Ana SayfaDosyalarKültür ve SanatımızKÜLTÜR VE SANATIMIZIN TEMEL SORUNLARIVE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

KÜLTÜR VE SANATIMIZIN TEMEL SORUNLARIVE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

  1. KÜLTÜR VE SANATIMIZIN TEMEL SORUNLARI

VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Mustafa ATALAR

  1. KÜLTÜRÜN ÖNEMİNİN ANLAŞILAMAMASI SORUNU

2. KÜLTÜREL YOZLAŞMA, BOZULMA VE YABANCILAŞMA SORUNU

a) Yabancılaşma Olgusu ve Sorunu

b) Kültürlerarası Etkileşim ve Diyalog Zorunluluğu

3.HEDEFSİZLİK SORUNU

4. POLİTİKASIZLIK SORUNU

6. EĞİTİM SORUNU

  1. Eğitimin Önemi

6. KURUMSALLAŞAMAMA SORUNU

a) Yanlış Örgütlenme

b) Yanlış İstihdam Politikaları

c) Yönetim Sorunları

d) Diğer Sorunlar (Denetim, Eşgüdüm, Koordinasyon, Tanıtım, Kaynak Sorunları vb.)

7. TEŞVİK VE ÖDÜLLENDİRMENİN YETERSİZLİĞİ

8. KAYNAK SORUNLARI

9. MEKAN SORUNLARI

10. KİTLELERE ULAŞABİLME SORUNU

11. ARAŞTIRMA, YAYIN VE TANITIM EKSİKLİĞİ

  1. KÜLTÜR NEDİR?

Kültür kavramının, değişik kaynaklarda, bilim adamlarınca yapılmış iki yüze yakın tanımı vardır. Bu tanımların her birinde kültürün bir yönü öne çıkarılmış ve buna göre bir kültür tanımı yapılmıştır. Bu tanımları tek tek sıralamak yerine, bu tanımlarda öne çıkarılan belli başlı özellikleri kısaca sıralamak daha yararlı olacaktır. Bu tanımlardan yola çıkılarak kültürün şu özellikleri vurgulanabilir. Buna göre kültür:

– Doğuştan getirilmez; emek, çaba ve eğitimle sonradan edinilir.

– Zaman içerisinde değişip gelişerek, kuşaktan kuşağa aktarılır.

– Bireyleri ve toplumları özgün ve özgür kılar.

– Onlara kimlik ve kişilik kazandırır.

– İçinde yaşadığı toplumun bir öğesi olarak, insanın edindiği bütün eğilim ve alışkanlıkları, tüm bilgileri, inançları, töreleri, adet, gelenek ve görenekleri, sanatı, ahlakı, yasaları da içine alır.

– Günlük yaşam kurallarından ekonomideki üretim ve bölüşüm sistemine, hukuki ve siyasi sistemden, dinsel örgütlenme biçimine, akrabalık ve aile anlayışına, dil, efsane ve mitolojiden, sanat, mimari ve bilime, teknolojik ve bilimsel buluşlardan müziğe, zevk ve güzellik anlayışından değerler sistemine kadar çok geniş bir alana yayılan karmaşık bir bütündür.

Değişik tanımlarından da yararlanarak kültürü, ‘Bir milletin maddi ve manevi kazanımlarının tümü’ olarak anlamak ve daha özlü bir biçimde tanımlamak da mümkündür.

Yani bir milleti oluşturan belli başlı unsurların, temel yapı taşlarının tamamı o milletin kültürü olarak bilinir.

KÜLTÜRÜN UNSURLARI

Her millete, ayrı bir kimlik ve kişilik kazandıran kültürün pek çok unsurları vardır. Bu unsurlar arasında din, dil, tarih, sanat, gelenek ve görenekler, yaşam tarzı ve dünya görüşü özellikle önemlidir.

Bir kültür unsuru olarak din, özellikle geçmiş asırlarda çok ön planda olmuş, öteki kültür unsurlarını gölgede bırakarak medeniyetlerin de esas temelini oluşturmuştur. Dinin kültür üzerindeki etkisi, modern toplumlarda eski ağırlığını kaybetmiş olsa da, her şeye rağmen tamamen ortadan kalkmış değildir.

Dil bir toplumun ve milletin ses dünyasıdır. Dil olmadan diğer faktörlerin oluşması da mümkün olamaz. Dil, aynı zamanda kültüre ait bütün değerleri de bünyesinde barındıran en önemli kültür hazinesidir.

Her millet, hayatı, olayları ve dünyayı farklı bir şekilde algılar ve yorumlar. Dolayısıyla her milletin, her toplumun, başka milletlerden ve toplumlardan ayrı bir dünya görüşü, yaşam tarzı, hayat felsefesi, kendine özgü ortak değerleri ve değer yargıları vardır.

Her millet ve toplum, diğer toplumlardan ve milletlerden farklı, kendine has fikirlere, duygulara, davranışlara, düşüncelere, inanışlara, anlayışlara ve zevklere sahiptir. İnsan toplulukları, tarih içinde bunlarla şekillenirler ve sonunda ayrı bir millet haline gelirler. Sonuçta her millet ve toplum, gündelik yaşam tarzından, askerlik, kahramanlık, aşk, madde, para, zenginlik, namus, temizlik, ahlak, ölüm, eğlence vs. gibi neredeyse her konuda çok farklı anlayışlar ve algılar geliştirir. Millet fertlerinin değişik alanlarda ortak bir tutum, zihniyet, davranış sahibi olarak aynileşmeleri, ortak özellikler sergilemeleri ancak ortak bir kültürle mümkün olabilir. Milleti oluşturan bireylerin, milli, siyasi, sosyal olaylar ve gelişmeler karşısında ortak tutum ve davranışlar sergilemeleri de o milletin ortak dünya görüşünün dışa yansımasından başka bir şey değildir.

Kültürü, dolayısıyla toplumu ve milleti meydana getiren unsurlardan birisi de tarih birliği ve ortak tarih şuurudur. Sağlam ve ortak bir tarih bilgisine, şuuruna, anlayışına, felsefesine sahip olamayan, tarih anlayışında mutabakat sağlayamayan, ortak bir tarih bilinci geliştiremeyen ülkelerin aydınları ve insanların, hiçbir konuda anlaşamazlar. Dolayısıyla bunlar, sağlam ve sağlıklı bir toplum ve millet oluşturamazlar. Böyle kafası karışık, darmadağınık bir topluma ve millete dinamizm kazandırabilmek, canlılık aşılayabilmek mümkün olamaz. Maalesef biz de millet olarak, asırlardan beri, aydınlarına ve nesillerine bilimsel ve sağlam temelleri olan bir tarihi şuuru aşılayamamanın ağır bedellerini ödemeye devam ediyoruz.

Bir toplumun ve milletin, çağlar içindeki yürüyüşü, görünüşü, oluşu, bozuluşu o toplumun tarihinden öğrenilebilir. Tarih, bir milletin geçmişi, ortak yaşanmışlıklarla dolu mazisidir. Bu mazi ve ortak yaşanmışlıklar, dünün, bugünün ve yarının bireylerini birbirine bağlar. Bugünün ve geleceğin olaylarının nedenlerini ve tohumlarını da içlerinde barındırırlar. Bunlar toplumun bireylerini kederde, kıvançta, sevinçte ve tasada bir ve beraber yapar, aynı kaderi paylaşmaya razı ve ikna eder.

Gelenek ve görenekler ise toplumun sahip olduğu genelde yazılı olmayan, daha doğrusu hepsi yazılı olmayan kanunlarıdır. İnsan topluluklarında toplumsal düzen, asırlar boyunca törelerle, gelenek ve göreneklerle sağlanmıştır. Yazılı kanunların büyük çoğunluğu da gelenek ve göreneklerden sonra ve bunlardan yola çıkılarak düzenlenmiştir. Günümüzde de hala yazılı bir anayasası olmayan gelişmiş ülkeler bile vardır. Bunlar toplum düzenlerini yazılı olmayan, sözlü hukukla, gelenek ve göreneklerle sağlamaktadırlar.

Kültür’ün en önemli unsurlarından biri de sanattır. İnsan açısından sanat bir yetkinliğe, olgunluğa, doygunluğa, mükemmelliğe ulaşma çabasıdır. Bu mükemmelliğe her uygarlık, her toplum, her millet, her dönem; kendi dili, üslubu, yaklaşım ve anlatım tarzı ile ve ihtiyaçlarının da yönlendirmesiyle ulaşmaya çalışır.

Her milletin kendine has söz, ses, mekân, renk, ışık, zevk, estetik anlayışı, algılayışı, dolayısıyla ayrı bir sanat eğilimi, çok farklı sanatsal özellikleri vardır. Milletlerin edebiyat, resim, mimari, heykel, şiir, roman gibi sanat dallarındaki başarıları ve farklılıkları da buradan kaynaklanmaktadır.

Milletler, kendi öz benliklerinin dışarıya yansıması sayılan, nitelikli, özgün, üstün ve değerli sanat eserleri meydana getirmeden, özgün bir kültürel yapı ve doku oluşturmadan gerçek anlamda ne millet olabilirler, ne de insanlığın ortak medeniyetine katkıda bulunabilirler. Özellikle güzel sanatlar alanında ortaya konan eserler ve üstün başarılar, hem insanlığın kültürel mirasına katkı, hem de milli kimlik ve kişiliğin parçası niteliğini taşırlar.

Bugünün dünyasında ülkeler ve sanatçılar arasında, özellikle kültür ve sanat alanında evrensel ve çok büyük bir yarış sürmektedir. Bu yarış içinde, adımızı duyurarak yer alabilmemiz ancak, daha nitelikli sanatçılar ve sanat ürünleriyle, bu yönde sistemli çalışmalar ve etkili tanıtım çabalarıyla mümkün olabilir.

SANAT NEDİR, NE İŞE YARAR?

SANATIN İŞİ, İŞLEVİ VE GÖREVİ?

Kültür kavramı gibi, sanat kavramının da birçok tanımları vardır.

Bazıları sanatı, insanların kültür, inanç, fikir, düşünce ve duygularını söz, ses, renk, çizgi, biçim gibi araçlarla en güzel bir biçimde ve kişisel bir ifade ile anlatma çabasından doğan ruhi bir faaliyet olarak tanımlarlar.

Sanat, bir insanın veya toplumun güzeli, estetik ve zarif olanı ayırt etme, üretme, yaratma ve bulma yöntemidir. Sanatlar görünüşte birbirlerinden farklı olsalar da, nitelik itibariyle yapılan iş aynıdır; arada fazla bir ayrılık ve gayrılık yoktur.

Sanat’, dilimize Arapçadan geçmiş bir kelime ve kavramdır. İşlemek, yapmak sözlük anlamındaki sun’ (s-n-a) kökünden türetilmiştir.

Ustalık, hüner, marifet gibi anlamlara da gelen sanat; Batı dillerinde daha çok ‘art’ kelimesiyle karşılanır. İngilizce ‘art’, ‘artifikal=yapay’; Almanca ‘kunst’, ‘künstlich=yapay’; Arapça san’at, ‘sun’î=yapay’ anlamlarına gelen kelimelerle de ifade edilir. Bu açıdan bakıldığında sanatı; ‘İlk örneğinden, prototipinden, orijinalinden esinlenilerek, ona benzeyen yeni bir şeyle kendini ifade etme biçimi’ şeklinde tanımlamak da mümkündür.

Sanat, geçmişte de, günümüzde de üzerinde en çok durulan, konuşulan, tartışılan, en önemli konulardan ve meselelerden biri olmuştur.

Araştırmacılar, dünya sanatını insanlık tarihiyle birlikte başlatırlar. Çünkü basit bir günlük kullanım eşyası bile, belli bir estetik kaygıyla ve beğeniyle üretilip ortaya konulduğunda bir sanat eserine dönüşür. Böylece hemen sanatın, o büyülü dünyasına da girilmiş olur.

Günlük dildeki, ‘konuşma sanatı’, ‘öğretmenlik sanatı’ örneklerinden de anlaşılacağı üzere, bir şeyi güzel yapmak için uygulanan kuralların tümüne de sanat denmektedir. ‘Hoşa gitme sanatı’ gibi, herhangi bir şey ve iş yapılırken gösterilen özen, ustalık ve kabiliyet de o işi bir sanata dönüştürebilir. Allah da kullarının yaptıkları işleri en güzel şekilde yapmalarını ister. İslam’da, imandan sonra, en büyük fazilet, salih ameldir. Salih amel, yaptığı işi tam bir bilgi ve yetkinlik, üstün bir gaye ve en iyi niyetle, en güzel, en özel ve olabildiğince en mükemmel tarzda, yani Allah tarafından ödüllendirilmeyi hak edecek şekilde yapmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah, yeri ve gökleri, dünya nimetlerini, hayatı ve ölümü, insanlardan hangilerinin daha güzel işler yapabileceklerini ortaya koymak, böylece insanları denemek için yaratmış (Hûd Suresi, 7; Kehf Suresi, 7; Mülk Suresi, 2) ve yine aynı maksatla yeryüzünün halifesi kılmıştır (Yûnus Suresi, 14).  Bunlar ‘yaratılmışların en iyileri’ olarak nitelenmişler; Allah’ın onlardan hoşnut ve razı olacağı, onları da verdiği büyük ödüllerle hoşnut kılacağı (Beyyine Suresi, 7-8) müjdelenmiştir. Allah, böyle sâlih kullarını yeryüzüne de vâris ve hâkim kılacağına hükmettiğini de açıkça bildirmiştir (Enbiyâ Suresi, 105).

Sanat kelimesi ve kavramı, çağlara göre çok değişik anlamlar kazanmıştır. Geçmişte sanat kelime ve kavramına daha basit ve sınırlı manalar verilirdi. Çok eski dönemlerden beri, binlerce yıl boyunca zanaatlar ve el sanatları da sanatın içinde değerlendirilmiştir. Bir el işini ustalık ve hüner göstererek, kusursuz bir şekilde yapabilmek de bir ‘sanat’ sayılmıştır. ‘Filanın sanatı terziliktir’, ifadesinde veya ‘Sanat altın bileziktir’ atasözünde belirtildiği gibi, sanat kelimesi dilimizde hala meslek veya zanaat anlamında da kullanılmaktadır. Meslek okullarına bile ‘Sanat Okulu’ denmektedir. İnsanlar için gerekli olan maddî şeylerden herhangi birinin yapımına, üretimine, bir meslek sahibi olmaya dayanan, el yatkınlığı, hüner ve marifet isteyen işlere ve uğraşlara da sanat denmesi adet olmuştur.

Yakın dönemlere kadar sanatçı, üstün nitelikli bir işçi olarak kabul ediliyordu. Eskiden sanatçı sayılabilmek için, bugünkü anlamda, yaratıcılık gerektiren, orijinal, sıra dışı bir eser ortaya koymak gibi şartlar ve kriterler aranmazdı. Zamanla değer ölçüleri değişmiş, sanatçı ile usta veya işçi arasında çok önemli farklar olduğu anlayışı benimsenmiştir. Sanat ve sanatçı kelime ve kavramları, zanaatlara göre daha seçkin bir anlam kazanmıştır. İşçi ve usta, olağan işler yapan, sanatçı ise olağanüstü bilgi, beceri, hüner ve yetenek gerektiren eserler ortaya koyabilen daha yaratıcı kişiler için kullanılır olmuştur.

Bir nesnenin sanat eseri sayılabilmesi için, belirli özelliklerinin, niteliklerinin olması gerektiği savunulmaktadır. Bu özelliklerden en önemlisi de onun özgün ve tek oluşudur. Yani daha önce başkası tarafından yapılmış bir ürünü taklit ederek ortaya çıkarılan şey, çok güzel de olsa, kişinin kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmadığı, yoğun ‘düşünsel yaratıcılık’ sürecinden geçmediği için sanat eseri sayılmaz. Fabrikada seri olarak üretilen, çok sayıda birbirinin eşi olan ürünler de sanat eseri değildir. Sanat; düş gücü, yaratıcılık ve yetenek gerektiren bir insan etkinliği olarak tanımlanır.

Batıda sanat kavramı, bugün ona verilen anlamını ancak 19. yüzyılda alabilmiştir. Zaman içinde sanatlar genelde ‘güzel sanatlar’ terimiyle ifade edilmeye başlanmış, güzel sanatlar da genel olarak; plastik sanatlar ve fonetik sanatlar olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bu anlayışa göre mimarlık, resim, heykel, gravür gibi daha çok göze hitap eden sanatlar plastik sanatlardan, edebiyat ve müzik gibi daha çok kulağa hitap sanatlar da fonetik sanatlardan sayılmıştır. Bugün hem göze, hem de kulağa hitap eden sinema, tiyatro, opera, bale, dans gibi sahne sanatları da güzel sanatlardan sayılmaktadır.

Sanatın ne olduğu, daha kısa ve çarpıcı cümlelerle şöyle ifade edilebilir:

Gönüllerde en güzel duyguları uyandırabilmektir sanat!

Geçmişle bağlar ve köprüler kurup, geleceğe hazırlanabilmektir sanat!

Erdemlileri hünerli, hünerlileri erdemli kılma yolu, yöntemi ve aracıdır sanat!

İnsanı eğiten, öğreten, adam eden, ona yol gösterendir sanat!

SANAT ETRAFINDA TARTIŞMALAR

Bir uğraşa sanat, uğraş sahibine sanatçı, ortaya konan esere de sanat eseri diyebilmek bir nitelemedir. Dolayısıyla sanatı zanaattan, sanatkârı zanaatkârdan, sanat eserini normal el ürünlerinden ayırabilmek için, zamanla sanatta, sanatçıda ve sanat eserinde pek çok nitelikler aranmış; ortaya çok değişik kriterler ve kıstaslar konulmuştur. Bunlar arasından estetik güzellik, iyilik, yararlılık, erdem, aşk, idealizm, gerçekçilik, etkileyicilik gibi pek çok nitelemeler ve ölçütler öne çıkmıştır. Bunlar değişik şekillerde sanat tanımlarına ve anlayışlarına da yansımıştır.

Özellikle ‘güzellik’ kıstası, çok eski zamanlardan beri sanatın en önemli niteliklerinden biri olarak kabul edilmiştir. Hatta bu durum sanatın tanımına da yansımış, sanat için “Belli bir güzellik anlayışıyla eser üretmek, bir güzellik ifadesi” şeklinde tanımlar da yapılmıştır. Platon, Aristo, Hegel ve Kant gibi tanınmış düşünürler, güzellik ve sanat ilişkisi üzerinde önemle durmuşlar, bunlar arasındaki kesişimlere ve çağrışımlara dikkat çekmişlerdir.

Güzellik nazariyelerini tahlil eden Aristo, sanatın esasını tabiatı taklitte bulmuş, sanattan esas amacın tabiatın özündeki ideal güzelliği ortaya koymak olduğunu açıklamaya çalışmıştır.

Güzelliğin kapısının aşka, aşkın kapısının ise iyiye ve iyiliğe açıldığı da söylenmiştir.

Ancak özellikle yirminci yüzyıla gelindiğinde, sanat eseri için güzellik kriterinin mutlak bir zorunluluk olup olmadığı hususu daha fazla tartışılmaya başlamıştır. Thomas Munro, güzellik kriterini daha arka plana atarak sanatı, ‘Doyurucu bir estetik yaşantı oluşturmak için, gerekli dürtüleri yaratma becerisi’ biçiminde tanımlamış, güzelliğin ön planda olmadığı böyle bir sanat anlayışı günümüzde bazılarınca daha kabul edilebilir bulunmuştur.

Günümüz sanatı, sanat eserleri ve estetik anlayışı içerisinde, sadece güzellik değil, korkutma, irkiltme, hatta tiksindirme gibi boyutlar da daha fazla önem kazanmıştır. Bazı çağımız sanatçılarının sanat eserlerinde, toplumda yaşanan büyük olaylar, travmalar, dramlar tüyler ürpertici bir tarzda ele alınmış, işlenmiş ve yansıtılmış, bu tarz belli kesimlerde oldukça rağbet görmüş, büyük bir ağırlık ve yoğunluk kazanmıştır.

Öte yandan güzeli ve güzelliği sanatın, günlük hayatın, siyasetin ve ahlâkî kaygıların tamamen uzağına itmenin, hem sanatı, hem de insanı yıpratabilecek, ölümcül bir hata olabileceği öne sürülerek, güzellik unsurunun her şeye rağmen sanatta da fazla göz ardı edilmemesi gerektiğini savunanlar da eksik değildir. Bunlar, ‘Sanat – Güzel – Aşk – Erdem’ eklemlenmesinin, insanlığın kendi icatları altında ezilip kaldığı bu bunalımlı dönemlerden çıkabilmesi için tek çıkar yol ve tek umut ışığı olduğunu savunmaktadırlar.

Dünya sanat çevrelerinde en az üç asırdan beri sürüp gelen bir “Sanat, sanat için midir, yoksa toplum için midir?” tartışması yaşanmaktadır. Aslında bu soru, kendi içinde de sakat ve çelişkilidir. Çünkü bir şeyin amacı, yine kendisi olamaz. Sanat özellikle de edebiyat, insanın sadece kendisini tatmin etmek için yaptığı entelektüel bir uğraş olarak görülemez. Sanat, özellikle de edebiyat, bunun çok ötesinde çok ağır bir yük, çok büyük bir sorumluluktur. Sanatın, kullandığı araçların, örneğin kelimenin, cümlenin, sesin, sözün, ezginin, çizginin tasarımın, uyumundan, özellik ve güzelliğinden önce, yaşanan hayata dönük olması, hayatın anlamını sorgulaması, daha iyi bir gelecek hazırlığına zemin hazırlaması, yanlışlarda devam edilmesi durumunda başa gelebilecek felaketler konusunda insanları uyarması, hatta zaman zaman kehanetlerde bile bulunması beklenir. Müslüman bir sanatçı, asla ‘Sanat sanat içindir’ anlayışında olamaz. Çünkü Müslüman sanatçı; her işi gibi her türlü sanatı da her şeyden önce Allah için yapan, sanatı, sanatçının salih ameli olarak gören kimsedir.

Sanat’ta idealizm-realizm tartışması da sıkça gündeme gelmiştir. Bunun da bir yanlış anlaşılmadan doğduğu öne sürülmektedir. Hiç şüphesiz sanat, hakikatin dolaysız olarak görünmesine yardımcı olabilen bir araçtır. Hissiyatın bu saflığı nedeniyle alışkanlıklardan kopma, doğal olarak hissiyatın veya şuurun faydacı bakıştan uzaklaşması ve hayatın madde dışında, bir mana olarak anlaşılması gibi etkenlerin idealizmi doğurduğu iddia edilmektedir. Öte yandan ruhlardaki idealizm güçlendikçe, kuvvetlendikçe, ilerledikçe, bunun somut eserlerle dışa ve gerçek hayata da yansıyacağı, realize edileceği de bir gerçektir. Böylece hayal ve gerçek, ideal ve reel bağlantısı da sağlanabilecektir.

KÜLTÜR ve SANATIN YERİ VE ÖNEMİ

Bireyleri, toplumları ve milletleri diğer canlılardan ve bu arada diğer insanlardan ayıran, üstün ve farklı kılan en önemli ölçüt, kültürel ve sanatsal gelişmişlik düzeyleridir.

Her milletin, her insan topluluğunun onu başkalarından ayıran, kendine has bir kültür yapısı vardır. Milletler ve toplumlar, asırların birikimiyle kazandıkları kültürel kimlik ve kişilikleriyle tanınırlar, bilinirler ve birbirlerinden ayrılırlar.

Her kültür, tipik bir bireysel kişilik, özel bir psikolojik yapı, özel fikirler, özel davranış ve özel düşünce biçimleri geliştirir. Örneğin, bir Alman kültürünü, bir İngiliz kültürünü, bir Fransız kültürünü, bir Müslüman Türk kültürünü tanımadan, bu ülkeleri, bu ülkelerin insanlarını tanımak ve tanımlamak, onlara Alman, İngiliz, Fransız veya Türk diyebilmek mümkün değildir.

Milletler, kendi öz benliklerinin dışarıya yansıması olan, özgün, üstün nitelikli, değerli kültür ve sanat eserleri meydana getirmeden, özgün bir kültürel yapı ve doku oluşturmadan gerçek anlamda ne millet olabilirler, ne de insanlığın ortak medeniyetine katkı sağlayabilirler.

İnsanlar ve toplumlar kültürel ve sanatsal gelişmişlik düzeyleri ve bu alandaki başarıları ölçüsünde, özgün ve özgür olurlar, kimlik ve kişilik kazanırlar. Ancak bu yolla millet olurlar, hemcinslerine ve başka milletlere karşı üstünlük sağlarlar, başkalarının saygınlığını ve hayranlığını hak ederler.

Bir millet, ancak sağlam bir kültür temeli üzerinde gelişip yükselebilir. Kültürde, sanatta ve bilimde gelişmeden, ilerlemeden, yükselmeden, hiçbir toplum ve millet başka hiçbir alanda gelişemez, ilerleyemez, kalkınamaz, güçlenemez ve yükselemez.

Kültür ve sanat alanında yakalanabilecek daha üstün seviyeler, diğer tüm alanların toplam kalitesini de etkileyecek ve yükseltecektir. Bilim, kültür ve sanat alanındaki zaafların, başka hiçbir alandaki üstünlükle giderilebilmesi mümkün olamaz. Bu yüzden de kültür ve sanat üzerine düşünmek, konuşmak, tartışmak, çalışmak, çaba ve gayret sarf etmek; güçlü, kuvvetli, kudretli, barış ve esenlik içindeki mutlu, müreffeh, huzurlu yarınları inşa etmeye çalışmak, bunun için gayret göstermek demektir.

Eğitim, kültür ve sanat seviyesi, estetik duygusu, beğeni düzeyi gelişememiş, düşük seviyelerde kalmış bir toplumda; doğru dürüst ne sanayi ve ticaret gelişebilir, ne de huzur, güven, barış ve mutluluk sağlanabilir.

Bir milletin asırlar boyunca üretmeyi başarabildiği, geçmişten bugüne ulaşabilmiş kültür ve sanat ürünleri, birikimleri, hem o milletin geçmiş başarılarının en iyi aynasıdır; hem de geçmişle geleceği, eski kuşaklarla gelecek nesilleri birbirine bağlayan ve yaklaştıran en önemli, hatta yegâne köprüdür.

Kültür ve sanat alanında ortaya konan eserler ve üstün başarılar, hem insanlığın kültürel mirasına katkı, hem de milli kimlik ve kişiliğin yeniden inşası ve geliştirilmesi niteliği taşırlar.

Kültür ve sanat alanında olumlu yönde çalışmak, çaba ve gayret sarf etmek, aynı zamanda daha güzel yarınları da inşa etmeye çalışmak demektir. Bir milleti, toplumu yıkabilmenin en kestirme ve en kesin yolu ise onun maddi ve manevi kazanımlarının tümü, yani geçmişi demek olan kültürünü ve geleceği demek olan nesillerini mahvetmekten, bozmaktan, yozlaştırmaktan geçer. Kültürel yozlaşma sürecinin esir aldığı toplumlarda ekonomik çalkantılardan, fertler arası ilişki kopukluklarına, güvensizliklere, bireysel kimlik krizlerinden, toplumun geleceği demek olan nesillerin heder edilmesine kadar pek çok büyük ölçekli sorun, birer virüs gibi yayılır ve gelişme zemini bulur. Bunun ne kadar büyük, ölümcül ve yıkıcı bir tehlike olduğuna Kur’an’da da işaret edilir, Rabbimiz bizi bu konuda net bir biçimde uyarır:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bu dünya hayatına dair sözleri hoşuna gider. Hatta böylesi sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit tutar. Hâlbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır. Bir iş başına geçince, yeryüzünde fesat çıkarmak, harsı (yani bir milletin maddi ve manevi kazanımlarının tümü, geçmişi demek olan kültürü) ve (geleceği demek olan) nesli yok etmek için çalışıp çabalamaya başlar. Allah bozgunculuğu sevmez. Böylesine ‘Allah’tan kork!’ denilince benlik ve gururu kendisini günaha sevk eder (Bakara Suresi, Ayet:204-206).”

Kültür ve sanat eserleri, bir milletin toplumsal otobiyografinin en önemli unsurları ve tanıklarıdır. Bir toplumun otobiyografisi, ortaya koyduğu veya sahip çıkıp koruduğu kültür ve sanat eserlerinden okunur.

Tarihçiler ve özellikle sanat tarihçileri bir milletin tarihini yazarlarken, o ülke sanatçılarının ortaya koydukları sanat eserlerini kaynak belge ve kanıt olarak kabul ederler ve incelerler. Topraklarımızın altındaki ve üstündeki kültür ve sanat eserlerimiz, bizim eşsiz ve büyük medeniyetimizin, tarihimizin yalanlanamaz tanıkları, en belirgin delilleri ve tapu senetleridir.

Bugünün Türk sanatçısı da, bize özgü çok engin ve zengin bir kültür  ve sanat birikimine sahip olduğumuzun bilincine vardıkça, gelenekten aldığı güçle geleceğe daha güvenle yönelecek, daha üstün ve daha nitelikli sıra dışı ve çizgi üstü, hayranlık uyandırıcı eserler vücuda getirebilecektir. Kendi karakterlerine, kendi tiplerine yabancılaşmış olan, kendiliklerinden kendi işlerine ve meselelerine dönüp bakamayan sanat adamları kendi gerçek ve özgün sanatlarını ortaya koyamazlar. Sanat adamlarının kendi milletlerini zorlayacak, zora koşacak, zoruna ve ağırına gidecek, asla beğenip benimseyemeyeceği, ona ters işler yapması, milleti sağ iken öldürmeye kalkmaktan başka bir şey değildir.

Kendi tarihimize, kültür ve medeniyetimize, kendi ürettiğimiz değerlerimize sahip çıkmak, içimizden çıkmış ama her nasılsa değeri takdir edilmemiş, unutulup gitmiş, iftihar edilmeye değer büyük şahsiyetlerimizi, eşsiz değerlerimizi daha yakından tanımak, bunları yeni nesillere tanıtmak, her millet için olduğu gibi bizim için de yaşamsal önemde olan bir yükümlülüktür. Aksi takdirde, gençlerimizin ‘Bu millet adam olmaz, bu memleket düzelmez, bizden adam çıkmaz!’ gibi yanlış inanç ve kanaatlere, yıkıcı düşüncelere kapılmalarının önüne geçilemez. Sonuçta nesillerimizin geçmişinden habersiz, geleceğinden umutsuz, kendi özüne, geçmişine, tarihine, kültürüne yabancı, hatta düşman, kuru kalabalıklar, idraksiz, şuursuz güruhlar haline gelmelerinin önüne geçilemez.

Toplumumuzda aklı başında herkes tarafından görülmesi, bilinmesi ve hissedilmesi gereken bu büyük tehlikenin her alandaki zararlarından, taşınması imkânsız ağır vebalinden ve sorumluluğundan hiç kimse yakasını kurtaramaz.

Kendi içimizden bazıları tarafından dillendirilen; ‘Türklerden âlim ve bilim adamı çıkmaz!’ şeklindeki önyargılar, haksız ve yanlış genellemeler ne yazık ki epeyce yaygınlaşmış ve yerleşmiş durumdadır. Bu haksız önyargıların sadece yabancılar tarafından değil, içimizdeki bize yabancılaşmış kimselerce de kabul edilmiş ve benimsenmiş olması, gerçekten de çok kahredici, çok hayıflanacak ve çok acınacak bir durumdur. Halbuki yapılması gereken, özellikle geleceğimizin teminatı çocuklarımıza ve gençlerimize bu milletin içinden, geçmişte çok büyük ilim, fikir, kültür, sanat, edebiyat, devlet ve siyaset vb adamlarının çıktığı gerçeğini herkese somut delilleriyle anlatabilmek, bundan sonra da çok daha çok büyük ve üstün başarılar elde edebilecek bir millet olduğumuza, hatta buna mecbur ve mahkum olduğumuza onları inandırabilmektir. Namık Kemal’in bir şiirinde:

Çalış ki yerin bu yer değildir,

Dünyaya geliş hüner değildir.

dediği gibi, kabiliyetleri doğrultusunda gereken çaba ve gayretleri gösterdikleri takdirde kendilerinin çok başarılı olabileceklerine dair gençlerimize özgüven aşılamaktır. Onları bu inanç, fikir, duygu, düşünce, bilinç ve şuur doğrultusunda, gerektiği gibi yetiştirmek hepimizin boynunun borcudur.

Günümüzde, ülkelerin ve toplumların ekonomik ve sosyal kalkınmalarında ve gelişmelerinde kültürel unsurların, faktörlerin ve dinamiklerin rolleri ve önemleri üzerinde eskiye nazaran çok daha fazla durulmakta, bu konulara şimdi çok daha fazla önem verilmektedir. Bu faktörlerin ve dinamiklerin ekonomik ve sosyal kalkınmada sanıldığından çok daha etkili ve önemli oldukları artık iyice anlaşılmıştır. Bu yüzden de bunlar, günümüz modern ekonomi biliminin en önemli konuları ve ilgi alanları arasına girmiştir. Kültür, sanat, kalkınma, gelişme, ilerleme, kalkınmanın kültürel faktörleri ve dinamikleri, kültür endüstrisi, insani gelişmişlik düzeyi gibi kavramlar ile ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyleri arasındaki ilişkiler, bunların ekonomik ve sosyal kalkınmaya etkileri artık günümüz modern ekonomi biliminin de en önemli ilgi alanlarından, üzerinde en fazla durulan konularındandır. Bu alanda kapsamlı araştırmalar, incelemeler, ayrıntılı çalışmalar ve analizler yapılmakta, daha yenilerinin yapılması da sürekli teşvik edilmektedir. Nitekim 1998 yılında Nobel Ekonomi Ödülü, insani gelişmişlik düzeyi, kültür gibi unsurların, faktörlerin ve dinamiklerin ekonomik ve sosyal kalkınmaya etkileri üzerinde yaptığı çalışmalar nedeniyle Hintli Ekonomist Amartya Kumar Sen’e verilmiştir.

SANATI DOĞURAN ETKENLER

İnsanoğlu bir yandan barınma, beslenme, giyinme gibi fiziki ve bedeni ihtiyaçlarını gidermeye çalışırken, diğer yandan da kendisini oyalayacak, eğlendirecek, ruhunu okşayacak, ona güzellikleri yakalatacak, yaşatacak, mevcut güzelliklere daha da yenilerini katacak, olağanüstü eserler ortaya koyacak, böylece kendisini ölümsüz kılacak bireysel, sosyal ve ruhsal istekler, arzular peşinde de koşmuştur. Bu duygularını da en üst seviyede tatmin etmek istemiştir. İşte bu istek ve arzuları tatmin etmeye yönelik çabaların sonucunda da sanat eserleri ortaya çıkmıştır.

İnsan doğasındaki en büyük, en baskın arzulardan duygulardan, insanın en temel güdülerinden biri de fark edilme arzusudur. İnsan, kendi varlığının başkaları tarafından da fark edilmesini, bilinmesini, önemsenmesini arzu eder. Bu arzusunun gerçekleşmesini de kendi yapıp ettikleriyle, ortaya koyduğu eserlerle yani sanat yoluyla sağlamaya çalışır. Gerçekleştirilebildiği oranda insana haz ve tatmin sağlayan bu arzu, gerçekleştirilememe ölçüsünde de kişide ruhsal çöküntüye yol açabilir.

İnsanın en önemli melekelerinden birisi de ‘hissetme’ yeteneğidir. İnsan, çevresindeki eşyanın özelliklerini, güzellik ve çirkinliğini bu hissetme yeteneği ile ayırt ve tayin eder. Bu yeteneğin gerektirdiği ihtiyaçlarını da sanat yoluyla karşılamaya, etrafındaki güzellikle yeni güzellikler katmaya çalışır. İnsan, sanat anlayışı ile güzeli, çirkinden ayırır. İnsanın hissetme, güzel ve çirkini ayırt etme yeteneğini ortadan kaldırmak nasıl mümkün değilse, sanata ve sanatçıya olan ihtiyacını ortadan kaldırmak da öyle imkânsızdır.

Sanat eserleri üreten sanatçılar, bu faaliyetlerini gerçekleştirirken, yükselen duyguların ve nüzul eden ilhamların iki yönlü trafiğinin etkisi altında, bir tür trans/ruhi yoğunlaşma hali içine girerek, adeta zaman ve mekândan soyutlanırlar. Örneğin şairlerin genelde sınırlarda dolaşmayı seven ve bu yüzden bizim de ufkumuzu açan insanlar olduğu söylenir. Bazı notalar, ezgiler insanın üzerinde, eğer kelimelere dönüşse asla geri çevrilmeyecek bir dua intibaı uyandırır. Böyle bir durumda sanat, kelimelere dökülemeyen, kelimelerin kaydına girmeyen duyguların/duaların sesi haline geline gelir. Belki de sanat, bazı duyguların kelimelere dönüşememesi ve dökülememesi yüzünden doğmuştur.

İnsanın doğasındaki en büyük, en baskın arzulardan, duygulardan, insanın en temel güdülerinden biri de fark edilme arzusudur. İnsan, kendi varlığının başkaları tarafından da fark edilmesini, bilinmesini, önemsenmesini arzu eder. Bu arzusunun gerçekleşmesini de kendi yapıp ettikleriyle, ortaya koyduğu eserlerle yani sanat yoluyla sağlamaya çalışır. Gerçekleştirilebildiği oranda insana haz ve tatmin sağlayan bu arzu, gerçekleştirilememe ölçüsünde kişide ruhsal çöküntüye de neden olabilir. Projelerini gerçekleştirebilme imkân ve seçeneklerine sahip olan bir kişi, bu yönde fiilen bir girişimi olmasa bile, potansiyelini her zaman harekete geçirebilecek olmanın rahatlığıyla hareket edecektir. İnsanın seçeneklerinin sınırlandırılması ve projelerini gerçekleştirmenin önüne engeller konulması, kendisini ifade etme kanallarının daraltılması veya kapatılması bu durumdaki bireyi bir takım ruhsal sıkıntıların içerisine sokacaktır. Normal yollardan kendisini ifade edemeyen ve gerçekleştiremeyen, engellenmiş yetenekli bir insanın, potansiyelini normal olmayan yol ve yöntemlerle kullanma yollarını arama tehlikesi vardır. Bunlar bazen uyuşturucu kullanımı, cinsel sapıklık, şiddete yönelerek toplumdan intikam alma gibi hem kişi, hem de toplum için çok zararlı seçenekler olarak da kendisini gösterebilir. Kişisel iradelerin aşırı düzeyde daraltıldığı toplumlarda rol daralmasının sebep olduğu can sıkıcı olumsuz sonuçlar günümüz sanat ve edebiyatında da sıkça izlenmektedir.

Her insanın ve toplumun kendine ve inandığı değerlerine göre belirlenmiş ‘iyi’ ve ‘kötü’; ‘güzel’ ve ‘çirkin’ algıları vardır. Neyin ‘iyi’ veya ‘kötü’, neyin ‘güzel’ veya ‘çirkin’ olduğu değerlendirmesini her zaman belli nedenlere bağlayabilmek pek mümkün olamayabilir. Bu ölçütler, ancak her insanın ve her toplumun kendi değer yargılarına, inanç ve ideallerine göre biçimlenir. İnsanlar arasında ortak ölçütler, kriterler, değerler oluşması ve bunların önceden bilinmesi herhalde güven duygusunu ve dayanışmayı artırır. Fakat belli algıları zorla ve baskıyla insanlara benimsetmeye veya değiştirmeye çalışmak, onları ikiyüzlü ve çift kişilikli yapacaktır. Bundan dolayı düşünme özgürlüğü gibi sanat özgürlüğü de insanın temel hakları arasında yer alır. Sanat hakkı ve anlayışı pazarlık ve oylama konusu yapılamaz. Çünkü bu haklar insanın doğal haklarıdır. İnsan olmanın gerekli kıldığı haklardır.

İnsanın ‘fikir’ ve ‘his’ yetenekleri arasında bir bağlantı vardır. İnsanın sanatla ilgili ihtiyaçları “his” yeteneği ile belirlenir. Arzuya dönüşen ihtiyaçlar ‘fikir’ melekesine ulaşır. ‘Fikir’ melekesine gelen ihtiyaçlar ise ‘muhakeme’ eylemi ile değerlendirilir. Karşılanıp karşılanamayacağı tespit edilir. ‘Fikir’ yeteneğini ‘his’ etme yeteneğine bağlayan ‘muhakeme’ eylemidir. ‘His’ etme yeteneğini ‘fikir’ yeteneğine bağlayan da ‘arzu’ eylemidir. İnsan arzu eylemiyle ihtiyaçların yerine getirilmesini ister. ‘Muhakeme’ eylemiyle arzu edilen ihtiyaçların karşılanıp karşılanmayacağını araştırır ve karar vermek üzere ‘fikir’ yeteneğine iletir.

SANATIN AMACI

Her şeyin, her işin ve uğraşın bir amacı olduğu, aslında olması da gerektiği gibi sanatın da vardır. Sanat bir duyarlılıklar eğitimidir. İnsana güzellikleri fark etmeyi ve mevcut güzelliklere yeni güzellikler katabilmeyi öğretir. Bunun da amacını şöyle özetlemek mümkündür:

Güzel bakan güzel görür, güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen de hayatından lezzet alır!’ Bunu da insana sanat öğretir.

İster plastik sanatlarla, isterse edebiyat, şiir, müzik gibi fonetik sanatlarla ilgili olsun sanatın amacı, gerçeği görüp anlayabilmemiz için gerekli ve yararlı şeylerin perdesini aralamamıza yardımcı olmaktır. Hakikati bizden saklayan ne varsa, hepsini bir kenara itip, hakikat ile bizi karşı karşıya getirmek de sanat yoluyla mümkün olabilir.

İslam sanatı kişiye bir ahlak disiplini de sağlar. Müslümanların sanatının hem en güzel, hem de güzel amaçlı olması gerekir. Müslüman bir sanatçının çalışmalarını mutlaka sağlam ve ciddi bir düşünce zeminine oturtması gerekir. Müslüman bir sanatçı, kâinatı ve insanı iman çizgisinde değerlendirirken, kalbi bir bağlantı kurma ameliyesini de gerçekleştirir. Müslüman bir sanatçı, düşünür, düşündürür, duygulanır, duygulandırır, bunları yaparken de yüce bir amaçla yapar.

İnsan, toplumsal anlamdaki çürümüşlüklerden, ilkelliklerden, yozlaşmalardan ruhunu, gönlünü, hafızasını, benliğini, varlığını ancak asli sanat unsurlarıyla donatarak kurtarabilir.

Sanatı bir kurum olarak görürsek, bu kurumun işlerini düzene sokup yürütenler olarak da sürekli en önde yürüyen öncü ve rehber sanatçıları sayabiliriz. Yol açıcılar ve yol temizleyiciler olarak da nitelen- dirilebileceğimiz bu sanatçılar, aynı zamanda diğer insanları da korkulardan ve korkunçluklardan kurtarmaya çalışan eylem ve aksiyon adamlarıdır. Kendi kendilerini türlü açmazlara ve sıkıntılara düşüren insanlara ve topluluklara çıkış yollarını sanatçılar gösterirler.

Gerçek sanatçılar, her konuda olduğu gibi, millete gideceği yol ve yön konusunda da rehber, öncü ve lider olabilen kimselerdir. Onların sanat gücüyle yararlı sözler, işler, eylemler, günlük hayatın anlamsız uğultu ve gürültüleri içinde yitip kaybolmaktan kurtulur. Onlar sayesinde, milletin kendi özü, sözü, kimlik ve kişiliği, zor dönemlerin karışık, dolaşık, önü sonu belirsiz, eğri, büğrü, türlü yolları, izleri içinde yitip gitme tehlikelerini atlatabilir.

Güçlü, güvenli, mutlu ve huzurlu bir geleceğe, ancak geçmişten güç ve destek alınarak, geçmişle sağlam bağlar kurularak, köklerle irtibatı sağlam ve güçlü tutularak hazırlanılabilir. Bu da en iyi sanat yoluyla olur. Sanatın nihai amacı insanı eğitmek, onu daha hünerli, daha erdemli kılmaktır. Bunun en iyi pratiğini de bizim eski ozanlarımız göstermişlerdir.

Eskiden bizim sanatımız, ezgilerimiz, bestelerimiz hep birlik beraberlik, dirlik düzenlik üzerineydi. Sanatçılarımız, ozanlarımız, sazlarımız, kopuzlarımız, kavallarımız hep birlik beraberlik havaları, ezgileri çalarlardı. Sürekli herkesin kardeş, bir, beraber, bütün, ayrılmaz, parçalanmaz, aynı ve eşit olduğu işlenir ve vurgulanırdı. Kimse ayrılık, gayrılık, ikilik havaları çalmaz, çalamaz, çalmaya kalkanlara asla itibar edilmez, susturulurdu. Hiç kimse boş, anlamsız, bozucu, yıkıcı, bölücü yaygaralara, uğursuz kuru gürültülere kulak ve gönül vermez, itibar etmezdi. Azgın, sapkın, yolsuz, kudurmuşlar, gözlerden, kulaklardan gönüllere acı zehirler akıtmaya ve insanları kulaklarından zehirlemeye imkân ve fırsat bulamazlardı. Bir şekilde gözünden, kulağından, gönlünden başkaları tarafından zehirlenmişlerin tespit, teşhis ve tedavisinde sanatçılar önemli roller üstlenirlerdi. Dostlarından uzaklaşıp, hain düşmanlara yaklaşanlar, dostlarından kaçıp düşmanlarına kucak açanlar, dostlarını üzecek, düşmanlarını sevindirecek işler yapanlar, en önce sanatçılar tarafından keşif ve tespit edilir, kınanır, uyarılır, akıllarını başlarına almaları sağlanırdı. Gözler, kulaklar, gönüller milli birliğe, beraberliğe, bütünlüğe, kardeşliğe zarar verecek öldürücü zehirlerden, kirlerden, kötülüklerden öncelikle sanatçılar ve onların eserleri ve besteleri sayesinde temizlenirdi.

Türk Milleti, anlamsız patırtı kütürtüler peşinde koşan kuru bir kalabalık, türedi bir millet değildir. Bizde, toplumun lideri ve önderi bile düşüncesizce, yanlış bir tutum takınıp tavır sergilediğinde, milletin özü, cevheri ve çekirdeği durumundaki nitelikli çoğunluğu yani karabudunu sürü davranışı göstermez. Yani sürünün lideri ve önderi, kendisini uçurumdan aşağı attı diye, sürüdeki koyunların gösterdikleri sürü davranışına rağbet ve itibar etmez. Milletin karabudunu, yani derin millet, gerektiğinde önderlerini ve liderlerini bile sîgaya çeker. Onları yanlışlarından döndürmenin yolları aranır, bulunurdu. İşin ve gidişatın sonunun nereye varacağı, sürekli düşünülür, araştırılır, test edilir, anlaşılmaya çalışılırdı.

GERÇEK SANAT, ALLAH’IN SANATIDIR

Gerçek, asıl ve mutlak sanat Allah’ın sanatıdır. Gerçek sanatçı da Sânî’ olan Allah’tır. Sanatında ve yaratmasında sonsuz ve sınırsız güzellikler ve üstünlükler olan, en yüce, en mükemmel, tek gerçek sanatçı Allah’tır. Allah’ın sanatı, sanatçılığı, yaratıcılığı, yaratması ile insanın sanatı, sanatçılığı, yaratıcılığı, bir sanatçının bir sanat eseri ortaya koyması asla aynı şey değildir. Birbirlerine hiç benzemezler ve hiçbir şekilde birbiriyle karşılaştırılamazlar. Allah, bir şeyi yaratmak istediği zaman, ona sadece (Ol!) der, o da Allah’ın dilediği ve olması gerektiği gibi hemen oluverir.

Allah’ın isim ve sıfatlarından biri olan Sân’î’, yapan, yaratan anlamına gelir. Bir şey hakkında sun-i ilahi veya sun’ullah dendiğinde, onun Allah’ın eseri ve sanatı olduğu anlatılmaya çalışılır. Allah’ın ‘Sânî’ ismi ve sıfatı, yarattığı her şeye son derece mükemmel bir kusursuzluk, estetik görünüm, ince ve benzersiz bir sanat, eşsiz bir güzellik, uyum ve dizayn olarak yansır. Allah’ın yarattığı canlı ve cansız bütün varlıklarda çok üstün bir aklın, sonsuz bir ilmin, kusursuz bir mükemmelliğin ve estetiğin sayısız delillerine rastlarız. Allah’ın her yarattığı her şeyde, O’nun pek çok isim ve sıfatlarının yanında, ‘Sânî’ isminin ve sıfatının, yani çok ince bir sanat ve estetiğin tecellilerini de görmemek ve hayran kalmamak mümkün değildir.

İnsanların bütün sanatı, sanatçılığı ve sanat eseri ortaya koyma, şekillendirme çabaları, ortaya koyabildikleri övünülmeye değer bütün sanat eserleri, bütün büyük buluşları, icatları; Allah’ın sanatını taklit etme, O’na özenme gayretlerinden başka bir şey değildir. Bütün sanatçıların ürettikleri sanat eserleri, Allah’ın yarattıklarının basit birer taklididir. İnsan, Allah’ın yarattığı esas örneklerden esinlenerek bir şeyler yapmaya çalışır. Çoğu zaman ortaya koyabildiği eserler de yapmak istediklerinin çok altında ve gerisinde kalır. Öte yandan sanatçıyı da, o sanat eserinin yapıldığı materyali de, sanatçıya sanat eseri ortaya koyabilme, yaratabilme ilham ve kabiliyetini, gücünü veren de Allah’tır. Dolayısıyla sanatçının yaptığı eseri de yaratan, yine Allah’tır.

Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. (Bu), herşeyi ‘sapasağlam ve yerli yerinde yapan’ Allah’ın sanatı (yapısı)dır. Şüphesiz O, işlediklerinizden haberdardır (Neml Suresi, 88).

Allah, Bedî’, Bârî’ ve Masavvir gibi güzel isim ve sıfatlara da sahiptir. Yani Allah, yarattığını, eşsiz, benzersiz, örneksiz, modelsiz, kusursuz olarak yaratır. Maddesi ve modeli olmadan yaratan, icat eden; şekillendiren, sûretlendiren, sıfatlarında yaratılmışlara benzemekten uzak olan yalnız Allah’tır. Evrende hem büyük farklılıklar ve zıtlıklar, hem de olağanüstü bir uyum, âhenk ve düzen hâkimdir. Bütün varlıkları Yaratan, zıtlıkları ve zıtları uyumlu hale getiren, yarattıklarını sağlıklı ve dengeli kılan, hiç kimseye karşı hiçbir borç, zimmet ve yükümlülük altında bulunmayan, bütün nimetleri bir lütuf olarak kullarına ihsan eden sadece Allah’tır.

Şu koskoca evren, baştanbaşa Allah’ın sanatıdır, onun eseridir. Bu uçsuz bucaksız kâinat, Yüce Allah’ın eşsiz sanatının sergilendiği uçsuz bucaksız bir sergi alanı, buradaki her varlık da başlı başına eşsiz bir sanat eseridir. Bir kum tanesinde, canlı bir hücrede bile bilim ve teknolojinin bugünkü seviyesiyle bile anlaşılamayacak kadar çok büyük ve çok ince sanatlar gizlidir. Tek bir yaprak parçası bile, muazzam ve eşsiz bir fabrika durumundadır. Örneğin insan bedenini inceleyenler, onun son derece kusursuz ve eksiksiz bir şekilde dizayn edildiğini görürler. Tüm organlar, olmaları gereken yerlere yerleştirilmiş; örneğin gözlerin yeri ile göğüs kafesinde korunan kalbin yeri, hem birçok hikmete binaen belirlenmiş, hem de göze en hoş görünecek şekilde yaratılmıştır. Her insanın ağzı, burnu, gözleri son derece ince bir oranla olmaları gereken yere yerleştirilmiştir. Kâinatta ve insan bedenindeki simetri ve oran herkesin, en fazla da sanatçıların dikkatini çekmiştir. Bazılarının ‘altın oran’ dedikleri bu simetri, öncelikle plastik sanatlarla uğraşan sanatçılara, yaptıkları tasarımlarda ve ürettikleri eserlerde en büyük ilham ve uygulama kaynağı olmuştur.

Canlı ve cansız bütün varlıklarda, Allah’ın ‘Sânî’ isim ve sıfatının yansımalarını çok net bir biçimde görürüz. Allah’ın, aynı türden veya birbirinden farklı olarak yarattığı trilyonlarca çeşit canlı, bitki ve çiçekten hiçbiri tam olarak diğerine benzemez. Gökyüzünden yağan kar tanelerinin bile hiçbirinin diğerinin aynısı olmadığı bilimsel olarak ispatlanmıştır. Bütün çiçeklerin kokusu, biçimi, rengi, simetrisi farklı farklıdır. Tropikal bir kuşun kanatlarında ya da bir çiçeğin yapraklarında çok dikkat çekici fosforlu renkler yaratan Allah, bir kelebeğin kanatlarında da çok farklı tonlar yaratmıştır. Aynı şekilde bir sürüngen ile bir kuşun veya bir deniz canlısının görünümü de şekli de birbirinden tamamen ayrıdır, hiçbir benzerlik göstermez. Tek bir çiçeğin, örneğin bir orkidenin, belki yüzlerce binlerce farklı görünümde, farklı renkte çeşidi vardır. Her gülün diğer güllerden farklı bir kokusu, pek çok rengi ve bu renklerin de kendi içlerinde farklı tonları vardır. Kuşkusuz bu renkler, kokular, tonlar, desenler apaçık bir sanatın göstergesidirler. Allah bu kadar farklı görünümde ama her biri son derece estetik olan çeşidi gözler önüne sererek sanatındaki sonsuzluğu insanlara gösterir. Dileseydi her canlı türünden tek bir çeşit de yaratabilirdi. Fakat çok fazla çeşit yaratarak insanları hayrete düşürecek bir sanat zenginliği meydana getirmiştir. İnsan, dünya üzerinde kafasını çevirdiği her yerde Allah’ın sonsuz ve kusursuz sanatının örnekleriyle karşılaşır. İnsan Allah’ın sanatını anlayabilmekten, anlatabilmekten, tanıyabilmekten, tanımlayabilmekten bile acizdir.

Allah en güzel bir şekilde yarattığı insanı, değişik duygu, düşünce, idrak, sezgi ve ilhamlarla donatmıştır. Allah, insanı, bütün kâinatla beraber kendisini de Yaratan Rabbini, O’nun sanatını ve yarattıklarını bilebilecek, tanıyabilecek, idrak edebilecek, mevcut güzelliklere yenilerini katabilecek, duygu ve düşüncelerini ifade edebilecek bir kabiliyette ve yetenekte yaratmıştır.

Allah, ayrıca insanlardan da iyi, güzel, hoş, ideal, olabildiğince mükemmel işler, hasenât (güzellikler) yapmalarını, salih ameller, işlemelerini istiyor. Böylece kendilerini gerçekleştirip ispat etmelerini, yaratılış gayeleri doğrultuda hayat sürmelerini buyuruyor:

O Allah, hanginizin daha güzel işler yapacağınızı belirlemek ve sizi sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır (Mülk Suresi; Ayet: 2).

İSLAM’IN SANAT ANLAYIŞI

Sanatın belli temel özellik ve niteliklerinin yanında, çok değişik etkilere açık bir yapısı da vardır. Tarih boyunca sanata en önemli etki, dinlerden gelmiştir. Her din, inanç, fikir ve ideoloji, kendi değerleri doğrultusunda kendi sanatını ve sanatçısını da meydana getirir. Bu duruma, Uzak Doğu’dan Amerika’ya kadar hemen her yerde, her bölgede ve her dönemde rastlanır. Örneğin Hint sanatı, Buda’nın çeşitli görünümlerini ve serüvenlerini içeren engin bir deniz gibidir.

Evrensel bir din, inanç, ideal, dava ve dünya görüşü olan İslam’ın da kendine has bir sanat anlayışı vardır. Bizim Yüce Kitabımız Kur’an’ın temel özelliklerinden biri, aynı zamanda bir sanat mucizesi de olmasıdır. Yani İslami dünya görüşü, ilahi kaynaklı bir sanatın içinde insanlara sunulmuştur. Kur’an daha inmeye başladığı andan itibaren cahiliye kültürünü, onların sanat anlayışlarını susturmuş, aciz bırakmış, hayata olduğu gibi sanata da yepyeni bir yorum ve bakış açısı getirmiştir. İslam uygarlığı, İslam’ın insana ve evrene bakışına uygun kültür ve sanat eserleriyle dünya sahnesine çıkmıştır. İslam medeniyetinde ve İslam’ın sanat anlayışında, ezeli ve ebedi olan Allah’a teslim olmak, sonsuzluğun peşinde koşmak ve nihayet sonsuz mutluluklara ve kurtuluşlara erebilme gayreti vardır. Bu anlayış, iman ehli bir sanatçıda hayret ve teslimiyet şeklinde tezahür eder. Aslında bu kaygı, bir şekilde bütün insanların içinde de bulunur. Hangi alana bakılırsa bakılsın (şiir, hikâye, roman, mimari, müzik vs.) sonsuzda bir bütünleşme çabası olduğu görülür. Camilerdeki minare ve kubbe unsurları bunun en somut ve tipik örneğidir. İslami sanat anlayışı, insanı eşyanın kalabalığından kurtarıp sonsuzluğa götürmeye çalışır.

İslam da ancak sanat yoluyla evrensel anlamda kitlelere ulaştırılabilir. İslam dinini, inancını, fikrini, düşüncesini, dünya görüşünü sanat yoluyla işleyecek olan, bu arada bir bakıma İslam’ın evrensel mesajını, tebliğini, yol göstericiliğini, kılavuzluğunu üstlenecek olanlar da Müslüman sanatçılardır. Özellikle günümüz dünyasındaki Müslüman sanatçıların en temel amacı ve görevi, İslami anlayışı, kavrayışı, duyarlılıkları anlatmaya ve artırmaya, İslam’ın mesajını insanlara ulaştırmaya, canlılığını ve diriliğini kaybetmiş Müslüman hayatları yeniden canlandırmaya çalışmak olmalıdır. Bu yolda Müslüman sanatçılara çok büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Sanatıyla bu çabalar içinde olan Müslüman sanatçı, asla boşa geçirilmemesi, kaybedilmemesi gereken zamanların telafisiyle de kendisini görevli bilmelidir. İslam dışındaki dünya görüşlerini ve sanat anlayışlarını sanatında işlemekten başka bir işi ve işlevi olmayan bir sanat veya sanatçı her ne kadar Müslüman olduğunu iddia etse de yaptığı bu yanlış iş asla İslam’la bağdaştırılamaz. Böylelerinin gerçek anlamda Müslüman bir sanat ve sanatçı kadar evrensel boyutları da olamayacaktır.

Müslüman bir sanatçı, vahyi dikkate almadan, Allah’ın rızasını ön plana çıkarmadan, İslam’ı nefsine ve çağına hâkim kılma gibi yüce bir gaye ile işe başlamadan sanat da yapamaz, gerçek bir sanatçı da olamaz. Eğer yapmaya kalkışacak olursa otomatlaşmaktan, sıradanlıktan ve donukluktan kurtulamaz. Böyleleri, varlıktaki ana gaye ve hedefi, kâinattaki ilişki ve ahengi göremezler. O zaman da kendilerini Allah’a, kâinata, hayata ve insanlara bağlayan bağlarla karşılıklı bir ilişki ve diyalog kuramazlar, kursalar da sürdüremezler. Bu tür ilişkilerin iç içe geçtiği yüce ve üstün ufuklara doğru kanatlanamazlar. Vahye tutunup Allah’a bel bağlayanlar, O’na güvenip dayananlar, O’na bağlananlar, O’ndan hiçbir zaman ümit kesmeyenler, bu ümitleriyle kendi içlerinde her türlü sanatın da, edebiyatın da iç ve öz dinamiklerini diriltmiş olurlar.

Sanat-din bağlantısını iyi kurabilen gerçek bir Müslüman sanatçı, tüm etkinliklerine sanat elbisesi giydirebilen kişidir. Elbette sanatçı her zaman ve sürekli bir arayış içinde olacaktır. Bu arada bir yandan da var oluş, yaratılış gerçeğini, ontolojik anlamda anlamaya kavramaya çalışacak, bu gerçeğin nasılını, niçinini kurcalayacaktır. Vardığı sonuç kendisini mutlak Yaratıcıya, kayıtsız, şartsız, şüphesiz, tereddütsüz bir imana ulaştırabiliyorsa, onun yaptığı iş gerçek sanat, o sanatçı da gerçek bir sanatçıdır. Merhum Necip Fazıl Kısakürek’in dizeleriyle gerçek sanat, insana:

‘Bildim Seni ey Rab, bilinmez meçhul!’

dedirtebilen sanattır. Gerçek sanatçı da böyle diyebilen sanatçıdır. Allah bu zor işi, sevdiği kullarına, gerçek Müslüman sanatçılara kolaylaştıracaktır.

Sanatçı, çağının şahididir. O kadar ki, bir yerde şahitlik yoksa orada sanat ta yoktur. Dolayısıyla şiir de yoktur, edebiyat ta yoktur, gerçeklik de yoktur. Müslüman sanatçı, sahip olduğu mensubiyeti, kimliği, kişiliği gereğince çağının şahidi olmak zorundadır. Müslüman sanatçı, Hakkı, hakikati, iyiyi, güzeli, İslam gerçeğini yaşamış olduğu çağın gergefine nakşetmekle yükümlüdür.

İçinde yaşadığımız çağ gibi, çok büyük zulüm ve haksızlıklarla, açmazlarla dolu bir çağda özellikle Müslüman sanatçıların sorumlulukları çok büyüktür. Müminlik iddiasındaki bir sanatçı, ancak başka insanların, özellikle de başka Müminlerin dertleriyle, acılarıyla, hüzünleriyle ilgi ve ilişki kurabiliyorsa ve bunu sanatında olması gerektiği gibi işleyebiliyorsa, gerçek bir sanatçıdır, varlığını da ancak böyle gerçekleştirip, sürdürebilir.

Müslüman sanatçı, tüm bunların yanında özellikle mensup olduğu dinin sanat sınırlarını keşfedebilme, sonra da sanatçılığının hakkını verebilme çabaları içinde olmamalıdır. Eserlerinde de gücü nispetinde bunları en güzel ve en ideal şekilde işlemeye, sindirmeye ve yaşatmaya çalışmalıdır. Müslüman sanatçı, İslam’ın dünyaya ve insana bakış açısı neyse, her şeye buradan bakabilmeli, herhangi bir konu ve olayda İslam’ın hükmü neyse o hükmü bilip teslim olabilmeli, yaşadığı çağın temel meselelerinde İslam’ın tutumu neyse onu benimsemeli ve savunmalıdır.

İslam sanatı, insanı hep ileri götüren, çağlar üstüne taşıyan, sürekli geliştiren bir dünya görüşü ve anlayışıdır. İslam’ın sanat anlayışı, çağımızın ve çağımız insanının arayışlarına, buhranlarına, bunalımlarına, hüzünlerine, acılarına, kederlerine de cevap verebilecek, bunları sevinçlere mutluluklara, huzur ve barışa götürecek tek sanat anlayışıdır.

Müslümanın gözünde sanat; iyi, güzel, Hak ve doğru olana evrilme ve onu büyütme ameliyesidir. Müslüman bir sanatçı, sanatını, insani, İslami ve toplumsal mücadele yolunda nasıl kullanabileceği düşüncesi üzerine iyice yoğunlaşmalıdır. Müslüman sanatçı, aynı zamanda bütün insanları korkulardan ve korkunçluklardan kurtarmaya çalışan bir eylem ve aksiyon adamıdır.

Türlü açmazlara ve çıkmazlara sürüklenmiş, dertlere ve sıkıntılara düşürülmüş insanlığa, toplumlara, bu arada kendi toplumları ve kendileri için de çıkış yollarını ancak gerçek Müslüman sanatçılar arayıp bulabilirler ve herkese gösterebilirler. Bunu yaparken de problemlerin ahlaki (etik) yönden değerlendirmesini de yaparak mutlak sanatkâr olan Allah’ın bizden istediği gerçek nizama gidiş yollarını aramaya, bulmaya ve açmaya çalışır. Müslüman sanatçı, yol açıcı ve temizleyici olmalıdır.

Müslüman sanatçı bir duruşun, direnişin, eylemin ve aksiyonun adamıdır. İç ve dış baskılar ve kuşatmalar onu yıldıramaz. Çünkü o sanatını imha edebilecek, boşa çıkarabilecek eylemlerden, davranışlardan etkilenmez. Hatta ne kadar büyük baskılar ve zulümler görürse, o derecede güzel ürünler, eserler ortaya koyar. Andre Gide’nin dediği gibi: ‘Baskı, sanatı doğurur.’

Müslüman sanatçı, ötelere bağlı, aşkın bir dünya, daha iyi, daha yeni, daha özel ve daha güzel bir hayat inşa edebilmek için inançta, imanda, amelde, idealde, düşüncede, ruhta inkılâplar, devrimler meydana getirmeye çalışır. Taş kesilmiş kalplerde yüce ve üstün hakikatlerin, iyiliklerin, güzelliklerin yer edebilmesi için sanatçılarımızın bir ömür boyu üstelik de sanatın her dalında, her alanında yer almaları, üretken ve verimli olmaları şarttır. Gerçek Müslüman sanatçı sorumluluğu budur. Tabii ki burada da önemli olan niyetlerin halis ve temiz olması, fikir ve düşüncelerin berrak, sağlam bir zemine oturtulması ve güçlü bir ruh dinamizmine sahip olunması gerekmektedir. İlahi vahye muhatap olmak, ona istinat etmek Müslüman sanatçılar için çok büyük, paha biçilmez bir avantajdır.

Eğer Müslüman sanatçılar, İslami bakışı yakalayabilirler ve çağlarına bu bakışla tanıklık edebilirlerse, kendi sanat anlayışlarını rahatça işleyebilecekleri çok canlı, çağın ve insanlığın problemlerini, sıkıntılarını, umut ve beklentilerini ortaya çıkarmaya, bunlara çözümler getirmeye çok elverişli konular bulacaklardır. Bizim sanatçımız, insanımızın ve halkımızın kanayan yaralarını bilmeli ki, sanatı gerçek ve uzun soluklu bir sanat olsun, toplumda da kendisine yer, karşılık ve itibar bulabilsin.

Sanatçılarımız, zulüm ve haksızlık karşısında direnişin, eylem ve aksiyonun rehberi ve önderi olmalı, ayrıca insanımızın bu yolda yarınları ve umutları olduklarını da unutmamalıdırlar. Kendini, toplumunu, gerçek görev ve sorumluluklarını, misyonunu, gerçek bir Müslüman sanatçıya yakışan, ona uygun, eylem ve aksiyonunu öğrenebilmiş gerçek sanatçılara selam olsun! Ne mutlu onlara!

SANATIN DEĞİŞTİRİCİ VE DÖNÜŞTÜRÜCÜ GÜCÜ

Sanat, özünde değiştirici, dönüştürücü olma özelliğine de sahip bir uğraştır. Önemli olan bunun olumlu yönde ve sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesidir.

Sanat, edebiyat, müzik, bilim, kültür gibi alanlarda, bu yollarla gösterilen bireysel insani çaba ve gayretler, plan ve projeler, ortaya koyan pek çok değerler ve eserler, örneğin siyasi ve ideolojik plan ve projeler gibi, herhangi bir mükemmeliyet, toplumu mükemmelleştirme ve ideal toplum yaratma gibi iddialar taşımazlar. Bu yüzden de hiçbir şeyi başkalarına, herhangi bir topluma zorla empoze etmeye ihtiyaç duymazlar. Fakat buna rağmen tecrübeyle de sabittir ki; bu tür faaliyetler, insani ortak değerlere, siyasi projelerin ve ideolojilerin yapabildiğinden çok daha fazla katkılar sağlayabilmişlerdir. İnsanlığa mal olmuş örnek şahsiyetlerin, üstün nitelikli, değerli sanat ve edebiyat eserlerinin büyük çoğunluğu da devlet eliyle ve imkanlarıyla yürütülen projelerin sonuçları olarak değil, bağımsız bireylerin, hatta önemli bir kısmı da muhalif sanatçıların, özel, özerk, bağımsız, hatta devlet otoritesi ile insanları biçimlendirme projelerine başkaldırmaları sonucunda ortaya çıkmış eserlerdir. Bunun sayısız örnekleri vardır.

Sanatsal çabalar, kişilerin öncelikle kendini, kendi insani değer ve kalitesini yükseltme, hayatını değerli kılma uğraşlarıdır. Bu uğraşların diğer insanlara ve dolayısıyla topluma katkısı, ortaya çıkan eserler veya örnek kişilerin, diğer insanların beğenilerini kazanmaları suretiyle gerçekleşir. Sanat, edebiyat, müzik, mimari gibi alanlarda insanlar için haz kaynağı olan büyük eserler, devletin planlı çabalarının değil, Mevlana, Yunus Emre, Shakespeare, Itrî, Mozart ve Mimar Sinan gibi sayılamayacak kadar çok, bağımsız ve değerli sanatçıların kişisel çabalarının ürünleridir. Zaten güzel hasletler ve insani değerler, başkaları tarafından empoze edilerek değil, ancak insanların içsel arzuları ve bireysel çabaları ile gelişebilir. Bunun tipik örneklerinden birisi de yakın dönemlerde Arjantin’de yaşanmıştır.

José Antonio Abreu; 1975’ten itibaren iktidara gelen tüm Venezuela hükümetlerini El Sistema’yı desteklemeye ikna etmiş ve sistemin bugünlere kadar gelmesini sağlamış bir müzisyen, müziksever ve aktivist olmasının yanında aynı zamanda çok iyi de bir planlamacıydı. Bugün, sayısız Venezuelalı, hem müziğin büyülü ve Tanrısal gücünü yoksul yaşamlara bir altın tozu gibi serpen José Antonio Abreu’ya, hem de müziği ve sanatı yaratan Tanrı’ya minnet ve şükran duyuyor. Kurulmasına öncülük ettiği 280 müzik merkezinde görev yapan 15 bin eğitmenle, 250 binin üzerinde gence ulaşan El Sistema’nın bünyesinde 130’dan fazla gençlik, 70 çocuk ve 30 senfoni orkestrası vardır. Bu sisteme bağlı olarak müzik eğitimi alan çocukların yüzde 75’i yoksulluk sınırının altında yaşıyorlardı. El Sistema bünyesinde müzik eğitimi alan her çocuk müziği meslek olarak seçmiyordu ama büyük bir orkestranın parçası olmayı öğrenebildikleri için diğer insanları dinlemeyi, anlamayı, kendisinden ödün vermeden onlarla uyum içinde yaşamayı beceriyorlardı. Bunun yanında üretmenin, müziğin dönüştürücü gücünü hissetmenin ayrıcalığını yaşayan bir birey olarak, suç dünyasının karanlığından uzak durulması gerektiğini de öğreniyorlardı. İşte tam da bu yüzden El Sistema, tıpkı yaratıcısı José Antonio Abreu’nun dediği gibi ‘yoksulluk ve suçla mücadele eden sosyal bir sistem’ haline gelmişti. Abreu onları, hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, tüm insanlar için ortak ve evrensel bir dil olan müzikle tanıştırmıştı. Onları ışığa götüren bir gemi olarak gördükleri müziği, artık Tanrı’nın dili olarak niteliyorlardı. Bu yüzden tüm insanlar onu anlayabiliyorlar ve olumlu yönde etkilenebiliyorlardı.

SANAT ÇAĞI

Güzel sanatların en üst düzeyde önem ve saygınlık kazandığı içinde yaşadığımız zaman dilimi, belli bir bilimsel ve tarihsel yaklaşımla ‘sanat çağı’ olarak da adlandırılmaktadır. Yeni yüzyılımızın öne çıkardığı en önemli ve köklü değişim ve dönüşümlerden biri de sanatta ve sanatsal etkinliklerde yaşanmıştır.

Gerek teknik, gerek sanatsal ve estetik bağlamda, bilgi çağında gelişen sanatsal etkinliklerin zenginliği, çağdaş entelektüel düzeydeki yeni erişim kaynaklarının çoğulluğu, sanata kolay erişimin doğal sonucu olarak, özgürlüğün ve özgünlüğün sanat olgusundaki rolünü de vazgeçilmez bir unsur olarak öne çıkarmaktadır.

Fütürist, filozof, değişim otoritesi sayılan John Naisbitt, 1990 yılında yayınlanan ‘Megatrends 2000’ adlı kitabında, geleceği belirleyecek en önemli 10 yönelim ve değişim arasında ‘Sanatta Yeniden Doğuş’u da saymıştır. Yazar, bu değişimi; ‘Bin yıl dönemecine yaklaştığımız 1990’lı yıllarda sanat, sporun yerini alarak toplumun başlıca boş zamanlarını değerlendirme etkinliği oluyor’ sözleriyle ifade etmiştir. Ardından da bunun nedenlerini: ‘Sanatseverler çoğunlukla eğitimli insanlar arasından çıkıyor. Günümüz, tüketicisi de artık sanatın değerini takdir edebilecek ve bedelini ödeyebilecek düzeydedir’ şeklinde özetlemiştir.

Kültür ve sanatın evrensel dili ve etkileyici özelliği nedeniyle, tüm dünya ülkeleri kendilerini başka ülkeler ve milletler nezdinde en iyi şekilde tanıtabilmek, ilgi, sempati ve saygınlık kazanabilmek, ülkelerine daha fazla turist çekebilmek için, kültürel ve sanatsal etkinlikleri en önemli etkileşim, iletişim ve tanıtım aracı olarak kullanmaktadırlar.

Günümüzde kültür ve sanatla, sanayi ve teknoloji arasındaki ilişkiler de çok iç içe girmiş, sıkı ve yoğun bir hale gelmiş, endüstriyel çağın yeni buluş ve seri üretimleri ‘teknoart’  kavramını öne çıkarmıştır. Bilimsel ve teknolojik çalışmaların da ön hazırlık aşamasını ‘tasarım ve uygulayım” aşaması oluşturur. Ürünlerde fonksiyonellik kadar ‘bilimsel estetik’ in de önemli olduğu günümüz dünyasında, güzel sanatlar eğitimi veren üniversiteler ile sanayi kurumları arasındaki sıkı işbirliği her zamankinden daha önemli ve zorunlu hale gelmiştir.

SANAT ve ÖZGÜRLÜK

Sanat insana, kendini gerçekleştirmenin, kendi kaderi üzerinde belirleyici olmanın ve başkaları tarafından farkına varılmanın yollarını açar. Bu ise ancak özgür, kendi eylemlerinin sahibi, kendi uyacağı eylemleri kendisi belirleyebilen, kendini yönetmesini bilen, kendi hayatı üzerinde egemen olabilen özgür ve özerk kişilerin yapabileceği bir şeydir. Toplumun tam ve eşit bir üyesi sayılarak insanın kendi kaderini belirlemesine izin verilmemesinin, ona bir çocuk ve hayvan muamelesi yapılmasından hiç bir farkı yoktur.

Plan ve projelerini gerçekleştirebilme imkân ve seçeneklerine sahip olan bir kişi, bu yönde fiilen bir girişimi olmasa bile, potansiyelini her zaman harekete geçirebilecek olmanın rahatlığıyla hareket eder. Ancak seçeneklerinin sınırlandırılması, plan ve projelerini gerçekleştirmenin önüne engeller konulması, kendisini ifade etme kanallarının tıkanması durumda, bireyin bir takım ruhsal sıkıntılar içerisine girmesi kaçınılmazdır. Normal yollardan kendisini ifade edemeyen ve gerçekleştiremeyen, engellenmiş yetenekli bir insanın, potansiyelini normal olmayan yol ve yöntemlerle kullanma yollarını arama tehlikesi de vardır. Bunlar, uyuşturucu kullanımından, cinsel sapıklığa, toplumdan ve başka insanlardan intikam almak için şiddete yönelmeye kadar hem kişi hem de toplum için çok zararlı sonuçlar doğuracak yanlış seçenekler de olabilir. Kişisel iradelerin aşırı düzeyde daraltıldığı toplumlarda rol daralmasının sebep olduğu can sıkıcı olumsuz sonuçlar, günümüz sanat ve edebiyatında da sıkça işlenmektedir.

İnsanın bedeniyle ruhu arasındaki ilişkileri düzenleyen (fikir, his, arzu, muhakeme gibi yetenekleri ancak eğitimle geliştirilebilir, öğretimle takviye edilebilir. Beşeri davranışları belirleyen bu yeteneklerin kullanılmasında insan tamamen özgür olmalıdır. Özgürlük, bir bakıma, insanın sahip olduğu bu dört önemli yeteneği (fikir, his, arzu, muhakeme) serbestçe kullanabilmesi durumunu ifade eder. Bu yetenekler insanın doğasında vardır. İnsan, doğduğu andan itibaren bu yeteneklere sahip olur, bu onun insan olmasının bir gereğidir. Bu yeteneklere sahip olmak kadar, onları özgürce kullanabilmek, geliştirmek de insanın en doğal hakkıdır. İnsan yeteneklerini kullanmakta ve bu yönde istediği gibi davranışlarda bulunmakta özgür olmalıdır. İnsanın bu yeteneklerinden kaynaklanan davranışlarının baskı altına alınmaya kalkılması doğal haklarının ihlâli anlamına gelir. İnsan benliğinin eyleme yansıması ancak bu yeteneklerin kullanılmasıyla mümkün olabilir. Bu yüzden de hiçbir kişi ve kuruma insanın doğal yeteneklerinden kaynaklanan davranışlarını özgürce kullanmasını sınırlayan yetkiler verilemez. Aksi takdirde insanın benliği tahrip edilmiş olur.

İnsanın hissetme, düşünme yeteneğinden kaynaklanan eylem ve davranışları, başkalarına zarar verecek boyutlara ulaşmadıkça suç sayılamaz. Davranışlar, suç sayılan eylemlere dönüştüğünde elbette cezalandırılmalıdır. Ancak bir eylemin suç, onu işleyenin suçlu sayılabilmesi için önceden bunun yasalarla suç olarak tanımlanmış olması ve yaptırımının da açıkça belirlenmiş olması gerekir. Hiçbir insan, yasalarla açıkça suç teşkil ettiği belirlenmiş herhangi bir eylemde bulunmadan, yani fiilen suç işlemeden, potansiyel suçlu sayılamaz. Bu çok büyük bir zulüm ve haksızlıktır.

İnsanın, kendi inandığı ve benimsediği değerlerine göre oluşmuş, ‘iyi’ ve ‘kötü’; ‘güzel’ ve ‘çirkin’ algılarını zorla ve baskıyla değiştirmeye çalışmak, hem büyük bir zulümdür, hem de çok yanlıştır. Çünkü din, inanç ve sanat özgürlüğünün bulunmadığı ortamlar insanı, güvenilmez, inanılmaz ve çift kişilikli bir hale getirir. Bundan dolayı fikir, düşünce, din ve inanç özgürlüğü gibi sanat özgürlüğü de insanın temel hakları arasında yer alır. Sanat hakkı ve anlayışı, pazarlık ve oylama konusu yapılamaz. Çünkü bu haklar insanın doğal haklarıdır. İnsan olmanın gerekli kıldığı haklardır.

İnsan, özellikle de fikri ve sanatsal faaliyetlerinde ve davranışlarında tamamen özgür olmalıdır. İnsanın inançla ilgili, inançtan doğan fikir ve davranışları gibi sanatla ilgili davranışları da his etme yeteneğinden kaynaklanır. İnanç özgürlüğü gibi sanat özgürlüğü de en temel özgürlüklerdendir. İnsanların istedikleri inanca sahip olabilmeleri, inandıkları dinin gereklerini özgürce yerine getirebilmeleri nasıl temel bir haksa, sanat yoluyla kendini ifade edebilmesi ve geliştirmesi de temel bir haktır. Bu hak da hiçbir baskıya, sınırlandırmaya, engellemeye tabi tutulamaz.

Fikir, düşünce ve sanat özgürlüğünün olmadığı ortamda insanlar yeteneklerini geliştiremezler. İnsanın davranışlarının gereksiz yere engellenmesi, onun yetenek ve kabiliyetlerini köreltir; gelişmesini engeller, üretkenliğini kaybettirir. İlerleme, gelişme ve kalkınma ancak insanların fikir ve düşüncelerini serbestçe ifade edebildikleri, bilgi ve tecrübelerini diğer insanlarla özgürce paylaşabildikleri hür ve özgür ortamlarda olabilir.

Bireysel özgürlük ve özerkliklerin gelişmesi ve genişlemesiyle zihinsel ve toplumsal gelişmeler arasındaki olumlu bir etkileşim ve ilişki de vardır. Örneğin Batı dünyasında rönesans, reform ve modern demokrasilerin doğuşu gibi dünyayı etkileyen büyük değişim ve dönüşümlerde bunların önemli roller oynadıkları, kendisini geniş ölçüde herkese kabul ettirebilmiş bir kuram haline gelmiştir (Gaylin, Jennings, 2003: 30).

SANAT SORUMLULUKTUR

Her mensubiyet, kendince mesuliyet (sorumluluk), hatta mesuliyetler doğurur. Sanat ve sanatçılık ise en büyük ve en hayati sorumlulukların başında gelir.

Gerçek sanatçı, üzerine düşen büyük görev ve sorumlulukları, çok ağır ve kutlu yükleri yüksek bir bilinçle üstlenen, bütün duyarlığıyla, hassasiyetiyle, bütün yetenekleriyle, cesaretiyle, yiğitçe bunun gereklerini yerine getirmeye, üstesinden gelmeye çalışan çok kutlu ve çok yüce bir kişidir.

Gerçek, sanatçılar, her konuda olduğu gibi, millete gideceği yol ve yön konusunda da rehber, öncü ve lider olurlar. Bunlar, sanatın gücünü en iyi ve en olumlu şekilde kullanarak ortaya koydukları yararlı sözler, işler ve eylemlerle, toplumu ve milleti içinde sürüklendikleri günlük hayatın anlamsız uğultu ve gürültülerinin, iç ve dış felaketlerin içinden çekip çıkarırlar, yitip kaybolmaktan kurtarırlar. Onlar sayesinde milletin, kendi özü, sözü, kimliği ve kişiliği, bazı zamanların karışık, dolaşık, önü sonu belirsiz, eğri, büğrü türlü yolları ve izleri içinde yitip gitmekten kurtulur.

Güçlü, güvenli, mutlu ve huzurlu bir gelecek, ancak geçmişten güç ve destek alınarak, geçmişle sağlam bağlar kurularak, köklerle irtibat sağlam ve güçlü tutularak hazırlanabilir. Bu gerçeği Bahtiyar Vahapzâde şöyle ifade eder:

Gülme öz köküne ayıptır sene!
Ot kökün üstünde biter, unutma!

Bu kutlu ve önemli görev, en iyi, en sağlam ve en güzel şekilde ve ancak sanat yoluyla gerçekleştirilebilir. Nitekim bunun en somut ve en pratik örneklerini de bize ve bütün dünyaya başta Milletimizin Ulu Bilgesi, ozanlarımızın ve sanatçılarımızın pîri, ölümsüz ve yarı efsanevi ozanımız ve sanatçımız Korkut Ata’mız ve onun yolunu izleyen gerçek ozanlarımız ve sanatçılarımız uygulamalı olarak ve net bir biçimde göstermişlerdir. Korkut Ata, kendisini olağanüstü bir sanatçı duyarlılığıyla tanıtırken, bir yandan da yüksek bilinciyle sanatçı sorumluluğuna vurgu yapar, sanatçılara düşen en önemli görev ve sorumlulukları şöyle sıralarmış:

Ab-alaca, rengârenk ot çiçeklerden dönüştüm;

Ben, Dede Korkut!

Bir damla değersiz sudan, insan olup göründüm;

Ben, Dede Korkut!

Ata belinden indim, ana rahmine düştüm;

Ben, Dede Korkut!

Tanrı’yı bir, Peygamberini hak tanıdım;

Ben, Dede Korkut!

Sevgili Oğuz halkımın başına gelebilecek her iyiliği ve kötülüğü;

Bir bir, inceden inceye bildim, saydım, döktüm, tanıdım, tanıttım;

Ben, Dede Korkut!

Hak Teâlâ’nın en büyük emanetini şu zayıf omuzlarıma aldım;

Ben, Dede Korkut!

Kendi öz başıma, yine kendim, çok büyük, çok zor ve çok çetin işler açtım;

Ben, Dede Korkut!

Göklerin, dağların, üstlenmedikleri o ağır yükü sırtıma yüklendim;

Ben, Dede Korkut!

İşlerimin sonunu da Hakk’a saldım, Hakk’a ısmarladım;

Ben, Dede Korkut!

Yüceler Yücesi Hak Tanrı’dan, sevgili Oğuz halkımın başına;

Hep hayırlar, iyilikler gelsin, hiç şer ve kötülük gelmesin diledim;

Ben, Dede Korkut!

SANATIN EVRENSELLİĞİ VE YERELLİĞİ

Birey, millet ve tüm insanlık arasındaki armoni özlemi; her büyük sanat eserinin varoluş nedenidir. Evrensellik, insan denen varlığı ve bütün insanları, dahası üstünde yaşadığımız yerküremizi ve bütün kozmosu kavrama özleminden doğan, kültür ve medeniyetin varmak istediği amaçtır. Kısacası varlığın çokluğunu, varlığın birliğine götürme eğiliminden kaynaklanır. Her yaratıcı birey, her bir toprak parçasında ona erişebileceği için de evrensellik lokalize edilerek sınırlandırılamaz.

İnsan açısından sanat, bir etkinliğe, yetkinliğe, olgunluğa, doygunluğa, mükemmelliğe ulaşma çabasıdır. Bu mükemmelliğe her uygarlık, her toplum, her dönem; kendi dili, üslubu, yaklaşım ve anlatım tarzı ile ve ihtiyaçlarının da yönlendirmesiyle ile ulaşmaya çalışır. Bu yüzden de her uygarlığın, her dönemin, her bölgenin kendine özgü bir sanat ve güzellik anlayışı vardır. Örneğin bir Yunan heykeli, bir Osmanlı çinisi, bir Uzak Doğu resmi farklı anlayışların ürünleridir. Bu bize bölgeselliğin, yerelliğin, sanatın en önemli özelliklerinden biri olduğunu gösterir. Ama sanatın ve her sanat eserinin her türlü yerel ve bölgesel beğeniyi, nitelemeyi, değerlendirmeyi, sınıflandırmayı aşan evrensel bir yönü, yapısı, herkesi etkileyen, kendine çeken, ayrı bir güzelliği, ayrı bir çekiciliği de vardır. Bu da bizi sanatın ve sanat eserinin en temel niteliklerinden biri olan ‘evrenselliği’ ile yüz yüze getirir. Aslında bu ikisi arasında, yani sanatın evrenselliği ile bölgeselliği arasında bir çelişki de yoktur. Yani sanatın evrensel bir dili olduğu öne sürülerek bölgeselliği, bölgesel özelliklerinden yola çıkılarak da evrenselliği inkâr edilemez.

Evrensellik, ne Batının, ne de Doğunun tekelindedir. ‘Evrensellik’ kavramı, asla ‘Batılılaşma’ anlamına gelmediği halde, milletimizin özüne ve ruhuna aykırı bir Batılılaşma ve modernleşme dayatması ile kültür ve sanatımıza, medeniyetimize çok büyük zararlar verilmiştir. Özellikle edebiyat ve çok sesli müzik alanında, milli kültürümüz, ulusal bilinç ve yurt sevgisi temel alınarak özgün bir evrensel kültüre ulaşılması mümkünken bu yönde hiçbir mesafe alınamamıştır.

Batı dünyasında, bilimde, kültürde, sanatta, yeniden doğuşu ifade eden Rönesans Döneminde, sanat eserlerinin, başyapıtların büyük bölümünün konusu, bu eserleri üreten sanatçıların kendi dinleri, tarihleri ve kültürleriyle ilgiliydi. Dünyaca ünlü Rus edebiyatçılar ve müzisyenler de işledikleri konuları Rus halkının günlük yaşantılarından seçmişlerdir. Meşhur Rus beşlileri gibi Rus müzisyenlerinin besteledikleri olağanüstü ilgi gören eserlerin temelinde, Rus halk müziği ezgileri vardır. Bizim de hala gerçekleştiremediğimiz bir Türk Rönesansına her zamankinden çok ihtiyaç duyulmaktadır. Bunu da gerçekleştirip geliştirecek ve daha da ilerilere götürebilecek olanlar, ancak milletimizin öz değerlerinden, kültüründen, kimlik ve kişiliğinden kopmamış nitelikli Türk sanatçılarıdır.

Her şey gibi sanat da bir bilinç sorunudur. Örneğin bir kompozitör, üç önemli şuura aynı anda sahip olmalıdır. Bunlar bireysel, yani yaratıcı şuur, milli şuur ve evrensel şuurdur. Bu üç şuur koparılamaz örgülerle birbirine bağlı olmalıdır. Ancak o zaman yöreselden evrensele, gelenekten geleceğe giden yola, yani sanatın gerçek rotasına girilmiş olur.

Bireysel yaratıcı şuur, milli şuur ve milli kolorit (renk, ahenk, uyum) ile evrensel şuur arasında, yani bireysellikle, yerellikle, yöresellikle, evrensellik arasında bunları birbirine bağlayan sağlam köprüler vardır. Yaratıcı bir sanatçıda milli şuur ne denli yoğun ve güçlü olursa, ondaki evrensel şuur ve insanlık sevgisi de o kadar yoğun ve güçlü olur, olmalıdır. Kendi öz milletinin, toplumunun bile yaratıcı ruhuna girememiş, onu yeterince kavrayamamış bir besteci, başka milletlerin, toplumların ve insanların yaratıcı ruhlarını hiç kavrayamaz.

Hiçbir sanatçı, hiçbir besteci, milli olmadan evrensel, evrensel olmadan da milli olamaz. Örneğin bir Vivaldi, hem de tepeden tırnağa kadar tam bir İtalyan, bir Couperin tam bir Fransız, bir Bach tam bir Alman, bir Musorgski de tam bir Rus’tur. 20. yüzyıl müziğinin babası sayıldığı yıllarda Debussy imzasını ‘Fransız bestecisi Claude Debussy’ diye atıyordu. Yani uluslararası ününün doruğundayken Fransızlığını vurgulama ihtiyacını da hissediyordu. Yani böylece bir yerde yaratıcı bireyin evrenselliğe ancak ulusal köprüden geçerek ulaşabileceğine dair inancını da vurgulamış oluyordu.

Aslında bugünkü Batı dünyasının kültür değeri yüksek neyi varsa, hemen hemen hepsi kısmen veya tamamen Anadolu kaynaklıdır. Anadolu, insanlığın kültür ve medeniyetini çok önemli katkılar sağlamıştır. Yeni Türk toplumunun da hızını Anadolu’nun ayrıcalığından alarak yeni ve özgün bir kültür ve sanat oluşturması gerekiyorsa da maalesef bu bir türlü gerçekleştirilememiştir.

Petersburg yakınlarındaki Minkino köyünde yaşayan Musorgski, 1866 yılında, bir gün penceresinden dışarıyı seyrederken çok acıklı bir olaya tanık olmuştu. Köyün sakat, çirkin, budala ve alay konusu delikanlısı, aynı köyde yaşayan güzel Savişna’ya âşık olmuştu. Aksak adımlarla sekerek peşinden gittiği güzel kıza, önce kekeleye kekeleye yalvararak aşkını ilan etmeye çalışmış, ondan kendisini hor görmemesini rica etmişti. Bu yalvarmalarının boşuna olduğunun fark edince de, birden bire bu ulaşılmaz amacından vaz geçmişti. Hem grotesk, hem de dokunaklı bu sahneden Musorgski çok etkilenmiş, gördükleri karşısında şaşkına dönmüş, adeta büyülenmişti. Sonra oturmuş, oğlanın tekdüze bir tonla yalvaran sesinden ‘parlando’ tarzında bir melodi çıkarmıştır. Bu melodiyi aksak adımlarla yürümeye ve kekelemeye uygun düşen hızlı tempolu 5/4’lük bir ritimle ve özgün bir armoniyle birbirine bağlayarak ‘Savişna’ başlıklı bir şaheser bestlemiştir. Sadece 70-75 saniye süren bu şarkı o kadar şaşırtıcı ve etkileyiciydi ki, Musorgski’nin alışılmadık ve devrimci müziğini sürekli olarak yeren tutucu sanat bağnazlarını bile çok etkilemiş ve duygulandırmıştır. Yalnız Rusları değil, bütün insanları duygulandırabilen bu şarkı, aynı zamanda evrensel bir eser olarak dünyanın her tarafında büyük ilgi ve rağbet görmüştür.

Gerçek sanat adamı, ömrünü, insan olmanın erdemini duymaya ve duyurmaya adamış bir idealisttir. Musorgski, somut bir insan örneğinden yola çıkarak, hem de herkesin hor gördüğü, zavallı bir budalanın kişiliğinde, insan olmanın erdemini bütün insanlığa kendince duyurmaya çalışmıştır. Rus tarlasından çıkmış, Rus ekmeğiyle beslenmiş, hiçbir Cermen izi taşımayan Savişna adlı bu beste, estetik amacına da ulaşabilmiş, en yetkin örneklerden biri kabul edilmiştir.

Dünyanın neredeyse bütün ülkelerinde çok büyük bir hayran kitlesine sahip olan Dostoyevski’nin bütün romanlarında tasvir ettiği acılar, sevinçler, kederler, tasalar, umutlar, sefaletler ve ruhsal çelişkiler hemen hemen tamamen Ruslar üzerinedir. Fakat buna rağmen Dostoyevski’ye hayranlık duyan herkes, bunlarda kendinden de bir parça bulabilir. Burada özelden genele, genel insan kavramına doğru bir yayılım, ulusal duygudan evrensel duyguya doğru bir gelişim söz konusudur. Nitekim aynı Dostoyevski, Puşkin üzerine verdiği bir söylevde, Puşkin’i anlatırken de onun başka ulusların yaratıcı damarlarına kendi ulusal bilinciyle girebildiğini söyler ve şu ifadeleri kullanır: ‘Gerçek anlamda Rus olmak bütün insanlarla kaynaşmaktır, evrensel olmaktır.’ Puşkin’in ‘Küçük Tragedyalar’ında bir İngiliz tipini, sanki bir İngiliz yazarıymış gibi, bir İspanyol tipini de sanki bir İspanyol yazarıymış gibi canlandırmasını da bu iddialarına destekleyen bir örnek olarak gösterir.

Birey-ulus-evrensellik ilişkisini iyi kavrayabilmek için, her şeyden önce ben-sen-biz ilişkisini doğru kavramak gerekir. Kavram kargaşaları, bulamaçları arasında bocalayıp duran, aktüalitenin geçiciliği içinde günü gününe yaşayan, özüne yabancılaşmış, gelecek vizyonu olmayan bir toplumda sanat da olmaz, gerçek anlamda sanatçı da yetişemez. Duygusallığının yanında, düşünce ve ideali eksik, konuşmasının yanında başkalarını dinleme ve anlama yeteneği eksik, ‘ben’i olan, ama ‘sen’i eksik, ‘biz’i olan ama ‘siz’i eksik, çoğulcu düşünce zenginliğinden ve esnekliğinden yoksun, her şeyi sadece ak ve kara gören, ara renklerden habersiz, tek taraflı, tek kutuplu, kutuplaştırmacı, başka türlü düşünenlere tahammülü ve saygısı olmayan, kendi sırça köşklerinde izole yaşamlar süren, toplum dışı bireylerden ve bunların oluşturduğu toplumlarda hiçbir umut ışığı ve olumlu beklenti canlanamaz. ‘Ben’in ve ‘sen’in yokluğunda ne bireysel bilinç, ne de sağlıklı bir demokrasi anlayışı var olabilir.

Sanatçı Allah’ın kendisine bahşettiği, doğuştan getirdiği, büyük emek ve çabalarla geliştirdiği yeteneklerle, Allah’ın lütfuna mazhar olmuş bir kişidir. Onun kişiliği, önce yalnız kendine özgü bir aurayla çevrilidir. Bu aurayı o sanatçının içinde yaşadığı ülke ve toplumun aurası kuşatır. Sanatçının yaratıcı atılımlarından aldığı hızla bu aura, durgun suya atılan taşın oluşturduğu dalgalar gibi merkezden çevreye doğru yayılır. Yaratıcılık yollarında çeşitli auralar birbiriyle karşılaşıp karışırlar. Sonuçta sınır tanımayan, gökkuşağının renkleri gibi, sayısız renk ve nüanslardan oluşmuş ama bütün herkesi kuşatabilen evrensel bir aura doğar. İşte nüansların çokluğundan doğan bu birliğe evrensellik denmektedir.

Her büyük besteci ve sanatçı küçücük dereleri, akarsuları içinde toplayıp, onları ulaşmak için can attıkları birlik denizine, engin bir okyanusa taşıyan milli bir ırmak gibidir. En sonunda, yeryüzünün bütün ırmakları, sanat sayesinde evrensellik okyanusunda birleşirler, bir ve beraber olurlar.

Örneğin çoksesli müzik de evrensel bir çiçek tarhını andırır. Burada her büyük bestecinin kendine has bir çiçek tarhı vardır. Genel olarak hepsinin çiçek diye isimlendirilmelerinden dolayı bütün çiçekler birbirine benzerler. Ama hepsi de biçimleri, renkleri ve kokularıyla birbirlerinden ayrılırlar. Bestecilerin hepsi müzik yapmakla beraber, bunlar yöresel ve ulusal özellikleriyle birbirlerinden ayrılırlar (Doğumunun 100. Yılında Ahmet Adnan Saygun, Dinçer Yıldız, Sun Yayınevi, Ankara, Şubat 2007, Sayfa: 32-36).

SANAT VE EĞİTİM

a) Eğitim, Kültür ve Sanat İlişkisi

İnsanoğlu dünyaya neredeyse hiçbir şey bilmeden gelir. İyi kötü, güzel çirkin bütün alışkanlıklarını, bilgilerini, becerilerini, sahip olduğu değerler sistemini hep sonradan öğrenir. Üstün sanat eserleri yapabilmeyi, sanatsal ve estetik olanla olmayanı, güzeli, çirkini, yararlıyı, zararlıyı ayırabilmesi de ancak eğitimle olur.

İnsan, üstün sanat eserleri yaratabilmeyi, sanatsal ve estetik olanla olmayanı da ancak eğitimle ve sonradan öğrenebilir. Bu alanda yeteneğin de belli bir önemi varsa da, yetenek ancak eğitim, emek ve çalışmayla bir arada bulunursa bir anlam ifade eder. İnsan ne kadar yetenekli olursa olsun, o yetenek eğitimle işlenip geliştirilmedikçe bir işe yaramaz. Çünkü kültür ve sanat eseri yaratabilme yetkinliği, doğuştan getirilmez; emek, çaba ve eğitimle sonradan öğrenilir, zaman içerisinde değişip gelişerek de kuşaktan kuşağa aktarılır. Aslında bu durum hayvanlarda bile böyledir. İyi bir seyis ve at yetiştiricisi tarafından eğitilmeyen bir taydan, ne kadar saf kan ve iyi cins olursa olsun, hiç bir şey, hatta sütçü beygiri bile olmaz. Çünkü bir atın sütçü beygiri olabilmesi için bile eyere semere alıştırılması, yani eğitilmesi gerektirir. İyi cins bir av köpeği yavrusu da iyi bir avcıya eğittirilmez, sokağa salınırsa, ondan av köpeği değil, olsa olsa yoldan gelip geçen zavallılara saldıran bir sokak köpeği olur.

İnsanlar için, özellikle de kültür ve sanat alanında eğitim, çok daha önemlidir. İnsan, eğitilmeye, öğretilmeye, yetiştirilmeye, geliştirilmeye muhtaç bir varlıktır. Bu özellikle ve en iyi sanat yoluyla olduğu gibi, eğitim ihtiyacı da kendini en çok sanatsal çalışmalarda hissettirir. İnsan, iyi eğitilmez, kendisini yüceltecek, yükseltecek bilgi ve becerilerle donatılmaz, kendi haline bırakılırsa, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini, değerliyi değersizi sağlıklı bir şekilde ayıramaz. Üstelik kötü, yanlış, zararlı, tehlikeli alışkanlıklar ve bağımlılıklar da edinebilir. Bu zararlı alışkanlık ve bağımlılıklardan onu kurtarabilmek de bir hayli zordur. Sigara ve uyuşturucu bağımlılarını bu bağımlılıklarından vazgeçirmenin ne kadar zor olduğu herkesin malumudur.

Kültürel değerler içinde yer alan sanat eserlerine baktığımızda, bunların kendi kendilerine var olmadıklarını görürüz. Etrafımızda neredeyse sınırsız denecek kadar bol bulunan malzeme ve materyal, bilgi, beceri, yetenek ve estetik zevk sahibi sanatçıların emekleriyle, hayranlık uyandırıcı, paha biçilmez ve olağanüstü eserler haline gelirler. Nihayet bunların hepsinin ana malzemesi taş, toprak, kum, ağaç, mermer, madenler, kağıt, iplik, ses, söz gibi her yerde bolca bulunan değersiz şeylerdir. Ama sanatçıların sihirli elleri değdikten sonra bunlar, müzeleri dolduran paha biçilmez sanat eserleri, resim tabloları, heykeller, konser salonlarını dolduran seyircilerin kendilerinden geçercesine izledikleri ve dinledikleri müzik ve tiyatro eserleri, işlemeler, bezemeler, halı, kilimler, seramik, çini, hat, tezhip, ebru, minyatür sanatının eşsiz örnekleri veya Süleymaniye Camii, Selimiye Camii, Uzunköprü gibi özgün mimari eserler, şiirler vb gibi fonetik veya plastik sanat eserleri olup karşımıza çıkarlar. Hem bunları yapan sanatçılara, hem de o sanatçıları yetiştiren millet ve toplumlara bütün dünya saygı ve hayranlık duyar.

Sanatın nihai amacı insanı eğitmek, daha hünerli, daha erdemli kılmaktır. İnsan, sanat ve sanat eğitimi yoluyla özgüveni daha yüksek, daha donanımlı, daha bilgili, daha bilge, daha hünerli ve daha erdemli hale getirilir. Bir duyarlılıklar eğitimi olan sanat eğitimi, insana, güzel bakıp güzel görmeyi, güzel duymayı, güzel düşünmeyi, güzel yaşamayı, güzeli çirkinden ayırmayı, kendi kabiliyet ve becerilerini de geliştirerek, mevcut güzelliklere yeni güzellikler katmayı öğretir.

Her şeyin bir bileni, her bilenin üstünde de daha iyi bilenleri olduğu gibi, her hünerlinin üstünde de daha hünerliler vardır. Usta, hangi hünerde mahirse; çırağı da o hünerde gelişir, ustalaşır. Hayvanlar, yiyip içtikleriyle, yani boğazlarından semirirler, gelişirler; insanlar ise görüp, duyduklarıyla yani gözlerinden ve kulaklarından gelişirler, yücelirler, yükselirler.

Güzel sanatlar insanın, insani özelliklerini tümü ile dikkate alan, geliştiren bir alandır. Güzel sanatlar alanındaki eğitim ve bilinç düzeyi yükseldikçe, bilgi ve tecrübe birikimi arttıkça, kabiliyet ve becerileri geliştikçe, insanın güzellik duygusu, estetik anlayışı, bedii zevki gelişir. Böylece insan, güzel bakıp güzel görmeyi, güzel duyup güzel düşünmeyi, güzel yaşamayı, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden daha sağlıklı bir şekilde ayırabilmeyi, mevcut güzelliklere yeni güzellikler katabilmeyi öğrenir.

Eğitimli ve kültürlü insanlar, imkânsızlıklar ve yokluklar içinde bile büyük eserler meydana getirebilirler. Bunlar, her türlü olaydan ders çıkarmayı, ne kadar büyük olursa olsun sorunların üstesinden gelebilmeyi, çatışma ve huzursuzluk nedeni olabilecek gelişmeleri zamanında teşhis ve tespit edip, bunları hiç kimseyi ve hiçbir şeyi kırıp dökmeden, en güzel yolla ortadan kaldırabilmeyi becerebilirler. Hatta her hangi bir sebeple her şeylerini kaybetseler, büyük felaketlere uğrasalar bile, en kısa zamanda yine zararlarını telafi edip, eskisinden de daha iyi bir duruma gelebilirler.

Yunus Emre’nin de şiirlerinde dile getirdiği gibi sesi ve sözü kullanma becerisi bile kişilerin eğitim ve kültür seviyelerine göre çok büyük farklılıklar gösterir. Kültür, sanat ve eğitim bize sözü pişirip demeyi, sesin ve sözün gücüyle özümüzü, işimizi, gücümüzü, düzeltebilmeyi, savaşların bile önüne geçebilmeyi, dertlerin, sıkıntıların, sorunların, keder ve üzüntülerin üstesinden gelebilmeyi, cehennem azabı gibi acıları bile, cennet mutluluklarına çevirebilmeyi öğretir.

Bilgi ve kültür yoksunu bireylerin oluşturduğu toplumlarda, ilerleme, gelişme, yükselme, barış, huzur ve mutluluk olamaz. Anlamsız kavga ve dövüşler, inatlaşmalar, itiş kakışlar, magandalıklar, şiddet, terör ve her türlü suçlar böyle toplumları içinden çıkılmaz kaoslara sürükler.

Mevlana’nın da dediği gibi, bilgi ve kültürden yoksun insanların gönülleri taş gibi katı olduğu için, bunların gönüllerinde sevgi, dostluk, kardeşlik, birlik, beraberlik gibi güzel duygular yeşeremez. Bunlar hayvanlar gibi haşin, sert ve kaba muameleli olduklarından, başkalarıyla da olumlu ve sağlıklı ilişkiler geliştiremezler.

İnsanın iç dünyası ve gerçek durumu, sözleriyle, işleriyle, eserleriyle sürekli dışarıya da yansır. İnsan, güzel sanatlar alanındaki bilgisi ve becerisi oranında varlığını anlamlandıracak nitelikli ve kalıcı eserler bırakabilir. Daha üretken, daha anlamlı, daha yararlı, daha değerli, daha nitelikli, kendisiyle ve etrafıyla daha barışık, kısacası daha insanca bir yaşam kalitesine kavuşur.

Türklerde de sanat, binlerce yıl boyunca nitelikli insan yetiştirmenin ve üstün bir toplum oluşturmanın en önemli aracı olarak görülmüş ve kullanılmıştır. Bu yüzden de Türk milletinin çok sağlam ve güçlü bir sanat geçmişi vardır. Türklerde sanat, yoğun bir şekilde erdemlileri hünerli, hünerlileri de erdemli kılma yolu ve yöntemi olarak kullanılmış, sanat bunun yolunu yordamını öğreten, en etkili yol gösterici olmuştur. Göze, kulağa, gönle en güzel ve en kolay şekilde sanat yoluyla ulaşılabileceği, gönüllerde en güzel duyguların sanatla uyandırılabileceği, sanattan başka yolla gönüllere ulaşılamayacağı ve gönüllerde yer edinilip, yaşanamayacağı gerçeğini asırlar öncesinden keşfedebilen ecdadımız bu konuya çok büyük önem vermişlerdir.

Eski Türk toplumlarında, hünerli ve erdemle olmayanlara adam gözüyle bakılmazdı. Kişinin hünerli ve erdemli olup, olmadığına da ehil kimselerin gözetiminde çok zor, çok ağır ve çok çetin sınavlardan sonra karar verilirdi. Bizim tek bir enstrüman, tek bir saz, tek bir kopuz veya tek bir kaval aracılığıyla, yani sanat yoluyla, ne büyük hünerler sergilenebildiğine, ne olağanüstü işler başarabildiğine dair hikayelerimizin, destanlarımızın sayıları ve türleri pek çoktur. Bu tür konular, geçmişin en çok işlenen ve sevilen, en iyi bilinen konularındandı. Örneğin, çobanlar bile çobanlık mesleğindeki maharetlerini, hünerlerini, uzmanlıklarını, başarılarını sanat yoluyla ispat etmek zorundaydılar. Buna dair çok meşhur olmuş, dilden dile dolaşarak bize kadar ulaşabilmiş nice halk hikâyeleri vardır. Çobanın güttüğü koskoca bir sürü tuza çekilir, çobandan susuzluktan, çatlayacak, çıldıracak, delirecek hale gelmiş bu sürüyü, sırf kavalını, yani sanatını kullanarak, subaşına götürmesi, hiç su içirmeden de tekrar geri getirebilmesi istenir ve beklenirmiş. Bu durum bize, bizim eski çobanlarımızın bile çok üstün, olağanüstü nitelikte sanatçılar, onların kavallarının, nağmelerinin, ezgilerinin, bestelerinin ise hayvanları bile etkileyebilecek, hatta büyüleyebilecek nitelikte kaliteli enstrümanlar, eserler ve besteler olduğunu göstermektedir.

Bizim ozanlarımızın ve sanatçılarımızın piri durumundaki Dede Korkut’umuz gibi bütün ozanlarımız ve sanatçılarımız toplumun en çok sevilen, en saygın ve sözlerine en çok itibar edilen kişileriydi. Onlar sanatlarını ve uğraşlarını, nitelikli, erdemli, hünerli, üstün nitelikli, bilgili, yiğit, kimlikli, kişilikli, üstün bir görev ve sorumluluk duygusuna ve ulusal bilince sahip, özgüveni yüksek insan yetiştirmenin aracı olarak görüyorlardı. Kendileri öyle oldukları gibi toplumun bütün bireylerini de aynı üstün niteliklere sahip kılmayı temel amaç edinmişlerdi. Zaten eski Türk toplumlarında hüner ve erdem sahibi olmayan sıradan insanlar, adamdan saymazlar, bunlar ad vermeye bile değer bulunmazlardı. Herkesin kendi adını kendisinin hak etmesi esastı. Bu durum yalnız fertler için değil, toplum için de geçerliydi. Her boy, soy, kavim, kabile de kendi adını hak ederek alırdı. Daha da ilginci dünyanın eski milletlerinden biri olan Türk Milleti de kendi adını kendisi hak ederek almış, bu üstün nitelikleri kazanıncaya kadar yeryüzünde adsız bir millet olarak dolaşmıştır. Herkes kendi kavim ve kabilesinin, ait olduğu etnik grubun veya hanedanların adıyla anılıyordu. Türk Milleti ancak Türk adını hak ettikten, o vasıflara, özellik ve niteliklere ulaştıktan sonra Miladi 6. yüzyılda Türk adını kullanmaya başlamıştır.

Türk kelimesinin sözlüklerdeki anlamlarına bakıldığında, bu adın güçlü, kuvvetli, önder, lider, çok icatçı, imparator, birlik, beraberlik, bütünlük, güzellik, olgunluk, mükemmellik gibi anlamlara geldiğini görürüz. Türk kelimesinin anlamlarıyla çoğu sanat tanımlarında kullanılan kelimelere bakıldığında, arada çok büyük benzerlikler ve yakınlıklar olduğu görülür. Sanat da bir güzeli, iyiyi, olgunluğu, mükemmelliği, birliği, bütünlüğü, çekiciliği, özgünlüğü, estetik olanı arama uğraşı değil midir? İşte aslında Türk olmak demek, bir anlamda sanatta aranan özelliklere ulaşmış nitelikli insan demektir. Yoksa Türklük etnik, ırki veya kan bağıyla ilgili bir isim ve sıfat değil, belli bir hali, durumu, niteliği ifade eden bir isim ve sıfattır. Bu yüzden Türkler dünyanın sanata en yatkın, sanat kabiliyeti en yüksek insanları ve milletidir.

Gelişmiş ülkelerin tarihi dokuları asırlardan beri en iyi şekilde korunmuş şehirleri geniş meydanlarla, park ve bahçelerle, ince bir sanat zevkinin ve estetik duygunun dışa yansıması şeklindeki sayısız kültür ve sanat eserleri, anıt ve heykellerle donatılmıştır. Bizde ise tarihi dokuları her gün biraz daha tahrip edilen en kadim şehirlerimiz, rant kaygısıyla yaşanacak mekanları sürekli daraltılmakta, her gün biraz daha çirkinleştirilmekte, bitirip tüketilmekte, yıkılıp yok edilmektedir. Şehir demeye bin şahit isteyen bu şehirlerde, artık ecdadımızın ürettiği eski güzelliklere yeni güzellikler katılamamaktadır. Estetik zevk, bedii güzellik yoksunu çarpık ve çirkin yapıları ile insanın adeta üstüne üstüne gelen, onu boğan, bu parksız, bahçesiz, anıtsız, sanatsız, kültürsüz şehirler, tek başına herkese bizdeki inanılmaz eğitim, kültür ve sanat yoksunluğunu ve yoksulluğunu haykırmaktadır. Bu manzara, Turgut Cansever’in ‘Şehri imar ederken, nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz, ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder’ sözünü doğrulamaktadır.

a) Heder Ettiğimiz Yeteneklerimiz

Türkler tarih boyunca, kültür ve sanat alanında da dünyanın en yaratıcı ve en başarılı milletlerinden biri olmuşlardır. Müslüman olmadan önce ve sonra ortaya koyabildikleri üstün, özgün, farklı ve muhteşem eserler, bu kabiliyetin eğitim, çaba ve emekle birleşerek ortaya koyduğu somut delilleridir.

Ünlü Arap edibi ve yazarı Câhiz (vefatı 870), Türkler daha toplu olarak İslamiyet’i kabul etmeden önce, Abbasi ordusundan ve diğer Müslüman Türk boylarından tanıdığı çok sayıda örnekten hareketle yazdığı, Fezail’ül Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eserinde, Türklerin diğer karakteristik özellikleri yanında bilim, sanat ve estetik alanındaki kabiliyetlerine de şöyle değinmektedir: “Eğer Türklerin memleketlerinde de peygamberler ve filozoflar yaşayıp ta bunların fikirleri kalplerinden geçse ve kulaklarına çarpsaydı, Türkler edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları, sanatta Çinlileri de geçerlerdi. Türklerin bu üstün özellikleri, eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye ile birleşecek olsa, ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri tahmin bile edilemez.”

Gerçekten de Câhiz’in Türkler hakkındaki, onlar daha toplu olarak İslamiyeti kabul etmeden ortaya koyduğu görüş, düşünce ve değerlendirmelerin ne kadar doğru ve isabetli olduğu, Türk milletinin Müslüman olduktan sonra İslam Medeniyetine yaptığı eşsiz katkılar ve elde ettikleri hayaller üstü başarılarla doğrulanmıştır.

Günümüzde yapılan bilimsel araştırma ve incelemeler de, insanımızın özellikle çocuklarımızın ve gençlerimizin, kabiliyet ve üstün yetenek konusunda batılılardan hiç de aşağı olmadıklarını, aksine onlardan kat kat üstün niteliklere sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Örneğin, bir ara Türk basınında Nadia (Nahide) Camukova adlı Dağıstan asıllı bir bayan profesörle ilgili epey haber çıkmış, uzun süre gündemde kalmıştı. Kendisi yapılan ve çeşitli basın yayın organlarında yayınlanan röportajlardan anlaşıldığına göre Prof. Dr. Nadia Camukova; babasının görevi dolayısıyla 1976’da Moskova’da dünyaya gelmiş Dağıstan asıllı bir Kıpçak-Kumuk Türk’üdür. 2 yaşında okuma-yazmayı öğrenmiş, 4 yaşında Kuran-ı Kerim’i Arapça, Das Kapital’i de Rusça dillerinde ezberlemiş. İlk ve ortaokulu bitirdiğinde henüz 8 yaşındaymış. 14 yaşında hem Moskova Devlet Üniversitesi tarih bölümünü, hem de Dağıstan Devlet Üniversitesi edebiyat bölümünü birincilikle bitirmiş. 2001 yılında, yani henüz 25 yaşındayken hem tarih, hem de filoloji alanlarında profesör olarak ‘dünyanın en genç profesörü’ unvanını almış. Aynı unvanın ondan önceki sahibi Oktay Sinanoğlu da bir Türk’tü. O da daha 26 yaşında, hem de Amerika’da profesörlüğe yükselerek dünyanın en genç profesörü olmuştu. Nadia Camukova ilk kitabını 9 yaşında yazmış. Bu ‘Özel Düşünceler’ adlı felsefi içerikli bir kitapmış. O zamanlar kendisiyle yapılan röportajda toplam 24 kitabının yayımlandığını söylemiş. Mükemmel derecede Rusça, Türkçe, Arapça, İngilizce, Farsça, Almanca ve Fransızca bilen Nadia Camukova, Einstein Zeka Testinden 200 üzerinden 199,37 puan, Picasso Testinden 360 üzerinden 357 puan alarak dünyanın en zeki insanı ilan edilmiş. Okuduğu kitabı bir defada ezberleyen, bu yüzden bir okuduğu kitabı ikinci kez okumayan Camukova, zevk alarak tekrar tekrar okuyabildiği tek kitabın Kur’ân olduğunu ifade ediyor. Prof. Dr. Nadia Camukova kendisiyle yapılan röportajlarda çok ilginç şeyler söylüyor:

‘Üstün zekâlı, üstün yetenekli, üstün potansiyelli, dâhi sayılabilecek insan oranı dünyada genel kabule göre ancak milyonda bir civarındadır. Türkiye’deki üstün zekalı, üstün yetenekli ve üstün potansiyelli insan oranı ise dünya ortalamasının kat kat üzerindedir. Fakat önemli olan bunların erkenden bulunup tespit edilmeleri ve yetenekleri doğrultusunda eğitilip yetiştirilmeleri gerekir. Çünkü yetenek işlenmezse bir işe yaramaz. Bu toplumlar için çok büyük, hayati bir önemi haizdir. Çünkü bir millete ilerleme ve gelişme yolunda ivme kazandıracak, çağ atlatacak bütün yenilikler, icatlar, keşifler ancak bunlar tarafından yapılır, sıra dışı, çizgi üstü bütün büyük eserler bunlar tarafından vücuda getirilir. Zekâ, problemleri çözme yeteneğidir. Büyük problemler ancak deha seviyesinde üstün zekaya sahip insanlar tarafından çözülebilir. Öte yandan adam olabilmek, insan olabilmek ve insan kalabilmek dünyanın en zeki insanı olmaktan çok daha önemlidir. Dünyanın bütün gelişmiş ülkeleri üstün zekâlı ve üstün yetenekli çocuklarını ve bunların hangi alanda yetenekli olduklarını tespite, sonra da bunların en iyi ve en verimli bir şekilde yetiştirilmelerine özel önem verirler, bunu devlet politikası haline getirirler. Bu işe de çok erken bir zamanda, hatta daha çocuğun doğduğu günden itibaren başlanılması gerekir. Örneğin ben eski Sovyetler Birliği’nde doğdum, büyüdüm. Sovyetler Birliği’nde her çocuğun doğumundan 1 yaşına gelinceye kadar, eve her 15 günde bir uzman bir doktor gelir, çocuğun sağlık kontrolü ile birlikte beyin kontrolünü ve gelişmesini de inceler, izler, elde edilen bütün veriler özel bir deftere kaydedilirdi. Bundaki en büyük amaç bu milyonda bir üstün yetenekli çocukları tespit etmekti. Eski Sovyetlerin sporda, bilimde ve değişik alanlardaki başarıları bundan kaynaklanıyordu. Öte yandan Türk Milleti dünyanın en zeki milletlerinden biridir. Ben Türklerdeki dâhi seviyesinde üstün potansiyelli insan oranının dünya ortalamasının kat kat üzerinde olduğunu tahmin ediyorum. Ama farz edin ki, dünya ortalamalarında olsun. Bu durumda şu anda bile Türkiye’de en az 70 kadar üstün potansiyelli dâhi seviyesinde insan olması gerekir. Bunlar gerektiği gibi değerlendirilse toplumun ve insanlığın çok büyük kazanımları olur. Türk Milleti bütün dünyanın, bütün insanlığın ümidi ve direğidir. Fakat Türkiye’de nedense bu potansiyel hiç değerlendirilmez, aksine bilinçli veya bilinçsiz olarak yok edilir, köreltilir, çürütülür. Türkiye’de yeni doğanlar bir yana 7-8 yaşına gelmiş üstün yetenekli ve dahi çocukların tespiti, kurtarılması ve yetiştirilmesi için bile hiç bir şey yapılmaz. Tam tersine üstün zekâlı çocuklar normal zekâlı çocuklarla aynı ortamlarda kaynaştırılarak normalleştirilmeye çalışılır. Bu tür yollarla üstün potansiyelli çocuklar yok edilir, normalleştirilir. Hele Türkiye’deki televizyon kültürü insanları tembelliğe sürüklemekten başka bir işe yaramaz.”

Kültür ve sanatla eğitim arasında çok güçlü bir ilişki ve bağ vardır. Nitekim genel müdürlüğümüzde ilk kurulduğunda Milli Eğitim Bakanlığı çatısı altında yer almış ve uzun yıllar bu bakanlığa bağlı olarak görev yapmıştır. Hatta dünyada o dönemdeki örneklerinden de esinlenerek ülkemizde de ‘Güzel Sanatlarda Fevkalade İstidat Gösteren Çocukların Devlet Tarafından Yetiştirilmesi Hakkında Kanun ve bunun uygulama Yönetmeliği çıkarılmıştı. Sanatçılarımız İdil Biret ve Suna Kan, bu Kanun ve uygulama Yönetmeliğine göre, yurt dışına eğitime gönderilmişler, dünyaca ünlü sanatçılar olarak yetiştirilebilmişlerdir. Fakat gereken alt yapının bir türlü oluşturulamaması, bütçeye yeterli ödenek konulmaması gibi nedenlerle, bu iki sanatçımız dışında bu Kanun ve Yönetmelik’ten şimdiye kadar başka hiçbir sanatçı adayımız yararlanamamıştır. Çıktığından beri bu iki sanatçımız dışında hiç kimseye uygulanamayan bu mevzuat halen yürürlüktedir. Hatta bu yüzden bu Kanun ve Yönetmeliğe o zamandan beri gayri resmi olarak, İdil Biret – Suna Kan Kanunu ve Yönetmeliği denmektedir. Uygulama imkânı bulunmayan, sadece teftiş fırçası kabilinden kâğıt üzerinde var olan bu tür mevzuatla kendimizi ve kamuoyunu aldatmaya ve avutmaya devam ediyoruz. Yapmak yerine, yapar görünmek, mış gibi yapmak her konuda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da belimizi büken ve ayağa kalkıp doğrulmamızı engelleyen hastalıklarımızdandır. Bakalım ne zaman, dünyadaki örneklerinden de yararlanılarak, olağanüstü yetenekli çocuklarımızın ve gençlerimizin tespit edilip, en iyi şekilde yetiştirilebilmeleri için gereken tedbirler alınabilecektir.

b) Sanat Eğitimi Sorunumuza Bazı Çözüm Önerileri

Çok daha fazla geliştirilmesi gereken kültür, sanat, edebiyat, ses, söz, müzik kaynaklarımızın günümüze gelindiğinde maalesef oldukça kuruduğunu, köreldiğini görüyoruz. Fakat üstleri örtülmüş ve iyice küllenmiş de olsa, bu kaynakların hala içten içe canlılığını ve hayatiyetini devam ettirdikleri de bir gerçektir. Şimdi bunları eşeleyip gün yüzüne çıkarabilecek, bugünün ve geleceğin üstün sanat anlayışıyla bize insanlığa ve gelecek nesillere sunabilecek, ruhlarımızı ve gönüllerimizi doyurabilecek gerçek sanatçılara, kültür ve sanat politikalarına ve uygulamalarına ihtiyacımız var.

Başka hiçbir millete nasip olmayan, çok engin ve derin hayat tecrübelerimizin, tarihi dolduran eylemlerimizin, zaferlerimizin, yenilgilerimizin, yanılgılarımızın, acılarımızın, kederlerimizin, sevinçlerimizin, yiğitliklerimizin, destanlarımızın, değerlerimizin kültür ve sanat diliyle daha fazla vakit geçirilmeden ortaya konulması gerekiyor. Buna bizim de bütün insanlığın da çok büyük ihtiyacı vardır. Bakalım bunları hangi değerli ve gerçek sanatçılarımız, ne zaman, hangi sanat diliyle, nasıl işleyecek, anlatacak. Bunlar, hangi sanat yoluyla gelecek nesillere aktarılacak? Bu hepimizin en büyük özlemi ve beklentisidir. Hani, nerede bizim gerçek sanat ürünü, evrensel, orijinal ses, söz, saz, müzik eseri ürünlerimiz? Nerede bunların hünerli bestecileri, icracıları, şefleri?

Tarih boyunca devam eden değişim süreci içerisinde, alınlarında ışığı ilk hissedenler diye tanımlanan sanatçıların ve sanat eğitimi kurumlarının özel ve önemli bir yeri olmuştur. Sanatçılar ve sanat kurumları, bir anlamda toplumun sosyal değişmesinin de aynası durumundadır. Sanatçıyı ve sanat eğitim kurumlarını, toplumdan ve genel sistemden ayrı ve bağımsız düşünebilmek mümkün değildir. Günümüzde ekonomi, bilim ve teknoloji alanlardaki hızlı değişim süreci, kültür ve sanat faaliyetlerini de yoğun bir biçimde etkilemektedir. Toplumdaki hızlı sosyal değişim ve dönüşümlerle beraber; sanatçılar da çalışma programlarını değişen beğenilere göre yeniden düzenleme ihtiyacını ve gereğini hissetmektedirler.

Bizim, kültür ve sanat alanındaki en temel sorunlarımızın başında da eğitim sorunu gelmektedir. Eğitimde hangi yol ve yöntemlerin izleneceğinden, eğitimin içeriğine, hangi dalda nasıl ve ne tür bir eğitim verileceğine, sanatsal kurumların, mekânların, binaların, atölyelerin, ders araç ve gereçlerinin yetersizliğinden, basılı yayın, yetişmiş eğitim ve öğretim elemanı ihtiyaçlarına, kaynak yetersizliğinden, ciddi anlamda kültür, sanat ve eğitim politikalarımızın olmamasına, istihdam sorunlarından örgün ve yaygın güzel sanatlar eğitiminin ve kursların durumuna kadar temel sorunlarımız acil çözümler beklemektedir.

Eğitim sorunlarımızın çözümünde bir yandan eğitim politikalarını belirlemesi gereken kurumların yetersizliği savunulurken, diğer yandan çözümün diğer paydaşlarının, örneğin güzel sanatlar eğitimi alanında hizmet veren bilim adamlarının da, sorunlar ve çözüm önerileri konusunda bir uzlaşmaya varamadıkları dikkat çekmektedir. ‘Erkigeçer eğitbilim üyeleri’, konunun uzmanları, yetkin sanatçılar, kültür ve sanat çevreleri, aydınlar, sivil toplum örgütleri, kamu kurum ve kuruluşları başta olmak üzere konunun bütün tarafları, diğer taraflarla geniş tabanlı bir diyaloga girmeksizin, alelacele, çalakalem çözüm önerileriyle ortaya çıkmaktadırlar. Fakat çoğu zaman çok yetersiz ve ‘sistem hatalı’ olan bu çözüm önerileri, mevcut sorunlara kalıcı çözümler getirmek bir yana, mevcut sorunlara yenilerini eklemekten, ‘çözümü daha zor ve imkansız’ hale getirmekten başka bir işe yaramamaktadır.

İyi ve doğru sanat eğitimi politikalarıyla, sanat eğitim kurumlarımız, kendilerine ihtiyaç duyulan hızlı değişim sürecinde önemli fonksiyonlar üstlenebilirler. Sistematik bir yaklaşımla yürütecekleri programlarla, sanatı disipline edebilirler. Nitelik ve nicelik olarak sürekli artırıp geliştirecekleri sanatsal etkinlikler gerçekleştirerek, kültür ve sanat alanındaki istikrarlı gelişmelere önemli katkılarda bulunabilirler. Sanata ve sanatçıya bilimsel anlamda daha fazla saygınlık kazandırabilirler. Kültür ve sanatı, yozlaşma ve dejenerasyondan kurtarabilirler. Dünyadaki hızlı değişim ve gelişim sürecinin gereği olarak, ülkemizde sanat eğitimi veren kurumlarda, program çağdaşlaştırılmasına da acil ihtiyaç vardır. Bunun en iyi ve en doğru şekilde gerçekleştirilebilmesi için bilimsel sempozyumlar, paneller ve seminerler düzenlenerek ortak akılda ve çözümde buluşulabilir. Sadece sanat eğitimi veren güzel sanatlar fakültelerinin sayılarının artırılmasıyla yetinilmemeli; yetkin, yetenekli, nitelikli öğretim elemanları, atölye donanımları, eğitimin içeriği ve koşulları bakımdan da daha ‘kaliteli’ ve ‘nitelikli’ hale getirilmesi çareleri aranmalıdır.

Ülkemizde, genelde bütün sanatçılar, özelde de müzik ve sahne sanatları alanında eğitim alıp yetişmiş elemanların en önemli istihdam sağlayıcısı durumundaki Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı sanat kurum ve kuruluşlarıdır. Ancak mevcut yapıda bunların nasıl bir eğitim almaları gerektiği konusunda, Bakanlıkla eğitim kurumları arasında hiçbir işbirliği ve eşgüdüm mevcut değildir. Buralarda verilen eğitimin niteliği, içeriği, süreleri vb gibi konularda da bir standart birliği yoktur.

Bütün dünyada çok küçük yaşlarda verilmeye başlanan sanat eğitimine bizde çok geç, bazen 20’li yaşlarda başlanmaktadır. Bu yaşa gelmiş birinin sanat, özellikle müzik alanında yetiştirilip, üstün bir düzeye gelebilmesi neredeyse imkânsızdır. Ülkemizde konservatuarların ilk ve lise bölümlerinin kapatılmasıyla sanat eğitimi çok ileri ve gecikmiş yaşlara ertelenmiştir. Bir zamanlar Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünce kurulup geliştirilmiş olan dört adet Devlet Konservatuarı, dört ayrı üniversiteye bağlanmış, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi de Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüştürülerek genel müdürlükten ayrılmışlar, bunlarla bakanlık ve genel müdürlük arasında neredeyse hiçbir bağ kalmamıştır. Hâlbuki güzel sanatlar alanında en önemli resmi kuruluş Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü olduğu gibi, sonuçta mevcut sisteme göre buralardan mezun olacaklara iş verecek en önemli kurum da bakanlıktır. Dolayısıyla bakanlığın sanat birimleriyle (Örneğin Güzel Sanatlar, Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi, Devlet Senfoni Orkestrası vb gibi) sanat eğitimi veren kuruluşlar ve diğer ilgili kültür ve sanat çevreleri arasında iyi bir eşgüdüm sağlanması gerekirken, bu hiç sağlanamamıştır. Sistematik bir yaklaşımla, nasıl bir eğitim modeli geliştirilebileceği, nasıl bir işbirliği ve karşılıklı dayanışma, yardımlaşma sağlanabileceği gibi konularda, birlikte değerlendirmeler yapılamamış, mevcut sorunlar belirlenerek çözüm yolları aranamamıştır. Başta müzik ve sahne sanatları olmak üzere, sanat alanında faaliyet gösteren, eğitim veren tüm kurum ve kuruluşlarla bakanlık arasında mümkün olan her alanda sağlıklı bir işbirliği ve eşgüdüm sağlanmalıdır.

Sanat eğitimi, bir duyarlıklar eğitimidir ve küçük yaşlardan itibaren her çocuğa verilmelidir. Duyarlıkları eğitilen çocuk, dünyaya da bu duyarlıklardan bakar ve onu insana yakışır oluşumlarla gerçeklere taşır. Milli kültürümüzün ve kimliğimizin vazgeçilmez temel unsurlarından olan güzel sanatlar eğitimi, okul öncesi, okul sırası ve okul sonrası her aşamada verilmelidir. Öğretim yöntem ve teknikleri ile teknoloji kültüründeki hızlı gelişmeler ve öğretim personeli istihdamı sorunları dikkate alınarak sanat eğitimi dersi programının güncelleştirilerek genel ders programına dayalı olarak yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Bilgi çağında sanat eğitiminin ne kadar önemli olduğu dikkate alınarak, bu eğitimi veren kurum ve kuruluşlar yeniden ele alınmalı, nitelikleri ve üretkenlikleri artırılmalı, en yüksek düzeyde de desteklenmelidir.

Sanat eğitiminde ders dışı etkinliklerin (kurslar, yarışmalar, sergiler, konser ve temsiller vb gibi) olumlu sonuçları dikkate alınarak, bu doğrultuda programlar geliştirilip, planlanmalıdır. Sanat kurumlarının bulundukları yerlerde seçilecek pilot bölgelerde, planlı, programlı, düzenli konser ve temsiller düzenlenmesi, uygulamanın genel müdürlükçe gözlenip denetlemesi yerinde olacaktır. Açıklamalı okul konserlerinin oda müziği, resitaller şeklinde gerçekleştirilmesi, sanatçıların özendirilmesi açısından da yararlı olacaktır.

Bilgi çağında, bilgiye erişim artık çok daha kolaylaşmıştır. Bunun aracı unsurları, görüntülü ve basılı yayın organları ile beraber, bilgisayar ve internettir. Bu açıdan sanat eğitimcileri ve sanat öğrencilerinin, bu ve benzeri teknolojik donanım ile tanıştırılması ve buluşturulması çok önemlidir. Orta ve yükseköğretimde sanat eğitimi veren kurumların kendi bilgi ağlarını kurmaları gerekmektedir.

Sürekli şikâyet konusu olan uyumsuzluklar ve olumsuzluklar nedeniyle, kültür ve sanat alanındaki yüksek eğitim, genel üniversite sisteminin dışında yapılandırılmalı, dünyada olduğu gibi bizde de müstakil Güzel Sanatlar Üniversiteleri kurulmalıdır. Almanya ve Orta Asya Cumhuriyetleri gibi ülkelerde bağımsız Müzik Üniversiteleri bile mevcuttur. Bizde de kurulabilecek bu tür müzik eğitim kurumlarında olanaklar ölçüsünde müziğin tüm türleri yer almalı, ayrıca bilimsel araştırma yapacak müzik bilimi, müzik pazarlamacılığı bölümleri ya da araştırma enstitüleri de mutlaka bulunmalıdır.

Sanatçılarımıza, tarihimizdeki önemli kişi ve olayları, tarihi kültürel değerlerimizi anlatan ve yansıtan değerli ve anlamlı anıtlar, plastik sanatlar ürünleri yaptırılmalı, tüm devlet dairelerinin, eğitim kurumlarının iç ve dış mekânları, meydanlar, park ve bahçeler bunlarla donatılmalı, bunlar ‘görsel bir eğitim aracı’ olarak da kullanılmalıdır. Tarihimiz, kültürümüz, geçmişimizin dönüm noktası olan önemli olaylar ve önemli şahsiyetler, en iyi, en yararlı, en doğru ama birleştirici, bütünleştirici, sağlıklı kimlik ve kişilik oluşturucu bir tarzda edebiyatımıza, sahne sanatlarımıza, sinemamıza, her türlü kültür ve sanat etkinliklerimize en geniş ve doyurucu bir şekilde yansıtılmalıdır.

Geleneksel Türk El Sanatları özendirilmeli ve geliştirilmelidir. Bunun için gerekli bütün imkânlar seferber edilmeli, verilen eğitimin sadece temel ve başlangıç düzeyinde kalmaması, ileri düzeylere taşınması ve uygulamaya da yansıtılabilmesi için faaliyetleri kesintisiz ve sürekli hale getirecek uygun ve yeterli çalışma mekânları, atölyeler tahsis edilmelidir.


MÜZİK ve ÇOK SESLİ MÜZİK

Türlü sesleri, kulağa hoş gelecek şekilde dizme sanatına müzik adı veriliyor. Güzel sanatların bir kolu olan müzik, insanlığın doğuşu ile başlamıştır. Müzik alanında asıl ve farklı yeni gelişmeler, Yeniçağla birlikte başlamıştır. Ortaçağda, dokuzuncu, onuncu yüzyıllardan itibaren oluşmaya başlayan çok sesli müzik, Yeniçağda çok daha büyük gelişmeler kazanmıştır. Matbaacılığın keşfi de müzik notalarının çok daha yaygın olması sonucunu doğurmuş, yetişen büyük besteciler, müziği insanlığın ölümsüz bir sanatı haline getirmiştir. Müzik alanında polifoninin (çok sesliliğin) bulunuşu, bu alanda dinamik etkilere neden olmuştur. Fakat Batıda başlayan bilim, sanat, felsefe, sanayi alanındaki pek çok gelişme gibi bu da Doğu’da doğru dürüst algılanamamış, hiçbir önemli yankı uyandırmamıştır (Doğumunun 100. Yılında Ahmet Adnan Saygun, Dinçer Yıldız, Sun Yayınevi, Ankara, Şubat 2007, Sayfa: 21).

Avrupa toplumlarında, polifoninin (çok sesli müziğin) bulunuşuyla birlikte yepyeni bir kültür atılımı başlamıştır. Melodi ve ritim arasına, resimdeki perspektif gibi, üçüncü bir boyut olarak armoni girmiş ve böylece müzik sanatı kazandığı derinlikle giderek daha da büyük bir anlatım gücüne ve dinamizme sahip olmuştur. Bu dinamizm, polifoninin gelişimine paralel olarak zamanın akışı içerisinde düşüncenin de gelişimine yol açmış, Ortaçağ karanlığının dağıtılmasında, insan bireylerinin kula kulluktan kurtarılmasında çok önemli roller oynamıştır.

15. ve 16. yüzyılın yaygın bir kompozisyon formu olan ve genellikle beş ses için bestelenen Madrigali’lere, örneğin bu beş şarkıcının seslendirme süreçlerinde neler yaşadıklarına, neler düşündüklerine biraz daha yakından bakacak olursak, konuyu biraz daha net anlayabiliriz. Kendileri bu duygularını tam olarak ifade edemeseler de Madrigalistlerden her biri, aşağı yukarı şöyle düşünüyordu: ‘Ben, kendi sesimle birlikte dört farklı sesi de aynı anda duyuyorum. Demek ki, burada benden başka ve benimle beraber dört ‘sen’ var. Ama bu dört ‘sen’den her biri de -tıpkı benim gibi- kendisini ‘ben’ olarak duyumsayıp kendisinden farklı dört ‘sen’i algılıyor. Bu dört ‘sen’den biri de ‘ben’im. Öyleyse her birimiz, farklı özelliklerimiz ve ben-sen ikiliğinin içinde bir birlik oluşturuyoruz. Melodilerimiz havada tınılar armonisi olarak birleşiyor. Tıpkı bir eldeki beş farklı parmağın fonksiyonlarının bir elde birleştikleri gibi bir durum ortaya çıkıyor. Her birimiz kendini ‘ben’ diye adlandıran özgür bir bireyiz ve aynı zamanda da özgür bir ‘biz’in yaratıcısıyız.

Hayatın sesler âlemindeki tezahürü olarak da tanımlanabilecek olan müzik sanatı, artık yalnızca bütün güzel sanatların temeli değil, aynı zamanda demokrasinin ve felsefenin de yol göstericisidir. Beş filozof arasındaki bir tartışma ortamıyla, hiçbir zaman bir madrigalin yetkinliğine ve saydamlığına ulaşılamaz, düşünceler arasındaki disonanslar, konsonanslara dönüşemez.

Bach Alman toplumuna gökten zembille inmemiştir. Bach, Alman toplumunda polifonik müziğin birkaç yüzyıl süren bir gelişmesinden sonra ortaya çıkabilmiş bir dehadır. Çok uzun bir gelişim sürecini yaşamış olan Alman toplumu, Bach’ı anlamada, kavramada, takdir etmede zorluk çekmemiştir. Ama Türk toplumunda bu süreç olması gerektiği gibi yeterince yaşanmadığı için durum çok farklıdır. Bizde şimdi alaturkacılar da, kalkıp elli kişiden oluşan bir koroyla teksesli bir şarkı söylüyorlar. Ben ve sen’in tam anlamıyla oluşmadığı ve gelişmediği böyle bir toplumda, çok sesli müziğin de, özgür ve çoğulcu düşüncenin de, bireysel bilincin de, demokrasi anlayışının da gelişip güçlenmesi mümkün olamıyor. (Doğumunun 100. Yılında Ahmet Adnan Saygun, Dinçer Yıldız, Sun Yayınevi, Ankara, Şubat 2007, Sayfa: 37-40)..

GEÇMİŞTE TÜRK SANATI

Türk milletinin çok sağlam ve çok güçlü bir sanat geçmişi vardır. Türklerde sanat, binlerce yıl boyunca, nitelikli insan ve nitelikli toplum yetiştirip, oluşturmanın, erdemlileri hünerli, hünerlileri de erdemli kılmanın en önemli ve en etkili yolu, yöntemi ve aracı olarak görülmüş ve kullanılmıştır. Aslında bunun sanattan başka yolu, yordamı, yöntemi ve aracı da yoktur. Göze, kulağa ve gönle en güzel ve en kolay şekilde ulaşabilmenin yolu sanattan geçer. Gönüllere ancak sanat yoluyla ve aracılığıyla ulaşılabilir; girilebilir. İnsanların gönüllerinde en güzel duygular, fikirler, inançlar, idealler sanat aracılığıyla uyandırılır. Her iyi ve güzel şey, ancak sanat sayesinde gönüllerde yer edinir ve yaşatılabilir.

Sanattan başka bir şekilde ve başka bir yolla ruhlara ve gönüllere ulaşılamayacağı için sanat, en güzel ve en etkili yol göstericidir. Bu gerçekleri, çok eski çağlarda keşfedebilmiş olan bizim ecdadımız, sanat konusuna çok büyük önem vermişlerdir. Ses, söz, el ürünleri yanında, inanç, duygu, düşünce ve ideallerinin ifadesinde kullandıkları bütün enstrümanlarını da kendileri yapmışlardır. Kültürleri, yaşam tarzları, dünya görüşleri değiştikçe de bunları en güzel şekilde geliştirmişler, değiştirmişler, dönüştürmüşler, içinde yaşadıkları zamana ve zemine uydurabilmişlerdir.

Dedem Korkut, hikmetlerini, şiirlerini, yine bizzat kendisinin icat ettiği kopuzu eşliğinde söylerdi. Onun elinden düşürmediği sevgili kopuzu, pek çok işe yarayan, çok önemli bir enstrümandı. Dede Korkut, kopuzunun ne büyük ve ne önemli işlere yaradığını anlatırken, bir yandan onu onu şöyle över ve tanıtır:

Cihanı gezip tozanda,

Yoldaşım olan kopuzum.

Yorulup bitkin düşende,

Bana destek olan kopuzum.

Aç, susuz kaldığımda;

Azığım olan kopuzum

Cesaretim kırıldığında,

Cesaret veren kopuzum.

Dertli ve kederlilere,

Neşe saçan kopuzum.

Boş vermiş zamaneyi,

Ağlatıveren kopuzum.

Hasretlilerin çilesine,

Teselli olan kopuzum.

Yaramazı yola koyan,

Yol gösteren, yararlı kılan kopuzum.

Başta ozanların piri Dede Korkut’umuz olmak üzere, bizim binlerce yıl boyunca, hep aynı yüksek görev ve sorumluluk bilinci ve anlayışı içinde hareket eden, onun kutlu ve şerefli yolunu izleyen, sayılamayacak kadar çok gerçek ozanlarımız ve sanatçılarımız olmuştur. Hala da vardır. Bu millet, onlarla ve onlar sayesinde hayatiyetini devam ettirebilmektedir.

Bilinen en eski baş ozanımız ve baş sanatçımız, ozanlarımızın, sanatçılarımızın piri olan Dede Korkut başta olmak üzere; bütün mili ozanlarımız, sanatçılarımız, tarih boyunca, toplumun en saygın, en çok sevilen, sözüne en çok itibar edilen kişileri olmuşlardır. Onlar dünyanın en zeki, en kabiliyetli, en mutedil insanı olan Türkleri, olduğundan daha erdemli, hünerli, üstün nitelikli, bilgili, yiğit, kimlikli, kişilikli, üstün bir görev ve sorumluluk duygusuna ve ulusal bilince sahip, özgüveni yüksek insanlar olarak eğitmenin ve yetiştirmenin derdinde olmuşlardır. Toplumun bütün bireylerini aynı ortak değerlere, ideallere, fikir ve görüşlere, üstün niteliklere sahip kılmayı temel amaç edinmişler ve bunun mücadelesini vermişlerdir. Zaten onlar böyle hünerlere ve erdemlere sahip olmayan sıradan insanları adamdan saymazlardı.

Eski Türk toplumlarında herkesin kendi adını, yine bizzat kendisinin hak ederek kazanması esastı. Hüneri, erdemi ve ad verilmeye değer bir başarısı olmayanlara ad ve değer verilmez, böyleleri öyle adsız, sansız ortalıkta dolaşmak zorunda kalırlardı. Bu durum yalnız fertler için değil, kavim, kabile ve milletler için de böyleydi. Her boy, soy, kavim, kabile de kendi adını, kendisi hak ederek alırdı. Çok daha ilginç olanı şudur ki; dünyanın eski milletlerinden biri olan Türk Milletinin bile, belli nitelikleri, hünerleri, erdemleri kazanıncaya kadar, bir adı olamamıştır. Aynı dili konuşan yüzlerce binlerce boy, kavim, kabile, etnik grup, başka başka adlarla veya kendilerini yöneten hanedanların adıyla anılıyordu. Türk Milleti ancak Türk adını hak edebildikten, Türk kelimesinin ifade ettiği anlamlara, vasıflara, özellik ve niteliklere ulaşabildikten sonra, yani Miladi 6. yüzyılda Türk adını kullanmaya başlamıştır. Türk kelimesi, sözlüklerde güçlü, kuvvetli, kudretli, muktedir, önder, lider, çok icatçı, imparator, birlik, beraberlik, bütünlük, güzellik, olgunluk, mükemmellik gibi anlamlara gelir. Yani Türk Milleti bu adı hak ederek, ancak bu üstün seviyeye geldikten sonra alabilmiştir. El adama doğru dürüst ad vermeyeceği için de, Türk Milleti kendi adını kendi vermiştir.

Türk kelimesinin anlamlarıyla, çoğu sanat tanımları arasında da çok büyük benzerlikler ve yakınlıklar vardır. Her ikisinin tanımında da benzer kelime ve kavramların kullanıldığı görülür. Bazıları sanatı, bir güzeli, iyiyi, olgunluğu, mükemmelliği, çekiciliği, özgünlüğü arama uğraşı olarak tanımlarlar. Türklük de öyledir. Türk olmak demek, bir yerde sanatın da aradığı ve ulaşmak istediği şeylere ulaşmış nitelikli insan demektir. Yoksa Türklük etnik, ırki veya kan bağıyla ilgili bir isim ve sıfat değildir. Türklük, belli üstün bir hali, durumu, niteliği, hüneri ve erdemi ifade eden bir isim ve sıfattır. Bu yüzden Türkler, dünyanın sanata en yatkın, bu yönde de kabiliyeti en yüksek insanları ve milletidir.

Bizim eski ulu gaziler, alp ozanlar devrimizde ve bunu izleyen çağlarda, başta Dede Korkut’umuz olmak üzere hüner ve erdem sahibi bilge ozanlarımız ve sanatçılarımız, en güzel rol modellerimizin, kahramanlarımızın hâlini, ahvâlini beyan etmişler; atalardan dedelerden, geçmişten gelecekten, gelenlerden geçenlerden, sağlam adet ve törelerden, inanç ve ideallerden, milli ve manevi değerlerden, Hak badesi içenlerden haberler söylemişlerdir. Onlar, her saza, her söze uyacak, her kulağa hoş gelecek, hüner, erdem, bilgelik ürünü, üstün nitelikli gerçek sanat eserleri, ses ve söz ürünleri, nağmeleri, ezgileri, şiirleri, hikâyeleri, destanları meydana getirebilmişlerdir. Onların diliyle, sesiyle, sazıyla asırlardan asırlara, diyarlardan diyarlara, devirlerden devirlere hep bizim ezgilerimiz, küylerimiz, destanlarımız dillendirilmiştir. Asırlar boyunca yurt tuttuğumuz, kazanıp, yitirdiğimiz, şimdi çoğunun adı bile bize yabancı olmuş, bizim unuttuğumuz, bize unutturulmuş, çoğunda artık hepten unutulduğumuz nice vatanlarda, topraklarda, illerde, ülkelerde, obalarda bizim adımız ve yâdımız, asırlarca o üstün ve değerli sanatçılar aracılığıyla yaşatılmıştır.

Öte yandan bizim hem soloya, hem koroya, hem orkestraya, hem de sahne sanatlarına uyabilecek, uyarlanabilecek çok muhteşem bir kültür, sanat, edebiyat, ses, söz zenginliğimiz ve kaynaklarımız vardır. Viranelerde, höyüklerde saklı kalmış gizli hazineler gibi, bugün bunların üstü örtülmüştür. Fakat her şeye rağmen yine de bunların değerleri hiç azalmamış, hatta daha da artmıştır. Türk toplumu içinde ve maşeri vicdanında bunların canlılıklarını ve hayatiyetlerini bir şekilde hala devam ettirdikleri de bir gerçektir. Şimdi bunları eşeleyip gün yüzüne çıkarabilecek, bugünün ve geleceğin üstün sanat anlayışıyla bize, insanlığa ve gelecek nesillere sunabilecek, ruhlarımızı ve gönüllerimizi doyurabilecek gerçek sanatçıları arıyoruz. Yiğitliklerimiz, hayat tecrübelerimiz, hikmetlerimiz, ibretli sözlerimiz, söylemlerimiz, tarihi dolduran eylemlerimiz, zaferlerimiz, yenilgilerimiz, acılarımız, kederlerimiz, sevinçlerimiz, destanlarımız sanat diliyle bakalım ne zaman ve hangi değerli sanatçılarımız tarafından, hangi sanat diliyle nasıl işlenecek ve anlatılacaktır. Acaba hangi sanat yoluyla gelecek nesillere aktarılabilecektir. Nerede şimdi bizim gerçek sanat ürünü ses, söz, saz eserlerimiz? Nerede bunların hünerli bestecileri, şefleri, ozanları, edipleri, sanatçıları?

TÜRK SANATININ BUGÜNKÜ HAZİN DURUMU

Başta Türkler olmak üzere, günümüz Müslümanları, ilimde, irfanda, hikmette, felsefede, fikirde, bilimde, ekonomide, siyasette ve daha birçok alanda olduğu gibi kültürde ve sanatta da çok büyük bir tembellik, uyuşukluk, uyku ve verimsizlik içindedirler. Dünyanın toplam nüfusunun en az %20’sini oluşturan Müslümanlar, maddi zenginliklerin ancak %2’sini üretebiliyor. Sayılara dökmeden sanatta, felsefede, diplomaside de aynı olumsuz tablonun varlığı ortadadır. Bu da bir rastlantı değil; içinde kıvrandığımız büyük bunalımlarımızın, ikinci büyük medeniyet krizimizin ve buhranımızın dışarıya yansımasıdır.

Ne yazık ki bugün, Türk kültür ve sanatının en kısır dönemlerinden, devirlerinden birini yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde bizim gerçek sanat ürünü eserlerimizin ve sanatımızın konuşulduğu devirler ve dönemler çok gerilerde kalmıştır. Hangi açıdan değerlendirilirse değerlendirilsin, ülkemizin hem sanat kurumlarının ve kuruluşlarının, hem de sanatçılarımızın, nicelik ve nitelik yönünden, dünyanın başka ülkeleriyle karşılaştırıldığında çok gerilerde kaldığı ortadadır. Bu çok üzücü ve hayati bir konudur. Hâlbuki bu dünyada gerçek anlamda var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek ancak sanat yoluyla mümkün olabilir. Dünyada ve ülkemizde bilim, teknoloji ve iletişim alanındaki baş döndürücü gelişmeler, yeni bin yılın bir bilgi çağı olması, kültür ve sanat alanlarında daha fazla zaman ve kaynak israfından vaz geçerek, çok hızlı bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılmakta, hatta dayatmaktadır.

Bu hızlı değişim ve dönüşüm sürecinde, Türk dünyası da adeta bir yeniden doğuşun sancılarını çekmektedir. Bu süreçte geçmişimizden kopmak, kaçmak veya onu inkâr etmek yerine, öncelikle kendi öz dinamiklerimize yönelmek zorundayız. Esas itici gücümüzü kendi kültürel temellerimizden ve kaynaklarımızdan alarak yerelden evrensele, gelenekten geleceğe doğru ulaşmaya çalışmak bizim için en doğru ve akılcı yaklaşımdır. Zaten bütün dünyada, örneğin Batıda da bu böyle olmuştur.

Tüm dünyada çok hızlı ve kısa zaman dilimleri içinde yaşanan sosyo-ekonomik ve kültürel değişimler, globalleşme ve küreselleşme, bütün çağdaş toplumları etkilediği gibi, Türk toplumunu da temelinden ve derinden etkilemiştir, etkilemeye de devam etmektedir. Bu arada toplumun bir parçası olan sanatçıyı ve dolayısı ile kültürü ve sanatı da etkilemiştir. Endüstriyel çağın seri buluşları, toplumları bilgi toplumu haline getirmiş, kültür ve sanat alanında da çok amaçlı, çok farklı aktiviteler ön plana çıkmıştır. Değişen toplumsal ve kültürel şartlar altında, kültür ve sanatta da elbette yeni arayışlar içinde olmak, yeni anlayışlar benimsemek, yeni sentezlere ulaşmak, bu değişim ve dönüşümün kaçınılmaz dayatmalarındandır.

Biz, hem soloya, hem koroya, hem orkestraya, hem sahne sanatlarına uyabilecek, uyarlanabilecek çok muhteşem bir kültürün mirasçılarıyız. Bizim kendimize has, aynı zamanda evrensel fonetik, plastik ve sahne sanatı pratiğimizin, edebiyat, ses, söz, müzik ürünü kaynaklarımızın bugün maalesef üstleri örtülmüş ve küllenmiş de olsa, içten içe canlılığını ve hayatiyetini hala devam ettirdikleri de bir gerçektir. Şimdi bunları eşeleyip gün yüzüne çıkarabilecek, bugünün ve geleceğin üstün sanat anlayışıyla bize insanlığa ve gelecek nesillere sunabilecek, ruhlarımızı ve gönüllerimizi doyurabilecek gerçek sanatçılara ihtiyacımız var. Bizim başka hiçbir millete nasip olmayan, çok engin ve derin hayat tecrübelerimizin, tarihi dolduran eylemlerimizin, zaferlerimizin, yenilgilerimizin, yanılgılarımızın, acılarımızın, kederlerimizin, sevinçlerimizin, yiğitliklerimizin, destanlarımızın sanat diliyle daha fazla vakit kaybetmeden ortaya konulması gerekiyor. Buna bizim de bütün insanlığın da çok büyük ihtiyacı var. Bunları sanatın özgün ve evrensel diliyle işleyecek, evrensel, orijinal ses, söz, saz, müzik eserlerine, gerçek sanat ürünlerine dönüştürerek yeniden yorumlayarak gelecek nesillere aktaracak üstün nitelikli sanatçılara bugün her zamankinden daha fazla özlem ve ihtiyaç duyuyoruz.

En başından beri bizim esas ve temel kültürümüz, sanatımız, ezgilerimiz, bestelerimiz, destanlarımız hep birlik beraberlik, dirlik düzenlik üzerine olmuştur. Sanatçılarımız, ozanlarımız, sazlarımız, kopuzlarımız, kavallarımız hep birlik beraberlik havaları, ezgileri çalmış, milletin her ferdinin birliği, beraberliği, bütünlüğü, aynı ve eşit olduğu mesajları işlenmiştir. Bizim gerçek sanatçılarımız ayrılık, gayrılık, ikilik havaları çalmaz, çalamaz, çalanlara da itibar eden olmazdı. Dostlarından uzaklaşıp, hain düşmanlara yaklaşanlar, dostlarından kaçıp düşmanlarına kucak açanlar, dostlarını üzecek, düşmanlarını sevindirecek işler yapanlar en başta sanatçılar tarafından kınanır, uyarılır, akıllarını başlarına almaları öğütlenir, gözler, kulaklar, milli birliğe, beraberliğe, bütünlüğe, kardeşliğe aykırı zehirlerden, kirlerden, kötülüklerden yine sanat eserleri yoluyla temizlenirdi.

Türk Milleti, hiçbir zaman anlamsız gürültü, patırtı ve kütürtüler peşinde koşan kuru bir kalabalık olmamıştır. Bizim milletimizin özünü ve cevherini oluşturan karabudunu, yani ana unsuru asırlardan beri hiçbir zaman, boş, anlamsız, yıkıcı, bölücü, parçalayıcı, bozucu yaygaralara ve uğursuz kuru gürültülere asla kulak ve gönül vermemiş, itibar etmemiştir. Bazı azgın, sapkın, yolsuz, kudurmuş kimseler; gözlerden, kulaklardan gönüllere acı zehirler akıtmak, insanlarımızı kulaklarından zehirlemek için çok imkânlar ve fırsatlar kollamışlar fakat çok şükür ki bu kötü emellerine ulaşamamışlardır. Bizde sürünün önderi, lideri durumundakiler düşüncesizce kendilerini uçurumdan aşağı atsalar bile, milletin karabudunu çoğu zaman sürü davranışına rağbet ve itibar göstermemiş, gerektiğinde önderlerini ve liderlerini bile sigaya çekebilmiş, onları yanlışlarından döndürmenin yollarını arayıp bulabilmişlerdir. Bu toplumun içinde işin ve gidişatın sonunun nereye varacağını sürekli düşünen, test eden, anlamaya ve düzeltmeye çalışanlar hep olmuştur, bundan sonra da olacaktır. Bizim tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bir şekilde gözünden, kulağından, gönlünden zehirlenenlerin tespit, teşhisinde, hatta tedavisinde sanatçılara çok önemli roller ve görevler düşmektedir.

Türk sanatçısı varsa, Türk sanatı da vardır. Türk sanatını ne kadar korumamız gerekiyorsa, Türk sanatçısına da o oranda hatta daha da fazla önem vermemiz, onun yaratıcığının önündeki engelleri kaldırmamız, onu her bakımdan koruyup desteklememiz gerekmektedir. Türk kimliği, en iyi Türk sanatçısının eserlerinde ifadesini bulabilecek ve yansıtılabilecektir. Bu yüzden Türk sanatına ve sanatçısına sahip çıkmak, bunlara gereken önemi vermek; Türk Milletini, diğer milletler arasında layık olduğu yere çıkarabilmenin en temel şartlarındandır.

Çağdaş Türk kültürünün temsilcileri olan sanatçılar, Türk Milletinin değişen dünyada alması gereken ileri ve gelişmiş yeri hedefleyerek kendilerini ona göre hazırlamak, geçmişi büyüteç altına alıp, geleceğe yönelik rotalarını da ona göre çizmek durumundadırlar. Türk Milletinin var olmasında, varlığını, geliştirip güçlendirmesinde, birlik ve beraberliğini sağlamasında, gücünü, kudretini dünyaya tanıtmasında Türk sanatçısının şimdiye kadar çok büyük katkıları olmuştur. Bundan sonra da evrensel değerlerle de bütünleşerek bu yönde kat edeceği uzun ve yorucu yolculukla, kültür ve sanat hazinemize sayısız eserler kazandırmaya devam edecek yetenekli insanlarımız asla azımsanamayacak kadar fazladır. Ancak bu yeteneklerin, kuvveden fiile çıkabilmesi için başta eğitim olmak üzere kabiliyetleri doğrultusunda en iyi şekilde yetiştirilmeleri, yönlendirilmeleri ve desteklenmeleri şarttır.

Türk sanatçısının yapısal, tarihsel, kültürel ve sanatsal perspektiflerden yola çıkarak, bu perspektifler arasındaki bağlantıları kavrayabilecek, çeşitli sanat disiplinlerine ait ürünlerin temel çözümlemelerini yapabilecek duruma gelmesi sağlanmalıdır. Türk kültür ve sanatının özüne hakkıyla vakıf ve sanatta ileri sentezler geliştirebilmiş Türk sanatçılarının sanat eserlerini tanımak ve tanıtmak yapılması gereken önemli görevler arasındadır. Çünkü ancak gerçek anlamda kültür ve sanat birikimine sahip bu tür sanatçılar, dünya klasikleri arasında yer alabilecek özgün ve üstün eserler ortaya koyabilirler.

Halkın da çeşitli yol ve yöntemlerle, kültür ve sanat alanındaki etkinliklerle duyarlılıkları eğitilerek beğeni düzeyi yükseltilmeli, estetik duyguları geliştirilmelidir.

Ülkemizde kültür ve sanat alanındaki asıl ve temel sorunlar büyük ölçüde sistemin yanlışlığından ve çarpıklığından kaynaklanmaktadır. Bu sorunlar zaman zaman masaya yatırılarak çözüm yolları ve çareleri de aranmış, fakat bu arayışlar sürekli, ciddi ve istikrarlı olamadığından arzu edilen sonuçlar bir türlü elde edilememiştir. Ülkemizde uygulanan bugünkü sistemin sanatsal rekabet ve üretkenliği sağlamadığı, aksine niteliksizliği, üretimsizliği, verimsizliği teşvik ettiği, yeniliklerin önünü açamadığı, aksine tıkanıklıklara, yeniliklerin önünün kapanmasına neden olduğu, yetenekliyle yeteneksizi, verimliyle verimsizi aynı kefeye koyduğu, hemen herkesin hemfikir olduğu sorunlarımızdandır. Ancak yeni sistemin nasıl olması gerektiği, içinde bulunulan bu durumdan kazanılmış haklar zedelenmeden nasıl çıkılabileceği, yeni sistemin nasıl kurulup nasıl uygulanacağı gibi konularda bir fikir birliği bir türlü sağlanamamaktadır.

Fakat ne olursa olsun, hiçbir sorun çözümsüz değildir. Her zaman sorundan çok daha fazla çözüm bulunur. Yeter ki bunların üzerine ciddiyetle eğilinebilsin. Biz binlerce yıllık ortak tarihimiz içinde çok şeyler yaşamış, kazanmış, çok şeyler de kaybetmiş, büyük başarılar ve başarısızlıklar görmüş büyük bir milletiz. Bu tecrübelerin hepsi, yararlanmasını bilebilirsek, bizim için hazine değerindedir. İşin üzücü ve acı olan tarafı ise, bizim bunların farkında bile olamamamızdır. Neyi yitirdiğinin farkında olamayan, üstelik yitiğini araması gereken yerde, tam bir ciddiyetle aramayan onu asla bulamaz. Böyleleri orada burada, boş yere bir şeyler arar görünürler, gezer dolaşırlar, dolanırlar, öylesine aranırlar ama gerçekte bir şey aradıkları da, bulacakları da yoktur. İnsan, yolunca, yordamınca, ihlasla, aşkla, şevkle aramadıktan sonra; her şeyden daha açık ve aşikâr olan Yüce Tanrı’yı bile bulamaz. Yani aramayan bulamaz; sorup, soruşturmayan, sorgulamayan da bir şey bilemez. Yani:

Arayıcı olan, sorucu olur.

Sorucu olan, bulucu olur.

Bulucu olan, bilici olur.

Gerçi her arayanın da illa aradığını bulması gerekmez. Ancak bulanların yalnızca arayanlar olacağı unutulmamalıdır. Israrla, ciddiyetle, yolunca ve yordamınca arayanlar asla mahrum kalmayacaklar, önünde sonunda bir şeyler bulacaklardır. Buldukları şey, bazen tam aradıkları, bazen de aradıklarından bile çok daha iyisi ve üstünü olacaktır.

Akıllı insan, ne aradığını bilen, her konuda en iyi bileni arayıp bulabilen, ne soracaksa gidip ehline, en iyi bilenlere soran, bildiklerini bile kendinden daha iyi bilenlere sorarak doğruluğunu yanlışlığını sürekli test edebilen kimsedir:

Sormayan bilmez, sorsa bilirdi…
Bilmeyen sormaz, bilse sorardı!’

Örneğin, Alman Müzik Konseyi’nin 15 milyon dolayında aktif üyesi vardır. Sırf orkestralar açısından bir karşılaştırma yapılacak olursa, 10 milyon nüfuslu Macaristan’da 150 civarında önemli orkestra mevcut olduğu halde, bu ülkenin 7 katından fazla bir nüfusa sahip Türkiye’de 6’sı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüne bağlı 10 civarında ciddi orkestra bulunmaktadır.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR