Ana SayfaDinimizDİNİN SİYASALLAŞTIRILMASI

DİNİN SİYASALLAŞTIRILMASI

DİNİN SİYASALLAŞTIRILMASI

Mustafa ATALAR

SİYASAL İSLAM YAFTASI VE SAFSATASI

Müslümanlar, özellikle yüz elli yıldan beri, Batı tarafından ‘İslamcılık’, ‘siyasal İslam’, ‘fundamentalist İslam’, ‘İslami terör’, ‘cihatçı’ gibi suçlamalara ve ithamlara maruz kalmaktadırlar.

Yavuz hırsız ev sahibini bastırır’ misali, Batı’nın bizzat kendisi, tarih boyunca Hristiyanlığı sürekli siyasallaştırmış olmasına rağmen, kalkmış ‘İslam’ın siyasallaştırılması’ kavramını uydurmuştur. Bununla Müslümanları, bir türlü içinden çıkamadıkları bir savunma psikozu içine itmeyi de başarabilmişlerdir. Sonunda Müslümanları, dinleriyle laisizm arasındaki bir açmazda debelenmeye mahkûm etmişlerdir. Hristiyan Batı’nın kendisi bir Hristiyan dünya devleti düşü kurar ve bunu hiç de saklamaz. Var gücüyle Hristiyan bir dünya devletine doğru ilerlemeye çalışır. Müslümanların en azından günümüzde böyle bir çabaları ve hareketlenmeleri gözlenmediği halde yine de dini, yani İslam’ı siyasete alet etmekle suçlananlar hep Müslümanlar olmaktadır.

Oysa İslam, sonradan, yani 19. veya 20. yüzyıllarda siyasal bir tutum içine girmiş ve siyasallaşmış değildir. İslam, insan hayatını bütün yönleriyle kapsayan bir dindir. Yani İslam’ın en başından beri aynı zamanda bir siyasi yönü ve siyaseti de vardı. İslam’ın kendine has siyaseti, öncelikle bu dinin Peygamberinin eliyle tanımlanmış ve uygulanmıştır. Bu da bütün dünyada adaleti, huzur ve barışı temin ve temsil etmeye yönelik bir siyaset anlayışı, düşüncesi ve uygulaması olmuştur.

Oysa: ‘Bir yanağına tokat atana, ötekini de çevir!’, ‘Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya ver!’ diyen Hz. İsa’nın yaşamından da anlaşılacağı üzere, Hristiyanlık başlangıçta asla siyasal bir tutum ve tavır sergilememiştir. Hristiyanlık sadece kişisel erdemlerle ilgili bir dindi. Toplumsal ve siyasal hiçbir iddiası yoktu. Buna rağmen bugünkü Hristiyanlık öyle siyasallaştırılmıştır ki, bu dinin de, bu din adına uygulanan siyasetin de Hazreti İsa ile hiçbir ilgisi kurulamaz. Ortaçağ Hristiyanları gibi, günümüz dünya siyasetinin yavuz hırsızları da Hazreti İsa’nın dinini, dünyevi keyifleri için alabildiğine siyasallaştırmışlardır. ABD, daha bedenlenmesini tamamlar tamamlamaz, Hristiyanlığı siyasallaştırmış ve dünya sömürüsüne alet etmiştir. Kendisine, çıkar ve menfaatlerine aykırı gördüğü ruhsal ve manevi dünyaların her çeşidine düşman olmuştur.

Gelin görün ki Batılılar, yine de Müslümanları, İslam’ı siyasallaştırmakla suçlarlar. Bu sayede, Müslümanların başından beri sahip oldukları Nebevi siyaseti geliştirip uygulamaktan uzaklaştırmaya çalışırlar. Bunun yerine, onlara düşürüldükleri içler acısı durumdan çıkabilmelerini imkânsız hale getirecek zihinsel bir kabız halini siyaset diye yuttururlar. Maalesef bunda da oldukça başarılı olabilmişlerdir. Türkiye’de sadece laik ve sekülerci kesim değil, İslamcı geçinenler bile kendilerini Müslüman halktan yığınlarından farklı bir kategoride görmeye başlamışlar ve bu zihinsel kabız halini benimsemişlerdir.

Batı, bugün tüm dünyada düşünen bir Müslüman’a: ‘O, siyasal İslamcıdır’ dedi mi, onu kendince suçların en ağırı ile itham etmiş olmaktadır. Hele de bu takma adların arkasına bir de, ‘cihatçı’, ‘fundamentalist’ ‘kökten dinci’ gibi sıfatlar da eklendi mi, böylelerinin artık bu ağır ithamları ve suçlamaları üzerlerinden atabilmeleri bir daha mümkün olamaz.

Hristiyan bir dünya devleti kurma düşü kuran Batı, bu yolda savaşan kendi şövalyelerini postmodern bir surette parlatmaktan geri kalmaz. Öte yandan Müslümanların kendi yurtlarını, ülkelerini, topraklarını, özgürlüklerini, bağımsızlıklarını savunmaları bile büyük bir suç sayılır. Bugün Hristiyanlığın tarih içinde nasıl siyasallaştırıldığı hiç konuşulmaz. Buna karşın, İslam’a yönelik Batı kaynaklı siyasallaşma iddiaları ve suçlamaları sürekli gündem konusu yapılır. Bu durum, kuşkusuz Müslümanlardaki bir özgüven eksikliğinin de bir dışavurumudur. Hristiyanlık gibi gerçekte siyaset düşüncesine hiç sahip olmayan bir dini siyasallaştırarak dünyayı kasıp kavuran, yakıp, yıkan, sömüren, buna rağmen laik olma iddiasını da sürdüren Batı’nın, aslında başkalarına hiç söz söylemeye hakları yoktur. Hala Müslümanları suçlamaya, hatta yargılamaya kalkmaları ise kabul edilebilecek bir durum değildir.

Batı kendi korkularını ve paranoyasını Müslümanlara karşı siyasal İslam sopasına dönüştürmüştür. Avrupa’da ve ABD’de tüm bunlar yaşanırken, Türkiye’de insanların bir an önce gaflet uykularından uyanmaları gerekir. İslami geçmişlerinin ve zenginliklerinin farkına varmaları, esasında kendi dinlerinin değil, Hristiyanlık ve Yahudiliğin üstelik de dünyanın geri kalanının mahvı pahasına siyasallaştırıldığını görebilmeleri, buna karşı gereken çarelere ve tedbirlere başvurmaları şarttır.

İslam’ın siyasallaştırıldığı söylemiyle oluşturulan fikri baskı günümüzde çok güçlenmiştir. Oliver Roy’un ‘Siyasal İslam’ın İflası (1994)’, Bernard Lewis’in ‘İslam’ın Siyasal Söylemi (1988)’ adlı kitaplarında bu kurgunun Türkiye zeminindeki inşasını görebilmek mümkündür.

İslam, Hazreti Peygamberden beri bir siyaseti vaz eder. Dolayısıyla Hazreti Peygamberden günümüze İslam’da politik düşüncenin bir tarihi de oluşmuştur. Öte yandan Batının ‘Siyasal İslam’ kalıbıyla suçlama aracına dönüştürdüğü şeyle, İslam’ın siyasi yönünün de hiçbir ilgisi ve alakası yoktur.

İslam’ın, Hazreti Peygamberden bugüne gelen siyaseti, asla yıkıcı, bozucu değil, yapıcı ve dengeleyici bir siyasettir. Müslümanlar İslam’ın bu huzur, barış ve mutluluk kaynağı siyasetini bütün dünyaya göstermek zorundadırlar. Ama ne yazık ki bundan kendi insanlarımızın bile haberi ve bilgisi yoktur. Kendi insanımıza ve bütün dünyaya bu göstermekte entelektüellerimize çok büyük ve önemli görevler düşmektedir. Ancak bizim entelektüellerimizin önemli bir kesimi, maalesef Batı tarafından kurgulanmış, uyduruk bir ‘Siyasal İslam’ söyleminin peşine takılmış gidiyorlar. Bazıları İslam’ı tümden dışlamış, onu ‘iyi huylu bir hayat arkadaşı’ olarak bile görmekten uzaklaşmışlar. Kimisi de: ‘Biz siyasal İslamcı değiliz!’ diyerek itibar devşirmenin telaşına düşmüşler. Halkın ve aydınların büyük çoğunluğu ise gerçekten kim olduklarını, ne olduklarını, gittikleri yolu, hatta kendilerini bile unutmuşlar.

Osmanlılara ve İslam’a ilişkin bazı sözde övücü sözleriyle tanınan A. Toynbee bile çok katı bir Hristiyan Dünya Revleti düşüyle dopdoludur. Neyle karşı karşıya olduğunun farkına varmak istemeyen bugünkü Türk entelektüeli ise, ne yazık ki, fikri ve siyasi oyunların sadece siyasiler tarafından kurulduğunu zannediyorlar.

Batı, Türkiye’de İslam’ın bu hale getirilmesinden, Türklerin kalpleri, gönülleri, kafaları iyice bulandırılarak İslami tefekkürden bu kadar uzak düşürülmesinden son derece memnundur. Çünkü İslam’ın yeniden siyasi bir tez haline gelip, dünyayı etkilemesi ve kuşatması onların hiç işlerine gelmemektedir. Çünkü bunu Hristiyanlığın siyasallaşması için hiç de iyi bir şey görmezler.

Batı, ayrıca İslam’ın önünü kesemeyeceğinin, onu engelleyemeyeceğinin de çok iyi farkındadır. Bu sefer de Türkiye’de İslamcılık eğer bir canlanma kaydedecekse, bunun da kendi istediği şekilde ve yönde olması için gayret göstermeyi tercih etmiştir. Batı, Türkiye’deki ve dünyadaki İslamcılık hareketlerini kendi doğal mecrasından saptırıp, modern ve postmodern anlayışa uygun ve uyumlu hale getirmek istiyor. Buna göre de işine yarayabilecek bir İslamcılık kurgulayabilmek için farklı oyunlar, taktikler ve stratejiler uyguluyor.

Ne yazık ki bütün dünyaya baktığımızda çoğu günümüz İslamcılarının ufuklarını bile Batı’nın belirlediğine şahit oluruz. Bu tür sözde İslamcılar, aslında siyasallaşanın İslam değil, Hristiyanlık olduğunun bile farkında değillerdir. İslam’ı ve İslam siyasetini anlayabilmekten de, bin yıldır İslam’ı siyasetlerinin merkezine oturtmuş Türk Milletine ve Türkiye’ye anlatabilmekten de çok uzaktadırlar. Çünkü bunlar da Batı’nın kendilerine çizdiği bir İslamcılık çerçevesi içine hapsolup kalmışlardır. Bunların büyük çoğunluğunun bütün çaba ve gayretleri, Batılılara karşı kendilerini sürekli savunup aklamaya çalışmaktan ibarettir. Sürekli kendileriyle ilgili söylentilerin doğru olmadığını, kendilerinin sanıldığı gibi siyasal İslamcı olmadıklarını anlatmaya ve ispat etmeye uğraşırlar. Türkiye’deki bazı İslamcı geçinenlerin bütün derdi, tasası da İslami düşünceyi ve her şeyi Batı’nın istediği kalıba döküp, şekillendirmek, İslam’ı da protestanlaştırmak üzerine kurgulanmıştır.

BATIDA SİYASAL HRİSTİYANLIK

Batı, bizde iddia edildiği gibi hiç de laik değildir. Kemal Karpat Fransa’nın sözde laikliği için şunları söyler: ‘Hristiyanlık sömürge yayılmacılığının ideolojik silahı olarak kullanılırken, İslam tam aksine dini (yani İslam’ı) sömürgeciliğe karşı bir savunma silahı olarak kullanmıştır. Fransa bir yandan pan-İslamcılığı kınarken, kendisi Suriye’de ve başka yerlerde, dini kampanyaların en bağnazını yürütmüştür. Fransa’da Fransız aydınları, -bazı Fransız teşkilatı ajanları dâhil- sayıları gittikçe artan Osmanlı siyasi mültecilerine (çoğu Jön Türkler diye bilinen Müslüman aydınlar) daha sonra sekülarizm diye bilinecek olan din düşmanı pozitivizmi aşılamaya çalışmışlardır.’

Batı, yüz yıldan fazla bir süredir, Türkiye’de İslami her normalleşmeyi ‘Siyasal İslam’ adıyla yaftalayarak incelemeye almıştır. Bugün de geçmişte olduğundan farklı bir tutum içinde değildir. Bugün Avrupa ve Amerika’nın siyasetini çekip çeviren güç, siyasallaşmış Hristiyanlıktır. Siyasal Hristiyanlık, ABD’ye tam anlamıyla hâkim durumdadır. ABD’de toplumsal yaşama, bağnaz Hristiyan kiliseler şekil verirler. Okullar, üniversiteler, toplantılar rahiplerin duasıyla açılır. Devlet okullarının diploma törenleri, kilise ayinleri eşliğinde yürütülür. Söz gelimi sağlık sektörü, ‘Methodist’ denilen Protestan yapının büyük oranda kontrolündedir. Mormonlar, Yahova Şahitleri, Mooncular daha çok dile getirilse de gerçekte bütün bu gruplar, ABD’nin siyasallaşmış Hristiyanlığının yalnızca göz önündeki ve daha fazla görünebilen bileşenleridir. Bu dini yapılar, ‘ABD devlet idesi’ için var güçleriyle çalışırlar. ABD’de dini yapılar, devletle tam bir uyum içindedir. Avrupa’da da durum farklı değildir. Fransa’da Marksistler, din düşmanlığını çoktan bırakmışlardır. Jakobenler, sağcılarla işbirliği içindedir. Batı, kendi çıkarları için tarihi okumakta ve yeniden yorumlamaktadır. İngiltere, Fransa ve Almanya, devlet ideleriyle hemhal olmuş bir dini siyasallaşmadan en laik oldukları dönemlerde bile hiç kopmamışlardır.

BATI’NIN AVRUPA BİRLİĞİ DÜŞÜ

Avrupa Birliği ideali, Batılı entelijansiyanın çağlar boyunca gördüğü en büyük düş ve hayal olmuştur. Bunu büyük ölçüde gerçeğe dönüştürmeyi de başarabilmişlerdir. Bu gerçeği sürekli hatırda tutmadıkça, Türkiye ve Avrupa arasında yaşanan sorunların ardında yatan temel sebepleri doğru anlayamayız. Batı, kendi tarihi kader çizgisi doğrultusunda seyredebildiği ve bunu savunan bir entelijansiyaya sahip olabildiği için ortak bir düş görebilmiştir.

Biz ise, çeşitli nedenlerle, kendi tarihi kader çizgimizden uzak düşürülmüş haldeyiz. O kader için ömrünü adayan, kendi düşlerini görüp öylece göçüp giden entelektüellerimiz olduysa da maalesef bizim bir entelijansiyamız olamamıştır. Bu gerçeği en doğru ve en net bir biçimde görebilen çizgi üstü ve sıra dışı nitelikli entelektüellerimizden biri de merhum Ali Yakub Cenkçiler Hoca’ydı. Fakat ona da ülkemizde maalesef hizmet edebilme imkanı verilmemiş, önüne akıl almaz engeller konulmuştur. O, milletimizin tarihi kader çizgisine dönebilmesi için ömrünü adamış bir dava ve ideal adamıydı. Bunu ortak bir düşe, ideale çevirebilmek, ülkemizde sağlıklı bir entelijansiya oluşumuna katkıda bulunabilmek için gecesini gündüzüne katarak durmadan çalışmıştı.

Entelektüeller, sırf büyük fikir ve ideallerle ilgilenen ve bu fikirlerin ilginç ve dikkat çekici olması için uğraşan aydın kimselerdir. Entelijansiya ise, belli toplumsal fikirler ve idealler etrafında birleşmiş, serbest eleştiriye, bilimsel özgürlüğe inanan, gericiliğe de tutuculuğa karşı, ifrat ve tefritten uzak, siyasal, toplumsal ve hukuki meşruiyet, insan hakları, makul ve makbul bir ekonomik ve toplumsal düzen için mücadele eden, bunu ortak bir dava edinen, bu uğurda birbirlerini yoldaşlar, gönüldaşlar olarak gören kişilerdir.

Avrupa’da Rönesans’tan beri yaşanan toplumsal ve siyasal değişimler, hep entelijansiyanın gayretlerinin ürünüdür. Çağlar boyunca sürüp gelen Avrupa Hristiyan Birliği ideali de bu amaç ve gayretlerin en üstündeki yerini almıştır.

Avrupa Birliği ideali ile yanıp tutuşanlardan biri de, Avusturyalı ünlü romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı Stefan Zweig (1881- 22 Şubat 1942) idi.

1932 yılında Floransa’da verdiği ‘Tarihsel Gelişimi içinde Avrupa Düşüncesi’ başlıklı konferansında; Avrupa kültürünü, görkemli bir ortaklık olarak gördüğünü, bu ortaklığın dilekte ve yaşamda birliğe yönelik bir özlemi ifade ettiğini ifade etmişti. O, Avrupa Birliğini, bir Babil Kulesi’ne benzetiyordu.

Avrupa Birleşik Devletleri düşüncesinin hem politik, hem de politikalar üstü bir sisteme dönüşmesi ilk kez 19. yüzyıl başlarında olmuştur. Avrupa’da sürekli yaşanan savaşlar, bu birliğe dair isteğin coşkusunu artırmıştı. Bu uğurda şiirler yazan Emil Verhaeren, (1855-1916) Batı entelijansiyasına şöyle sesleniyordu:

O zaman sizler, düşünürler, bilginler, siz ustalar,

Sizler bulacaksınız gelecek zamanların kurallarını…

1916 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, Fransız yazar Romain Rolland, (1866-1944), on kitaptan oluşan, uluslararası üne sahip, dört ciltlik Jean Christophe adlı anıtsal romanını 1903-1912 yılları arasında yayımlamıştır. Bu romanın başkahramanı da, ‘Avrupa Birleşik Devletleri’ için hiç durmadan mücadele eden idealist bir kişilikti.

Zweig, Avrupa Birliği idealinin önündeki en büyük engelin ulus devletçi güçler olduğuna işaret etmiş ve bunların hareket halinde olduklarına şu sözlerle değinmişti: ‘Ulus devletlerle devletler üstü Avrupa Devleti arasındaki kavga sorunu, özellikle içinde bulunduğumuz zaman diliminde tarihin dramatik bir noktasına tırmanmış durumdadır.’ O, bu sözleriyle yaklaşmakta olan Hitler iktidarı tehlikesine dikkat çererek Batılıları uyarmaya çalışmıştı.

Stefan Zweig’ın eserleri 1933’te Naziler tarafından yakıldı. Ülkesini terk eden Zweig, 1941’de Brezilya’ya yerleşti. Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntülere, İkinci Dünya Savaşının ruhunda uyandırdığı acılara ve düş kırıklıklarına daha fazla dayanamadı. 22 Şubat 1942’de Rio de Janeiro’nun Petropolis  kentindeki evinde, karısı Lotte ile birlikte uyku hapları içerek intihar etti. O, Hitler’in ve mevcut dünya düzeninin artık kalıcı hale geldiğini sanıyordu. Kendi dünyasının bir daha asla var olmayacağı düşüncesinin verdiği karamsarlığın onu bu intihara sürüklediğine inanılmaktadır.

Bu kadar büyük hayal kırıklıklarına, başarısızlıklara ve engellere rağmen Avrupa entelijansiyası, Avrupa Birliği idealinin ve düşünün peşini hiç bırakmamıştır. İkinci Paylaşım Savaşının acılarının hemen üstünde, Avrupa Birleşik Devletleri ideali yeniden yükselmeye başlamış ve sonunda da büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Bir entelijansiyadan mahrum bırakılmış İslam âlemi ve Türk Milleti için de bu ibretlik bir serüvendir.

AVRUPA NASIL BİR TÜRKİYE İSTİYOR?

Avrupa Birliği ideali içinde, acaba nasıl bir ideal Türkiye anlayışı vardır? Yani Avrupa nasıl bir Türkiye istiyor?

Salvador de Madariaga, ömrünü birleşik Avrupa ideali yolunda harcamış, özellikle 1950’li yıllarda Avrupa Birliğinin oluşumu için verdiği entelektüel çabalarıyla tanınan Batılı bir entelektüeldi. Avrupa’nın Portresi adlı kitabında, Avrupa’nın nasıl bir Türkiye istediğini de net ifadelerle ortaya koymaktadır. Ona göre, Türk devrimlerinin ilhamı, Londra ve Paris’ten geldiği müddetçe Türkler, Yunanlılardan da daha çok Avrupa’nın bir parçasıdır.

Toynbee de 1926’da yayımlanan Türkiye ve Avrupa adlı kitabının daha ilk cümlesinde şu ifadeleri kullanır: ’29 Ekim 1923’te, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin bir kararıyla doğan, Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş anıttır.’ Batılı entelijansiya için, yeni kurulan Türkiye’nin, geçmişteki Türk devletlerine hiç benzememesi, onlardan farklı olması son derece takdire şayan bulunmuştur.

Kısacası Avrupa Birliğinin idealindeki Türkiye, geçmişinden, özünden, İslami tefekkürden kopmuş bir Türkiye’dir. Başlangıçta Türklerin İslami tefekküre ve İslami yaşantıya bir daha asla dönememesi istenirken, zamanla işlerin biraz değiştiği görülmektedir. Avrupa tarafından, Türklerin artık İslami tefekküre bir daha dönememesi şartıyla, İslami yaşantıya dönebilmeleri katlanılabilir bir durum olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Ama Türklerin İslami tefekküre dönmesinin engellenmesi konusundaki katılık ve tahammülsüzlük hiç azalmamış, tam tersine gittikçe daha da artmıştır. Onların ardı sıra gelen bugünün Batılı entelijansiyasının görüşü de bundan farklı değildir. Nitekim görünüşte İslami yaşantısı olan ama İslami tefekkürün semtine bile uğramayan FETÖ benzeri örgütlerin Avrupa tarafından kullanılabilir bulunması, bu yüzden de bu kadar çok sevilmesi hiç de boşuna değildir.

Çünkü Avrupa çok iyi bilmektedir ki Türkler, İslami tefekküre dönerse tarihin seyri çok başka türlü olacaktır. Avrupalılar, Türklerin ilk defa Müslüman olmakla tarihin seyrini nasıl değiştirdiklerini, bizim sözde entelektüellerimizden çok daha iyi bilmektedirler. Nitekim ünlü Avusturyalı tarihçi ve müsteşrik Josef von Karabacek’e göre; dünya tarihinde, Türklerin gönüllerinin İslam’a açılarak neredeyse toptan Müslüman olmaları, Müslüman olarak tarih sahnesine çıkmaları gibi, başlangıçta ve dışarıdan bakıldığında son derece normal, basit, sıradan ve önemsiz bir olay gibi görünüp de; doğurduğu sonuçlar ve meydana getirdiği etkiler itibariyle bu kadar büyük ve önemli olan başka bir olay hemen hemen yok gibidir (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, s.140).

Türk Milletinin, Müslüman olmasının, Türk tarihi ve dünya tarihi açısından ne kadar büyük ve önemli sonuçlar doğurduğunu çok iyi bilen Avrupalılar, Türklerin tekrar İslami tefekküre dönmelerinin doğurabileceği sonuçları ve etkileri de çok iyi hesap edebiliyorlar. Bu yüzden de bunu engelleyebilmek için var güçleriyle çalışıyorlar. Bu da son derece doğal ve anlaşılabilir bir durumdur. Önemli olan bizim entelektüellerimizin üzerine düşeni yapıp yapmadığı ve bu ideal doğrultusunda güçlü bir entelijansiya vücuda getirip getiremediğimizdir.

Avrupa Birliği, tarihi tecrübelerin net bir biçimde gösterdiği gibi, önce Türk milletinin, ardından da Türk devletinin İslami tefekküre meyletmesini, asla kabul edilemez, uykularını kaçırabilecek kadar korkunç bir kabus olarak görmektedir. Türkiye ne zaman tarihi kader çizgisine dönmek istese hemen şok doktrinleri devreye sokulur. Buna engel olunmaya ve Türkiye tam anlamıyla kontrol altında tutulmaya çalışılır. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, Türkiye’nin ve Türkelerin her zaman kontrol edilemez, dizginlenemez, engellenemez bir güç haline gelebileceği Batı’nın gözünden hiç kaçmayan, uykularını kaçıran bir durumdur.

TÜRK DERİN MİLLETİNİN GÜCÜ

Tarih boyunca, Türk Milletinde bütün büyük değişimler hiçbir zaman tavandan tabana, yani yukarıdan aşağıya doğru olmamıştır. Tam tersine her zaman aşağıdan yukarıya doğru olmuştur. Örneğin Türk Milletinin İslam’la şereflenmesi, İslam medeniyetine dâhil olması, İslam’ın bayraktarlığını üstlenmesi de hep böyle olmuştur. En büyük oluşlar önce milletin özü ve cevheri durumundaki Türk karabudunda, Türk derin milleti içinde neşv ü nema bulmuştur. Ondan sonra üst yönetimi, liderleri etkilemiş, milletin arzularına uymayan, tersi bir yol izlemeye kalkan yöneticiler bir şekilde tasfiye edilerek, yerlerine milletiyle barışık olanlar iktidar mevkiine getirilmiştir.

15 Temmuz da göstermiştir ki, Türk Milleti devletinin tarihi kader çizgisine dönebilmesi için canını, malını her şeyini feda etmeye her zaman hazırdır. Asırlardır bu idealin, ülkünün, ortak amacın entelijansiyalığı görevini de milletin bizzat kendisi, yani derin millet üstlenmek zorunda kalmıştır. Ancak artık devletin de milletin bu ağır yükünü hafifletmesi, her alanda milletin özüyle, ruhuyla, inanç ve idealleriyle barışık, bu millete ve ideallerine layık bir entelijansiya oluşturulması hayati önemde bir meseledir. Bunun için gerekli gayret ve çabalar artırılmalıdır. 15 Temmuz’da devlet, nasıl bir millete sahip olduğunu net bir biçimde görebilmiştir. Milletin de devletini istediği, arzu ettiği gibi görmesinin zamanı ise çoktan gelmiştir.

TÜRK DEVLET ALGISI

Tarihin yüzlerce yıllık seyri içinde oluşmuş bir ‘Türk devlet algısı’ vardır. Ancak bunu lağvetmeye yönelik uğursuz çabaların, Türkiye’de yüz elli yıldan beri yoğunlaştığı ve epeyce de mesafe kaydedildiği de bir gerçektir. Türkiye’de sol tandanslıların büyük çoğunluğu da ‘Türk devlet algısı’nı tart etmek için ellerinden geleni fazlasıyla yapmışlardır. Türk solunun geniş kesimi de, esasen onlara kim daha fazla keyif ve haz verirse ondan yana olmuştur. Onlara göre Türk halkı, devletini ‘ebet müddet’ şeklinde algıladığı sürece o devletin bir devrimle yıkılması mümkün olamayacaktır. Bu yüzden C. Bukowski’nin hedonist anarşizminden, M. Foucault’nun ‘iktidar’ kuramına kadar her yol denenerek ona karşı türlü şekillerde mücadele etme yolu izlenmiştir.

Türkiye’deki çoğu liberal çevreler ve bağnaz laik güçler ise derin millete karşı solcularla da sessiz bir anlaşmaya varmışlar, işbirliği içinde olmuşlardır. Bunlar, Türk Milletinin, Türk devlet algısını benimseyenlerin söylemlerini de hep bir ağızdan ‘vatan, millet, Sakarya’ edebiyatı gibi söylemlerle aşağılamaya, değersizleştirmeye, karikatürize etmeye çalışırlar. Türk Milleti’nin, yüzlerce yıllık süreç içinde oluşan ‘Türk devlet algısı’ndan uzaklaştırılmasını isterler. Bütün dünyadaki Avrupa, ABD ve Rusya gibi devletlerin ise izledikleri siyasetle, kendi ‘devlet miti’nden asla vazgeçmediklerini net bir biçimde ortaya koymaları dikkat çekicidir.

Türkiye, tarihin içinden getirdiği ruhuyla bir haz ve keyif ülkesi değil; bir görev ve sorumluluklar ülkesidir. Bu nedenle sadece sol kesim içinde değil, milliyetçi, muhafazakar, dindar çevreler içinde de keyif ve haz ehli olanlar, Türkiye’nin ve Türk Milletinin ruhunu anlayamazlar. Böyleleri sürekli Türkiye dışında kaçacak ve sığınacak yer alırlar.

Türkiye bu milli ruha sahip Türkler için vazgeçilmez bir sevgilidir. Bu nedenle Türkiye dışına düşmüş ama bu milletin ruhundan kopmamış her Türk, Türkiye’yi sayıklar durur. İlk fırsatta ülkesine dönmenin çarelerini arar. Bu dönüş, aslında Türkiye’nin ruhuna dönüştür. Bu bir zihniyet meselesidir.

Türkiye, asırlardan beri, insanlarımız kendi öz kimlik ve kişiliklerinden kopsunlar, milli ruhlarını kaybetsinler, ehli keyif ve haz dolu bir yaşam sürmeyi, hayatlarının hedefi ve amacı haline getirmiş biyolojik insan şekilli içi boş ve kof yığınlara dönüşsünler diye, ardı arkası kesilmeyen büyük saldırılara maruz kalıyor. Geçim derdine düşmüş insanları, kendini ve boyunu aşan görevlere çağırmak ve çekmek elbette kolay değildir. Ama Türk insanı, her şeye rağmen, en imkansız şartlarda, en büyük yoksunluk ve yoksulluklar içinde bile bu milli ruhunu çok önemsemiştir.

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Batılı ulus devletlerin kendi ‘devlet miti’nin tüm dünyada yol açtığı büyük felaketler karşısında, en büyük paniğe ve korkuya kapılanlar da yine bizzat Batılılar olmuştu. Bu yüzden de, Avrupa, çok sevgili ‘Europa’sında, bir daha kan akmaması için derhal AB idealini inşa etmenin yollarını aramış, bu yönde adımlar atmıştır.

Batılı düşünürlere göre de; sadece felsefe, dil ve sanat, insanı özgürleştirme görevini yerine getiremez. Bu durumda en ilkel dini mitler bile insanlar üzerinde kendi hükümranlığını kurabilir.

T. Carlyle’in tarihte kahramanların rolü üzerine söyledikleri, Gobineau’nun ırkların eşitsizliği hakkındaki görüşleri, 20. yüzyılda Hitler ve benzerlerini doğurmuştu. Mitler, aklın uyuşuk olduğu dönemlerde sadece gündelik hayatta değil, siyasi hayatta da etkili olurlar. Günümüzde siyasi mitler, ilkel toplumlardaki büyülerin, efsanelerin yerini tutuyor.

Türk entelektüelleri de bu tür ‘Aydınlanmacı’ görüşleri çok sevdikleri için, ‘Türk devlet algısı’nı da bu tür mitler arasında değerlendirerek etkisiz hale getirmeye, yıkmaya çalışmışlardır. Fakat Amerika’da soğuk savaş döneminin ‘Amerikan devlet miti’ bundan hiç etkilenmediği gibi, ‘SSCB miti’ ve ‘Avrupa Birliği miti’ de hiç etkilenmemiştir.

Batı siyasi düşüncesi, ‘devlet’ gerçeğini basit bir organizasyon olarak görmediği için, asla kendi mitinden kopmamıştır. Başka milletlerin entelektüelleri, kendi devlet mitlerini zamana göre yorumlayıp, daha etkili hale getirmeye uğraşırken, Türkiyeli okumuşların yüzlerce yıllık, kıtalara yayılmış ‘Türk devlet algısı’nı ‘dövlet’ diye telaffuz ederek karikatürize etmeleri yazıklanacak bir durumdur. Türkiye Cumhuriyetinin son elli yılında beş büyük askeri darbe görmesinde de bunun önemli etkileri vardır.

Belli bir eğitim seviyesindeki Avrupalı okur için oluşturulmuş bir devlet algısı vardır. Bu uğurda, pek çok bilginin de bu amaç doğrultusunda sistemli bir şekilde çarpıtılmasından da geri durulmamıştır.

Batılıların siyasal İslam’ın yükselişine dair iddialarını, her zaman yolsuzluk suçlamaları izlemiştir. Son dönemlerde ‘dini ve siyasi yobazlığın canavar tohumları’nın nelere sebep olduğunu kanıtlamak için, oryantalistlerini güdümündeki ilahiyatçılar üzerinden yürütülen ‘dini yobazlığın canavar tohumları’ aşamasını yaşıyoruz.

Batılıların, Türkleri Avrupa’dan atma, giderek Anadolu’dan da sürme, sürülemezlerse nesillerini iğdiş edilmiş alıklar haline getirmeye yönelik düşüncelerini anlamamak ahmaklıktan başka bir şey değildir. Buna rağmen ne yazık ki, Türkiye’deki insanların bazılarına, üzerinde yaşadıkları toprakların maruz kaldığı saldırıyı anlatabilmek hala mümkün olamamaktadır. Oysa son yüz elli yılın düşünce tarihi göstermektedir ki, Avrupalı gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, düşünürler mesele Türkiye olduğunda laik, seküler, sosyalist bakış açılarını hemen ve kolaylıkla terk ederler ve hepsi gözü dönmüş birer haçlı neferine dönüşür.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR