Ana SayfaDosyalarBalkanlarRUMELİ YIKILSA NE OLUR?

RUMELİ YIKILSA NE OLUR?

Bal gibi tatlı ama kanlı bir bölge!

RUMELİ YIKILSA NE OLUR?

BALKANLAR’IN COĞRAFİ, ETNİK VE STRATEJİK ÖZELLİKLERİ

Balkanlar’ı ve burada olup biten olayları anlayabilmek için bölgenin stratejik, coğrafi, etnik vb önemini ve özelliklerini iyi kavramak gerekir.

Balkanlar veya Güneydoğu Avrupa, Avrupa kıtasının güneydoğu kesiminde, İtalya Yarımadası‘nın doğusu, Anadolu‘nun batısı ve kuzeybatısında yer alan, toplam yüzölçümü 524,701 km2 olan, günümüzde yaklaşık 55.000.000 civarında insanın yaşadığı coğrafi ve kültürel bölgedir.

Balkanlar, güneybatıda Adriyatik Denizi ve İyon Denizi; güneyde Akdeniz; güneydoğuda Ege Denizi, Marmara Denizi; doğuda Karadeniz ile çevrili bir yarımadadır. Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa nehirleri oluşturur. (Barbara Jelavich, History of the Balkans: Eighteenth and Nineteenth Centuries, Cambridge University Press, Melbourne, 1983, s.1, ISBN 978-0-521-27458-6). (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5, s. 25).

Sözlüklerde ‘dağ, dağlık alan, ormanlı dağ, sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı dağ, yığın, küme, sazlık, bataklık’ gibi anlamlar verilen ‘Balkan ‘  kelimesinin Türkçe  bir  kelime olduğu Türk Dil Kurumu’nun Büyük Türkçe Sözlüğünde de belirtilmektedir. Balkan kelimesi Türkçede: ‘Evimizin arkası hep balkandı. (=Evimizin  arkasında   ormanlı dağ vardı.) cümlesinde olduğu gibi günlük dilde de kullanılan bir kelimedir. Balkan kelimesi Bulgarcada da benzer anlamlarda kullanılmakta, Bulgarlar dağa “balkan”, dağlara “balkani”, dağlıya da “balkandjiya” demektedirler. Türkmenistan’da  da ‘Balkan’  adını taşıyan   bir  bölgenin bulunması, sonradan Hıristiyanlaşıp, Slavlaşarak Türkçeyi de, asli kimliklerini unutmalarına, hatta en azılı Türk ve Türklük düşmanlarının başında gelmelerine rağmen, Bulgarların da Orta Asya’dan göçüp Tuna Boylarına gelmiş aslen Türk soylu bir kavim olmaları, balkan kelimesinin Türkçe olduğunun diğer delillerinden sayılabilir. Gerçi bugün artık balkan kelimesi aşağı yukarı dünyanın bütün dillerine girmiş ve yaygın olarak kullanılan bir kelimedir.

Balkan kelimesinin Osmanlı Türkçesinde de yaygın bir kullanımı olmuştur. Golyak Balkanı, Bor Balkanı, Baba Balkanı gibi kullanımlar bunlardan bazılarıdır. (Binbaşı M. Nasrullah; Kolağası M. Rüşdi; Mülazım M.Eşref, Osmanlı Atlası – XX. Yüzyıl Başları, OSAV, İstanbul, 2003).

Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türkî’sinde de Balkan sözü, “Sarp ve müsellem veya ormanla mestur dağ, silsile-i cibal” şeklinde açıklanmış, ayrıca “Rumeli kıtasını garbdan şarka şakk eden silsile-i cibal ki buna izafetle kıta-i mezkûreye Balkan şib’i ceziresi deniyor” şeklinde de kelimenin gelişimi belirtilmiştir (Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Dersaadet, 1317, s. 275 (Yeniden basımı: Eylül 1998, İstanbul).

Türk Dil Kurumu Sözlüğünde de belirtildiği üzere, Türk dilinde ‘Romalıların ülkesi’ anlamına gelen Rumeli, eskiden çok geniş bir bölgenin adıydı. Türkler, eskiden Roma İmparatorluğu halkını ‘Rum’, bu imparatorluğa bağlı toprakları da ‘Diyar-ı Rum’ veya ‘Rumeli’ olarak isimlendirirlerdi. Bu birleşik kelimedeki “Rum” kelimesi “Roma” sözcüğünün Osmanlı Türkçesindeki söyleniş biçimini, Rumeli sözü de Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde olan toprakları ve halkları ifade ediyordu. Bu yalnız Türklerde değil, Araplarda ve İranlılarda da böyleydi. Yani Rumeli’nin bugün oldukça dar anlamda kullanılan Rum kelimesiyle, Yunanistan ve Yunanlılarla fazla bir ilgisi yoktur.

Selçuklular döneminde Rumeli adı Batı Roma için değil, Doğu Roma yani Bizans ülkesi için kullanılıyor, Anadolu’ya da ‘Rum ili’ deniyordu. Osmanlılar döneminde ise Bizanslıların (Anatolia = Doğu) dedikleri topraklar Türklerin Anadolu’su olmuş, Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda Doğu Roma İmparatorluğu’ndan fethettiği topraklara da Rumeli denmiştir. Daha sonraları Osmanlılarda Rumeli kelimesinin, Balkanlar adlandırmasına denk bir kullanımı olmuştur.


Balkanlar, dünyaya hâkim olmak, düzen ve nizam vermek iddiasında olan her millet ve devlet gibi cihangir bir millet olan Türkler, ebed müddet yaşamak isteyen Osmanlılar için de çok önemli olmuştur. Ayrıca Balkanlar dünya barışı için de son derece önemlidir. Birinci Dünya savaşı Balkanlardan çıkmış, bu bölge İkinci Dünya Savaşının da en önemli cephelerinden, savaş alanlarından olmuştur. Balkanlarda huzur, barış, güven ve istikrar sağlanmadan dünyada da sağlanamayacağı tarihi tecrübelerle de sabittir. Osmanlı Devleti, hep dünyaya nizam ve düzen verebilmek için buna Balkanlardan başlanması gerektiğine, Osmanlı Devletinin ve başkent İstanbul’un savunmasının Tuna’nın ve Balkanların ötelerinden başladığına inanan politikalar ve stratejiler geliştirmiş ve uygulamıştır. Bunun da ne kadar doğru ve yerinde politikalar ve stratejiler olduğu asırların tecrübeleriyle doğrulanmıştır.

Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesinden silmek isteyen emperyalist devletler, Balkanları daha da bölmek, parçalamak, birbirine düşman etmek için en başından beri Balkanizasyon (Balkanlaştırma, bölme, parçalama) politikaları izlemişler, hem Balkanları hem de bütün dünyayı sık sık savaş hattı ve ateş çemberi içine atmışlardır. Bu politikalar ve uygulamalar şimdiye kadar Balkan halkları dahil, hiç kimseye bir yarar sağlamadığı gibi bundan sonra da sağlamayacaktır.

DÜNYA YIKILSA RUMELİ’NE SIĞAR;

ACEP RUMELİ YIKILSA NE OLUR?!

Muhteşem ve mucizevî Türk irfanı, Türk Milletinin Rumeli’ye bakışını, Rumeli’nin onun gözündeki ve gönlündeki yerini, asırların tecrübesiyle, Balkanların ve Balkan Müslümanlığının, Türk Milleti, Türklük ve Müslümanlık için taşıdığı önemi, asırlardan beri dilden dile dolaşan bu özdeyişle çok güzel ifade etmiştir. Bu güzel özdeyişle Balkanların önemini çok iyi vurgulan Türk Milleti, elbette Rumeli yıkımının ve kaybının nelere mal olabileceğini de çok iyi biliyordu. Ama ‘Lafın tamamı ahmağa söylenir!’ anlayışındaki Türk irfanı bu sözün de tamamını açık olarak belirtmemiş, gerisini anlamayı bunu çok iyi anlaması ve gerekli dersleri çıkarması gerekenlerin aklına, fikrine, izanına, anlayışına bırakmıştır.

Balkanlar ve Rumeli üzerine yazılmış çizilmiş pek çok kitaplar, söylenmiş sayısız sözler vardır. Fakat herhalde Rumeli’nin bizim için taşıdığı değeri, dini, siyasi, sosyal, kültürel, tarihi, iktisadi, stratejik vb gibi açılardan olağanüstü önemi, bu kadar kısa ve veciz bir sözle, bu kadar iyi, güzel, doğru bir biçimde ve tam olarak ifade edebilmek başka kimseye ve başka bir millete nasip olmamıştır. Türk Milleti, o olağanüstü feraseti ve basiretiyle Rumeli’nin değerini ve önemini asırlar öncesinden bu kadar iyi anlayabilmiş, keşfedebilmiş, tespit edebilmiş, Rumeli’yi kaybetmenin dünyayı kaybetmekten daha büyük bir felaket olacağını, Rumeli’yi kaybedenin Anadolu’da da barınmasının kolay olamayacağını bu tek cümlelik vecizesine sığdırabilme başarısını da gösterebilmiştir. Türk Milleti, aslında başka bir Milletin yazılı ve sözlü kültüründe bulunamayacak değerdeki sözleri, özdeyişleri, vecizeleri ve atasözleriyle de büyük bir Millettir.

Konuya biraz daha yakından bakılır ve incelenirse Anadolu ile Rumeli’nin kaderlerinin birbirine çok yakından ve sıkı sıkıya bağlı olduğu çok iyi anlaşılır. Bu yüzden Türklerin Ata yurdu Orta Asya’dan beri söyleyegeldikleri: ‘Dünya yıkılsa Rumeli’ne sığar; acep Rumeli yıkılırsa ne olur?!’ özdeyişi, sadece duygusal, romantik bir duygunun, düşüncenin ve gönül bağının ifadesi değil, aynı zamanda çok önemli bir gerçeğin de ifadesidir. Türk Milletini, Türkçeyi, Türk mantalitesini, Türk ifade ve anlatım tarzını doğru dürüst bilmeyen bir insanın bu sözle ifade edilmek istenenleri anlayamaz. Allah Türk milletini yönetici, idareci bir millet olarak yarattığı gibi Türkçe’yi de bir yönetim dili olarak geliştirmiştir. Mesela dünyadaki bazı diller sıfat ağırlıklı diller oldukları halde Türkçe fiil ağırlıklı bir dildir. Bu kısacık cümle içinde bile dört tane fiil kullanılmıştır. Türk milleti, yağcılık, yalakalık, mübalağa yapmaktan, palavra atmaktan hoşlanmadığı gibi Türkçe de çoğu başka diller gibi yalakalığa, mübalağaya, palavraya müsaittir değildir. Türkçe’de her şey son derece net, açık, kesindir. Az sözle çok şey ifade edilir. Türkçe’de lafın tamamı ahmağa söylenir. Burada söz de Türkçe’nin ifade kabiliyetinin ve az sözle çok şey ifade edebilme özelliğinin en güzel örneklerindendir. Daha Rumeli bizim olmadan söylenmeye başlanan bu sözde Rumelinin öneminden, Rumeli hakimiyeti ile dünyaya hakimiyeti arasındaki ilişkilere, Rumeli’ye ve dünyaya hakim olmanın, cihangir, töreli, dünyaya nizam verebilecek bir millet olmanın şartlarına kadar pek çok arka plan bilgisi bu sözün arkasında gizlidir. Bunu ancak Türk imanına, irfanına, mantalitesine, düşünce tarzına sahip olanlar ve sahip oldukları ölçüde anlayabilirler. Burada cihangir bir millet olma iddiasında olan Türk milletine Rumeli’ye (Anadolu ile Balkanlara beraber ve birlikte) sahip olmadıkça bunu gerçekleştiremeyeceği, Rumeli’yi vatan etmenin, elde tutmanın, fethetmekten daha zor olduğu, bunun için çok büyük bir iman, inanç, ideal, ruh, gerektiği, ancak o ruhla ve inançla buraların vatan edinilebileceği, bütün dünyası yıkılsa bile Rumeli elinde oldukça yeniden ayağa kalkabilmesinin, dirilmesinin mümkün olduğu anlatılır. O ruhun ne olduğu, ne kadar hayati bir önemde olduğu da Türk Milletinin ve dünyanın en büyük mimarlarından Mimar Sinan tarafından, en büyük eseri olan Rumeli’nin ortasındaki Edirne Selimiye Camii’nde lafla, sözle değil ama herkesin kolayca göremeyeceği bir yere işlenmiş küçük bir ters lale motifiyle anlatılmıştır. Ters lale hilal kelimesinin tersinden okunuşudur. Aynı zamanda lale, hilal ve Allah kelimeleri Arapça’da aynı harflerle yazılır, ebced hesabıyla her üçünün de sayısal değeri 66 etmektedir. Mimar Sinan demek istemiştir ki: ‘Siz İslamın bayraktarlığını yaptığınız ve kendinizi İlâ-i Kelimetullah yolunda cihada adadığınız için Balkanlara ve dünyaya sahip olduğunuz. Bu hakimiyetinizi, gücünüzü ve üstünlüğünüzü de ancak bu sayede devam ettirebilirsiniz. Eğer bu bayrağı, hilalle temsil edilen Allah inancını terk eder elinizden bırakırsanız, batarsınız!’

Büyük İskenderden Sezar’a, Eski Yunan’dan Perslere, Romalılara, Bizanslılara kadar, hatta günümüzün süper devletleri Rusya ve ABD’ye kadar herkes Balkanlarla ilgilenmişler. Ama bu bölgede Osmanlı’dan daha uzun kalabileni, huzur, barış ve istikrar sağlayabileni olmamış. Neden acaba?

Rumeli adı, her ne kadar, Osmanlılar döneminden beri daha çok devletin Avrupa kıtasında kalan topraklarını anlatmak için kullanılmış olsa da, bu ad daha önceleri bu kadar dar bir coğrafi alanı değil, çok daha geniş bir bölgeyi kapsıyordu. Bu özdeyişteki ‘Rumeli’ adından da sadece Balkanları değil, Balkanlarla beraber bütün Anadolu’yu da anlamak gerekmektedir. Özellikle batı Türklerinin kaderi açısından, Balkanlarla beraber Anadolu toprakları, her zaman birbiriyle çok yakından bağlantılı ve bağımlı olmuşlar, birbirlerinin ayrılmaz parçası olmuşlardır.

Bilindiği gibi, ilk Türk yerleşmelerinden itibaren Anadolu’nun tamamı ‘Diyar-ı Rûm’ yani Rumeli olarak adlandırılmaktaydı. Doğu Anadolu’nun en önemli şehirlerinden ve giriş kapılarından birine, Erzurum (Arz-ı Rum = Rum ili) adının verilmiş olması, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Eşrefoğlu Rumi gibi pek çok manevi fetih önderlerinin ve liderinin de Rûmî (Rumeli’li, Roma’lı) mahlasını ve nisbetini tercih etmeleri hiç de boşuna ve anlamsız bir seçim değildir.

Osmanlı Devleti, daha kurulur kurulmaz gelişme yönünü batıya, Balkanlara doğru çevirmiş, Balkanları fethederek, bu toprakları vatanlaştırmayı kendisine birinci öncelikli hedef seçmiştir. Kurulduğu andan itibaren Osmanlı Devletinin yayılma yönünü batıya ve Balkanlara çevirmesinde bu temel felsefenin ve anlayışın çok büyük bir rolü olduğu inkâr edilemez.

Özellikle İslamın ışığıyla aydınlandıktan sonra Anadolu ve Balkanlar, bütün Türk ve İslam dünyasının umudu, kalbi, merkezi, temeli, ana binayı ayakta tutan esas sütunu, direği haline gelmişti. Bu durum, bütün Müslümanların gözünü ve gönlünü batıya çevirmiş Türklerin ortak bakış açısı, düşüncesi ve tartışmasız kesin kabulü haline gelmişti. Gerçekten de Osmanlı Devleti Balkanlara doğru genişledikçe güç ve kuvvet kazanmış, Balkanları kaybettikten sonra ise, neredeyse bütün direncini ve savunma gücünü kaybetmiş, dış saldırılara karşı koyamaz, karşı duramaz, kendini koruyamaz, yabancı işgallere de açık hale gelmiştir.

Türk Milletinin bu görüşü, tarihi süreç içerisinde asırlardan beri yaşanan tecrübelerle, türlü olaylarla tarih laboratuarında defalarca test edilmiş, her defasında doğruluğu pek az tarihi yargıya nasip olabilecek bir kesinlikle onaylanmıştır. Bu görüşün, anlayışın, değerlendirmenin, siyasetin, stratejinin ve teorinin ne kadar doğru, sağlam ve yerinde olduğu, buna aykırı her tutum ve davranış karşısında çok ağır bedeller ödenmesinden de bellidir. Örneğin, kurulduğu günden itibaren yüz yılı aşkın bir süre yönünü hep Batıya ve Balkanlara doğru çeviren, o yönde ilerleyen Osmanlı Devleti, Yıldırım Beyazıt’la beraber doğuyla da ilgilenme, hâkimiyetini doğuya doğru da genişletme ihtiyacını duydu. Fakat daha yönünü doğuya çevirir çevirmez büyük bir dirençle karşılaştı, Anadolu’daki Türk beylikleriyle çatışma içerisine girdi. Osmanlı Devleti bu vakitsiz, belki de yersiz strateji hatasının bedelini, doğudan gelen ve Anadolu beylerinin de desteğini alan Timur saldırıları karşısında dağılma ve tarih sahnesinden silinme tehlikesi altına düşmekle ödedi (1402). Timur orduları, Anadolu’daki Osmanlı topraklarını ve şehirlerini işgal, yağma ve talan ettiler, her tarafı yakıp yıktılar, ardından da bu toprakları eski sahipleri olan beyliklere geri verdiler. Anadolu kaybedilmişti ama Balkanlar hala Osmanlı Devleti’nin eldeydi ve Timur Balkanlara geçememişti. Rumeli’nin elde kalması sayesinde, onbir yıllık bir Fetret Devrinin (1402-1413) ardından Osmanlı Devleti, efsanevi Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerinden yeniden daha güçlü ve daha sağlam bir şekilde doğabildi, dirilip ayağa kalkabildi. Yıkılan ve yerle bir olan Osmanlı Devletinin, yani koca bir dünyanın, Rumeli’ne sığabileceği öngörüsü böylece bir kere daha test edilmiş ve tam anlamıyla doğruluğu ispat edilmişti. Elde, yıkılan dünyanın sığabileceği bir Rumeli bulunduğu için, Osmanlı Devleti yeniden, bir kere daha, üstelik eskisinden çok daha güçlü bir şekilde gelişip güçlenebilmiş, koca bir çınar gibi dallarını dünyanın bütün iklimlerine yayabilmiş, asırlar boyunca da dünyanın tek ve en büyük süper gücü olmayı başarabilmiştir. Bu yeniden dirilişte ve ayağa kalkışta, hiç kuşkusuz Balkanlara sahip ve hâkim olabilmenin çok büyük bir yeri ve önemi vardı.

Türk Milleti, yakın tarihte, kendisine Rumeli’nin ne kadar önemli olduğunu çok büyük bedeller ödeterek ispatlayan çok acı olaylar yaşamıştır. Ne yazık ki biz Rumeli’yi ve Balkanları, buraların önemini yeterince takdir edemediğimizden, hem de çok kolay ve basit bir şekilde kaybettik. Bazı tarihçiler, Osmanlı Devletinin gerçek yıkılışının Balkan Savaşını ve Balkanları kaybetmesiyle gerçekleştiğini, ondan sonra yaşananların ise zaten kaybedilmiş bir mücadelede uzatmaları oynamaktan öteye geçmediğini söylerler. Nitekim Balkanların kaybının (1912) üzerinden daha on yıl bile geçmeden, başkent İstanbul dâhil Anadolu’nun büyük bir bölümü düşman işgaline uğramış (1919), yaşanan acı olaylar anlayabilen herkese Balkanların ne kadar büyük bir hayati önemi haiz olduğunu bir kere daha ve çok açık bir şekilde ispat etmiştir. Açıkça ortada olduğu gibi, Balkanlar elden gidince, ne devleti, ne milleti, ne ülkeyi, ne Anadolu’yu, ne de Osmanlı’yı sağlam bir şekilde ayakta tutabilmek mümkün oldu.

Balkanların bizim için tarihi, kültürel, iktisadi, siyasi, sosyal vb önemi üzerinde ne kadar durulsa yine de azdır. Ancak sözü fazla uzatmamak için şimdilik Eski Zağra Müftüsü Raci Efendi’nin Balkanların Türkiye için taşıdığı ikstisadi ve siyasi öneme işaret şu beytiyle yetinelim:

Besledi beşyüz sene İstanbul’u

Devleti teyid eden (destekleyen, güçlendiren) Rumeli

BALKANLARIN VE BALKAN MÜSLÜMANLARININ ÖNEMİ

Balkanlar ve Balkan Müslümanlığı, hem Osmanlı Devleti’nin birlik ve bütünlüğü, hem Anadolu’daki, hem de bütün dünyadaki Türk-İslam varlığı için her zaman son derece hayati önemde olmuştur. Balkanlar ve Balkan Müslümanlığı, asırlar boyunca devletin, milletin, vatanın kilidi, kapısı, anahtarı ve bekçisi durumundaydı.

Balkan Müslümanları, serhat bekçiliği görevlerini, gerektiğinde büyük bedeller de ödeyerek her zaman yerine getirmeye çalıştılar. Gönülden bağlı oldukları Osmanlılardan, ardından da Türkiye Cumhuriyetinden ve anavatandan uzun zamandan beri arzu ettikleri, umdukları, bekledikleri yardım, destek ve ilgiyi göremeseler de, milli ve manevi değerlerine, vatanlarına, milletlerine, dinlerine, diyanetlerine, Osmanlı yadigarı maddi ve manevi kültür miraslarına her zaman, canla başla sahip çıktılar. Balkanların ve Balkan Müslümanlarının önemi, tarihin hiçbir aşamasında hiç azalmamış, tersine hep artarak devam etmiştir. Fakat ne yazık ki, Türklüğün ve Müslümanlığın geleceği için onların bu hayati önemlerini ve gereklerini çok iyi bilmesi, anlaması, takdir edip gereğini yapması gerekenler, özellikle son dönemlerde bunu doğru dürüst algılayamamışlardır. Son birkaç asırdan beri onların bu önemini ve gerekliğini, yeterince algılayıp ve takdir edilebilmiş devlet adamlarımız ve aydınlarımız yok denebilecek kadar azdır. II. Abdülhamit Han gibi sınırlı sayıdaki şahsiyetler hariç, asırlardan beri devletin üst yönetim kadrolarına onların ve yaptıları görevin önemini, gereğini ayırt edebilecek, anlayabilecek, takdir edebilecek ve ona göre gereğini yerine getirebilecek nitelikte, çapta, kafada, anlayışta ve özellikte devlet adamı, yönetici, aydın, ilim, fikir, düşünce ve eylem adamları yetiştiremez hale düşmemizin, devletin ve milletin başına gelen felaketlerde çok önemli payının bulunduğu son derece açık bir gerçektir.

Balkanların ve Balkan Müslümanlarının stratejik önemini anlayamamanın acı sonuçlarını her zaman millet olarak çok büyük felaketlerle hep beraber yaşadık ve hala da yaşamaya devam ediyoruz. Balkanları kaybetmemize neden olan, Balkan Müslümanlarını savunmasız zavallı küçük çocuklar gibi, kimsiz, kimsesiz, sahipsiz, yetim bırakan, işlevsiz kılan Balkan Savaşlarının üzerinden daha bir yıl bile geçmeden, düşmanlarımızın ölümcül ve yok edici tehditlerini gırtlağımızda ve can evimizde hissetmeye başladık. Emperyalist devletler, devletimizi ve milletimizi tarih sahnesinden silmek için, kolayca gelip Çanakkale Boğazına dayanıverdiler. Burada gösterdiğimiz olağanüstü direniş, dökülen kanlar, ödenen bedeller, verilen şehitler, hatta kazanılan zafer bile vatanı kurtarmaya yetmedi. Balkanların kaybının üzerinden ancak beş altı yıl geçmişti ki, Birinci Dünya Savaşının ardından Devletin başkenti İstanbul dâhil, Anadolu’nun pek çok yeri düşman işgaline uğradı, düşman çizmeleri altında çiğnendi. Haritada çarşaf kadar geniş ve kocaman görünen vatan topraklarının, ancak mendil kadar bir kısmını, o da inanılmaz fedakârlıklarla kurtarabildik. Anadolu ile Balkanların kaderinin birbirine ne kadar bağlı olduğu, Rumeli’nin kaybının hemen ardından kaybetme tehlikesiyle yüzyüze kaldığımız Anadolu’nun kurtuluşunun da Rumeli’den yani Rumeli anlamına gelen Erzurum’dan başlamasından da belidir. Bunu da tarihin bir başka ilginç ve dikkat çekici cilvesi olarak kaydetmekte yarar olduğunu düşünüyorum. Bugün coğrafi olarak biz Erzurum’u Rumeli’den saymasak da Erzurum hem kelime olarak ‘Rumeli’ anlamına gelir, hem de gerçek Rumeli oralardan başlar.

Öte yandan, Balkanlara bizden çok daha uzak olan ülkelerin, batının, Rusyanın ileri görüşlü ve donanımlı devlet adamları Balkanların öneminin çok iyi farkındaydılar. Başta Rusya olmak üzere bütün Batılı güçler, bu bölgeyle özel olarak ilgileniyorlar, kendi çıkarlarına göre dünyaya yön ve şekil verme politikalarında, uyguladıkları, geliştirdikleri taktik ve stratejilerde Balkanlara ve Balkanlardaki belli etnik gruplara özel önem veriyorlar, bunlara özel roller biçiyorlardı. Bunların, uzun yıllar boyunca bölgede izledikleri Sırp-yanlısı ve anti-Müslüman bir politikalar, politikacılarının ve devlet adamlarının eylem ve söylemleriyle de zaman zaman dışa vuruluyordu. İngiliz Başbakanı Lloyd George, 1917 yılında yaptığı bir konuşmada, “Sırplar her zaman Avrupa medeniyetini doğudan (İslam dünyasından) gelen saldırılara karşı korumak için ellerinden geleni yapmışlardır” diyerek, Sırpları asırlar boyu “Doğu”dan gelen “İslami tehdit”e karşı “Kapının Bekçileri” olarak tanımlıyor, böylece Sırp yanlısı, Müslüman düşmanı bakış açısını açıkça ortaya koyuyordu.

Batılı çevrelerin İslamiyeti Batı ve Balkanlar için tehdit unsuru, Sırpları da “kapının bekçileri” olarak gören bu algıları tarih boyunca hiç değişmemiştir. Balkan Müslümanlarına karşı asırlardan beri girişilen başta Sırp saldırganlığı ve kıyımı olmak üzere, bütün insanlık dışı saldırılara ve katliamlara batılılarca her zaman göz yumulmasının, hatta el altından desteklenip, kışkırtılmasının temelinde bu algı yatmaktadır. Bunun en son örneği de 1992-1995 yılları arasındaki Bosna Savaşında yaşanmıştır. Sırpların daha çok Müslüman kanı dökmelerinin, daha fazla toprak kazanmalarının sağlanması için Batının hiçbir müdahalede bulunmadan 3,5 yıl beklemesi, Avrupanın ortasında ve herkesin gözü önünde cereyan eden vahşi Sırp saldırılarına, etnik ve dini temizlik harekâtına sessiz ve seyirci kalması, hatta Müslümanlara karşı silah ambargosu uygulayarak ellerini kollarını iyice bağlaması da bu politikaların uygulanmasından başka bir şey değildir.

ANADOLU VE RUMELİ ARASINDAKİ PARALELLİKLER


Balkanlar ve Anadolu arasında şaşılacak kadar çok, yakın tarihimizde de önemini ispat etmiş ilginç benzerlikler, paralellikler, kader birlikleri vardır. Bu benzerlikleri isim benzerliklerinden coğrafi benzerliklere, karşı karşıya oldukları tehdit ve tehlikelerin benzerliğinden, buralarda yaşayan Müslüman halkların huy ve karakter benzerliklerine, hatta ayniliklerine kadar genişletebilmek mümkündür. Örneğin Osmanlı Balkanlara Rumeli dediği gibi Anadolu’nun giriş kapısı niteliğindeki en büyük şehrine de aşağı yukarı aynı adı (Erzurum) vermiştir. Özellikle son asrında Osmanlı Devleti’nin müdafaa hattı durumuna gelen Balkanlar ve Anadolu’nun doğusu coğrafi açıdan az çok birbirine benzeyen dağlık yöreler olduğu gibi nüfus yapısı ve bu bölgelerdeki Müslümanların çoğunluğunu oluşturan halkların karakter yapıları ve huyları da birbirine benziyordu. Arnavutlara Balkanların Kürtleri denmesi de bunun göstergesidir. Son zamanlarda Osmanlı Devleti Ruslar tarafından Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden kıskaca alınmaya çalışılmış, çok zaman her iki bölge birden, aynı anda, aynı düşmanlara karşı varlığını, birliğini ve bekasını savunmak zorunda kalmıştır. Bu benzerlikleri görebilen ve teşhis edebilen büyük bir siyasi deha olan Sultan II. Abdülhamid de her iki bölge için benzer politikalar geliştirip uygulamaya koymuş, bu sayede 33 yıl Osmanlı Devleti’ni güçlendirerek ayakta tutmayı başarabilmiştir. Abdülhamid’in uyguladığı politikalar ve bunların başarılı sonuçları da her iki bölgenin kaderinin birbirine ne kadar bağlı olduğunu göstermesi açısından da önemlidir.

Bu söylenenleri daha anlaşılır hale getirebilmek için üzerinde biraz düşünmek, bunların tarihsel arka planını anlamaya ve değerlendirmeye çalışmak, bunun için de yakın tarihimize kısa bir yolculuk yapmak gerekiyor.

ARNAVUT MÜSLÜMANLAR

Osmanlı Devleti, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşının ardından Bosna Hersek’i ve buranın Boşnak Müslümanlarını masa başında Avusturya idaresine terk etmekle Balkanları her bakımdan yarı yarıya terk etmişti. Balkanların elde kalan diğer yarısını koruyabilmek için, Osmanlı Devleti’nin işbirliği yapabileceği, ortak amaç ve çıkarlar uğrunda yardımlaşabileceği, destek verip destek alabileceği, güvenebileceği tek ve en büyük güç olarak Müslüman Arnavutlar kalmıştı. Bu durum hem Osmanlı Devleti için, hem Arnavut Müslümanlar için, hem de bütün Balkan Türklüğü ve Müslümanlığı, hatta İslamın ve bütün Müslümanların geleceği ve kaderi için çok önemliydi. Ama Osmanlı Devletinde Sultan neredeyse Abdülhamid’e kadar ve ondan başka bu gerçeğin farkında olan kimse yok gibiydi.

Rumeli’de yaşayan 2 187 000 Müslüman’ın birbuçuk milyondan fazlasını, yani yarıdan fazlasını Müslüman Arnavutlar oluşturuyordu. Arnavut Müslümanlar özellikle seferberlik zamanlarında ve bölgesel isyanlarda devlete çok yardımcı oluyorlar, çok büyük asker desteği sağlıyorlardı. Arnavutlarla ilişkilerin bozulması hem bu kaynağın kurumasına neden oldu, hem Arnavutlar, hem Osmanlılar, hem de bütün Balkan Müslümanları için çok büyük felaketlerin başlangıcı oldu.

Büyük çoğunluğu Balkan Yarımadasının güney batısında yoğunlaşmış olan Arnavutlar da Rumlar gibi Slav ırkından değildi. Arnavutların kökeni hakkında verilen bilgiler çelişkilidir. Onların Kafkasya’dan, Orta Asya’dan, Arabistan’dan buraya geldiklerine, Ari kavimlerden veya Yunanlıların eski bir koluna mensup olduklarına dair çeşitli rivayetler vardır. Fakat nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, Arnavutların yaşadıkları yerlerin çok dağlık olmasından ve yaşam biçimlerinden kaynaklanan kendilerine has, çok farklı, etnik, sosyo-kültürel özellikleri vardı. İki ana kola, pek çok kabilelere ayrılmış olan Arnavutların bu kolları ve kabileleri arasında da rekabetler, çekişmeler, kan davaları eksik olmuyordu. Kabile hayatına dayalı bir tür derebeylik düzeninin hakim olduğu Arnavutlarda, her kabilenin kendine has gelenekleri, görenekleri, adetleri, töreleri vardı ve herkes kabile başkanına tam anlamıyla itaat etmek ve saygı göstermek zorundaydı. Hangi sınıftan olursa olsun, bütün Arnavut fert, aile ve kabileler birbirlerine geleneksel Dukakin Kununlarıyla da bağlıydı. Kuşaktan kuşağa süregelen bu Dukakin Kununu, bazı medeni hukuk ve ceza hükümlerini de kapsıyordu. Bu Kanunun hükümleri genelde silah taşımak, kan gütmek, besa (yemin) ile ilgiliydi. Silah taşımak, silah sahibi olmak Arnavutlar için çok önemliydi. Ergenlik çağına gelen her Arnavut silah taşıma hakkına sahip olur, silahsız bir Arnavut düşünülemezdi. Arnavut, bir yere giderken omzundan, çift sürerken yanından, çalışırken dükkânından, akşam yatarken yastığının altından silahını hiç eksik etmezdi. Kana kan, cana can, göze göz, dişe diş ilkelerine bağlı olan Arnavutların çoğu kan davalıydı. Kabile büyüklerinin kan davasına taraf olanları uzlaştırıp barıştıramaması durumunda davacı taraf hakkını silah kullanarak almaktan çekinmezdi. Bu da taraflar arasında bitmez tükenmez düşmanlıklara neden olurdu. Bu kan davaları, kişileri, aileleri, akrabaları, kabileleri daha çok birbirine bağlar, silah da bir Arnavut için kardeşten daha ileri bir varlık garantisi olarak görülürdü. Besa ise, kan davaları gibi aileleri, kabileleri birbirine bağlayan, taraflar arasında barış ve dayanışma sağlayan, yemine dayalı geleneksel adetlerdendi.

Arnavutların Osmanlı hakimiyetine girmeleri oldukça uzun bir zaman almış, 1383 tarihinde başlayan ilişkiler, zaman zaman Osmanlı ve İşkodra Beyleri arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalarla devam etmişti. Yıldırım Beyazıt 1394-1396 yılları arasında İşkodra’yla beraber orta ve güney Arnavutluk’un önemli bir kısmını almışsa da Arnavutluk’un fethi ancak 1467 yılında tamamlanabilmişti. Arnavutluk’un Osmanlı egemenliği altına girmesi özellikle kırsal kesimde yaşayan Arnavutların sosyal, siyasi, ekonomik, hatta dini yaşantılarında fazla bir değişikliğe neden olmadı. Arnavut beylere eskiden sahip oldukları hak ve imtiyazların önemli bir kısmı yine verildi. Osmanlı egemenliğine girdikten sonra Arnavutların dörtte üçü Müslüman oldu, gerisi yine Ortodoks ve Katolik mezheplerinde kalmaya devam ettiler. Ama doğal şartlar, güçlü kabile bağları, İslam’ın halka iyi öğretilip benimsetilmemesi gibi sebepler yüzünden çoğu Arnavut bölgelerinde İslami inanç ve yaşayış şekilleri fazla yerleşmedi, Müslümanlıkları çok yüzeysel kaldı. Arnavutlar arasında etnik milliyetçilik, kabilecilik, bölgecilik daha güçlü ve önemli bir dostluk, dayanışma ve işbirliği aracıydı. Aynı kabileden Arnavutlar arasındaki din ayrılığı hiçbir sorun teşkil etmiyor, Hıristiyan ve Müslüman Arnavutlar arasında din yüzünden hiçbir düşmanlık olmadan beraberce ve dostça yaşıyorlardı.

Sultan Abdülaziz döneminde İşkodra taraflarını gezen Cevdet Paşa, Malisya Kabilesinden olan Müslüman Arnavutlarla Katolik Arnavutlar arasında hiçbir ayrılık, gayrılık, kaçgöç, mahremiyet bulunmadığını, aralarında çok sıkı bir dayanışma olduğunu, birbirleriyle selamlaştıklarını, hatta birbirlerinden kız alıp verdiklerini, birden fazla kadınla evlenen Katolik Arnavutların nikâhlarının bile Müslüman imamlar tarafından kıyıldığını, Müslümanlarla birlikte savaşa katılıp ölen Katoliklere de şehid muamelesi yapıldığını, bunlara da Müslüman Arnavutlara gösterilen saygının gösterildiğini anlatmaktadır (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1996, s. 9, 239).

Arnavut mebuslardan Yanya mebusu Abdül Bey’in: ‘Rumeli ve Arnavutluk bölgesinde hiçbir köyde okul yoktur. Ezan okuyacak ve namaz kıldıracak imam yoktur. Sözün kısası halktan Müslüman olduklarına delil aransa, adlarından başka gösterecek delilleri mevcut değildir (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1996, s. 9, 240)’ sözlerinden de kolayca anlaşılabileceği gibi Müslüman Arnavutların büyük çoğunluğunun en önemli sorunları Müslümanlık konusunda çok cahil, bilgisiz ve bilinçsiz olmalarıydı.

Osmanlı Devlet adamlarının gözünde Arnavut Müslümanlar ne Müslüman ve ne Hıristiyan sayılabilecek bir durumdaydılar. Hükümet, bu durum karşısında Arnavutları Müslümanlaştırmak için eğitim müesseseleri kurmak, okullar açmak, onlara İslamı tam ve doğru şekilde anlatıp öğretmek yerine faydadan çok zarar getirecek, mevcut sorunlara çözüm ve çare olamayacak, aksine daha da büyütecek ve içinden çıkılmaz hale getirecek göstermelik işlere ve tedbirlere yöneldi. Örneğin, güya Arnavutları daha fazla Müslümanlaştırmak için sünnetsiz olan Müslüman Arnavutları sünnet ettirmeye başladı. Sünnet ettirme uygulamasının başlamasından sonra ilk sünnet ettirilen beşbin kişiden otuzdan fazlasının yaşının 100’ün üzerinde olduğu anlaşıldı. Gelen tepkiler üzerine bu uygulamaya da son verildi.

Öte yandan Arnavutların, şehirlerde yaşayan medeni kesimi ise çok düzgün, dürüst, çalışkan, sözüne güvenilir, açık sözlü, becerikli, her işi yapmaya uygun, her işin üstesinden gelmeye yatkın kimselerdi. Kısacası Arnavutluk’ta kim olursa olsun ve ne için olursa olsun iyi veya kötü niyetli herkesin kendine bir çevre ve güç edinebileceği çok uygun bir ortam vardı.

Çok sert ve haşin tabiatlı olan ve devamlı silahla dolaşan Arnavutlar, özellikle Osmanlı Devletinin zaafa düşmeye başladığı dönemlerden itibaren, ayrılıkçı, bölücü unsurlara, bölgesel ayaklanmalara karşı devletin her zaman kullanabileceği silahlı hazır bir ordu, mahalli hazır jandarma gücü durumuna gelmişti (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1996, s. 9, 238-242).

ARNAVUTLAR VE KÜRTLER

Rusya’nın kendi emellerini gerçekleştirmek için asırlardan beri uyguladığı ve çok başarılı olduğu Balkanlar’da Slav milliyetçiliği ve Doğu Anadolu da Ermeni milliyetçiliği politikalarına karşı II. Abdülhamid Han da hilafetin gücünden de destek alarak İslam kardeşliğine ve tüm Müslümanların birliğine beraberliğine dayanan politikalar geliştirerek ve uygulayarak cevap verdi. Çok büyük bir siyasi deha olan Sultan Abdülhamid Han bu siyasetini uygulayabilmek için Rumeli’de Arnavutlarla, Doğuda da Kürt aşiretleriyle çok geniş bir işbirliği ve dayanışma içerisine girdi. Aslında her iki kavim de huy, karakter ve yaşayış tarzı olarak birbirlerine çok benziyorlar, bu yüzden Arnavutlar’a Rumeli’nin Kürtleri deniyordu.


II. Abdülhamid Han, Balkanlar’da Türk ve İslam hakimiyetini güçlendirmek ve devamını sağlamak için en sağlam asli unsur olarak Arnavutları görüyor, onlara çok güveniyor, inanıyor ve önem veriyordu. Arnavutların şecaat ve sadakatlerine olan kuvvetli kanaati nedeniyle Balkan siyasetinin temelini onlar üzerine kurmuştu. Arnavutların elde tutulmasına büyük önem veriyor, Arnavutlar Osmanlı Devleti’ne sadık kaldıkça, Balkanlardaki Hıristiyan unsurların, burada yaşayan Türklere ve Müslümanlara ve Osmanlı’ya kolay silah çekemeyeceklerini düşünüyordu. Bu çok doğru ve yerinde bir düşünceydi. Arnavutlar, Balkanlarda bir nevi Osmanlı’nın sırtını koruyorlar, Makedonya’da hala Osmanlı Devletinin elinde bulunan şehirleri Arnavut taburları koruyor, Sultan’ın saray muhafız birlikleri de genellikle Arnavutlardan oluşuyordu. Savaşçı ve gözü pek Arnavutlar, Balkanlardaki Sırp, Bulgar ve Yunan isyanlarında ve saldırılarında en etkin rolü üstleniyorlar, gerektiğinde gerilla harbi veriyorlardı.

Arnavutlar Osmanlı devletinin en Batı ucunda kalıyordu. II. Abdülhamid Han, Buna rağmen 93 harbi hezimeti sonrasında imzalanan Berlin Andlaşması nın ağır şartlarıyla Müslüman Boşnaklar artık Osmanlıdan ayrılmış Avusturya’nın idaresine verilmişti. Balkanlar’da Müslüman teba olarak sadece Türkler ve Arnavutlar kalmıştı.

Arnavutların kendilerine has kabiliyetlerini, özelliklerini, adet ve törelerini çok iyi bilen Sultan, onları kazanmak, gönüllerini hoş etmek ve güvenlerini kazanmak için gereken her şeyi yapıyor, Sultan, Arnavutların güvenini kazanmak için onların ileri gelenlerini nimet ve ihsanlara boğardı. onlara “özel statü” uyguluyordu. Bu özel statünün de esası, Sultan’a bağlılıkları karşılığında Arnavutlar’ın yönetimde serbest bırakılmalarından ibaretti. Arnavutlar’dan bazı vergiler alınmıyor, sadece istekliler askerlik yapıyordu. Sultan, Arnavutlara ve Kürtlere niçin böyle ayrıcalıklar tanıdığını soranlara: “Ben, her milletin, kendi durumuna ve seviyesine uygun bir tarzda yönetilmesinden yanayım” diyordu.
II. Abdülhamid Arnavutlara güvenini, Avlonyalı Arnavut Ferit Paşa’yı sadrazam yapmış, Arnavut kabileleri arasında kötü bir anane olarak sürüp gelen ve bu sebepten birçok yuvanın yıkılmasına yol açan kan davalarını çözmüş, tarafları barıştırmış, diyet komisyonları kurarak, fertleri öldürülen ailelerin kan bedelini kendi hazinesinden ödeyerek Arnavutlar’ın sulh ve sükuna kavuşmasını sağlamıştı. Sultan’ın bu kendine has halkı memnun edici siyaseti ve yönetimi Arnavut halkı tarafından da benimsenmiş, halkın da padişaha ve devlete olan bağlılıkları, güvenleri, sevgi ve saygıları artarak art niyetli, kötü düşünceli kimselerin toplum içinde etkili olması, ayrılıkçı ve bölücü fikir ve düşüncelerin toplum içinde gelişmesi ve yaygınlaşması önlenmişti. Müslüman halk halifelerine “Çok büyük bir alim, zahid ve veli” gözüyle bakıyordu. Padişah ayrıca ayrılıkçıları ve bölücüleri de şiddetle takip ediyor ve hemen etkisiz hale getiriyor, bunu yaparken de halkın zarar görmemesine ve halkın gönlünü kazanmaya büyük gayret sarf ediyordu.

II. Abdülhamid, batıda Arnavutlarla geliştirdiği işbirliği ve dayanışmayı doğuda da Hıristiyan ve özellikle Ermeni tehdit ve tehlikesine karşı Kürtlerle gerçekleştirdi. Batıda Balkanlardaki Hıristiyan unsurlar gibi doğuda da Ermeniler, Rusyanın ve Avrupalıların da yardım ve desteğiyle çoktan harekete geçmişler, bir oldu bittiye getirip önce özerk sonra da bağımsız bir Ermeni devleti kurmak için var güçleriyle çalışıyorlar, tedhiş ve terör dahil her yola baş vuruyorlardı. Durumun vahametinin farkında olmayan Doğu Anadoludaki aşîretler ise 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ardından ortaya çıkan otorite boşluğundan da yararlanarak birbirleriyle kavga ve mücâdele etmekle, didişmekle meşguldüler. II. Abdülhamid, Doğu Anadolu’yu kurtarmak, orada bir Ermenistan devletinin kuruluşunu engellemek, emperyalist devletlerin hareket kabiliyetlerini azaltmak için bütün gücünü ve mahâretini kullanarak bir dizi tedbir ve politika geliştirerek yürürlüğe koydu. Ermeni terörü daha fazla dallanıp budaklanmadan önüne geçmek, Ermenilerin çıkaracağı olaylar karşısında bir oldu bittiyle karşılaşmamak, bu tür olaylara zamânında müdâhale etmek veya ettirmek, devlet gücünün ve otoritesinin yetersiz kaldığı yerlerde ve durumlarda yerel güçlerden ve otoritelerden yararlanmak, Müslüman halkı, özellikle hiçbir nizam düzen tanımayan aşîretleri uyarmak, eğitmek, medenileştirmek, disiplin altına almak, aralarındaki kavgalara son vermek ve Ermeni tehdidine karşı silâhlandırmak gereğini hissetti (1890). Bunun için de 1891’den itibaren Hamidiye Alaylarını ve Aşiret Mekteplerini kurarak bölge halkını ve aşiretleri örgütledi ve silahlandırdı. İlk zamanlar 50 civârında olan Hamîdiye Alaylarının sayısı, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için daha güneydeki Arap kabîleleri de mürâcaat etti. Hattâ 17 ve 18. asırlarda çıkardıkları isyânlarla devlete zarar veren, Haleb civârındaki Arap Şammar Aşireti de Hamîdiye Alaylarına katılarak zararlı olmaktan çıktıkları gibi Birinci Dünyâ Savaşı sırasında güney cephesinde çok büyük yararlıklar da göstermişlerdi. Libya’da kurulan Hamîdiye Alayları da 1930’lara kadar İtalyanlara karşı mücâdele ettiler.


Hamîdiye Alaylarının kurulmasıyla bölgede merkezî otorite kuvvetlendi, düzen ve nizam sağlandı, Rusya’nın Türkiye üzerindeki emellerinin, İngilizler ve Fransızların, Ermenileri kışkırtarak büyük isyanlar çıkarmalarının, aşîretler arasındaki kan dâvâlarının ve kavgaların önüne geçildi. İmâr, alt yapı ve haberleşme faâliyetleri hızlanarak yeni tesisler kurulup sosyal ve iktisâdî gelişmelere sebep olundu.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han kendisini ziyâret gelen ve bağlılıklarını arz eden aşîret reislerini zaman zaman İstanbul’da toplu halde kabul edip her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında o zamana kadar olmayan bir yakınlaşma ve diyalog kuruldu. Aşîret hayâtına alışmış insanlardan muntazam askerî birlikler meydana getirebilmek bunlarla dirlik düzenlik sağlamak hiç de kolay bir şey değildi. Bunu Sultan İkinci Abdülhamîd de çok iyi biliyor, bu yüzden sürekli aşîretlere karşı hoşgörülü ve sabırlı olunmasını irade ediyordu.
Sadece Hamidiye Alaylarını kurmakla yetinmeyen Abdülhamid, aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşîret mekteplerini de açtı ve buralarda pek çok aşîret çocuğu eğitildi, yetiştirildi. Bu mekteplere sadece Kürt aşiretlerinden değil, Arnavut ve Arap aşiretlerinden de talebeler kabul ediliyordu (TDV İslam Ansiklopedisi c. 2, s.10). Aşiret Mektepleri macerası 15 yıl sürdü. 1892’de kurulan bu mektepler 1907 yılında sessizce kapatıldı. Bu projenin başarılı olması durumunda ayrılıkçı hareketlerin esaslı bir darbe yiyeceğini anlayan yabancı ajanlar, okulu karıştırmak için durmadan faaliyet gösteriyorlar, olaylar çıkarmaya çalışıyorlar, bunda da başarılı oluyorlardı. Yabancı basın da bu okullarla yakından ilgileniyor, bunları anarşi kaynağı olarak gösteriyor, bu yönde haberler üretiyorlardı. Olaylar Avrupa‘nın yeni bir fitne kapısı açma tehlikesini doğuracak şekilde geliştiği, beklenen faydanın elde edilemeyeceği görülünce, son yemek boykotu bahane edilerek okul 1907 yılında sessizce kapatıldı. Mektep liseye çevrildi, öğrenciler de diğer dengi okullara dağıtıldı (Sızıntı Dergisi, Ramazan Balcı, Ağustos 2010, Yıl.32 Sayı.379)
O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisâdî sorunlarının çözümünde çok büyük rolü olan Hamîdiye Alayları ve Aşiret mektepleri siyâsî bakımdan emperyalist devletlerin ve onların Osmanlı Devleti içindeki uzantıları ve işbirlikçileri durumundaki azınlıkların hedefi hâline geldi. Osmanlı Müslüman toplumunun çimentosu durumundaki İslam’ın asırlardan beri büyük bir ihmale ve zaafa uğradığını gören Abdülhalmid’in esas gayesi bu eksikliği tamamlamaya çözülmeye yüz tutmuş toplumu yeniden birbirine kenetlemeye çalışmaktı. Bu hem Osmanlı toplumu içindeki hem de bütün dünyadaki Müslümanlar için ölüm kalım meselesi denecek kadar önemli bir konuydu. Fakat Abdülhamid’e karşı cephe çok güçlüydü ve onlar, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ve Hamîdiye Alaylarını kendi gâyelerine ve emellerine ulaşabilmek yolunda en büyük engel olarak görüyorlardı. Siyonizm ve Batı’nın emperyalist Haçlı zihniyetinin desteğiyle Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren İttihatçılar iktidara gelir gelmez onun Osmanlı Devletinin, hatta İslamın ve Müslümanların bekası için uygulamaya çalıştığı politikaları terk etmek, hatta bunlara aykırı ve zıt politikalar izlemeye başladılar. İlk yaptıkları işlerden biri de Hamîdiye Alaylarını lağvederek bunları, hafif süvâri alayları haline getirmek ve sayılarını da azaltmak oldu. Bu hafif süvâri alayları bile doğudaki Ermeni isyânlarıyla Doğunun Ermenilerin ve Rusların eline geçmesinin önlenmesinde çok önemli faydaları oldu.

BATILILAŞMA AKIMI VE SONUÇLARI

Abdülhamid Han’ın 33 yıl başarıyla uyguladığı birleştirme, bütünleştirme politikalarının en büyük muhalifleri yine kendi içimizden olup da, çoktan beri Batılıların tezgahlarından geçmiş, Batılılar tarafından aldatılıp, kandırılıp satın alınmış, Batıya kul köle olmaya, teslim olmaya razı edilmiş, Batı hayranı, taklitçisi, uşağı olmuş, okumuş yazmış, yönetici, bürokrat ve aydın kesimdi. Bunlar millet ve memleket yararına atılan her adımı, her olumlu gelişmeyi hemen yine Batılılar tarafından üretilmiş ‘gericilik, irtica’ yaftasıyla yaftalamayı, suçlamayı, engellemeyi kendilerine birinci derecede görev edinmişlerdi. Eğitim ve bilgi düzeyi çok düşük ve yetersiz olan milletin büyük çoğunluğunun bu olup bitenlerden, tartışmalardan, sorunlardan ve çözüm yollarından doğru dürüst haberi bile yoktu. Zaten içine düşürüldüğü fakirlik, yoksulluk, çaresizlik, devletin zulüm ve haksızlıkları, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, ağır vergiler altında inim inim inleyen Müslüman halkın hiçbir şey düşünebilecek hali de kalmamıştı.

Öte yandan Avrupa’nın kamuoyuna ve yönetime yön veren kültür ve medeniyet öncüleri, kurmayları, 18. yüzyılın başlarına kadar karşısında bir türlü tutunamadıkları, dize geldikleri, tir tir titredikleri, tek başına bütün dünyaya meydan okuyan ve dize getiren Yenilmez Türk’e karşı nihayet ele geçirdikleri üstünlükten en verimli şekilde yararlanmak için her çareye başvuruyorlar, her yolu deniyorlardı. Bunun için oluşturulmuş, çok büyük bütçeli merkezlerde inceden inceye hesaplar, planlar yapılıyordu. Esas amaç Türkleri, yok etmek, kendi içinde eritmek, bir şekilde tarih sahnesinden silmekti. Bu olamadığı takdirde hiç olmazsa kendi özünden ve kültüründen kopararak kendisine köle ve uydu haline getirmek, hükmü ve boyunduruğu altına almaktı. Osmanlı Devleti içinde yaşayan üstelik sayıları hiç de Müslümanlardan az olmayan Hıristiyanlar, Türk ve Müslüman olmayan başka unsurlar, ırk ve kavimleri Batı kendisi için çok önemli müttefik ve destekçi olarak görüyor, bunlardan da en iyi şekilde yararlanmanın yollarını arıyordu. Nitekim işe öncelikle Osmanlı Devleti içindeki Hıristiyanları ve Musevileri komisyoncu, aracı, ithalat ve ihracatçı vb gibi ekonominin can damarını ellerinde tutan, imtiyazlı zümreler haline getirmekle başladılar. Ama sırf bunlarla istedikleri nihai amaçlara ulaşabilmeleri mümkün değildi.

Batılılar esas nihai amaçlarına ulaşabilmek için vaktiyle yine Osmanlı’ların kendilerine karşı uyguladığı usulü, yani modernize edilmiş bir karşı devşirme sistemini uygulamayı en iyi, en kolay, en risksiz ve en etkili yol yöntem olarak benimsediler. Onlar da, Türkiye’nin kaderine, mukadderatına hâkim olacak, aydınları, yöneticileri, Batı hayranlığı, Batı usulleri, Batı inançları, fikirleri, duygu ve düşünceleri, Batı yaşantısı ve Batıya özenti içinde okutup yetiştirecekler, onlar vasıtasıyla kaleyi içten fethedeceklerdi. Batının Osmanlı’nın devşirme sisteminden esinlenip uyarladığı bu plan ve taktik kendileri açısından inanılamayacak kadar başarılı ve Türk milleti için de son derece yıkıcı oldu. Batıda ve yurt içindeki yabancı vakıf ve kuruluşlara ait kolejlerde, eğitim kurumlarında yetişen kimseler, çok geçmeden devlet kademelerinde, yönetimde, orduda, okullarda, üniversitelerde, memleketin iç ve dış konularında, en sorunlu ve sorumlu mevkilerde, milletin ve memleketin mukadderatına hakim duruma geldiler. Eğitim sistemi, basın ve yayın da tamamıyla onların, tabii onlar vasıtasıyla da Batı’nın eline, denetim ve gözetimine geçti. Batı Türkiye’nin en kıymetli cevherini, yani en etkili ve nüfuzlu aydınlarının ‘beyinlerini’ kendine bağlamayı başarabilmişti. Vaktiyle biz, nasıl yabancı ırkların ve soyların en iyi beyin ve kabiliyet sahibi, asil ve zengin gençlerini alıp, kendi dinimizin ve milliyetimizin değerleriyle yoğurduktan sonra, (Sokullu Mehmet Paşa vb gibi) kendi soyuna, kültürüne karşı bizim için savaşan liderler ve yöneticiler olarak kullanmışsak, Batı da asırlardan beri bizimkileri devşirdiler, devşiriyorlar. Batı’lı devletlerin içimizdeki bayraktarları, temsilcileri, Batı’nın Yeniçerileri haline getirilmiş kendi gençlerimiz, aydınlarımız, yöneticilerimiz aracılığıyla kültür ve medeniyetimiz, iman, inanç, örf ve adetlerimiz, törelerimiz, her türlü sistemimiz Batılılar tarafından esir alındı. Ardı ardına gelen ve aynı fikriyat ve gidişatın devamı niteliğindeki, Tanzimat, Meşrutiyet gibi devirlerde ve dönemlerde özellikle beynelmilelci, gizli çıkarcı ilericilik, Batıcılık, Masonluk, çok uluslu hale gelmiş holdingcilik gibi uygulamalar Türkiye’yi sömürge yapmanın aracı olarak kullanıldı.

II. Mahmud döneminden itibaren Türkiye’den Batı’ya eğitim için çok önemli sayıda öğrenci gönderiliyordu. Bu bizim gençlerimizi kendi istedikleri kalıba dökebilmeleri için Batılılar için çok istedikleri arayıp ta bulamadıkları çok iyi ve önemli bir fırsattı. Bundan çok iyi yararlandılar ama da yeterli bulmayarak, Türkiye’de de okullar, kolejler, eğitim ve araştırma kurumları kurdular. Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan vb vakıfların açtıkları özel mekteplere, okullara, kolejlere büyük bir rağbet vardı. Büyük kitleler, Batılılara benzemek, onlar gibi olmak heyacanı ile yanıp tutuşuyor, buralara akın ediyordu. Daha sonraları devlet de tamamen bunlara benzeyen, bunların verdikleri eğitimin benzerini veren Sultaniler, Avrupa tarzı okullar, mektepler, üniversiteler açma seferberliğine girdi.

Batılılaşma sevdasının ardından da Batıyla bu şekilde ilişkiye girmenin, hatta Batıdan hamile kalmanın Müslüman Türk Milleti için nesilden nesle gittikçe daha da artan, daha yakıcı, yıkıcı, tahrip edici, çözücü, parçalayıcı, kötü sonuçları korkunç yüzüyle ve akıl almaz görüntüleriyle acı meyvelerini vermeye başladı. Önceden gizli kapaklı yapılan çoğu yanlış işler, artık hiç gizlenmeye bile gerek duyulmadan alenen, üstelik de bir marifetmiş, Batılılaşmanın, modernleşmenin gereğiymiş gibi yapılıyordu.

Bizde ‘Batı, Batı’ denmeye başlandığından beri ilim, fikir, sanat, devlet ve siyaset adamlarımızdan, aydınlarımızdan: ‘Avrupa’nın ilmini, fennini, sanayiini, üretim tekniklerini, uyguladığı bilimsel metotları alalım, ama imanda, kültürde, irfanda, ahlakta, törede kendimiz kalalım’ şeklinde özetlenebilecek fikir ve düşünceler beyan edenler de hiç eksik olmamıştır. Ama uygulamada, devlet idaresinde, yönetimde, icraatlarda bunun tam tersi bir Batıcılık ve Batılılaşma anlayışı ve uygulaması almış yürümüştür. Batılılaşma maceramızın başladığından bugüne kadar, yani Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te, Cumhuriyet’te, tek partili ve çok partili dönemlerde, neredeyse gelmiş geçmiş bütün iktidarlar tarafından iktidara gelirken başka şeyler söylenmiş, başka vaatlerde bulunulmuş, fakat iktidara geldikten sonra genellikle kendilerine dikte edilen teslimiyetçi politikalar uygulanmış, aynı Batılılaşma yolunda birkaç adım daha atmaktan başka bir şey yapılmamıştır.

Toplumumuzun önemli bir kesimi, çeşitli psikolojik harp taktikleriyle beyinleri afallatılmış, kafaları çuvallatılmış, düşle gerçeği ayıramayan, gerçek tehlikeleri fark edemeyen, adeta afyon içirilmiş, uyuşturulmuş fertlerden oluşan, yalanla gerçek, masalla hayat arasında uyur-gezer kalabalıklar haline getirilmiştir.

BATILI YAZARLARIN KALEMİNDEN BAZI GERÇEKLER

Bunların benim gibi birisi tarafından dile getirilmesi okuyucuya biraz inanılmaz, abartılı veya şüpheli gelebilir. Ama bunlar sadece sınırlı sayıda Türk ve Müslüman yazarlar tarafından dillendirilen hayali şeyler değil, yine Batılıların üstelik de bu işler ve operasyonlar için Türkiye’de görevlendirdiği, çok uzun yıllar Türkiye’de yaşamış kendi görevlileri tarafından da sonradan yazdıkları kitaplarda iftiharla dile getirdikleri gerçeklerdendir.

Türkiye’de yabancı vakıflar tarafından kurulan misyoner okullarının ne amaçla kurulduklarını, bunların fonksiyonlarını, amaçlarını, misyonlarını, görevlerini ve bunlarla ilgili gerçekleri yine buralarda görev yapmış kişilerin sonradan yazdıkları kitaplarda açıkça görebilmek mümkündür. Nitekim bunların en meşhurlarından olan Robert Kolej’le ilgili gerçekleri merak edenler, bu okulun kuruculuğunu ve 50 yıl kadar da yöneticiliğini yapmış olan Cyrus Hamlin’in 1878’de New York’ta basılan, Türkler Arasında, Türkiye’deki Misyonerlik Faaliyetleri ve Robert Kolej adlı kitabına (Tercüme: Taşcan, Arzu, Hizmetli, Mustafa, TBBD Yayınları, İstanbul Mart 2010) ve bu okullarda görev yapan George Washburn George Washburn’un Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002) adlı kitabına bakabilirler. Bir fikir vermesi bakımından aşağıda bu kitaplardan birkaç alıntıya yer verilmiştir:

4 Temmuz 1869’da temeli atılan binaya 17 Mayıs 1871’de yerleşildi. Çok yüksek düzeyde katılımın olduğu Kolej’in temel atma töreninde İngilizce, Fransızca, Türkçe, Yunanca, Ermenice ve Bulgarca konuşmalar yapıldı. Boğaz sırtlarındaki muhteşem manzaralı Kolej’in buraya dikilecek kulelerini, biraz daha aşağıda Fatih’in İstanbul’u fethetmek için yaptırdığı Rumeli Hisarı’nın kuleleriyle karşılaştıran Yunan hatip pervasızca şunları söylüyordu: ‘Bu kule, o kulelerden daha yüksek bir yerde yapılıyor. Bu, onlara hâkim olacak! Bu Kolej’in ruhani ve ebedi bir gücü vardır. Bu Kolej, Türklerin yok oluşunu görecektir! Buna imanım tamdır!’. Kolej o kadar başarılı bulundu ki, çok geçmeden bunu Beyrut, Antep, Harput, Kahire gibi yerlerdeki benzerleri izledi (Hamlin, New York, 1878), s. 233-245).

Robert Kolej’in tek hedefi vardı: Buraya gelen çocuğu, Mesih’in sürüsüne katmak! Gerisi teferruattı ve tüm eğitim bu noktaya hizmet etmek üzere kurgulanmıştı. Bunun en bariz kanıtı Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’tur. O babasının şöhretinden dolayı Robert Kolej’in en tanınmış kurbanlarından biridir. Babası Kolej’deki Türkçe bölümünün başkanıydı. Çocuğunun üstelik te kendi görev yaptığı bir kurumda, kendi gözlerinin önünde, elinden kayıp gitmesinin farkında bile olamamıştı. Haluk, Mesih’in sürüsüne daha rahat hizmet edebilmesi için Amerika’ya gönderilmiş, zavallı babası Tevfik Fikret de oğlunun Batı’dan bol bol zıya, ışık, aydınlık, ilim ve fen getireceği masalıyla avutulmuştu. İslama olan öfkesi ve düşmanlığı kalbini iyice karartmış, gözlerini tamamen kör etmiş olan Tevfik Fikret, Batılıların gerçek amaçlarını hiçbir zaman görememiş ve anlayamamıştı (Hamlin, Cyrus, Türkler Arasında, Türkiye’deki Misyonerlik Faaliyetleri ve Robert Kolej, New York, 1878, Tercüme: Taşcan, Arzu, Hizmetli, Mustafa, TBBD Yayınları, İstanbul Mart 2010, Takdim Bölümü, s. 7).

Robert Kolej’in ilk müdürü olan ve ülkemizde 50 yıl kalan Hamlin’in de damadı olan George Washburn, Kolej’in ana ilkelerinin ve hedeflerinin Tüzüğünde şöyle ifade edildiğini anlatılmaktadır: ‘Kolej, İncil’in prensipleri doğrultusunda kurulacak ve yönetilecektir. Bilimsel ve edebiyatla ilgili bir kurum olmasının yanında, burada Tanrı ve O’nun sözleri açıkça onaylanacak ve saygı görecektir. Amerikan, İngiliz veya yabancı İncil Cemiyetleri tarafından yayınlanan Kitab-ı Mukaddes, Kolej’in her eğitim devresinde, her gün, en az bir defa okunacak ve dualar edilecektir. Her Pazar yapılan ayinde tüm Fakülte hazır bulunacak, Fakülte ve öğretmenler tarafından onaylanan özel ve kabul edilebilir çok önemli mazeretler olmadıkça bütün öğrenciler buna katılacaktır (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 42).

Yine aynı Washburn, Kolejin gerçek kimliğini hatıratında şu cümlelerle tarihe kazıyor: ‘Robert Kolej bir iman eseridir. Şimdi de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır. Kolejimizin mühründeki slogan ise, HER ŞEY TANRI’DANDIR (PER DEUM OMNIA)!… (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 364).

George Washburn, bu Kolej’de Batı standartlarında pozitif eğitim verildiğine inanan bizimkilerin aptallığı ve saflığı ile de büyük bir zevkle alay ederek şunları kaydetmektedir: Çocuğunun elinden tutarak okulumuza getiren Türk veliler bize: ‘Oğlumu buraya İngiliz terbiyesiyle büyümesi için yolluyorum!’ derlerdi. Tabii buradaki İngiliz terbiyesinden bizim maksadımız Protestanlıktır!” (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 120)

Robert Kolej, bizim siyasi tarihimiz açısından, Balkanların özellikle de Bulgaristan’ın bizden koparılarak bağımsız bir devlet haline gelmesinde çok fonksiyoner roller de oynamıştır. Bulgarlar üzerinde faaliyet gösteren American Board’ın misyonerlerinin tamamı Robert Kolej kurulmadan önce Bulgarlardaki milliyetçilik duygularının azlığından, hatta hiç olmadığından, Bulgarların kendilerini Osmanlı diye tanıttıklarından yakınırlardı.

Hamlin şunları söylüyor: Kırım Savaşından önce Bulgarlar İstanbul’daki misyonerlerin dikkatini çekmeye başlamıştı. Dr. Riggs onlar için Yeni Ahit’in bir Bulgarca çevirsini hazırladı ve harika bir hızla satıldı. Helen dili benimsetilmiş ve Helenleştirilmiş olanlar hariç, evrensel baskının Bulgarların cehaletin en düşük düzeyinde kalmalarını sağlaması bütünüyle tuhaftır. 1856’da Birleşik Devletleri ziyaret ettiğimde İstanbul merkezi tarafından, Board’ın sekreterlerine Bulgarlar için bir misyon kurulmasının gerekliliği hakkında baskı yapmakla görevlendirildim. Sekreter düşüncemin tamamen haklı olduğunu kabul etti. 1856 yazında New York, Palmira’daki büyük kongrede Methodist Episcopal Board’a yaptığım sunum, Tuna üzerindeki Bulgarların misyonlarının kuruluşuna ve onların (Bulgarların) Board’ının ömür boyu yöneticisi olmama yol açtı. 1857 Mayıs’ında bölgeye bir keşif gezisi yaptım (Hamlin, 1878), s. 213-214.

1857 yılında Filibe’deki baş Bulgar okulunu ziyaret ettiğimde Yunan Kilisesi tarafından kendilerine her türlü engelin çıkarıldığına ikna edildim. Bundan sonra halk Yunan Kilisesiyle her türlü bağlarını kopardı ve her yerde Bulgar okulları kuruldu. Bundan çok kısa bir süre sonra, 1870’te eyaletten bildirilen rapora göre, 337 okul vardı. Bunların bazısı yüksek okullardı. 16.500 öğrencinin 2.615’i kızlardan oluşuyordu. Gösterilen bütün çabaların yöneltildiği hedef, hiçbir Bulgar kız ve erkek çocuğunun iyi bir yaygın okul eğitimi almadan büyümemesiydi. O zaman onlar bu ideallerinden çok uzaklardı ama bu gelişmenin diğer bir on yılında bu gerçekleştirildi. Her yerde bütün uluslar ve bütün sınıflar arasında şaşırtıcı gelişmeler oldu. Müslümanlar arasında da bazı gelişmeler vardı ama gayri Müslimlere nazaran çok daha azdı. Eğitim arzusu bütün ırk ve milletlere yayıldı. Aynı şey Bulgaristan’da olduğu gibi Boğaz’dan
Fırat’a kadar Ermeniler arasında da geçerliydi.

Meşhur misyonerlerden Albert Long, Bulgar çoçuklarının ve gençlerinin Robert Kolej’e kaydedilmesine, burada onlarla özel olarak ilgilenilmesine kendisini adamıştı. Bunda o kadar başarılı oldu ve Bulgar öğrenciler ilk zamanlar bu Koleje damgalarını öylesine vurdular ki, İstanbul’un Müslim ve gayri Müslim halkı arasında okul ‘Bulgar Koleji’ diye anılmaya başlanmıştı. Kolej, 18 ayrı milletten, 12 dilden ve çeşitli dinlerden öğrenci kabul ediyordu. Ama ilk zamanlar Bulgar öğrenciler bütün diğer milletlere mensup öğrencilerden daha fazlaydı. Örneğin 1871 yılında mezun olan öğrencilerin tamamı Bulgar’dı (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 78, 101, 161).

Robert Kolej’den yetişen Bulgar öğrenciler, Bulgaristan milli şuurunu yaydılar ve bağımsız bir devlet kurma fikrini halklarına kabul ettirdiler. G. Washburn bunu büyük bir gururla ve şu sözlerle ifade eder: Bu kolej, Balkan yarımadasında bağımsız bir devlet kurulmasını sağladı. Bundan dolayı da Avrupa’da iyi tanınıyordu. 50 yıl önce Bulgarlar, Amerika ve Avrupa’da unutulmuş bir ırktı. Bizim onlar için yaptığımız en önemli şey, bağımsız bir devletin yönetimi hakkında çok az şey bilen Bulgarların sayısının az olduğu bir devirde onları, yarının liderleri olacak genç adamlar olarak eğitmemizdi. Böylece yeni devletin kurulmasında önemli katkımızın olduğu gerçeği tüm dünyanın ve Kolej’e karşı sorumluluklarını hiçbir zaman unutmayan Bulgarların bildiği bir gerçek oldu (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 360, 361).

Gerçekten de Robert Kolej’in bu fonksiyoner hizmetleri bütün Bulgar yöneticileri ve tarihçileri tarafından da her zaman bilinmiş, teslim ve takdir edilmiş ve hep şükranla yâd edilmiştir. Nitekim daha Bulgaristan bize bağlı bir Prenslik iken, 1895 yılında İstanbul’a gelen Bulgar Prensi Ferdinand, Robert Kolej’i de ziyaret etmiş, burada yaptığı şükran konuşmasında şu çarpıcı ifadeleri kullanmıştı: ‘ Robert Kolej, Bulgar devlet idarecisi fidanlığıdır. Bunun hep böyle olmasını temenni ederim! (Washburn, George, Cennetin Sonbaharı (Çeviren, Yenice, Z. Bilge), İstanbul, 2002, s. 296).

(Hamlin, Cyrus, Türkler Arasında, Türkiye’deki Misyonerlik Faaliyetleri ve Robert Kolej, New York, 1878, Tercüme: Taşcan, Arzu, Hizmetli, Mustafa, TBBD Yayınları, İstanbul Mart 2010, Takdim Bölümü, s. 7).

Hamlin’in anlattıklarından, Batı tarzı eğitimin bizim gençlerimizi, aydınlarımızı, yöneticilerimizi ne hale getirdiği, daha doğrusu onlara nasıl bir eğitim verildiği konusunda da yeterli fikir edinebilmek mümkündür:

Selanik’ten İstanbul’a dönüşte İngiltere’de eğitim görmüş ve matematik konusunda kendisini yetiştirmiş, Emin Paşa adında bir yol arkadaşı edindik. Avrupa kültürü onu şüpheci ve asosyal yapmıştı. O, ‘tabiatın gücü’ ve ‘kanun hakimiyeti’nden başka hiçbir şeye inanmayan ‘Pre-Darvinist’ biriydi. Ona insan zihninin kainatı anlamak için ilk sebep ve idrar edilebilir bir sebep isteyeceğini göstermeye çalıştım. Sonunda o, ‘Bütün sorun muğlak, sebebi anlaşılamaz! İnsan neye inanacağını bilmiyor!’ diyerek kendini bıraktı. Onun aklı ‘hırsızlar arasına düşmüş’, hırsızlar onu inancından mahrum bırakmışlardı. Bu Avrupa’da bulunan Türklerde sık rastlanan bir durumdu (Hamlin, New York, 1878, s. 153).

Avrupai tarzda içki içme alışkanlığı, bürokrasi sınıfındaki Türklere kendini kabul ettirmişti (Hamlin, New York, 1878, s. 144).

Merkezi hükümetin istekleri ve niyetleri olumlu olsa bile taşradaki basit bir memur bile buna aykırı hareket edebilir. Bu da hukukun istikrarlı ve düzenli bir şekilde uygulanmasını imkânsız kılar ve memurların değişken karakterlerine ve kaprislerine bağlı hale getirir. Türk hükümetinin en yıkıcı zaaflarından biri budur (Hamlin, New York, 1878, s. 125).

Ülke, büyük ölçüde bencil, yetersiz, yeteneksiz, sadakatsiz memurlar tarafından idare ediliyordu. Savurgan harcamalar ve zalimce vergiler insanları canlarından bezdirmişti. Sultan Abdülaziz, Sir Henry Bulwer’in yıkıcı etkisi altında İmparatorluğu bir borç batağına sürüklemiş ve mali iflasa neden olmuştu. İmparatorluğun mali durumu tamamen iflas etmiş, kısa sürede toparlanma ümitlerini ortadan kaldırmıştı. Bu utanç verici durumun asıl sebebi ülkenin fakirleşmesi değil, aptalca ve çok kötü bir şekilde yapılan harcamalardı. Sultan Abdülaziz’in memurların devletin kaynaklarını yağmalamasına göz yumduğu söyleniyordu. Onbeş yirmi yıldır Osmanlı hükümeti Hıristiyan tebaanın devletin yüksek memuriyetlerine girmelerini tedrici olarak kabul etmişti. Devlet kademelerinde yüksek görevlere gelen Hıristiyan yöneticiler, doğrudan doğruya veya kendi nüfuzlarıyla pek çok Hıristiyan işsizi de daha düşük düzeylerdeki pozisyonlara almaya başladılar. Gümrükler, imar işleri, tersaneler, darphane, telgraf idaresi, demiryolları, Babıali’de yerlerinden ve işlerinden edilen Müslümanların yerine Hıristiyan çalışanlarla dolduruldu. Kısa süre içerisinde on yedi Hıristiyan’ın paşalığa yükselivermelerini, bunlardan birkaçının vezirlik gibi en üst makamlara getirilmelerini görmek Müslüman halk tarafından hoş karşılanmıyordu. (Hamlin, New York, 1878), s. 293, 297, 304-305).

Türkiye’de herhangi bir yolcu bir Türk köyünden ve bir Hıristiyan köyünden geçerken her ikisinin medeni seviyesi düşük olsa bile Hıristiyan köyündeki gelişme ve ilerleme işaretlerini hemen fark eder. Ancak bir Müslüman köyünden geçerken bu işaretleri araması boşuna olacaktır. Hıristiyanlar, her yerde Müslümanlardan daha iyi durumdadır. Hıristiyan nüfus devamlı ve düzenli olarak artmakta ve Müslüman nüfusa karşı üstünlük elde etmektedir. Büyük ve daimi orduya sadece Müslüman gençlerin alınması Müslüman nüfusta ciddi eksilmelere neden olmaktadır. Askeri kışlalar çok bakımsızdır ve buralardaki hastalıklar savaşta olduğu kadar barış zamanlarında da kayıplara neden olmaktadır. Kadınların çoğalması yoksul Müslümanlar için külfetli ve bıktırıcı hale gelmişti. Bir kişi için kızını evlendirememek ve çeyizini sağlayamamak utanç verici bir durumdu. Bu nedenle kız çocuğunun doğması talihsizlik haline gelmişti. Geçtiğimiz yarım asır içinde Müslüman nüfus sabit kalırken, ‘reâyâ’ olarak kabul edilen Ermeniler, Yunanlılar, Bulgarlar, Yahudiler, neredeyse iki misli artmıştı. Bunlar hiçbir dış müdahale olmasa bile er geç güç dengesini Müslüman Türkler aleyhine değiştirecek gelişmelerdi. Çoğu zaman onları hazırlıksız yakalayan savaşlar, türlü sebeplerden meydana gelen kıtlıklar, salgın hastalıklar büyük bir sessizlikle onları yok ediyordu. Arka arkaya gelen felaketler zinciri, tifüs, veba, kolera gibi salgın hastalıklar bir zamanların rakipsiz Müslüman ordularını kırıp geçiriyordu (Hamlin, 1878), s. 27-29.

Toplumun, devletin ve milletin siyasi sınırları, mali işleri sadece kendi çıkarlarına bakan, hareket ve davranışlarının çoğu haksızlık ve zulümden ibaret olan kimselerin eline, onların yıkıcı ve kahredici pençelerine teslim edilmişti. Devlet idaresinde kötü yönetim ve rüşvetçilik almış yürümüştü. Türk diplomasisi Rusya, Fransa ve İngiltere gibi birbirine zıt güçler tarafından oraya buraya sürükleniyor, bazen birine, bazen de diğerine yakınlaşıyor, ancak istikrarlı bir sonuç elde edemiyordu.

Müslümanların anlayamadıkları şeylere inanma konusunda büyük bir kapasiteleri vardır. Fransızlar ve İngilizler de serbest ticaretin bütün düzensiz işleri yoluna koyacağı konusunda Türkleri ikna ettiler. Fakat bu da Türk girişimine çok pahalıya mal oldu. İngiliz ve Fransız sanayi ürünlerinin yüzde altı gibi çok düşük bir gümrükle ülkeye girmesi kabul edilir edilmez, Osmanlı zanaatkarlarının ürünlerinden daha çok göze hitap eden daha cazibeli olan taklit ürünler birden bire yüzde yirmibeş, yüzde otuz daha ucuz hale gelmişti. Kısa süre içinde Üsküdar’daki beşbin dokumacı işsiz kalmış, en acı felaketlere sürüklenmişti. Diyarbakır’ın canlı renkleri ve malları ortadan kalktı, tarakçı ve bıçakçılar iş yerlerini ve dükkanlarını kapattılar. Artık Bursa ipekleri ve Bursa havluları Lyons ve Manchester’den geliyordu. Kısa zamanda Bursa’da çalışır durumda sadece üç dokuma tezgahı kalmıştı. Çünkü iki kat pahalı olsa da ithal mallardan dört kat daha uzun süre dayanacak olan ürünleri az da olsa hala arayanlar vardı. Sonuçta Türk sanayii bitip tükendi. Yabancı rekabete karşı kendi ayakları üzerinde durabilecek bir sanayii kurmaya yetecek ne bilgi ve sermaye birikimi ne de zeka vardı.

Osmanlı yöneticileri siyasetin de ekonominin de kurallarından habersizdi. Devlet gelir elde etmek için bu sefer de ihracata yüzde oniki vergi koydu. Bunun sonucunda Ankara keçisinin o ipek gibi güzel kılı İngiltere’ye ham madde olarak ihraç edilmeye, oradan da işlenmişlik durumuna göre yirmi, elli, hatta yüz kat daha fiyatı artmış olarak memlekete geri ithal ediliyordu. Eğer bir maldan elde edilen gelirin bir parçası Türkiye’de kalıyor, kırkdokuzu İngiltere’ye gidiyorsa, İngiltere veya Türkiye’den hangisinin Ankara keçisinden daha çok kazanç temin ettiğini anlamak hiç de zor değildir. Rusya, Amerika modelini izleyerek, bir dereceye kadar da olsa başarılı bir şekilde sanayiini koruyup geliştirirken, Türkiye İngiltere ve Fransa modelini izleyerek sanayiini yok etmişti. Türk insanını başarısız kılan onların beceriksizliği değil, kurulan sistemin onları başarısızlığa mahkûm etmesiydi. Serbest ticaret iyi bir şey olmakla beraber, uygulamada belli ve kesin kısıtlamaların olması gerektiği de aşikardır (Hamlin, New York, 1878, s. 50-59).

Sayıları Müslümanların yarısı kadar olmasa bile gayri Müslimler gittikçe daha büyük bir güce ve varlığa sahip oluyorlardı. Hükümetin farklı bölümlerinde bir çok Hıristiyan memur vardı ve onların altısı paşalık rütbesine yükseldi (Hamlin, New York, 1878, s. 85).

Müslüman halk, büyük bir yoksulluk içinde yaşıyorlar. Bazıları eziyet veren meselelerden acı çekiyor, sıkça o günün ekmeğini kazanmak için ne yapacaklarını şaşırıyorlar, bazıları gerçekten açlık acıları çekiyorlar. Bazılarının ekmek diye ağlayan çocuklarına verebilecek hiçbir şeyleri yoktur. (Hamlin, New York, 1878, s. 85).

Bu alıntılardan sonra yine esas konumuz olan Arnavutların Osmanlı Devletinden koparılması konusuna dönebiliriz. Batıdan gelen Milliyetçilik akımı, çok dinli, çok dilli, çok etnisiteli Osmanlı Devleti’nde önce Hıristiyan toplumları, ardından da diğer Müslüman halkları, özellikle de Arnavutları ve Arapları etkilemeye başladı. Fransız Devriminden sonra bütün dünyaya yayılan milliyetçilik akımlarının etkisiyle önce gayri Müslim Arnavutlar, daha sonra da bazı Müslüman Arnavutlar arasında bağımsız bir Arnavutluk düşüncesi yayılmaya başladı. Balkanların bölünüp parçalanma sürecine girdiğini gören Arnavutlar, bu süreçte kendi topraklarının da ellerinden çıkabileceği endişesine kapılmışlar, İtalyanların ve Avusturyalıların da kışkırtmasıyla kendi toprağı, bayrağı ve milleti olan bağımsız bir Arnavutluk kurma sevdasına kapılmışlardı. Ancak II. Abdülhamid’in bütün Müslümanların birliğini, beraberliğini, kardeşliğini hedef alan siyaseti, Arnavutları hoş tutan uygulamaları, bu tür ırkçı, ayrılıkçı ve bölücü düşüncelerin toplumda yerleşmesinin, kökleşmesinin, toplu bir ayaklanmaya dönüşecek kadar gelişip güçlenmesinin önündeki en büyük engellerdendi.

İttihatçıların yanlış politikaları ve icraatları yüzünden, Arnavutların o zamana kadar kader birliği yaptıkları devletlerine, milletlerine, Müslüman Türk kardeşlerine yabancılaşmaları, onlardan soğumaları, bunlara destek olmak bir yana artık düşmanca tavırlar ve tutumlar sergilemeye başlamaları hem Osmanlı Batı Ordusunu en önemli desteğinden ve asker kaynağından mahrum bıraktı, hem de bir dizi olumsuz gelişmenin önünü açtı. Bazı tarihçiler bunu Balkanları kaybetmemizin en önemli sebeplerinden sayarlar ve Balkan devletlerinin ancak Osmanlı Devleti ile Arnavutların arasının açılmasından sonra Osmanlı Devletine karşı savaşmayı göze alabildiklerini kaydederler.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR