ZENCİ AMA GERÇEK TÜRK!

ZENCİ AMA GERÇEK TÜRK!

Mustafa ATALAR

Milli tarihimizde din ü devlet, mülk ü millet uğrunda her tehlikeyi fütursuzca göze almış, her fedakârlığa katlanmış, nice kahramanlarımız ve efsane şahsiyetlerimiz vardır. Hepsini rahmetle ve minnetle anmak boynumuzun borcudur. Bugünlerimizi onların gayret ve fedakârlıklarına borçluyuz. Bunlar arasında özellikle de ‘Malım yok, canım kurban!’ diyerek öz canlarını bile seve seve feda etmekten çekinmemiş, isimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, meçhul ve gizli kahramanlarımızın, sıradan insanlarımızın hatıraları çok daha fazla anılmaya, anlatılmaya değer, ibret verici, eğitici ve öğreticidir. Ahir zamanın adi ukalası arasından bunları ve hizmetlerini küçümseyenler, hatta bunları Türk bile saymayan densizler çıksa da, bizim arif insanlarımız Müslümanlıkları da Türklükleri de denenmiş, sınanmış, test edilip onaylanmış bu insanları gerçek Türk ve Müslüman sayarlar, kendinden bilir, bağrına basarlar. Böyleleri her etnik kökenden çıkabildiği gibi, derilerinin rengi siyah ama kalpleri ve kanları göz kamaştıracak kadar temiz ve pırıl pırıl Afrika kökenli kardeşlerimizden de çıkmıştır. İsterseniz iki gerçek ve hakiki Afrika Türkünün hatıralarına burada kısaca da olsa değinelim. Bunlardan bizi Zenci Musa, diğeri de Darfur Sultanı Ali Dinar (1898 – 1916)’dır.

Bizim tarihimizin en zor dönemlerinden birinde dinimizi, devletimizi, vatanımızı ve milletimizi savunmak için olağanüstü gayretler göstermiş, büyük cesaret, fedakarlık, feragat ve kahramanlıklar sergilemiş meçhul kahramanlarımızdan biri de Zenci Musa (1880-1919)’dır. Unutulmuşluğa terkedilmiş bu meçhul kahramanımız Türk-İslam mücahidi Zenci Musa’yı değişik yazı ve söyleşileriyle gündeme getiren, yeni nesillere hatırlatan milli tarihçimiz, araştırmacımız ve romancımız Sayın Mehmet Niyazi Özdemir, bu ulvi hizmetiyle minnet, şükran, sevgi ve saygıyı hak ediyor. Bu yazıda da büyük ölçüde onun yazdıklarından yararlanılmıştır.

Girit’te dünyaya gelen Zenci Musa, aslen Sudan’lı olup, Afrika kökenli gerçek bir Türk ve İslam kahramanıdır. Girit elimizden çıktıktan sonra, Kahire’de yaşayan dedesi onu yanına almış; tam bir İslam mücahidi, Osmanlı hayranı gerçek bir Türk ve Müslüman olarak yetiştirebilmek için de elinden gelen gayret ve ihtimamı göstermiştir. Kahire’deki Türk mahallesinde büyüyen Zenci Musa, burada Türkçeyi de çok güzel öğrenmişti.

Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesinin ardından, burada bulunan ve sonradan gelen Türk subaylar ve Şeyh Sunusi önderliğinde büyük bir mücadele başlatıldı. Trablusgarp’ta işgalci İtalyanlara karşı cihad edecek Müslümanlara acil ihtiyaç duyulduğu haberi bütün dünyaya ilan edildi. Başta Sudan, Cezayir, Mısır ve Tunus gibi yakın bölgeler olmak üzere dünyanın değişik yerlerinden Müslümanlar Libya’ya akın ettiler. Bu gönüllülerden biri de daha yirmi yaşlarındaki Zenci Musa idi. Cihad çağrısı haberini alır almaz, hemen her şeyi bir tarafa bırakıp, bu kutsal savaşa katılmak üzere Kahire’den Libya’ya geçti. Günümüzün Milli İstihbarat Teşkilatı olarak kabul edilebilecek Teşkilatı Mahsusa’nın Başkanı Kuşçubaşı Eşref’le de burada tanıştı. Çok geçmeden Eşref Bey’e bir baba gibi bağlandı ve “Eşref’in Arabı”, “Eşref’in Komandosu” diye adlarla anılmaya başlandı. Kuşçubaşı Eşref, 1917’de Hayber’de İngilizlerin eline esir düşünceye kadar Zenci Musa onun yanından hiç ayrılmadı.

Savaşların ardı ardına patlak verdiği o zorlu yıllarda Zenci Musa’nın neredeyse katılmadığı hiçbir savaş, savaşmadığı hiçbir cephe kalmamıştı. Türk ve İslam topraklarını yabancı düşmanlara karşı savunabilmek için cepheden cepheye koşuyor, inanılmaz başarılar, yararlılıklar, yiğitlikler ve kahramanlıklar gösteriyordu. Dinimiz, devletimiz, milletimiz için nerede bir tehlike baş gösterse, Zenci Musa oraya yetişmeye çalışıyordu. Trablusgarp’tan sonra önce Balkan Cephesi’nde, daha sonra da Çanakkale Cephesi’nde savaştı. Teşkilât-ı Mahsûsa başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in emrinde vatanına, milletine, dinine, devletine hizmet etmek için çok zorlu görevler üstlendi. Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulduğu ve Edirne’nin tekrar geri alındığı günlerde de Zenci Musa, Kuşçubaşı Eşref Bey’in yanında harekâtın önde gelen kahramanlarından biriydi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngilizlerin tahriki ve ırkçı, etnik milliyetçi akımların etkisiyle Arabistan’da bazı kıpırdanmalar ve huzursuzluklar başlayınca, bölgeye Mehmet Akif’in de içinde bulunduğu bir Nasihat Heyeti gönderilmesine gerek duyuldu. Kuşçubaşı Eşref’le beraber, bu heyete Zenci Musa da katılmıştı. Mehmet Akif, yolculuk sırasında tanıdığı bu dev cüsseli siyahi Müslüman Türk’ü, Safahat’ında şöyle tanıtmaktadır:

“Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa,

Omuzundan Arş’a yükseldi Nebi İsa!”

Birinci Dünya Savaşının Osmanlı Devleti için en zor dönemleri olan 1917 yılına gelindiğinde, Süveyş Kanalı, düşman kuvvetlerince kapatılmış, Yemen’deki 7. Ordu’ya deniz yoluyla yardım gönderilmesi imkânsız hale gelmişti. Yemen’de silahsız, cephanesiz, mühimmatsız, azıksız, erzaksız kalan askerlerimiz, açlıktan ölme tehlikesi ve düşman saldırılarına karşı koyamama riski altına girmişti. Durum son derece nazikti. Oradaki askerlerimizin ihtiyacı için 300.000 altının acilen Yemen’e ulaştırılması gerekiyordu. Bu çok önemli ve gizli görev, Teşkilatı Mahsusa’ya verildi.

Kuşçubaşı Eşref Bey, Zenci Musa’yı ve bir grup gözü pek adamını yanına alarak, 300.000 altını Yemen’de Tevfik Paşa’ya teslim etmek üzere İstanbul’dan yola çıktı. Bu altınların, düşman askerlerinin eline geçmeden, eksiksiz olarak Tevfik Paşa’ya teslim edilebilmesi imkânsız denecek kadar zor bir görevdi. İşgal kuvvetleri tam bir teyakkuz halindeydi. Düşman askerleri her yerde kol geziyor, ajanları kulaklarını dört açmışlar, her şeyi duymak, öğrenmek ve her haberi değerlendirmek için ne lazımsa yapıyorlardı. Yemen’deki Osmanlı kuvvetlerine para götürüldüğü haberi de çok geçmeden İngilizlere ulaştı. İngilizler, bu parayı ve götürenleri ele geçirmek için çok ince bir plan hazırladılar. Her türlü tertibatı alıp, Hayber’de gruba pusu kurdular ve onları beklemeye başladılar.

Tehlikenin farkına varan Kuşçubaşı Eşref, grubu ikiye ayırdı. Kendisi öndeki grupta, onu belli bir mesafeden izleyen ve paraları taşıyan Zenci Musa da arkadaki grupta yer alıyordu. Grubun Eşref Bey kolu, Hayber’de 25 bin kişilik İngiliz ve Bedevi kuvvetleri tarafından pusuya düşürüldü. Eşref Bey’in başında bulunduğu grup 2 gün boyunca son nefere kadar kahramanca direndi. Grubun tamamına yakını şehit edildi, Eşref Bey ise yaralı olarak esir alındı. Zenci Musa, bu karmaşa sırasında grubu ile birlikte pusudan kurtulmayı ve altınları kaçırmayı başardı. 12 Ocak 1917’de gerçekleşen bu çatışma, London Times gazetesinde 8 sütun üzerinden manşetten verilmişti.

Birliğin pusuya düşürüldüğü haberi Yemen’de de duyulunca, yardım geleceği ümidi artık tamamen suya düşmüştü. Büyük çaresizlik ve sıkıntılar içinde aradan günler geçti. Yemen Valisi Tevfik Paşa, bir gece yarısı aniden Zenci Musa’yı, üstelik de altınlarla beraber karşısında görünce gözlerine inanamadı, sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Zenci Musa, 300 bin altını tek tek sayarak Osmanlı kumandanı Ali Sait Paşa’ya teslim etti. Fakat o, yine de yaptıklarını yeterli bulmuyor: “Çok şükür altınları getirip yerine teslim etmeyi başardık ama Eşref Bey’imizin düşmanın eline düşmesine engel olamadık!” diye hayıflanıp ağlıyor, bir türlü teselli edilemiyordu. Eşref Bey’den bir haber alabilmek için her yola başvuran Zenci Musa daha Yemen’deyken Birinci Dünya Savaşı sona erdi. O da diğer Türk askerleriyle beraber İngilizlere esir düşmüştü. Daha sonra anlaşma gereği serbest bırakılarak İstanbul’a dönmelerine izin verildi.

Zenci Musa İstanbul’a döndüğünde Eşref Bey, hala Malta’da esirdi. Eşref Bey’in serbest bırakılıp geri dönmesini beklemeye başladı. Fakat İstanbul’da ne kalacak bir yeri, ne de geçimini sağlayacak parası vardı. Ne yapacağına karar vermeye çalışırken, bir gün ikindi namazı çıkışında Beyazıt Camii’nin kapısında Yemen’den tanıdığı, hükümette üst düzey bir görevi olan Ali Sait Paşa ile karşılaştılar. Zenci Musa’nın çok sıkıntıda ve zor durumda olduğunu anlayan Paşa hemen ona: Musa! Senin devlete, millete çok büyük hizmetlerin oldu. Hemen bir emeklilik dilekçesi ver de sana emekli maaşı bağlatalım!’ diye teklifte bulundu. Fakat Zenci Musa: ‘Paşam! Çok şükür, benim gücüm kuvvetim yerinde! Ben bu fakir milletten emekli maaşı alamam!’ diyerek kestirip attı. Ali Sait Paşa, bu cevap üzerine, Zenci Musa’dan habersiz, İstanbul Hamallar Kahyası Ferit Bey’e giderek onunla görüştü. Kendisine birkaç gün sonra Zenci Musa ile birlikte onu ziyarete geleceklerini söyleyerek, Musa’ya bir iş teklifinde bulunmasını istedi. Ziyaret sırasında Ferit Bey, Musa’ya Karaköy Gümrüğü’nde kahyalık yapması teklifinde bulundu. Fakat Musa: “Kâhyalığı yaşlı, aciz, zayıf insanlar da yapabilir. Benimse çok şükür, gücüm kuvvetim yerinde. Siz kâhyalığı yaşlı bir Müslümana verin, eğer hamala ihtiyacınız varsa ben hamallık yaparım!” diyerek üstün ahlakını bir kere daha ortaya koydu. Böylece Zenci Musa, Galata Gümrüğünde hamallık yapmaya başladı.

Üç yüz bin Osmanlı altınını, İngilizleri atlatarak Yemen’e götürüp teslim etmek gibi efsanevi bir başarıya imza atmış Zenci Musa’nın İstanbul Karaköy Gümrüğü’nde hamallık yaptığını öğrenen İngiliz İşgal Kuvvetleri Kumandanı General Harrington, 1919 yılında onu görmek ve tanımak için doğruca limana gitti. Kocaman çuvalları tek eliyle indirip kaldıran bu iri cüsseli, görkemli zenciyi bir müddet uzaktan izledikten sonra, Zenci Musa’nın yanına yaklaştı. Ona kendi emrinde ve maiyetinde çalışmasını teklif etti: “Türkler için değil de bizim için çalışırsan, seni altına boğarım!” demeyi de ihmal etmedi. Musa, İngiliz kumandanı küçümseyen ve aşağılayan gözlerle bir müddet süzdükten sonra ona şu tokat gibi cevabı verdi: “Kumandan! Her teklif, herkese yapılmaz! Bilesin ki, senin bana yaptığın bu teklif, beni hiç memnun etmedi, aksine çok rencide etti. Sen, bana nasıl böyle bir teklifte bulunabilirsin? Benim bir devletim var, o Osmanlı Devleti’dir. Bir bayrağım var, o da ay yıldızlı al bayraktır. Bir kumandanım var, onun adı da Eşref Bey’dir. Hem bilin ki, bu iş daha bitmedi! Sizinle mücadelemiz bundan sonra da, zafere kadar devam edecektir!”

Milyonlarca şehidimizin kanı ve canıyla beraber savaşı da kaybetmiş sayıldığımız Birinci Dünya Savaşının ardından, ülkemizin her tarafı düşman kuvvetleri tarafından işgal edilmeye başlanmış, bu şartlar altında bile Zenci Musa, büyük imanından, inancından, ideallerinden, mücadele azminden ve kararlılığından yine de hiçbir şey kaybetmemişti. Medeniyetimizin başkenti İstanbul’u işgal eden düşman kuvvetlerinin en yüksek rütbeli kumandanının yüzüne karşı hala: “Bu iş daha bitmedi!” diyebilecek kadar büyük bir imana ve cesarete sahipti. İşgal kuvvetleri komutanı, yüzüne karşı bu sözleri söyleme cesaretini gösteren ve hemen fütursuzca yanından uzaklaşıp giden bu zenci Türk’ün ardından bakakalmış, ondaki din, iman, vatan, millet, bayrak, devlet sadakati, sevgi ve bağlılığı, fedakârlık ve vefakârlık duyguları karşısında hayretten ve hayranlıktan dona kalmıştı.

Anadolu’da Milli Mücadele başlayınca, bu mücadeleye destek için Zenci Musa da çok büyük gayret ve fedakârlıkla, cansiperane çalışmalar içerisine girdi. Hemen, Karakol İstihbarat Cemiyeti ile temasa geçerek Anadolu’ya silah kaçırma faaliyetlerine katıldı. Gündüzleri sabahtan akşama kadar gümrükte hamallık yapıp en ağır yükleri kaldırıyor, geceleri de sabahlara kadar Anadolu’daki Milli Mücadeleye silah sevkiyatında çalışıyordu. Kelimenin tam anlamıyla gecesi, gündüzü yoktu. O, dinini, devletini, milletini, ülkesini, vatanını esaret altında görmektense ölümü bin kere tercih eden bir yapıya sahipti. Ancak yazın sıcak, kışın soğuk demeden, çok yoğun bir tempoyla insan takatinin üstündeki ağır yükleri taşımaya ne yazık ki onun dev cüssesi de dayanamadı, vereme yakalandı.

Hastalığı; iyice ilerleyip/ağırlaşıp/müzminleşip beti benzi iyice sarardıktan, çok zayıflayıp süzüldükten, halsiz ve takatsiz düştükten sonra herkes tarafından fark edilebilir hale geldi. Dev cüssesini kısa zamanda yiyip bitiren hastalık, bir müddet sonra onda hiçbir şey yapabilecek güç ve takat bırakmamıştı. Acilen bir hastaneye yatıp tedavi görmesi gerekiyordu. Ali Sait Paşa da onu bu yönde ikna etmeye çalıştı. Fakat bütün ısrarlarına rağmen bir sanatoryuma yatmaya ikna edemedi. Çünkü doktorlar, hastalığının artık çok ilerlemiş olduğunu, bu yüzden artık tedavinin fayda vermeyeceğini, bu hastalıktan kurtulmasının imkânsız olduğunu söylüyorlardı. O ise, memlekette bunca tedaviye muhtaç ve tedavisi mümkün hastalar, gaziler, yaralılar varken, böyle ümitsiz bir hastalık için boşu boşuna hastanede bir yatak da kendisinin işgal etmesini istemiyordu. Hatta cebindeki üç beş kuruş parayı da ilaçlara ve hastaneye harcamak yerine, tanıdığı şehitlerin dul ve yetimlerine ve fakir öğrencilerin okuduğu bir okula bağışlamayı tercih etti.

Ölümünün iyice yaklaştığını hissedince bütün eşyasını bir bavula koyup; ölümünü bekleyen diğer yaşlıların, ümitsiz hastaların ve kimsesiz yoksulların barındığı Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ne çekildi. Çok geçmeden, hiç de uzun olmayan ama çok zorlu ve dolu dolu geçen bir hayatın ardından, kimseye yük olmamak için sığındığı bu tekkede sessizce son nefesini verdi (1919). Zenci Musa’nın bavulundan bir Osmanlı haritası, bir Kuran-ı Kerim, Kuşçubaşı Eşref Bey’in bir fotoğrafı ve bir kefenden başka bir şey çıkmadı.

Şimdi Türklük ve Müslümanlık için fedakarlıkların en büyüklerini yapan Zenci Musa mı daha Türk, yoksa bedavadan Türklük iddiası güden ve havası atan Turkey’ler mi? Ona da siz karar verin!

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR