Ana SayfaDinimizMEHDİ VE MESİH İNANCI

MEHDİ VE MESİH İNANCI

MEHDİ VE MESİH İNANCI

MEHDİ VE MESİH İNANCININ HATIRLATTIKLARI

Mesih ve Mehdi inancı, yalnız İslam kültüründe değil, hemen hemen bütün dinlerde, kültürlerde, toplumlarda, özellikle de Yahudilik ve Hıristiyanlıkta önemli bir yer tutar. Sümerlerden, Mısırlılara, Hint dinlerinden Konfüçyanizme, Zerdüştlükten, Mecusiliğe kadar bütün dinlerin ve kültürlerin bu ‘ortak fenomen’ konusunda birbirlerinden de çok şeyler aldıkları ve etkilendikleri anlaşılmaktadır.

Mesih inancı ve kavramı, Yahudilik ve Hıristiyanlığın vazgeçilmez inançları arasında yer alır. Bu Yahudilikte ‘beklenen kurtarıcı’ya verilen bir sıfattır. Bu inanç, ümit, bekleti ve kurtuluş idealine hemen hemen bütün dinlerde, toplumlarda ve kültürlerde rastlanır. Bunlardan İslam kültürüne de geçmiştir.

İslam kültüründeki, ‘Mesih’ ve ‘Mehdi’ anlayışları, inanç, fikir, düşünce ve beklentileri de başta Yahudilik ve Hıristiyanlık olmak üzere başka din, topluluk ve ve kültürlerden büyük ölçüde etkilenmiştir. Mesih ve Mehdi inancı konusundaki inanış ve anlayışların, zaman içinde türlü şekiller alarak İslam topluluklarında yayılmasında, yaygınlaşmasında, gelişme imkanı bulmasında, ihtida etmiş Yahudi ve Hıristiyan ravilerin haber ve rivayetlerinin etkilerinin yanında, başka kültürlerin ve dinlerin de ciddi etkilerinin bulunduğu görülmektedir.

Özellikle büyük buhran ve bunalım, fitne, fesat, kaos, zulüm ve kargaşa, karışıklık, sosyal, siyasi, ekonomik, ahlaki ve dini tereddütlerin artış gösterdiği bozulma dönemlerde bu tür anlayış ve inanışların arttığı, yoğunlaştığı, farklı şekiller aldığı görülmektedir. Çünkü böyle dönemlerde insanlar, kendilerini karanlıklardan aydınlıklara çıkaracak, karşılaşılan zulümlere, kötü yöneticilerin zorbalıklarına son verip adaleti hakim kılacak bir ‘kurtarıcı’ arayışına girerler. Diğer kültürlerin, din ve inanışların eski rivayetleri yanında, yaşanmışlıklar, gelenek ve görenekler, coğrafi etkiler de ‘Mehdi edebiyatına’ daha yeni şeyler de katar. İbn Haldun (808/1405), ‘Mehdi’ konusundaki 24 farklı hadisi inceledikten sonra bu sonuca varmıştır.

Arapçaya Aramca Meşiha veya İbranice Ha-Meşiha’dan geçmiş olan Mesih kelimesi, ‘ölçmek, meshetmek, günahlardan temizlenmiş, sıddık (tereddütsüz inanan), yürüyen, seyahat eden’ gibi anlamlara gelir. Ancak Yahudi ve Hıristiyanların ‘Mesih’leri arsında da bazı önemli farklar vardır. Hıristiyanlara göre, geleceği Tevrat’ta açıkça belirtilmiş, özellikleri net bir biçimde yazılmış ve haber verilmiş olan ‘Mesih’, Hazreti İsa’dır. Fakat Yahudiler, Tevrat’ı tahrif edip değiştirerek onu tasdikten kaçınmışlardır. Yahudiler, hala ‘Mesih’ olarak yeni ve başka birinin gelmesini; Hıristiyanlar ise Mesih olduğuna inandıkları Hazreti İsa’nın tekrar yeryüzüne dönmesini ve yarım kalmış görevini tamamlamasını beklemektedirler.

İleride gelecek bir kurtarıcı (mesîh, mehdî) inancı büyük dinlerde olduğu gibi ilkel dinlerde bile görülür. Bu inanç, tarihte ve günümüzde bir bakıma bazı dinî ve siyasî hareketlerin güç kaynağını oluşturmuştur. Kavramın içeriğindeki âhir zaman, hükümdarlık, iktidar, dini yenileme, kurtarıcılık gibi ana özellikler değişmese de, içinde bulunulan dinin karakterine göre ayrıntılarda bazı farklılıklar görülmekte, bu kavramı ifade eden kelimeler de dinlere ve kültürlere göre değişmektedir

İslam kültüründe de Mesih ve Mehdi edebiyatı oldukça önemli bir yer tutar. İslam kültüründe, sadece Mesih değil, onunla birlikte bir de Mehdi beklentisi ortaya çıkmıştır. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de, Yahudi ve Hristiyanların anladığı ve inandığı anlamda bir ‘Mesih’ anlayışı yoktur. ‘Mesih’ kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de, gerek tek olarak, gerek ‘ibn Meyem’ ifadesi ile birlikte İsa b. Meryem’in bir sıfatı olarak kullanılır. Bu ayetlerin hiçbirinde de Mesih kavramı, Yahudilikteki ve Hıristiyanlıktaki ‘beklenen kurtarıcı’ anlamında kullanılmaz. Kur’an-ı Kerim’de Yahudi ve Hıristiyanlardaki bu görüşlere hiç iltifat edilmemiştir.

Dolayısıyla İslam kültüründe de oldukça geniş bir literatüre ulaşmış günümüz ‘Mehdi’ anlayışına, Kur’an’dan referans bulabilmek mümkün değildir. Aslında Sahîhân diye anılan Buhari (256/870) ve Müslim (261 /874)’in hadis kitaplarında da ‘Mehdi’den söz edilmez. İmam Azam Ebu Hanife, Eş’ari, Maturidi gibi ilk dönem Sünni kelam âlimlerinin de Mehdi konusunu işlemediklerini görürüz. Buna rağmen, değişik hadis kitaplarında rastlanan ve büyük çoğunluğu birbiriyle çelişen, aralarında birbirine zıt ve çatışan yönler bulunan bu rivayetler, ‘Mehdi’ anlayışını ve inanışını İslam halk kültürünün oldukça canlı ve renkli bir bölümü haline getirmiştir. Bu konudaki bazı garip, uydurma, haber ve rivayeler de vardır. Bunlara sürekli yenileri de eklenmiştir. Mehdi ve Mesih inancı konusunda pek çok hadis ve rivayet uydurulmuş ve kafalar çok karıştırılmıştır. İslam alimleri, eskiden beri ‘Mehdi’ konusundaki hadislerin ve rivayetlerin çoğunun sıhhati konusunda önemli şüpheler ve tereddütler ortaya koymuşlar, fakat bu konuda halka fazla tesir edememişlerdir. Bazıları bundan dini, maddi ve manevi çıkar ve menfaat sağlamaya çaba ve gayreti içine girmiştir. Sömürgeci Hıristiyan devletlerin yakın tarihte İslam ülkeleri üzerindeki artan nüfuzlarını kırmak için ortaya çıkmış görünen Mehdilik iddiaları olduğu gibi, tam tersine onlara yaranmak amacıyla, onlarla uyumlu ve işbirlikçi yeni tip mehdilikler de icat edilmiştir.

Kur’an’da, İslam dininin temel inanç ve akideleri arasında ve Ehl-i Sünnetin ilk kaynaklarında yer almayan Mehdi ve Mesih inancı daha sonra bazı Şii fırkalarınca, Şii itikadının, inancının, kelamının, akide ve akaidinin esaslarından, kilit taşlarından biri haline getirilmiştir. Mehdi inancı, Şia için imamet konusuyla yakından bağlantılı olduğu için, Şia fırka ve mezheplerinde ‘Ric’at’, ‘Beklenen Mehdi (el-Mehdiyyu’l- Muntazar)’ veya ‘Va’d edilmiş Mehdi (el-Mehdiyyu’l-Mev’ud) fikri ve inancı önemli bir yer tutar. Şiiler kendileri için bir inanç konusu, varlıklarını devam ettirebilmek için de şart gördükleri bu inancı sürekli canlı ve diri tutmaya çalışmışlardır.

Mehdi ve Mesih inancı, Sünni-İslam dünyasında usuliddine dahil bir akide olarak kabul edilmez. Buna rağmen Ehl-i Sünnet mezheplerine bağlı Müslümanlar arasında da bu inanç çok yaygındır. Zaman içerisinde çok büyük çeşitlilik ve renklilik da kazanmıştır. Tarih boyunca, sayılamayacak kadar çok maceracı, dini, dünyevi, şahsi ve siyasi ikbal beklentiyle mehdi olduklarını ilan ve iddia etmişlerdir. Bunlar, renkli, canlı ve süslü laflarla, çaresiz kitlelerin ilgi ve alaka merkezi olmayı da başarabilmişlerdir. Yemenlilerin beklediği Kahtani kurtarıcı, Emevilerin iktidarı kaybetmelerinden sonra, eski hakimiyeti ve iktidarı geri getireceğine inanılan Süfyani Mehdi, Hind Mehdisi Cavnpürlu Seyyid Muhammed (910/1504), Mağrib Mehdisi Abdullah b. Tümert (524/1130), son devirlerin Sudan Mehdisi Muhammed Ahmed (1303/1885), Somali Mehdisi Muhammed b. Ahdillah Hassan (1339/1920), Amerikalı Zenci Müslümanların Mehdisi Eliah Muhammed bunlardan bazılarıdır. FETÖ elebaşının da Mehdi ilan edilmesi ve daha nice başka örnekler bu çeşitliliğin ve renkliliğin örneklerindendir.

Dinlerin ve kültürlerin büyük çoğunluğundaki Mehdi ve Mesih inancının, karşılaştıkları büyük zulümler, adaletsizlikler, siyasi ve ictimai karışıklıklardan bunalan halk kitlelerinin ‘kurtarıcı ümidi’nden kaynaklandığı söylenmektedir. Tarih boyunca, zulümler, haksızlıklar, adaletsizlikler ve benzeri sıkıntılar altında ezilen, bunalan, çaresiz kalan, siyasi ve idari düzensizliklerle şaşkına çevrilen, sömürülen, ayrıca tabiatın ve hayatın boğucu baskılarına dayanacak gücü kalmayan, direnci kırılan kitleler ve toplumlar; kurtuluşlarını kendilerini karanlıklardan aydınlıklara, sıkıntılardan huzur, barış, güven ve istikrara, haksızlıklardan adalete kavuşturacak bir ‘kurtarıcı’ arayışı peşine düşmekte aramışlar, en azından bunun hayali ile yaşamayı çıkar yol sanmışlardır. Kitlelerin mutlak ve müstebid idarecilerin hükmü ve zulmü altında ezildiği, yöneticilerin halkı soymaktan başka bir şey düşünmedikleri, asaletin tek şartının zenginlik olduğu, aile bağlarının çözüldüğü, doğal dengenin, tabiatın düzeninin bozulduğu, mevsimlerin âhenginin kalmadığı, yağmurların zamanında ve fayda sağlayacak şekilde yağmadığı, nehirlerin ve derelerin kuruduğu, ağaçlar otlara dönüştüğü, ormanların yok olduğu, insanların açlık ve kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya olduğu dönemler, mesih ve mehdi beklentilerinin en çok arttığı dönemler olmuştur. Toplum ve kitleleler kendileri bir şey yapamayınca, onları karanlıklardan aydınlıklara çıkaracak bir kurtarıcı, yani bir Mesih veya Mehdi beklentisi içine girmişlerdir. İnsanlığın maddî ve mânevî sıkıntılarını sona erdirecek, içtimaî ve dinî hayatı ideal olgunluğa ulaştıracak, insanlara dünyada cennet saadetini tattıracak ideal bir devlet adamının, sosyal, siyasi ve dini bir reformcunun, dinin kurallarını hayata geçirecek bir otoroitenin, bir Mehdî ve Mesih’in geleceğine inanılmıştır. Mevcut durumda ideal hayatı ve mutluluğu bulamayan insanlar, kendi dönemlerini güz mevsiminin son zamanlarıyla karşılaştırmışlar, hayatın hep daha da kötüye gideceğinden endişe etmişlerdir. Mevsimlerin, gece ile gündüzün periyodik bir akış içinde birbirini izlemesi gibi; tabii, sosyal, siyasi, dini hayatların da dünyanın güzü ve kışı gibi bozulmaları, karanlık devirleri olabileceği, bunu daha sonra aydınlık bir devrin, baharın ve yazın, karanlık geceyi aydınlık gündüzün takip edeceği düşünülmüştür. İslâmiyet’teki Mehdi inancı da Hulefâ-yi Râşidîn devrinin arkasından başlayan iç savaşların, kargaşa ve kaosun sebep olduğu tarihî, dini, siyasî, sosyal ve psikolojik travmalar sonucunda farklı şekiller alarak, yaygınlık kazanmıştır.

Geleceği beklenen bu ideal önderin zamanı, vakti ve iktidar süreleri her dinde ve kültürde merak ve tartışma konusu olmuştur. Mesih ve Mehdiler için iktidar süreleri Hinduizm, Mecûsîlik ve Hıristiyanlık’ta biner yıl olarak düşünülürken, Budizm’de 84.000 yıla kadar çıkarılmıştır. Bu süreç Yahudilik’te kırk, yetmiş veya dört yüz yıl öngörülmüş; İslâmî rivayetlerde ise iki yılla kırk yıl arasında çeşitli sayılar nakledilmiştir.Genelde bu dönemin dünya hayatının sonlarına doğru, yani ahir zamanda olacağı öngörülmüştür. Bu ideal ve olağanüstü zamanın takvim hesabını yapanlar, tarih ve zaman verenler de çok çıkmıştır. Fakat bu hesaplar, bunlara inananları daima hayal kırıklığına uğratmıştır. Buna rağmen, bu inanç ve hesaplamalar, değişik tevil ve yorumlarla, en azından kendi dar çevrelerinde güncelliğini sürdürmüşlerdir. 

Mehdîler genel olarak, izlenen dinin kurucusunun, önderinin özelliklerini taşıdığına ve onun soyundan geleceğine inanılır. Genellikle her bakımdan mensubu oldukları dinin kurucusuna benzetilirler, hata yapmayacakları, diledikleri zaman olağanüstü olaylar gösterebilecekleri, Allah’tan vahiy ve ilham aldıkları söylenir. Saoşyant’ın Zerdüşt’ün, Mesîh’in Dâvûd’un, Mehdî’nin de Hz. Muhammed’in soyundan olacağı söylenir. Bunlar, Sünnî müslümanlarda olduğu gibi gelecekte ortaya çıkacak bir şahsiyet olabileceği gibi, Şiîlerdeki gibi daha önce yaşamış, vaad edilen zaman gelmediği için insanlardan gizlenmiş, bekleme süresini tamamlamaya çalışan, zamanın olgunlaşmasını bekleyen tarihî şahsiyetler de olabilmektedirler.

Mesihlik ve Mehdilik atfedilen şahısta, diğer insanlardan farklı birtakım üstün özellikler bulunduğuna, bunların olağanüstü büyük başarılar göstereceklerine inanılır. Her şeyin Allah’ın ‘değişmez kanunları’na tabi olduğu unutulur, olaylar arasında ‘sebep-sonuç’ ilişkisi kurulmaz, herkesin üzerine düşen görev ve sorumluluklar göz ardı edilir, bunun yerine başka ölümlü canlılardan medet umulmaya başlanır ve inanılmaz büyük beklentiler içine girilir. Şuursuz ve bilinçsiz kitlelerin, gerçeklerden kopuk bu beklenti ve inanışları onlara boş bir manevi ferahlık ve rahatlık hissi verir. Dertlerini, sıkıntılarını, sorunlarını böyle boş ümitlerle hafifletmeye ve telafi etmeye çalışırlar. Böyle bir inanç insanları pasıfleştirerek, hayır ve iyilik yolundaki bütün çaba girişimlerden alıkoyar.  Sosyal, siyasi, dini bütün işlerin ıslahı ‘Mehdi gele işler düzele!’ anlayışıyla Mehdi’den beklenmeye başlanır. Mehdi kıyam ettiğinde işlerin kendiliğinden düzeleceğine  inanılır ve hiçbir şey yapmadan bekleme yolu tercih edilir. Halbuki böyle bir inanış ve anlayışın İslam’da yeri yoktur. Değil Mehdi, Hazreti Peygamber çıkıp gelse veya onunla bir arada bile yaşasa, amellerinin geri bıraktığı kimseyi sadece fiziksel, zamansal yakınlık, soy yakınlığı veya akrabalık bir adım bile ileri götüremez.

MEHDİ VE MESİH İNANCINDAKİ TEMEL YANLIŞLAR

İslam kültüründe de yerini almış olan Mehdi ve Mesih inancının, günümüzde iyice bağlamından koparıldığı, amacından uzaklaştırıldığı, Kur’an’la, İslam’ın inanç ve akide esaslarıyla, Müslümanda bulunması gereken sıfat ve özelliklerle, hatta Yahudi ve Hristiyanlık’taki Mesih inancıyla bile irtibatının koparıldığı görülmektedir.

Mehdi kelimesi “doğru yolu bulmak; yol göstermek, rehberlik etmek” anlamındaki hüdâ (hedy, hidâyet) kökünden türemiş bir sıfattır. Sözlüklerde; hidayete erdirilmiş, kendisine doğru yol gösterilmiş, rehberlik edilen, hidayette, doğru yolda olan, başkalarının hidayet ve doğru yolda gitmelerine de vesile olan kişi gibi anlamlara gelir.

İslâmî bir terim olarak Mehdî, Allah tarafından kendisine doğru yol gösterilmiş; insanları, özellikle de Müslümanları irşad eden, doğru yola sevk eden, hakka, hakikate, iyiye, güzele yönelten, özellikle dinî konularda hata ve yanlışlıklardan korunan, iyice bozulmuş, zulüm ve haksızlıkların kol gezdiği ve hakim olduğu bir dönemde, kıyametten önce gelecek, dünyada adaleti yeniden tesis edecek, imansızlık girdabına sürüklenmiş insanları şüphe ve tereddütlerinden kurtaracak, îmanları takviye edip, İslam’a, Müslümanlara ve dünyaya yeniden bir altın çağ yaşatacak, ‘zulümle dolmuş dünyayı adaletle dolduracak’, âhir zamanda Peygamber Efendimizin soyundan geleceği müjdelenmiş çok büyük bir zât, büyük bir âlim, önder, lider ve rehber olarak bilinir.

Sözlük anlamları esas alındığında Mehdi, insanların doğru yoldan sapıp ayrılıklara düştüğü, dini ve ahlaki açıdan zaafa uğradığı devirlerde ortaya çıkıp, onlara yol gösteren, onları aydınlatan kimse ve grupları ifade eder. Bu açıdan bakıldığında, gerçek Mehdi Peygamber Efendimiz ve onu izleyen, Allah’ın dosdoğru yolunda giden Müslümanlardır. Bunlar hem mehdîdirler, hem de doğru yolu gösteren anlamında hâdîdirler.

Nitekim İslam’ın ilk dönemlerinde, günlük dilde, doğru yolu takip edip, bütün insanlara da bu yönde rehberlik ettiği, müminleri Allah’a kulluğa yönelttiği için Hz. Peygamber Efendimiz ve onun ardından gelen İslam halifeleri Hazreti Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali için de ‘Mehdi’ tabiri ve sıfatı kullanılıyordu. Hz. Ali için ‘hadiyen, mehdiyyen’ (doğru yola götüren ve kendisine rehberlik edilen) denilirdi. Peygamber Efendimiz de, başta dört halife olmak üzere, onların yolunda gidenleri ‘mehdiyyûn’ yani mehdîler olarak nitelemiştir.

“Sizi sünnetime sımsıkı sarılmaya, raşid ve mehdî halifelerimin yolunda gitmeye teşvik ederim (Tirmizî, İlim: 16; İbni Mâce, Mukaddime: 6; Ebû Davud, Sünnet:5).”

Bu konudaki en büyük yanlışlık herhalde, esas beklenen, özlenen, müjdelenen kendi Peygamberleri ve onun ümmeti olduğu halde, Müslümanların üstlerine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeye çalışmak yerine, başka ‘kurtarcılar’ aramaya ve beklemeye kalkmalarıdır.

Başta Mehdi, Mesih inancı olmak üzere, Ahir zaman fitneleri, kıyamet alametleri, deccal, ye’cûc, me’cûc, şeytan, insana kötülüğü emreden nefs gibi konulardaki en büyük yanlışlıklar bu konuların ele alınışında, işlenmesinde, sunulmasındadır. Bu konular öyle işlenmekte ve sunulmaktadır ki; bunlara kulak veren, dinleyenlerin üzerinde; sanki biz çok aciz ve çaresizmişiz, bizim için yenilgiden, ezilip yok olmaktan başka hiçbir çare ve çıkar yol yokmuş, elimizden hiçbir şey gelmezmiş, hiçbir şey yapamazmışız gibi bir anlam çıkar. Zaten en başından yenilmiş, yok olmuş, bitmiş, tükenmişiz gibi yanlış bir teslimiyet, öğrenilmiş acizlik ve çaresizlik psikolojisi, inancı, kanaati, anlayışı ve sonucu çıkarılır. İnsanlarımızı en başından üstelik de haksız yere öğrenilmiş acizliğe ve çaresizliğe mahkum etmek, onlara yenilgiyi, ezikliği, mağlubiyeti kabul ettirmeye çalışmak çok yanlış ve vebali de çok ağır bir şeydir.

Böyle bir inanç, kanaat ve anlayış İslam’a da, Kur’an’a da, Allah ve Resûlünün bize verdiği değere, öneme, bize bakışına, bizden istediklerine, beklediklerine de, gerçeklere, hakka, hakikate, akla, mantığa, ilme, irfana, bilime kısacası uyması gereken hiçbir şeye uymaz.

Elbette insan olmak, Müslüman olmak, hele de devirlerin, dönemlerin en üstünü olan bu devirde ve dönemde yaşamak, muhatabı olacağımız sınamalardan ve denemelerden başarıyla çıkabilmek kolay bir iş değildir. Ama bir işi Allah, kolaylaştırdıktan sonra o iş ne kadar zor olursa olsun, onda hiçbir zorluk kalmaz. Öte yandan bu devirde yaşamanın, bu dönemdeki sınavların zorluğu yanında ödül ve mükafatı da çok büyüktür. Allah, bu devirde bizim az amelimize bile çok büyük ödüller ve mükafatlar vaat etmektedir.

Allah’ın da Peygamberinin de bize bu yönde çok büyük müjdeleri, vaatleri vardır. Allah’a inanan, güvenen, O’nun hidayetine ve yardımına bel bağlayan kimselere, şeytan da, deccal da, ye’cûc ve me’cûc da, insan ve cinlerden hiçbir düşmanları da Allah’ın izni ve iradesi olmadıkça hiçbir zarar, ziyan, eza ve cefa veremezler. Çünkü Allah onlara bütün şeytanlara, sapıklara, sapkınlara, kendilerini doğru yoldan alıkoymaya ve saptırmaya çalışacak bütün güçlere karşı destekleyecek, onlara yardım edecek, onları koruyacak, onlara doğru yola iletecek ve ayaklarını doğru yolda sabit kılacaktır. Ayrıca Allah, hâlis (ihlâs sahibi) kullarını meleklerle de destekleyeceğini, meleklerin onlara muhâfızlık yapacağını, hak yolda verdikleri savaş ve mücadelelerde, cihadlarında onları dualarıyla hatta fiilen ve fiziken desteklediklerini ve destekleyeceklerini haber vermekte ve müjdelemektedir. (Âl-i İmran, 124, 125; Enfâl, 9, 12; Nahl,/32 vb gibi).

Şeytan ve dostları sürekli dünyanın en güçlüsü kendileriymiş, bütün dünyayı egemenlikleri altına almışlar gibi göstermeye, yaptıkları yaygaralarla, propagandalarla herkesi etki altına almaya çalışırlar. Gerçek Müslümanlar ve Türkler bu yaygaralara, iddialara asla kulak asmaz. Şeytanın ve dostlarının bu yaygaralarına ve propagandalarına çanak tutacak, destek olacak tutum ve davranışlardan, sözlerden ve eylemlerden her Müslümanın ve Türk’ün uzak durması, bu gibi şeylere itibar etmemesi gerekir. Eğer bizler layıkıyla Rabbimizi vekil bilebilir, O’na sığınabilir, Rabbimizin istediği gibi halis müminler olabilirsek bize şeytanlar da, deccallar da, ye’cûc ve me’cûc gibi sapık kişi ve gruplar da en ufak bir zarar veremez. Nitekim Kur’an’dan, Allah’ın has, salih ve ihlaslı kulları üzerinde azgınların başı şeytanın bile hiçbir sultasının, hâkimiyetinin, egemenliğinin olmadığını ve olamayacağını net bir biçimde öğreniyoruz. “(Şeytan Allah’a diyor ki; ‘Senin mutlak kudretine yemin ederim ki; onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım (Sâd, 82-83)”. Allah ise ona şöyle cevap veriyor; “Şüphesiz Benim (mümin) kullarımın üzerinde, senin hiçbir gücün (hâkimiyetin/sultan) yoktur! (İsra, 65)”.  Başka bir ayette ise; “Şüphesiz kullarım üzerinde senin (şeytanın) bir (zorlayıcı gücün) hâkimiyetin (sultân) yoktur. Ancak azgınlardan (ğâvîn) sana uyanlar müstesna.” (Hicr, 42) buyoruyor. Demek ki, şeytanın, zaten azgın ve sapkın olanlara, buna hazır ve teşne olanlara, nefsine, hevesine, şeytanın süslü ve hoş gösterdikleri şeylere eğili olanlara etki edebilir, onları sapıtabilirmiş. Yani şeytanın insanları zorlama, kendi istek ve iradelerine rağmen onları zorla sultası ve egemenliği altına alabilme gücü yoktur.

Peygamber Efendimiz’in; “Bizler en sonra gelmişken, kıyamet gününde en başa geçecek olanlarız (Buhârî).”

“Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır; bilinmez (Tirmizî).”

“Bu din, daima ayakta kalmaya devam edecektir. Müslümanlardan bir topluluk, kıyamet kopuncaya kadar bu din uğrunda savaşmaya devam etmekten asla vazgeçmeyecektir (Buhârİ, Menâkıb 28; İ’tisam 10, Tevhid 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/244, 248) .”

“Ümmetimden Allah’ın emrini yerine getiren bir topluluk sürekli bulunacaktır. Onları aşağılayan veya onlara muhalefet edenler, onlara asla zarar veremeyecektir. Öyle ki Allah’ın kıyamet emri gelinceye kadar bu topluluk insanlara karşı galip gelmeye devam edecektir (Buhari, Menâkıb 28, Tevhid 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/101)

gibi hadis-i şeriflerinden de psilojik bir yılgınlık, öğrenilmiş acizlik ve çaresizlik psikolojisi içine girmemizin anlamsızlığını, yersizliğini, Müslüman’a asla yakışmayan bir inanç, düşünce ve hastalıklı bir durum olduğunu öğreniyoruz.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR