Ana SayfaDosyalarYANLIŞ ZAMAN ve MEKÂN ALGIMIZ

YANLIŞ ZAMAN ve MEKÂN ALGIMIZ

YANLIŞ ZAMAN ve MEKÂN ALGIMIZ

Toplumumuzdaki en büyük yanlışlardan biri de yanlış zaman, mekân, devir, dönem algısıdır.

Müslümanlık ve Türklük iddiasında herkesin önünde gitmeye çalışanlarımızdan bazıları bile; bizim yaşadığımız bu çağın, bu devir, dönem ve zamanların, bu devir ve dönemlerin en kötüsü, en karanlığı, en ümitsizi olarak görmeye ve göstermeye çalışırlar. Toplumun geniş kesimlerinde, bu zamanın ahir zaman olduğu, bu yüzden de dünyadan gelip geçmiş insanların en talihsiz, bahtsız, şanssız olanlarının bu devirde yaşayanlar olduğu inanç ve düşüncesi vardır. Hatta gelecek her günün, geçen günleri aratacağı, ahir zaman fitnelerinin koyu karanlıklarının her gün daha da kararacağı, Mehdi gelmeden de bu işlerin düzelmeyeceği ve düzene girmeyeceği söylenir. İman ve Müslümanlık iddiasındaki birinin böyle çok yanlış ve kökleşmiş inanç ve kanaatlere saplanması çok üzüntü vericidir.

Hâlbuki işin gerçeği hiç de öyle değildir. Eski çağlarda, devir ve dönemlerde de bu zamanda yaşananlardan çok daha büyük kötülükler, fitne ve fesatlar, zulüm ve haksızlıklar, sapıklıklar, Müslümanlar açısından çok daha zor devirler ve dönemler yaşanmıştır. İnsanlık tarihi ve Kur’an da buna şahididir. Kur’an bunun haberleriyle doludur. Örneğin Allah, ta Nuh AS zamanında insanlar öyle azıtıp sapıtmışlar, günahlara ve kötülüklere saplanmışlar ki, Allah, hepsini büyük bir tufanla helak etmiş.

Aslında hangi devir ve dönem olursa olsun, yaşanan olumsuzluklarda kabahat zamanda, çağda, devirde dönemde değildir. Belki hakkın, hakikatin, iyiliğin ve güzelliğin hakim olabilmesi için üzerlerine düşeni yapmayanlardadır. Eğer iyiler, tembellik ve vurdumduymazlık içinde olurlar, kötüler bu yüzden faaliyetlerini daha fazla artırırlarsa, olumsuz gelişmeler yaşanması kaçınılmazdır.  İyilik yapmak, hayırlı ve faydalı işler yapmak, nefse ve şeytana çok ağır gelir. Nefis ve şeytanın arzu etmediği işlerin, tehir edilip savsaklanması gerekir. İyilerin ellerinden gelen iyilikleri yapmayı ihmal etmelerinin sonucu bir halk deyişinde: “Elden kalan, elli gün kalır!” ifadesiyle dile getirilmiştir. İyilerin ve iyilikler azalması, kötülerin ve kötülükler çoğalması çok büyük felaket, bela ve musibettir. Bu da yalnız zamanın sonuna, yani ahir zamana has bir durum değildir, her zaman ve devir için geçerlidir. Müslümana düşen, ne olursa, hangi zaman ve mekan olursa olsun, hep iyiliği, hayrı işleme çaba ve gayretinde olmak, bu yolda birbirleriyle yarışmak, iyiliği yaymaya ve yaygınlaştırmaya, kötülüğü de engellemeye çalışmaktır. Her Müslümandan fitne ve fesadın önüne geçebilmek, onu yeryüzünden silip kazıyabilmek için gece gündüz, canla başla çalışmakla yükümlüdür.

DEVİRLERİN VE DÖNEMLERİN EN ÜSTÜNÜ

Zamanların sonuncusu olan bu âhir zaman, bazılarının iddia ettiği ve göstermeye çalıştığı gibi hiç de kötü ve kötülenmesi gereken bir devir ve dönem değildir. Tam tersine bu devir ve dönem, eski devir ve dönemlerin hepsinden çok daha üstün ve hayırlıdır. Çünkü biz yaratılmışların en üstünü olan Hz. Muhammed’in (SAV) ümmetiyiz. Bu devir ve dönem de kıyamete kadar onun devri ve dönemidir.

