KÜLTÜR SAVAŞLARI

KÜLTÜR SAVAŞLARI

‘Kulturkampf’, tıpkı ‘Zeitgeist’ gibi, politika ve sosyal teori literatüründe, çevrilmeden, Almancasıyla kullanılan önemli bir kavramdır. Kültür savaşı, mücadelesi, cengi gibi bir anlama gelir. 18. yüzyıl Almanya’sında 300’ün üzerinde şehir devleti vardı. Dar kafalılık, dini taassup, cehalet almış başını gitmişti. 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinden itibaren Bismarck liderliğindeki Prusya Devleti, bu kaosun içinden ‘kulturkampf’ denilen büyük bir kültür savaşıyla çıkabilmiş ve Almanya’nın birliği bu mücadelenin sonunda sağlanabilmiştir.

Günümüzde ABD’nin kültür meselelerinin CIA gibi bir organizma tarafından otoriter, kendini beğenmiş bürokrat kılığına bürünmemiş, son derece serbest düşünebilen entelektüeller eliyle planlanıp yürütülmesi dikkat çekicidir. ABD’nin kültür politikalarını, bununla ilgili karar ve uygulamaları hem kısa hem de uzun vadede CIA belirlemekte ve yürütmektedir. Rockefeller ve Ford gibi büyük vakıflar da CIA ile paralel faaliyetlere çok büyük kaynaklar ve paralar tahsis etmektedirler. CIA’nın son derece entelektüel kadroları, bunu önce bir ‘kültür iradesi’ sonra da ‘kültürel politika’ haline getirerek yürütmektedir. Kurulduğu 1947’den beri, ABD’nin kültür bakanlığıymış gibi çalışan CIA’nın en etkili çalışmaları sanatı, bilimi, kültürü yönlendirmeye yöneliktir. ‘Madem bol ürün alabilmek için dış siyaset gerekli bir araçtır, o halde gelecek yılın buna uygun havasının da önceden hazırlanması gerekir’ anlayışıyla gereken her şey yapılmaya çalışılmaktadır. Başta hayır kurumları, sivil toplum örgütleri ve özel sektör gibi faaliyet gösteren oluşumlar olmak üzere; gazete, dergi, sinema, televizyon gibi medya organlarının manipüle edilmesiyle yetinilmez; ABD’nin siyasi vizyonu, Arthur Koestler, Stephan Spender, Jackson Pollok gibi entelektüeller, şairler, yazarlar, ressamlar gibi son derece profesyonel eller tarafından da tüm dünyaya yayılmaya çalışılır. CIA, bu uğurda daha nice namlı, anlı, şanlı şairleri, yazarları, ressamları, sanatçıları istihdam etmektedir. Amerikalı gazeteci Frances Saunders, kültür, sanat ve edebiyatta CIA parmağını araştırdığı kitabına, ‘Parayı Verdi Düdüğü Çaldı’ adını koymuştur. Saunders, Amerikan kültür yönetiminin soğuk savaş döneminde CIA marifetiyle yaptıklarını kabaca şöyle özetlemektedir: ‘(CIA’ya bağlı olarak çalışan) Kültürel Özgürlük Konseyi’nin otuz beş ülkede bürosu vardı. Onlarca personeli çalıştırıyor, yirminin üzerinde saygın dergi yayımlıyor, resim sergileri açıyordu. Bir haber ve film servisine sahipti. Tanınmış kişilerin katıldığı uluslararası toplantılar düzenliyor, müzisyenlere ve ressamlara ödüller dağıtıyor, konser ve sergi olanakları sağlıyordu. Tek amaç, uzun zamandır Marksizme ve komünizme yakınlık duyan Batı aydınlarını yavaş yavaş, Amerikan tarzına daha yakın bir bakış açısına ısındırmaktı.’ Saunders, bu kitabıyla ABD’nin kültür alanındaki manipülasyonunu bütün dünyaya ifşa etmişti. Gerçi ABD, artık yapmak istediklerini ve yaptıklarını soğuk savaş dönemindeki gibi saklayarak da yapmamaktadır.

Bugün dünyanın her yerinde herkes bilmekte ve konuşmaktadır ki, yeryüzündeki kültürü, onlarca yıldan beri kendi çıkarları doğrultusunda ABD etkilemekte, oluşturmakta ve yönlendirmektedir. Bunu oluştururken de insanlığın mahiyetini lağvetmekte, bunun için elindeki sermaye gücünü de büyük ölçüde insanları satın alarak sağlamaktadır. ABD kültür savaşının asla ihmal etmediği hedeflerden biri de, en seçkin entelektüelleri (söz gelimi, Henry Kissinger, Samuel Huntington, Sbigniew Breszinski, Francis Fukuyama vb gibi) ve bunların çıkardıkları uluslararası dergiler aracılığıyla (örneğin Foreign Policy) başka milletlerin idealizmini kaybetmiş ve kariyerist hale gelmiş entelektüellerini istediği hizada tutabilmesidir. Milletinin kaderiyle hemhal olmuş bir entelijansiya oluşturamayan ülkeler için ‘Kudretine güç yetmez ABD’ imajı, oldukça sarsıcı bir etkiye sahiptir.

ABD bütün dünyada, ‘kudretine güç yetmez Amerika!’ imajıyla her istediğini yapabilmekte ve herkesi sindirebilmektedir. Ülkeler, savaşlar, terör saldırıları, darbeler, hatta doğal afetlerle şoka maruz bırakılmakta, bu ilk şokun insanlar üzerinde yarattığı korkudan faydalanılarak artçı şoklar da gelmektedir. Şokların yarattığı acıdan ve korkudan alıklaşan ülkeler, kendi imkânlarını kullanamaz hale gelirler, bütün kaynakları ve zenginlikleri de çok uluslu şirketlerin kontrolüne geçer. Pirinç veya buğday zengini bir ülke, kısıtlanmış tarım politikalarıyla bunlarda bile dışa bağımlı hale getirilir.

Tabii bu arada komünist Rusya da 1917 Ekim devriminden beri boş durmamıştır. En başta Fransız entelijansiyasının vicdanını ele geçirmiş olan Rusların, ABD’de bile güçlü taraftarları vardı. Düşman kardeşi kapitalizmin yaptığını yapmaktan geri kalmak istemeyen sosyalizm, masumiyet resmi vermeyi de çok iyi beceriyor, kendi yaptıklarını, karşıtınınkini ifşa ederek gizleme yolunu izliyordu. Sosyalist Rusya, SSCB haline gelinceye dek, öylesine etkili bir sosyalist kültür savaşı geliştirmişti ki; Rusya dışındaki sosyalist eğilimli entelektüeller, kendi ülkelerinde Rusya’nın acentesi haline gelmişlerdi. ‘Toplumcu gerçeklik’ olarak formüle edilen sosyalist bakış açısı, sinemadan romana, şiire dek kültürün her alanına yayılmaya çalışılmıştı.

SSCB sadece ülke içinde değil, ülke dışında, bu arada Türkiye’de de kendi ideolojisi ve çıkarları doğrultusunda bir kültür savaşı ve mücadelesi yürütmüştü. 1920’lerin başından 1990’lı yıllara kadar, Türkiyeli sosyalist yazarların, şairlerin, sinemacıların neyi nasıl yapacaklarına dair talimatlar da SSCB’den geliyordu. Buna aykırı davrananlar aforoz edilerek cezalandırılıyordu. Bu kültür savaşı kapsamında Türkiye’nin en işlek beyinleri, en nitelikli entelektüelleri de SSCB’nin uydusu haline getirilmiş, bu kişiler Türklerin tarihi rolüyle irtibatlarını kaybetmiş, hatta bu role düşman olmuşlardı. Bugün de bu sorunun sonuçları yaşanmaktadır.

Batılı entelektüeller, sanatçılar, düşünürler Birleşik Avrupa ideali için asırlardan beri yanıp tutuşurken, Türkiyeli entelektüeller ve sosyalist sanatçılar yüz yılı aşkın bir zamandan beri kendi milletlerini ve izzetinefislerini unutup Rusya’nın emperyal fikirlerine kapılmayı, Rusya’dan gelen talimatlara göre düşünmeyi, yazıp, çizmeyi ve yaşamayı içlerine sindirebilmişlerdir. Birbirlerine karşı düşmanmış gibi dursalar da, esasen iki üvey kardeşten farkları olmayan kapitalist ve sosyalist iki karşıt cephe, konu Türklerin tarihi kaderi ve İslami tefekkürü söz konusu olduğunda, hemen birleşip tek cephe olabilmişlerdir. ABD, AB, İsrail, Rusya, hatta artık kadim Çin ile bir bağı kalmamış olan günümüz Çin’i bile Türklerin tarihi kaderine dönmesine kesinlikle karşıdır.

1990’ların başında Doğu Bloku’nun dağılmasından sonra dünyada post-entelektüel bir dönemden geçilmeye başlanmıştır. Önceleri toplumun önderleri olarak görülen entelektüeller, yazarlar, şairler, ressamlar artık işlevlerini yerine getiremez olmuşlardır. Geniş halk yığınları biyolojik ihtiyaçlarına öylesine hapsedilmiştir ki, kendisine bir ideali anımsatacak entelektüellerden kaçar hale gelmiştir. Popüler kültürün sunduğu her şey, onlar için bir narkotiğe dönüşmüştür. Gazeteci, TV yorumcusu tipinin hükümranlığının başlamasıyla birlikte Türkiye gibi ülkelerde bir kültür savaşını bırakın yürütmeyi, entelektüellerde düşünecek takat bile kalmamıştır. Bu yüzden bugün Türkiye’de, Türkiye’nin tarihi kaderini üstlenmesi için çaba sarf edecek oluşumlar yok denecek kadar azdır.

Büyük bir kültür iradesi gösterilmez ve ciddi kültür savaşı başlatılmazsa, Türkiye’de de insanlarımızın ve gençlerimiz postmodern popülizm ideolojisinin hükümranlığı altında avamlaşacağı, ülkelerinin tarihi kaderlerini benimsemekten gittikçe daha fazla uzaklaşacakları tehlikesi gittikçe büyümektedir. Üzülerek ve ibretle seyrettiğimiz Bosna Hersek ve Kıbrıs gençlerinin durumları ortadadır.

Türk Milleti, tarihi boyunca, dini meseleler dâhil, hiçbir konuda ve hiçbir zaman dar kafalı, dar ve sığ görüşlü, bağnaz, tutucu, mutaassıp olmamıştır. İçinden zaman zaman böyleleri de çıkmamış değildir ama bunlar hiçbir zaman sayı ve nitelik olarak milli karakteri bozacak ve değiştirecek güçte olamamış, dar kafalılık, dar görüşlülük ve taassup bu milletin arasında kendisine istediği gibi bir yer edinememiştir. Bizim milletimiz, her zaman sanatçının ve aydının, hasını ve çürüğünü de bu feraseti ve irfanı sayesinde kolayca ayırabilmiştir. Bir zamanlar, aydınlanma düşüncesinin peşinden gittiğini söyleyen sözde aydınlar, kendilerinden başka herkesi ‘dar kafalı’ olmakla niteliyorlardı. Türkiye’nin en dar kafalılarının da bu tipler olduğunu yaşanan tarih ve olaylar açık ve net bir biçimde göstermiştir. Günümüzün dar kafalı aydınları ve sanatçıları da sadece kendi kişisel çıkarlarından örülü bir dünya tasavvur edebiliyorlar. Çok düşünüyormuş gibi görünseler de aslında Türkiye’yi hiç düşünmüyorlar. Her şeyden önce buna yetecek tefekküre de sahip değiller. Tek bildikleri, tekrar edile, edile bayağılığı artırılmış histerik gülme, küfretme, ağlama, yazıklanma seansları tertip etmektir.

Yaklaşık yüz yıl önce Julien Benda, Batı’da da aydınların çıkarlarının, siyasi hırslarının peşinden gittikleri için hakikat kavrayışlarının zayıfladığını ifade etmişti. Ona göre bu, ‘aydınların ihaneti’ demekti. Aynı adla yayımladığı eserinde Benda, siyasi hırsları sonucu basit, kullanışlı birer siyasi figüre dönen aydınların tüm savrulmalarını ortaya koymuştu. Ona göre bu tür sözde aydınlar, bağımlı oldukları kendi gruplarının çıkarlarını korumak için, sınırsız bir kin ve nefretle doluydular.

Bizim çapsız, çıkarları uğruna çok dar kafalı olan aydınlarımıza sorarsanız kendilerini muhalif, zayıfların ve ezilenlerin savunucusuymuş gibi göstermeye çok meraklıdırlar. İktidara yakın olmak için el etek öpmediklerini, sanatçı olmak muhalif olmayı gerektirdiği için her şeye muhalefet ettiklerini öne sürerler. Fakat işin aslına bakıldığında, bizimkilerin sanatlarıyla var olabilecek güçte ve nitelikte gerçek sanatçılar olamadıkları için; kendi çıkarlarını siyasi şovlarıyla ve pozlarıyla kollamaya çalışan zavallılar oldukları görülmektedir. Gerçek sanatçı, dünyada değiştiremeyeceği şeyler varsa bunları küçük görmez, anlamaya çalışır, anlayamadığı, idrak edemediği durumlarda hiç olmazsa susmasını bilir, hünerini ve sanatını milletine hizmet yolunda kullanacak kadar da erdemli olur. Bu nedenle siyasi fanatizmle, sanatçılık birbiriyle bağdaşmaz. Sanatçı iyi yönde değişimi isterken ve bunun için mücadele ederken, değişimin içinde değişmeyeni, değişmemesi gerekeni de görebilmelidir. Bizim sözde sanatçılarımız, sadece sanatsal başarı ve sanat hayatı açısından değil, tarihi kaderimizden kopuk siyasi çizgileriyle de milletimiz için büyük hayal kırıklığı nedenlerindendir.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin iç ve dış siyasetine baktığımızda onu, halkının inancını, idealini, kültürünü, kısacası tarihi misyonunu temsil eden belli bir kültürün canlı organizması olarak görmemiz gerekir. Fakat ne yazık ki bunu görmekte bir hayli zorlanıyoruz. Hâlbuki olması gereken budur.

Ne yazık ki, Türkiye’de eğitim, bilim, kültür, sanat ve medya alanlarında bu tarz etkili bir teşkilatlanma olmadığı gibi, bu alanlarda da ülkemizin karnesi kırıklarla doludur. Türkiye’nin yaşadığı kimlik bunalımını sona erdirebilecek yüksek donanımlı, yüksek şahsiyetli kişilerin çeşitli nedenlerle görev ve sorumluluk üstlenememeleri sorunları gün geçtikçe daha da çetrefilli hale getirmektedir. Türkiye’nin böylesine çok boyutlu bir fikri mücadeleye karşılık verebilmesi, ancak kendi kültür savaşına yönelik bir eğitim, kültür, sanat ve bilim iradesi göstermesiyle mümkün olabilecektir.

Başımıza feci bir hal, bir felaket gelmeden önce idrakimizi işletip, gerekli önlemleri önceden alamıyoruz. Bunun en önemli sebebi de aldığımız eğitimin bizi aptallaştırması, alıklaştırmasıdır.

Dünyada yürüyen işlerin oluştan bozuluşa doğru gittiğini, bozuluş yolunda bir hayli ilerlendiğini, yeryüzünde zulmün, özellikle de Müslümanların maruz kaldığı zulmün sıradanlaştığını hepimiz görüyoruz. Bu durumda üzerine ilk eğilmemiz ve en çok durmamız gereken husus, eğitim ve kültürün mahiyetini esastan düşünmek olduğu apaçık ortadadır. Yeryüzünün her yerinde şeytani bir ideoloji, insanları mutfakla tuvalet arasında ömür tüketen alıklara dönüştürüyor. Buna Müslümanlardan başka itiraz edecek, alternatif üretecek kimse yok. Maalesef bizde de insanlığa nefes olabilecek yetenekli gençler ve nesiller, yıllarca eğitim yoluyla alıklaştırılmıştır. Müslüman duyarlıklı insanların evlatlarının da FETÖ okulları aracılığıyla iğdiş edilmesi çok daha acınası bir durumdur. Meselenin esasını kaybettiği için tali yollarda oyalanıp duran eğitim sistemimiz, yerimize geçecek evlatlarımızı daha çocuk yaşlarda yiyip bitiren canavarlara dönüşmüş durumdadır. Yıllardır Türkiye’yi geriden yönetenler, Müslümanların iktidar olsalar bile asla muktedir olamamaları, İslam’ın yükünü taşıyabilecek donanıma, kaliteye sahip olmamaları için ellerinden geleni yapıyorlar. Kendi değerlerimizin, kaliteli insanlarımızın da yine kendi elimizle bize boğdurulması toplumsal özgüvenimizi sarsan temel bir sorun halini almıştır.

Artık hem eğitim almış her yaştaki bireylerimizi alıklaştırılmış yığınlar olmaktan kurtarmak, hem de aynı anda o bireylerin çıkamayacağı irtifalarda seyreden güzidelerimizi, birbirine yabancı olmadan eğitebilmemiz gerekmektedir. Bu da siyasetin yetki ve sorumluluğundadır. Siyaset, diğer tüm sanatların, bilim dallarının imkânlarını kullandığı için, en yüksek uygulamalı bilim ve sanat olarak adlandırılmayı hak etmektedir. Siyasi irade, eğer tüm bu çok karmaşıkmış gibi görünen sorunları özellikle eğitim yoluyla idrak edebilecek nesiller yetiştirebilir, yolunu şaşırmış bireylerimizi yaşadığımız bozuluşun içinden çekip alabilirse her türlü takdirin üzerinde büyük bir iş yapmış olacaktır.

Türkiye’de bugün hazları ve zevkleri peşinde koşanlarla, içleri henüz ham, sorumluluk üstlenme istekleri çok kırılgan olsa da, Türkiye’nin tarihi kaderine dönerek, iyilerin safında yer almasını isteyenler arasında bir gerilim yaşanmaktadır. Türkiye’nin bu kültür çatışmalarını ve bu mücadelelerdeki çeşitliliği iyi analiz edip, ona göre ‘uzun yolun azığı olabilecek, bir kültür iradesi, kültür savaşı ve mücadelesi ortaya koyabilmesi büyük önem arz etmektedir. Aslında Selçuklularda ve Osmanlılarda olan da bundan başka bir şey değildi. Devletin dini hayattan, siyasi hayata kadar uzanan bir kültür iradesi vardı. ABD, Rusya, AB, Çin gibi ülkelerin zamana göre şekillenen kültür politikalarının ötesinde, zamana şekil ve yön vermeye yönelik kültür irade ve idarelerine karşı eli kolu bağlı oturmak hiç de olumlu sonuçlar doğurmaz. Küreselleşmenin, Amerikanvari avamlığa çekmek istediği kültürümüzün yeniden neşv ü nema bulması için bir ‘kulturkampf’ (kültür savaşı) süreci başlatılması, azim ve kararlılıkla da yürütülmesi şarttır.

Şimdiye kadar kendimizi aldatıp, oyaladığımız, milli ve bize özgü bir değer ölçütüne dayanmayan, sürekli değişen, yeni hevesler peşinde farklı doyumlar arayan, maymun iştahlı, ciddi bir takip gerektirmeyen, ne idüğü belirsiz, kaypak kültür politikaları yerine, milletimizin özünden doğan sağlam bir kültür iradesine muhtacız. Başta belediyeler olmak üzere, resmi kurum ve kuruluşlarımız tarafından gerçekleştirilen kültürel etkinlikler ciddi bir kültür iradesinden ne kadar uzaklarda olduğumuzu bize göstermeye yeter. Hâlbuki başta Selçuklular ve Osmanlılar olmak üzere bizim ecdadımız, asırlar boyunca güçlü ve sağlam bir kültür iradesiyle yerli ve yabancı pek çok kozmopolit unsuru, huzur ve barış içinde bir arada tutabilmişler ve idare edebilmişlerdir. Dolayısıyla biz, bunu başaramamış ve başaramayacak bir millet te değiliz. Bin yıldır bu topraklarda hâkim olan tarihi kaderimizin yeniden inşası ve ihyası bu kültür iradesine bağlıdır.

Attila İlhan, Aydınların Affedilmez Kopukluğu başlıklı değerlendirmesinde şunları söyler: “İngiliz aydını İngiliz halkından, ancak derece itibariyle yüksekte durur; mahiyetleri değişmez: İkisi de Batıdadırlar, ikisi de Batılı! Türk aydını, Türk halkından mahiyet itibarıyla yüksekte duruyor: O, Batıdadır, Batılı geçinir. Halkı ise, Doğuda, en azından Orta Doğuda… Halk kendi tarihini, kendi kültürünü yaşar; aydınlar, sistemin ona biçtiği, tarih ve kültürü!’ (s. 63). Attila İlhan’a göre, Türkiye’de aydınların muhafazakârları ayrı şekilde, terakkiperverleri ayrı şekilde, yukarıda andığı sistemin bir parçası olarak, Türkiye’ye değil, emperyalistlere çalışmaktadırlar. Muhafazakârlar iktidara geldiklerinde ülkenin ekonomisi Batıya teslim olmakta; terakkiperverler geldiğinde ise ‘gelenek, görenek, görgü’ hor görülmekte, din diyanet boşlanmakta, yerine de gerçek bir ulusallık, bağımsızlık konulmamaktadır. Aksine ecnebi bir kültür, evrensellik adı altında ülkeye sokulmakta, ortalık kozmopolit aydından geçilmemektedir. Kozmopolik toplum, koprador toplumdur ki, neticede ipler sistemin eline geçer.

Her şey gibi Türkiye de değişiyor. Değişmek zorundadır. Ama nasıl Rusların, İngilizlerin, Almanların, Fransızların tarihin içinden getirdikleri bir kimlikleri ve kişilikleri varsa ve onlar bugün de o kimlikleriyle var olabiliyorlarsa; Türklerin de Selçuklu, Osmanlı çizgisinden gelen dini ve milli bir kimlik ve kişilikleri vardır, hayatında da siyasetinde de bunu aktüel hale getirmek zorundadır. Tarihin seyri de ister istemez onu buna zorlamaktadır. Her ülke gibi, Türkiye’nin de bir tarihi kaderi vardır, bu da dini ve milli değerlerin, aydınlar tarafından layıkıyla benimsenmesi ve savunulması suretiyle kendi mecrasında yürüyebilir ve yürümelidir.

Postmodern popülizm ideolojisinin tüm siyasi argümantasyonlarını bünyesinde barındıran bir Truva atı olarak küreselleşme, Müslüman toplumların entelektüellerine, akademisyenlerine, şairlerine, sanatçılarına ve tabii siyaset adamlarına şunu söylemiştir: ‘Dünyanın küresel bir köy haline geldiği bu zamanda, ‘kahraman’ artık ölmüştür.’ Aslında bu olanın değil, olması umulanın bir ifadesidir. Bir temenninin de ötesine geçmiş siyasi bir kurgudur. Bu propagandaların etkisinde kalan Müslüman toplumlar, artık edebiyatlarından, düşünce dünyalarından, hayatlarından, hatta imgelemlerinden bile kahraman tipini kovmuşlardır. Fark edememişlerdir ki, kahraman imgesinin ölümü, Hz. Ömer’den, Hz. Ali’den, Mevlana’ya, Yunus’a, Cevdet Paşa’ya, Necip Fazıl’a kadar İslam maneviyatından doğan tüm uluların da geleneğin de ölümüdür. Akıllarındaki ‘ide’lerin kaybolmasıdır. Tarihi kaderden kopmadır. Müslüman toplumlar, postmodern siyaset kuramının pratiği içinde küreselleşmenin kendilerine ‘çok kültürlülük’ tezi içinde sunulmasından, içlerindeki kahramanlar da çoktan öldüğü için mutlu olmuşlar, 1990’lı yılların ikinci yarısında Türkiye’nin bir mozaik olduğu tezi ileri sürüldüğünde de, buradaki sinsiliği fark edemeyenler arasından ateşli savunucular çıkmıştır. Hâlbuki aynı tez, ABD için ileri sürüldüğünde, üstelik ABD gerçek bir mozaik olduğu halde, S. Huntington buna şiddetle karşı çıkmıştır.

Huntington, Fukuyama, Brezinski gibi ABD’nin postmodern dönem siyasetini kurgulayan profesyonellere karşı, İslam’ın devlet adamı tipi artık ortada olmadığı için, bunlar borularını istedikleri gibi öttürebilmektedir. ABD merkezli siyasetin saplantılı oyunlarıyla milyonlarca insanın kanı, canı, namusu heder edilirken, İslam ülkelerinde ve Türkiye’de siyaset, maalesef yıllarca, bunlara karşı mücadele edebilecek güçte, anlayış ve kavrayışta devlet adamlarından mahrum, Huntington, Fukuyama, Brezinski, Kissinger gibilerin çömezi sayılmayı lütuf sayan tipler eliyle yürütülmüştür.

Öte yandan, şer, özellikle İslam ülkelerinde, yapmak istediği kötülükleri daha iyi yapabilmek, kendi kötülüğünü gizleyebilmek için bir miktar hayırla ve hayır görünümlülerle ittifak ve işbirliği içinde yapmayı ana yöntem olarak benimsemiştir. Şerrin, yapacaklarını bir miktar hayırla ittifak ederek başarabileceği gerçeği, bizi sadece siyasette değil, her alanda, bu tür oyunlara gelmeyecek, feraset ve basiret sahibi gerçek kahraman tipini yetiştirmeye ve hayat sahnesine çağırmaya zorlamaktadır. Türkiye gerçek kahramanlarıyla hayat bulan millet özelliğini yeniden kazanmadan, postmodern popülizm ideolojisinin küreselleşme adıyla sevimlileştirdiği, kendimize ait olmayan yan sanayi ürünü sahte kahramanlara tapınarak yaşamaya mecbur kalacaktır.

Edward Said’in 1978 yılında yayımlanan Oryantalizm çalışmasının ardından, o günlere kadar Doğu’nun mazlumluğundan da öte, insanlık için taşıdığı varlığı, anlamı, anlatamayanların tezlerini doğrulayan bir durum oluştu.

Edward Said’in çalışmasında Rusya’nın oryantalist macerası yer almaz. Rusların Türkiyat araştırmaları deneyimini, Türk halklarının dillerini paramparça ederken nasıl kullandığının da araştırılması gerekmektedir.

Batı tarzı düşünme biçimleri, ister kapitalizm, ister sosyalizm kılığına bürünsün, metafiziğe tümüyle kapalı oldukları için insanı, kendini bilmenin çok ama çok uzaklarına götürmüşlerdir. Türkiye’de de temel sorun, Müslüman olan bu ülkenin insanlarının bir türlü tarihi kaderlerini üstlenecek bir nefis terbiyesinden geçememeleridir.

Batının ilginç kurnazlığı, başvurduğu her avangart kakavalığı tüm dünyaya bir üstünlük gibi sunma başarısıdır ve ‘oryantalist’ (postkolonyal) bağlamda, böylesi bir performans için her ülkede uygun ajanlar kullanma hünerini de göstermesidir.

Onlar kazandılar. Çünkü sanayi kapitalizmine erken başladılar. Kapitalizmi bir araç olarak kullandılar. Sömürgecilik ve kapitalizm birlikte çalıştı. Bu tarihsel bir sürekliliktir. Daha iyi oldukları için değil, belki de kötü oldukları için kazandılar.

Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada da entelektüeller için Marksizm hala fevkalade bir narkotiktir. Onunla sakal bırakılır, kıyafet seçilir ve bir güzel çocuklar gibi bir ömür oyalanılır. Rusyanın sosyalizm yalanıyla, en az Amerika’nın kitleler üzerinde kullandığı narkotikler kadar etkili bir narkotiği entelektüeller üzerinde kullandığı, bu narkotiğin etkisinin komünist Rusya’nın yıkılmasına rağmen hala sürdüğü bir gerçektir.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR