Ana SayfaManşetMİLLİ ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY

MİLLİ ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY

MİLLİ ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY

(20 Aralık 187327 Aralık 1936)

MEHMET AKİF’İN AİLESİ VE SOSYAL ÇEVRESİ

Mehmet Akif, Rumeli kökenli, Arnavut asıllı bir baba ile Buhara kökenli bir annenin oğlu olarak, 1873 yılında İstanbul Fatih’te doğdu. O, Doğu, Batı ve Merkez Müslümanlığının tam bir sentezi olarak yetişmişti.

Babası, Arnavutluğun İpek Kasabası’ndan İstanbul’a gelmiş ve Fatih Medresesi Müderrisliğine kadar yükselmiş, titizliği ve temizliği yüzünden “Temiz Tahir Efendi” lakabıyla anılan, Mehmet Tahir Efendi idi. Annesi, Buhara’dan hacca giderken Amasya’da vefat etmiş olan Şirvani Rüştü Efendi’nin kızı Emine Şerife Hanım’dı.

Eğitimli, orta halli, dindar bir ailenin çocuğu olan Akif’in babası da annesi de, ibadetlerine çok düşkün, dinlerini tam anlamıyla, büyük bir aşk ve heyecanla yaşamaya çalışan samimi ve içten Müslümanlardandı. Gözlerini dünyaya açıp yetiştiği Fatih semti ise, her şeyiyle Türk ve Müslüman, dindar, saf, mütevazı, sade, yerli, fedakâr, cefakâr, erdemli, çalışkan, dayanışmacı, sevgi dolu, yiğit, gözü pek, yoksul ama onurlu insanların yoğunlukta ve çoğunlukta yaşadıkları bir çevreydi. Ama Müslüman Türk toplumunda, asırlardır süren çözülme, bozulma ve dağılma sürecinden bu çevre de nasibini almış, yaşanan çoğu olumsuz, talihsiz ve acı olaylar, burayı türlü çelişkilerin, trajedilerin, yozlaşmaların, çürümelerin, kirlenmelerin, modern ile geleneksel arasındaki uyumsuzlukların, yenileşme ve yerli kalma tercihleri arasındaki çatışmaların, ömrünü tamamlamış sayılan, dolayısıyla artık değişmesi ve yerine daha iyisinin konulması gerekenle, mutlaka korunması ve yaşatılması gerekenler arasında seçimler yapma tereddütlerinin en yoğun yaşandığı ve en yakından gözlemlenebildiği çevrelerden biri haline getirmişti.

EĞİTİM VE İŞ HAYATI

Ele avuca sığmaz, çok hareketli, haşarı, atak ama çalışkan bir çocuk olan Mehmet Akif, ilk eğitimini babasından aldı, temel dini bilgileri ondan öğrendi, ilim ve sanat yoluna onun delaletiyle girdi. 15 yaşında iken kaybettiği babası için bir şiirinin altına: “Benim hem babam, hem hocamdı. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim!” notunu düşmüştü.

Akif, o zamanın geleneğine göre dört buçuk yaşlarında iken Emir Buhari Mahalle Mektebine başladı. Fatih İbtidâisini (ilkokul) ve Fatih Merkez Rüştiyesini (ortaokul) bitirdikten sonra sıra, eğitim yolunda en önemli kararı vermeye gelmişti. Annesi, oğlunun medreseye gidip babası gibi hoca, yani sarıklı olmasını istiyordu. Tahir Efendi ise, bu ilmi oğluna kendisinin de verebileceğini söylüyor, oğlunun daha çok yönlü, dünyayı çok daha iyi tanıyıp, bilen, yeni ve gelecekteki dünyanın ihtiyaçlarına ve donanımına uygun, ilim, fen ve teknolojiye hâkim, dünyaya açık biri olarak yetişmesini istiyordu.

Anne ve babanın fikir uyuşmazlığı, mektep ve meslek tercihini oğullarına bırakmalarıyla çözümlendi. Akif, o dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye’yi tercih etti. Baba-oğul, birlikte okula gidip, kayıt için başvurdular. İstenen bütün belgeleri tamamdı. Yalnız sıra kayıt harcına geldiğinde, kayıt işlemlerini yapan görevli kayıt harcının miktarını söyleyince, Tahir Efendi’nin beti benzi sarardı, bir hayli sarsıldı. Oğluyla beraber bir köşeye çekildiler. Tahir Efendi, cebinden kesesini çıkardı. Kesede istenen miktarda para yoktu. Tahir Efendi, hemen cebinden köstekli gümüş saatini çıkardı, eksik kalan kısım için rehin bırakmak üzere parayla beraber görevliye uzattı. Babanın ve oğlunun durumundan etkilenen memur, saati geri verdi ve paranın geri kalanını ertesi gün getirmek şartıyla, bütün sorumluluğu üstlenerek Mehmet Akif’i okula kaydetti.

Üç yıl sonra Mülkiye’nin İdadi bölümünü (lise) bitiren Akif, aynı okulun yüksek kısmına kayıt yaptırdı. Fakat kısa bir süre sonra, 1878 yılında babasını kaybetti. Babasının vefatının ardından, bir de yangın felaketine uğrayan aile, başlarındaki evlerini kaybetti. Ailenin bütün yükü genç Âkif’in omuzlarına binmişti. O, zorluklardan asla yılmayan bir karaktere sahipti. Mülkiye’de gündüzlü öğrenciliğin masrafları aile için altından kalkılmaz hale gelince, hemen yeni bir çözüm arayışına girdi. Naklini, o sene yeni açılan ve mezunlarına hemen iş imkânı sunan Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebine yatılı öğrenci olarak geçti. Böylece hem eğitim masrafları asgariye inmiş, hem de pozitif bilimlerle ve fen bilimleriyle daha fazla içli dışlı olma ve bu alanda köklü bir yükseköğrenim görme fırsatını da yakalamış oluyordu.

Okulunu birincilikle bitiren Akif, Ziraat Bakanlığında memuriyete başladı. Bu memuriyeti sırasında Anadolu, Rumeli ve Arabistan dâhil, dört yıl boyunca ülkenin değişik yerlerinde görev yaptı. Daha sonra İstanbul’a gelerek memuriyetinin yanında değişik okullarda öğretmenlik de yapmaya başladı. 1908 yılında Darülfünun (üniversite) Edebiyatı Umumiye Müderrisliğine (profesörlüğüne) tayin edildikten sonra edebiyat ve yayın çalışmalarına daha da hız verdi. Önce Sırat-ı Müstakim ve sonra da Sebil’ür-Reşâd dergisinde birbirinden güzel şiirleri ve yazıları yayınlandı. Aruz veznini çok iyi kullanan büyük bir şair ve Türkçe’nin üstadı bir yazar olan Akif, bu derginin başyazarı oldu.

Mehmet Akif, döneminin en donanımlı, birikimi en yüksek şair, yazar ve düşünürlerinden biriydi. Onun aydın kimliği ve kişiliği de döneminin aydın geçinenlerinden çok farklıydı. O, kelimenin tam anlamıyla bir entelektüeldi. Bütün bir ömre yayılan büyük bir öğrenme tutkusuna ve çok yönlü bir kişiliğe sahipti. Fransızcası mükemmeldi. Araplara Arapça öğretecek kadar Arapça, İran edebiyatına hakkıyla vakıf olacak kadar Farsça bilirdi. Doğuyu da, batıyı da, kendi orijinal kaynaklarından tam ve doğru olarak okumaya, tanımaya, anlamaya ve öğrenmeye çalışan aydın bir fikir adamıydı. Bir veteriner hekim, yani uzman bir fen adamıydı.

Akif için değerli adam, alanında en iyi yetişmiş ve en başarılı olabilmiş adamdı. Kulaktan dolma, beylik laflara itibar etmezdi. Okuduklarına, duyduklarına körü körüne teslim olmaz, bunlar üzerinde derinlemesine düşünür, taşınır, karşılaştırır, tahlil ve analizler yapar, sağlam ölçü ve kıstaslara vurarak kendi fikir ve görüşünü oluşturmaya çalışırdı. Bir kitabı da öyle üstünkörü okumakla yetinmez, bütünüyle hâkim oluncaya, iyice anlayıp belleyinceye kadar defalarca okur, bazen aynı kitabı döne döne birkaç kere okuduğu olurdu.

Aralıksız yirmi yıl süren memuriyet hayatında genel müdür yardımcılığı gibi üst yönetim görevlerine kadar yükselmişti. Tanınmış bir gazeteci, iyi bir eğitimci, öğretim üyesi, mütercim, dini konularda da engin bir bilgi birikimine sahip iyi bir hatipti. Müzikle (neyzen) ve sporla (güreş, binicilik, yüzme gibi) aktif olarak ilgilenmişti. Milletini gerçek anlamda ve en iyi şekilde temsil edebilmiş seçkin bir milletvekili idi.Onun bu kadar büyük bir şair ve mütefekkir olmasını sağlayan sebeplerin başında, bu çok yönlülüğünün de önemli rolü vardı. Fakat o, her şeyden önce vatanını ve milletini çok seven, çok dindar bir Müslüman ve çok samimi bir mümindi. Fizik, kimya, botanik, operatörlük, veterinerlik, felsefe gibi pozitif bilimlerle bu kadar çok içli dışlı olması onun imanını, dini ve milli duygularını hiç zedelememiş aksine daha da kuvvetlendirmişti.

Akif, çağdaş dünyada, toplumumuzun ihtiyaç duyduğu ideal insan tipinin, hem Doğu’yu, hem de Batı’yı çok iyi bilen, bunların iyisini kötüsünü, yararlısını zararlısını seçip ayırabilen, bunlar arasında anlamlı ve yararlı irtibatlar kurabilen, sentezler ve analizler yapabilen ve bunları hayata uygulayabilen insan olduğuna inanırdı. Bu nitelikten yoksun olanları da kıyasıya eleştirir ve ayıplardı:

Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi;Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi!

Onda samimi ve gerçek müminlerin iman saffeti ve kuvveti vardı. İnsan olmanın, Müslüman olmanın, öyle kalmanın, Rabbine de o iman ve ikrarla varmanın, vatanını, milletini sevmenin, ihlâsla, samimiyetle, coşkuyla bağlandığı ideallerinin, davasının, inancının adamı olmanın bedeli her ne ise onu hiç yüksünmeden ve şikâyet etmeden ödemeye her zaman hazırdı. İnanç ve idealleriyle ters düşmemek için her şeyi yapabilecek, her şeyden feragat edebilecek bir karaktere sahipti. 23 Temmuz 1908 tarihinde atandığı, Umûr-i Baytariye Dairesi Müdür Muavinliğinden, sırf bir başkasına yapılan haksızlığa tahammül edemediği, buna engel de olamadığı için 11 Mayıs 1913’te istifa etmiş ve 20 yıllık memuriyet görevinden ayrılmıştı.

Onun bir aydın ve şair, bir iman ve ahlak adamı, bir dava ve mücadele adamı olması gibi pek çok farklı yönleri vardı. Ama bunların hepsi birden onda öyle üstün ve uyumlu bir kişisel bütünlük oluşturmuşlardı ki, onun hayatını incelemeye çalışanların önünde bütün bu kategorik ayırımlar, belli bir noktada anlamsızlaşmakta, büyük bir yapaylığa dönüşmektedir.

MEHMET AKİF’İN YAŞADIĞI DÖNEM

Mehmet Akif Ersoy, özellikle günümüz gençliğinin çok iyi tanıması gereken örnek şahsiyetlerden biridir. Mehmet Akif, 19. Yüzyılın son çeyreğinde gözlerini dünyaya açtığında, çoktan beri belli ideolojileri, fikir akımlarını araç olarak kullanan Batı dünyası, tüm dünyayı yıkıp, kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmak için ortalığı kasıp kavuruyordu. Osmanlı İmparatorluğunun en uzun yüzyılı olan 19. yüzyılda devlet, artık altından kalkamaz hale geldiği çok zor ve çok büyük sorunlarla boğuşmak zorunda kalmıştı. Akif’in gençlik yılları ise, ezelden beri hür yaşamış milletimize karşı, iç ve dış düşmanlarımızın sayısız tuzaklar kurduğu, milletin bunlardan kurtulup varlığını sürdürebilmek için büyük bir ölüm kalım mücadelesi verdiği, bu mücadelede yaşadığı kayıplarla yıkılmanın ve tamamen yok olmanın eşiğine geldiği, tarihimizin en acı ve en karanlık dönemine denk gelmişti. Bu yüzden Mehmet Akif’i tanımak demek, aslında onun şahsında tarihimizin en ibret verici olaylarla dolu, en önemli dönemlerinden birini de tanımak demektir.

Akif’in çocukluğunun geçtiği yıllar, bizim milletçe çöküş, yıkılış ve dağılış dönemlerimizdi. Akif, daha ilkokul yıllarındayken Osmanlı- Rus Savaşı (93 Harbi) başlamış, ardından gelen felaketler yılların yorgunluğuna yeni yorgunluklar, eski kayıplara yeni kayıplar eklemişti. Yıkılışların, çözülüşlerin, dökülüşlerin birbirini takip ettiği bir dönemde büyüyen çok hassas ve duygulu bir insan, ne kadar şen ve şakrak olabilirse, işte Akif de ancak o kadar şen ve şakrak olabilmişti. O dönemler, hüznün, kederin hayatımızın daha fazla ayrılmaz bir parçası hâline geldiği günlerdi. Akif de bu dertlerin, acıların çok genç yaşta olgunlaştırdığı kişilerden biriydi. Bu yüzden Akif: Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu!
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum:
Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?

dediği gibi, şiirlerinin tamamına yakınında sürekli ney gibi inlemiş ama hiçbir zaman da gelecekten ümidini kesmemiştir.

Mehmet Akif, ülkenin düşürüldüğü durum karşısında son derece üzgün, dertli ve kederliydi ama asla ezgin, bezgin, yılgın ve ümitsiz değildi. Matem tutup ağlamakla bir yere varılamayacağını, zamanın çalışıp çabalama ve çare üretme zamanı olduğunu, kurtuluşun bilinçli ve sistemli çalışmalardan geçtiğini hep anlamış ve haykırmıştı. Tembelliğin ve umutsuzluğun amansız düşmanıydı.

Bırakın matemi yahu! Bırakın feryadı!
Ağlamak faide verseydi, babam kalkardı!
Gözyaşından ne çıkarmış? Neye ter dökmediniz?
Bari müstakbeli kurtarmağa bir azm ediniz!

Bekaayı hak tanıyan sa’yı bir vazife bilir,Çalış, çalış ki beka, sa’y olursa hak edilir!

Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak,
Alçakça bir ölüm varsa, eminim budur ancak!

Akif, hiçbir şey yapmadan, elini hiçbir taşın altına koymadan oturan, suçu hep başkalarında arayan, görev ve sorumlulukları hep başkalarından bekleyen ve başkalarının üstüne yıkmaya çalışan kimselerden değildi. Aksine o, görev ve sorumluluklarının bilincinde olan, üzerine düşeni ve daha fazlasını hiçbir ödül, teşekkür, karşılık beklemeden yapmaya çalışan bir vatanseverdi.

İkinci Meşrutiyetin kısmi ve geçici özgürlük ortamında basın yayın alanında İslami yayınlardan, sosyalist, milliyetçi ve batıcı yayınlara kadar çok geniş bir yelpazede büyük bir çeşitlilik ve çok seslilik ortaya çıkmıştı. Bu çok çeşitlilik, çok renklilik ve çok seslilik, ülke genelinde sanat ve düşünce hayatının da canlılık kazanmasına yol açmıştı. Birçok yeni fikir, görüş, düşünce, meslek, meşrep, ideoloji, akım kendi yayın organını çıkarıyor, bunların önemli bir kısmı da dernekler, cemiyetler, sendikalar, partiler, sivil toplum örgütleri şeklinde örgütleniyorlardı. Bu dönemde basın yayın hayatına atılan Mehmet Akif de yakın dostu ve dava arkadaşı Eşref Edip’le beraber 27 Ağustos 1908’de yayın hayatına başlayan, kendi alanında zamanın en ünlü, itibarlı, aydın, sanatçı, ilim ve din adamlarını toplayan Sırat-ı Müstakim dergisini çıkarmaya başladı. Akif, daha sonra Sebil ür-Reşad adını alacak olan bu derginin başyazarlığını üstlendi. Yazı, şiir ve tercümelerinin büyük çoğunluğu bu dergide yayımlandı.

ÇAĞININ TANIĞI AKİF

Bazıları, bir aydının ve sanatçının en büyük görevinin ‘çağının tanıklığı’ olduğunu söylerler. Bu anlamda Akif, çağının en büyük tanıklarından biri olabilmiş bir aydınımız, fikir, iman ve düşünce adamımızdır. Safahat baştan sonra bu tanıklığın eşsiz bir belgeseli, yaşadığı olağanüstü dönemin şiirle yazılmış romanıdır. O, içinde yaşadığı toplumun unutulmuş, kendi kaderine terk edilmiş, kimsesiz ve sahipsiz kalmış insanlarının, dünya egemenlerinin yok etmeye, tarih sahnesinden silmeye çalıştığı büyük bir milletin yaşam mücadelesinin hem tanığı, hem vicdanı, hem de sesi olmuştur. Bu ses bazen büyük bir aşk ve iman, bazen yaşanmış nice tecrübelerden kaynaklanan ve tarihin derinliklerinden süzülüp gelen yüce bir hikmet, bazen zalimin suratına inen sert bir tokat, bazen sahipsiz insanların yüreklerini ısıtan bir şefkat tesellisi, bazen ölçüyü kaçıran, ipten kazıktan boşanmışlara bir ikaz, bazen haksızlıklara isyan, bazen milletimizi yok etmeye çalışan güçlere karşı açık bir ültimatom, bazen önümüzdeki tehlikelere dikkat çeken bir çığlık, bazen ümitsizlik duvarlarını yıkmaya çalışan Davudi bir haykırış, bazen de acılı, yalnız ve yaralı bir yüreğin iniltisi olarak yükselir.

O sadece, gören, söyleyen, yazan, uyaran, terennüm eden bir şair değil, aynı zamanda üzerine düşen her görevi, her zaman canla başla yerine getirmeye çalışan bir eylem adamıydı da…

O milletinin, ülkesinin, devletinin yaşadığı acıları, yıkımları, zulümleri yakından görmüş, yaralı gönlünde en derin şekilde hissetmiş, bunları uzaktan seyretmekle yetinmeyerek milletinin var olma mücadelesine coşkuyla katılmış bir eylem, mücadele ve aksiyon adamıydı. Kelimenin tam anlamıyla bir ahlak abidesiydi. Bu üstün ahlak anlayışı, onun hayatını, Safahatından da büyük bir şiire dönüştürmüştür. Bu ahlak ve fazilette; itaat ve isyan, merhamet ve öfke, düşünce ve duyarlık, korku ve cesaret, irade ve umut, bilim ve sanat, mahviyet ve güçlü kişilik adeta altın oran denebilecek tarzda bir bileşime kavuşmuştur.

Mehmet Akif, çok zor bir dönemde, çok zor şartlar altında yetişmiş, mahrumiyetler içinde çok zorlu ve sıkıntılı bir hayat yaşamış olmasına rağmen, zorluklardan yılmayan, gerçeklerden kaçmayan, sorunlarla yüzleşmekten ve üstesinden gelinceye kadar onlarla boğuşmaktan ve savaşmaktan çekinmeyen bir kişiliğe sahipti. Yokluklar, yoksulluklar, mahrumiyetler, savaşlar, mücadeleler, hicretler, çileler, acılar, yalnızlıklar, ayrılıklar dolu hayatında bir kere bile eğilmemiş, küçülmemiş, alçalmamış, kirlenmemiş, çirkinleşmemiştir. Kendi dertlerini hiç umursamayarak, kendisini yalnız milletinin ekonomik, siyasi, sosyal, dini ve ahlaki vb sorunlarına adamış, sürekli bunlar üzerinde düşünmüş, kafa yormuştu. Olup bitenleri, yaşanan sorunları sebep ve sonuçlarıyla irdeleyerek, doğru çözümler bulmaya, yapılan yanlışlıkları ortaya koymaya çalışmıştı. Din adına üretilmiş hurafelere şiddetle saldırdığı gibi, kişisel çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, milletin dertlerini, değerlerini umursamayan cahil, ehliyetsiz, liyakatsiz yöneticileri ve aydınları da kıyasıya eleştirmişdi. Berlin dönüşü, Almanları nasıl bulduğunu soranlara: ‘Nasıl olacak, dinleri bozuk, tıpkı bizim işlerimiz gibi ama işleri gayet düzgün, aynı bizim dinimiz gibi!’ diyebilecek ve gerçekleri olduğu gibi görüp kabul edebilecek kadar insaflı, doğrucu ve cesurdu.

Hiçbir Türk aydını, şairi, düşünürü, noksanlarımızı, zaaflarımızı, ilim, irfan, medeniyet ve umran sahasındaki geriliğimizi, ahlaki kusurlarımızı Akif kadar şiddetli ve hiddetli bir şekilde yüzümüze vurmamıştır. Onun kalemindeki bu öfke ve tehevvür daima ilerlememiz, gelişmemiz, yükselmemiz, medenileşmemiz, dünya milletleri arasında layık olduğumuz yere gelmemiz için, onlar namına ve adına olmuştur.

Milletimizin en kara, memleketimizin en karanlık günlerinde onun şiirleri, mısraları, milletin ümidinin birer remzi olarak dudaklarda yaşamış, kalplere kazınmıştır. Daha doğru dürüst hiçbir başarı kazanılamamışken ve Yunan ordusu Ankara’ya iyice yaklaşmışken, İstiklal Marşı gibi bir destanı yazabilmek, ortalıkta hiçbir ümit ışığı görünmediği halde, yine de milletine bu kadar büyük ümitler aşılayabilmek herkesin harcı ve karı değildir.

Akif varlıklı değil, varlığını ciddiye alan, değerli şeylere sahip olan değil, kendisi bir değer olan insanları önemserdi. Çıkar ve menfaat ilişkilerinden uzak kalmaya çok özen göstermişti. Hep başı dik, alnı açık, onurlu, düşünce, inanç ve yaşayışında en küçük bir taviz vermeden yaşadı. Sarsılmaz bir imana ve mükemmel bir ahlaka sahipti. Akif ahlaki ilkelerinde, kendi nefsine karşı ne kadar katı ise, başkalarına karşı o ölçüde hoşgörülüydü. Cehalet, taklitçilik, kibir ve şarlatanlık dışında her kusuru özellikle kendisine karşı işlenen kusurları büyük bir hoşgörüyle karşılardı.

Akif hayalperest değil, aksine çok gerçekçi biriydi. Eylemleri ile söylemleri, özü ile sözü, içi ile dışı her zaman bir olmuştu.

Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim!

İnan ki, her ne demişsem görüp de söylemişim!

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek,
Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

Mısralarında da dile getirdiği gibi, hiç bir zaman hayalle alışverişi olmamış, gerçekçi bir şairdi.

Yirminci asrın ilim ve sanat asrı olduğunu, ilimde, fende ve sanatta geri kalanlara bu çağda hayat hakkı olmadığını, çok iyi bilen, milletini de bu yönde harekete geçirmeye çalışan bir uyarıcı ve düşünürdü.

Alınız ilmini garbın, alınız san’atını!
Veriniz mesainize hem de son süratini!

Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız,
Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin yalnız!

Mehmet Akif, Türk Edebiyatında atomdan ve atomun parçalanmasından söz eden, üstelik bunun geleceğin ilmi olduğunu da ilk dile getiren şairimizdir:

Yarının ilmi nedir, halbuki? Gayet müdhiş:

Maddenin kudret-i zerriyyesi’ uğraştığı iş.

ASIM’IN NESLİ

Mehmet Akif Ersoy, hayatı boyunca hep yoksulluk içinde yaşamıştır. Vatanının işgal edildiği bir dönemde, gece gündüz hem inlemiş, hem de hiç durmadan çalışmış ve mücadele etmiştir. Şiirlerinde ideal bir nesli canlandırmış ve adına da “Asım’ın Nesli” demişti.

Bu nesil, yine Akif’in ifadesiyle: “Eskiyi, eski olduğu için atmayacak, yeniyi de yeni olduğu için almayacaktı. Faydalı olanı alacak, zararlı olanı atacaktı. O, Batının fen ve tekniğini alıp, kendi ülkesine hizmet edecek bir nesli şiirleştirmişti. Bu nesil, bir yandan Kur’an’ı, asrın idrakine söylettirmeli, zaman ihtiyarladıkça Kur’an’ın gençleştiğini görmeli, diğer yandan da, fen ve teknoloji adına ortaya koyduğu projelerle dünya çapında ödüller ve madalyalar almalıydı.” Akif, hep böyle bir neslin hasretini çekti. Bu nesil, bir yandan kafası fen ve teknolojiye uyumlu, diğer yandan da kalbi Çanakkale’yi kazananlar kadar inanç ve imanla dolu bir nesil olmalıydı.

Mehmet Akif, gençlere çok inanır ve güvenirdi. Bütün ümidi gençlerdeydi.Kafasındaki aydınlık ve ideal nesle örnek gösterdiği mânevî oğlu Âsım’ı, eğitim için, Berlin’e göndermişti. Yıllardır ihmal edip yoksun kaldığımız, bizim için yaşamsal önemdeki ilimleri alıp getirmesi için Batı’ya gönderirken Âsım’a ve Âsım’ın şahsında bütün vatan gençlerine şöyle seslenir:Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz. O çocuklarla beraber, gece gündüz didinin! Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin! Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı, Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları!

Aynı men’baları ihyâ için artık burada

Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada!

MEHMET AKİF’İN SANAT ANLAYIŞI

Canından aziz bildiği dinimizin, vatanımızın, milletimizin, varlığımızın, dirliğimizin, birliğimizin tehlikede olduğu, tarihimizin en karanlık, en sıkıntılı, en zor ve en kötü bir dönemlerinde yaşamış olan Mehmet Akif, onların acısını ve matemini, en hisli duygularla ve en iyi terennüm edebilmiş şairimizdir. O, kendi özel sıkıntı ve problemlerini hiç önemsememiş, umursamamış, yalnız milletinin acılarını, dert ve sıkıntılarını, sorun ve bunalımlarını kendine dert edinmiş, hep bunlar üzerinde düşünmüş, bunların elemini ve matemini en hisli duygularla terennüm edebilmiş, gece gündüz durmadan bunlara çözümler ve çareler aramış büyük bir şair ve yazar, aydın bir fikir adamıydı.

Mehmet Akif, aruz veznini çok iyi kullanan büyük bir şair ve Türkçe’nin üstadı bir yazardı. Süleyman Nazif’in ifadesiyle; Davut Peygamber, demiri elinde hamur gibi yumuşatıp, ona istediği şekli kolayca verebildiği gibi, Mehmet Akif de kelimeleri ve aruz veznini şiirlerinde öyle eşsiz bir ustalıkla ve maharetle kullanabiliyordu. Şiirde, düz yazıda bile kolay yakalanamayacak ifade kolaylığına, anlaşılırlığa, akıcılığa ve açıklığa ulaşabilmişti.

Akif, döneminin aydınlarının hepsinden daha sade, daha pürüzsüz, daha katıksız ve daha güzel bir Türkçeyle yazmıştı. Sadece İstanbul ve kibar muhitler Türkçesini değil, bütün toplumsal kesimlerin Türkçesini ve Türkçenin argosunu da çok iyi bilir, yeri geldikçe hiçbir komplekse kapılmadan, rahatlıkla kullanırdı. Akif’in Türk edebiyatına yaptığı en büyük hizmetlerden biri de, Türkçe’ye muhavereyi (karşılıklı konuşma) kazandırmış olmasıydı. Akif’e gelinceye kadar sadece şiirde değil, romanda ve hikâyede bile karşılıklı konuşma çok zayıftı.

Akif sadece kendi yaşadığı dönemin değil, hatta Türk tarihinin en büyük destan şairidir. Çanakkale Destanı, Bülbül, İstiklal Marşı’nda olduğu gibi, bir milletin tarihinin, imanının, duyarlığının bu kadar coşkulu, gür ve kararlı sesini, bu sesin ifade ettiği ideali çok az şairimiz böylesine başarılı bir şekilde yakalayabilmiş ve terennüm edebilmiştir. Gelecek nesillerin, Çanakkale’de, Sakarya’da, her karış toprağı şehit kanıyla sulanmış Anadolu’da toprak altında kefensiz yatan milyonlarca şehide abide arayan gözleri onun şiirlerini görecekler, onun şiirleriyle teselli bulacaklardır. Onun şiirleri olmasa, o destansı mücadeleler ve o büyük kahramanlar, tarihin tozlu, alelade, kupkuru notları arasında kaybolup gidecekti.

Türk halk dilini onun kadar seven, onun kadar munis ve tabii kullanabilen, şiirlerinin sırtında en son güzelliklere doğru taşıyıp çıkaran, Türk milletini onun kadar çok seven, Türk halkının gönlünü, ruhunu onun kadar doğru ve samimi aksettiren bir şairimiz yetişmemiştir.

Sanatını inancının emrine veren Akif, fikirlerini, dertlerini,

ümitlerini, heyecanlarını, öfkelerini, isyanlarını yedi ayrı kitaptan oluşan Safahat’ta topladı. Safahat, baştan sonra hâlâ sağlıklı çözümlerini bulup uygulayamadığımız milli, ekonomik, siyasi, sosyal, dini, ahlaki sorunlarımıza yönelik çok isabetli görüş ve önerilerle doludur.

O, Türk edebiyatında, toplum için sanat akımının başlıca temsilcilerindendi.Fakat bunu yaparken sanatından hiç taviz vermedi. Tıpkı Yunus Emre gibi, o da Hak yolunda halkla beraber olma sanat anlayışını benimsemişti.Mehmet Akif, şiir sanatını, toplumu kulağından eğitmenin, geliştirmenin, yetiştirmenin, beslemenin, büyütmenin, olduğundan çok daha ilerilere götürmenin, inanç ve düşüncelerini yaymanın, fazilet mücadelesinin önemli bir aracı olarak gören bir şairdi. Şiir ve sanat onun gözünde bu yüce amaçlar için kullanılması gereken birer araçtı.

Mehmet Akif, insanımızın bu toprakların altında da üstünde de mutlu, huzurlu ve müreffeh yaşayabilmeleri için çırpındı durdu. Ebedi vatanımızın kendinden bir parça saydığı bütün insanlarına, hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler, hiçbir ayırım gözetmeden onun kadar dost ve yakın olan, onun kadar sevgi dolu olan başka birini bulabilmek, imkansız denemese bile oldukça zordur. O onulmaz felaketler devrinde, insanlarımızın ardı ardına yaşadıkları maddi ve manevi acıları, ızdırapları, kayıpları, işkence ve zulümleri, soykırımları onlarla beraber ve onlar kadar deriden hissetmiş, hissettirmiş, hepsi için samimi gözyaşları dökmüştür.

O şiirlerinde, milletimizin karakteristik özelliklerini, özünü, ruhunu, milli ve manevi değerlerini, özlemlerini, geçmişini, geleceğini, birlik, beraberlik, bütünlük, dirlik ve düzenliğinin esaslarını en güzel, en etkileyici ve en doğru şekilde ortaya koyabilmiş nadir aydınlarımızdan ve sanatçılarımızdandır.

Onun öfkelendiği, kızdığı, bu tür duygularını şiirlerine ve yazılarına yansıttığı kimseler de olmuştu. Ama o, hiç kimseye kendi keyfi için kızmadı. Kızdıkları, en ağır şekilde eleştirdikleri için bile için için ağlayan duygulu ve yüce gönüllü bir şairdi…

O, nasıl duydu ise öyle yazdı. Belki her duygusunu yazmamıştır ama, kuşkusuz her yazdığını maddi ve manevi varlığını derinden sarsacak kadar kuvvetli hissetmiştir. Öyle olmasaydı, yazdıkları karşısında kalpler bu kadar titremezdi. O, aşkını ve imanını, kalbinden kalemine ve kaleminden de kâğıda dökebilmiş büyük bir şairdi. Sözlerinde de son derece samimiydi. Hissettiklerinin hepsini söyleyememiş, ifade edememiş olsa da, ne hissetmişse sadece samimiyetle onu söylemişti.

Akif, biraz da kişisel özellikleri itibariyle toplumun ortak paydası gibiydi. Onun en büyük eseri Safahat, döneminin şiirle yazılmış bir romanı gibidir ve sosyolojik değeri de son derece yüksektir. Safahat, din adamlarından aydınlara, yetimlerden dullara, hayırsız sarhoş kocalardan, talihsiz kadınlara, kahramanlardan sıradan insanlara kadar toplumun bütün kesimlerinin ve karakterlerinin yer aldığı şiirsel bir sosyolojik eserdir. Şairlik anlayışı ve şiir gücü kadar, ancak çok iyi bir sosyologda bulunabilecek bütüne bakarken, ayrıntıları da kaçırmayan gözlem, sentez ve analiz gücü olağanüstü yüksek düzeydedir.

Şairler genelde afakidirler. Millet onların söylediklerinin çoğunu anlamaz. Onların da millet tarafından iyi anlaşılmak gibi bir derdi yoktur. Ama Mehmet Akif öyle değildir. O, şiirini kendi iç dünyasının sesine göre değil, içinde yaşadığı toplumun sorunlarına, iman, ideal ve gayesinin gereklerine göre şekillendirmişti. Bu yüzdendir ki, Müslüman Türk Milletini bütün yönleriyle yazıya geçirebilen tek şair Mehmet Akif’tir. O, açık ve anlaşılır olmak, mesajını en geniş kitlelere ulaştırabilmek için çok büyük çaba ve gayret göstermişti. Onun eserleri yüzyıl sonra da okunsa, rahatlıkla anlaşılabilecek niteliktedir.

Bizim, sosyal konularla ilgilenen şair, yazar ve sanatçılarımızın çoğu, sıradan insanlarımızın acılarını konu edinirken, konuları entelektüel bir ilgi ve tanıklık bağlamında ele alma eğilimindedirler ve pek de bunun ötesine geçemezler. Akif ise, sadece gözleyici, anlatıcı, basit bir tanık olarak kenarda ve dışarıda kalmaz; aksine o, anlattığı konunun içine bizzat kendisi de girer, bu olayları kahramanlarıyla beraber bizzat yaşar, hisseder, düşünür, acı çeker, yorumlar, değerlendirir, çözümler ve çareler arar, üretir, bulur.

Akif, diğer şairlerden farklı olarak, seçtiği konuya uygun bir dil geliştirebilmeyi de başarabilmiştir. Bu dil, Türkçenin bütün nüanslarını, değişik toplum kesimlerinin konuştuğu şive ve lehçeleri, hatta Türkçe’nin argosunu bile sanatsal seviyeyi düşürmeyecek tarzda içinde barındıran, anlatmak istediği şeyi bütün yönleriyle anlatmaya ve ilginç kılmaya uygun bir özellik taşımaktadır. Aruzu bu kadar ustaca, bu kadar farklı ve zengin bir dille kullanabilme özelliği yalnızca ona özgü bir özelliktir.

Mehmet Akif, kuşkusuz büyük bir şair ve yazardı. Ama onun yazdıklarını yazabilmek için onun kadar büyük şair olmak yetmez, aynı zamanda onun kadar inanmış birisi olmak da gerekir. Bu iki gerekliliği birden, aynı anda ve aynı güçte kendinde toplamamış bir şairin, onun şiirlerinin benzerini yazabilmesi mümkün değildir.

MEHMET AKİF’İN AHLAKİ ÖZELLİKLERİ

Mehmet Akif, sanatını inancının emrine vermiş, ahlak ve fazilet âbidesi bir şairdi. Kendisiyle otuz beş yıllık tanışıklığı ve arkadaşlığı olan, ölümünden önce en son çekilmiş fotoğraf karelerinde de yer alabilecek kadar yakın dostu olan Mithat Cemal Kuntay (1885-1956), Akif’i ilk tanıdığı zaman bir insanın bu kadar temiz olabileceğine ihtimal vermediği için ona inanmakta çok zorlanır. Melek rolü oynayan kötü bir aktörün eninde sonunda bu rolden nasıl sıkılıp, yorulacağını, usanacağını ve bir gün yorulup gerçek yüzünü göstermeye mecbur kalacağını düşünerek, ondaki bu fazilet görüntüsü de eğer doğal değil, yapmacık bir şeyse, onun da gerçek yüzünü göstermesini beklemeye başlar. Fakat 35 sene beklediği halde onun hiçbir falsosunu göremez, beklediği şey bir türlü gerçekleşmez. Aksine otuz beş yıl boyunca onun yanından her çıkışında, onun gibi inandığı yolda hiçbir yoksunluktan ve yoksulluktan yılmayan birinin, bu yüce ahlakıyla nasıl olup da kendisini bir kahraman olarak görmediğini kendi kendisine sürekli sormadan edemez. Onun temizliği karşısında insan, bir yandan kendi günahlarından dolayı ıstırap duyarken, diğer yandan onun nasıl olup da kendisini başkalarından farklı görmediğine hep şaşar kalır. Ona göre Akif, dostlarını ‘sevmek’ kelimesinin tam anlamıyla seven yüce gönüllü bir insandı. Ondaki bu üstün ahlak, fazilet ve seciye karşısında şu soruyu sormadan edemez: ‘Yüz kahramana yetecek ahlak ve seciyesiyle o, nasıl oluyor da sıradan bir insan gibi yaşıyor?’

Onun bütün hayatını yönlendiren ahlaki ilkelerin başında ‘kendisi olmak’ geliyordu. O, imanında, sanatında, mücadelesinde, yaşantısında, kendi adına ve toplum adına konuşurken bütün yapmacıklıklardan uzak, neyse o olan ve yalnızca kendisi olan birisiydi. Başkalarına benzemeye çalışmak, ödünç alınmış kimliklerle, kişiliklerle ortaya çıkmak, kendisini olduğundan farklı veya fazla göstermeye çabalamak, söylediklerini yapmamak veya tersini yapmak, kendi duyarlıklarına, inancına, imanına aykırı yaşamak, fikirleri, düşünceleri ve eylemleri arasında uyumsuzluk olması, onun er çok iğrendiği ve asla katlanamayacağı düşkünlüklerdendi. Bu ilkeli, erdemli, samimi, pazarlıksız ve bütüncül tutum, Akif’i bir erdem anıtı haline getiren başlıca özelliklerindendi. Onun, yanlışları ve yanılgıları olduğunu söyleyenler çıkmıştır ama tutarsızlığını ve samimiyetsizliğini iddia eden hiç kimse çıkmamıştır.

Akif, almadan hep veren, fark edilmekten hiç hoşlanmayan, sanki kendi değerinin kendisi bile farkında değilmiş gibi davranan bir insandı. Milletine bütün verdiklerine rağmen, milletinden asla hiçbir karşılık almamış ve beklememişti.

Ömrü boyunca, kim yaparsa yapsın ve ne pahasına olursa olsun, her türlü zulme vehaksızlığa, kötülük ve yanlışlığa şiddetle karşı çıkmıştı. Zalimin amansız hasmı, ama mazlumun dostu olmuştu:

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem!
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!…
-Boğamazsın ki!

-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam!
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım!
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

Akif, yalçın kayalar gibi sert, katı, sağlam ve muhteşem bir karaktere sahipti. O yüzden de çok güvenilir bir insandı. Kendi nefsine karşı son derece katı olmasına rağmen, başkalarına karşı yine de oldukça hoşgörülüydü. Ancak cehalet, taklitçilik, ilkesizlik, kibir, gurur, şarlatanlık, riyakârlık, dalkavukluk gibi şeyleri asla hoş görmez, tahammül edemezdi.

Büyük bir şair, büyük bir vatansever, inanmış bir dava ve mücadele adamı olmasının yanı sıra, insana evliyalar kadar temiz ve lekesiz insanlar da olabileceğini görmenin hazzını veren ve içini rahatlatan bir insandı.

Yanlışa boyun eğmektense ölümü tercih eden onurlu, kahraman Türk insanının ve Türk milletinin mayasını ve ruhunu en iyi bilen ve temsil eden insanlardandı.

Akif’in değerini, kendi değerli buldukları ölçülerle tayin etme gayretkeşliği içine girenler çok olmuş, bu yüzden de o, pek çok yanlışlıkların ve yanlış anlamaların da kurbanı olmuştur. O, her zaman onurlu kalabilmek için, bunların da çok ağır bedellerini hem tek başına bizzat kendisi, hem de bütün aile fertleriyle beraber hiç yüksünmeden ödemekten çekinmemiştir.

Denilebilir ki, kendisini tanıyan, seven ve sevmeyenlerin çok önemli bir kısmı, Akif’i anlamamış, anlayamamış ve ne yazık ki anlamaya da pek çalışmamış, hatta bazıları anlamak bile istememiştir. Her kesimden birçok insan, Akif’i kendi görüşlerine ve çıkarlarına göre değerlendirme yolunu seçmiş, hırsını, ikbalini, dünya görüşünü Akif üzerinden gerçekleştirmeye çalışmıştır.

SÖZÜNÜN ERİ AKİF

Mehmet Akif, çok fedakâr, cefakâr, ahlak, fazilet, vefa abidesi ve sözünün eri bir insandı. Sözüne son derece sadık, dostlarına karşı çok vefalı ve çok fedakâr gerçek bir dosttu. Onun dostluğu gelip geçici bir dostluk değildi. O, dostlarını hiçbir zaman unutmaz, birisini dost edindi mi, ömür boyu bu dostluğu devam ettirmeye çalışırdı. O, hayatı pahasına seven, hayatı pahasına bağlanan, hayatı pahasına inanan, verdiği bir söze hayatı pahasına bağlı kalan biriydi. İmanına, inancına, vatanına, verdiği söze, dostlarına, gerektiğinde hayatını verebilecek kadar bağlıydı. Ona dost olmak çok güvenli ama o nispette de zor bir şeydi. Çünkü aynı şeyi o, haklı olarak dostlarından da beklerdi.

Fatin Gökmen’in anlattığı Akif’le aralarında geçen şu yaşanmış olay, onun verilen söze sadık kalmaya ne kadar önem verdiğini göstermeye yeter:

Ben Vaniköyü’nde oturuyordum. Akif Bey de Beylerbeyi’nde… Bir gün öğle yemeğini bizim evde yemeyi kararlaştırdık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. Ama o gün hava çok yağmurluydu. Her tarafı seller götürüyordu. Bu havada onun bana gelemeyeceğini düşündüm. Zaten sabah erken gelen vapurdan da çıkmamıştı. Diğer vapur ise, bir buçuk saat sonra gelecekti. Vapurun çalışabileceğinden ve onun gelebileceğinden ümitsiz bir şekilde beklerken, yakın komşularımdan birine gittim. Hizmetçiye komşuya gittiğimi, Akif Bey gelirse haber vermesini söyledim. Yağmur kesintisiz bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Eve döndüğümde, bir de ne işiteyim, ben komşudayken Akif Bey, tepeden tırnağa ıslanmış sırılsıklam bir hâlde bizim eve gelmiş. Kapıyı açan hizmetçiye, beni sormuş. Komşuya gittiğimi öğrenince de, sadece ‘Selâm söyle!’ deyip o şiddetli yağmurun altında tekrar dönüp gitmiş! Hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de beklememiş. Ertesi gün, kendisini gördüm. Durumu anlatarak özür dilemek istedim, ama özrümü kabul etmedi: ‘Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mazur görülebilir!’ dedi. Benimle tam altı ay konuşmadı.”

AHDE VEFALI AKİF

Mithat Cemal Kuntay onun vefakârlık özelliğini daha yakından tanıyıp anlamamıza yarayacak şöyle bir hatırasını nakleder:

Cuma günleri Akif’in evinde buluşur, onunla Fransız ve Fars edebiyatı üzerine bazı şeyler okur, konuşurduk. Yine bir Cuma günü Akif’in evinde buluşmuş, Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ını okuyorduk. Aniden büyük bir gürültü koptu. Odanın önünde çocuklar birbirine girmiş, çığlık çığlığa boğuşuyorlardı. Okumak mümkün değildi. Onları susturmak için dışarı çıktım. Bir de baktım tam sekiz çocuk… Bunların beşi Akif’in çocuklarıydı, ama diğer üçü yabancıydı. Anladım ki bizimkileri azdıranlar da, dışarıdan gelen o üç çocuk! Onlardan en çok yaramazlık yapan birisinin yanağını öyle sıkmışım ki, baktım tırnaklarımın izleri de çocuğun yanağında kalmış. Bu arada Akif de yanımıza geldi. Yaptığımdan hoşlanmamıştı. Ama ben yine de hışımla:

  • Yahu, kim bunlar?” diye sordum. Bana:
  • Onların hepsi benim çocuklarım, dokunma onlara!’ dedi. Ben

şaşırdım:

  • Nasıl senin çocukların olur? Senin çocuklarını tanıyoruz.’ dedim.

Bana:

  • İçeri gel de anlatayım, dedi, anlatmaya başladı:
  • Baytar Mektebinde okurken benim İslimye’li Hasan Tahsin isimli

bir arkadaşım vardı. Birbirimizi çok severdik. Bir gün aramızda şöyle bir konuşma geçti:

– Akif! Sen sözüne güvenilir bir adamsın. Gel seninle bir anlaşma yapalım!

– Hayrola, ne anlaşması?

– Biz üniversiteyi bitirince evleneceğiz değil mi?

– E, inşaallah!

– Tabii çocuklarımız da olacak değil mi?

– İnşaallah!

– Gel seninle birbirimize söz verelim. İçimizden kim önce ölürse,

hayatta kalan, ölenin çocuklarını sahipsiz bırakmasın, onlara sahip çıksın! Var mısın, bu anlaşmaya?

– Varım!

İşte Baytar Mektebi’nde öğrenciyken aramızda böyle bir anlaşma yaptığımız, okul arkadaşım Hasan Tahsin geçenlerde vefat etti. Tabii bana da verdiğim sözü tutmak, yaptığımız anlaşmaya uymak düştü. Gittim arkadaşımın çocuklarını alıp evime getirdim. Artık onlar da benim çocuklarım. Sakın onlara bir şey söylemeyesin! Benim çocuklar neyse de onları sakın dövüp, azarlamayasın! dedi.

Hasan Tahsin Bey, Edirne’de Baytar Müfettişi olarak görev yaparken, 1910 yılında vefat edince, Akif Bey, her zaman olduğu gibi yine sözünde durmuş, merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı. Büyütüp iş güç, ev bark sahibi yapıncaya kadar bu çocuklara baktı. O yıllarda Akif’in beş çocuğu vardı. Buna rağmen daha üniversite öğrencisiyken arkadaşına verdiği sözü unutmamış, onun çocuklarını kendi evine getirerek bakımlarını üstüne almış, onlara kol kanat germişti. Üstelik daha sonra işinden de istifa ettiği, işsiz, güçsüz ve beş parasız kaldığı halde, yine de bu çocukları yüzüstü bırakmamış, onlara itinayla bakmaya devam etmiş ve kendi çocuklarından hiç ayırmamıştı.

Yıllar sonra, Akif’in oğlu olan Emin Ersoy, hatıralarında, bu çocuklardan biri olan Süheyla hakkında şunları söylüyordu:

Babamın, Süheyla Hanım isminde bir manevî evlâdı da ablalarım ile birlikte Ankara’ya gelmişti. Ben küçüklüğümde, bu kızcağızı öz hemşirem sanırdım. Süheyla’nın babası o çok küçükken ölmüş, babam da bu çocuğu evimize almış, onun tahsil ve terbiyesi ile bizzat ilgilenmiş, neticede Süheyla ablam, öğretmen okulunu tamamladıktan sonra ayrıca üniversiteyi de bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk tahsilimi ondan öğrendim. Süheyla ablam, babamın manevî evlâdıydı ve Ankara’da gelin oldu. Babam onu daha sonra, Balıkesir milletvekili seçilen Hayreddin Karan Bey’le evlendirdi.”

İşte Akif, bütün yoksulluğuna ve yoksunluğuna rağmen, tek bir sözün hatırına bir dostunun üç çocuğuna birden sahip çıkacak, onları kendi çocuklarından daha aziz tutacak kadar vefalı bir insandı.

BİRLİK VE BERABERLİK ŞAİRİ MEHMET AKİF

Mehmet Akif büyük bir birlik ve beraberlik şairiydi. Ayrılıkların sebep olduğu felaketleri, acı ve ıstırapları onun kadar derinden hissedebilmiş, onun kadar iyi ifade edebilmiş, bunlar için onun kadar içten ve yüksek sesle feryat ve figan etmiş başka bir şairimiz yok gibidir.

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez!

Toplu vurdukça kalpler onu top sindiremez!

Mısralarıyla, tarih boyunca, bizim en çok ayrılık, gayrılık, senlik benlik sevdasından çektiğimizi, aslında tefrika ve bölücülükten başka hiçbir düşmana yenilmediğimizi, başka hiçbir gücün bize boyun eğdirmediğini ve eğdiremeyeceğini de en güzel şekilde ifade edebilmiştir.

Milletimizin en büyük düşmanının her dönemde fitne, fesat, nifak ve şikak olduğunu güçlü sesiyle vurgulayan, aramıza sokulan fitneleri, fesatları, fırkacılıkları, kavmiyetçilikleri, her türlü ayrılık, gayrilik sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vermemiz gerektiğini en gür sesiyle haykıran Akif milletine şöyle sesleniyordu:

Milletler topla, tüfekle, zırhlılarla, ordularla, uçaklarla, silahlarla yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar, bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına düştüğü zaman yıkılır… İslâm tarihini şöyle bir gözden geçirecek olursak, güneyde, kuzeyde, doğuda, batıda yıkılmış ne kadar Müslüman devletler varsa hepsinin tefrika yüzünden aralarına sokulan fitneler, fesatlar, nifaklar, şikaklar yüzünden bağımsızlıklarına veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Ecdadımızın bize kanları, canları pahasına alarak emanet ettikleri, yadigâr bıraktıkları o koca iklimleri, o dünyanın en zengin, en verimli topraklarını vere vere bugün avuç içi kadar yere tıkıldık, kaldık. Haydi diyelim ki evvelce düşman önünden perişan bir halde kaçarken, arkada sığınabilecek, barınabilecek bir ocak yahut bir bucak bulabiliyorduk. Fakat gözünüzü açınız, iyice bilmiş olunuz ki artık dinimizi, imanımızı, ırzımızı, namusumuzu, çoluğumuzu, çocuğumuzu barındırabilmek için arkamızda hiçbir yer kalmamıştır. Şayet düşmanların hilelerine, tezvirlerine, yalanlarına kapılarak birbirimize girmeye, birbirimizin kanını içmeye bir süre daha devam edecek olursak, Allah korusun, bu son Müslüman ülke de ayaklar altında çiğnenip gidecektir.”

Birlik ve beraberliğimizi bölmeye, bozmaya, çözmeye uğraşan yıkıcı, bölücü, bozguncu, fitnecilere ve onların asit ve kezzap gibi fikir ve eylemlerine karşı, onun birleştirici, uzlaştırıcı, kaynaştırıcı sesi, fikir, düşünce ve eylemleri bugünün ve yarının gençlerine de hayat suyu olacak, yol ve yön gösterecek önemde ve niteliktedir.

Vatanını ve milletini, milliyetçi ve vatansever geçinen herkesten daha çok sevmesine rağmen Mehmet Akif, hayatında hiçbir zaman ırkçı ve etnik milliyetçi olmamıştı. Aksine bu tür ayırıcı, bölücü, parçalayıcı fikir, görüş, inanış, anlayış, tutum ve davranışlara karşı, aşağıdaki mısralarında olduğu gibi her zaman çok şiddetle karşı çıkmış, büyük bir mücadele vermişti:

Hani, milliyetin İslam idi? kavmiyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arap’ın Türk’e, Laz’ın Çerkez’e yahut Kürt’e
Acem’in Çinli’ye rüçhanı mı varmış? Nerede?
Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer?
Fikr-i kavmiyeti telin ediyor Peygamber.

VATAN ŞAİRİ MEHMET AKİF

Mehmet Akif büyük bir vatan şairidir. Vatan sevgisi onda öylesine şahlanır, coşar ve zapt edilmez bir heyecana dönüşür ki; onun gözünde vatanın her taşı bir iman mabedi kesilir. Nitekim Balıkesir’in işgal yıldönümünde Ankara’da yazdığı şiirin bir beytinde vatanına şöyle sesleniyordu:

Ey benim her taşı bir ma’bedi iman yurdum!
Seni er geç bana mutlak verecek Ma’bûdum!

Hiçbir şair ve yazar vatanını onun kadar sevememiş, vatanının dağına, taşına, çölüne, ovasına, kısaca her karış toprağına onun kadar büyük bir aşkla bağlı olamamıştır.

Cânı, cananı, bütün varımı alsın da Hüdâ!

Etmesin tek, beni vatanımdan dünyada cüdâ!

İSTİKLAL ŞAİRİ MEHMET AKİF

Mehmet Akif, bağımsızlık fikrine, ülküsüne ve idealine de tutkulu bir

aşkla bağlıydı:

Doğduğumdan beridir, aşığım istiklâle!
Bana hiç tasmalık etmiş değil, altın lâle!

Mehmet Akif, milletimizin üst üste yaşadığı büyük acılar, felaketler yüzünden bütün ümitlerini yitirmeye başladığı bir sırada ortaya çıktı. Millete: “Ne kadar büyük olursa olsun felaketlerin bir milletin geleceğini tayin edemeyeceğini, bunların hepsinin üstesinden gelinebileceğini, felaketler karşısında yılgınlığa düşmekten daha büyük tehlike olamayacağını, olan bitenlerden dersler çıkarılması gerektiğini, eğer millet felaketler karşısında şaşkınlıktan kurtulur, kendini toparlayabilirse; yaraların sarılabileceğini, acıların dindirilebileceğini, kayıpların da telafi edilebileceğini” anlatmıştı. Milletin artık sönmeye yüz tutmuş ümit ışığını;

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır!

gibi mısralarıyla yeniden alevlendirmişti.

MEHMET AKİF VE SİYASET

Mehmet Akif’in hiçbir dönemde aktif siyasetle fazla bir ilişkisi olmamıştı. Ancak ülkenin ve toplumun sorunlarıyla her zaman çok ciddi ve yoğun bir biçimde ilgilenmişti. Herkes ve dönemin bütün aydınları gibi o da devletin, milletin ve toplumun içine düştüğü çöküş şartlarının bütün acı ve ıstırabını derinden yaşıyor, bir çıkış yolu arıyordu.

Meşrutiyetin ilanından on gün sonra, yakın arkadaşlarının ısrarıyla, o zamanlar gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne o da üye oldu. Ancak Akif, cemiyete üye olabilmenin ilk şartlarından biri olan ‘Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim!’ şeklindeki yemin metnindeki ‘kayıtsız şartsız itaat’ ifadesine şiddetle karşı çıktı.

Akif, bu yemin metni ile bir kere daha baktı ve gördü ki, hangi fikir, görüş ve düşünceden olursa olsun, bizim siyasetçilerimiz ve devlet adamlarımızdaki genel ve genetik hastalık, en bariz şekliyle burada da sırıtmış, çirkin yüzünü gösteriyordu. Bizde maalesef gücü ve iktidarı eline geçiren herkes, bir yerden sonra o zamana kadar canla başla mücadelesini verdiği inanç ve idealleri, davayı, hakkı, hakikati, iyi, doğru, güzel, mükemmel ve ideal olanı bir kenara atıp, ne olursa olsun herkesin körü körüne kendisine itaat etmesini, yalnız kendi ağzına bakılmasını, onun lafından sözünden çıkılmamasını, kendisine mutlak bağlılık ve sadakat gösterilmesini istemeye başlıyordu. Onların ağzından çıkan hiçbir şey sorgulanmasın, karşı çıkılmasın, eleştirilmesin, hatta onların apaçık yanlışları bile mutlak doğru kabul edilsin, doğru veya yanlış onların, hep onların dedikleri olsun, onların sözünün üstüne söz söylenmesin, her şey onların keyfine, heva ve heveslerine göre biçimlendirilsin, herkes konumunu durumunu onlara göre ayarlasın isteniyordu. Sanki gerçekte kimse kendisine hak, hakikat, adalet yolunda dava arkadaşı ve yoldaş aramıyor da, herkes kendisine yandaş, taraftar, sempatizan, kul, köle arıyordu. Çok geçmeden bunların çoğunun gerçekte hak hakikat aşığı değil de, şöhret ve saltanat, güç, kudret ve iktidar aşığı oldukları ortaya çıkıyordu. Bunların etrafını her zaman pusuda hazır bekleyen ve fırsat kollayan yalakalar, dalkavuklar kısa zamanda sarıveriyorlar, beraber yola çıkılanlar hemen tasfiye edilerek, yolda bulunan bu tür dalkavuklar köşe başlarını tutuveriyorlardı. Bunlar onların egolarını ve nefislerini okşadıkça, onları putlaştırdıkça, bunlar da her gün biraz daha fazla ipten kazıktan boşanıp azgınlaşıyorlar, azıtıp sapıtıyorlardı. Allah’ın dedikleri ve istedikleri yerine, kendilerininki tutuldukça ve yapıldıkça, etraftakiler Allah’ı bırakıp kendilerine kul oldukça, onların bundan irkilmeleri, korkmaları, rahatsızlık duymaları gerekirken, tam tersine şeytanca, Nemrutça ve Firavunca hazlar duyar hale geliyorlardı. Mehmet Akif, ömrü boyunca bu anlayışla ve bu anlayışa yönelenlerle mücadele etmiş bir dava ve ideal adamıydı. Ama işte yine burada, bu yeminde de bu anlayışın izleri tekrar karşısına çıkıvermişti.

Mehmet Akif Bey, bu ifadeyi görünce böyle bir yemin metnini asla imzalamayacağını söyledi. Neden imzalamak istemediğini sordular, açıkladı. O, hiçbir zaman başkalarını sürüleştirmeye, kimliksiz ve kişiliksiz hale getirmeye, kendisiyle sınırlandırmaya çalışan biri olmadığı gibi, belli bir sürünün, hiç düşünüp taşınmadan hep başkalarının iradesiyle hareket eden, kendisine dayatılanı, söyleneni, kendisinden isteneni aynen kabul edip uygulayan, robot gibi, kurmalı oyuncak gibi şuursuz bir üyesi de olmamıştı ve bundan sonra da olmayacaktı. O, herkesten kopup uzaklaşma ve tek başına kalma ve var olma savaşı verme pahasına da olsa, insanı kendi kendisiyle sınırlandıran, sırf kendine tapan ve tapılmasını isteyen bireycilik anlayışına karşıydı. O, inancı gereği bir kimlik ve kişilik sahibi olmayı, kendi kendini ispatlayıp gerçeklerken, anlamlı bir bütünün, anlamlı bir parçası olmayı tercih edenlerdendi. O, hayatını, şiirini, sanatını, düşüncesini ve mücadelesini hep bu ilkeler çerçevesinde sürdürmüştü. Onun bu tavrı, hayatı boyunca her zaman ve her yerde sürdürdüğü ilkeli davranışının ve karakterinin tipik bir yansımasından ibaretti.

Mehmet Akif Bey bu metni imzalamayınca, bir çıkar yol arandı. Bu metni ancak, ‘iyi ve doğru olanlarına’ şeklinde düzeltildiği takdirde imzalayabileceğini ve buna yemin edebileceğini belirtti. Cemiyetin yemin metni Akif’in isteği doğrultusunda değiştirilmek zorunda kalındı. O da ancak bundan sonra cemiyete üye oldu.

HAKSIZLIĞA TAHAMMÜLÜ OLMAYAN AKİF

Mehmet Akif, her zaman haktan, adaletten yanaydı. Kim yaparsa yapsın ve kime yapılırsa yapılsın, haksızlığa asla tahammülü ve hoşgörüsü yoktu. Hele işlerin, kamu görevlerinin ehil ve layık olmayanlara verilmesine, siyasi tercih ve politik çıkar endişesiyle yanlış atamalar yapılmasına asla tahammül edemez, böyle olaylara ortak olmayı ve seyirci kalmayı onuruna yediremezdi. Büyük bir vebal ve zulüm olarak gördüğü bu tür uygulama ve tasarrufları engellemek, bunlara ortak olmamak için çok büyük gayret gösterir, başaramazsa bu işe kalbiyle buğz ederek o ortamdan ayrı ve uzak olmayı yeğlerdi. Çünkü İslamiyet’in emrinin ve Müslümana yakışan tavrın da bu olduğuna inanıyordu.

Allah, bize emanetleri ehline vermemizi emrettiği gibi, iyi veya kötü bir işe aracılık edenin o işin günahına da sevabında ortak olacağını, herkesin işlediği ve işlenmesine aracı olduğu zerre kadar bir iyiliğin de yine zerre kadar bir kötülüğün de karşılığını mutlaka göreceğini kesin olarak bildirmektedir. Yarın kıyamet gününde insanın kendisinin hiç işlemediği, aklından bile geçirmediği ama işlenmesine sebep ve aracı olduğu günahları amel defterinde ve mizanındaki günahlar tarafında görmesinden daha büyük bir utanç ve pişmanlık olabilir miydi? Müslümana yakışan ve Müslümandan beklenen hem kendisinin hayırlar, iyilikler, güzellikler sevaplar işlemeye gayret etmesi; hem de mümkün olabildiğince bu gibi hayırlı, üstün nitelikli, ehliyetli, liyakatli insanları iş başlarına getirerek, bunların da onun amel defterine yazılacak iyilikler yapmasına vesile ve aracı olması, böylece kendisinin bizzat işlemediği ama işlenmesine sebep olduğu hayırlarla, sevaplarla, iyiliklerle amel defterlerinin dopdolu olmasına çalışmasıdır.

İnsanların, hak etmedikleri, ehil ve layık olmadıkları görevlere, mevki ve makamlara talip olmaları, böyle bir vebali üstlenebilmeleri bir Müslüman için çok şaşılası bir durumdur. Ama esas şaşılması ve hayret edilmesi gereken şey; bir Müslümanın bazı politik mülahazalarla da olsa, ehliyetsiz ve liyakatsiz kimseleri layık ve ehil olmadıkları kamu görevlerine atayabilmesi, böyle isabetsiz görevlendirme ve atamalara aracılık yapabilmeleridir. Mehmet Akif’e göre, bir Müslüman, kendisine emanet olarak tevdi edilmiş kamu görevlerini Allah’tan hiç korkmadan yanlış insanlara, yanlış ellere tevdi edemez, böyle bir cahil cesaretini gösteremezdi. Çünkü böyle bir tasarrufla, hem hak etmedikleri görevlere getirilenlerin dünyalarını ve ahiretlerini ziyan çekmelerine sebep olunmuş, hem bunlar o görevlerin hakkını tam olarak veremeyecekleri için o kamu görevlerine, yani o mevki ve makamlara, hem de oradan hizmet bekleyen sayısız insana ihanet edilmiş olunacaktır. Tek bir görevle ilgili bir yanlış tasarruf bile insanın dünyasını ve ahiretini ziyan çekmesine yetebilecek, bedelinin ödenmesi imkansız büyük ihanetlere, veballere, günahlara sebep olabiliyorken, sayısız yanlış ve hatalı tasarruflarla korkunç veballer yüklenenler acaba sonlarının ne olacağını niçin düşünmezler?

Bu ve benzeri düşünceler, Mehmet Akif’i bu tür konularda son derece hassas yapmıştı. Nitekim bu hassaslıkları yüzünden, çeşitli kademelerinde değişik görevler yaptığı Baytarlık Dairesi Başkanlığı’ndaki 20 yıllık memuriyeti boyunca, daha çok başkalarının haklarını korumak için başına gelmedik dert ve sıkıntı kalmamıştı. Bu çok sevdiği kurumdan ayrılmak zorunda kalması da bu tür hassasiyeti sonucunda olmuştu. Müdür Yardımcısı olarak görev yaptığı Ümûr-i Baytariyye Dairesi Müdürü Abdullah Bey’in İttihat ve Terakki Partisi tarafından politik gerekçelerle ve haksız olarak görevinden alınmasına itiraz etmiş, tepki göstermişti. Bu tepkileri dikkate alınmayınca da 13 Mayıs 1913’te görevinden istifa etti. Bu tür olayların, haksızlıkların onu istifanın eşiğine getirmesi, ne ilk ne de son olmuştu.

Daha önceleri de örneğin 1911 yılında, Baytarlık Dairesinde görev yapan yetenekli bir gencin (Mehmet Emin Erişirgil), haksız yere işine son verilmesi üzerine bu uygulamaya karşı çıkmış, sözünü dinletemeyince de böyle bir haksızlığa ortak olmamak ve seyirci de kalmamak için hemen istifasını vermişti. Yapılan ricalar ve bu gencin tekrar yeniden göreve alınması üzerine istifasını geri almıştı. Fakat bu sefer öyle olmadı. Belki de yöneticiler, böyle ilkeli, dosdoğru, verilen yanlış emirlere ve uygulamalara sürekli karşı çıkan, doğru bildiğinden şaşmayan, onlara ayak uydurmayan, ‘uyumsuz bürokrat’ olarak nitelendirdikleri birinden böyle kolayca kurtulmalarından dolayı bir hayli sevinmişler ve memnun olmuşlardı.

GÜNÜBİRLİK POLİTİKANIN DEĞİŞTİREMEDİĞİ AKİF

Akif, 1913 yılının sonuna doğru, İttihat ve Terakki hükümetinin yanlış bulduğu politikalarına ve partinin teorisyeni Ziya Gökalp’in görüşlerine şiddetle karşı çıkarak, Darülfünun’daki görevinden de istifa etti.

İttihat ve Terakki’nin lider kadrosuyla Akif’in çok eskiden beri tanışıklığı vardı. Örneğin Talat Paşa da bunlardan biriydi. Çok eskiden, Edirne’deki memuriyet görevi günlerinden beri yakinen tanışıyorlardı. O sıralarda Talat Bey öğretmenlik, Akif Bey de baytarlık yapıyordu.

Günlerden bir gün Talat Paşa, Mehmet Akif’i Bâbıâli’ye, makamına davet etti. O da aralarındaki eski dostluğun hatırına, Talat Paşa’nın davetine icabet etti. İçeri girdiğinde, Talat Paşa’nın yanında Ziya Gökalp oturuyordu. Niçin davet edildiğini bilmeden Talat Paşa’nın makamına giden Akif, hoş beşten sonra, Talat Paşa’nın esas niyetinin, kendisini Ziya Gökalp ile görüştürmek, aralarındaki fikir ayrılıklarını gidermek ve onları anlaştırmak olduğunu anladı. Talat Paşa’nın, ısrarlı bir şekilde anlaşma, anlaştırma, uzlaştırma sözleri, önerileri ve tavsiyeleri Akif’i çok sinirlendirmişti. Talat Paşa’ya oldukça sert bir üslupla şu sözleri söyleyip yerinden kalktı:

– Sen bizi, bunun için mi buraya çağırdın? Anlaşmak, uzlaşmak ne

demek? Neyi anlaştıracaksın? Bizim aramızda şahsi bir mesele mi var? Yahut bizim şahsi bir emelimiz veya gayemiz mi var? Sen bizi simsar mı sandın? Teessüf ederim!

Talat Paşa onun ardından bakakalmış ve:

– Zerre kadar değişmemiş! Hala Edirne’de bıraktığım Mehmet Akif!

demekten kendini alamamıştı.

Herkes, bütün eski dava, ideal adamları oportünizmin, revizyonizmin rüzgarına kapılmış, halden hale giriyorlar, eski hallerinden hiçbir iz ve eser kalmıyordu ama Akif, yine o eski samimi, davasının adamı Akif’ti. Böyleleri hiç makbul değildi ama Akif değişmemekte, bozulmamakta, çürümemekte hep ısrarlıydı.

KİMİN DÜZELMESİ GEREKİYORSA, O DÜZELSİN!

Mehmet Akif’in yazı ve şiirleri İttihat ve Terakki hükümetinin hiç hoşuna gitmiyordu. Bu yüzden dergisi hiçbir gerekçe gösterilmeden hükümet tarafından sık sık kapatılıyordu. Bu kapatmalardan biri, 1916 yılı Ekim ayından, 4 Temmuz 1918’e kadar tam 20 ay sürmüştü. Ama bu kapatmalar onu asla yıldırmıyor, hak bildiğini savunmakta en ufak bir tereddüt, eğilme, kırılma göstermiyordu. Derginin kapalı, borcun gırtlakta olduğu, sıkıntılı günlerden birinde Akif, evinden getirdiği kuru fasulyeye kaşık sallarlarken, içeriye Dâhiliye Nezareti’nden (İçişleri Bakanlığı) geldiğini söyleyen bir görevli girdi. Akif’e:

– Efendim, nazırımın (bakanımın) selamı var. Yazılarınızda bu

kadar ileri gitmemenizi rica ediyor, diyerek hükümetin kendisiyle anlaşmak istediği mesajını getirdi. Fakat böyle bir rica ve mesaj onu çok öfkelendirmişti. Bakana şu haberi gönderdi:

– Git nazırına söyle! Düzelmesi gereken biz değiliz, onlar! Onlar

kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş böyle devam ettiği sürece, biz de mecburen böyle yazmaya devam edeceğiz. Onların gücü de bizi susturmaya yetmez. Ben kuru fasulyeye razı olduktan sonra, kimseden korkum da olmaz, çekincem de!

İŞGALE DİRENEN AKİF

Osmanlı Devletinin savaştan yenik çıkmış sayılması üzerine

imzalanan mütarekenin ardından İstanbul yabancı düşmanlar tarafından işgal edilmiş, bu olay Akif’te çok derin üzüntülere ve büyük bir şoka neden olmuştu. İşgalcilerin sansürü yüzünden neredeyse yarısı boş çıkan dergisindeki yazılarında, yine de milletine ümit, sabır, cesaret ve mücadele azmi aşılamaya çalışıyordu. En önemli eserlerinden biri olan Asım’ı da bu işgal günlerinde, 18 Eylül 1919 tarihinde yazmaya başlamıştı.

Bazı basının ve aydın zümrelerin büyük devletlerden birinin “Mandaterliği” altına girilmesi yolundaki önerilerine şiddetle karşı çıkıyor, böyle bir şeyi binlerce yıldan beri hep hür ve bağımsız yaşamış Türk milletine asla yakıştıramıyor, hakaret sayıyordu. ‘Ya istiklal, ya ölüm!’den başka bir seçeneği kabul etmiyordu.

Bu yüzden Akif, Anadolu’da başlayan Milli Mücadele hareketini en başından beri destekledi. Bu arada İstanbul’da önemli bir kesim de Millî Mücadele hareketini İttihatçıların bir eseri olduğunu iddia ediyor, halkı ve milleti bu hareketten soğutmaya çalışıyordu. Akif, bunlara tepki gösteriyor, böyle önemli bir geçiş döneminde, bu tür yerli yersiz söylentilerle halkın mücadele azminin kırılmaması, tam tersine kamçılanması gerektiğini savunuyordu. Bir defasında Sebilürreşad idarehanesindeki bir sohbet sırasında milli mücadele hareketini ittihatçılara bağlamak isteyen birine dönerek şöyle demişti: “Hayır, buna da İttihatçılık denemez! Bu bir memleket meselesidir. Buna herkes elbirliği ile sarılmalı ve destek olmalıdır!” (Eşref Edip Fergan, Mehmet Akif, Hayatı ve Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, c.1,İstanbul 1938, s.675. ayrıca bkz. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Akif Ersoy, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1996, s.251.)

Nitekim kendisi de aynen öyle yaptı. Özellikle 1920 yılı başlarından itibaren, Sebilürreşad dergisi idarehanesi, Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçenlerle, onların İstanbul’da kalan yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti. Dergi, Milli Mücadele hareketinin irtibat bürosu gibi çalışıyor, gazeteler ve mektuplar, dergi vasıtasıyla Anadolu’ya gönderiliyor ve İstanbul’a geliyordu. Akif, bu arada Balıkesir’e giderek, 6 Şubat 1920 günü, Zağnos Paşa Camii’nde, halkı Milli Mücadele’ye teşvik eden ve cesaretlendiren, çok etkili ve heyecanlı bir hutbe verdi. Bu hutbe, 12 Şubat 1920 tarihli Sebilürreşad’da da yayımlanarak bütün millete duyuruldu. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında civardaki daha birçok yerde hutbeler verip, konuşmalar yaptıktan sonra İstanbul’a döndü. Ancak bu tür konuşmaları ve yayınları, işgal güçlerinin dergi üzerindeki baskılarının daha da artmasına neden oluyordu.

ANADOLU YOLLARINA DÜŞEN AKİF

İstanbul’da kalarak milletine hizmet etmesinin giderek zorlaştığını gören Akif, Ankara’dan aldığı davet üzerine Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Bu kararını Eşref Edip ve Ömer Rıza Doğrul’a şöyle açıkladı:

– Artık burada duracak zaman değildir, gidip çalışmak lazım! Bizim

tarafımızdan halkı tenvire (aydınlatmaya) ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar. Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın! Sen de idarehanenin işlerini derle topla, Sebilürreşad klişesini al, arkamdan gel! Meşihattakilerle de (Şeyhülislamlık Makamı) temas et, Herakat-ı Milliye aleyhinde bir halt etmesinler!

Mehmet Akif, milli mücadeleye daha aktif bir şekilde katılabilmek için, 10 Nisan 1920 sabahı, 12 yaşındaki oğlu Emin’i de yanına alarak, Ankara’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’le beraber, Üsküdar, Kısıklı, Alemdağı, İzmit, Adapazarı, Geyve, Eskişehir üzerinden meclisin açıldığı günün ertesi günü, yani 24 Nisan 1920 günü öğleye doğru Ankara’ya ulaştı.

Doğruca Meclise gitti. Meclis önünde karşılaştıkları Mustafa Kemal Paşa kendisini görünce çok sevindi. “ Sizi bekliyordum efendim! Tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmemiz kabil olmayacak, ben size gelirim” sözleriyle memnuniyetini ifade etti. 28 Nisan 192o tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, onun Ankara’ya gelişini “İslâm Şairi Âkif Bey ” başlığı altında haberleştirdi. Onun Ankara’ya gelişi, milli mücadeleye büyük bir güç katmış, herkes için büyük bir sevinç ve moral kaynağı olmuştu.

Mehmet Akif, 3 Mayıs 1920’de, izin almadan görevini terk ettiği gerekçesiyle, Dar’ül-Hikmet’il-İslamiye’deki görevinden azledildi. 5 Haziran 1920’de Burdur milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi’nde yerini aldı.

Dönemin aydınları içinde şair ve sanatçı kişiliği, milli ve manevi değerlere bağlılığı, dini konulardaki derin hassasiyeti, hayat tarzı, tercihleri, inanç ve değerleri ile Mehmet Akif, halk nazarında da en çok saygı duyulanı, en çok takdir edileni, kendilerine en yakın görüleni, en güvenileni ve en çok inanılanıydı. O, milli kimlik ve kişiliği, milli ve manevi değerleri kaybetmeden gerçekleşecek bir gelişme ve değişmeyi savunan aydınların öncülerindendi. Onun Ankara’ya gelmesi, milli mücadele konusunda kararsız ve çelişkili durumdaki çok geniş bir toplumsal kesimin de milli mücadeleye destek olması yönünde son derece etkili olmuştu.

Akif, Ankara’ya geldikten sonra Anadolu’yu karış karış dolaştı. Eskişehir, Afyon, Sandıklı, Dinar, Burdur, Konya, Antalya, Kastamonu gibi ülkenin değişik yörelerinde halkla sohbetler etti, ateşli nutuklar söyledi ve vaazlar verdi. Gittiği her yerde, camilerde, hükümet meydanlarında geniş halk kitlelerine Millî Mücadele’nin önemini anlatan çok etkili konuşmalar yapıyordu. Millete anlayabileceği bir dille, yaşanan bunca kayıptan sonra artık kaybedecek başka bir şeyimizin, Anadolu’dan başka gidebilecek hiç bir yerimizin olmadığını, hiç olmazsa bu son ve kutsal vatan parçamızı kurtarabilmek için kanımızın son damlasına kadar zalim ve insafsız düşmanlarımıza karşı savaşmaktan başka çaremizin ve seçeneğimizin bulunmadığını söylüyordu. Bir yandan da Milletine sürekli umut ve gayret aşılamaktan geri durmuyordu. Onun iman ve heyecan dolu sözleri, konuşmaları, şiirleri, dilden dile vatan sathına yayıldıkça, her yerde büyük bir canlanma görülüyor, yaralar el birliğiyle sarılmaya başlanıyordu.

Türk milleti onun sözlerini dikkatle ve can kulağıyla dinledi. Ümitsizlik bataklığına saplanıp kalan niceleri, düştükleri bu bataklıktan onun sayesinde kurtulabildiler, türlü nedenlerle milli mücadeleye kuşkuyla bakan pek çok kimse onun ümit verici ve inandırıcı sesine güvenerek inanmaya başladılar. Gaflet ve dalaletleri yüzünden milli mücadeleye karşı olanlardan niceleri, onun uyarıcı sözleriyle uyanıp bu mücadeleye destek ve taraftar oldular. Şaşkınlıkları yüzünden milli mücadeleyi engellemek isteyenlerden niceleri, onun teşvik edici sözleriyle enerjilerini düşman üstüne yönelterek milli mücadelenin en gözü kara fedaileri haline geldiler. Hainlikleri yüzünden ve kötü niyetle bozgunculuk peşinde koşanlar ise, onun, halkın hem aklına, beynine, dimağına, hem de kalbine, gönlüne ve ruhuna hitap eden sağlam delillerle ve ispatlarla dolu sözleri, yazıları karşısında seslerini kesmekten ve susmaktan başka çıkar yol bulamadılar.

Mehmet Akif, kalemiyle, yazıları ve sözleriyle halkın maneviyatını yükseltmiş, Kurtuluş Savaşının kazanılmasında çok büyük roller oynamış ve dolayısıyla milli mücadelemizin en önde gelen kahramanlarından biri olmuştu. Savaş boyunca cepheden cepheye koşarak, askerlerimizle görüşüp konuşuyor, onlara moral veriyordu.

İSTİKLAL MARŞIMIZIN YAZILMASI VE KABULÜ

Mehmet Akif Bey tarafından yazılıp, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilinceye kadar Türk Milletinin bir milli marşı yoktu. Bu çok büyük bir eksiklikti. Bunun eksikliği, özellikle büyük ölüm kalım mücadelelerinin yaşandığı son dönemlerde çok daha fazla hissedilir ve belirgin hale gelmişti. Ama bu hiç de kolay bir iş değildi. Zaten kolay olmadığı için de, o zamana kadar ne böyle bir şiir yazılabilmiş, ne de Türk Milleti böyle bir şair çıkarabilmişti. Çünkü böyle bir marşı yazabilmek için, olağanüstü bir şairlik yeteneğinin yanında, milletini çok iyi tanıyıp seven, milletinin dertleriyle dertlenen, onun değerlerine ve inançlarına yabancı olmayan, kalemini milletine, milletinin hayrına, iyiliğine, mutluluk ve saadetine adamış, çağının tanığı ve vicdanı olan, iman, inanç, ideal, yüksek ahlak, fazilet ve entelektüel birikim sahibi, milletinin inanç ve idealleri, davası adına şiir yazan, ama şiiri şiir yapan özelliklerden de asla feragat etmeyen, Türkçenin bütün nüanslarını ve imkânlarını ustalıkla kullanabilen, yiğit, erdemli, hünerli, hikmetli, ilkeli, mütevazı, idealist, sarsılmaz bir iman ve dava adamına, usta bir şaire ihtiyaç vardı. Bunların hepsi ve daha fazlası bir arada bir kişide bulunmadıkça böyle bir şiirin yazılabilmesi mümkün değildi. Hatta belki bunlar da yetmez, şartların da bunun yazılmasını zorlaması gerekiyordu.

Milli mücadelenin önemini ve anlamını ebedileştirecek, herkesi bu mücadelenin içine çekebilecek, Milli Mücadele coşkusunu ve ruhunu dosta düşmana ilan edip dışa vurabilecek, bu ruh ve coşkuyu gelecek nesillere aktarıp, taşıyabilecek bir İstiklal Marşı ihtiyacının karşılanabilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı, 7 Kasım 1920’de gazetelere ilanlar vererek, 500 lira ödüllü bir ‘İstiklal Marşı Yarışması’ açıldığını kamuoyuna duyurdu.İstiklâl Marşı olacak şiir, TBMM’nin de seçimine ve onayına sunulacaktı. 500 lira, o günkü ekonomik koşullarda hatırı sayılır bir ödüldü. Çünkü o sıralarda, 150 lira gibi bir bedelle Ankara’da bir çiftlik alınabiliyordu.

Büyük ilgi gören yarışmaya 724 şiir gönderildi. Maarif Vekaletince oluşturulan bir Komisyonca bu şiirlerden altı tanesi seçildi. Meclis Matbaasında bastırılıp milletvekillerine dağıtıldı. İçlerinde güzel şiirler vardı, ama hiç birisi milletin ortak duygu ve düşüncelerini terennüm edebilecek, geniş bir milli heyecan uyandırabilecek, kısaca milli şiir ve milli marş olabilecek nitelikte değildi.

Türkiye’de böyle bir marşı yazabilecek tek şair, Mehmet Akif Bey’di. Ama para için, ödül için şiir yazmak, hele milli marş olacak bir şiir yazmak, onun karakterine, yapısına ve anlayışına çok ters olduğu için o da bu yarışmaya katılmamıştı. Akif’i bu işe razı etme yolundaki yoğun ikna çabaları ve ısrarlar nihayet sonuç verdi ve ödülün de bir hayır kurumuna bağışlanması şartıyla Akif, İstiklal Marşımızı yazmaya başladı. Kendinden sıyrılmışçasına yoğun duygulara gömülerek günler ve geceler boyu çalıştı. En sonunda milletimizin imanını ve heyecanını en güzel şekilde dile getiren o muhteşem şiiri bitirmeyi başardı.

Mehmet Akif’in yazdığı şiirle, yarışmada finale kalan diğer şiirler arasında kıyas kabul etmez büyük farklar vardı. Mehmet Akif’in yazdığı İstiklal Marşı, sadece bir şiir değil, ruhları coşturan bir hamaset ve belagat âbidesiydi. Şiir, daha Meclis gündemine gelmeden önce kamuoyunda duyulmuş ve çok beğenilmişti. Mali yılbaşı olan 1 Mart günü, bütçe görüşmeleri sırasında, bu şiirin TBMM kürsüsünden okunması önerildi. Çok iyi bir hatip olan Hamdullah Suphi Bey, kürsüye gelerek o gür ve coşkulu sesiyle Akif’in şiirini okuyunca mecliste yer yerinden oynadı. Şiir, milletvekilleri tarafından da çok beğenilmişti. Mehmet Akif’indinin, milletin ve vatanın bekçisi “Kahraman Odumuza” ithaf ve Milletimize armağan ettiği ‘İstiklal Marşı’ adlı şiiri, TBMM’nin 12 Mart 1921 günkü tarihi oturumunda, milletvekillerinin büyük oy çoğunluğuyla (tek karşı oyla) resmen Milli Marş olarak kabul edildi.

Oylamadan sonra, bütün milletvekilleri ayağa kalkarak, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’den İstiklal Marşı’mızı Meclis Kürsüsünden tekrar tekrar okumasını istediler. İstiklal Marşı, bu ısrarlı talepler üzerine Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından, Meclis kürsüsünden, Meclisi kuşatan olağanüstü bir heyecan dalgası ve coşku seli altında, tam dört kez arka arkaya okundu. Bütün Milletvekillerince büyük bir alkış tufanı arasında ayakta dinlendi. Heyecan, alkış ve tezahürat son haddini bulmuştu. Neredeyse şiirin her mısraı, her kıt’ası alkışlarla karşılanıyordu. Mehmet Akif, daha fazla dayanamadı. Heyecan ve mahcubiyetinden dolayı marşın dördüncü okunuşu sırasında, kimseye görünmeden yavaşça Meclis’i terk etmek zorunda kaldı.

Bizim İstiklal Marşı’mız, kuru bir hamaset ve şehâmet edebiyatı örneği değildir. Onda başka milli marşlarda bulunmayan pek çok özellikler vardır. O, öyle bir şiirdir ki, bugünü anlatırken düne vurgu yapar; dünü anlatırken de geleceğe yönelik kalıcı ve şaşmaz hedefler gösterir. Aruzla yazılmıştır ama kelimelerindeki derinlik ve genişlik, nazmın kalıbını zorlayacak ve çatlatacak güçtedir. Her kelimesi başlı başına bir yüceliğin, estetik ve zarafetin yansımasıdır. Her kelimenin ayrı bir çağrışımı ve tınısı vardır. Ama bu farklılıklar insana, değişik enstrümanlarla icra edilen çok sesli güzel bir bestenin, zengin ve muhteşem bir orkestranın hayranlık verici yorumundaki eşsiz uyumu hissettirir.

Destansı bir mücadelenin destanı, Türk milletinin ölüm kalım savaşının ve bağımsızlığının sembolü, varlığını ve bu varlığı devam ettirme ülküsünün, coşkusunun, azim ve iradesinin ifadesi olan, herkesin her zaman gururla ve kıvançla söylediği, bütün gönüllere, ruhlara, zihinlere derin bir şekilde yerleşmiş ve yer etmiş olan İstiklal Marşımız, milletimizin dünden bugüne gelen ve yarınlara da kalacak olan en yüksek sesi olmuştur.

Bu muhteşem eserde Türk Milleti’nin köklü tarihi, eşsiz kültürü, üstün medeniyeti, Milli Mücadele günlerinin şanlı direnişi anlatılır. Türk Milletinin yaşama azmi, şanla, şerefle ve onurla her zaman var olma kararlılığı, Allah’tan başkasına kul olmama, boyun eğmeme imanı dile getirilir.

Her milletin bizim yaşadığımız Kurtuluş Savaşı gibi bir ölüm kalım mücadelesi ve Mehmet Akif gibi büyük bir şairi olamayacağı için, bizim İstiklal Marşımız gibi bir milli marşı da olamaz. Bu marşı baştan sona kadar okuyan her Türk gencinin göğsü imanla kabarır, milletine ve geleceğe olan güveni artar. İstiklal Marşı gibi bir marşa, Mehmet Akif gibi bir şaire sahip olmak her millete nasip olamayacak bir talihtir.

Onun Türk Milletine en büyük hizmetlerinden ve armağanlarından biri işte bu İstiklal Marşı’mızdır.

MİLLİ MÜCADELE YILLARI VE MEHMET AKİF

1919-1923 yılları arasındaki dört yıllık Milli Mücadele Dönemi, tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biridir. Dünyanın en eski ve aynı zamanda en çok devlet kurmuş milleti olan Türk Milleti, tamamen yok olmanın ve tarih sahnesinden silinmenin eşiğine gelmişti. Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla son bağımsız Türk devletinin bağımsızlığını yitirmesiyle birlikte, artık yeryüzünde hiçbir bağımsız Müslüman devlet de kalmamıştı. Bu durum, hem Türkler, hem de dünya Müslümanları üzerinde çok büyük bir şok etkisi meydana getirmişti. Çünkü Osmanlı padişahlarının, aynı zamanda bütün Müslümanların Halifesi olmak gibi bir sıfatı da vardı.

Gerçekten de Milli Mücadele yılları Mehmet Akif’in de belirttiği gibi çok samimi ve heyecanlı günlerdi. Bin bir korkunç facia karşısında bunalan ruhların, ıstıraplar içinde kurtuluş için her şeylerini ortaya koydukları, ‘Ya istiklal, ya ölüm!’ dediği yıllardı.

Tarihimizin son ikiyüz yılına damgasını vuran Batı hayranlığı ve taklitçiliği illetinden halkımızla, aydınımızla, yöneticilerimizle beraber bütün bir millet olarak sadece dört yıl, 1919-1923 yılları arasındaki Milli Mücadele döneminde kurtulup kendimize gelebilmiştik. Türk milleti, devleti, meclisi, halkı, basını ve aydınlarıyla iki asırdan beri ilk kez kendisini gerçek yüzüyle ve özüyle ispat edebilme imkânını bulabilmişti. Bizi İslami, milli kimlik ve kişiliğimize kavuşturan, Kuvay-ı Milliye ruhuyla kazanılan bu büyük zafer, yalnız Yunan’lılara karşı değil, asıl kendi gafletimize karşı kazanılmış bir zaferdi.

Milli Mücadele döneminin en karakteristik özelliklerinden biri, bu dönemin Batı hayranlığından kendimize dönüş yılları olmasıydı. Bu şuurlu yıllarda, yöneticileri, aydınları, zenginleri, yoksulları, ilim ve fikir adamlarıyla beraber bütün Türk milleti, Avrupa’yı gerçek yüzü ve kimliğiyle olduğu gibi görüp tanıyabildi, anlayabildi, bilebildi. Tanıdıkça da, Batı’dan da, Batı hayranlığından da, Batı hayranlarından da tiksindi. Batının, emperyalizmle Hıristiyanlığın ve sömürgeciliğin hak tanımaz, hileci, saldırgan ve kan dökücü bir terkibi olduğu, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tam olarak anlaşıldı. Emperyalist Batı’nın bazılarının asırlardır bize yutturmaya çalıştıkları gibi ‘medeniyyet, uygarlık, çağdaşlık, insanlık’ demek olmadığı; Akif’in ifadesiyle, aslında tek dişi kalmış bir canavar olduğu artık herkes tarafından anlaşılabiliyordu. Bu bilinçli ve şuurlu Milli Mücadele yılları, milleti aynı imanla, aynı ruhla tek bir bütün haline getirmiş, ortaya som iman ve öze güven hamuruyla yoğrulmuş, yıkılmaz, parçalanmaz bir milli ruh cephesi çıkarmıştı.

O yıllar, milletin geniş kesimlerinin, özellikle de devleti ve milleti felaketlere sürükleyen Batı hayranlarının, gelecekten bütün ümitlerini kestikleri, Türk tarihinin en acılı, en karanlık, en çileli, en büyük felaket yıllarıydı. Türk milleti, bu tarifi imkânsız kötü ve karanlık günlerden, bir kez daha, Allah’ın büyük lütfu, yardım ve desteği, tarihinden, özünden ve cevherinden gelen o ölmek bilmez canlılığı, olağanüstü sabrı, bitip tükenmez enerji ve takatiyle çıkabilmeyi, kötü kaderini yenebilmeyi başarabilmişti. Bütün şartların aleyhine olmasına, halkımızın tamamen cahil, yoksul, aciz ve çaresizlik ve perişanlık içinde geri bırakılmışlığına rağmen bu millet, oynanan uğursuz oyunların şuursuz bir seyircisi olarak tarih sahnesinden silinmeyi yine kabul etmemişti. Türk Milleti, başarıyla sonuçlandırabildiği bir büyük bağımsızlık mücadelesi ve olağanüstü bir zaferle taçlandırdığı İstiklal Savaşı’yla herkese, bütün dünyaya, en önemlisi de kendisine, ebediyyen hür ve bağımsız yaşama azmini, irade ve kararlılığını, bu yolda bütün zorlukların, çilelerin, cefaların üstesinden gelebileceğini bir kere daha ispat edebilmişti. Bu kolay bir şey değildi. Belki de, sırf bu millete has bir özellikti.

Türk milletinin ve tarihinin asla değişmeyen ve zorlamalarla da değiştirilmesi mümkün olmayan belli ilke ve ülküleri, belli bir töresi vardır. Bunların en başta geleni de, Türklerdeki bütün zamanları ve mekânları aşıp gelen sürekli devlet, devleti ebed müddet ideali ve ülküsüdür. Yönetim biçimleri, yönetici hanedanlar, rejimler, sistemler, ülkeler, zamanlar, mekânlar değişse de, Türklerdeki bu ideal, yani Milletin tekliği ve devamlığı gibi, Devletin de tekliği ve devamlığı ilkesi, anlayışı hiç değişmemiştir. Bu açıdan bakıldığında, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti gibi birbirini izleyen devletlerin hepsi, Türk Milletinin varlığını sürdürebilmek amacıyla çağlar içinde kurduğu bu tek ve ebed müddet Türk devletinin, yani bir yerde aynı devletin değişik görünüşleridir. Hanedan, rejim, zaman, mekân değişmelerine bakarak, devam edip gelen bu devletin tekliği ve sürekliği ilkesini inkâr etmek, kurulan bütün Türk devletlerini birbirinden ayrı, farklı, bölük pörçük ve hatta bir sonrakini bir öncekine düşman gibi göstermek, tarih bölücülüğünden başka bir şey değildir. Tarihi gerçekler de açık seçik bir biçimde ortaya koyuyor ki, ard arda gelen ve birbirlerinin temeli ve devamı olan Selçuklu-Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerinin her üçü de aynı millet tarafından, aynı ihtiyaç ve gayelerle, aynı İslami ve milli inançlar, aynı maddi ve manevi temeller üzerinde, aynı ruhla, aynı İslami ve milli öze dayanılarak kurulmuştur. Bunların her üçü de kendi özüne, köküne ve ruhuna bağlı kaldığı müddetçe gelişmiş, güçlenmiş, büyümüş, bu temellerden uzaklaştıkça da hem devlet, hem de millet yozlaşmış, devlet milletine yabancılaşmış, halkla devletin arası açılmış, büyük sorunlar, sıkıntılar ve felaketler baş göstermiştir.

Bütün bölücülükler gibi tarih bölücülüğü de, gerçeklere, milli birlik ve beraberliğe, milli menfaatlere son derece aykırı bir tutumdur. Millet denilen varlık, tarihinden ve tarihi sürekliliğinden koparılamaz. Millet, sadece bugün belli bir toprak, sınırları belli bir vatan parçası üzerinde, bağımsız bir devlet çatısı altında yaşayanlardan oluşmuş basit bir topluluk olarak görülemez. Aksine millet tanımı, zaman ve mekân ayırımı yapmadan, geçmişin, bugünün ve geleceğin tüm zamanlarına ve mekânlarına yayılmış, aynı inanç ve ideale sahip bütün millet fertlerini, yani bugünü yaşayanlar gibi, asırlar önce gelip geçmiş, bu fani âlemde yapacağını yapmış, toprak altına ve gerçek âleme göçmüş olanları da, asırlar sonra gelecek olanları da kapsamak zorundadır. Devleti, milleti ve tarihi böyle çok geniş bir ufuk içinde görüp değerlendirememek, kasıtlı bir tarih bölücülüğü niyetiyle olmasa bile, en azından çok açık bir ufuksuzluktur.

Tarihte kurulmuş Türk devletlerini, özellikle Türkiye Cumhuriyetini, Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinden tamamen farklı, bambaşka bir devlet, bizi de babalarımızdan, dedelerimizden apayrı bir millete mensup saymak, yanılgıların en büyüğü, en esaslısıdır, gerçeklerle de asla bağdaşmaz. Nitekim devletlerin kuruluş felsefelerine ve süreçlerine dikkatli bir gözle bakanlar, arada şaşılacak kadar çok benzerlikler olduğunu hemen ve hiç zorlanmadan görebileceklerdir.

Bir kere her üç devlet de aynı coğrafya üzerinde, yani Anadolu’da kurulmuşlardır. Her üçü de büyük yıkımların, sosyal felaketlerin ardından (birisi Büyük Selçuklu Devleti, diğeri Osmanlı Devleti son nefeslerini verirken) kurulmuşlardır. Her üçü de Haçlı taassubu ve saldırganlığının Bizans-Yunan soyuyla işbirliği, güç birliği yaparak desteklediği, Türklüğün ve Müslümanlığın adını yeryüzünden silmek, kazımak isteyen güçlere karşı yapılmıştır. Her üçü de yapıcı liderler öncülüğünde ama bizzat millet tarafından, milletin mücadele azim ve kararlılığı ve iradesi ile kurulmuştur. Her üç devletin kuruluşuna da aynı iman, inanç, ideal ve manevi unsurlar temel teşkil etmiştir. Her üç devletin kuruluşunda da, bu milletin evlatları, ‘din ve devlet, mülk ve millet’ için çok üstün bir istek ve gayretle, çok büyük fedakârlıklar göstermişler, varını yoğunu ortaya koyarak bu yolda milletin gönlünden kopan çok canlı, inanılmaz, efsanevi ve çok büyük kahramanlık destanları yazmışlardır. Her üç devletin kuruluşu sırasında da, önderler, liderler, aydınlar, yöneticiler, halk, kısacası milletin bütün fertleri eylem, söylem, gaye ve ideal birliği içinde olmuşlar, aynı dili konuşmuşlar, aynı yaşayışı sürdürmüşlerdir. Her üç devlet te aynı milletin, inandığı, güvendiği öncülerin peşinde, birlik ve beraberlik içinde, sağlam bir inançla, kararlı ve azimli bir şekilde, aynı amaca doğru sonuna kadar sürdürdüğü bir yürüyüşün sonunda kurulmuştur. Her üç devletin büyük var oluş mücadelelerinin sanattaki ve özellikle de şiirdeki (Dede Korkut, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mehmet Akif vb gibi) temsilcilerinin aynı ortak duygu ve düşünceleri, fikir ve idealleri temsil ettikleri, sözlerinin, şiirlerinin halkın maşeri vicdanında da aynı büyük yankıları uyandırdığı açıkça görülür.

Selçuklu, Osmanlı Türkiye Cumhuriyeti devletlerinin kurucu önderlerine bu Millet tarafından temsil ettikleri iman ve ülkünün bir ifadesi olarak aynı ortak unvan, ‘Gazi’ unvanı verilmiş ve yakıştırılmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’ni kuran Kutalmışoğlu Süleyman Bey’e, Osmanlı Devleti’nin ilk üç kurucu beyi Ertuğrul Bey’e, Osman Bey’e ve Orhan Bey’e, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Paşa’ya GAZİ adı ve unvanı bizzat milletin kendisi tarafından verilmiştir. Bunlar boşuna verilmiş, unvanlar değildir. Bu unvanlar, Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin birer gaza ve cihad devleti olmalarının yanı sıra, halen de geçerli olan ‘İslam’ın Gazisi olmayanın Türk’ün kahramanı olamayacağı’ anlayışının ve düsturunun da en açık delili ve ifadesidir. Bu düstur gereğince, TBMM, yani milletin kendisi tarafından Mustafa Kemal’e de Gazi’lik unvanı verilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Paşa da, bu unvanı çok sevmiş, benimsemiş, yıllarca resmi yazışmalarında bile diğer isimlerini değil sadece bu unvanı kullanmış, özellikle Milli Mücadele boyunca bu İslami, milli, yüce ve yüksek unvana layık olabilmek, bütün söz ve davranışlarıyla bunu ispat etmek için var gücüyle çalışmıştır. Bu unvan sayesinde, sadece Türkiye’de değil, bütün İslam dünyasında ‘İslam’ın kılıcı, Müslümanların kurtarıcısı, Allah için savaşan büyük mücahit, önder ve teşkilatçı’ olarak şöhret bulmuştur. Fakat ne garip bir tecellidir ki, daha sonraları Mustafa Kemal Paşa’ya milletin resmen verdiği bu Gazi unvanından ve onun İslami çağrışımlarından rahatsızlık duyan bazı zayıf inançlı ve çıkarcı kimseler, bu unvanı silmek, değiştirmek ve unutturmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Kutalmışoğlu Gazi Süleyman Şah, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi gibi Türk Milletinin bütün kurucu liderleri, millet tarafından kendilerine verilen Gazi unvanı çok sevmişler, bu yüce unvana ve sıfata saygı duyarak ona layık olmak için canla başla çalışmışlar, bundan daha büyük unvan tanımamışlar, hiç değiştirmeden hep bu unvanla anılmayı tercih etmişler, hayatlarında olduğu gibi kıyamete kadar da bu unvanla anılmayı en büyük şeref bilmişlerdir.

MECLİSTEKİ GRUPLAR

Türk Milleti asırlar sonra ilk kez Milli Mücadele döneminde en üst seviyede Türklük ve Müslümanlığın bedenle ruh gibi birbiriyle nasıl kaynaştığını, bunun varlık ve bekası için ne kadar önemli olduğunu bir kere daha açıkça görmüş ve yaşamıştır. Yine asırlar sonra ilk kez Türk Milleti, Milli Mücadeleyle beraber, devletle millet, yönetenle yönetilen, halkla aydın kaynaşmasını, birbirinden iyice kopmuş, birbirine yabancılaşmış millet, aydın, ordu, din adamı, köylü, şehirli, eşraf, bürokrat vb gibi kesimler arasında ilk defa bu kadar büyük bir yakınlığı, ülkü, ideal, gaye, amaç, fikir ve düşünce birliğini, milli birlik ve beraberlik duygusunu, kendi özüne dönüşü, kendine ve kendi değerlerine güven ve bağlılığı, egemenlerin iradesi yerine milli iradenin hâkimiyetini, milli iradeye dayalı demokratik yönetimi, payitaht İstanbul ile Anadolu arasındaki gaye ve amaç birliğini TBMM’nin tavizsiz çok geniş bir hürriyet havası ve atmosferi içinde tesis edebilmiş, bunu doya doya yaşayabilme, uygulayabilme, sonunu da başarıyla getirebilme mutluluk ve bahtiyarlığına erebilmiştir.

Büyük çoğunluğu siyasete ilgisiz, daha önce hiç siyasetle uğraşmamış, bazıları okuma yazma bile bilmeyen bu taşralı insanlar, vatanseverlikleri ve hür iradeleri ile destanlar yazmışlar, gözetimleri altındaki ordumuzun zafere ulaşmasında oynadıkları büyük ve sorumlu rolün yanı sıra, yeni bir devlet kurmak gibi ağır bir işi de başarmışlardır. Bu meclisin en çok dikkat ettiği hususlardan biri de hiç kimsenin tek adam diktatörlüğüne, sultasına ve hâkimiyetine izin vermemekti. Mecliste zaman zaman pek çok gruplar ve partiler de oluşuyordu. Tam bir demokrasi ve özgürlük havası içinde başta meclis ve hükümet başkanı ve üyeleri olmak üzere herkes ağır tenkit ve eleştirilere muhatap olabiliyordu.

Milli Mücadele, TBMM’nin şahsında Türk Milletinin Batı karşısında siyasi ve her türlü hürriyet ve bağımsızlık, eşitlik ve şahsiyet mücadelesinin, yolsuzluklara ve her türlü ihanetlere karşı çelikten duyarlılığının ifadesiydi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülüğünde ama asker, sivil, din adamı, esnaf, aydın, köylü, kentli bütün bir milletin gayret ve fedakârlıklarıyla kazanılan Milli Mücadelemiz bir mutluluk ve ülkü çağı, bir feragat, fazilet ve hürriyet dönemiydi. (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 5-6).

Mehmet Akif, Milli Mücadeleye katılmak için Ankara’ya gelip, Burdur Milletvekili olarak meclise girdiğinde, Mecliste birinci ve ikinci grup olarak adlandırılan iki önemli grup vardı. Bunların dışında bazı küçük gruplar da bulunmaktaydı. Akif, bu grupların hiç birinin içinde yer almak istemedi. O her zaman, birlik ve beraberlik içinde ve ülke çıkarları, millet menfaatleri neyi gerektiriyorsa öyle hareket edilmesinden yana bir tavır sergiledi. Meclisteki bu gruplaşmalardan, son derece rahatsızdı. Her iki gruptan da dostları ve arkadaşları vardı. Oylamalarda da duruma göre bazen birinci, bazen de ikinci grup paralelinde oy kullanıyordu. Zaten karakter olarak, kimsenin dümen suyuna girmeyen, grup davranışlarına ve dar kalıplara sığmayan, böyle şeylere tahammül edemeyen bir yapısı vardı. Milli ve manevi değerlere bağlı, kendi kararlarını kendisi veren, kendi tercihlerini kendisi belirleyen ilkeli, sağlam karakterli kişiliği, onu nevi şahsına münhasır ayrı bir kategoriye sokuyordu. İlk zamanlar, her iki grup da onu kendi taraflarına çekmek, kendi yanında görmek ve göstermek için çok çalıştı ama başaramadılar. İkinci grubun önde gelen isimlerinden yakın dostu Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi, Akif’i siyasetten iyice soğutmuş, siyasi oyunlardan bezdirmişti. Akif, bu olayı kabullenemedi ve çok şiddetli tepki gösterdi. Bu olaya gösterdiği tepkiler üzerine de daha çok muhalif ve daha muhafazakâr sayılan ikinci grup içinde değerlendirilmeye başlandı.

MİLLİ MÜCADELENİN ARDINDAN YAŞANANLAR

Meclisteki gruplardan kısaca bahsettikten sonra, ‘Peki bu mücadeleyi kim kazandı?’ sorusuna cevap aramak gerekebilir.

Evet kim kazandı? Millet mi? Devlet mi? İslamiyet mi? Müslümanlar mı? Laikler mi? İttihatçılar mı? Mustafa Kemal Paşa’nın çevresindeki milli mücadeleye öncülük eden çekirdek kadro mu? Bu liste çok uzatılabilir ama fazla uzatmadan kısaca şu söylenebilir ki, aslında gerçek anlamda bunların hiç birisi kazanmadı!

Kimi yudu, kimi taradı, hamam kele yaradı!’ hesabı esas kazananlar yine başkaları oldu. Yani gerçek kazananlar bu büyük mücadelenin esas yükünü çekenler değildi. Her zaman olduğu gibi yine gerçek kazananlar, ‘Millet şehit biz gazi!’ diyerek hep kenarda bekleyen, külfet zamanı hep ortadan kaybolup bir tarafa sıvışan ama nimet zamanı sofranın başköşesine kurulan, hatta nimetin gerçek sahiplerine hiçbir şey vermemeyi, aksine onların elinde avucundakileri de alıp kendisine mal etmeyi asırlardan beri meslek edinmiş, Devlet sırtından geçinmeli memur ve bürokrat sınıfı olmuştu. Milletin zaferi, emeği, ideali, Selçuklularda, Osmanlılarda ve hemen hemen bütün Türk devletlerinde adet olduğu gibi, bir kere daha hemen hemen aynı tipteki hırsızlar tarafından çalınmıştı.

Akif’in dostu Neyzen Tevfik’in:

Türkü, yine o türkü, sazlarda tel değişti,
Yumruk, yine o yumruk, bir varsa el değişti!

dediği gibi, milletin onca fedakarlığına, canını, malını seve seve feda etmesine rağmen, millet lehine ve hayrına hiçbir şey değişmemiş, başka bir kostümle, görünüş ve görüntüyle ama eski düzen ve anlayış yeniden aradan sıyrılıp çıkıvermişti.

Milli Mücadelenin belli amaçları vardı. Bu amaçlardan önemli bir kısmı, Milletin bütününün olağanüstü, samimi, azim ve gayretleri, fedakârca çalışmaları ve Allah’ın da lütuf ve yardımlarıyla gerçekleştirilebilmişti. Ancak bu amaçlardan bir kısmı, karşımızdaki düşmanlarımızın çok amansız ve güçlü olmaları, bizim zayıflıklarımız, yetersizliklerimiz, bazı konularda yeterli akıllılığı, feraseti, direnişi gösteremememiz, aldatılıp kandırılmalarımız yüzünden tam olarak gerçekleşemedi.

Milli Mücadelenin ve büyük zaferin hemen ardından, hem o birlik-beraberlik ruhunda, hem de devlet-millet kaynaşması ve dayanışmasında dağılmalar ve bozulmalar, milletimizi var eden değerlerden, ilkelerden, ülkülerden sapmalar yaşanmaya başladı. Kendimize dönmemizi, güvenmemizi, inanmamızı sağlayan bu zafer ve üstünlüğün ardından maalesef yine eski hastalıklarımız nüksetti. Milli Mücadele ruhuna zıt ve aykırı düşen sapmalar bizi yeniden Osmanlı döneminin Batı karşısında yeniklik, eziklik komlekslerine, aşağılık duygularına, taklitçiliklerine sürükledi.

Dış tehlikenin geçtiğini gören sözde aydınlarımız, Osmanlı bürokrasisinin milletin özüne, ruhuna ve değerlerine yabancı ve düşman, devlet sırtından geçinmeci bürokrat ve memurları, milletin uğruna her şeyini ortaya koyduğu hak ve hakikat yolunu ne yazık ki yeniden terk etmeye başladılar. Hep var olan ama yeni şartlara göre yeniden yeni versiyonları türeyen ve kendi aralarında örgütlenen menfaat şebekeleri, çıkar çevreleri, sakatlıktan kurtulmuş bir kimsenin koltuk değneklerini fırlatıp atması gibi, ilk iş olarak milleti iktidardan uzaklaştırmayı, halkı bir kenara fırlatıp atmayı tercih ettiler. Milletle, milli iradeyle beraber olmak, onun varlığı, birliği, beraberliği, dirliği, düzenliği, ülkü ve idealleri, değerleri, geleceği ve hedefleri için çalışmak yerine, kişisel çıkar ve menfaat uğruna parti ve rejim kulluğuna, dalkavukluğa yöneldiler, bunu kendi hasis emelleri için daha önemli ve yararlı gördüler.

Millet ne olup bittiğini anlamakta ve anlamlandırmakta çok büyük zorluk çekiyordu. Özellikle bazı sözde aydınların Milli Mücadeleyi kazandıran milli ruha ve İslami öze karşı yabancı, ilgisiz, gafil, hatta düşmanca bir tavır ve tutum içine girmeye, bazı yakışıksız sözler söylemeye başlamaları, Millete acı ve üzüntü veren türlü olayların üst üste yaşanması, milli kültürümüze, kimlik ve kişiliğimize, maddi ve manevi kalkınmamıza, manevi bünyemize çok büyük zararlar veriyor, çok derin yaralar açıyordu. Hele ulu mayamız ve medenilik sebebimiz olan İslam’a karşı umursamaz, yakışıksız, hatta saldırgan tutumlar, tavır ve davranışlar almış yürümüştü.

Halbuki Türklük ve Türk Milleti için İslam o kadar önemli olmuştur ki, Türk milletinin gözünde, onu İslam’dan uzaklaştırmaya, onun İslam’la bağlarını koparmaya çalışmak, her zaman ruhu ait olduğu bedenden ayırmaya çalışmaktan çok daha ağır bir cürüm ve cinayet olarak algılanmıştır. Bu yüzden de tarih boyunca Türk Milletince, dinini ihya etmek, Milleti ihya etmek, dinini yıkmaya ve bozmaya çalışmak da milleti yıkmaya ve bozmaya çalışmakla eş anlamlı sayılmıştır. İslam’ı yaymaya, milletin dinini ihyaya çalışan hizmet erleri ve alp erenler Türk milleti tarafından her zaman en büyük ve en ulvi hizmet erbabı olarak kabul edilmişlerdir.

Buna rağmen, halk yığınlarını millet yapan, yani bizi biz yapan, milli ve manevi değerlerimizden, Tanzimat ve Meşrutiyetten itibaren epey sapmalar olmuş, bu uğursuz yolda epeyce mesafe kat edilmişti. O zamanlar moda haline gelmiş olan, din karşıtı materyalizm üzerine oturtulmuş, devlet eli ve zoruyla uygulamaya girişilen mutlak Avrupalılaştırma şartı, anlayışı ve uygulamaları, milleti bütün milli, manevi değerlerinden, güçlerinden, imanından, irfanından, kültüründen, tarihinden, geçmişinden, dilinden, yazısından, töre ve adetlerinden koparma eylemleri şekline dönüştürülerek, insafsızca ve alabildiğine yürütülmeye girişilmişti. Savaş şartları altında bile birinci TBMM’nde başarıyla ve tavizsiz bir şekilde uygulanabilen Milli egemenlik prensibi ve geniş hürriyetler bir kenara atılarak, Meclis’te ve basında fikir, düşünce ve ifade özgürlüğü kaldırıldı, bunların yerini kimseye ağız açtırmayan diktacı bir anlayış aldı.

Bu nasıl oldu? Bu sorunun cevabını verebilmek hiç de kolay değildir. Bunun doğru, makul ve mantıklı cevabını yine tarih içinde aramak gerekmektedir.

Tanzimat’tan beri çok daha açık seçik bir şekilde görünür hale gelen kültür buhranı, Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet aydınlarında büyük bir inanç, kimlik ve kişilik bunalımı olarak kendini göstermiştir. Batılılaşma ve çağdaşlaşma sevdasına kapılan, ancak Doğuyu da Batıyı da doğru dürüst tanımayan sözde aydınlarımız, Batı özentisi, taklitçiliği ve kopyacılığını bir marifet sanmışlar, kendi kurum ve kuruluşlarımızı hemen atarak, yıkıp yok ederek, bunların yerine Avrupa’daki benzerlerini alma, kopyalama telaşına ve yarışına girmişlerdir. Milleti kendi irade ve heveslerine boyun eğdirebilmek için, Millete rağmen ve ne pahasına olursa olsun baskıcı, otoriter yönetimler ve diktatörlükler kurmayı, bunu da devrimcilik, inkılâpçılık, reformculuk gibi paravanların arkasına saklanarak yapmayı tek çare olarak görmüşler ve uygulamışlardır.

Bütün Tanzimat yöneticilerinin, daha sonra İttihat ve Terakki erkânının icraatlarına, fikir ve düşüncelerine bakılacak olursa, hepsinin de İslami ve milli kimlik ve kişilikten, milleti asırlardır var eden değerlerden kaçtıkları gibi demokrasiden de kaçtıkları görülür. Aynı kaçışın, ruh ve kafa yapısının bunların devamı ve uzantısı durumundaki Cumhuriyet aydınlarına da yansıması son derece doğal ve olağandı.

Sözde aydınlarımız ve asırlardır milletin, memleketin başına çöreklenmiş olan bürokratik bir menfaat şebekesi, Milleti millet yapan değerlerden, inançlardan yeniden hızlı bir dönüş yaparak, fikir, düşünce, görüş, kanaat, günlük yaşam tarzı, değerler, inançlar, ahlak vb gibi kısacası her bakımdan batının taklitçisi, kopyacısı, savunucusu ve uygulayıcısı rolünü üstlendiler. Kendi aşağılık komplekslerinin zihinlerine yerleştirdiği, temelsiz, dayanaksız, yalan yanlış bir Avrupa ve Batı hayranlığını Türk Milletine hem de zorla ve baskıyla dayatmaya ve kabul ettirmeye kalktılar.

Halbuki Ziya Paşa’nın:

Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık,

Zira ki ziyân ortada bilmem ne kazandık!

dediği gibi Batı hayranlığımız, kopyacılığımız, taklitçiliğimiz asırlar boyunca bize hiçbir olumlu değer katmamış, kazandırmamış, aksine büyük kimlik, kişilik ve maneviyat kayıpları yaşamamıza neden olmuştu. Bize yenilik diye getirilenlerin çoğu, Batının bizi benliğimizden çıkarmak için, yüz yıllardan beri kendi hesabına gayet akıllıca uyguladığı aydınını, okumuşunu Türk’e yabancılaştıracak, bizi biz olmaktan çıkaracak nitelikte şeylerdi.

İttihatçıların lider kadrosu ülkeyi tarumar ettikten sonra, savaşın hemen ardından yurt dışına kaçmıştı. Geride kalanlar, kendi paçalarını, teşkilatlarını, hatta kaçanları da kurtarmak için bağımsızlık mücadelesinde hemen Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında toplandılar. Mustafa Kemal Paşa, İttihatçılardan daha yüzbaşılığında fikren ayrılmıştı ama onların örgütçülükleri ve ülkenin her tarafına yayılmış örgütlerinin bulunması nedeniyle kendisini onlardan yararlanmak zorunda hissediyordu ve öyle de yaptı. Fakat İttihatçılar, on yıl boyunca hep kendi ellerinde bulundurdukları ve istedikleri gibi yön verdikleri millet idaresinin TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın eline geçmesini bir türlü hazmedemiyorlardı. Nitekim çok geçmeden İttihatçı mebuslar, kendi aralarında ayrı bir grup oluşturarak yavaş yavaş Mustafa Kemal Paşa’ya karşı cephe almaya başladılar. Onların esas amacı, Selanik’ten beri kendilerine muhalif olduğunu bildikleri Paşa’yı bertaraf etmek, bir an evvel tam teşkilat halinde yine işbaşına geçmekti. İttihatçılar, Milli mücadele sırasında, kendi teşkilatlarının katkısını ve yardımını abartarak öne çıkarmaya çalışıyorlar, kazanılacak zaferde de en büyük şerefin ve payın kendilerine ait olmasını arzuluyorlardı. Fakat ortada hemen hemen bütün milletin baş tacı ettiği bir Başkumandan vardı. Öte yandan öncelikli hedefin, vatanın düşman işgalinden kurtarılması olması gerekiyordu. Yoksa vatan hainliğiyle suçlanmaları işten bile değildi. Her iki taraf ta son hesaplaşmayı, son kozlarını paylaşmayı savaşın sonuna bırakmayı daha uygun gördüler. Ama Ziya Hurşit gibi İttihatçı hatipler, Mustafa Kemal Paşa’yı hedef alan ateşli ve hararetli nutukları ile istedikleri zaman meclisi dalgalandırabiliyorlardı. İttihatçıların, eski Maarif Nazırı Şükrü, İsmail Canbolat gibi önde gelenleri ise, gözlerinden etrafa kin, garaz ve gayz kıvılcımları saçmakla beraber, yine de daha temkinli davranıyorlar, Meclis kürsüsünden tek kelime bile muhalif laf etmiyorlardı (Yılların İzi, Mahir İz, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1975, s. 98-103).

CUMHURİYETE GEÇİŞ

Milli Mücadele sonunda Türkler, Uygurlardan bin küsur yıl sonra ancak Türkiye Cumhuriyeti’yle beraber hemen hemen tek dilli, tek soylu, tek dinli, tek ülkeli bir devlet kurabilmişlerdir. Bu bir devletin kalıcılığı için çok önemli bir avantajdır. Ancak devletin gerçek anlamda sağlam temeller üzerine oturabilmesi ve kalıcılığı için soyca ve ırkça birlikten daha da önemli şeyler vardır ki, onlar da kültür, iman, ideal, duygu, düşünce gaye ve fikir vb gibi manevi değerlerde sağlanması gereken birlik ve beraberliktir. Bunlar milleti millet yapan değerlerdir. Millet onu diğerlerinden farklı kılan nitelik ve özellikleriyle, değerleriyle kimlik ve kişilik kazanır, ayrı bir millet olarak dünya milletler camiasındaki yerini alır. Uzun bir süreden beri maalesef bizde yaşanan Türklüğün gerçek imanından ve kültüründen uzaklaşmış, ona giden yolları da kaybetmiş olmamızdır. Onları yeniden bulabilmek için de binlerce kafanın yıllarca uğraşıp didinmesi, araştırıp soruşturması gerekmektedir.

Türk milletinin asırlar sonra 1919-1924 yılları arasında ulaşabildiği en yüce ve mutlu milli terkip bozulmuş, bunun yerine ittihatçılardan kalma yabancı parmağı dolaşmış bir devrimcilik telaşı, halka yukarıdan bakan, onu hiçe sayan jakoben ve baskıcı bir yönetim anlayışı, bazı basit kafaların islami ve milli varlığımız üzerine suikasta varan uygulamaları gelip oturmuştur.

Üçüncü Selim’den beri, teceddüt, yenileşme, nizamı cedit, yeni nizam, ıslahat, Tanzimat, inkılap, reform, devrim vs gibi adlarla gerçekleştirilen her düzenlemenin özünde:

– Biz geriyiz, geri kalmışız. Bu halk kendiliğinden adam olmaz!

Bu halk ancak zorla, sopayla, baskıyla adam edilebilir, hizaya sokulabilir, ileri ve medeni bir hale getirilebilir. Onu da ancak biz yaparız. Batı’yı aynen olduğu gibi almak, kabul etmek, kopyalamak zorundayız. Çünkü onların her şeyi bizden ileridir. İslamiyet bizi geri bırakan sebeplerin başında gelir. O halde terakkiye engel olan bu Müslümanlıktan kurtulmalıyız. Doğulu değil, Batılı olmalıyız. Batılılar bize Müslüman olduğumuz için saldırıyorlar, hayat hakkı tanımıyorlar. Eğer İslam’dan sıyrılırsak, yani dinimizi hiçe sayar, ona ilgisiz davranır veya yapacağımız devrimlerle onu tanınmaz hale getirirsek, Batı bize düşman olmaktan vazgeçer gibi fikirler vardır. Bunun sonucunda batıcılıkta aşırılık, ilimle batıyı birbirine karıştırmak, halka karşı zor kullanarak onu kendi hayat tarzına ve üslubuna yabancılaştırmak asırlar boyunca uygulamaların ana eksenini oluşturmuştur.

Kendi çıkarlarından başka bir düşünceleri, inançları, idealleri, fikirleri ve davaları olmayan, bu her devrin adamı menfaat şebekelerinin bir ara işi nerelere kadar götürdüklerini Milli Mücadelenin önder kadrosundan Kazım Karabekir Paşa 13-16 Kasım 1970 tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan hatıralarında açıkça ortaya koymaktadır. Kazım Karabekir Paşa’nın anlattığına göre; bazı milletvekilleri tarafından, devletin dininin Hıristiyanlık yapılması yolunda bir Anayasa değişikliği teklifi bile verilebilmiş, bu teklif komisyonlarda görüşülüp tartışılmıştı. Mustafa Kemal Paşa İslam dini üzerindeki bu tür tartışmalardan, hezeyanlardan, saçmalıklardan, hoşlanmamış, bu gibi densizliklere bir dereceye kadar engel olabilmişti ama ona rağmen yapılan kötülüklerin, millete, milletin dinine, kültürüne, özüne karşı işlenen suçların, haddi hesabı yoktu. Ona rağmen yapılan kötülüklerin, millete, milletin dinine, kültürüne, özüne karşı işlenen suçların haddi hesabı yoktu.

Daha dün denebilecek kadar kısa bir zaman önce Haçlı zihniyetine karşı büyük bir ölüm kalım savaşı vermiş, bu savaşı çok büyük acılar ve fedakârlıklar sonucunda, kesin bir zaferle sonuçlandırmayı başarabilmiş, üstelik artık yüzde doksandokuzu da Müslüman olan Müslüman Türk Milletinin Anayasasına hem de bu kadar nazik bir hengâmede, bazılarının ‘Türk Milletinin dini hıristiyanlıktır’ şeklinde bir madde konulmasını teklif edebilecek kadar hainane bir cüret ve cesarete sahip olabilmeleri, ölçüyü endazeyi bu kadar kaçırabilmeleri inanılır gibi değildi. İslamiyet’e karşı yapılan gizli veya açık saldırılar ve saygısızlıklar kutsal mabetlere kadar uzanmıştı. Bazı camilerin, mescitlerin, mabedlerin kapılarına kilit vuruluyor, bazıları kapatılıyor, bazıları yıkılıyor, bazıları satılıyor, kiraya veriliyor, bunlardan bazıları da bir kısım nüfuzlu kişilerin çıkarları için depo, meyhane gibi süfli işlerde kullanılıyor, bu durum başta şuurlu Balkan Müslümanları olmak üzere, bütün Müslüman halkta korkunç bir hayal kırıklığı ve devlete yabancılaşma doğuruyordu.

Bazılarının çok istediği ve arzu ettiği gibi Türk Milletini Hıristiyanlaştırmak mümkün olamamıştır ama halkı İslam’dan soğutmaya ve uzaklaştırmaya çalışmak neredeyse devlet politikaları haline getirilmiş, bu yönünde büyük tahribat yapılmış, milli çıkarlarımız ayaklar altına alınmıştır.

Bu yıkıcı, bozucu ve yozlaştırıcı akımların ve faaliyetlerin bu kadar kolay uygulama imkânı bulabilmesinde en büyük etken kuşkusuz milletimizi gerçek anlamda temsil edebilecek gerçek aydınlardan, gerçek münevverlerden yoksun kalmamızdır. Mehmet Akif’in Asım’ın Nesli diye tanımladığı, yurdunu imanla, ilimle, hünerle kurtaracak, kalkındıracak, milli varlığımızın ve değerlerimizin çiğnenmesine izin vermeyecek nitelikte aydınlarımızın nitelik ve nicelik olarak zaten asırlardan beri yetersizdi. Millet olarak asırlardır bize hiç de yakışmayan kötü durumlara düşmemizin en büyük nedeni, adam yetiştirmekteki ihmalimiz, kusurumuz ve yetersizliğimizdi. Olanlardan onbinlercesi de on yıllar boyunca süren bitmez tükenmez savaşlarda şehit düşmüşler veya devlete ve millete hizmet imkânından uzaklaştırılmışlardı.

Millet çoğunluğu bu fikirlere, devrim yobazlarına, bağnazlarına hiçbir zaman itibar etmemiş, değer vermemiş, bunların savundukları fikirlerin iler tutar tarafı olmadığı yalnız milletinden kopmamış aydınlar tarafından değil namuslu batılı aydınlar tarafından da açıkça ortaya konmuştur. Batıcılık yerine çağdaşlık, çağdaş bilim ve teknolojiye sahip ve hâkim olma, diktacı rejimler yerine demokrasi, hukukun üstünlüğü, zorla, baskıyla devrimcilerin egemen iradeleri yerine milli iradeyi egemen kılma anlayışı gittikçe daha fazla güç kazanmakta ve gelişmektedir. İslam düşmanı Hıristiyanlardan kopya edilmiş olan, İslamiyet’in ilerlemeye ve gelişmeye engel olduğu iddiasının ne kadar yalan, yanlış, basit ve zavallı bir iddia olduğu yine Batı ilim çevrelerinin dürüst, namuslu, en parlak zekâları tarafından ortaya konmaktadır. Müslüman olmayan batılı bilim adamları tarafından, İslamiyet’in ilerlemeye engel değil aksine ilmi zihniyete açık, ilmi keşiflere ufuklar açan yüce bir din olduğu, onda bilimsel bilgiye aykırı ve ters hiçbir tarafın bulunmadığı yolunda arka arkaya sayısız kitaplar yazılıyor.

Mehmet Akif’in çok sevdiği dava arkadaşı, Milli Mücadeleye katılmak için İstanbul’dan Ankara’ya beraber geldikleri yol arkadaşı, deniz kurmay Binbaşı Ali Şükrü Bey’in, 1923 Mart’ında bir suikaste kurban gidip öldürülmesi, onu o günün siyasetinden ve siyaset anlayışından daha da soğutmuştu.

Nisan 1923’te I. TBMM feshedilerek, Meclisi yenileme kararı alındı. Anayasa gereği üçte iki çoğunlukla alınması gereken bu karar basit çoğunlukla alınmıştı. Dikensiz gül bahçesi olması istenen yeni meclisin üyeleri tayinle belirlendi. Muhalifler tasfiye edildi. 290 üyeli meclisin Gümüşhane Milletvekili Zeki Kadirbeyoğlu dışındaki bütün üyeleri, Cumhuriyet Halk Fırkası’nı oluşturdular. Devrimler, inkılaplar bu meclis tarafından yapılacak, Türkiye’ye bu meclis şekil ve yön verecekti. Ama bunların çoğunun herhangi bir kendi fikri ve görüşü yoktu. Görevleri ve işlevleri parmak kaldırmaktan, oy vermekten ve alkışlamaktan ibaretti. İçlerinden bazı şeylere itiraza, tartışmaya cüret edenler olursa onlar da telkinle veya korkutularak ikna ediliyorlar veya eski dosyaları, hataları, suçları teşhir edilerek çabucak etkisiz hale getiriliyorlardı.

Cumhuriyetin ilanından sonra, milli bünyeye, yapıya aykırı fikir, düşünce ve uygulamalara itiraz etme cesaretini gösterebilen az sayıdaki bilgin, âlim, din adamı ve aydınlar ise arkalarında onları destekleyebilecek hiçbir güç bulunmadığı için şiddetle bertaraf edildiler. Milletin imanının, irfanının, kültürünün, hürriyetinin davacısı olmaya kalkan yiğitler arasında milli zaferin kazanılmasında büyük payı ve katkıları bulunan bazı kumandanların, mebusların bulunması iktidarı eline geçiren egemen güçleri daha sert ve kıyıcı olmaya yöneltmiş, sanki biraz da onların inadına milli kültürümüz ve benliğimiz büsbütün horlanmış ve ezilmiştir. Dini ve milli dava gütmeye kalkan asker, sivil bağımsızlık önderlerinden bazıları sürülmüş, bazıları hapsedilmiş veya asılmışlardır. Bu cezalar, bazı azgın, taşkın, yanlış hareketleri ve uygulamaları önlemek isteyenlerin cesaretlerini büsbütün kırmıştır.

Nüfuz ticareti yapan, çıkarcı, dalkavuk bazı gazeteler, özellikle Atatürk’ün dava arkadaşları hakkında iftira kampanyaları açarak, ancak faşist ve komünist ülkelerde görülebilecek çirkin basına örnek olmuşlardır.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlayan ve gittikçe hızına artıran İslam düşmanlığının, din aleyhtarlığının nedeni hala tam ve doğru olarak anlaşılabilmiş değildir. Bazıları Milli Mücadele sırasında, İstanbul hükümetlerinin bazı tarikat mensuplarını ve etnik grupları ‘Bunlar dinsizdir, dinsizliği getirecekler, Halifeyi öldürecekler!’ diye Ankara hükümetine karşı kışkırttıkları, dolayısıyla bazı hocalara yanlış ve aleyhte fetvalar verdirilerek dinin siyasete alet edilmesinin, İslam dinine ve hocalara karşı bir husumet cephesi açılmasına neden olduğunu savunuyorlar. Ancak Kuvay-ı Milliye’ye katılan din adamları yani Sarıklı Mücahidler öbürleriyle kıyaslanamayacak kadar çoktur. Bunların bütün ulemanın en az yüzde doksan beşini teşkil ettiği bilinmektedir. Vatanın, milletin, hilafet ve saltanatın kurtarılması için mücadele eden Ankara’ya bağlı olmayı, bütün varlıklarıyla bu yolda cihat etmeyi dini bir görev ve sorumluluk olarak görmüşlerdir. Mustafa Kemal de savaş boyunca yaptığı konuşmalarda, nutuklarında, hitabelerinde İslamiyet’i sürekli göklere çıkarmıştır.

Bazı yazarlar da, o dönemde okumuş ve aydın kitle arasında egemen olan genel pozitivist anlayışın yöneticileri böyle bir yola sevk ettiğini öne sürmektedirler. Nitekim Adnan Adıvar, ABD’de düzenlenen bir seminerde Türkiye’nin o zamanki ortamını şöyle anlatmaktadır: ‘Ö dönemde (Cumhuriyetin ilk yılları) Batı düşünüşünün, daha doğrusu Batı pozitivizminin egemenliği öylesine yoğundu ki, buna düşünce bile demek zordur. Daha doğrusu ‘resmi dinsizlik dogması’ demelidir. Prof. A. R. Gibb’in imgeli (mecazlı) deyişiyle Türkiye, pozitivist bir anıt-kabir (mozole) olmuştur. (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, s. 215)

DİN ADAMLARININ BAŞARISIZ SINAVI

LAİKLER BÖYLE İSTİYOR!

O zamanki Mecliste din adamı, din âlimi geçinen, fakat aslında bu işi bir geçim vasıtası ve meslek olarak benimsemiş olan, iç dünyalarında ise imandan çok küfre ve inkâra, İslam’dan çok nifaka ve münafıklığa yakın ve yatkın olanlarla ilgili olarak, gerçek mümin ve Müslümanların yüreklerini kanatacak pek çok olay ve anekdotlar anlatılmaktadır. Bu tür kimselerin ruh hallerini yansıtması bakımından burada bunlardan birkaçını aktarmak bir fikir verebilir.

Çıkarılması düşünülen kanunlardan biri için, Meclis salonunda bir Muallimler Kongresi yapılmıştı. Görüşülen kanuna en çok muhalif olması beklenen ve bu konuda fikir beyan etmesi gerekenlerden biri olan Kız Muallim Mektebi ve Kız Lisesi Müdürü Ayaşlı Ali Rıza Bey de görüşmeler sırasında hiç söz almaz, sessiz ve sakin bir şekilde oturur ve bekler. Yapılan konuşma ve görüşmelerden sonra sıra oylamalara gelir. Daha da garibi oylamaya geçildiğinde hemen elini kaldırarak kanunun lehinde oy kullanır. Buna çok şaşıran yanındaki şahıs hayretle:

-Hoca, ne yapıyorsun? diye sorar. Hoca yanındakine:

-Boş ver, sen de elini kaldır, ben sonra sana anlatırım! der.

Toplantıdan sonra da yanındaki şahsa şu fıkrayı anlatır:

-Efendim, Yeniçeri Ağalarından biri yakındaki camiin müezzininin

ezan okumasını hiç beğenmez. Kendisine civarda oturan bir Yahudi’nin sesinin çok güzel olduğu söylenince adamı apar topar derdest edip yanına getirtir. Bununla da yetinmez, Yahudi’ye ezan okumasını öğrettirerek, her namaz vaki müezzinle beraber minareye çıkıp ezanı onun okumasını emretmiş. Bu işe itiraz edemeyen Yahudi, çaresiz bu görevi kabul etmek zorunda kalmış. Minareye çıkıp ezanı okuyormuş ama her cümlenin sonunda da usulca: ‘Müslümanlar böyle söyler!’ diyormuş. Onun için sen de sesini çıkarma, elini kaldır, oyunu ver ve içinden kendi kendine: ‘Ne yapalım, laikler böyle istiyor!’ dersin, demiş. İşte inkılâp kanunları çoğunlukla bu tıynetteki din adamlarının oylarıyla kabul edilmişti. (Yılların İzi, Mahir İz, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1975, s. 117).

ALLAH’A KÜFÜR EDEN DİN SİMSARI HOCALAR!

Uygulanan taktiklerden birisi de eskiden kalma din anlayışına ve uygulamalarına ters olan kanun tekliflerinin, layihalarının tanınmış, bilinmiş önde gelen fakat imanı zayıf din adamalarına ve ulemaya verdirilmesiydi. Böyle sözde din simsarları, hem tayinle milletvekili yapılanlar arasından, hem çevreden, hem de devletten maaş alan resmi ulema arasından bol miktarda bulunabiliyordu. Hilafetin kaldırılması teklifi Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi’ye verdirilmişti. Şer’iyye Vekaletinin kaldırılması teklifini Eskişehir mebusu Abdullah Azmi ve Konya mebusu Musa Kazım Efendi’ler vermişler, bunu en hararetli şekilde de sarıklılar savunmuşlardı.

Ulemâ ve sarıklı diye bilinen bu ilkesiz, samimiyetsiz, prensipsiz, inançları zayıf, din simsarlarına yaptırılan bu teklif ve tasviplerle hem ‘devrimlere’ dini (şer’î) bir dayanak bulunmuş, hem de onların bu dönek, gerçeklere, maslahat ve menfaatlere aykırı tutum ve tavırları diğer milletvekillerine ve millete gösterilerek, dinin ve dindarların itibarları sıfıra indirilmiş oluyordu. Milletin bu sözde din adamlarından, din istismarcılarından, simsarlarından ve bezirgânlarından iğrenerek, tiksinerek, nefret ederek İslam’dan da soğuyabileceği hesap ediliyordu.

Ahmet Hamdi Başar, ‘Atatürk’le Üç Ay’ adlı kitabında bunları şöyle tasvir ediyor: ‘Mürteci ve dindar görünmemek için, herkes elinden geleni yapıyordu. İki eski hoca mebus vardı ki, dalkavuklukta herkesten ileri gidiyorlardı. Bunlardan biri Allah’a küfür ediyor, öteki genel bütçeden cami ve mescitlere verilen ödeneğin kesilmesini, bunun Halkevlerine devredilmesini istiyordu’.

İLAHİYAT FAKÜLTESİ’NİN DİNİ REFORMLAR LAYİHASI

1928 yılına gelindiğinde iş o kadar ileriye götürüldü ki, İlahiyat Fakültesi profesörlerinden göze girmek, aferin alabilmek isteyen bir grup milletin büyük üzüntüsünü, hoşnutsuzluğunu ve nefretini kazanan bir ‘Dini Reformlar Layihası’ hazırladılar. Bu layihanın altında başta Fuat Köprülü, İzmirli İsmail Hakkı, Şerafettin Yaltkaya gibi halkın önceden çok güvendiği din âlimleri olmak üzere, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Halil Halit, Halil Nimetullah, Mehmet Ali Ayni, Arapkirli Hüseyin Avni, Hilmi Ömer, Yusuf Ziya Bey gibi meşhur hocaların imzaları da vardı. Ancak aynı Fakülteden Babanzade Ahmet Naim ve Ferit Kam gibi hocalar bu heyete katılmadılar ve layihayı imzalamadılar (Layiha’nın metni için bakınız, Osman Nuri Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, Cilt 5, s. 1639-1641).

Yeni Türkiye’nin din sahasında yalnız yeni bir vicdan uyanışının değil, bütün esir ve geri kalmış İslam kavimlerinin hürriyet ve terakkisinin de mürşidi olacağı gibi son derece iddialı sözlerle sunulan Layiha’da neler yoktu ki:

İslami ibadetlerin özellikle namazın şeklinin değiştirilmesi, camilere oturma sıraları, iskemleler, müzik aletleri konulması, alafranga çalgılarla şenlendirilmesi, asri ve enstrümantal ilahilerin musikiyle icra edilmesi, kiliseler veya sinemalar gibi ayakkabılarla girilmesi, ibadet dilinin Türkçe olması, ibadetlerin son derece estetik ve heyecanlı bir şekilde yapılması, Kur’an sesleri, vaazlar ve dualarla iman tazeleyecek telkinler yerine, dışarıdan da din filozofları ve din düşünürleri getirilerek adeta felsefi ekollerin, karşıt fikirlerin ve binbir kuşku ve tereddüdün tartışma alanı haline getirilmesi gibi vur deyince öldürecek kadar ileri gidilen öneriler getiriliyordu.

İslamiyet’i büsbütün tanınmaz hale getirecek nitelikteki bu öneriler tam da bir yabancı düşünürün ifadesiyle ‘Türkiye’de çoğu aydınlar, İslam’a daima manyakça yaklaşmışlardır!’ türünden uçuk kaçık, abuk sabuk şeylerdi. Bu saçmalıkların ve hezeyanların altında anlı şanlı din âlimlerinin, aydınların, edebiyat bilginlerinin imzalarının bulunması ise milleti can evinden vuruyordu.

Bu Dini Reformlar Layihası’nı devletin başındakiler, ilk zamanlar biraz benimser gibi görünseler de, çok geçmeden onlar da bu önerilerin yanlışlığını ve uygulanabilir şeyler olmadığını anladılar. Bunların uygulanmaya kalkılmasıyla gelebilecek tepkilerden de çekinerek, uygulamaya cesaret edemediler, daha sonra da bu önerilere bütünüyle ilgisiz kaldılar. Bu ilgisizliğe komisyon üyeleri bile şaşmıştı. Nitekim bu layihada imzası bulunan komisyon üyelerinden Prof. Mehmet Ali, Ayni bir dergiye verdiği beyanatında, layihadaki önerilerin uygulanmamasından dolayı hayretini, üzüntüsünü şu sözlerle dile getirmişti:

Atatürk, bunu niçin böyle yaptı? Acaba kamuoyu tarafından fena karşılanacağından mı çekindi? Yahut henüz zamanı gelmemiş ve zemin hazırlanmamış mıydı? Yahut her inkılabı bizzat kendisi yaptığı için, bunda İlahiyat Fakültesi’nin önayak olmasını mı hoş görmedi? Özetle buraları anlaşılmıyor ve açıklayan da bulunmuyor.’ (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 223).

İslam’ın özüne aykırı, gereksiz, anlamsız, garip ve komikliğe kaçan dini hayatla ilgili bu tür zorlama devrimleri Müslüman halkımız 1300 yıllık uygulamaların ruhuna işlemiş tepkileriyle reddetti ve asla benimsemedi. Devletine bağlı ve saygılı olan Müslüman halkımız, tepkilerini fiili eylemlerle, kalkışmalarla değil, ruhunun derinliklerinde kopan fırtınalarla yaşıyor, gizli ve sessiz acılarla içinde tutuyordu.

İlahiyat Fakültesi Layihasından, ezan, kamet, frakla hutbe, Türkçe Kur’an ve dualar okuma gibi denemelerden sonra, dine karşı olmak, kendi akıllarınca dinde yenilikler, reformlar yapmak, particiler, yöneticiler, bürokratlar, memurlar, öğretmenler arasında çok geçerli bir moda haline gelmişti. Bu iş, aynı zamanda göze girmenin, memurlukta yükselmenin, mebus seçilmenin de en kestirme ve en kolay yoluydu. Onun için herkes kendi çapında İslam dinini ıslaha, reforma yönelik parlak fikirler icat etme yarışında ve telaşındaydı.

Valiler, kaymakamlar, müfettişler, öğretmenler, yazarçizerler, dine karşı ürettikleri fikirler, tavırlar, tutumlar, sözler, tarih, dil, kültür ve törelere hücum ettikleri ölçüde Halkevlerinde ilgi topluyor, buralarda kürsülere çıkıp nutuklar atabiliyor, tek parti yönetiminin gözdeleri arasına karışıp ikbal ve başarı merdivenlerini hızla tırmanabiliyordu.

Öte yandan, ilim, irfan, iman ve ihlâs sahibi seçkin din adamlarına akıl almaz, vicdan kabul etmez zulümler yapılıyordu. Onları küçük düşürerek, halkın gözünden gönlünden çıkarmak için önce önlerine mevki ve menfaat tezgâhları seriliyor, bunlara boyun eğdikleri için üst makamlara ve görevlere getirilen karaktersizlerin çizdikleri çirkin görüntülerle millete ‘Hoca geçinenlerin aslında ne kadar imansız ve karaktersiz şeyler oldukları’ da ispat ve teşhir edilmiş oluyordu. Fakat İslami değerlere ve faziletlere, Allah’ının yoluna, Peygamberinin ahlakına sadakatle bağlı kalmayı seçen dürüst din adamları ise akla hayale gelmedik baskı ve zulümlere uğrayabiliyorlar, düzmece iddia ve ithamlarla İstiklal Mahkemelerinde yargılanabiliyorlar, olmadık bahanelerle canlarına kıyılabiliyor, idama mahkûm edilebiliyorlardı.

MEHMET AKİF’İN MISIR’A HİCRETİ

1 Nisan 1923’te alınan ani bir seçim kararıyla Meclis feshedilmiş, Mehmet Akif de listeye konmayarak Meclis dışında kalmıştı. 16 Nisan 1923’te 1. Meclis’in son toplantısına katıldıktan sonra, Ankara’da artık yapacak başka bir işi kalmayan Mehmed Âkif, ailesiyle birlikte tekar İstanbul’a döndü. 16 Mayıs 1923’ten sonra da Sebilürreşad İstanbul’da yayınlanmaya başladı.

Mehmet Akif’in yurdu için çırpınan imanlı kalbi, İstiklal Savaşı sonrasında, bu büyük savaşın amacına, anlam ve önemine, zamanın ve geleceğin gereklerine uygun, milli ve manevi değerlerimize bağlı, bütün dünya Müslümanlarına da örneklik ve önderlik edebilecek, her bakımdan hür ve bağımsız, ileri bir Türkiye için atıyordu. Fakat Millet sırtından geçinmeli, Osmanlı bürokrasisi kalıntısı, eski Batıcı anlayış ve zihniyetin devamı, milli ve manevi değerlere ve Islama düşman, milli egemenlik yerine kendi denetimleri ve çıkarlarına doğrultusunda başka bir yapılanmanın egemen olmaya başladığını, bunlarla mücadele etmesi, karşı çıkması gerekenlerin de çeşitli menfaat beklentileri yüzünden bunlarla işbirliği içine girdiklerini, kendisinin ise tam anlamıyla yalnız ve çaresiz kaldığını görünce çok sarsıldı.

Sık sık bazı kendini bilmez şımarıkların hakaretâmiz yazılı saldırılarına ve sataşmalarına da muhatap oluyordu. İstiklal Marşını yazdığı, kurtuluşu ve bağımsızlığı yolunda kendini paralarcasına emek ve gayret sarf ettiği öz vatanında artık onun imanına da, değerlerine de, fikirlerine de, hatta kendisine de yer kalmadığını görmek onu kahrediyordu.

Bu arada eski sadrazamlardan Said Halim Paşa’nın kardeşi, Osmanlı Devleti’nde Şûrâ-yı Devlet azalığı, Bursa valiliği, Nafia nazırlığı gibi görevlerde bulunmuş olan yakın dostu Abbas Halim Paşa kendisine dost elini uzatarak, onu Mısır’a davet etti. 1923 yılı Ekim ayında Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Mısır’a gitti. Olup bitenleri, sakin kafayla düşünüp değerlendirmek istiyordu. Mısır’a gitti gitmesine ama fazla uzun bir süre kalamadı. 1924 baharında tekrar Türkiye’ye döndü. Ancak geri döndüğünde Türkiye’deki durumda herhangi bir düzelme olmadığını, aksine her şeyin daha da kötüye gittiğini görmek onu daha çok üzdü. Bazı sözde aydınlar, gazeteciler ve yayın organları Akif’e karşı da utanmadan, sıkılmadan çok ağır ve haksız ithamlarla, inanılmaz isnat ve iftiralarla dolu, onu hedef haline getiren bir kampanya başlattılar. Bu sıkıntılar içinde yazı İstanbul’da geçirdikten sonra, kışı Abbas Halim Paşa’nın yanında geçirmek üzere yeniden Mısır’ın yolunu tuttu.

1925’in Mayıs’ında yurda döndüğünde durum bıraktığından daha sıkıntılı hale gelmiş ve kötüleşmişti. 13 Şubat 1925 tarihinde başlayan Şeyh Said İsyanı üzerine Takrir-i Sükun Kanunu’nu çıkarılmış, 6 Mart 1925’te Bakanlar Kurulu kararıyla birçok gazete ile birlikte Sebilürreşad da kapatılmış, Akif’in yakın dostu ve dava arkadaşı Eşref Edip, İstiklal Mahkemesi’ne verilmiş, “isyana teşvik” suçundan idamla yargılanıyordu. Bereket versin, korkulan olmadı ve Eşref Edip, diğer gazetecilerle beraber 13 Eylül 1925’te İstiklâl Mahkemesi’nde berat etti. Fakat sıkıntılar bitmiyor, daha da artıyordu.

Milletin kanı canı pahasına kazandığı zafer, çeşitli düzen, entrika, dalavere, hile, desise ve dolaplar çevrilerek hiç hesapta olmayan, fedakarlık zamanlarında ortadan kaybolan, varlıkları hiç hissedilmeyen, zaferden sonra birden bire ortaya çıkıp nimetlere tek başına konmaya kalkan fırsatçı birileri tarafından çalınmış, siyasi çekişmeler yüzünden o eski Milli Mücadele ruhu gölgede kalmıştı. Artık Akif gibi milletine, memleketine, devletine büyük hizmetlerde bulunmuş değerli insanlar tehlikeli bulunuyor, bunların bir şekilde bertaraf edilmeleri, millete hizmet noktalarından uzaklaştırılmaları için her şey yapılıyor, böyle eşsiz bir insan bile canı kadar sevdiği vatanında bir problem olarak görülmeye ve gösterilmeye çalışılıyordu. Artık hiçbir işi, gücü, geliri ve maaşı olmadığı gibi, yazabileceği hiçbir yayın organı da kalmamıştı. Bu haksız saldırılar karşısında eli kolu bağlı kalmanın çaresizliği Akif’i çok eziyor, üzüyor, yaralıyor, bu gür sesli, yiğit şairi ister istemez tamamen içine kapanmaya, kenara çekilmeye itiyor, ondaki büyük coşkuyu gittikçe söndürerek, bir enkaz yığını haline getiriyordu.

Bu yapayalnız ve yaralı haliyle artık daha az göze çarpmak, daha az mevcut ve görünür olmak zorundaydı. Dertlerini kendi içinde büyütmekten, kendi kendine ağlamaktan, kimsenin yerinde, mevkiinde makamında gözü olmadığını ispat etmek için çok daha çekingen davranmaktan başka çaresi yoktu. O yabancı düşmanla savaşmaya alışmış bir kahramandı. İç çatışmayı, rakipleri türlü oyunlarla, tuzaklarla, hilelerle ekarte etmeyi, ayak oyunlarını bilmez, bilse bile uygulayamaz, böyle bir şeyi kendisine yakıştıramazdı. Onun bu yönünü bilenler, daha da zalimleşiyorlar, insafsızlaşıyorlar, seviyesiz saldırılarıyla onu sürekli daha fazla yaralıyorlardı. ‘Çöl bedevisinin peşinden giden adam!’, ‘Sen git kumda oyna!’ gibi seviyesiz sataşmalara muhatap olan Akif gibi bir adam, tenezzül edip de ne söyleyebilirdi? Aslında Akif, çok hazır cevap biriydi. Onun her söze mutlaka bir cevabı vardı ama söze bakıyordu söz değil, söyleyene bakıyordu adam değil! Bu durumda Koca Akif ne yapabilirdi? ‘Bir köpek ayağınızı ısırsa, siz de mi onunkini ısıracaksınız!’ diye düşünüyor ve köpekle dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmayı yeğlemek zorunda kalıyordu.

Her Mısır dönüşünden sonra Mehmet Akif’in aleyhindeki kampanyalar, iftiralar, dedikodular ve polis takipleri biraz daha şiddetleniyordu. Artık açıktan açığa rejim düşmanı muamelesi görüyor, peşine sürekli polis takılıyordu. Canından çok sevdiği, bir an bile uzakta kalmak istemediği vatanında onu iyice canından bezdirmek, nefes alamaz, yaşayamaz hale getirmek, hicrete mecbur etmek için her şey yapılıyordu. Nihayet 1925 yılında onu, ölümün eşiğine gelinceye kadar bir daha geri dönemeyeceği bir hicrete, on buçuk yıl boyunca vatanını terke mecbur ettiler. Türkiye’den ayrılırken dostlarına şöyle dert yanıyordu: “Arkamda sürekli polis hafiyesi gezdiriyorlar. Böyle vatanını satmış, memleketine ihanet etmiş adam muamelesi görmeye tahammül edemiyorum. İşte bundan dolayı gidiyorum.”

1925 yılında tekrar gittiği Mısır’dan ölümünden 6 ay öncesine kadar, bir daha ülkesine geri dönmedi. Bu gidiş biraz da dargınlık, kırgınlık, hayal kırıklığı ve dışlanmışlıktan kaynaklanan bir nevi gönüllü sürgündü. Tam onbuçuk yıl boyunca Mısır’da hep hasret, hüzün ve özlemle yaşadı. Onun gibi bir vatanperverin vatanından uzak düşmesi, onun gibi Türkçe sevdalısı birinin Türkçe’ye hasret kalması dayanılabilecek bir çile değildi. Bu arada kendisini büyük ölçüde Kur’an tercümesine adamıştı.

Akif Bey, Türkiye’den zorla çıkarılmamıştı. Sürgün değildi. Dinine, inandığı davaya, milletin ve memleketin hayrına görmediği bazı gelişmelerden rahatsızlık duyduğu için, dünyada en çok sevdiği yer olan İstanbul’u kendi isteğiyle terk ederek Mısır’a gelmişti. En büyük korkularından biri de Mısır’da ölüp kalmaktı.

Akif, Mısır’a yerleştikten sonra, iki yıl kadar, davetlisi olarak gittiği Abbas Halim Paşa’nın Kahire’nin bir banliyösü olan Hilvan’daki sarayının küçük bir müştemilatında oturdu. Abbas Halim Paşa, Akif’i çok severdi. Onu misafir ettiği, ona bu kadar yakın olabildiği, sık sık görüşüp sohbet edebildiği için de son derece memnun ve mutluydu. Bu mutluluğunu da her zaman ve her yerde: “Âkif, her zaman bir Abbas Halim Paşa bulabilir; fakat ben başka bir Âkif bulamam! Öyle bir dosta sahip olabilmek, benim için çok büyük bir şanstır!” diyerek herkese söylerdi. Fakat çok zarif, nahif, çekingen, duygulu, alıngan ve özellikle de para ve menfaat konularında çok hassas bir insan olan Mehmet Akif Bey, bu durumdan çok rahatsızdı. Paşa’ya birkaç defa Kahire’de başka bir ev kiralamak istediğini söylemiş, her defasında Paşa ona:

– Akif Bey! Lütfen böyle şeyler düşünme! Burası benim ihtiyacım olmayan bomboş bir ev… Bir daha da senden sakın böyle sözler duymayayım! Ben böyle bir şeye asla razı olamam. Yoksa seninle dostluğumuz biter! diyerek darılıyordu.

AKİF’İN AİLEVİ PROBLEMLERİ

Mehmet Akif, ailesi, çocukları ve bazı yakınları yüzünden de çok büyük talihsizlikler, üzüntüler, dertler, kederler, sıkıntılar yaşıyordu. Akif’in ailesinden olmak, onun eşi, onun çocuğu olmak hiç de kolay bir şey değil, belki Akif olmaktan bile daha zor bir şeydi. Kendisine karşı yürütülen düşmanlıklardan ailesi ve çocukları da nasibini alıyor, etkileniyor, mağdur oluyordu. Yaşanan sıkıntılar yüzünden eşinin sinir sistemi iyice harap olmuş, kadıncağız büyük bir psikolojik bunalıma girmişti. Çocuklarına düzenli bir eğitim aldıramaması, onları istediği gibi yetiştirme imkânlarından mahrum olması da Akif’i özellikle üzüyordu. Mehmet Akif’in ailevi problemleri gün geçtikçe, hatta ölümünden sonra da artmaya devam etti.

Mehmet Akif, iki yıl kadar, Abbas Hilmi Paşa’nın evinde kaldıktan sonra, Paşa’nın bütün itirazlarına rağmen yine Hilvan’da çöle yakın bir yerde, küçük ve ucuz bir ev kiraladı ve durumu iyice ağırlaşan eşini de yanına getirdi. Ailesiyle birlikte çok büyük fakr u zaruret içinde yaşıyordu. Eşinin rahatsızlığı nedeniyle evin bütün işlerini de kendisi görüyordu.

Hilvan’daki münzevi, yoksul ve sade yaşamı Eşref Edib’e gönderdiği bir mektuba şöyle yansıyordu:

Eşref! Başıma dolamak istediğin işi başarabilmek için her şeyden evvel nakit, vakit, vukuf lazımdır. Ben refikamın (eşimin) senelerden beri devam eden hastalığı, memleketin de pahalılığı dolayısıyla fevkalade geçim sıkıntısı çekiyorum. Çok zamanlar Hilvan’dan Mısır’a inmek için bile yol parası bulamıyorum…”

Bir vesileyle ziyaretine giden Eşref Edip de gördüklerini şöyle anlatıyor: ‘Mısır’da son derece sakin, münzevi ve sade bir hayat sürüyordu. Evinde bir tane kanepe, bir çift nalın, bir divit, bir hasır seccade ile evin duvarına asılı olan ve Hikmet Bayur’un Afganistan’dan getirip kendisine hediye ettiği bir seccadeden başka eşyası yoktu.’

Son derece maddi sıkıntı içinde olan, ailesinin bir kısmı yanında, bir

kısmı da Türkiye’de perişan ve hasta durumda olan Mehmet Akif, halini kimseye arz etmez, durumundan şikayette bulunmazdı.

1932 yılında Fahir İz’e yazdığı mektubunda ruh halini şu sözlerle anlatıyordu:

Gönlüm harap, zihnim perişan, elim işe varmıyor. Hiçbir ferahlık hissetmiyorum, bütün maneviyatım harap. Son senelerde bir hayli okudum, fakat okuduklarımdan bir şey istifade edebildim mi, bilmem.’

ÜNİVERSİTEDE TÜRKÇE HOCALIĞI

1929 yılında Mısır’ın Vakıflar Genel Müdürü Abdülvehhab Azzam utana sıkıla ona bir teklif getirdi:

  • Üstad! Üniversite’de Türkçe öğretmenine ihtiyaç var. Ama ben,

sizin gibi büyük bir şaire böyle önemsiz bir işi teklif etmekten hicap duyuyorum. Bilmiyorum bu iş size zor gelir mi, zahmet olur mu? Malum Kahire’ye gidip geleceksiniz. Çoluk çocukla uğraşacaksınız. Onlara Türkçe ve gramer öğreteceksiniz, bu da kolay bir iş değil!

  • Abdülvehhab Bey! Siz ne diyorsunuz? Zor ne demek, ben

hamallık bile yapmaya razıyım. Esasında ben de uygun bir iş bulmam konusunda sizin yardımınızı rica edecektim. Doğrusu çok büyük sıkıntı içindeyim. Sürekli acaba ne yapsam, ne etsem diye düşünüp duruyordum. Şimdi sizinki keramet gibi bir şey oldu. Bu görevi memnuniyetle kabul ederim.

Böylece Mehmet Akif Bey, Abdülvehhab Azzam’ın aracılığıyla Mısır Üniveritesi’nde (el-Câmiatü’l-Mısriyye) Türkçe hocalığına başladı, maddi ve manevi açıdan biraz olsun rahatlayabildi.

MEHMET AKİF YOZGATLI İHSAN EFENDİ DOSTLUĞU

Mehmet Akif Bey, 1925 yılında Mısır’a son gelişinde, eğitim için Mısır’a gitmekte olan ve aynı gemide beraber yolculuk yaptıkları Yozgatlı İhsan Efendi’yle tanıştı. Akif bu, daha 22 yaşlarındaki genç ilim yolu yolcusunu çok sever, takdir eder ve onunla çok yakın bir dostluk kurar. Mehmet Akif Bey, dostluğu ve arkadaşlığıyla dayanılmaz gurbet acılarını bir nebze de olsa hafifleten İhsan Efendi’yi sık sık görmeden edemezdi. Ona karşı olan samimi dostluk, bağlılık ve sevgisi hislerini zaman zaman şu kabilden sözlerle dile getirirdi:

  • İhsan Efendi Oğlum! İnsan medenî bi’t-tab’dır derler. Yani

yaradılış itibariyle sosyal, medeni bir varlıktır. Tek başına yaşayamaz. Başka insanlarla birlikte yaşamaya, onlarla birlikte olmaya ve geçinmeye mecburdur, muhtaçtır. İnsan, insanın aşığıdır. Bu yüzden şehir hayatını, şehirde yaşamayı daha çok sever. Buna ihtiyacı vardır. Medeni yani şehirli olmayı, bedevi yani köylü olmaya tercih eder. Ben bunu Mısır’a geldikten sonra daha iyi anladım. Eğer sen olmasaydın, ben Mısır’da, bu gurbet elde ne yapardım? Ey bana on seneden beri bu gurbet elleri aşina eden İhsan Efendi! Ben sana ne deyim, nasıl dua edeyim? Bilmiyorum ben senin hakkını nasıl ödeyebilirim! Bilesin ki, ben senin için her zaman, bir ananın, bir babanın evladına ettiği dualar gibi dualar ediyorum!

İşte İhsan Efendi, Mehmet Akif merhumun böyle takdirini, sevgisini kazanmış, duasını almış bir kimseydi. O da Mehmet Akif’ten çok şeyler öğrenmiş, çok yararlanmıştı. İhsan Efendi, Mehmet Akif’teki efendiliğe, tevazua, dürüstlüğe, mertliğe, ihlâs ve samimiyete hayrandı.

Mehmet Akif, Kahire’ye gidip geldikçe mutlaka İhsan Efendi ve arkadaşlarının kaldığı öğrenci yurduna uğrar, mütevazı odalarında onlarla oturur, çay içer, görüşür, konuşur, dertleşir, uzun sohbetler eder, biraz olsun rahatlardı. Akif Bey, İhsan Efendi’nin oda arkadaşları İsmail Ezherli Hoca’nın yaptığı su böreği ile Hafız Eşref’in tavuk çorbasını da beğenerek yerdi. Her üç arkadaş da Akif Bey’in kendilerini ziyarete gelmelerine çok memnun olurlar, babalarını görmüş gibi sevinirlerdi. Akif Bey de onları zaman zaman evine yemeğe davet eder, bazen de Nil kenarına çay içmeye götürürdü.

AKİF BEY’İN HASTALANMASI

Ülkede olup bitenler, memleketin başına gelenler Akif’i çok üzmüş, hırpalamış, perişan etmişti. Bazı günler: ‘Yahu çocuklar, hislerimi, düşüncelerimi yazmak istiyorum ama zihnim o kadar perişan ki, bir türlü toparlayamıyorum. Geçenlerde yeni bir şiire başlayayım dedim ama bir türlü başlayamadım. Ben şiir yazacağım zaman, hemen onun bir planını yapar, ona göre de yazmak istediklerimi şakır şakır sıraya koyar yazardım. Şimdi ise ne başlayabiliyorum, ne de bitirebiliyorum. Anladım ki artık şiir bile beni bırakmış!’ gibi sözlerle onlara içinde bulunduğu durumu anlatır, üzüntüsünü onlarla paylaşırdı.

Akif Bey, Mısır’da gittikçe müzminleşen bir hastalığa da yakalanmıştı. İhsan Efendi’yi ziyarete geldiğinde zaman zaman öksürük krizine tutulur, tükürmesi gerektiğinde dışarı çıkar, ihtiyacını giderir, biraz rahatlayıp öyle dönerdi.

-Efendim, siz rahatsız olmayın! Biz leğen getirelim, dediklerinde kabul etmez:

– Yok bir şey, canım! Yalnız nedendir bilmiyorum, üzerimde bir yorgunluk var. Halbuki bir iş yaptığım da yok… Yahu, ben eskiden hiç vasıtaya binmez, gideceğim yere hep yürüyerek gider gelirdim. Saatlerce yürürdüm de hiçbir yorgunluk hissetmezdim. Şimdi buraya tramvayla geldim. Bir iki adım yürüdüm, yoruldum. Bana ne oluyor, anlamıyorum. Kahire’nin sıcak havasında bile üşüyorum. Sanki eskiden o yolları yürüyen, o güreşleri yapan ben değilim, derdi.

Mehmet Akif Bey, her konuda olduğu gibi İhsan Efendi’nin ilmine, irfanına da çok güvenirdi. On yıl gibi uzun bir süre üzerinde çalıştığı Kur’an meali çevirilerini de İhsan Efendi’ye getirir, gösterir, birlikte değerlendirirlerdi.

MEHMET AKİF’İN KUR’AN MEALİ

Kur’an-ı Kerim’in herkesin yararlanabileceği, güzel bir Türkçe çevirisi o zamana kadar yapılamamıştı. Mevcutlar da hemen herkes tarafından yetersiz, hatta yanlışlarla dolu bulunuyordu.

21 Şubat 1925 tarihinde, TBMM’de, Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye tercümesi ve tefsiri ile ilgili bir önerge görüşülerek kabul edildi. Ardından bu işi en iyi kimin yapabileceği arayışına girildi. Yapılan araştırmalardan sonra, Tefsirin Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a, tercümenin de Mehmet Akif’e yaptırılması üzerinde neredeyse tam bir görüş birliği sağlandı. Diyanet İşleri Başkanlığınca, bu iş için Mehmet Akif Bey’e teklif götürüldü. Fakat Akif Bey, bu teklifi önce reddetti. Dostlarının telkinleri de bir sonuç vermeyince Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi, Ahmet Hamdi Akseki’yi onu bu işe ikna etmekle görevlendirdi. Onun ve özellikle Akif’in yakın arkadaşı Ahmet Naim Efendi’nin ısrarı üzerine Akif Bey biraz yumuşadı. Nihayet adına tercüme değil de “meâl” denmesi ve Elmalılı’nın tefsirinin yanında verilmesi şartıyla teklifi kabul etti. Bu iş için tahsis edilen 6 bin liradan, bin lirasını avans olarak aldı ve hazırlanmış sözleşmeyi imzaladı. Aldığı 1000 lira avansı da, Sebilürreşad’ı yeniden yayımlaması için Eşref Edib’e verdi.

Mehmet Akif, 1925 yılı sonunda gittiği ve ölümüne kadar dönmediği Mısır’da yaklaşık onbir yılını bu Kur’an tercümesine verdi. 1929 yılı Aralık ayına doğru tercümeyi tamamlamayı başarmış, temize çekmeye başlamıştı. Fakat bu arada Türkiye’de namazda Kur’an-ıKerim’in aslının değil de Türkçe çevirisinin okunması yönünde bazı öneriler, hatta çalışmalar gündeme gelmişti. Bu gelişmeleri Mısır’dan büyük bir dikkatle takip eden Akif, çok endişelenmeye ve tedirgin olmaya başladı. Bu yüzden bu işi biraz daha tehir etmeyi, temize çekme işini de ağırdan almayı uygun gördü.

1931 yılında, Ramazan ayında, bazı İstanbul camilerinde Kur’an-ı Kerim’in Türkçesinin okunmaya başlandığını duyunca, kendi tercümesinin Kur’an-ı Kerim’in aslı yerine konulacağı yolundaki endişesi daha da arttı ve hazırladığı tercümeyi teslim etmekten vaz geçti.Aralık ayında, aldığı bin lirayı iade ederek, sözleşmeyi fesh ettiğini ve tercüme işinden vaz geçtiğini yazılı da olarak bildirdi. Kur’an-ı Kerim’in tercümesi işi Elmalılı Hamdi Yazır’a devredildi.

Akif, bitirdiği Kur’an tercümesini teslim etmeme gerekçesini dostlarına şöyle açıklıyordu: “Aslında tercüme güzel oldu. Hatta umduğumdan daha iyi oldu. Lakin onu verirsem namazda okutmaya kalkacaklar. Ben o vakit Allah’ımın huzuruna çıkamam ve Peygamberimin yüzüne bakamam!”
Daha sonraki gelişmeler de, onun bu endişelerinde ne kadar haklı olduğunu gösterecek nitelikteydi.
1932 Ramazan’ının Kadir Gecesi’nde Ayasofya Camii’nde Kur’an-ı Kerim yerine, tercümesi okunmuştu. Ramazan’ın son cumasında ise Süleymaniye Camii Minberinden smokinli olarak hutbe okuyan Sadettin Kaynak’ın fotoğrafları gazetelerde yayımlandı. İslam’ın özünü bozmaya yönelik bu tür garip uygulamalar, işin sonunun nereye varacağı konusunda herkeste endişeler uyandırıyordu. Bereket versin, en sonunda bunun çıkar yol olmadığı anlaşıldı ve ezanın Türkçe okunması dışındaki diğer uygulamalardan vaz geçildi.

Mehmet Akif, sözleşmeyi iptal ettikten sonra da bu Kur’an meali üzerindeki çalışmalarına devam etti. Hastalığı iyice ilerledikten sonra, Mısır’da ölüp kalmamak ve tedavi olmak düşüncesiyle 1936 yılında İstanbul’a dönmeye karar verdi. Yurda dönerken de, hazırladığı Kur’an-ı Kerim mealini, bu mealin hazırlanmasında ve temize çekilmesinde çok önemli katkıları olan yakın dostu, Müderris Yozgatlı İhsan Efendi’ye emanet etti. Ona: “Dönersem alırım, dönmezsem, yakarsın!” şeklinde vasiyette bulundu.

Akif’in vefatından sonra, gerek Türkiye’deki bazı hükümet yetkilileri, gerekse Akif Bey’in damadı Ömer Rıza Doğrul bu tercümeyi ısrarla İhsan Efendi’den istediler. İhsan Efendi ise, Akif’in vefat ettiğini öğrenince, onun vasiyeti üzerine meali yaktığını açıkladı. Ancak İhsan Efendi, Mehmet Akif Bey’in çok büyük emeklerle hazırladığı bu meali yakmaya kıyamamış, üstelik ayrıca bir kopyasını da çıkararak, ömrünün sonuna kadar hem orijinalini hem de bu kopyalarını muhafaza etmişti. Fakat insanları susturmak, Akif Bey’in vasiyetine aykırı hareket etmemek ve taşıdığı bazı endişeler yüzünden “yaktım” demek zorunda kalmıştı.

İhsan Efendi, ölümüne yakın iki kere kalp krizi geçirmiş, üçüncü krizden sonra şuuru yerine gelince, oğlu Ekmeleddin’e (İhsanoğlu), “Şu dolabın kapalı kısmında birbirine iple bağlı iki defter var, ben ölürsem onları yakın!” diye vasiyette bulundu. İhsan Efendi son krizini atlatamayarak 1961’de vefat etti. Ekmeleddin Bey, İhsan Efendi’nin vefatı dolayısıyla evlerine taziyeye gelen Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Bey’e babasının bu vasiyetini haber verdi ve birlikte dolabı açtılar. Dolapta iki defter halinde Akif Bey’in Kur’an mealini ve onun yanında da İhsan Efendi’nin kendi el yazısıyla temize çekip ciltlettiği bu mealin başka bir kopyasını buldular. İbrahim Sabri Bey, “Vasiyet gereği, bunların ikisini de hemen yakmamız lazım!” diyerek, her iki defteri de alırlar, o zaman Ezher’de öğrenci olan İsmail Hakkı Şengüler’in evinin banyosunda yakarlar. Olaya Ali İhsan Okur, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Osman Saraç da şahit olurlar.

Mehmet Akif’in bu Kur’an mealinin yakılmasını niçin vasiyet ettiği tartışmalıdır. Camilerde Kur’an yerine bu meallerin okutulmasından endişe ettiği veya çalışmasının henüz tam ve mükemmel olmadığını, iyileşince üzerinde biraz daha çalışmayı düşündüğü için böyle bir vasiyette bulunduğu söylenmektedir ki, her iki ihtimal de akla ve gerçeklere yakın görünmektedir.

MEHMET AKİF BEY VE MUSTAFA SABRİ EFENDİ

Mehmet Akif Bey Mısır’a 1923 ve 1925 yıllarında yani Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’den çok önce gelmişti. Mustafa Sabri Efendi, ancak 1932 yılında Mısır’a gelebildi. Eski hukukları ve tanışıklıkları olduğu için Mehmet Akif Bey, eski Şeyhülislam’ın Mısır’a geldiğini duyar duymaz hemen gidip ziyaret etti.

Mehmet Akif Bey’le Mustafa Sabri Efendi, Milli Mücadeleden önce İstanbul’da Dar’ül-hikmet’il-İslamiyye’de birlikte çalışmışlardı. Akif’in başyazarı olduğu Sebilürreşad dergisinde Mustafa Sabri Efendi’nin de yazıları çıkıyordu. Birbirlerini, her şeye rağmen çok sever ve sayarlardı. Fakat Ankara’da başlayan milli mücadeleyle beraber araları açıldı, yolları ayrıldı. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile Mehmet Akif Bey, Anadolu’da başlatılan milli mücadele hareketi konusunda en başından beri ters düşmüşlerdi. Mehmet Akif Bey milli mücadeleyi hararetle destekliyor, üstelik bu iş için Ankara’ya gitmeye de hazırlanıyordu. Her ikisinin de kendilerine göre karşılıklı ve haklı gerekçeleri vardı.

Mustafa Sabri Efendi, Anadolu’dan başlatılacak bir Milli Mücadeleye değil, bu mücadelenin başına getirilen lider kadroya karşıydı. Bizzat kendisinin yaptığı ve askerlerin içinden güvendiği kimseler aracılığıyla yaptırdığı araştırmalar sonucunda bu kadronun gerçek amaçları, fikir ve niyetleri konusunda çok kesin, asla değiştirilmesi mümkün olmayan olumsuz kanaatlere sahip olmuştu. Onlara hiç güvenmiyor, bu mücadeleyi başarabileceklerine inanmıyor, zafer kazanılsa bile sonuçta bu işten yine milletin, memleketin ve en önemlisi İslam’ın ve Müslümanların zararlı çıkacağını düşünüyordu.

Padişahla yüz yüze saatler boyu görüşerek Milli Mücadelenin lider kadrosunun değiştirilmesini önerdi ve gerekçelerini de kendisine uzun uzun anlattı. Ancak onun bu teklifi padişah tarafından kabul edilmedi. Mustafa Sabri Efendi, hiç güvenmediği ve inanmadığı bu kadronun peşine takılmayı çok sakıncalı buluyor, ancak izlenmesi gereken daha emin, daha güvenli, daha sonuç iyi sonuç alınabilecek başka bir yol da gösteremiyor, herkes tarafından kabul görebilecek başka bir somut öneri de getiremiyordu. Başta Padişah olmak üzere kimseyi ikna edemese de o, bu lider kadronun önderliğinde yürütülecek bir mücadeleye en başından itibaren karşı çıkmış, muhalefet etmiş ve hep muhalif kalmıştı. Bu muhalefet onu başta Mehmet Akif Bey olmak üzere, en sevdiği dostlarından bile uzaklaştırmış, yalnızlaştırmıştı.

Mustafa Sabri Efendi, vatanın kurtarılması için yapılacak mücadelenin şekli, yol ve yöntemleri konusunda neredeyse bütün samimi arkadaşlarıyla ters düşmüştü. Yıllardan beri fikir birliği, inanç birliği, gönül birliği yaptığı, en çok güvendiği dostları ve arkadaşları bile onu terk etmişler, işgal altındaki İstanbul’u bırakarak, milli mücadelenin yürütüldüğü ve yönetildiği Ankara’nın yolunu tutmuşlardı. En çok sevdiği ve takdir ettiği dostlarından Mehmet Akif Bey de milli mücadeleye katılmak için Ankara’nın yolunu tutanlardandı. Çünkü Mehmet Akif gibi dinini, milletini çok seven bir vatanperverin, memleket adım adım işgal edilirken, elleri kolları bağlıymış gibi hiçbir şey yapmadan oturabilmesi mümkün değildi. Mustafa Sabri Efendi onu bu fikrinden vazgeçirmek için çok uğraştı, çok şeyler söyledi. Fakat aldığı cevap son derece kesin, katı ve kararlıydı:

– Yok, efendi hazretleri, ben artık İstanbul’da kalamam! Yunanlılar Anadolu topraklarını adım adım işgal ederken, ben burada elim kolum bağlı gibi duramam! Ne olursa olsun, ben gidip vatanımı savunacağım!

Uzun uzadıya tartışmaları da aralarındaki fikir ayrılıklarını gidermeye yetmemiş, bu yüzden İstanbul’da birbirlerinden ayrılmaları da pek hoş olmamıştı. Mehmet Akif Bey, Mustafa Sabri Efendi’nin karşı çıkmasına rağmen Anadolu’ya geçmiş, meclisin açılışından hemen sonra Ankara’ya varmış, en başından itibaren vatanın ve milletin kurtuluşu için canla başla çalışmıştı. Mustafa Sabri Efendi, onun bu davranışını kendisine karşı, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yanında yer almak, kendisini çiğneyip geçmek şeklinde yorumlamış ve algılamıştı.

MUSTAFA SABRİ EFENDİ’NİN AKİF’E SERZENİŞLERİ

Mustafa Sabri Efendi, yıllar sonra Mısır’da bir araya gelebildiği bu eski dostunu yine de gayet güzel karşılamış, eski tartışmaları ve dargınlıkları unutmuş gibi davranmaya gayret etmişti. Uzun uzun sohbet ettiler. Her ne kadar her ikisi de eski defterleri karıştırmak istemeseler de, söz döndü dolaştı, yine Anadolu’daki milli mücadele konusundaki fikir ayrılıklarına geldi. Mustafa Sabri Efendi durdu, durdu, duramadı, laf arasında ona:

– Mehmet Akif Bey! Seninle yollarımız orada ayrılmıştı ama bak burada yeniden birleşti. Bizi bırakıp da Ankara’lara gittin. Gittin de ne oldu? İşin sonunun nereye varacağını ben sana en başından söylemiştim. Sonunda kendin de gördün. Bak, şimdi burada, Mısır’da seninle yine bir araya geldik! diyerek latife yollu takılmadan edemedi.

Mehmet Akif’in Şeyhülislam’a verdiği cevap ise, tam da milli şaire, vatan ve istiklal şairine yakışacak türdendi:

  • Efendi Hazretleri! Vatanım karış karış istila edilirken, Yunan

ordusu Anadolu’yu adım adım işgal ederken, memleketimin her tarafı yangın yerine dönmüşken, ben İstanbul’da öyle elim kolum bağlıymış gibi oturamazdım. Ben, bütün milletin bir ve beraber olduğu, birbirine kenetlendiği böyle haklı bir mücadelenin ve davanın dışında kalamazdım. O gün benim başka türlü hareket etme, başka bir tercihte bulunma seçeneğim, şansım ve imkânım da yoktu. Üstelik o gün öyle yaptığıma, öyle davrandığıma da asla pişman değilim. Allah korusun, aynı şey bugün olsa, yine aynı şeyi yapar, aynı şekilde davranırdım!

OSMANLI BATIYA ÇOKTAN GEBE KALMIŞTI

-Ya daha sonra olanlar?

– Efendi hazretleri, daha sonra olanlar dediğiniz şeyler, aslında çok daha önceden olup bitmiş şeylerin bir sonucundan, bizim görmediğimiz, göremediğimiz, belki de görmek istemediğimiz şeylerin açığa çıkmasından başka bir şey değildi. Gece neye gebeyse, onu doğurur. Osmanlı da Batıya çoktan gebe kalmıştı. Öyle bir gebeliğin sonucu, elbette böyle bir doğum olacaktı. İş işten geçtikten, olan olduktan sonra mukadder sonucu engellemek için başvurulacak bütün çareler ve tedbirler boşa çıkmaya mahkûmdur. Bir kere tuzağa düştükten, eliniz kolunuz bağlandıktan sonra, tuzak içinde ne kadar çabalasanız, hangi tedbirlere ve tuzaklara başvurmaya çalışsanız yine de arzu edilen sonucu elde edemezsiniz.Tabii eli kolu bağlı oturmak, olayların pasif seyircisi olmak yerine yine de elden geleni yapmaya, kurtulmaya çalışmak şarttır. Ama esas olan, yapılması gereken şeyleri vaktinde ve zamanında yapmaktır. Biz yapılması gerekenleri zamanında yapmamışız, yapamamışız. Eğri ağacın doğru gölgesi olur mu? Ağacı bırakıp da, gölgeyi düzeltmeye çalışmak, bataklığı kurutmadan tek tek sinekleri öldürmekle uğraşmak, abesle iştigalden başka bir şey değildir. Ben bunları söylerken: ‘Biz hepimiz masumuz; hiç birimizin suçu, günahı ve yapılabileceği bir şey yok; herkes otursun oturduğu yerde de, olanı biteni seyretsin!’ demek istemiyorum. Olup bitenlerde bizden önceki nesillerin de, bizim de mutlaka az veya çok, şöyle veya böyle kusurlarımız, günahlarımız, suçumuz, hatamız vardır. Hepimizin üzerine düşen pek çok görevler de vardır. Bunların doğru dürüst tespit edilmesi, herkesin üzerine düşeni, gücü, kudreti, takati nispetinde yerine getirmesi şarttır.

– Peki, o zaman olup bitenler karşısında niçin susuyorsun? Ne oldu

eski Akif’e?

– Efendi Hazretleri! Herkesin gücünün takatinin bir sınırı var! Ben

artık iyice bitmiş, tükenmiş bir insanım! Olup bitenler beni öyle üzdü, öyle yıktı, öyle harap ve perişan etti ki, hiçbir şeye takatim, halim ve mecalim kalmadı. Zaten benim elimde orada bir şey yapabilme imkanı olmadığı için, buralara hicret etmek zorunda kaldım.

Mustafa Sabri Efendi, Türkiye’yi terk ettikten sonra, yeni rejimin uygulamalarına Romanya ve Yunanistan’da çıkardığı gazete ve dergilerle açıkça karşı çıkmış, muhalefetini hiç çekinmeden ortaya koymuştu. Bütün bir milletin, özellikle ilim ve fikir adamlarının da bu mücadelede kendisine destek olmalarını, katılmalarını, onunla birlikte hareket etmelerini istiyor ve bekliyordu. Bu beklentilerinin gerçekleşmemiş olması onu kızdırıyor, bunu bir türlü hazmedemiyordu.

AKİF NEDEN SUSTU?

Mehmet Akif Bey Kahire’ye 60 kilometre kadar uzaklıkta Hilvan’da oturuyor, pek fazla kimseyle görüşmüyordu. Ailevi sorunları, şahit olduğu, yaşadığı tatsız ve olumsuz olaylar onu madden ve manen çok yıpratmış, çok hırpalamış, neredeyse hayata küstürmüştü. 1925’ten itibaren en çok Yozgatlı İhsan Efendi’yle görüşür, onunla dertleşir, halleşirdi. Mısır’a hicretinden sonra Mustafa Sabri Efendi’yle de seyrek de olsa bir araya gelirlerdi. Mustafa Sabri Efendi oldukça yaşlanmış, Mehmet Akif Bey’in hastalığı da epeyce ilerlemiş ve müzminleşmişti. Aralarında herhangi bir dargınlık bulunmamasına rağmen, çoğu konularda fikirlerinin hala uyuşmadığı ortadaydı. Nadir de olsa, bir araya geldiklerinde Mustafa Sabri Efendi, beklediği desteği ondan da bulamadığı için Mehmet Akif Bey’e:

  • Akif Bey, beni siz de yalnız bıraktınız! Hiç olmazsa, ben

Yunanistan’da Yarın gazetesini çıkarırken gelip bana katılmanızı beklerdim. Alimallah sizin şiirleriniz, ifade kabiliyetiniz hasımlarımızı tarumar ederdi, şeklinde serzenişlerde bulunmaktan geri kalmazdı. Çok kibar, nazik ve mütevazı bir insan olan Akif Bey ise:

  • Efendim! Biz zamanında yapabileceklerimizi yapmaya,

yazabileceklerimizi yazmaya gayret ettik. Memleketimiz, milletimiz, dinimiz için çırpındık durduk. Ama elimizden ancak bu kadarı gelebildi, deyip başını öne eğer, müzminleşmeye başlayan hastalığının da etkisiyle alnında biriken terleri silerek bu tarizleri karşılamaya çalışırdı.

Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Akif’in şiirlerine ve şairliğine hayrandı. Ama İstiklal Savaşından sonra susmasına bir anlam veremiyordu. Bu konudaki düşüncelerini de her zaman ve her yerde, üstelik Mehmet Akif Bey’in yüzüne karşı da söylemekten hiç çekinmezdi:

– Mehmet Akif Bey büyük bir şair, büyük bir mütefekkirdir. Milli

Mücadele sırasında ve öncesinde milletin, memleketin haline, derdine, çok yandı, yakıldı, ağladı, feryat ve figan etti, hepimizi de ağlattı. Ama milli mücadeleden sonra olup bitenlere hiç ses çıkarmıyor artık hiçbir şey yazıp çizmiyor. Hâlbuki milletin, memleketin içine düştüğü bugünkü fena ve acıklı durumlara en çok onun karşı çıkması, mücadele etmesi gerekir. Neden şimdi böyle suskun? diye sorardı. Akif Bey ise:

  • Ben yalan söylemem, yemin de etmem. Ama Allah şahittir ki

benim bugün hiç bir şey yazabilecek halim ve mecalim kalmadı. Bitkinim yahu! Ne şiir yazmaya, ne nesir yazmaya, ne elime kalem almaya takatim var. Kısacası benim hiçbir şeye ve hiçbir işe halim, dermanım yok! Bu olup bitenler bana o kadar ağır geldi ve beni o kadar üzdü ki artık ne kendimi, ne zihnimi toparlayabiliyorum. Aslında yazmak istediğim pek çok şey var ama hiç birini yazamadım, yazamıyorum. Öncelikle bu olup bitenlerin, başımıza gelenlerin gerçek sebeplerini, kökenlerini anlayıp, araştırıp ortaya koymaya ve anlatmaya çalışacağım ‘Bize Ne Oldu?’ diye bir piyes yazmak istiyordum. En büyük ümidim olan gençliğe bir model gösterebilmek için ‘Asım’ diye bir piyese de başlamıştım. Kafamda daha pek çok projelerim ve tasarılarım vardı ama hiç biri olmadı, olamıyor işte! Perişanlığımın, üzüntümün derecesini anlatabilmem mümkün değil! Ben artık o haldeyim ki, sehiv secdesiz bir namaz bile kılamıyorum. Yahu namazda bile zaman zaman dalıp gidiyorum! Ne okuduğumu, kaçıncı rekâtta olduğumu hatırlayamıyorum, öylesine şaşkın bir haldeyim! Zihnim de o kadar dağınık ve perişan ki… Kaç kere yazmaya başladığım şiirlerin sonunu getiremedim.

MEHMET AKİF’İN TÜRKİYE’YE DÖNÜŞÜ VE ÖLÜMÜ

Mehmed Âkif, çok sevdiği yakın arkadaşı olan ve ‘Secde’ şiirini de kendisine ithaf ettiği Babanzade Ahmed Naim Efendi’nin, 12 Ağustos 1934’te namaz kılarken secdede vefat ettiğini duymuş bu habere çok üzülmüştü.

Bu olayın üzerinden daha altı ay bile geçmeden, 10 Şubat 1935’te can dostu, onu her zaman himaye eden Abbas Halim Paşa da vefat etti.
Kendi sağlığı da iyice bozulmuş,
amansız bir hastalığa yakalanmış, durumu her gün biraz daha kötüye gidiyordu. Önce yorgunluktan ve çok üşümekten şikâyet etmeye başlamıştı. Bunları ihtiyarlığa bağlıyor, normal karşılıyordu. Ama Ankara’nın ayazında bile paltosuz gezebilen Akif, Mısır gibi sıcak bir ülkede çok fazla üşüme hissediyor, titriyor, bu yüzden paltosunu sırtından çıkaramıyordu. Dostları bunun bir hastalık belirtisi olduğunu anlayıp, endişelenmeye başladılar. Hastalığına önce malarya teşhisi kondu, ona göre ilaçlar verildi ama hiçbir faydası olmadı. 1935 yılında hava değişimi için Lübnan’a gitti. Durumu yine düzelmedi, hatta daha da ağırlaştı.

Mısır’da ziyaretine gelen eski arkadaşlarından Doktor Tevfik Remzi kendisini muayene edince, büyük bir üzüntüyle hastalığının siroz olduğunu teşhis etti. Bu teşhis, ondaki canı kadar çok sevdiği vatanından uzakta ölme korkusunu daha da artırdı. Artık Mısır’da daha fazla kalamazdı. 1936 Haziran’ında ailesiyle birlikte Türkiye’ye dönmek üzere İskenderiye limanından gemiye bindi. 19 Haziran 1936’da İstanbul’a geldiler. Bir hastaneye yatırılıp 20 gün kadar hastane ortamında tedavi gördü. Ardından Abbas Halim Paşa ailesine ait, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda bir daireye yerleştirildi. Öyle bitmiş, tükenmiş, zayıflamıştı ki, Mithat Cemal’in ifadesiyle ‘büyük bir alınla iki gözden ibaret’ kalmıştı. Ölümünün çok yakın olduğunu biliyor ve bunun için hiçbir üzüntü duymuyor, hatta için için seviniyordu. Zaman zaman ‘Ne mutlu bana ki, Peygamberimin yaşında öleceğim!’ diyordu.

Mısır’dan Türkiye’ye dönerken hem resmi makamların ona karşı takınacakları tutumlardan çok endişeli, hem de ölümünün oldukça yakın olduğu, ne olursa olsun çok sevdiği vatanında öleceği için çok sevinçliydi. Tahmin ettiği gibi resmi makamlar onun yurda dönüşünden hiç memnun olmamışlar, hatta Dâhiliye Vekâleti Emniyet Umum Müdürlüğü, 13 Temmuz 1936 tarihli yazısıyla: “Memlekete dönen Şair Akif’e ne zaman ve hangi konsoloslukça vize verildi?” diye İskenderiye Konsolosluğundan açıklama istemişti.

Mehmet Akif, Türkiye’de kendisini hiç kimsenin arayıp sormayacağını, öz vatanında istenmeyen adam olarak görüleceğini düşünüyordu. Ama hiç de öyle olmadı. Türk milleti onu tekrar bağrına basmış, onun Türkiye’ye döndüğünü ve hasta olduğunu duyan dostlarından, yakın arkadaşlarından, gazetecilerden, aydınlardan, üniversite hocalarından, öğrencilerden çok sayıda ziyaretçi, resmi makamların ona karşı olumsuz tavrını ve sakıncalı adam sayılmasını bile bile, akın akın onu görmeye koşmuşlardı. Ölüme bu kadar yakınken gördüğü bu büyük ilgi ve sevgi, onu çok mutlu etmiş, çocuklar gibi sevindirmişti. Sevincini:

– Meğer hala sevenlerim varmış! sözleriyle ifade etmişti.

Kendisine en çok sorulan sorulardan biri Kur’an tercümesi çalışması ile ilgiliydi. Bu soruyu, tercümeyi Mısır’da bir arkadaşına bıraktığını söyleyerek geçiştiriyordu. Bütün ısrarlara rağmen, tercümeyi vermeye de, kimde olduğunu söylemeye de yanaşmıyordu. Israrlı soruları kısaca:

– Yeniden gözden geçirilmesi gerek! sözleriyle geçiştirdi.

AKİF’İN EBEDİ ÂLEME UĞURLANIŞI

Mehmet Akif, tedavilerin, hava değişimlerinin fayda vermediği, gittikçe daha da müzminleşen amansız hastalığının pençesinden kurtulamayarak, 27 Aralık 1936, Pazar akşamı, saat 19.45’de hayata gözlerini yumdu ve ebedi âleme göçtü. Ölüm döşeğindeyken sık sık söylediği gibi, tam da Sevgililer Sevgilisi Peygamberinin En Yüce Dost’a kavuştuğu yaşta, yani 63 yaşında o da En Sevgili’ye, Yüce Rabbine kavuştu.

Mehmet Akif, hastalığında da, ölümünde de resmi makamlar tarafından hiçbir ilgi, alaka ve itibar görmemişti. Öldüğünde vefat haberini kimsenin duymaması, vefat ettiğinden kimsenin haberi olmaması isteniyordu.

28 Aralık 1936 tarihli İstanbul gazeteleri Mehmet Âkif’in ölüm haberini kenara köşeye gizlenmiş, bir iki satırlık çok kısa haberlerle geçiştirdiler. Ankara’dan Üniversite’ye ve resmi yetkililere tören yapılmaması ve cenazeye katılınmaması konusunda kesin emirler gönderilmişti. Fakat türlü engelleme çabalarına rağmen Akif, yine her kula nasip olmayacak çok muhteşem bir cenaze töreni, Şeb-i Arûs (düğün gecesi) için hazırlanmış mutlu ve sevinçli gelinler ve damatlar gibi süslenip donatılmış tabutuyla, tekbirlerle, tehlillerle, çok içli ve duygulu konuşmalarla Rabbine uğurlandı.

Akif’in vefat ettiğini ve cenazesinin Beyazıt Camii’nden kaldırılacağını haber alan bazı öğrenciler, erkenden cami avlusuna gelip beklemeye başladılar. Soğuk bir karakış günüydü. Gökyüzü kapalı, hava çok nemli, puslu ve sıkıntılıydı. Her taraf bembeyaz karlarla kaplıydı. Ara sıra şiddetlenen poyraz, soğuğu daha üşütücü, dışarıya çıkmayı daha caydırıcı kılmaktaydı. Gençler şiddetli soğuğa rağmen saatlerce bekledikleri, artık namaz vakti de iyice yaklaştığı halde, ne cenazeyi bulabilmişler, ne de etrafta herhangi bir hareketlilik görebilmişlerdi. Ümitlerini kaybetmeye başladıkları sırada, camiin karşısındaki lokantanın önüne özensiz, örtüsüz, çıplak tahta bir tabut getiren bir cenaze arabası yanaştı. Bu garip tabutu görünce ‘Herhalde bir fukara cenazesi olmalı!’ diye düşündüler. İki kişinin, tabutu indirmekte zorlandığını görünce, bazı gençler onlara ve cenazenin fakir ve garip hâline acıyıp yardıma koştular. Arabanın yanına varınca, bu örtüsüz ve kimsesiz tabutun içindekinin Mehmet Akif Ersoy olduğunu hayret ve üzüntüyle öğrendiler. Büyük bir şaşkınlık, üzüntü ve gözyaşları içinde tabutu getirip musalla taşına koydular. Çok geçmeden ortalık yavaş yavaş hareketlenmeye ve dalgalanmaya başladı. Bu çıplak tabutun içindekinin İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif olduğu, dilden dile, kulaktan kulağa hızla dolaşıyor ve yayılıyordu. Herkes büyük bir şaşkınlık yaşıyordu. Bu nasıl işti? Çanakkale, Milli Mücadele gibi tarihimizin şanlı olaylarını destanlaştıran, şehitlerimize, kahramanlarımıza bu büyük milletin gönlünden, ruhundan kopup Arş-ı Âlâ’ya yükselen ulu ağıtlar, neşideler, anıt şiirler yazan Koca Akif yola çıkmış, o büyük şehitler, yüce ruhlar diyarına göçüyor da bundan hiç kimsenin haberi bile olmuyordu. Kim, niçin ve nasıl, böyle büyük bir insanı, hiç de şanına layık olmayan bir şekilde, böyle kötü bir tahta kutunun içine koymuş, onu kurtulunması gereken bir atık gibi buraya yollamıştı. Hangi bağışlanmaz ihmal, hangi uğursuz umursamazlık, bu aziz naşın tabutunu böyle örtüsüz ve çıplak bırakmıştı? Özellikle öğrenciler, bu ve benzeri soruları kendilerine ve birbirlerine soruyorlar, bu arada gözyaşlarını tutamıyorlar, milli şairin kaybından ve özellikle de bu garipliğinden dolayı hüngür hüngür ağlıyorlardı. Gençlerden bazıları hemen etrafa dağılıp sağa sola haber vermeye koşuştular. Çok geçmeden cami önünde gittikçe daha da büyüyen bir kalabalık oluştu. Yakın dostları, şairler, edipler, yazarlar, üniversite öğrencileri ve hocalar Mehmet Akif’i son yolculuğuna uğurlamak için koşmuşlar, cami avlusu kısa zamanda hınca hınç dolmuştu. Bunları kimse çağırmamış, zorla getirmemiş, bu merasimi kimse organize etmemiş, bu sevgi seli ve kalabalığı adeta birden bire ve kendiliğinden oluşmuş, hatta önleri bile kesilmeye çalışılmış fakat kesilememişti.

Gençler, bir yerlerden büyük boy bir bayrak bulup getirdiler ve onu en çok yakıştığı şeye, ona:

Dalgalan, sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal!

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal!

Hakkıdır hür yaşamış, bayrağımın hürriyet!

Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklal!

diye seslenen vatan, bayrak ve istiklal şairi Mehmet Akif’in musalla taşındaki çıplak tabutuna sardılar. Tabut ayrıca Kâbe örtüsüne de sarıldı. Al sancağa ve siyah Kâbe örtüsüne sarılı tabut, büyük bir huşu içinde kılınan cenaze namazının ardından, Üniversite gençliğinin gönüller ürperten, gözler yaşartan manzarası içinde eller üstüne alındı. Gençler, Akif’in tabutunu cenaze arabasına koyup götürmek isteyen görevlilere vermediler. Tipi altında ağır, ağır yürüyen onbinler, onu omuzlara bile indirmeden eller üstünde taşıdılar. Akif’in aziz naaşı Edirnekapı Şehitliğine kadar eller üstünde geldi. Şehitliğin kapısına gelindiğinde, bu sefer de boyları birbirine denk levent yapılı gençler tabutu başlarının üstüne aldılar. Hiç el değdirmeden kabrinin yanına kadar başları üstünde taşıdılar. Onun için çok sevdiği iki dostu, Ahmet Naim ile Süleyman Nazif’in kabirleri arasına bir kabir hazırlanmıştı. Fethi Tevetoğlu ve Maraşlı Abdullah isimli gençler, birisi başucundan, diğeri ayakucundan tutarak büyük bir sevgi, saygı ve ihtiramla naaşı toprağa indirdiler.

Böylece Yüce Rabbinden:

Çöz de Yârab, yükümün kör düğüm olmuş bağını,

Bana çok görme nihayet bir avuç toprağını!…

mısralarıyla istediği son niyazı gerçekleşmiş oluyordu. Hem de tam arzu ettiği bir biçimde, çok sevdiği Türk gençlerinin elleri üstünde, onların güçlü kolları, samimi gözyaşları, dualar, tekbirler ve fatihalar arasında…

Bu arada çok ilginç ve farklı bir olay daha yaşandı. Gençlerin gönlü, onu çok sevdiği şanlı hilalden, al bayraktan ayırmaya, sade beyaz bir kefenle toprağa vermeye bir türlü razı olmadı. Onu çok sevdiği vatan toprağına, yine çok sevdiği al bayrağa sararak tevdi etmek ve bu suretle diğer fanilerden ayırmak istediler. Bu alışıldık, bildik bir şey değildi. Ama bütün bir milletin ortak dileğinin de bu olduğunu düşünerek öyle yaptılar. Onu üstüne örttükleri bayrakla beraber gömdüler. Böylece Akif, ak kefeni üstüne al bayrak sarılı olarak gömülen tek Türk evladı oldu.

Mezarı başında çok duygulu, samimi, ürpertili konuşmalar yapıldı. Bu millet ve bu bayrak yaşadıkça, onun da, yazıp milletine armağan ettiği İstiklal Marşı’nın da ebediyyen bu milletin gönlünde yaşamaya devam edeceğini, hiçbir zaman unutulmayacağını bütün dünyaya haykırdılar. Kur’anlar okundu, dualar edildi, hep birlikte İstiklal Marşı söylendi. Gözyaşları, hıçkırıklara karışıyordu. Yine mezarı başından ayrılmadan, kendi aralarında toplayacakları parayla en kısa zamanda mezarını yaptırmayı, mermer üzerine uygun bir kitabe yazdırmayı da hemen oracıkta kararlaştırdılar. Çok geçmeden bu kararlarını gerçekleştirdiler.

Türk gençliği bu kadirşinaslığıyla, Akif’in unutulabilecek bir insan olmadığını, Türk gençliğinin de onu unutacak bir gençlik olmadığını herkese ispat etmiş oldu. Hep bir mahviyet hali içinde, kalabalıklardan, şöhretten ve ilgi merkezi olmaktan kaçınan Akif, ölümünden sonra hemen hiç kimseye nasip olmayan bir sevgi seli, saygı ve hayranlık halesi içinde uğurlandı. Onun cenazesine kimsesiz bir garip muamelesi yapmaya kalkışanlara karşı milletin ruhu ve vicdanı öylesine şahlandı ki, cenaze töreni birden bire büyük bir miting haline dönüştü. İlahi adalet, onu herkese nasip olmayacak büyük bir sevgi seliyle defnedilme lütfuyla ödüllendirdi. Yöneticilerin ihmalini ve ilgisizliğini, millet büyük bir vefa örneği göstererek kapattı. Çünkü o, milletin kendisiydi. Milletini bütün değer ve güzellikleriyle kendi içinde, özünde, kişiliğinde hissetmiş, yaşamış ve göstermiş bir insandı. Bu milletin her ferdi Akif olmasa da, Akif’te bu milletin tek tek her ferdine benzeyen bir yön vardı. Milletin yanıldığı yerde o bir ikaz, yenildiği yerde yeni bir hamle ve teşebbüs gücü, düştüğü yerde yeni bir yükseliş idealiyle ona uzanan el, her şeyin bittiğini, tükendiğini, bütün kapıların yüzüne kapandığını düşündüğü yerde, yepyeni bir ümit ve başlangıç azmiydi. O, kıyamete kadar Safahatıyla hep yanı başımızda olacak, bize çok benzeyen, bizden biri olarak, bize yol göstermeye, tarih karşısında da giderek haklılık kazanmaya ve güncelleşmeye devam edecektir.

Milletinin tarihten geleceğe, geçmişten güncele yankılanan sesi, vicdanı, yüreği, dili, aklı olmayı başaran, buna rağmen: ‘Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir!’ diyecek kadar mütevazı olan Akif’i kadirşinas milletimiz, bilmiş, bulmuş ve her zaman sevmiştir.

MEHMET AKİF, NEYZEN TEVFİK DOSTLUĞU

Mehmet Akif, dost canlısı, dostunun ve dostluğun kadrini, kıymetini, anlamını ve dost seçmeyi iyi bilen biriydi. En sevdiği dostlarından biri de Neyzen Tevfik’ti (d. 14 Haziran1879, Bodrum – ö. 28 Ocak1953, İstanbul).

Neyzen Tevfik, 1898’de, 19 yaşındayken, medrese eğitimi alsın diye, babası tarafından İstanbul’a yakın arkadaşı ve sonradan da Şeyhülislâm olan Musa Kâzım Efendi’nin yanına göndermişti. Musa Kâzım Efendi de onu, Fatih’teki Fethiye Medresesi’ne yerleştirdi. Fakat Neyzen Tevfik, bir türlü medrese ortamına ve eğitimine uyum sağlayamadı. Zamanını daha çok Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerinde geçiriyordu. Bu arada Mehmet Akif Ersoy’la da tanıştı. Çok yakın dost oldular. Akif Bey, o zamanlar tanınmış bir şair ve yazar değildi. O, Mehmet Akif’e ney; Mehmet Akif de ona Arapça, Farsça ve Fransızca öğretti. Mehmet Akif onu, dönemin seçkin müzisyen ve edebiyatçıları ile de tanıştırdı. Neyzen Tevfik onun sayesinde, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Şair Şeyh Vasfi gibi edebiyatçılarla tanıştı. Neyzen’in dost çevresi zamanla, İbnülemin Mahmut Kemal, Tevfik Fikret, Uşşakîzâde Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tamburi Cemil, Hacı Arif Bey, Yunus Nadi gibi şahsiyetleri de içine alarak bir hayli genişledi.

Neyzen Tevfik, 1901 yılında, medrese kıyafeti olan cüppe ve şalvarı atarak, bunların yerine Mehmet Akif’ten aldığı setre pantolon giymeye başladı. Çoğu akşamlar medreseye gelmiyor, dışarılarda yatıp kalkıyor, medrese ve medreseliler hakkında ileri, geri konuşuyor, medresede mevcut düzeni ve huzuru bozuyordu. Kurallara uymaması yüzünden, Fethiye Medresesi’nden ayrılmak zorunda kaldı. Önce Fatih’teki Şekerci Hanı’na, sonra da Çukurçeşme’deki Ali Bey Hanı’na yerleşti. Baba dostu Musa Kazım Efendi çaresiz onu kendi derslerine kabul etmek zorunda kaldı. Ama hiçbir şeyin faydası olmuyor, Neyzen Tevfik kendisini gittikçe daha fazla salıyor ve dağıtıyordu.

Neyzen Tevfik, gelmiş geçmiş en iyi neyzenlerden biriydi ama aykırı yaşantısı herkese tersti. Lüks konaklarda, saraylarda yaşamak yerine, meyhaneleri, külhanları mesken tutmayı seviyor, buralarda hemhal olduğu sarhoşları, sokak serserilerini, hırsızları, yankesicileri, esrarkeşleri, dızdızcıları, mantarcıları gerçek dost bilip onlarla düşüp kalkıyor, Yeni Cami yanındaki Arnavut İsa’nın kahvesindeki gece işçileriyle oturup kalkıyor, boynuna astığı “Hiç” yaftasıyla sokaklarda içki parası dileniyordu. İstese sanatıyla çok büyük ün, şan, şöhret, para, pul kazanabilir, servetler biriktirebilirdi. Ama toplum dışına itilmiş insanlarla düşüp kalkmayı, bunlara ney üflemeyi, padişah huzurunda, sadrazamlara ve nazırlara ney üflemeye tercih ediyordu. Herkesin peşinde koştuğu şeyleri o elinin tersiyle bir kenara itiyor, neredeyse dünyadaki her şeye sırt çeviriyordu. Neyzen Tevfik, bu aykırı kişiliği ve yaşantısıyla insanları şaşırtan, ürküten, korkutan, bu yüzden de herkes tarafından uçuk kaçık, anormal kabul edilen, dışlanan biri durumuna gelmişti.

Gelin görün ki, koskoca Akif, bu adamın dostluğunu pek çok hatırı sayılır insanın dostluğuna bin kat tercih ediyordu. Bazıları bunu anlamakta güçlük çekiyorlar, Mehmet Akif gibi çok dindar, çok nazik ve kibar birinin, Neyzen Tevfik gibi kaba saba, küfürbaz, gece gündüz içen, hep sarhoş ve ayyaş dolaşan, sıradan insanları bile korkutup ürkütecek kadar garip bir yaşantıya sahip birine bu kadar yüz vermesine, dostluk ve yakınlık göstermesine bir anlam veremiyorlardı. Çünkü Neyzen Tevfik doğru dürüst dini bir yaşantısı, ibadet ve taatı olmayan biriydi. Deliliği, divaneliği de, çok zaman ondan bütün mükellefiyetleri düşürecek kadar ileri düzeylerdeydi. Bütün bunlara rağmen Neyzen Tevfik, Müslüman, dindar geçinen çoğu insanlardan, çok daha imanlı, çok daha mümindi. Bir kere Allah’a çok kuvvetli bir imanı vardı. Gönlü, kalbi, ruhu da Peygamber aşkıyla ve sevgisiyle doluydu. Hazreti Peygambere hitaben yazdığı şu dörtlük bunu ispata yeter:

Değil binlerce milyonlarca, milyarlarca âşıklar,Senin hep gölgeni sevmiş, yüzünden bîhaber gitmiş!

Elindeki körlerin şu ilm ü mantık kör ışık olmuş,Düşenler dam-ı davaya sözünden bîhaber gitmiş!

Neyzen Tevfik’in deliliğini bilmeyen yoktu. Tabii bunu Akif de biliyordu. Aslında Neyzen Tevfik de kendi deliliğinin farkında olacak kadar kendisiyle barışık, hatta yaşadığı dönem ve şartlar altında akıllı olmanın ne kadar zor olduğuna, bu yüzden deliliğin ona Allah’ın bir lütfu olduğuna inanacak kadar da akıllı bir insandı:

Dahli yok kimseciğin, hep kabahat kendimde!Delilik min-tarafillâh (Allah tarafından) bana bir şan mı desem!

AKİF NEYE AĞLADI?

Eşref Edip, Akif ve Neyzen arasındaki dostluğu anlatırken şöyle bir olay nakleder:

Mütareke zamanında idi. Bir gün Sebilürreşad idarehanesinde Üstad’la oturuyorduk. Neyzen Tevfik çıkageldi. Üst baş perişan, selâm, vererek içeri girdi. Şöyle bir tarafa yıkıldı. Çok sarhoştu. Biraz sonra rakı dolu mataradan birkaç yudum daha aldı. Fakat midesi artık iyice doymuş, bir yudum bile içecek hali kalmamıştı. Sonra mataradaki rakıdan avucuna boşalttı. Kolonya gibi yüzüne, gözüne, başına, saçlarına içirmeye uğraştı.
Nihayet neyini eline aldı, Üstadın oturduğu koltuğun önünde ve onun dizi dibinde yere oturdu, üflemeye başladı. O halde çok yakıcı ve etkileyici bir taksim yaptı. Baktık, Üstad’ın gözlerinden sessiz sessiz yaşlar dökülüyordu. Neyzen bunu görünce hemen neyi bıraktı, kalkıp Üstadın boynuna sarıldı. Sakalından, yanaklarından öpmeye başladı. Öptü, öptü…

Üstat neye ağladı? Neyin hazin sesine mi? Neyzen’in bu haline mi? Artık ne bizde soracak hal, ne de onun bir şey söylemesine gerek kalmıştı!’

AKİF – NEYZEN TEVFİK ETKİLEŞMESİ

Neyzen Tevfik’in gözünde ve gönlünde de Mehmet Akif’in ayrı bir yeri ve önemi, ona karşı özel bir sevgisi ve saygısı vardı. Onu çok sever, sayar ve hep ‘Hocam!’ diye hitap ederdi.

Mehmet Akif bu yakın dostuna hep sahip çıkmış, onu özellikle içkiden vaz geçirmek ve Neyzen Tevfik’in kendi tabiriyle ‘adam etmek için’ çok uğraşmıştı. Fakat kaç defa tövbe ettirmesine rağmen, Neyzen Tevfik’i içkiye ve şaraba dostluktan, bağlılıktan ve bağımlılıktan vaz geçirmek bir türlü mümkün olamadı. Neyzen Tevfik, Mehmet Akif’in Safahat’ına da Derviş Ahmet başlıklı şiiriyle girebilmişti. Mehmet Akif, bu şiirinin altına, ‘Neyzen Tevfik’in üç bin dört yüzüncü tövbesinden istifası münasebetiyle!’ notunu düşmüştür.

Neyzen Tevfik’in şiire ilgi duymasında Akif’in önemli rolü olmuş, şiirlerinde en çok Mehmet Akif’ten ve Şair Eşref‘ten etkilenmişti. Ama Akif’in Safahatında da geçen:

Ey hayâ namında bir hissin vücudundan bile,
Pek haberdar olmayan yüzsüz, hayâsız, bak hele;
Arkasından takla attın en denî bir şöhretin
Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mâhiyetin.

Bir külah kapmaksa şayet bunca hırsın gayesi.
Kendi namusun olur er geç onun sermayesi.

Şarka bakmaz, Garbı bilmez, görgüden yok vâyesi
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi.

benzeri şiirlerinden, bu etkileşimin tek taraflı olmadığı, 1898-1936 yılları arasında neredeyse kırk yıllık dostluk sırasında, Neyzen Tevfik’in de Akif’i bir hayli etkilediği anlaşılmaktadır.

NEYZEN TEVFİK’TEN TAŞLAMALAR, HİCİVLER

Neyzen Tevfik, uçuk kaçık, bazılarına göre gerçekten de deliydi, mecnundu. Zaten bu yüzden de ömrünün sonuna kadar bazen biraz uzun, bazen biraz kısa da olsa en çok mesken tuttuğu yerlerden biri Bakırköy Akıl Hastanesi’ydi. Orada kendisine has özel bir odası vardı. Durumu ağırlaştıkça gelir orada kalırdı. Ama olaylara bakışı, bazı konulara yaklaşımı, herkesin saygı duyduğu, büyük itibar gösterdiği çoğu akıllı, uslu, ilim, irfan, sanat edebiyat adamı geçinenlerden Akif’e göre çok daha doğru ve isabetliydi.

Bütün deliliğine ve divaneliğine rağmen, toplumdaki bozulma ve çürümeleri, doğru kabul edilen yanlışları çok iyi görebilen, teşhis edebilen, milletteki, özellikle ulema (ilim adamları) ve ümerâ kesimindeki (yöneticiler) bozukluklara, kötülüklere, yanlışlıklara, fütursuzca ve hiçbir ölçüye, kıyasa, kurala, kaideye uyma gereği de duymadan, alabildiğine karşı çıkabilen, eleştirebilen, hicvedebilen kişiliği de Mehmet Akif’i oldukça etkilemişti.

Örneğin, asırlar boyunca, daha önemli ve hayati konular varken, bütün şairlerimizin, yazarlarımızın, edebiyatçılarımızın bütün çalışmalarını Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı gibi sayısız aşk hikâyelerine ayırmalarına, milletin de sanki çok önemli ve gerekliymiş gibi bütün zamanlarını, ömürlerini, günlerini bunları okumakla, dinlemekle geçirmelerine veryansın ediyordu. Kendi divane aklınca bu aşk hikâyelerinin millete ve topluma ne verdiğini, ne faydası olduğunu sorguluyor, bu hikayelerin kahramanlarından tutun da, yazanlara, dinleyenlere kadar herkese sin kaflı, sunturlu küfürler savuruyordu. Ona göre, esas yazılması, kafa yorulması gereken konular, çözüm bulunması gereken gerçek sorunlar bir kenarda sahipsiz, ilgisiz dururken, bir adamın bir kadına âşık olarak onun peşinde ömür tüketmesini hikaye eden ciltler dolusu şiirler, kitaplar yazmanın hiçbir anlamı ve gereği yoktu. Hele toplumun, milletin, kendi ana dertlerini, sorunlarını unutarak sanki çok gerekli şeylermiş gibi bütün vakitlerini bunları okumaya, ağzı açık dinlemeye ayırmaları çok daha aptalca bir şeydi. Onun için Neyzen Tevfik:

Mecnun bir .m uğruna çöllere düşmüş,
Mecnun’u da s.k.yim, leyla’yı da s.k.yim

diye başlayarak alayına birden kalayı basıyordu. Neyzen Tevfik’in söyledikleri, gerçekten de ağza alınamayacak kadar edebe aykırı şeylerdi. Ama gerçeklerle de birebir örtüşüyordu. Mehmet Akif’in koskoca Safahat’ını dolduran şiirlerin böyle hafif ve gereksiz konuları içermemesinde, hep milletimiz, memleketimiz, dinimiz, ahlakımız, adetimiz, töremiz, tarihimizle ilgili konular üzerinde durmasında, sosyal sorunlara bu kadar çok eğilmesinde, parmak basmasında, çözüm yolları bulmaya çalışmasında Neyzen Tevfik’in de etkisi olduğu düşünülebilir. Nitekim Mehmet Akif’in yazarlık hayatına Neyzen Tevfik’le tanışmasından çok sonra 1908’den sonra başladığını biliyoruz.

Beni şimdiye kadar bir kişi anladı. O da yanlış anladı!

Şu yola kırk senedir attım adım, Daha hâlâ beni ben anlamadım!

gibi kendi sözlerinden ve beyitlerinden de anlaşılacağı üzere Neyzen Tevfik gerçekten anlaşılması zor bir adamdı.

Taşlama türünün en önemli temsilcilerinden biri olan Neyzen Tevfik, küfürlü ve kaba sözcüklerle de olsa doğru bildiğini apaçık söylemekten ve yanlış gördüğünü kıyasıya eleştirmekten hiç çekinmezdi. Akif’in takdirini kazandığı yönlerinden biri de buydu.

Bu yüzden Akif gibi Neyzen Tevfik de ikbal, mevki, makam ve saltanat sahipleriyle hiçbir devirde uzlaşıp anlaşamamıştır. Ama Akif gibi o da bunu hiç umursamaz ve önemsemezdi:

Âlemden çekinme bir zarar gelmez,Sen kendi kendine hıyanet etme!

Gel dese de bakma nekes aşına!Bir fırsat arar da kakar başına…Dostun nâmert, dehrin mihenk taşına,Felâket pazarında vurulmuş olsun!

Uyuşmadı gönlüm mert ile zenleNe bir iş bilenle, ne boş gezenleHicran köşesinde bozuk düzenleNeyzen’e her telden çaldırdın felek!

Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.
Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.
Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca,
Kürs-i liyakat pezevenk, puşt olanındır!

Derd-i mâzi ile bir ökseye kasden bastık,Vatanı, halkı cehaletle kavurduk, kastık,San’ atı, ilmi siyaset ile boğduk, astık,Yoksa şimdi başımı koymak için bir yastık,O fırından, şu hamamdan ve bu candan bana ne?

Neyzen Tevfik, Meşrutiyet’ten önce Sultan Abdülhamit’e de muhalifti, İttihatçılara da muhalifti. Cumhuriyet döneminde de gördüğü yolsuzlukları, yanlışlıkları hicvetmekten çekinmiyordu. Abdülhamit’in ağzından:

Ol kadar ezdi şu miskin milleti ki etmesin Fasl-ı dâvâ eylemek’çün rûz-i mahşerde kıyâm!

(Sultan Abdülhamid, bu zavallı milleti o kadar ezdi ki, milletin kıyamet günü bile kalkıp kendisini dava edebilecek hali kalmadı)

diyebilecek kadar muhalefetini ileri götürmüştü.

İttihatçıların on yıllık iktidarını ise:

Şu on yıllık idare sarstı mülkü taâ esâsından.Anasır da vilâyetler gibi ayrılmada her an.

Düzelmeyen şu âlemin işini,
Ulu Tanrı’m olan nûra bırakım!
Sabreyledim, kırk yıl sıktım dişimi,
Gün görmeyi Nefh-i Sûra bıraktım!

sözleriyle eleştiriyordu.

İstiklal Savaşının ardından, Millete zaferine sahip çıkmasını ve onu başkalarına çaldırmamasını öğütlüyor ve şöyle diyordu:

Arş-ı Âlâya asıldı huccet-i milliyyetin!Kendi nefsinde görülsün halka, Hakka hizmetin!Ehl-i zulme kulluk etmekle onulmaz illetin!Madrabaz kumpanyasından farkı kalmaz devletin!Zorla anlat bunları âzâ-yı mebusâna Türk!

Varsa cürmün, bilmemektir kendini, et itiraf!Kendin attın kendini her zillete, hüsrana Türk!

Ankara – Etlik 1923

Aşağıdaki dörtlükler de, onun tek partili ve çok partili dönemlerde de hak bildiğini söylemekten kaçınmayan, açık sözlü biri olduğunu göstermektedir:

Göründü memleketin iç yüzü, çöktüyse temel
Şimdilik harice karşı yüzümüz olsa dahi
Yüzümüz yok bakacak kabrine ecdadımızın!
Tükürür zannederim çehremize, vatanın tarihi! (1943)

Hep fırıldak döndürüp, soymakta tüccar durmadan
Istırabından bütün efrâd-ı millet inliyor
Çünkü kirli kârlı işler mâverâsından hemân !
Sırtta bir kanbur gibi ‘Milli birader’ fırlıyor.

Kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler!
Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus, dediler!…
Künyeni almak için, partiye ettim telefon,

Bizdeki kayda göre, şimdi o mebus!’ dediler!…

Devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i de şu sözlerle hicvetmişti:


Tanrı senin hamurunu necasetle yoğurmuş!
Annen seni s.çarken yanlışlıkla doğurmuş!

Neyzen Tevfik ulema geçinenlere, evliya ve peygamber kılığına bürünüp de şeytanların bile işlemeye haya edeceği cürümleri işleyen sarıklılara da çok yükleniyordu. Mehmet Akif onun:

Hepsi de kendisinin gittiği yol doğru sanır!Razıdır yaptığına az buçuk elden utanır!Utanırdan garazım menfaatinden korkar!Yoksa her şeye müsait o sarık, kanlı yular!…

Gibi bazı beyitlerini biraz ağır buluyor, din adamı ve ulema sınıfına bu kadar saldırmasının, münferit hataları genele aitmiş gibi göstermesinin doğru olmadığı söylüyor, ama Neyzen’e söz dinletemiyordu. Fakat daha sonraları yaşanan gelişmeler, bizzat yaşadığı bazı olaylar ve tecrübeler, ulemâ, din adamları ve meşayih sınıfının ne kadar bozulduğunu, iyi, düzgün ve dürüst olanlarının istisna haline geldiğini, dolayısıyla en azından bazıları için Neyzen’in söylediklerinin bile az geldiğini Mehmet Akif de kabul etmek zorunda kalmıştı.

NEYZEN TEVFİK’TEN ANEKDOTLAR

NEYZEN VE ROMAN

Neyzen Tevfik’in tanıdıklarından biri bir roman yazmış. Romanını bastırmadan önce müsveddelerini Neyzen Tevfik’e vermiş, yazdığı roman hakkında onun görüş ve düşüncelerini öğrenmek istemiş. Neyzen Tevfik, romanı okumuş, ama beğenmemiş. Fikrini de yazarına açıkça:

-Beğenmedim, diyerek ifade etmiş. Romanın yazarı bu cevaptan hiç hoşlanmamış. Neyzen Tevfik’e:

– İyi ama siz, nasıl böyle bir yargıya varabilirsiniz? Siz hayatınızda hiç roman yazmadınız ki! deyivermiş. Buna karşın Neyzen, kararının doğruluğunu şöyle savunmuş:

– Delikanlı ben hayatımda hiç yumurtlamadım. Ama yine de bir yumurtanın bayat mı, yoksa taze mi olduğunu çok iyi anlarım!

DEVLET ÇARKI HAKKINDA GÖRÜŞÜ

Ziya Paşa, meşhur bir mısraında:

Âsiyâb-ı devleti bir har da olsa döndürür.

(Devlet çarkını bir eşek bile döndürür) deyivermişti.

Ziya Paşa’nın devlet işlerini pek önemsemeyen bu görüşüne ve anlayışına en büyük hiciv şairlerimizden Şair Eşref’in itirazı vardı:

Döndürür ama saçtığı su binlerce ocağı söndürür.

Başka bir rivayette de:

Döndürür ama ebesinin öregesine de döndürür.

Daha sonra gelen Neyzen Tevfik ise devlet çarkının kendi döneminde ne hale getirildiğini şöyle anlatıyor:

O kadar har koştular ki âsiyâb-ı devlete,
Çiğnemekten birbirini dolab-ı devlet dönmüyor!

(Devlet çarkını, değirmenini döndürmek için işe o kadar çok eşek koştular ki, bunların birbirini çiğnemesinden, devlet dolabı dönmez, işler yürümez oldu).
Doğrusu her üçü de büyük şair… Her üçü de konuya bir başka açıdan yaklaşmışlar. Artık, Ziya Paşa’nın mı, Şair Eşref’in mi, yoksa Neyzen Tevfik’in mi daha doğru ve isabetli olduğuna karar vermek size kalmış!

FASULYE VE SIRIK

Neyzen Tevfik, İkinci Meşrutiyet dönemi nazırlarından birinin, Bakanlık makamına gelir gelmez, hemen yakınlarına mevki mansıp dağıtmaya başladığını, daha yakınlarda da bir yeğeninin vali olarak atanmasını sağladığını duyar. Bir vesileyle bu nazırla karşılaşan Neyzen fırsatı ganimet bilir:

– Maşallah nazır hazretleri! Kardeşinizin fasulyeye benzeyen bir oğlu

varmış!
– Neden fasulyeye benzesin canım? Kendisi genç yasta vali bile oldu!
– İşte ben de onun için fasulyeye benzetiyorum ya! Fasulye de kendi

kendine değil, bir sırığa sarılarak büyür.

NEYZEN’İN İÇKİYE TÖVBESİ

Neyzen Tevfik içkiye çok düşkündü. Bu konuda da Mehmet Akif dışında pek kimsenin öğüdünü, nasihatini de dinlemezdi. Mehmet Akif’e karşı bir şey diyemez, onun her konuda olduğu gibi bu konudaki öğüt ve nasihatlerini can kulağıyla dinler, yerine de getirmeye çalışırdı. Bu yüzden her defasında tekrar bozmuş olsa bile yüzlerce hatta binlerce kere tövbe etmişti. Bu tövbelerden biriyle ilgili şöyle bir hatıra da anlatılır:

Neyzen Tevfik, yine bir defasında, Mehmet Akif’in etkisiyle içkiye kesinkes tövbe etmiş, hatta hızını alamamış, bundan sonra bir daha meyhaneye ayak bile basmayacağına dair yemin de etmişti. Fakat akşamcı dostları Neyzen’in yakasını bırakmadılar. Çok geçmeden kıramadığı dostlarından biriyle yine meyhanenin yolunu tuttu. Fakat meyhanenin önüne geldiğinde, aklına daha önce meyhaneye ayak basmayacağına dair ettiği yemin geldi. Ayakları bir türlü içeri adım atmak istemiyordu. Bunun üzerine, arkadaşına döndü ve:

– Sen içeri gir otur, ben birazdan gelirim! dedi…
Arkadaşı içeri girip oturduktan bir müddet sonra Neyzen Tevfik, bir at üzerinde meyhanenin kapısında belirdi. Bir yerlerden kiraladığı bir atın üzerinde meyhane kapısından içeriye girmiş, atın üstünden hiç inmemiş, içkisini de atın üzerinde içmişti. Böylece kendince meyhaneye ayak basmamış, yeminini de bozmamış oluyordu.

AKİF NEYZEN TEVFİK’İ NEDEN SEVERDİ?

Akif’in Neyzen Tevfik’i çok sevmesinin ve onun dostluğunu pek çok kimsenin dostluğuna tercih etmesinin pek çok sebebi vardı. Bir kere Neyzen Tevfik her şeye rağmen, milletin, memleketin derdini kendisine dert edinen, yaşanan sıkıntıların, sorunların farkında ve ayırdında olan, kendince bunlara çözümler ve çareler arayan bir vatanseverdi. İşte bunun izlerine en belirgin olarak rastlanabilecek şiirlerinden bazı alıntılar:

Müstakbelim olmuş hebâ!Hâlim belâ-ender belâ!Mâzideki bî-intihâ,A’sâra baktım, ağladım!

(Geleceğim yok olmuş, şimdi bela içinde belalara düşmüşüm. Geçmişteki sonsuz sınırsız eserlere baktım da ağladım.)

Öpüldükçe be levs-âlûd eteklerBükülmez bir zaman hain bileklerDualar, hüsnüniyetler, dileklerŞifabahş olmadı gitti emeklerBu ….den beka her kim ki beklerGüler, ahvâline itler, eşekler.

(Hep pisliklerle dolu etekler öpülüp durdukça, o kirli eteklerin sahibi hain bilekler de bükülmüyor. Dolayısıyla dualar, dilekler, emekler, çalışmalar, iyi niyetler de derdimize çare olmuyor. Böyle bir durumdan hala iyi bir sonuç ve devamlılık beklerse, bunların haline itler, eşekler bile güler.)

Mebdeine kadar baktım hilkatin,Göz gezdirdim düsturuna vahdetin,Milletine yâr olmayan devletinKapısından zafer gelip geçiyor!

(Yaratılışın ilk başlangıcına kadar baktığımda, birlik ve beraberlik düsturlarına bir göz gezdirdiğimde şunu gördüm ki: Milletine yâr olmayan devlet, hiçbir başarı ve üstünlük kazanamaz. Zaferler, üstünlükler böyle bir devletin kapısından gelir geçer içeriye uğramaz.)

Bu halkın ruhunu, iz’anını boğmuş cehâletle,Çakal doğmuştur aslandan beşer şeklinde bir kitle.

Belâ-yı kahr u istibdada teşne şulesiz gözler,O kâbûs-ı girânı vuslat-ı canân gibi özler.

Emeller tîşe-i gamla kazılmış hufrede medfun,Gönül küskün, kararmış dîdeler, erbâb-ı hak mescûn.

Dayak, zindan, nefiy, gurbet, mezâlim, katl-u istibdâd.Hakiykat ehline tatbiyk olunmak bizdedir mu’tad

Cehaletten, serîr-i hâkimiyyet çöktü alçaldıHulâsa mülk-ü milletten kuru bir iskelet kaldı.

Acaba ben de bugün kendime insan mı desem?!Yoksa emsalimi temsil ile hayvan mı desem?!Her yanından kemirir yurdumu azgın bir hırs,Çekilen kahra lütuf, çileye ihsan mı desem?!Gözünü açma da sen var elin efkârına uy!Eli dinle, ele bak, el sözüne kan mı desem?!Şu sadakat denilen köhne tuzak yok mu bugün!Yeni dinde buna ben sûre-i şeytan mı desem?!Dalkavukluk denilen ilm-i hulûlün sırrı,Bilinirse apışır servet ü sâmân mı desem!

Hangi ıslahata başvursan düzelmez bu memleket!
Bir giderse fışkırır bin mürtekible, bin muhtelis.
Kanlı hendekler kazar devletle millet beynine,
Saltanattan yadigar-i melanettir her…”

(Ne kadar ıslahat ve reform yapılırsa yapılsın bu memleket düzelmiyor. Milletle devletin arasına kanlı hendekler kazan, rüşvetçilerin, hırsızların, yolsuzların, yiyicilerin menfaatçilerin biri giderse bini birden fışkırıyor. Bu alçaklıklar da bize ta saltanat zamanından yadigârdır.)

Neyzen Tevfik, belki de Mehmet Akif’in etkisiyle, yine de Allah’tan ve gelecekten ümidini kesmez. Halkın her zaman hesabı tutmasa bile ahının mutlaka tutacağını, zulüm ile abad olanların kahr ile er geç berbat olacaklarını da dile getirir.

Çıkmayan bir candan umut kesilmez! Rahmetinden zerre bile eksilmez! Gözümüzü senden başkası silmez! Güldürmeden önce giryan edersin!

Kudururlar arpalıkla, tiritle, Girişirler kafa, göz, yüz, divitle; Geğirirler, anırırlar, tecvitle, Harf-ı meddi yular, kolan edersin!

Şımartırsın bir sonradan görmeyi! Öğretirsin halka çorap örmeyi! O çalarken tam gözünden sürmeyi! Yakalarsın, hapse ferman edersin!

Bu çeteyi sen perişan edersin!

Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer!
Ömr-i fâni gibidir; gün de geçer, dem de geçer!

Akif’in Neyzen Tevfik’i bu kadar sevmesinin pek çok sebebi vardı. Bunlardan birisi onun her şeye rağmen sağlam bir karaktere, kimlik ve kişiliğe sahip olması, Allah’tan başka kimseye kul olmayı kabul etmemesi, kimseye minnet etmemesi, dalkavukluktan, yalakalıktan hoşlanmaması, böylelerini hicvetmekten de geri kalmamasıydı. Neyzen Tevfik, yalakalıktan, dalkavukluktan, insanları putlaştırmaktan o kadar nefret ederdi ki, soyadı kanunu çıktığında ‘Tapmaz’ soyadını almak istedi. Fakat ilgililer, ona bu soyadını verilmediler. O da çaresiz, babası Hasan Fehmi Bey, Bafra’nın Kolay nahiyesinden olduğu için “Kolaylı” soyadını almak zorunda kaldı.

NEYZEN’İN AKİF’İ HİCVETMESİ

Neyzen Tevfik, yeri geldiğinde çok sevdiği Akif’i bile hicvetmekten çekinmezdi. Fakat Akif, onun iyi niyetinden ve dostluğundan hep emin olduğu için, ona hiç darılmaz, kırılıp gücenmezdi. Bu yüzden yaşam tarzlarındaki zıtlığa rağmen, her zaman dost kalabilmişlerdi. Onu dinler, sözlerine kulak verir, fakat haddi aştığında yine onun üslubuyla ağzının payını verir, o da bunu hoş karşılardı. Nitekim 1901 veya 1902 yılında Mehmet Akif sakal bırakmıştı. Sakalı daha tam olarak uzayıp düzene girmemişken, Akif, Neyzen Tevfik’e sakalını nasıl bulduğunu sorma gafletinde bulunur. Neyzen ona şöyle bir bakar ve:

  • Maymuna dönmüşsün! deyiverir. Mehmet Akif, hemen

cevabı yetiştirir:

  • İstersen, öbür tarafa döneyim!

Akif’in kendisiyle dostluk kurmak isteyen bunca hatırı sayılır insana böyle birini tercih etmesi, kimilerine göre şaşılacak bir şeydi. Fakat sonra yaşanan bazı olaylar, Akif’in Neyzen’i niye başkalarına tercih ettiğini, bu tercihin ne kadar doğru, yerinde ve isabetli olduğunu göstermiştir.

GERÇEK DOST NEYZEN TEVFİK

Mehmet Akif, 1925 yılında Mısır’a hicret ettiğinde, Neyzen Tevfik’in gönlü onu gurbet ellerde yapayalnız, kimsiz, kimsesiz bırakmaya hiç razı olmamıştı. Onun derdi ile dertlenmek, onu teselli edip, moral vermek amacıyla 1928 yılında Türkiye’den kalkıp ta Mısır’a gitti. Bir yıla yakın bir süre yanında kalarak bu aziz dostuna can yoldaşlığı yaptı. Mehmet Akif, o zamanlar meşhur Kur’an tercümesini hazırlıyor, hazırladığı bölümleri, bazı geceler sabahlara kadar, Neyzen Tevfik’e de okuyordu. Neyzen Tevfik gibi bir divaneyi dost edindiği için Akif’i kınayan, dostluğa ve arkadaşlığa kendilerinin daha layık olduklarını iddia eden diğer dost görünüşlüler arasında, sırf onu ziyaret için Mısır’a gelen ve onun yanında bu kadar uzun süre kalan başka kimse yoktu. Bu da Akif’in neredeyse gerçek anlamda tek dostunun Neyzen Tevfik olduğunun kanıtıydı.

ÇİLELİ AKİF’İN ÇİLELİ AİLESİ VE ÇOCUKLARI

Mehmet Akif olmak, her zaman zordur ama hele onun yaşadığı dönemde çok daha zordu. Ama ondan daha da zor olan bir şey vardır. O da Mehmet Akif’in eşi, oğlu, kızı olmak…

Bu millete bu kadar büyük hizmetleri olmuş, onun gibi ahlak, fazilet ve vefa abidesi bir insanın ailesine ve çocuklarına özellikle ölümünden sonra gösterilen vefasızlık, ihmal ve umursamazlık ne yazık ki milletimizin hiç unutulmaz ve asla affedilmez hataları olarak tarihe geçmiştir. Şimdi belki, çoğumuzun, hem de onu en çok sevdiğini iddia edenlerimizin aklına: ‘Allah, Allah, böyle bir şey de mi olmuş? diye bir soru takılabilir. Evet, maalesef milletimiz, Akif’in emanetleri olan ailesine ve çoluk çocuğuna gerektiği gibi sahip çıkmama, bu konuda üzerine düşenleri yapmama vefasızlığını ve utancını yaşamıştır.

İstiklal Marşı Şairimiz, büyük fikir ve dava adamımız Mehmet Akif Ersoy’un çocukları uzun yıllar yokluk ve sefalet içinde yaşamışlar, en sonunda da umursamazlığın, ilgisizliğin, ihmalin karanlık girdapları içinde bu dünyadan göçüp gitmişlerdir. Yıllardır şiirleri okunan, fikirleri savunulan ve örnek bir şahsiyet olarak gösterilen Mehmet Akif’in çocuklarına sahip çıkmamanın vebali, bilmem anlamsız ve kuru sevgi gösterileriyle telafi edilebilir mi? Yahut unutmak istediğimiz bu gibi kusurlarımızı dönüp hatırlamak ve hatırlatmak, o vefasız ve yüzsüz tarafımızla yüzleşmek acaba bir işe yarar mı?

Mehmet Akif Bey, Baytar Mektebinden mezun olduktan 4 gün sonra 26 Aralık 1893’te Orman ve Maâdin ve Ziraat Nezareti Baytar Müfettiş Muavini olarak tayin edilmiş, 1894 yılında da İsmet Hanım’la evlenmişti. Bu evlilikten Cemile, Feride, Suad, Emin ve Tahir isimli beş çocuğu oldu. Üç de arkadaşının çocuğu eklenince Akif, sekiz çocuğa birden bakmak ve onları yetiştirmek zorunda kaldı. Fakat çok çileli ve mücadeleli geçen hayatı, gurbetler, muhaceretler içinde geçmesi, özellikle kendi çocuklarıyla istediği gibi ilgilenmesine, onlara arzu ettiği şekilde dört başı mamur bir eğitim vermesine engel oldu. İstiklal Savaşından sonra yaşanan gelişmeler sonucunda öz vatanı kendisi için yaşanamaz hale getirilmişti. Mısır’a hicret etmek zorunda kalınca ailesi paramparça oldu. Kendisi eşiyle beraber Mısır’da yaşıyor, çocukları da Türkiye’de büyük bir yoksulluğun, ilgisizliğin, ihmalin pençesinde kıvranıyordu.

Mehmet Akif, ailesi, çocukları ve bazı yakınları yüzünden de çok büyük talihsizlikler, üzüntüler, dertler, sıkıntılar yaşadı. Akif’e karşı yürütülen düşmanlıklardan ailesi ve çocukları da nasibini almış, etkilenmiş ve mağdur olmuşlardır. Yaşanan sıkıntılar yüzünden eşinin sinir sistemi iyice harap olmuş, kadıncağız büyük bir psikolojik bunalıma ve depresyona girmişti. Çocuklarına düzenli bir eğitim aldıramaması, onları istediği gibi yetiştirme imkânlarından mahrum olması da Akif’i özellikle üzüyordu. Mehmet Akif ailesinin problemleri, gün geçtikçe, hatta ölümünden sonra da artarak devam etmiştir.

Mehmet Akif’in, 1920 yılında daha henüz oniki yaşındayken yanına alıp Ankara’ya götürdüğü büyük oğlu Emin, büyüyüp askerlik çağına gelmişti. Emin askere gittiğinde, babası Mısır’da gönüllü sürgün hayatının acıları içinde kıvranıyordu. Emin Ersoy, Kırklareli’nde askerlik görevini yaptığı sırada, koğuştaki arkadaşlarına Kur’an okuyup tefsir ettiği gerekçesiyle tutuklanıp, Divan-ı Harb’e verildi. Bundan sonra genç Emin’in başına gelenler, Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Ali İlmi Fani’nin Rıza Tevfik’e Mektupları” isimli kitapta anlatılmaktadır. Akif’in yakın arkadaşlarından biri olan Ali İlmi Fani, bir gün Kırıkhan Hapishanesinden gelen bir mektup alır. Mektubu yazan Akif’in büyük oğlu Emin Ersoydur. O sırada Akif, Mısır’da yaşamaktadır. Kırıkhan ise o dönemde Fransız manda yönetimindeki Hatay’a bağlıdır. Ali İlmi, olayı şöyle anlatıyor:

Akif’in oğlunun başına gelen felaketten haberim yoktu. Bir gün elime Bereketzâde Cemil Bey’e hitaben yazılmış bir mektup tutuşturdular. İmzaya baktım, ‘Kırıkhan Hapishanesinde mevkuf Mehmet Akif Bey’in mahdumu Emin yazıyor. Mektubu açıp okudum. Diyor ki: ‘Kırklareli’nde askerlik görevimi yapıyordum. Arapça bildiğim için de ara sıra arkadaşlarıma Kur’an okur, ayetleri tefsir ederdim. Bu hareketim, irtica mahiyetinde görüldü. Divan-ı Harb’e verildim ve tutuklandım. Tutuklu olduğumuz yerden, şimdi benimle beraber bulunan çavuşumun delalet ve himmetiyle firar ettik. İstanbul’a geldik, oradan bir vapura atladık. Mersin’e çıktık. Mersin’den yaya olarak Antakya’ya gelirken yoldaki bir karakolun jandarmaları halimizden şüphelendi. Pasaportlarımız olmadığından her ikimizi de Kırıkhan kazasına gönderdiler. Şimdi bizi Türkiye’ye iade edecekler. İmdadımıza yetişiniz!’ Maalesef imdatlarına yetişemedik, çünkü mektup yazılıp elden ele bana gelinceye kadar günler geçmiş, kendileri de hududu aşmış, Türkiye’ye iade edilmişlerdi. Bilmem ne ceza verecekler? Akif Bey’e yazamadım. Çocuğunki divanece bir harekettir. Asker koğuşunda Kur’an tefsir olunur mu? Bugünkü inkılap rejiminden bu derece gafletin manası ne? Zavallı Akif Bey, Mısır’da eşiyle beraber kendi canlarının derdiyle uğraşırken yeni bir bela ile daha karşılaşıyor! Kim bilir ne kadar üzülecek?”

O dönemde Fransız manda yönetimindeki Kırıkhan’da yakalanıp tutuklanan Emin Ersoy ve arkadaşı Türkiye’ye iade edildiler. Mehmet Akif’in oğlu Emin yargılandı, cezaevine düştü, cezasını çekip tahliye oldu. Peki, ondan sonra ne oldu? İşleri yoluna girdi, durumu düzeldi, Mehmet Akif’i çok sevenler oğluna sahip çıkıp elinden tuttular mı? Nerede? Bu talihsiz genç, belki biraz da babasının çaresiz ve zorunlu, Akif’in kendini adadığı milletinin ise o umursuz ve boş vermiş ihmali yüzünden uzun yıllar yoksulluk ve perişanlık içinde yaşadı.

Neler yaşadığını bilen yok. Ama nasıl öldüğünü, Çetin Altan’ın bir yazısından öğreniyoruz:
“1961, yahut 62’ydi. Milliyet’teki odama, odacı Bayram girdi:
– Sizi, biri görmek istiyor, dedi.
– Buyursun!..
İçeri traşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca, çelimsiz bir adam girdi. Hazrolu andıran bir duruş ve hafif bükük bir boyunla:
– Bendeniz, dedi, Mehmet Akif’in oğluyum…
Bir anda ne olduğumu şaşırdım. Nasıl şaşırdım bilemezsiniz.
Eski bir dostluk havası yaratmak istercesine:
– Oooo buyurun, buyurun! Nasılsınız? türünden bir yakınlık göstermeye çalıştım.
O tavrını bozmadı:
– Rahatsız etmeyeyim, dedi. Sizden ufak bir yardım rica etmeye gelmiştim…
Gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da, ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fena allak bullak oldum…
Tek yapabildiğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım. O, bükük bir boyunla:
– Siz ne münasip görürseniz, dedi.
Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime…”Durun bakalım, neyimiz varmış!” gibilerden cüzdanı açtım; içinde ne varsa çıkardım. Ama fazla bir şey de yoktu. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10, yahut 20 lira aldı.

– Çok çok teşekkür ederim, rahatsız ettim! dedi ve çıkıp gitti.

Aradan bir ay geçti geçmedi; gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme:
“Soğuk kış gününde İstanbul Beşiktaş’ta bir çöp bidonunun yanında, bir kamyonun içinde bir ceset bulundu. Cesedin hüviyet tespit çalışmaları sonucunda Emin Ersoy’a ait olduğu öğrenildi.”

Yani günün birinde İstanbul sokaklarının bir köşesinde, bir çöp bidonunun yanında, bir kamyonun içinde bir ceset bulunuyor. Sahipsiz bir ceset bu… Kimse sahip çıkmıyor. Anlayacağınız belediyelik bir mesele… Hemen kimliğinin tespiti için çalışmalar başlıyor. Cesedin kime ait olduğu kısa bir süre sonra bulunuyor.
İstanbul’da sahipsiz bir ceset…
Adı: Emin
Soyadı: Ersoy
Mehmet Akif Ersoy’un oğlu…
Milli şairimiz Mehmet Akif’in oğlu Emin’in ismi, Safahat’tan sonra bir de polis kayıtlarında geçiyor, ‘kimsesiz’ olarak!

Vefa timsali Akif, bir söz hatırına, okul arkadaşlığından başka hiçbir hukuku ve yakınlığı bulunmayan bir arkadaşının üç çocuğuna birden sahip çıkarken, onun oğlu Emin, İstanbul’un ortasında, üç kuruşa muhtaç, belki de açlıktan bir çöp bidonunun yanındaki kamyonun içinde ölü bulunmuş ve cesedi kimsesizler mezarlığına gömülmüştü.

Milli Şair Mehmet Akif’in oğlu, zavallı Emin, bir kanaryanın bin bir başlı kartalı taşımaya gücünün yetmemesi gibi, bu büyük yükü taşıyamamış, bu ağır sorumluluğun altından kalkamamıştı. Ama ona sahip çıkması, elinden tutması gerekenler, ne ona ve ne de Akif’in diğer aile fertlerine sahip çıkmışlar, ne de onları umursamışlardı.

Kendisiyle övünüp, iftihar ettiğimiz, her yerde ve her zaman şiirlerini okuduğumuz, hep rahmetle andığımız, arkasından Fatihalar yolladığımız Milli Şairimizin, İstiklal Marşı Şairi’nin oğlu Emin’in bırakın dirisine, ölüsüne bile kimse sahip çıkmamıştı. Bu, o zavallı genç için çok acı ama bu millet için de çok utanılacak bir durum değil mi? Belki bundan daha da acısı, Mehmet Akif’in oğlunun başı sıkışınca gidecek başka kapı bulamayıp da Çetin Altan’ın kapısına gitmek zorunda kalmasıdır. O genç neden milliyetçi, muhafazakâr, dindar, sağcı geçinenlerin kapsını çalamamış da, özellikle o zamanlar komünist, solcu, dinden uzak biri olarak bilinen Çetin Altan’ın kapısını çalmak zorunda kalmıştı? Belki de öbür kapılar, o kapıdan çok daha kör, sağır ve sıkı sıkıya kapalıydı da onun için çalamamıştı. Hatta kim bilir belki o kapıya gelinceye kadar kaç kapı yüzüne kapanmış, kaç kapıdan kovulmuştu? Utanacak yüzü olanlar, eğer utanacaklarsa hem kendi adlarına, hem de utanması gerekenler adına bunun için utansınlar! Akif gibi büyük vefa timsali, imanlı, inançlı, güvenilir, emin bir dava adamının emanetlerine ihanet edenlerde, o emanetlere hiç değer vermeyip çöplüklerde ziyan edilip heder olmasına göz yumanlarda insani ve İslami bir duygudan ve zihniyetten eser olduğu söylenebilir, bunlar Müslüman, hatta insan sınıfına veya kategorisine sokulabilirler mi?
İçimizden bazıları çıkıp, geçmiş zamanın ve geçmiş hataların bugünden bakılarak tahlil ve tenkit edilmesinin acımasızlık olduğunu, dolayısıyla o yıllardaki dünya harplerinin, kurtuluş mücadelesinin, siyasi çekişmelerin ve daha sayısız tesirin de dikkate alınması, olayların bir de o gözle değerlendirilmesi gerektiğini söyleyebilirler. Peki kabul! O zaman pek o kadar eski geçmişe uzanmayalım da 2000 yılına, Mehmet Âkif`in küçük oğlu Tahir’in ölümüne gelelim. Mehmet Akif’in küçük oğlu Tahir’in ölümü, 2000 yılında yayımlanan küçük bir gazete haberine konu olmuştu. Belki o güne kadar Akif’in böyle bir oğlunun varlığından ve bir hastane odasında sessiz sedasız ölüp gittiğinden kimsenin haberi bile olmamıştı. Habere göre, abisi Emin`in hoyratlığının ve vahim akıbetinin aksine Tahir, içine kapanık bir hâlde, babasının hatıralarını kalbinde tutarak sessizce yaşamasını bilmiş, o da artık aramızdan ayrılıp gitmişti…

Mehmet Akif’in küçük oğlu Tahir Ersoy, orada burada tercümanlık gibi ufak tefek işlerde çalıştıktan sonra güç bela emekli olabilmişti. Dayanılmaz yoksulluğunun yanında, pek çok sağlık sorunları da vardı. Emekli maaşı çok yetersiz olduğundan, zamanında ve doğru dürüst tedavi olamamıştı. Uzun süre Ankara’da SSK’ya bağlı bir hastanede tedavi gördü. Daha sonra İstanbul’daki Esma Hatun Hastanesi’ne yatırıldı. Ancak vaktinde teşhis ve tedavi olamadığı için, iş işten geçmiş hastalık iyice ilerlemişti. Dolayısıyla geç kalan tedaviler artık bir işe yaramamış, Mehmet Akif’in küçük oğlu Tahir Ersoy, 2000 yılında karaciğer ve kalp yetmezliğinden hayata gözlerini kapamıştı. O ağabeyine göre biraz daha şanslıydı. Hiç olmazsa çöplükte vefat etmemişti. Çok az kişinin katıldığı, garip ve mahzun bir cenaze töreniyle ahirete uğurlandı.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR