Ana SayfaDosyalarPOSTMODERN KİTLE KÜLTÜRÜNÜN TÜRK MİLLETİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

POSTMODERN KİTLE KÜLTÜRÜNÜN TÜRK MİLLETİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

POSTMODERN KİTLE KÜLTÜRÜNÜN

TÜRK MİLLETİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

ZAMANIN RUHUNU ANLAYAMAMAK

Hegel’in yaşanan zamana hâkim anlayış olarak ileri sürdüğü ‘zeitgeist’ terimi, Türkçemize yanlış bir şekilde ‘zamanın ruhu’ olarak tercüme edilmiştir. Yaşanan zamana hâkim olan moda anlayışa uymak, bir zorunluluk gibi görülür oldu. Yeni Milenyum da bizi, yaşadığımız zamanın ruhunu doğru anlamaya götürecek bir zihin açıklığına götürememiştir. Yaşadığımız zamanı döndüren siyasi ideolojiyi de doğru dürüst algılayamadık. Yaşadığımız zamanın ruhunu ve buna bağlı olarak geliştirilen dünya ölçekli siyaseti doğru analiz edemiyoruz. Bu yüzden de AB ve ABD merkezli olarak üretilen politikalarla mücadele etmekte zorlanıyoruz.

Entelektüel dünyamız ve onun verileriyle kendisine bir yol açması gereken siyasi hayatımız, yaşadığı zamanı analiz etmek söz konusu olduğunda hiç de iyi bir sınav veremiyor. Siyasilerimiz, günübirlik politikalara öylesine gömülüyorlar ki, ‘uzun yolun azığını hazırlamak’ anlamına gelen kültürel iradeyi hazırlayacak entelektüel teşkilatlanmayı bir türlü gerçekleştiremiyorlar. Aynı kudret iradesi, siyasi iradenin yanı başında bir bürokrat haline gelmeye can atan entelektüellerimiz tarafından da gösterilemiyor.

AB ve Rusya ve özellikle de ABD, son yüzyılda, uyguladıkları kültür politikaları ve kültür savaşlarıyla gerek dünya çapında, gerekse kendi içlerinde yaşadığımız zamanın ruhunu şekillendirebilmek için büyük çaba sarf ediyorlar. Türkiye ise, içinde yaşadığımız postmodern popülizm ideolojisini hala doğru bir biçimde algılayabilecek ve analiz edebilecek duruma bile gelememiştir. Bunun pek çok nedenleri olabilir. Örneğin, siyasetin gündelik ihtiyaçları, bazen popülizmi de gerekli kılabilmektedir. Çünkü siyasetçi ister istemez gelecek seçimi düşünmek zorundadır. Bu da daha çok gelecek nesilleri düşünmeyi gerektiren gerçek devlet adamlığı vasfıyla çelişmektedir.

POSTMODERN KİTLE KÜLTÜRÜ

İçinde yaşadığımız çağa damgasını vuran, adına halk denilen sıradan insanları, ömrünü mutfakla tuvalet arasında geçiren yığınlar ve yaşamın zevklerine kendini kaptırmış avam derecesine indirmeyi amaçlayan ve kapitalizm görüntüsü altında saklanan şeytani bir ideolojidir. Bu da İslam’ın asla kabul etmeyeceği, bizim milletimize de hiç yakıştırılamayacak bir durumdur. Bu ideoloji, genetik mühendislerinin buğday tohumunun genetiği ile oynayıp onu bozması gibi, insanın mahiyeti ile oynamaktadır. Bugünün ‘postmodern popülizm’i, geçmiş zamanların popülizmine de tamamen ters, irfan sahibi Türk halkına kastetmiş şeytani bir ideolojidir.

Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, Türkiye’de düşüncenin artık popüler kültürün sınırlarında gelişebilmesinin yolu açılmış, bu yüzden de dünyadaki değişimleri geç fark edebilir hale getirilmiştir. Ne yazık ki, günümüzde Türkiye’nin yegâne ümidi durumundaki İslami hassasiyeti olan gençler de bundan paylarını almaktadırlar. İslami hassasiyeti olan gençler arasında da hedonist (hazcı) eğilimler hiç olmadığı kadar had safhaya ulaşmıştır. Postmodern popülizm ideolojisi artık onları bile, yaşadığımız teşhir ve ifşa çağının içine çekmekte ve sonuçta İslam’ın yükünü ve sorumluluğunu taşıyamayacak avam seviyesine indirgemeye çalışmaktadır. Maalesef Türkiye’de İslami duyarlılık sahibi kültür de sol ve Kemalist duyarlığın popülizm ideolojisiyle sığlaştırılmasına benzer bir sığlığa çekilmektedir.

Günümüz Müslümanları bu basit ‘halk kültürü’ ve ‘postmodern kitle kültürü’ olgusunun farkına ve ayırdına bile varamamaktadırlar. İtirazları da gerçek bir itiraz değil, ‘işveli itiraz’dır. İşvelerinden ve dirençsizliklerinden aslında yaşanan şeylerden gerçek bir rahatsızlıklarının olmadığını, payları verilince derhal susacaklarını anlamak mümkündür. Müslümanlar, sanal kitle insanı haline getirilerek, birkaç şeyle mutlu kılınıp idealden uzak tutulmaktadırlar. Bir ideale değil de asla ondurmayan günün modasına hapseden bir hayat, medya yoluyla pazarlanmaktadır. Yığınlar, doğal olarak böyle bir hayatı kabullenecektir.

Türk Milletinin de millet olmaktan çıkıp, halk haline, hatta yığın haline dönüştüğünü, küreselleşmenin kurguladığı, şeytani bir keyif düzeni haline gelmiş ABD menşeli popüler kültüre, bütünüyle bağımlı hale geldiğine dair sorumluluk sahibi entelektüellerimizin ciddi eleştirileri ve uyarıları vardır. Alev Alatlı, 1990’lı yıllarda yazdığı, ‘Okey Musti Türkiye Tamamdır’ adlı kitabında, ismet Özel, 2005 yılında yazdığı ‘Savaş Bitti’ şiirinde milletimizi feryat ederek uyarmaya çalışmışlardır.

Maruz kaldığımız postmodern popüler kültür anlayışına, çağın gerisinde kalmamak için, zamanımızın Müslümanları da yarışırcasına uyma telaşına girdiler. Oysa siyasi cephesine ‘küreselleşme’ denilen postmodern popülizm ideolojisi, ABD’nin, SSCB sonrası kendi çıkarlarını korumak için kurguladığı bir ideolojidir. Ülkemizde de halkımızın, Anadolu insanının yüksek irfanının yüksek irtifasını pop kültürle bayağılaştırmayı amaçlar. Halk avamlaşır, kendisini tüketim çılgınlığına kaptırıp, sürekli daha fazla konfor ister hale gelirse Türkiye de pek çok ülke gibi haritada adı olan ama öz ‘ruh’unu kaybetmiş yığınlarla dolu bir ülke haline gelebilir. Bunun açılmış bir kültür savaşı olduğunun farkına varılabilmesi hayati önemdedir.

Yaptıkları işin tabiatı gereği siyasiler, toplumun derinliklerinde yatan psikolojik değişimleri ve halleri, ancak bu problemler iyice görünür hale geldikten sonra, yani çok geç fark ederler. Bu bile önemli bir şeydir ama yeterli değildir. Bu konularda, nitelikli devlet adamları, filozoflar, düşünürler, entelektüeller tarafından yazılacak erken uyarı türünden eserler çok önemli ve gereklidir.

İSLAMİ TEFEKKÜR’DEN SÖZ ETMEK BİLE SUÇ

Bugünün Avrupa’sı için sosyalizm tehlikesi tamamen gündemden düşmüştür. Ancak, insanları yığınlaştırarak onlara bir ruhları olduğunu, yani insanlıklarını unutturan güçler için, dün olduğu gibi bu gün de en tehlikeli düşünce ‘İslami tefekkür’dür. Peki, ‘İslami tefekkür’ü, düşmanları için bu kadar tehlikeli kılan nedir? Bu sorunun cevabını Aliya izzetbegoviç’in ‘Doğu ve Batı Arasında İslam’ adlı kitabında açıkça görürüz.

Siyaset, bir kere kitleleşmiş, sadece kendi küçük ya da büyük çıkarlarına odaklanmış, hazzın peşinde koşan insanlara seslenmeye başladı mı, artık meseleleri olanca açıklığıyla ortaya koyan kitaplar, kütüphanelerdeki ayrıcalıklı yerlerinde kalırlar. Bu kitaplar artık pek az insanı etkileyebilir durama gelir. Öte yandan, ‘İslami tefekkür’den söz etmenin bedeli de ağırdır. Küresel kapitalizm, bu bedeli bazen mahpusluklarla, bazen idamlarla, bazen de tehlikeli gördüklerini bir süreliğine iktidar yaparak ödetmeyi seçer. Zaman zaman bu ödetme biçimleri yer değiştirebilir. İktidara getirdiklerinin yollarını da hapislere ve idamlara uğratabilirler.

İdeallerinden uzak düşmüş popülist nesiller yerine idealist nesiller yetiştirmek bazen çok zor, hatta imkânsız olabilir. Yapılan iyi şeyler bile, popülizmin esiri ve oyuncağı olmuş bir sonraki nesil tarafından ıskartaya çıkarılır. Her kültürün faili, fert, şahsiyet, ‘bir eşi daha bulunmayan ferdiyet’ olarak, insandır. Kitle kültürünün öznesi (veya nesnesi) ise topluluk, kitle ve ‘insan-kitle’dir. İnsanın ruhu, kitlenin ise sadece ihtiyaçları vardır. Onun için her kültür, insanın yücelmesi, mükemmelleşmesi anlamına gelirken, ‘kitle kültürü’ ile amaçlanan ihtiyaçların tatminidir.

Muhayyile, Roger Garaudy’nin, gerçekten daha doğru dediği ideale yönelik yaşamak ve mücadele etmek demektir. Güncele ve moda eğilimlere göre ideali eğip bükmeyi değil, ideale göre güncele şekil vermeye gayret etmek demektir. Güdülen gaye, gerçeğe anlam kazandırır, o gerçeğin oluşmasına katkıda bulunur. Garaudy ve izzetbegoviç, kitle insanının ve kültür endüstrisinin insanları alıklaştırmaya yönelik tüm faaliyetlerinin farkındadırlar ve bu kuşatılmışlığa karşı mücadele verirler. Çok yönlü birçok hastalığı içinde barındıran popülizmi tüm dünyaya medya yoluyla yayan siyonizmdir. Müslümanların kulakları da, en çok kendi içlerinden çıkıp kendilerini eleştirenlere karşı tıkalıdır. Bu yüzden Garaudy ve izzetbegoviç’in Müslümanlara yönelik eleştirilerini nedense Müslümanlar görmek istemiyorlar. Muhayyilelerini ilahi bir lütuf olarak görüp gerçeği ideale göre değiştirmeye çalışan bu iki güzide insanın yaşamları da, aslında bu büyük eleştiriyi yöneltir Müslümanlara hal diliyle: ‘Niçin gerçeğin değişmeyeceğini düşünerek, idealinize göre yaşamayı bırakıyorsunuz, gerçeğe uyuyorsunuz?’ derler.

Kitleleşme olgusu, yalnız Izzetbegoviç tarafından dikkat çekilen ve eleştirilen bir konu değildir. Bugün için bu olgudan, başta Almanlar, İngilizler, Fransızlar olmak üzere Batı dünyası da şikâyetçidir, kendi nesillerinin yığınlaştırılmasından yakınmaktadırlar. Sanayi devrimi sonrası, insanları kitleleştiren kapitalizm bile bu kitlelerin o günlerin kapitalizmine karşı hoşnutsuzluğundan, kütlelerin isyanı ile yüz yüze gelmekten kurtulamamıştır. Toplumsal olaylardaki ve gelişmelerdeki görünür yönleri ortaya koymaya çalışan tarihçilerin, sosyologların, devlet adamlarının çalışmalarının yanında romancıların yazdıklarının da apayrı bir yeri ve önemi vardır. Onlar, kitlelerin alıklaştırılması sürecinde birer megalomana dönüşen kişiliklerin psikolojik tahlillerinde çok başarılıdırlar. Örneğin, Rus toplumundaki bireylerin patolojik hallerini en iyi gösterenlerin başında Dostoyevski ve Tolstoy gelir. Bugünkü Rusya’nın ABD ve AB karşısındaki tutumunda bile Dostoyevski’nin geniş manada Batı’yla ilgili görüşlerinin yansımaları görülür. O, Rus birey ve toplumunun tabiatının farkındadır ve onun Batı’ya galebe çalmasını ister. Rus bireyinin olduğu kadar, kitlesinin de psişik çözümlemelerini başarıyla ve hakkıyla yapar. Zaten kendisi de en az içinden çıktığı toplum kadar hastalıklı bir ruh haline sahiptir.

GENÇLİĞİM EYVAH!

Tarık Buğra, Türk gençlerinin sağ, sol çatışmaları içinde eriyip gittiği, Türk devlet idesinin büyük bir saldırıya maruz kaldığı 1979’da ‘Gençliğim Eyvah!’ adlı romanını yayımladı. Jön Türklerden ittihat ve Terakki’ye, Cumhuriyet sonrası kurulan siyasi partilerden, gazete ve dergilere, üniversitelere kadar yaygınlaşıp tüm toplumu etkisi altına almış patolojik durumu anlatmaya ve milleti uyarmaya çalışıyordu. Sadece bize has olmayan, kimi dönemlerde bütün dünyayı etkileyebilen bu tür hastalıklı durumların tespit ve teşhisi, sonra da tedavisi çok önemlidir ve sürekli gündemde olmalıdır.

Tarık Buğra da, onun içinden çıktığı Türk toplumu da yüz yıl öncesini Rus yazarları ve toplumu kadar marazi bir kişilik yapısına sahip değildir. Buna rağmen Tarık Buğra, sanatçılık, romancılık ve aydın aydın sorumluluğu duygusunun bir gereği olarak; kişisel hırslarının elinde birer megalomana dönüşmüş kişilikler eliyle insanımızın paramparça edilmesinin önüne geçmek istemiştir. Romanında, megaloman bir kişiliğin bir psikopata dönüşmesini adım adım bize göstermeye çalışır. Romandaki başat karakterlerden biri olan ihtiyar, babası bir tarikat şeyhi olan, kendisini devletle eş tutan, onun yerine geçmek için kariyer maniasına yakalanmış hırslı tipleri kendine bağlayan, narsist bir kişiliktir. Tarık Buğra’nın ‘diksürüngenler’ dediği, bu olta atılmış kişilikler, ilgilenilmek, benimsenmek, yükselmek hastalığına yakalandıklarından, devlet kurumlarına yerleşmek isterler. İhtiyar, görünürde politikayla hiç ilgisi olmayan, kendi halinde bir üniversite hocasıdır, çok mahcuptur, sahneye pek çıkmaz. O, biyolojik ve fizyolojik bakımdan değil, mizaç bakımından tam bir ‘hünsa kişilik’tir. Heykelleşmiştir. Devlet içinde devlet olacak güce ulaşmasında bu gibi niteliklerinin payı büyüktür. Devleti devlet yapan her kuruma adamlarını sızdırır. İktidar partisinde de muhalefet partilerinde de etkili ve yetkili adamları vardır. Üniversiteler, tabii gazeteler de onun adamlarıyla doludur. Bütün amacı, halkı beş paralık şeker suyu sürülmüş kâğıda gelip yapışan sinekler gibi belli sapık fikirlere bağlamak ve onları kendi devletleriyle çatışır hale getirmektir. Milletin kitle, yığın haline gelmesi, yani halk bile olmaktan çıkarılması için anlaşmazlıkları çoğaltır, körükler, en basit bir şey için bile birbirine zıt bin yorum uydurup yayar. Bencil ve değersiz kişilikleri gazetelerinde sevimli gösterip destekler; iyi ve başarılı insanları kötüler; dalkavuk çiftlikleri kurup zayıf kişilikleri çoğaltır. Daha altı yaşında devşirdiği bir kız çocuğunu bile teslim ettiği bir abla marifetiyle militanlaştırır. İnsanları avlamak ve kandırmak için kişiye göre değişen oltalar kullanır. Buğra’nın resmettiği hastalıklı kişilikler, sadece 1970’lerin anarşik ortamıyla sınırlanamaz. Milleti patolojik kişiliklerinin esiri yapmaya çalışan bu gibi hastalıklı tipler, dün olduğu gibi bugün de vardır, yarın da var olacaklar, kendi marazi amaçları yanında, Türkiye’yi hedefe koyan yabancı güçlerin amaçlarına da alet olmaya devam edeceklerdir. Buğra’nın diksürüngenler dediği bu tip hastalıklı tipler, batıcı, sağcı, solcu, komünist, hatta sözde dindarlar arasından da çıkabilmektedir. Bu tip kişiliklere karşı, devletin ve milletin kendi kadim değerleri ve idealleri doğrultusunda uyanık, dikkatli ve tedbirli olması şarttır.

Tarık Buğra, 15 Temmuz’dan otuz üç yıl önce yazdığı romanında, aydın sorumluluğunun bir gereği olarak, milletimizin, devletimizin beka sorunu yaşamasına neden olabilecek kadar güçlenen FETÖ benzeri örgütlerin, psikolojilerinden, kullandıkları yöntemlere kadar tüm yönlerini ortaya koyma gayreti içerisinde olmuştur. Türkiye, günümüzde de üst üste atlatılması oldukça zor ve güç, benzer sorunlarla ve tehlikelerle yüz yüze gelmektedir. Büyük tehlikelere, varlık ve beka sorunlarına yol açabilecek gelişmelerin, nedenlerin en başından, yani işler daha ‘Gençliğim Eyvah!’ denecek, topluma zarar verebilecek duruma gelmeden tespit ve teşhis edilmesi, derhal bertaraf edilmesinin yollarının aranıp bulunması şarttır. 15 Temmuz’un üzerinden neredeyse üç yıl geçti ama bunun neden ve sonuçları üzerinde, entelektüellerimiz topluma hala Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah’ı kadar bile olsa derin çözümlemeler içeren bir çalışma sunamadı.

KİTLE İNSANI ZÜPPELİĞE MEYİLLİDİR

Kitle insanı züppeliğe meyillidir. Dolayısıyla kitle insanının yöneldiği, örnek aldığı tip, züppe tipidir. Toplum denen kocaman ve karmaşık yapı bir defa böyle bir sürece girdikten sonra, yetişen on ciddi aydına karşılık, en az yüz tane de züppesi üretilmeye başlar. Bu nedenle ‘ciddi aydın’ın yetişmesi her bakımdan ve gittikçe zorlaşır.

Osmanlı döneminde halk, henüz kitle insanına dönüştürülemediği için, gerek Tanzimat, gerekse Cumhuriyet döneminde, Batıcı aydınların Türk milletini kendi milli kimlik ve kişiliğinden tam olarak koparabilmesi mümkün olamamıştı. Halk ‘irfani’ yanıyla aydınlarına göre olağanüstü bir mertebede kendi hayatını sürdürüyordu. Bu irfan zamanla kaybolmaya yüz tuttukça, bugünkü kitle insanına doğru bir evrilme söz konusu olmuştur. Osmanlının son dönemlerinde aydının züppesi de ciddisi de bir hayli azalmıştı. Osmanlı aydınlarında ve ciddiyette görülen azalma, devlete de yansımış, üç beş ciddi aydının çabası durumu kurtarmaya yetmemiştir. Zaman içinde ciddiler de züppelere benzemeye başlayınca felaketler birbiri ardına sökün edip gelmiştir.

Ciddiyeti ete kemiğe bürünmüş gerçek aydınlar; siyaseti ve düşünceyi kendini bilmenin bir alanı olarak görürler, bu da bu büyük simaların yaşadıkları zamanın hengâmesinin üstüne çıkmalarına imkân sağlar. Bu yüzden, bunların fikirlerini tam olarak benimsemeseniz de kendilerine ve fikirlerine büyük bir hürmet hissedersiniz. Ciddi aydın, siyaset üzerine düşünmeyi, kendini bilmenin bir başka alanı olarak gördüğü için, vazifesini bihakkın yapar. Siyaseti, kendini bilmenin bir alanı olarak görmeyen siyaset adamının ciddiyetsizliği karşısındaysa ciddi aydının işi daha da zorlaşacaktır.

Hakiki bir şair, romancı, hakiki bir sanatçı, istemese bile ‘mücadeleye girmiştir’. Onun sanatı –eğer hakiki ise- daima yalanların aleyhine şahitlik etmek durumundadır. Sanatçıların kaçınılmaz mücadelelerinin bulunduğu yer burasıdır (Aliya Izzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım). Günümüzün ciddi aydını da halkı kendi irfanına davet etmeye çalışmalıdır.

Avamın sanatı olmaz. Bunu çok iyi bilen Müslümanlar, avam insan tipini, tekkelerde, zaviyelerde fevkalade bir eğitimden geçirmiş ve o muhteşem türküleri yakan kim olduklarını bilmediğimiz insanlar ve halk şairleri böylelikle vücuda gelmiştir. Müslümanların avamı ‘havassa heves eden’ bir yapıda olmuştur. Müslümanlar, havassı da, avamı da insani bir kategori görmeyip kendi nefsinde aramıştır. Böylelikle tüm meselenin ‘nefs terbiyesi’yle mukayyet olduğu bilgisi ister havas olsun, ister avam olsun, tüm Müslümanların önünde açılmıştır.

AYDIN VE ENTELEKTÜEL BUHRANIMIZ

Bugün Türkiye’de düşünce hayatına bakıldığında, ‘kundakçı aydın tipi’nin maalesef en çok bulunduğu ülkelerin başında geldiği görülür. İslami tefekkür, gerçekte her anlayıştan insanın düşüncesi ve yaşamı için en önemli teminat olmasına rağmen, bu bir türlü gerektiği gibi anlaşılamamış, anlatılamamış, İslami tefekkürden duyulan nefretle sözde aydınlarımız geleceğimizi kundaklamaktan, dinamitlemekten geri kalmamıştır. Batı, her şeye ve bütün tahribatlara rağmen, İslami tefekkürü bir türlü bırakmayan Müslüman Türk Milletinden bunun intikamını, Türk Milletini daha fazla bölüp parçalayarak alabilmenin hesapları içine girmiştir. Fransız Akademisi ve onun Türkiye’deki acenteleri eliyle son yirmi yılda, Kürt kökenli gençlerimizin İslami olan her şeyden uzaklaştırabilmesi ve ateistleştirilmesi için çok büyük çabalar gösterilmiş, bu yolda en büyük desteği de Türk solunun aydın kesiminden almıştır.

Entelektüelliği Türkiye aleyhtarlığı olarak gören milletine yabancılaşmış sözde Türk entelektüelleri, ‘Söz konusu kişinin, kendisinin inandığını sandığı nedenler yüzünden, sizin arzu ettiğiniz yönde hareket etmesidir’ şeklinde ifadesini bulan ABD propaganda tarzının nesneleri durumuna gelmişlerdir. Türkiye, soğuk savaş döneminde olduğu gibi bugün de, ABD, AB ya da başka bir ülke veya mihrakların telkin ettiği görüşlere sanki kendi görüşleri ve düşünceleriymiş gibi sıkı sıkıya bağlı ve bunları yaymaya çalışan kişilerle de beraber yaşamak durumundadır.

Türkler Müslüman olduktan sonra tarih boyunca hiçbir zaman kendi kaderleri haline getirdikleri ‘îlâyı kelimetullah’ idealinden vazgeçmemişlerdir. Arabı, Çerkezi, Kürdü, Lazı, Arnavutu ve sayılamayacak kadar çok etnik kökenlerden gelen unsurlarıyla bütün Müslümanlar, hiç gocunmadan, tarih boyunca olduğu gibi bugün de bu ideal etrafındaki yerlerini almaya devam etmektedirler. Hatalar olabilir ama bunları düzeltmek erdemdir. Ne olursa olsun tüm Müslümanların ve onları temsil, onlara liderlik ve önderlik etme kaderi alnına yazılmış olan Türk Milletinin öyküsü birdir. Yaşanan olumsuz gelişmeler, kayıplar ve felaketler yüzünden bu milletin içinden kültürel bir reddi miras yapanlar olmuşsa da milletin nitelikli çoğunluğu, derin millet, tarihi kaderi olan ilayı kelimetullah idealini, tarihin içinden süzüp getirdiği Türk devlet idesini hiç unutmamış ve kaybetmemiştir. Unutanlara hatırlatmak için de elinden geleni yapmıştır ve yapmaktadır. Fakat dünyayı yöneten egemen güçlerin gözünde, Türkiye’nin bu ideallere bırakın dönmesi, onları hatırlaması bile dünya siyaset dengesini alt üst edebilecek kadar tehlikeli bulunmaktadır.

Türk Milleti, tüm yeryüzünü alıklaştırma siyaseti güderek ekonomik keyiflerinin ve hegemonyalarının devamını amaçlayan ABD menşeli popüler kültüre karşı, tarihinin içinden getirdiği, kendi irfanını ve maneviyatını kalkan olarak kullanarak bu güne kadar ayakta kalmayı başarabilmiştir. Türkiye, asırlardır kendini koruyabildiği bu kalkanın ruhunu, maneviyatını, ideallerini, insanlığın tüm kültürel birikiminin mahvına kast eden ABD menşeli popüler kültüre karşı yeniden organize edebilir ve bunu tüm yeryüzüne yayabilirse, halkın alıklaştırılması ve aptallaştırılması üzerinden ekonomik kazanç sağlamayı hedefleyen sömürü düzenine dur diyebilir, daha insanca yeni bir dünya inşasına ön ayak olabilir. Bu da ciddi kültürel zeminin toprağının gerektiği gibi işlenmesini, ciddi bir ekip biçme, budama, gübreleme, zararlı otlarla mücadele gibi zihinsel ve bedensel yararlı faaliyetleri gibi kültür ve sanat politikalarını gerektirmektedir. Bunun zihinsel yanının entelektüeller eliyle, bedensel yanının da belli bir bilince sahip bürokratlar eliyle yürütülmesi şarttır.

Maalesef bizim entelektüellerimiz ile onlarla hemhal olması gereken devlet adamlarımız da birbirleriyle yeteri kadar irtibatlı değiller. Bürokratlarımız da devlet adamlığı nosyonunu tam olarak yerine getirebilecek eğitimden ve milli şuurdan yoksun durumdalar. Egoları da bir hayli şişkindir. Bu yüzden maalesef, 15 Temmuz’dan sonrasının kültür iradesini oluşturma sorunu da hepimizin önünde hayati bir sorun olarak durmaktadır.

Türk halkı, dışarıdan bakıldığında ve bazı yönleriyle hiç değişmemiş gibi görünse de, küreselleşme sürecinde, ABD menşeli yoz kültürün vampir ısırığına hiç olmadığı kadar maruz kalmış durumdadır. Maalesef bu yoz kültür, devletini, milletini, inanç ve ideallerini, dinini, dilini, öz kültürünü asırlardır korumaya çalışan geniş halk kesimlerini de ciddi bir şekilde etkilemekte ve sarsmaktadır. Geniş halk kesimleri, postmodern popüler kültürün müziğine, yeme içme alışkanlıklarına, giyim kuşam tarzına, düşünme biçimlerine, siyasi eğilimlerine alıştırılmış, hatta müptela kılınmıştır. Postmodern popülizm ideolojisine karşı bundan sonra mücadeleye girişecek olanlar, bu ideolojinin güdümüne almayı başarabildiği geniş kesimler olduğunu görmek; bu mücadelede halka ne kadar güvenip dayanabileceklerini hesap ederken, halkın geniş kesimlerinin de o eski halk olmaktan çıkarıldığını anlamak zorundadırlar. Bu yığınlara bakarak, tamamen onların istediği yolda ve tarzda siyaset yapmak, sırf bunlara dayanmak, halktan sonra milletin kendilerinden büyük beklentileri olan siyaset adamlarının, sanatçıların, ilim ve fikir adamlarının da popülizm bataklığına çekilmesinden başka bir sonuç doğurmaz. Yığınlaşma tehlikesiyle yüz yüze gelen halkımızın, tarihin içinden getirdiği milli şuurunu yeniden tazelemek gerekmektedir.

Entelektüel Sermaye adıyla bir kitap kaleme alan T. A. Stewart, ister sosyal bilimler, isterse teknik alanda olsun, entelektüel birikimin nasıl bir sermaye olarak işlev göreceğine kafa yormuştur. Entelektüel sermayesini bir türlü kendi yararına sevk ve idare edemeyen Türkiye için, bu durum hayati önemdedir. Asırlardır tek tek çok önemli ve değerli isimler çıkarabilsek de bunların enerjilerini bir türlü bir araya getirip, bir ideale doğru gayret edebilmelerini sağlayamıyoruz.

ENTELİJANSİYA EKSİKLİĞİMİZ

Entelektüellerin bir araya gelişi ve aynı hizada duruşuyla bir entelijansiya oluşturulur. Entelektüeller, genelde bireysel hareket eden kişilerdir. Entelijansiya ise, tarihsel olarak belli toplumsal fikirler etrafında birleşmiş kişilerdir. Onlar birbirlerini tanırlar, bilirler, aynı konuları ve sorunları tartışırlar, sonuçta aynı düşünceler etrafında birleşerek aynı konumu paylaşırlar. Fransa, Rusya, Almanya gibi ülkelerin bugün fikir, sanat ve siyasetteki kudretlerinin kaynağı, tek bir dağ gibi kendi başına yükselen entelektüellerinden daha çok, birbirleriyle bağlantılı yan yana dizilmiş sıradağlar gibi uzanan entelijansiyalarının varlığıdır. Büyük dağların, zirvelerin arasını dolduran küçük dağların varlığı da büyük dağlar kadar önemlidir. Böylece oluşan ve sıradağlar gibi yükselen bir entelijansiya, milletleri içeriye ve dışarıya karşı güçlü ve kuvvetli tutar.

Tanzimat’tan beri Türkiye’de ne yazık ki, milletin ideallerine aykırı, Batıcılık fikri etrafında bir entelijansiya oluştuğu söylenebilir. Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında da yine bunun devamı niteliğindeki aynı Aydınlanmacı entelijansiya karşımıza çıkar. Bu entelijansiya, eğitimden iktisada, sanattan edebiyata ve siyasete kadar Türkiye’nin 1840-1950 dönemine damgasını vurmuştur. Bunlar, Batı’nın Aydınlanmacı görüşlerini Türkiye’de yerleştirerek yeni bir Türkiye yaratmayı hedeflemişler ve kimi açılardan da bunda başarılı olmuşlardır. Kuşkusuz bunlara aykırı görüşler de olmuştur ama bu görüşlere karşı asıl muhalefet, birbirinden kopuk halk yığını olmaktan çıkarak millet seviyesine ulaştığını defalarca ortaya koyabilen Türk Milletinden gelmiştir. Aydınlanma düşüncesinin, Türk Milletinin içinden din duygusunu alarak onu sekülerleştirme gayretleri beklenen sonucu vermemiştir.

Müslüman entelektüeller de ne yazık ki bu süreçte bir entelijansiya oluşturamamıştır. Kuşkusuz, Müslümanlar arasından da dağ gibi büyük entelektüeller çıkabilmiştir ama bunlar bir sıradağ yani entelijansiya haline gelememiştir. Bu entelijansiyanın oluşamamasının temel nedenlerinden biri, modern ve postmodern süreçler boyunca bazı Müslüman entelektüellerin kendilerini İslamcı, yani Batılı bir ideoloji olarak kurgulamalarıdır. İslamcılık adıyla ortaya çıkan bu ideoloji, Türk Milletindeki Müslümanca düşünmenin esasını ve erdemini kavrayamamıştır. Bunlar, kendilerini sırtlarını yasladıkları milletin İslami tefekkürünün ve irfanının önüne geçirmişlerdir. Bu nedenle İslamcı entelektüeller, sosyalist entelektüellere benzer hülyalar içinde, gerçeklikle bağlarını kaybetmişlerdir. Bugünkü bazı dağ gibi büyük sayılabilecek İslamcı entelektüellerin, sosyalist entelektüellerinkine benzer hülyalar içinde, gerçeklerden kopuk, atıl ve yapayalnız halleri dikkat çekicidir. Hepsi kendi başına, kendi dünyalarında yaşayan bu büyük isimler etrafında ve arasında bir entelijansiya oluşturamamaları önemli bir sorun ve eksikliktir.

Öyle görünüyor ki, Türkiye’nin gerçek intelijansiyası; aydınlanmacı, sosyalist ve İslamcı çevrelerden çıkmamıştır. Türk Milleti, Batılı aklın anlayamayacağı bir şekilde, devletinin tüm zor zamanlarında bir entelijansiya olarak görev üstlenebilmiştir. Türkiye’nin tarihi kaderini üstlenecek milli ideali etrafında birleşmiş ve kenetlenmiş bir entelijansiyasının olmadığı dönemlerde, bunların yerini tutarak, bu ideali sahiplenmiştir. Türkiye’nin entelektüelleri kendi kabuklarına çekilip, kendi düşüncelerine gömülerek bir araya ve bir hizaya gelemediklerinde millet onların yerine, hatta onlar için de bir araya gelerek örnek olmuştur. Fakat bu muhteşem hal de bugün büyük bir güçlükle karşı karşıyadır. Yaşadığımız dönem, Türkiye’yi acilen bir entelijansiyaya sahip olmaya zorlamaktadır. Bir ideoloji olarak küreselleşme, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de milleti popüler kültür vasıtasıyla iğdiş edip, ondaki millet vasfını yok etmeye yönelmiştir. Türk Milletinin millet olma vasfını hedef alan küreselleşme, her türlü aracı kullanarak, şimdiye kadar bir türlü oluşamayan entelijansiyanın görevini üstlenen Türk Milletini ve Türkiye’yi tarihten getirdiği kaderinin ve ideallerinin peşinde gitmekten alıkoymanın uğraşını vermektedir. Batının paketleyip sunduğu popüler kültür unsurları yeni yetişen nesillere millet olma vasfını kaybettirebilecek, halk seviyesinin de altında şuursuz yığınlar haline getirebilecek kadar tehlikeli boyutlardadır. Türkiye’nin bu noktada bir yandan milli kültür unsurlarını çeşitli seviyelerde popülarize etmesi, bir yandan aynı unsurları yeni nesillere, bir entelijansiya mayalayabilecek kadar yüksek seviyeden sunabilmesi gerekmektedir. Entelijansiya olmanın yükünün de daha fazla milletin üzerinde bırakılabilmesi doğru ve mümkün görünmemektedir. (125)

Asırlardır maddi ve manevi saldırılara maruz kalan Türk halkı onlarca, hatta yüzlerce badire atlatmıştır. Entelektüellerinden kendi entelijansiyasını çıkaramadığı dönemlerde, olağanüstü irfanı sayesinde, devleti ve milleti için kendisi bir entelijansiya görevini üstlenmiştir. Yabancılaşmış, yabancılara kul ve köle olmuş entelektüellerinin Batılılaşma gayretleriyle oluşan türlü çarpıklıklara karşı direnebilmiştir. Türk halkı asırlardır bu saldırılara, devrimlere, darbelere göğüs germiş, dinini, devletini, ideallerini, dilini, musikisini, ahlakını canla başla korumaya çalışmıştır.

ORTAK YANILGILARIMIZ

Türkler, Araplar ve Kürtler göz göre göre bazı müşterek yanılgılara düşürülmüşlerdir. Kürtlerde ‘Yahudilik’ psikolojisi oluşturulabilmesi için son derece sinsi gayretlerle çok farklı çalışmalar yürütülmüştür ve yürütülmeye devam etmektedir. Bunların bir an önce tespit ve teşhis edilmesi toplumun bütün katmanlarına ifşa edilmesi önemli bir zorunluluktur. Türk, Kürt, Arap gençleri, günden güne nihilistleştirilmektedir. Kendilerini birer oyuncağa çeviren Siyonist siyasetin geri planını bilmeleri, onlara bir parça da olsa buna karşı koyabilme uyanıklığı, gerekli karşı tedbirleri alıp uygulayabilme gücü ve kuvveti sağlayabilir. Siyonizm çoktan beri, bütün tarihi kaderi Türklere bağlı olmuş, sürekli Türklerle hemhal olup varlığı şekillenmiş Kürtlerden de Yahudiler çıkarma fantazisi kurgulamaktadır. Fakat tüm olağanüstü çabalarına rağmen, Türkiye’deki Kürtler açısından bunu istediği ölçüde başaramamıştır. Bu sefer de bu meşum planını, Kuzey Irak’ta ve Suriye’de gerçekleştirmenin çarelerini aramaya yönelmiştir. Bu konuda epey bir mesafe alabilmiş, bundan sonra artık Türkiye’deki Kürtlerde de Yahudilik psikolojisi oluşturma çabalarına daha fazla hız vereceğinin artacağının işaretleri net bir biçimde gözlemlenmektedir. Buna Türklerin ve Kürtlerin, öteki Müslüman kardeşleriyle birlikte verecekleri ortak cevaplar vardır. Bunlar da, Avrupalılar, Amerikalılar ve Israil Orta Doğu’ya gelmeden önceki ortak tarihlerini çok iyi bilmelerinden, adeta bununla dolup taşmalarından, geçmişte yaşanmış olaylardan dersler çıkararak, akıl, basiret ve feraset yolunu tutmalarından kaynaklanabilir. Aksi takdirde, biz hala dünkü, bugünkü ve yakın geçmişteki karşılıkla hatalarımızı birbirimizin gözüne sokarak, yeni düşmanlıklar üretme oyununa gelirsek hataların en büyüğünü yapmış oluruz. Siyonist Yahudi’nin hepimizi birbirimize daha fazla düşürme, bu arada elimizdeki avucumuzdaki her şeye çöreklenme, hepimizi birden toptan tarihin çöplüğüne atma hevesi uğruna başımıza çok daha büyük belalar açma tezgahlarının oyuncağı olmaktan kurtulamayız.

Milletimizin varlık bilincini oluşturan süreç, bizim çok uzun yıllar sürmüş bağımsızlık tecrübelerimizdir. Türkiye’nin ve Türklerin, Batılı emperyalist ve sömürgecilerin hala istedikleri gibi diş geçiremedikleri bir ülke olmasının temel sebebi, bizim yüzlerce yıllık bir bağımsızlık tecrübesinden geçip geliyor olmamızdır. Yüzlerce yılın tarihi tecrübesi ve birikimi derin milletin tertemiz şuuraltında iyice yer etmiş ve yerleşmiş durumdadır. Bedenlenmiş milletimizin damarlarında tertemiz kan olmuş dolaşmaktadır. Bu millet, bu sayede asırlardan beri kendisini her türlü alıklaştırma, aptallaştırma girişimlerine ve çabalarına karşı direnebilmiştir. Bütün yaşananlara ve olumsuz gelişmelere rağmen bugün hala ortada dip diri ayakta duran bir Türk milleti vardır. Bu millet, tarih boyunca kimseye utanılacak kötülükler yapmamış, zulmetmemiş, kimseyi sömürmemiş, tam tersine her zaman mazluma, mağdura ve çaresize el uzatarak çok dualar almış, Allah’ın dinine çok büyük hizmetleri geçmiş bir millettir. Esas mesele bu milletin evlatlarına kim olduklarını hatırlatmak, onları gaflet uykularından ve ona verilmiş narkozlardan kurtarmak, milletin özgüvenini yeniden tesis edip sürekli canlı tutmak, yaralarını sarmak, kesilip, koparılmış damarlarını ve uzuvlarını yeniden ve yerli yerinde birleştirip tedavi edebilmektir. Millet, hal diliyle bunun en uzman ve en doğru cerrahlarını göreve çağırmaktır. Sömürü çarkından geçmiş üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda geniş halk kesimleri, sahip oldukları yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin başkaları tarafından sömürülmesini hiç umursamayabilirler, onlar ne pahasına olursa olsun kendi rahatlarından, keyiflerinden vaz geçmek istemezler. Kendileri rahat bir ömür sürebildikten sonra mevcut sömürü düzenine hiç itirazları olmaz. Sömürgeciliğin tamamen sildiği, ezdiği, yok ettiği bir karakter yapısına, bozuk bir kimlik ve kişiliğe dönüşürler.

Türk Milleti ise tam anlamıyla sömürgeleştirilememiş, esaret altına alınamamıştır. Bu yüzden de en azından milletin özünü ve ruhunu temsil eden derin millet çok sağlam bir karaktere, milli ve dini bir şuura sahiptir. En yoksul, aç, sefil ve perişan hale düşürüldüğü dönemlerde bile, inanç, iman ve idealleri doğrultusunda hiçbir feragat ve fedakarlıktan kaçınmamayı, ruhsal ve manevi tatmini maddi tatminden çok daha yüksek ve ileri olan onurlu, izzetli ve şerefli bir hayatı tercih etmiştir. Bu Millet dünya görüşü olarak, dünyaya hâkim olduğu asırlar boyunca da biyolojik bir keyif ve haz hayatını, düşkünlüğünü ve kültürünü hoş görmemiştir.

Kapitalizm, daha küreselleşme aşamasına varmadan önce ‘kitle insanı’nı da bir nesne üretir gibi üretti. Sonra da bu insan tipinden milyonlarca çoğalmasını sağladı. Şimdilerde de bu insan tipi ölçü alınarak, her kötü işe ‘Ama halk böyle istiyor!’ gerekçesi uyduruluyor, her iyi ve ciddi işin önüne de halkın böyle istemediği engeli konuluyor. Kitle haline getirilmiş insanların, elbette başka bir şey isteyemeyeceği küresel kapitalizm tarafından da çok iyi bilinmektedir. Basit bir hileyle, önce kimlik, kişilik, ferdiyet sahibi insanlar, eğitimle, öğretimle, yozlaştırılmış; sanatla (özellikle sinema, müzik, roman vb gibi) ve siyasetle şuursuz bir kitleye dönüştürülmüş, sonrasındaysa onlardan beklenen tepkiler alınarak, akıl almaz bayağılıklara gerekçe olarak kullanılmıştır.

TEK BOYUTLU İNSANLAR

Kitleleri harekete geçirmekte basın, medya ve gazeteciler önemli roller oynamıştır. Bilindiği gibi kitleler, Almanya’da nasyonal sosyalizm, Rusya’da ve daha sonra başka ülkelerde komünizm, İtalya’da faşizm için harekete geçirilebilmiştir. İkinci Paylaşım Savaşından sonra da aynı kitleler, bu defa kapitalizmin ve sosyalizmin hedefleri doğrultusunda birörnekleştirilerek, Herbert Marcuse’ün adlandırmasıyla, ‘tek boyutlu insan’lar haline getirilmiştir.

1990’ların başında SSCB’nin de dağılmasıyla, günümüzde ‘postmodern popülizm’, yeryüzünü kontrol etmek isteyenler için, tüm dünyaya egemen yeni bir ideoloji haline getirilmiştir. Küreselleşme ideolojisi, yeryüzünün kültürel birikimini ABD menşeli yoz bir kültürle değiştirmedikçe hayatta kalamayacağının farkındadır. Bugün sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada geniş halk kesimleri, postmodern popülizm ideolojisinin kültürünü benimsemiş bir halde yaşamaktadır. Halkların, bağlı oldukları millet şuuruna ve onu temsil eden devletlere değil, onlara keyif veren, zevklerini, hazlarını temin eden, bağımlı hale geldikleri görünmez bir sisteme müptela, kul, köle olmaları istenmektedir. Bu sayede dünyanın herhangi bir yerinde oluşan bir sokak olayı, bu bağımlı kitleler üzerinden bir başka yerde kolayca tekrarlanabilmektedir. Bunun için basit bir provakasyon yeterli olmaktadır. Olaylara herkesin bilfiil katılması da gerekmemekte, oluşturulan kamuoyu ile gerekli sempati oluşturulmakta, bu arada istenen siyasi hedefler de gerçekleştirilmektedir.

Batının tarihi, çoğu zaman kendi halklarını alıklaştırmaların tarihidir. İslam ise tek bir insanın bile böyle zavallı bir hale getirilmesine rıza göstermez. Önce Batılı insan, kitle haline getirildi. Onun marazi halleri, kapitalizm ve sosyalizm eliyle küresel çapta yayıldı. Bu süreçler boyunca etkin bir kimlik olan entelektüellere, şairlere, sanatçılara, filozoflara, düşünürlere neredeyse hiç ihtiyaç kalmamıştı. Ama kültür endüstrisi, geçmişin birer hatırası olarak pazarlanabildikleri için, çeşitli toplantılarda ve etkinliklerde onları da istihdam etmekten geri kalmadı.

Kültür endüstrisi, müşterilerinin kasten ve tepeden bütünleştirilmesidir. Tüm dallarda, kitleler tarafından tüketilmeye uygun olan ve bu tüketimi büyük ölçüde belirleyen ürünler, az çok planlı bir biçimde üretilir. Tek tek dallar yapıları açısından birbirine benzer, en azından iç içe geçer. Kültür endüstrisi, kitle kültürünü; halk kültürü ve milli kültürle bulamaç ederek sunar. Halk kültürünün özünü bulanıklaştırıp bozarak kendi kılığına sokar. Aynı şeyi, milletlerin milli duygularının kabardığı zamanlarda milli kültür için de uygular. Bugün Türkiye’de Müslüman duyarlıklı çevrelerin maruz kaldıkları postmodern popüler kültürü, halk kültürü ve milli kültür sanmaları, tam da böyle bir yanılsamanın sonucudur. Halkçı, milli, hatta dini bir söylem geliştireyim derken kültür endüstrisinin manipülasyonuna uğradıklarını, günümüzün Müslüman duyarlıklı kalemlerine anlatmak oldukça zordur. Anlatsanız bile, popüler kültürün sunduğu imkânları bırakın terk etmeyi, sorgulamaya bile yanaşmayacaklardır. Kitle kültürüne maruz kalanlar, neyi savunduklarını bilmeden kitle kültürünü savunurlar, Müslüman dahi olsalar fark etmez. Bugün Türkiye’de özellikle Müslüman duyarlıklı çevrelerin gecikmiş kapitalistleşme sürecinin yarattığı açıklıkla oluşan kafa karışıklığını (ya da daha doğru ifadeyle işine gelmeme halinin) oluşturduğu kaosu açıklıkla görebiliyoruz. Bu kültür onları yürürken nereye basacaklarını bilen profesyonel mankenler haline getirir. Onlar hiç mi hiç, düşünmezler. Düş görme yetisine (muhayyile) kast edip, onu da işlemez hale getiren şey de aynı şeydir.

POSTMODERN KİTLE İNSANININ ÖZELLİKLERİ

Günümüzün ‘kitle insanı’ nasıl bir şeydir? Bunlar iğdiş edilmiş zihniyle sürdüğü ömrün farkına varmaksızın biyolojik bir hayat yaşamaya zorlanan ve konfor verildiği müddetçe de (bir Müslüman bile olsa) hiçbir şey düşünmeden yaşamaya çoktan razı insanların psikolojisine sahiptirler. Müslümanların bile postmodern popülist kültürü, halk kültürü, hatta milli kültür olarak kabul ettiği bir ortamda dünyanın geri kalanı için ne söylenebilir ve iyilik, kötülük mücadelesinin ne anlamı kalabilir? Sadece haz ve zevk peşinde koşan, mutluluk arayışının ya da mutsuzluktan kaçışın bencilleştirdiği insanlar nasıl mutlu edilebilir? Kitle insanının yeni versiyonu olan, küresel çaptaki kültür endüstrisinin manipüle ettiği günün sanal insanı için edebiyat, sanat, düşünce, ideal ne ifade eder?

Postmodern popülizm ideolojisi, dünyanın hâkimiyetini hedefleyen kapitalist sistemin yeni bir aşaması olmaktan daha fazlasını ifade eder. Kapitalizm, iktidarını, insanların varoluşlarından kopmuş birer makineye dönüşmeleri üzerine kurmuş ve yeni bir hale evrilmiş durumdadır. Bu yeni halde halklar, alıklaştırılmaları hedeflenen zavallılardır. Bu zavallılara bakılıp, bunlara dayanılıp üretilecek olan popüler siyaset de alıklığın devamına, yani kapitalizmin yeni aşamasına hizmet etmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Güstav Le Bon’a (1841-1931) göre, içine girilen çağ, ‘kitleler çağı’dır. Kitlelere dayanan kimse, az zamanda çok yükseklere kadar çıkabilir ama daima bir gün oradan aşağıya atılma endişesiyle yükselir. Kitle insanının budalalığını, eğitimli olması da engelleyemez. Çünkü kitle insanına verilen yüksek düzeydeki eğitim de, onun sıradanlaşma temayülüne çare olabilecek bir eğitim değildir.

Medya, kitle insanının kendine ve başka herkese kıymasının arkasındaki azmettirici güçtür. İnsanlar, medya eliyle yığınlaştırılırlar ve düşünceleri dumura uğratılarak oluşturulan bu yeni insan tipi, kendi katiline aşık hale getirilir. Medyanın kusursuz cinayetleri böyle başlar ve sürüp gider.

Küresel kapitalizmin güdümündeki sinemadan, müziğe, spora, siyasi partilerden sivil toplum örgütlerine, hatta dini cemaatlere kadar pek çok oluşumun ortak çabası, kitlelerin alıklaştırılmasına hizmet etmek üzerine yoğunlaşmıştır. Tüm insanlığın kaderi, Batılıların kendi tarihlerinin içinden getirdikleri patolojik halleriyle şaşırtıcı bir şekilde birleşmiştir. Günümüzdeki Avrupa’nın, artık eski Avrupa’yla bir ilgisi kalmamıştır.

Örneğin, bugünkü Almanya’nın Rilke’nin, Nietzsche’nin, Shiller’in Almanya’sıyla bağı çok şüphelidir. Aynı şey, küresel kapitalizmin üretim merkezlerinden biri haline gelen Çin için de geçerlidir. Bugünkü Çin’in bırakın kadim Çin’i, yüz yıl öncenin Çin’i ile bile hiçbir bağı kalmamıştır. Küresel kapitalizm, aynı şeyi Türkiye için de gerçekleştirmek istemesine rağmen, bugüne kadar bunu tam anlamıyla başaramamıştır. Bugünkü Türkiye, hala tarihin içinden gelen Türkiye’dir. Bu yüzden de hedeftedir.

ŞEYTANA SATILMIŞ RUHLAR

Fakat gene de entelektüeller, sanatçılar ve şairler içinden de postmodern popülizm ideolojisinin sanal silahlarıyla ele geçirdiği günümüz insanını uyarma görevini yapmaya gayret edenler yok değildi. Jean Baudrillard, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı, ‘Şeytana Satılan Ruh Ya Da Kötülüğün Egemenliği’ adlı kitabında açıktan açığa şeytanın adını kullanarak bu durumu açıklamaya çalışıyordu.

Şeytan, insana Allah’ın kulu olduğunu ve yaratılış amacını unutturmak ister ve bunun için çalışır. Medya da onlarca yıldan beri bu doğrultuda insanları kitle insanına dönüştürmek için uğraşır. Başlangıçta halka yönelmeyi ifade eden ‘popülizm’, zamanla halk tarafından bilinme, şöhret bulma marazına dönüşerek, bir entelektüel, şair illeti olan ‘narsizm’, nihayet en sonunda kitlelerin belası haline gelmiştir. Popülizm, bugünkü biçimiyle postmodern popülizm, sanal kitle insanını içinde bulunduğu vehim halinde tutan şeytani bir ideolojidir.

Herman Hesse gibi Avrupalı fikir adamları, ABD kültürüne ve siyasetine daima kuşkuyla bakmışlar, Avrupa kültürü için, yüz yıl öncesinden beri kendileri için zararlarını görmüşler ve milletlerini uyarmışlardı. Fakat geçen zaman içinde ve gelinen noktada, Avrupa kültürünün büyük oranda ABD’ye benzemesine engel olamamışlardır. Bugünkü Almanya’nın üç yüz yıl önce kendi düşünce yolunu açan Almanya’yla bağı fevkalade zayıflamıştır. Fransa için de aynı şey geçerlidir. ABD postmodern kültürü, keyif kültürüdür. Avrupa halkları, ikinci Paylaşım Savaşından beri keyfe batmış, avanak yığınlara dönüşmüştür. Avrupalı kimi siyasiler ve entelektüeller, Avrupa’nın tarih boyunca ifade ettiği kültürle yaşamına devam etmesini istemesine ve savunmasına rağmen, çoktan ABD’den gelen popüler kültüre müptela olmuş halk yığınları ile karşı karşıya gelmektedirler. Halk, siyasetçilerden ve entelektüellerden sadece keyiflerinin devamını istemekte, istediklerini vermedikçe de kimseyi dinlememektedir. Sonuçta küreselleşme ideolojisi, entelektüelleri ve siyasileri de bu üretim bandının mahkûmu haline getirmektedir.

Günümüz insanı, postmodern popülizmin bir ürünü olduğu için onun gündelik halini, sorunlarını, dışa yansıyan görünümlerini, hatta halinden memnun olmayan psikolojik durumunu anlatmak bile ideali değil, güncel ve moda olanı seçmek anlamına gelir. Ne yazık ki, günümüzün Müslümanları bile bu şeytani ideolojinin içine hapis olunmuşlardır. Görünüşte ve sözde bir İslami yaşantısı olanlar bile gerçek bir İslami tefekkürden yoksun oldukları için, kolaylıkla popülizm ideolojisinin nesnesi haline getirilmiş yığınlara dönüşebiliyorlar. Türkiye’deki Müslümanların, az, çok, ‘İslami yaşantısı olan ama İslami tefekkürü ve bilinci olmayan yığınlar haline getirilmesi’ çok eski bir planın ana argümanıdır. Bütün diğer hesaplar ve planlar bunun üzerine inşa edilmektedir.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR