırık bir şekilde Allah’a yöneldikleri, iltica ettikleri için Allah onların yalvarmalarını kabul etmiş ve hiçbir güçleri, kuvvetleri olmadığı halde onlara yardım ederek, düşmanlarına galip getirmiştir. Moğollar, önceleri insanlardan uzak, fakir, yarı çıplak ve acınacak bir halde, çorak ve kurak bozkırlarda yaşarlardı. Onlardan bazıları da ticaret için Harezm ülkesine gelirler, alışveriş yaparlar, kendileri için elbiselikler, keten kumaşlar vs alırlardı. Harzemşah sık sık bunları men eder, ticaretlerini engeller, onlardan yüksek haraçlar alır, bazen mallarını da ellerinden zulmen ve haksız yere gasp eder, tüccarlarını öldürürdü. Bu zulüm ve haksızlıklar artık dayanılmaz boyutlara varınca Moğollar, hükümdarlarının huzuruna çıkıp dert yandılar, ah ve feryat ettiler:
- Biz mahvolduk, perişan olduk, artık dayanacak gücümüz kalmadı!
dediler.
Hükümdarları (Cengiz Han) onlardan on gün izin istedi. Bir mağaranın kovuğuna girip, uzlete çekildi. Neredeyse hiç bir şey yiyip içmeden oruç tutarak, tam bir vecd, istiğrak ve teslimiyet içinde Allah’a dua etti. Halkına yapılan zulüm ve haksızlıkları sayıp döktü, yalvarıp yakardı, bu zulümleri yapan Harzemşahlar gibi Müslüman devletlerden, toplumlardan, insanlardan şikâyetçi oldu. Müslüman olmasalar da kendilerinin de insan ve Allah kulu olduklarını, kendilerine revâ görülen bu haksızlıklara Allah’ın da razı olmaması gerektiğini yana yakıla Âlemlerin Rabbi olan Allah’a arz etti. Aç susuz, günlerce yalvarıp yakardıktan sonra, bir ara uyku ile uyanıklık arasında kulağına: ‘Senin dileğin ve yalvarmaların kabul edildi. Dışarı çık! Her nereye gidersen git, muzaffer olacaksın!’ diye bir ses erişti. İşte böyle zulme uğramış olarak ve Allah’ın buyruğu ile çıktıklarından dolayı karşılarına çıkan herkesi yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar. Şimdi ise bu Moğollar daha önce kendilerine yapılan zulmün bin katını aciz, zayıf, çaresiz ve zavallı durumdaki halka yapıyorlar. Göreceksiniz bu kadar büyük güçlerine, kuvvetlerine ve ihtişamlarına rağmen, Allah onları da yaptıkları zulüm ve haksızlıklar yüzünden, halkın fakirliği ve zayıflığı vasıtasıyla yakında yok edecek, köklerini kazıyacaktır. Elde ettikleri o büyük başarıların kendi güç ve kudretlerinden kaynaklanmadığını, hepsinin hikmet gereği Allah’ın inayeti ve yardımıyla olduğunu, dünyayı bununla zapt ettiklerini, Allah onlara da herkese de gösterecek, halkın zaafı ile onları yok edecektir (Fîhi Mâ Fîh, sayfa: 101-102).
Allah, kimsenin kimseye zulmetmesine seyirci kalmaz, müsamaha etmez. Allah, zulmü kendisine haram kıldığı gibi, bütün kullarına da haram kılmıştır. Kim yaparsa yapsın, zulme asla razı olmaz. ‘Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız! (Bakara Suresi, Âyet: 279)’ açık buyruğuyla zulmetmeyi de, zulme razı olmayı da yasaklamıştır. Hazreti Peygamber de sürekli: ‘Allah’ım! Zulmetmekten ve zulme uğramaktan Sana sığınırım!’ diyerek zulümden Allah’a sığınırdı.
Zalim kadar, zulme seyirci olanlar, ona razı olanlar da suçludurlar. Çünkü zulme seyirci kalmakla ve rıza göstermekle zalimi cesaretlendirmiş olurlar. Allah zalimleri, onları destekleyenleri, zulme seyirci kalanları, hatta onlara azıcık bir meyil ve eğilim gösterenleri bile çok şiddetli şekilde uyarıyor: ‘Zulmedenler, nasıl bir devrimle devrilip gideceklerini yakında görecekler! (Şuara Sûresi, Ayet: 227).’ ‘Zalimlere meyil, eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin (zaten) Allah’tan başka hiçbir dostunuz yoktur. Sonra (O’ndan da) yardım göremezsiniz! (Hud Sûresi , Ayet: 113).
Allah, her zaman zalimlerin düşmanı ve mazlumların yardımcısıdır. Kim olursa olsun, Allah zalimlerin kökünü mutlaka kazır. Dolayısıyla zalimin zulmüne bakıp aldanmamalı, ömrünün kısalığına ve sonunun kötülüğüne bakıp ibret almalıdır.
Zulümle kuyu kazan, kendisi için tuzak hazırlamış olur. Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur. Kim daha çok zalimse onun kuyusu, daha karanlık ve daha korkunçtur. ‘Daha kötüye, daha kötü ceza verilmesi’ adaletin gereğidir. Sen zayıfları, acizleri asla yardımsız, kimsesiz sanma! Kur’andaki ‘İzâ câe nasrullahi’ ayetini iyi oku! Yerde bir zayıf mazlum aman dilese, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar. Bazıları kendi zalimliklerini görmezler de durmadan başkalarının kendilerine yaptıkları zulümlerden yakınırlar. Hâlbuki o gördüğü zulümlerin çoğu onun da huyudur. Belki de o gördüğü zulüm kendi huyunun nifakının, zulmünün, gafletinin kendisine yansımasından başka bir şey değildir. Kendisi de o zalimlerdendir de, başka zalimleri kınarken, onlara vururken kendi kendini de yaralamaktadır. İnsanlar kendi işledikleri açık zulümlere, haksızlıklara, adaletsizliklere hiç dönüp bakmazlar, hatta zulmü, kötülüğü, haksızlığı kendilerine yakıştıramaz, kendilerinde görmezler. Eğer görebilseler önce kendi kendilerine candan düşman olurlardı. Bu, aynaya bakan birisinin aynadaki kişinin yüzünde çirkin, kötü ve iğrenç bir yara görünce iğrenmesi, tiksinmesi, nefret etmesi gibi bir şeydir. Hâlbuki o gördüğü kendi yüzündeki yaranın yansımasından başka bir şey değildir. Gözünün önüne mavi renkli bir cam koyan kimse, bütün dünyayı mavi görür. Peygamber Efendimiz ‘Müminler birbirinin aynasıdır’ buyurmuştur. Dolayısıyla Allah’ın nuruyla bakabilen, her şeyi abartmadan veya önemsizleştirmeden olduğu gibi gösterebilen mümine gaip bile bütün çıplaklığıyla görünür. Fakat Allah’ın nuruyla değil de Allah ateşiyle yani zulümle, kötülükle, kinle, nefretle bakanlar, iyiliği kötülüğü birbirinden ayırt edemezler, kötülükten de, iyilikten de gafil olurlar, kötülükte kalırlar (Mesnevi, Cilt I, beyit 1309 ve devamı).
Kendini gören, kendini beğenen, kendine tapanlar başkasında bir hata, bir suç gördüler mi, içlerinde hemen cehennemden daha şiddetli bir ateş parlar. Bir de bazıları kalkar bu kibirlerine din gayreti adını takarlar, buna sebep olan kendi kâfir nefislerini görmek istemezler. Hâlbuki din gayreti çok daha başka bir şeydir ve din gayretinin başka alametleri vardır. Din gayretinin ateşi ortalığı yakıp yandırmaz, aksine o ateşten bütün dünya yeşerir, hayat bulur (Mesnevi, Cilt I, beyit: 3346 ve devamı).
RÜŞVETİN KOKUSU!
Mustafa ATALAR
Mevlana’nın üzerinde önemle durduğu konulardan biri de alanın da verenin de suçlu ve cehennemlik olduğu bildirilen rüşvettir. Mevlana rüşvetçi kamu görevlilerini uyarabilmek için şöyle bir hikayeden yola çıkar:
Hindistan’daki şehirlerden birinde yaşayan akıllı bir adam, yolları bu şehre düşmüş birkaç dostuna rastladı. Yıllar sonra onlarla tekrar görüşebildikleri için çok sevinmiş, sevincinden adeta güller gibi açılmıştı.
-Hoş geldiniz! deyip hepsini sevgiyle, dostlukla ve güler yüzle ağırladı. Hoşbeşten sonra, bunların çok uzun bir yoldan geldiklerini, şehirde fazla kalmayıp yollarına devam edeceklerini, memleketlerine daha çok yolları olduğunu, buraları pekiyi tanıyıp bilmediklerini, yollarda genellikle av hayvanlarını avlayıp karınlarını doyurduklarını ama bu civarda pek fazla av hayvanı bulamadıkları için biraz sıkıntıda olduklarını öğrendi. Adamcağız, bilgi ve tecrübeden doğan rahmetinin coşması ile dostlarını ileride kendilerini bekleyen bir tehlikeye karşı uyarma gereğini duydu:
-Dostlarım, biliyorum ki avlanmak zorundasınız. Avlanmadan karnınızı doyurmanız, yolunuza devam edebilmeniz mümkün değil. Şimdi gideceğiniz yolda ileride fillerle karşılaşacaksınız. Fil yavruları da avlanmaları gayet kolay, semiz ve eti lezzetli hayvanlardır. Aman ha aman sözümü, nasihatimi can kulağıyla dinleyin, sakın fil yavrularını avlamayın ve onların etinden yemeyin!
Filler yavrularına karşı çok merhametlidirler. Yavrusu kaybolunca, öfke ve hasretle hortumundan dumanlar saçarak, tozu dumana katarak gece gündüz onu arar. Gerekirse yüzlerce fersah yol yürür, yavrusunu bulmadan rahat etmez. Yavrusunun kokusunu, hatta onu yiyenlerin ağızlarında bile tanır. Yavrusunu yediğinden şüphelendiği herkesin ağzını teker teker koklar, yavrusunu kim kebap edip yemişse bulur ve onu yiyenlerden öcünü çok acı bir şekilde alır. Kardeşlerim! Tekrar tekrar sizi uyarıyorum ki, çok zorda kalsanız bile, açlığınızı yatıştırmak için otlarla yapraklarla yetinin ama fil yavrularını avlamayın ve yemeyin! Yoksa pişman olursunuz, canınızı da gönlünüzü de belalara salmış olursunuz! Aklınızı başınıza alın da sakın tamah yolunuzu vurmasın! Ben sizi pişman olacağınız bir işi yapmaktan kurtarmak için üzerime düşen öğüt ve nasihat borcumu ödedim. Gerisi size kalmış! Haydi gidin hayra karşı! Yolunuz açık olsun! diyerek onları uğurladı.
Yolcular yola çıkıp, kırsal alanda epeyce yol kat ettiler. Ekmekleri azıkları iyice tükenmiş, suları azalmıştı. Yol kenarında yeni doğmuş güzel bir fil yavrusu gördüler. Aç kurtlar gibi hemen üstüne üşüştüler. Yoldaşlardan birisinin bu işe karşı çıkmasına, kendilerine dostlarının yaptığı uyarıları hatırlatmasına rağmen, fil yavrusunu oracıkta kesip yediler. Diğerleri fil yavrusunu kebap edip yedikleri halde, o adam bütün açlığına rağmen, elini ve ağzını sürmedi. Fil yavrusunu yiyenler, karınları doyduktan sonra, akşam erkenden yatıp uyudular. O adam da açlıktan zaten uyuyamadığı için, kamp yerinde bekçilik yapıyordu. Birden bire akşamın alacakaranlığında kızgın bir fil çıkageldi. Önce gözcülük yapan adama doğru koştu. Yanına gelince, ağzını koklamaya başladı. Etrafında birkaç kere dönüp dolaştı, tekrar tekrar dönüp ağzını kokladı. Ağzında aradığı kokuyu bulamayınca ona hiçbir zarar vermeden kamp yerinde uyuyanlara yöneldi. Onların hepsinin ağzında yavrusunun kokusunu alınca, yavruyu kebap edip yiyenleri paramparça ederek öldürdü. Kimisini ayaklarıyla eziyor, kimisini de hortumuyla havaya kaldırıp hızla yerlere çarpıyordu. Fil, yavrusunun kokusunu hemen tanımış, öğüt, nasihat dinlemeden o yavruyu yiyenlerden intikamını acı bir şekilde almıştı.
Hak kokusu da, batıl kokusu da, iyi koku da kötü koku da, biz farkında olmasak, yatıp uyuyor olsak bile ta göklere kadar çıkar. İkiyüzlü ve münafık dostunu, yaptığı çeşitli münafıklıklardan tanıyamıyorsan, ondan gelen pis kokudan anlayabilirsin. Bu kokuları çok uzaklardan alabilenler, duyabilenler vardır ama onlar yine de yüzümüze vurmayıp örtmeye çalışırlar. Örneğin, kibir, hırs, şehvet kokusu, söz söylerken insanın ağzında soğan sarımsak gibi kokar. Sen soğan sarımsak yedikten sonra ne kadar: ‘Ben ne zaman soğan sarımsak yemişim? Ben soğandan da nefret ederim, sarımsaktan da!’ diye yeminler etsen de kimse sana inanmaz. Çünkü nefesin bunun aksini söyler ve bunların kokusu, seninle beraber oturanların dimağlarına vurur, onları rahatsız eder. İnsanın içinin pisliği, kalbinin kötülüğü sözleriyle dışarı vurur, kendini gösterir. O kötü kokular yüzünden, duaları da kabul edilmez, reddedilir. Böylelerinin duasına ‘Sesinizi kesin! (Kur’an, 7. Sûre (A’raf), Ayet:204)’ cevabı gelir. Böyle azgınlar, sopayla kovalanır. Fakat sözün pek düzgün değil, hatta eğri bile olsa, eğer özün doğruysa, Allah, sözündeki eğriliğe bakmaz, o söz eğriliği bile makbul olur. Mevlana rüşvetçileri şöyle uyarıyor:
“Ey rüşvet alarak halkın kanını emen, bu işten hemen uzaklaş! Halkın kanını emmek, seni halkın sahibi, yani Yaratıcısı ile savaşa tutuşturur. Halkın malı, halkın kanı demektir. Çünkü mal, emekle, gayret ve çabayla, güç, kuvvet harcayarak elde edilir. Onu rüşvetle veya başka haksız bir yolla yiyenler, halkın kanlarını emmiş olurlar. Ana filler, yavrusunu kimin yediğini, onların ağız kokularından kolayca tanıyıp bulabildiği, kan güderek yavrusunun öcünü onları ezip çiğneyerek, paralayıp parçalayarak aldığı gibi, Allah da halktan rüşvet alıp yiyenlerden, kamu malını zimmetine geçirenlerden, halkın kanını emenlerden bunun intikamını en acı şekilde alır, bu gibilerin köklerini kazır, hepsini mahv ve perişan eder (Mesnevi, Cilt III, beyit 156 ve devamı).”
FARK VE TEMYİZ YOKSUNU YÖNETİCİLER
Mustafa ATALAR
Mevlana’ya göre bu dünyada doğru da vardır, yalan da, gerçek de vardır sahte de… Bazen bunlar birbirine çok benzeyebilirler, bu yüzden ayırt edilebilmeleri çok zorlaşabilir. O zaman bunları ayırt edebilmek, adil ve doğru bir şekilde anlamak, anlamlandırmak, değerlendirmek ve karara bağlamak nasıl olacak? Mevlana’ya göre, karar ve buyruk verme durumunda olanlar için bu konuda en gerekli özellik, fark ve temyiz sahibi olmalarıdır. Bu olmadığı takdirde neler olabileceğini de şu hikaye ile anlatmaya çalışıyor:
Çok eski zamanlarda, memleketin birinde, bir gün birisi korku ve telaş içinde kendisini evin birine zor atmış. Ev halkı kapıyı kırar gibi içeri dalan ve boylu boyunca yere doğru uzanan adamdan önce çok ürkmüşler, ancak sonra adamın perişan halini görüp acımışlar ve başına toplanmışlar. Adamcağızın korkudan beti benzi safran gibi sararmış, dudakları mosmor olmuş, elleri kolları söğüt yaprağı gibi tir tir titriyormuş. Ev sahibi zavallı adamı bu halde görünce:
– Hayrola kardeş, ne oldu sana? Kimden kaçıyorsun böyle? Betin benzin niye bu kadar sararmış? diye sormuş. Adamcağız, birazcık kendine gelir gibi olunca cevap vermiş:
– Hiç sormayın; tehlike büyük! Dışarıda bütün eşekleri topluyorlar… Hükümdar emir vermiş, memlekette ne kadar eşek varsa hepsini yakalayıp, toparlayıp telef edeceklermiş. Ev sahibi şaşkın:
-Peki, ama canım kardeşim, madem eşekleri yakalıyorlar, sana ne bundan? Sen niye böyle korkup ürküyorsun, tasalanıp, telaşlanıyor ve kaçıyorsun? Sen eşek değilsin ki! diye sorunca adam durumu şöyle açıklamış:
-Öyle deme; birader! Bu işle görevlendirilmiş adamları görseydin, sen de bana hak verir, sen de en az benim kadar korkar, endişelenir ve kaçardın! Bir kere bu işle görevlendirilmiş adamların büyük çoğunluğu, eşekle sahibini birbirinden ayırt edebilecek kadar bile fark ve temyiz kudretine sahip değiller! O bilgi, hüner, nitelik ve adalet duygusundan yoksunlar! İçlerinden bir kısmı cahilliklerinden, umursamazlıklarından, ilgisizliklerinden, bilgisizliklerinden, itibar ve saygınlık, mevki ve makam kapma hırsı ve telaşı yüzünden birbirleriyle sayı ve skor yarışına girmişler. Yakalayıp götürdükleri ve telef ettikleri eşekmiş, sahibiymiş, atmış, katırmış, tavukmuş, kediymiş, köpekmiş, inekmiş, danaymış, yılanmış, çıyanmış hiç umurlarında değil! Çünkü kim daha çok toplayıp telef ederse o daha makbul ve başarılı sayılıyor! Bu arada bir de kötü niyetlilere gün doğmuş. Bunlar arayıp da bulamadıkları bu fırsatı ganimete çevirmenin telaşına düşmüşler. Sevmedikleri, istemedikleri, düşman oldukları ne kadar adam varsa hepsini eşşek diye damgalayıp ortadan kaldırmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Yani senin anlayacağın herkes kendisini bu işe öyle kaptırmış, gözleri öyle dönmüş, kararmış, kızarmış ki, adeta kör olmuşlar. Bu arada beni de eşek diye yakalayıp götürecekler ve telef edecekler diye ödüm patladı! Aman siz de dikkatli olun, ne olur, ne olmaz!
İşte bunlar gibi doğruyu, yanlışı, haklıyı haksızı, zalimi, mazlumu, adaleti ve zulmü birbirinden doğru dürüst ayırt edemeyen, fark ve temyiz sahibi olmayan kişiler başa geçerler, karar ve hüküm verme gücüne sahip olurlarsa, eşeğin sahibini de eşek diye götürürler mi götürürler! Buna hiç şaşılmaması gerekir.
Peygamberimiz mümini tanımlarken: ‘Mümin, zekidir, fark, temyiz, fetânet ve akıl sahibidir. Hakk ile batılı, doğru ile yanlışı, yalan ile gerçeği ayırt edicidir’ buyurmuştur. Yani kısacası iman, temyiz sahibi olmak, küfür ise temyizden mahrum olmaktır. Her müminin, böyle akıllı, fark ve temyiz sahibi olması gerektiği gibi özellikle hüküm ve buyruk verme mevkiinde bulunanların fark ve temyiz kabiliyetlerinin de çok daha iyi ve ileri düzeylerde olması gerekir (Fîh-i Mâfîh, sayfa, 183, 226, 227).
NOT: Bu yazıların hazırlanmasında Mevlana Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevi, Fîh-i Mâfîh, Mektûbât, Mecâlis-i Seb’a ve Rubâîler adlı eserleri ile Ahmet Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri adlı eserlerinden yararlanılmıştır.