Bazı hadis-i şeriflerde, bu dönemin iyileri ve hayırlıları için ‘Âhirûnes Sâbikûn’ ‘Sondan gelip, en öne geçenler’ nitelemesi yapılmıştır. Bunlardan olabilmek için canla başla çalışmak yerine, ahir zaman diye bu zamanı, devri, dönemi suçlamak, mahkûm etmek, kötülemek çok yanlış bir şeydir. Dolayısıyla bu devirde, yani âhir zamanda yaşamak bizim için bir şanssızlık, talihsizlik değildir, tam tersine, tabii eğer imkân ve fırsatı iyi değerlendirebilirsek şansların, talihlerin en büyüğüdür.

Bir Müslüman Türk olarak her şeyden önce şu gerçeği çok iyi bilmemiz, inanmamız, algılamamız ve gereğini yerine getirmemiz gerekir: İnsanların en üstünü Hazreti Muhammed (SAV), yolların en doğrusu ve en güzeli onun yolu, toplumların en üstünü onun ümmeti, devirlerin en üstünü de onunla başlayıp kıyamete kadar devam edecek olan bu devirdir. Hazreti Muhammed’e ümmet olmaktan, âhir zamanın seçilmişlerinden ve âhir zamana seçilmişlerden olmaktan daha büyük bir baht, talih, şans, kader ve kısmet olamaz.

Allah-u Teâlâ bu ümmeti ve bu milleti en seçkin ümmet ve millet kılmış; onlara dinlerin en mükemmelini, yolların en güzelini nasip etmiş, onları toplumların en hayırlısı olmakla şereflendirmiştir. Hadislerde ve haberlerde de belirtildiğine üzere, son peygamberin ümmeti olanlar toprak altında daha az kalacaklar, cennete bütün ümmetlerden önce girecekler, cennet sakinlerinin pek çoğu da bu ümmetten olacaktır.

Allah’ın bize şu çok büyük lütfuna, keremine, inamına ve ihsanına bakar mısınız? O bizi ahir zaman toplumu kılarak, yaratılmışların en üstünü ve en şereflisi olan o Âhir Zaman Peygamberi’ne ümmet eylemiş, Kitabında ümmetlerin en hayırlısı olarak nitelemiştir. Bu büyük onura ve şerefe ilave olarak da bizi, Kur’an’da övdüğü, seçtiği, sevdiği, lütuf ve ihsanlarda bulunmayı vaat ettiği (Maide Suresi, Ayet: 54) bir kavme (Türk Milletine) mensup kılarak dünyaya getirmiştir. Dolayısıyla, hele de bizim gibi çok bahtlı, talihli, kısmetli bir ümmet, millet, toplum ve neslin, zamandan, devirden, dönemden şikayet etmesi asla doğru değildir, bize de hiç yakışmaz. Bize düşen, bunun şuuruna varmak, bu mensubiyetin gerektirdiği görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmeye; bu bahta, talihe, kadere ve kısmete layık olmaya; o cehd, gayret ve çaba içerisinde olmaktır. Bu hepimizin boynunun borcudur. Unutulmamalıdır ki, her mensubiyet, mesuliyet de doğurur. Bu mensubiyetin doğurduğu mesuliyetleri, görev ve sorumlulukları yerine getirebilenlere, bu yolda çalışanlara ne mutlu!

MUHAMMED ÜMMETİNİN ÜSTÜNLÜKLERİ

Allah, Kur’an’da Peygamberimizin ümmetini, yani bizi kendisine muhatap kabul etmiş, Kur’an’da bize genellikle: ‘Ey İman Edenler!’ şeklinde, onur bahşedici ifadelerle seslenmiştir. Bu ne büyük bir şeref! Hâlbuki örneğin Tevrat, Allah’ın İsrailoğullarına hitap ederken çoğunlukla: ‘Ey Miskinler!’ gibi aşağılayıcı ifadelerle seslendiğini haber verir. Ayrıca Allah, Kur’an’da izzeti, onuru ve vakarı, Kendisi ve Resulünden sonra bu dinin müminlerine, yani Müslümanlara has ve layık kıldığını da açıkça beyan eder: “Asıl izzet (şeref, üstünlük, güç, kuvvet, onur, zafer, haysiyet), Allah’a, Peygamberine ve müminlere aittir. Fakat münafıklar, bunu bilmezler (Münafıkûn Suresi, Ayet: 8).”

Örneğin Hıristiyanlıkta ve Budizm gibi mızmız ve mıymıntı dinlerde, pasifizm, çilecilik, ısdırap ve acı çekmek, her baskı ve zulme boyun eğmek esastır. İslamiyet’te ise Müslümanın Hak yolda kendisini, çevresini, toplumunu, hatta bütün dünyayı değiştirme yolunda olağanüstü bir çaba ve gayret, çalışma ve aksiyon içinde olması esastır. Müslümanlıkta Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir yüzüne tokat atana öbür yüzünü de çevirmek gibi bir zillete katlanmak yoktur.

Hz. Muhammed’in (SAV) yıldızı yeryüzünde parlar parlamaz; kâfirlerin, çıfıtların gevherleri, sahte ve yalan değerleri yok olmaya, sönüp gitmeye başladı. O parlak nurun karşısında onlar, ne sağlam bir delille, ispatla, kanıtla, fikirle durabildiler; ne de düşmanlıkla, kinle, öfkeyle, sözle, kılıçla, okla, mızrakla, ağır silahlarla ona karşı koyabildiler. Allah Peygamberimizi ve onun yolunda gidenleri asırlar boyunca, her zaman, her yerde ve her şekilde düşmanlarına üstün kıldı. Ona gerçek bir imanla inananlar, ona tabi olanlar, onu sevenler hep eman buldular; ona ve onun getirdiği gerçeklere karşı koyanlar ise her zaman ve her yerde dize geldiler, hor ve hakir oldular. Bu ne büyük bir mucizedir! Yaz gelip de güneş kendini tam olarak gösterdiğinde; kışın ne kadar çok yağmış olursa olsun artık kar ve buzun karlığından ve buzluğundan nasıl vaz geçtiğini ve ümit kestiğini hepimiz görüyoruz. Nasıl da eski halini terk edip tamamen değişmek, damarlarına, iliklerine kadar su kesilmek zorunda kalıyor! Peygamberimizin gül devrinin gelişinden sonra da artık eskilerin o halis küfrü kalmamıştır. Bunun yerini ya İslam barışı, huzuru, sulh ve salahı ya da yenilgiye uğramış kafirlerin, küfrün, inkarın, fitne ve fesadın zilleti, korku ve yılgınlığı tutmuştur.

Bu heybet ve korku öyle zorla, zulümle, silahla, askerle, baskıyla sağlanmış halktan kaynaklanan bir korku değildi. Tamamıyla Hakk’tan gelen bir korkuydu. Allah, İslam düşmanlarının gönüllerine Müslümanlara karşı çok büyük bir korku salmıştır. Allah’tan korkan, O’na teslim olan, takvâ yolunu tutanların ise başka hiç kimseden en ufak bir korkuları ve pervaları kalmaz. Tam tersine yeryüzündeki, cin olsun, insan olsun bütün Allah ve din düşmanları onlardan korkup çekinir. Tarih, bunun sayısız örnekleriyle doludur. Allah, gönlünde Allah korkusu, hakka ve hakikata uyma endişesi olanların gönlünü yatıştırır ve onların üzerine sekinetini indirir, onları emin kılar. Allah, onlara ‘Korkmayın!’ sözüyle ikramda ve ihsanda bulunur. İçinde Allah sevgisi, O’nun rızasına erme arzusu, buna erememe korkusu ve endişesi olanlar işte böylece yatıştırılırlar. Böyle bir korkusu ve endişesi olmayanlara, kendilerini buna muhtaç hissetmeyenlere, olup bitenlerden ibret ve ders almak istemeyenlere ise ‘Korkmayın!’ denilmesinin hiç bir anlamı ve faydası olmaz. Onları korkuların ve yıkımların en büyüğü beklemektedir.

Peygaberimiz gelmeden önce, Hakk’ın dosdoğru yolu, çok korkulu ve kapalıydı. Adeta aşılmaz engellerle, geçilmez geçitlerle, sarp yokuşlarla, karlarla, fırtınalarla örtülüydü. O gelmeseydi biz, bu belirsizlikler ve tehlikelerin içinden yol bulup çıkamaz, kurtuluşa eremezdik. İlk defa o, öz canını tehlikeye atarak bu yola baş koydu, atını sürüp, bütün tehlikeleri ilk yarıp geçen o oldu. Başka herkesin bu yola gidebilmesi, bu yolda merhale kat edebilmesi, bu yolun sonundaki gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akıllardan ve hayallerden geçemeyecek kadar büyük nimetlere, kazançlara, başarılara erebilmesi ancak onun yol göstermesi ve irşadı sayesinde mümkün olabildi. Gidilmesi gereken yolu ilk defa o buldu. Yanlış yollara sapmayalım diye de o bizim için yol üstünde her yere; yer yer alametler, işaretler, uyarı levhaları koydu. ‘Şu tarafa gitmeyiniz, helak olursunuz. Ad ve Semûd gibi şu şu kavimler o tarafa saptılar da helak oldular. Siz onların yaptığını yapmayın! Onların gittiği yanlış ve kötü yollara gitmeyin! Yoksa aynı felaketler sizin de başınıza gelir! Siz de onlar gibi yok olursunuz, varlığınızı ziyan çekersiniz. Müminlere yakışan şu yoldan gitmektir. Bu yoldan gider, Allah’ın razı olduğu şu işleri yaparsanız kurtuluşa erersiniz!’ diyerek bizleri sıkı sıkıya tembihledi, önemle uyardı. Bu yüzden, yollarda dikili bu işaretlerden, uyarı levhalarından, belliklerden herhangi birini kesmek, bozmak, söküp atmak isteyenlere, müminlerin hepsi birden: ‘Sen, bizim yolumuzu yıkıyorsun, yokluğumuza çalışıyorsun, yoksa sen yol kesici misin?’ diye karşı çıkarlar ve ölümüne de olsa mani olmaya çalışırlar.

Bize düşen Hazreti Muhammed’i önder bilmek, her işimizde ona uymaktır. Nitekim Allah da: (Ey Peygamber! Onlara) de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin! (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 31)” buyurarak Allah’ın sevgisine nail olmayı ona uyma, itaat etme ve onu sevme şartına bağlamıştır.

Her şey, her güzellik, önce Hazreti Muhammed’e uğramış, ondan sonra bize ulaşmıştır. Bütün bağışlar, bütün ihsanlar önce Hazreti Muhammed’in üzerine dökülmüş, ondan da başkalarına dağılmıştır. Nitekim namazlarda her iki rekâttan sonra diz üstü oturduğumuzda okuduğumuz tahiyyat duasında da buna işaret vardır. Yüce Allah Peygamberimize: ‘Ey Allah’ın Elçisi, sana selam olsun! Allah’ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun!’ yani ‘Ey Sevgili Peygamberim! Ben seni sevdim. Senden hoşnut ve razı oldum! Bütün nimetlerimi, ihsanlarımı da senin üzerine saçtım!’ buyurduğunda; o hemen bütün ümmetini düşünmüş: “Ya Rabbi! (Senin rahmetin ve bereketin) diğer salih kullarının da üzerine olsun!” diyerek Allah’ın bütün nimetlerine, ihsanlarına, lütuf ve keremine ümmetini de dâhil etmiştir.

Aslında Yüce Allah; “Ey peygamber sana selam olsun!” buyururken, aynı zamanda; ‘Sana ve senin cinsinden olan herkese selam olsun!’ buyurmuştur. Eğer Yüce Allah’ın maksadı bu olmasaydı, Mustafa bu selamı alırken ve ‘Selam bizim üzerimize ve bütün Salih kullar üzerine olsun!’ demezdi. Çünkü selam yalnız ona has olsaydı, Peygamber onu salih kullara da izafe etmezdi. Bununla demek istedi ki: “O senin bana verdiğin selam, benim üzerime ve benim cinsimden olan salih kullar üzerine olsun!’ Mesela Mustafa (SAV) abdest alırken: ‘Namaz başka şekilde değil, ancak bu abdestle sahih olur!’ buyurmuştu. Bundan maksat sadece o anda aldığı muayyen abdest değildir. Bu muayyen abdest olsaydı, hiç kimsenin namazı doğru olmazdı. Burada söz konusu olan Hazreti Peygamberin abdestinin sıhhati, şekli, cinsidir. Yani kimin abdesti o cinsten, onun gibi değilse onun namazı doğru olmaz demektir.

Ona ümmet olabilmek öyle değerli bir hazinedir ki, karşılığı ne bu fani dünyanın ödeme araçlarıyla, ne de topyekûn dünyanın kendisiyle ödenebilir. Nitekim her peygamber, kavmine: “Ben size doğru yolu gösteren bir delilim, sizin müşteriniz Allah’tır. O, sizden çok büyük bir bedel karşılığında yine kendi lütfu olan canlarınızı ve mallarınızı tekrar satın almak istiyor. Benim tellallık ücretimi Allah, iki baştan da vermiştir. Benim ücretim dosta kavuşmak, O’nun rızasına ermektir. ‘Ben, sizlerden bu peygamberlik görevim için hiçbir ücret istemiyorum! (Hud Suresi, Ayet: 29)” demiştir.

Hazreti Ebubekir, Müslüman olmadan önce çok zengin birisiydi. Önce kırkbin dinarını, daha sonra da neyi var, neyi yoksa hepsini Allah yolunda vermiş, harcamıştı. Ama onun bu verdikleri, harcadıkları asla Hazreti Peygamberin hizmetinin karşılığı veya ona ödenmiş bir ücret değildi.

Kur’an’da Allah; “Andolsun! (Savaş meydanlarında atlarını) soluya soluya, (harıl harıl) koşturanlara (kişnetenlere)! Nallarıyla (taşlardan) kıvılcımlar saçanlara! Sabah çağı (sabahın seher vaktinde) düşmanı basanlara! Tozu dumana katıp düşman topluluklarının ortasına fütursuzca dalanlara! (Adiyat Suresi, Ayet: 1-5).” buyuruyor. Bu ve benzeri ayetlerde hem bu ümmet, Allah yolunda ateş gibi bir yürüyüş, gerçek bir istek, son haddinde tam bir olgunluk, büyük bir aşk, istek, arzu, heves ve gayretle nasıl mücadele ve mücahede edilmesi gerekiyorsa mücadale etmeye teşvik edilmekte, hem atlar gibi binek ve mücadele araçlarını en son kapasitesine kadar kullanmaları tavsiye edilmekte, hem de kendilerine en sonunda bunun kutlu ödüllerine nasıl kavuşacaklarının müjdesi verilmektedir. Onların bu yoldaki işlerini hiç de ağırdan almamaları, ihmalkar değil tez canlı olmaları, tez canlılıkta haberden bile daha tez olmaları, hatta tez yürüyüşte, haber düşüncesinden de tez olmaları gerektiğine işaret olunmaktadır.

Bu ümmeti ve milleti Allah, Kitabında şöyle tanıtmaktadır:

“Siz, insanların iyiliği (hayrı, faydası için seçilip, çıkarılmış) en hayırlı ümmetsiniz (milletsiniz, kadrolarsınız, siz bir hayır toplumusunuz). Marufu emreder (İyiliği, İslâmî kurallarla örtüşen örfü, töreyi, ilmî verileri, mü’minlerin tasvip ettiği, icrasında hayır olan plan ve programları, adâleti uygulayarak kamu düzenini sağlar), kötülükden vaz geçirmeye çalışırsınız (Allah’ın, İslamın suç saydığı, haram kıldığı, çirkin, kötü ve fena saydığı, kamu vicdanının tasvip etmediği, icrasında hayır ve iyilik olmayan kötü, çirkin, yanlış ve bozuk şeyleri, bunların savunuculuğunu, sözcülüğünü yapmayı yasaklar, bunları önleyici tedbirleri alır, kamu düzenini, barış ve güvenliği sağlarsınız). (Çünkü) Allah’a inanıyorsunuz. Ehl-i kitap (Yahudîler ve Hristiyanlar ) da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok daha iyi, daha hayırlı olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) onların çoğu, doğru yoldan çıkmışlardır (Akıllı, mantıklı, Hakka, hakikate, hakkaniyete, Allah’ın dinine ve rızasına uygun düşünebilme ve davranabilme özelliğini kaybetmiş, fâsık, âsi ve bozguncular güruhudur) (Al-i İmran Suresi, Ayet: 110).” Her Müslümanın kendisini bu tanıma uygun hale getirmeye çalışması bir görev ve sorumluluktur.

ÖNCE HAKK, SONRA İNSANLAR TANINMALI

Bizim inancımızda ve kültürümüzde bütün inananlar, bütün Müslümanlar önüne ön olmayan çağlardan beri birdir, aralarında hiç bir ayrılık, gayrılık yoktur. İnananların sayıları çok olsa da inançları birdir; bedenleri çoktur ama canları ve ruhları birdir. Allah yüzbinlerce Peygamber göndermiştir ama bunların hepsinin görevleri ve yolları aynıdır. Peygamberlerin hepsi; insanları aynı yola, yani Allah’ın yoluna çağırmışlardır. Hiçbir peygamberin diğerine aykırı ve ters bir işi, aralarında rekabet, çatışma, çekişme vs olmamıştır. Hiçbirisi Allah’ın gücüyle gösterdikleri mucizeleri kendi marifetleri imiş gibi göstermeye; birisi diğerinden mucize kapmaya, kopyalamaya ve üstünlük yarışına kalkışmamıştır. Peygamberlerin hepsi doğrudur ve hepsi, aynı yolun yolcusudur. Aralarında ayrılık, gayrılık yoktur. Bu yüzden Bakara Suresinin, 285. âyetinde de belirtildiği gibi; “Biz, Allah’ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız!”

Hal böyleyken Yahudiler ve Hıristiyanlar, taassup ve tarafgirlikleri yüzünden şaşı olmuşlar; Hak peygamberlerini birbirinden ayırmışlardır. Örneğin, Yahudiler; ‘Biz Musa’ya inanıyoruz, Museviyiz!’ diyerek Hazreti İsa’yı inkâr etmiş, ona düşman olmuşlardır. Hıristiyanlar ise; ‘Biz İsa’ya inanıyoruz, İseviyiz!’ diyerek iki cihan güneşi Hazreti Muhammed’i inkâr etmişlerdir.

Hâlbuki Peygamberlerin hepsi, insanlara; “Taş kalpli, katı gönüllü olmayın! Kapkara bir cana ve ruha sahip olmaktan sıkının! Tek Allah’a iman ve itaat edin! O’na teslim olun! Yalnızca Allah’a kulluk edin! Yalnızca O’ndan yardım isteyin! O’nun emir ve yasaklarına uygun davranın! Dünyadan da nasibinizi unutmayın! Ama esas işiniz ve amacınız Rabbinize kavuşacağınız yarınki ahıret gününe ve ahiret yurduna hazırlık yapmak olsun! Bu aşağılık ve gelip geçici dünyaya meyil ve heves etmeyin; buna âşık olup bağlanmayın! Nefsinize, heva ve heveslerinize zebun olmayın! Şeytanın ve sizi Allah’ın yolundan sapıtmak isteyenlerin peşinden gitmeyin; onlara uymayın! İyilerden ve iyilerle bir ve beraber olun! Allah’ın yolundan ve ona çağıran davetçi ve nasihatçilerden kaçmayın! Allah yolunda gidenlere gizli veya açık kin, haset ve düşmanlık etmeyin! Hak ehli, gönül ehli, temiz kişilere uzak ve yabancı durmayın! Allah dostlarına ve gönül sultanlarına karşı hileler düzüp, tilkilik yapma peşine düşmeyin! Gönlü zengin, gözü tok Allah dostlarını, aciz, zayıf ve yoksul sanmayın!” gibi öğütlerde bulunmuşlar; neyin iyi, neyin kötü, neyin doğru, neyin yanlış, neyin güzel, neyin çirkin, neyin suç, neyin ödül ve mükâfat gerektiren güzel bir iş olduğunu onlara açıklamışlardır. Hata, suç, günah, ayıp, kusur, haram olan şeyleri işleyenlerin acı akıbetlerini de onlara uzun uzadıya anlatmışlardır.

Esas tanınıp bilinmesi gereken Hak’tır. Hak, insanlarla tanınmaz, bilinmez. Tam tersine insanlar, Hak’la tanınır ve bilinirler. Eğer Yahudiler ve Hıristiyanlar, mensubiyet iddia ettikleri peygamberlerinden önce veya onlarla beraber hakkı da tanımış olsalardı; peygamberler arasında hiçbir ayırım gözetmezler, hepsinin hak ve doğru olduğunu kabul ederlerdi. Onlar bu peygamberlerin davetçisi oldukları Allah’ın yolunu, dinini, davasını, hakkı, hakikatı tanımadan, bu Peygamberlere mensubiyet iddia ettikleri için, bu peygamberleri de onların davet ettikleri Allah’ın yolunu da, doğru dürüst tanıyamamışlar, sapıtıp gitmişlerdir.

Gönüllerden gözlere çekilen, yüzlerce, binlerce perde vardır. Hiddet, şehvet, hırs, haset, kıskançlık, tamah, kin, garez insanı şaşı eder, ruhunu doğruluktan ayırır. Hâkim, rüşvet alma niyetini kalbine koymuşsa, mesleğinde ne kadar mahir, başarılı, becerikli, marifetli olursa olsun bunların hepsi örtülür; lanetli zalimi, ağlayıp inleyen mazlumdan ayırt edemez hale gelir. İnsanın gönlündeki mevki, makam, para, pul, altın, gümüş, servet saman hırsı ve hayali gerçekleri görmesine engel olur. Aç gözlülük, tamah, hırs, insanın dilini tutuk, gözünü kör eder. Bu yüzden tamahkârlarla sahtekârlar çok kolay anlaşırlar. Allah’a layıkıyla kul olmak, O’na razı olacağı en güzel halle kavuşma derdinde ve sevdasındaki kimseler ise böyle murdar, gelip geçici, sahte cazibelere karşı hür ve özgürdürler.

İyiyi, kötüyü, güzeli çirkini, doğruyu yanlışı ayırt etmekte, bu özelliğini geliştirip güçlendirmekte insanın dinden yardım istemesi şarttır. Çünkü dini zayıf olan kimse, kendisine kimin yar, kimin ağyar olduğunu bilemez. En değerli, en güzel, en doğru şeyi, en değersiz şeyler, hatta bir hayal uğruna verip ömrünü ziyan eder. Her alışveriş, gıpta edilmeye değer, kârlı bir alışveriş değildir. Nice topluluklar, hak yerine batılı, doğru yerine yanlışı, güzel yerine çirkini, kâr yerine zararı almışlar, dünyalarını da ahiretlerini ziyan çekmişlerdir. Kıvrılıp yatmış yılana uzaktan bakıldığında, değerli bir mücevher, kıymetli bir malmış gibi görünebilir. İnsanın iki gözünü birden ovuşturup, tekrar tekrar ve daha dikkatlice bakması gerekir.

İnsanlar, genellikle tarafgirlik, kin, haset, nefret, hiddet, şehvet gibi şeylere esir olmak gibi sebeplerden dolayı şaşı olurlar, biri iki veya daha çok, iyiyi kötü, güzeli çirkin görürler. Dışarıdan bakıldığında her insanın iki gözü vardır ama bu gözler eğer sağlıklı iseler asla birbirine aykırı iş yapmazlar. Bu yüzden iki gözü bir saymak, birbirinden ayırt etmemek gerekir. Çünkü her iki göz de Allah’ın nuruyla bakar, aynı görevi icra eder, aynı işi yaparlar.

Bir yere şekilleri, suretleri birbirinden çok farklı on ayrı kandil getirilip konsa, görünüşte bunların hiç birisi, öbürüne benzemez. Ama bunların yaptığı işe, yani karanlıkları aydınlatma işine odaklanıldığında, kandiller yakılıp, yaydıkları ışığa bakıldığında, hiçbirinin ışığı diğerinin ışığından ayrılamaz. Hepsi birbirinden farklı yüz tane elma alınıp suyu sıkılsa, ortada yüz elma diye bir şey kalmaz, hepsi bir olur. Mânâlarda bölüm, sayı, ayırma ve birleştirme olamaz.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR