Ana SayfaDinimizTÜRK ADI VE TÜRKLÜK

TÜRK ADI VE TÜRKLÜK

TÜRK ADI VE TÜRKLÜK

Mustafa ATALAR

İSİM/AD KONUSU

Canlı ve cansız bütün varlıkları, kavramları, duyguları, düşünceleri karşılayan, onları anmaya, tanımaya, birbirinden ayırmaya yarayan kelimelere isim (ad) deniyor.

İsim/ad konusunda çoğu birbirine zıt pek çok anlayışlar, düşünceler, genellemeler ve kabuller vardır. Örneğin, ‘İsim kaderdir!’ gibi genellemelerden tutun da ‘İsimlerde mana aranmaz!’, ‘Kavimlerin ismi olmaz, sıfatları olur!’ gibi birbirine zıt, birbirini çürüten genellemelere kadar çok farklı önyargılara, görüşlere değişik kaynaklarda rastlanabilmektedir.

İsimlerin kişiler ve kişilikler üzerinde çok büyük etkilerinin olduğu, kişinin adı ile huy ve karakteri, kimlik ve kişiliği, sağlığı, tutum ve davranışları, başarı ve başarısızlık durumu arasında çok önemli ilişkiler ve bağlar bulunduğu, her insanın aldığı ismin az veya çok onun psikolojisine, karakterine, ruh dünyasına, sağlığına, tutum ve davranışlarına yansıdığı, dolayısıyla kişinin kaderi üzerinde adının da etkili olduğu yönünde insanlık tarihi boyunca farlı görüş, düşünce ve iddialar, tartışmalar çok olmuştur. Başta Antik Mısır ve Roma kültürü olmak üzere birçok toplumda ve kültürde insanın adının kaderine etki ettiğine dair oldukça kuvvetli bir inanç vardı. Öyle ki Romalılar, ‘Nomen est omen!’ (İsim kaderdir!) diyecek kadar isim konusuna önem verirlerdi. Kaderin isme bağlı ve bağımlı olduğu, ismin kaderi de belirlendiği iddiasının fazla abartılı bir iddia olduğu ortadadır. Eğer öyle olsa aynı ismi taşıyan herkesin, bütün Ayşelerin, Fatmaların, Hasanların, Hansların, Johnların kaderlerinin de aynı olması gerekirdi ki, gerçek durum hiç de öyle değildir. Öte yandan isim konusunu çok basite indirgemek, gereksiz bir ayrıntı gibi görmek, önemsiz saymak da en az insanın kaderini tamamen ismine bağlamak kadar yanlış bir anlayıştır.

Allah tarafından bize Kur’an-ı Kerim’in değişik ayetlerinde isimlerin de güzellerinin ve çirkinlerinin, iyilerinin ve kötülerinin bulunduğu, Müslüman adının Allah tarafından verilmiş güzel bir isim olduğu haber verilmektedir. Öte yandan en güzel isimlerin Allah’a ait olduğu bildirilerek, bizim de O’nu en güzel isimleriyle anmamız ve kendisine bunlarla dua etmemiz istenmekte, müminlerin birbirlerine kötü adlar ve lakaplar takmamaları, birbirlerini çirkin lakaplarla çağırmamaları öğütlenmektedir.  

“En güzel isimler Allah’ındır, O’na o isimlerle dua edin! O’nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın! Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir (Araf Suresi, Ayet: 180).”

  “Bundan önceki kitaplarda ve bu Kur’an’da size Müslümanlar (Allah’a teslim olanlar) adını veren O’dur (Hacc Suresi, Ayet: 78).”

“Birbirinizi ayıplamayın; birbirinize kötü lâkaplar takmayın! İmandan sonra fasıklıkla anılmak ne kötü isimdir! (Hucurat Suresi, Ayet:11).”

İSİM, İSİM VEREN VE VERİLEN İLİŞKİSİ

İsmin ne olduğu, nasıl bir isim olduğu kadar, kimin tarafından verildiği de çok önemli bir husustur. İsim verme olayında, ismi verenle isim verilen arasında bir ünsiyet ve bir bağ oluşur. İsim ile isimlendirilen arasında az veya çok, bizim görebildiğimiz veya göremediğimiz, bilebildiğimiz veya bilemediğimiz ilişkiler vevisimlerin şahıslar üzerinde önemli etkileri vardır. Tevrat’ın Tekvin bölümünde Hazreti İbrahim’in ilk isminin Avram olduğu, ancak bizzat Allah tarafından isminin Abraham’a (İbrahim) çevrildiği belirtilir. Allah İbrahim’i yol açan, iz bırakan, bir dost edinmişti (Nisa Suresi, Ayet: 125).

Peygamber Efendimizin en meşhur ve en has ismi olan Muhammed adı fetret devrinde, Araplar arasında bilinen ve kullanılan bir isim değildi. Doğacak oğluna Muhammed ismini koyması, Peygamberimizin annesi Amine’ye rüyasında bildirilmişti. Hz. Âmine bu olayı şöyle anlatır:
“Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyamda karşıma bir zat gelip bana dedi ki: ‘Ey Âmine! Bil ki, sen insanların en hayırlısına ve bu ümmetin Efendisine hamilesin. Halini hiç kimseye açma!  Onu dünyaya getirdiğinde: ‘Onu, bütün hasetçilerin şerrinden koruması için tek olan Allah’a sığınırım!’ de ve adını Muhammed koy!”

Âmine Hatun, Efenmizi (SAV) dünyaya getirince gördüğü rüyayı kayınpederi Abdülmuttalib’e anlattı. O da Peygamberimizin (SAV) doğumunun yedinci günü onu kucağına alarak Kâbe’ye götürdü. Yüce Allah’a şükür ve dua etti. Torununun doğumu şerefine develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç kez yemek yedirdi. Ayrıca Mekke’nin her mahallesinde develer kesilerek etleri dağıtıldı. Bunlardan insanların, kurtların, kuşların da yararlanmaları sağlandı.

Kureyşliler, ziyafet sırasında Abdülmuttalib’e:

  • Ey Abdülmuttalib! Doğumu sebebiyle bizlere ikramlarda

bulunduğun bu oğluna ne isim verdin?” diye sordular. Abdülmuttalib:

  • Muhammed ismini taktım!’ deyince, daha önce hiç

duymadıkları bu isim onları çok şaşırttı. Ona bu sefer de:
– Niçin, aile halkından veya atalarından birinin ismini takmadın da, bu ismi verdin? diye sordular. Abdülmuttalip:
– Allah, onu yerde ve gökte övülmüş kılsın diye bu ismi verdim! cevabını verdi.

Peygamber Efendimizin (SAV) en çok anılan ve en meşhur isimleri Muhammed ve Ahmed’dir (SAV). Ancak Peygamber Efendimizin (SAV) daha pek çok güzel isimleri de vardır. Bunlardan bazısı bizzat Yüce Rabbimiz (CC) tarafından Kur’ân-ı Kerim’de zikir buyurulmuş, bir kısmı Hadis-i Şeriflerle Peygamber Efendimiz (SAV) tarafından açıklanmış, bir kısmı da önceki Peygamberlere gönderilen kitaplarda zikredilmiştir.  Peygamber Efendimizin ‘Muhammed’ (SAV) ism-i şerifleri, Kur’ân-ı Kerim’de dört yerde (Âl-i İmrân Sûresi, Ayet: 144, Ahzab Sûresi, Ayet: 40, Muhammed Sûresi, Ayet: 2, Fetih Sûresi, Ayet: 29); Ahmed (SAV) ism-i şerifleri ise bir yerde (Saff Suresi, Ayet: 6) zikredilir.

“Meryem oğlu İsa’nın da şöyle dediğini hatırla: ‘Ey İsrailoğulları! Ben, size gönderilmiş Allah’ın bir elçisiyim.  Benden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında (ismi en çok övülen) bir elçiyi müjdeleyici olarak gönderildim (Saff Suresi, Ayet: 6).”

Peygamber Efendimizin (SAV) mübarek isimlerinden hemen hemen her Müslümanın bildiği dört tanesi, ‘Muhammed, Mustafa,  Ahmed ve Mahmud (SAV)’dur. Peygamber Efendimiz, daha dünyayı teşrif etmeden önce isim ve sıfatlarıyla biliniyordu. Her peygamber kendi ümmetine ondan bahsetmişti. Hz. İsa onu İncil’de Ahmed olarak müjdelemiş, Tevrat’ta adı Ahyed olarak geçiyordu. Ehl-i Kitap onun gelmesini dört gözle beklemekteydi; ancak kendi toplumları içinden çıkmadığı için inkâr ettiler. Kur’an-ı Kerim bu duruma şöyle dikkat çeker: “Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (Peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla birlikte, içlerinden bir zümre, bilip durdukları halde gerçeği gizliyorlar (Bakara Suresi, Ayet:146).

Peygamber Efendimiz (SAV), ashabından İslam inancına aykırı, kötü, anlamsız veya olumsuz anlamlara gelen isimleri olanların bu isimlerini daha güzel isimlerle değiştirirdi. Ashabına da ‘Çocuklarınıza güzel isimler verin! Onları güzel isimlerle çağırın ki onlar da güzel bir şekilde anılsınlar!’ yolunda tavsiye ve buyruklarda bulunurlardı. Dolayısıyla isim konusu hiç de boş, anlamsız ve gereksiz görülemez. İsimlerin ezelde takdir edildiğine, isimle isimlendirilen (müsemma) arasında manevi bağlar bulunduğuna dair ciddi ve dikkate değer görüşler de vardır.

İnsan kendisine bir isim konulmasıyla isim koyanların ve isimlilerin dünyasına katılır. İsim, aynı zamanda adlandırılan kişi ile ait olduğu toplum arasında imzalanmış bir akit niteliği de taşır. Kişi, bu adla sembolik bir akdin tarafı olur. İnsan, isimlendirildiği adla beraber bazı değerleri ve davranış kodlarını da yüklenir; aradaki ilişkiler buna göre belirlenir. Bir kişiye veya eşyaya isim verilmesiyle eşya, kişi ve toplum arasındaki ilişkiler yeniden tesis ve inşa edilir.

Bazı insanların tek bir ismi olmaz, tek bir isimle yetinmezler. Yüklendikleri görev ve sorumluluklar, taşıdıkları üstün özellikler/nitelikler nedeniyle bunları ifade edebilecek çok farklı isimlere de sahip olabilirler. Örneğin Peygamber Efendimiz (SAV), Kur’an-ı Kerim’de Muhammed ve Ahmed isimlerinden başka; bizzat Yüce Allah tarafından Resul, Nebi, Şahid, Beşir, Nezir, Mübeşşir, Münzir, Raûf, Rahîm, Musaddık, Müzekkir, Müddessir, Rahmet, Nimet, Hâdî, Hak, Nûr, Kerîm, Mübîn, Yasîn, Tâhâ, Abdullah, Dâî ilallah, Sirâc, Münîr ve Hâtem’ün-Nebiyyîn… gibi isimlerle de zikredilmiştir. Aslında her insan, ömrü boyunca hep daha yeni, güzel, daha iyi ve daha anlamlı isimler, unvanlar, namlar, sanlar kazanmak ve bunları hak etmek için büyük çaba ve gayrtler içindedir.

İsimlerle ilgili ve bağlantılı konular üzerine eski kıyafet ilmi kitaplarından, atasözlerine ve deyimlere kadar çok geniş bir literatür bulunmaktadır. Bir adama kırk gün deli desen, deli olur, atasözü ismin isimlendirilen üzerindeki etkilerini ifade etmek için kullanılmıştır. Bir adama ‘Adı batasıca!’ demek en büyük beddualardan biridir.

HAZRETİ ÂDEM VE İSİMLER BİLGİSİ

İlk insan, yani Hazreti Âdem (AS), Allah tarafından, fiziki âlemi algılayabilecek, tanıyabilecek, tanımlayabilecek ve öteki âlemleri de kavrayabilecek bir donanımla yaratılmıştır. Bu donanıma Kur’an’da, isimler (el-esmâ) bilgisi olarak atıfta bulunulur. Allah, Hz. Âdem’i yarattığında, ona dünyada kendisine lazım olacak, yararlanabileceği bütün eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğreterek, kendisini isimlerin delâlet ettiği varlıkları anlama ve anlamlandırma yeteneğiyle yaratmıştır. Yarattığı her varlığı hak olarak yaratan, yani nedensiz,  sebepsiz, boş yere yaratmayan Allah, meleklere; ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım!’ buyurarak, insanı yaratma muradını açıklamıştı. Melekler bunun sebebini ve hikmetini kavrayamamış; ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima Seni tesbih ve takdis ediyoruz!’ diyerek kendi görüşlerini ifade etmişlerdi. İnsanın bozguncu ve kan dökücü özelliklerini öne çıkaran meleklere Allah; ‘Ben sizin bilemeyeceğinizi bilirim!’ diye cevap vermiş (Bakara Suresi, Ayet:30); insanın çok daha farklı özellikleri, dolayısıyla yaratılmasının da farklı nedenleri ve hikmetleri olduğuna işaret etmiştir.

Bunun üzerine; “Allah, Âdem’e bütün isimleri ve karşılıklarını/müsemmâları öğretti (Bakara Suresi, Ayet:31)”. Yani ona eşyanın mahiyet ve işlevlerini anlayıp kavrama, düşünme, öğrenme, öğretme, tanıma, tanımlama, adlandırma, anlamlandırma, kavramlaştırma, varlıkları isimlendirme, isimlerini bilme, beyan, konuşma, gibi kabiliyetler vererek, bu özellikleriyle onu diğer mahlûkata hatta meleklere bile üstün kıldı. Hazret Âdem, ilim, akıl ve mantık yürütme, kavramsal düşünebilme gibi meleke ve meziyetlerle donatılmış, ayrıca beyana muktedir olarak yaratılmış, bu kabiliyetleri sayesinde konuşabilmiş ve eşyanın isimlerini haber verebilmiştir. Rahman suresinin 4. Ayetinden de Allah’ın hikmeti gereği insanın fıtratına ‘beyan’ kabiliyetini koyduğunu, ona konuşmayı, düşünmeyi, meramını anlatmayı, Kur’an’a vukufu, anlamayı, açıklamayı, varlıkları ayırıcı vasıflarıyla birbirinden ayırt edebilmeyi, onlara uygun isimler koyabilmeyi, kelime ve kavramlar üretebilmeyi ve hayatını anlamlandırabilmeyi öğrettiğini anlıyoruz. İnsan, Allah tarafından kendisine ikram edilen bu kabiliyet ve özelliklerle düşünür, konuşur, kendisini ifade edebilir, eşyaya, bütün canlılara ve mahlûkata hükmedebilir. Âdemoğlu, bu şekilde mükerrem kılınmış ve diğer mahlûkat içerisinde özel bir mevkie yükseltilmiştir. Allah, Hazreti Âdem’i aklî, hissî, hayalî ve sanal şeyleri idrak edebilecek kabiliyette yaratmış ve ona eşyanın hakikatini, zatlarını, özelliklerini, isimlerini, ilimlerin usullerini, sanatların kanunlarını ve aletlerin keyfiyetini bilmeyi ilham etmiştir.

Allah, Âdem’e bütün eşyanın isimlerini (onların delâlet ettikleri âlemleri) öğrettikten, yani onu o donanımla yarattıktan sonra meleklere bunları gösterip şöyle buyurdu; ‘Haydi, eğer davanızda sadıksanız (yani görev ve sorumluluk üstlenme hususunda kendinizi Âdem’den daha layık görüyorsanız, her şeyin içyüzünü iyi biliyorsanız), o halde Bana şunları isimleriyle haber verin!’ (Bakara Suresi, Ayet:31). Bu konudaki acizliklerini fark ve itiraf etmek zorunda kalan melekler ise; “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız! Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan yalnız Sensin!” diyerek acizliklerini itiraf ettiler (Bakara Suresi, Ayet: 32).

Allah, Adem’e: ‘Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle!’ deyince, Âdem de meleklere onların isimlerini bildirmiş, böylece melekler Hazreti Âdem’in (AS) üstünlüğünü, ondaki meziyet ve üstün özellikleri kabul ve itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki Ben bilirim! Sizin açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da Ben bilirim demedim mi? (Bakara Suresi, Ayet: 33)” buyurmuş, meleklere Adem’e saygı secdesinde bulunmalarını emretmiştir. Meleklerin hepsi Âdem’e saygı secdesinde bulunmuşlar, ancak Allah’ın insana verdiği bu büyük değeri kıskanan İblis, ‘Ben ondan daha üstünüm!’ diyerek Allah’ın secde emrine itaat etmemiş (Bakara Suresi, Ayet: 34). A’râf Suresi, Ayet: 11); Hıcr Suresi, Ayet: 29-31); bu yüzden de lânetlenerek Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır (Sâd Suresi, Ayet: 74-78). Buna karşı İblis, Allah’tan kıyamete kadar, düşmanı olan Âdem soyunu doğru yoldan ayırmak, kendi dostlarını çoğaltmak için mühlet istemiş (A’râf Suresi, Ayet: 13-18; Hıcr Suresi, Ayet: 34-43; İsrâ Suresi, Ayet: 61, 65), Allah da ona bu ruhsatı ve fırsatı vermiştir. İslâm’da Allah’tan başkasına ibadet maksadıyla secde etmek küfür olduğundan, meleklerin Hz. Âdem’e secdesi İslâm âlimlerince ibadet secdesi değil; saygı secdesi ve bir nevi biat olarak yorumlanmıştır. Aslında bu secde, Âdem’in üstün yaratılışından dolayı Allah’a/O’nun emrine riayetle secde etmek ve secde edenin de acziyetini kabullenmesiydi.

Yeryüzünde halifelik görevine ve imtihan sırrına devamlı   olarak  Allah’ı tesbih  ve  takdis göreviyle meşgul olan ve nefisleri bulunmayan meleklerin değil, Hazreti  Âdem ve evlâtlarının lâyık olabileceklerini Allah, Âdem ile melekleri bir sınavdan geçirerek göstermiştir. Hazreti Âdem’in ve onun soyunun diğer birçok varlıktan daha üstün ve değerli sayılmasının (İsrâ Suresi, Ayet: 70) temelinde, Allah’ın onlara verdiği bilgi gücünün bulunduğu, eşyanın hakikati, isimlerin kavram bilgisi gibi konularda insanın, meleklerden daha üstün ve bilgili kılındığı, ilim yolunda ilerleme açısından meleklerden daha üstün yaratıldığı gerçeği yatmaktadır. İnsanoğlu -yaratılıştan gelen- bu meziyetleri/kâbiliyetleri sayesinde; tabiattaki birçok varlığa ve güçlere boyun eğdirmekte/hâkim olmakta, eşyaya şekil vermekte ve onları kendi yararına kullanabilmektedir.

İsimlerin insanlar ve davranışları, hatta kaderleri üzerinde etkili olduğu inancı Anadolu insanını da derinden etkilemiş, zaman zaman onları çocuklarının isimlerini başka adlarla değiştirmeye yöneltmiştir. Örneğin Anadolu’da çok haylaz ve yaramaz olan veya başına sürekli kaza, bela gelen, sık sık hastalanan, rahatsızlanan çocuklar için ‘İsmi ağır geldi!’ denilerek isimlerinin değiştirilmesi adet olmuştur. Bu çocuklara bölgede kabri veya makamı bulunan bir velinin, çevrede tanınmış bir Allah dostunun veya saygın bir kişinin adı verilerek çocuğun eski isminin olumsuz etkilerinden kurtulacağına inanılırdı. Hâlen de buna inananlar vardır.

ESKİ TÜRKLERDE AD KOYMA

Eski Türklerde İsim konusu, özellikle çocuklara isim koymak, çok önemli bir olaydı. Türkler isimle, özellikle ismin anlamıyla, o ismin sahibi, yani tanımladığı nesne, eşya ve kimse arasında çok yakın, çok sıkı, çok ileri ve güçlü ilişkiler bulunduğuna veya bulunması gerektiğine inanırlardı. İsmin hak edilmesi, ismin taşıdığı anlam ile isim verilen kişi arasında güçlü ilişkiler bulunması gerekirdi. Çocuğun adı ile alın yazısı ve kaderi arasında yakın ilişkiler, sağlam bağlar ve bağlantılar bulunduğuna, çocuğun isminin, sanki onun ruhu gibi bir şey olduğuna inanılırdı. Bu yüzden de hiç kimseye bedavadan, hak etmedikçe bir isim verilmez, bir kişi veya grubun her şeyden önce alacağı adı hak etmesi istenir ve beklenirdi. Eski Türklerde bir çocuk, isim hak edebilecek büyük bir iş başardığında ve önemli bir başarı kazandığında isim almayı hak eder, isim koyma da genellikle bir törenle yapılırdı.

Eski Türkler, çocuğa ilk ve iğreti adını doğumdan üç ay sonra, asıl adını da çocuk yay basıp ok atmaya başlayıp, isim almayı hak edecek bir başarı sağladığında verirlerdi.  Altay ve Yenisey Türkleri arasında yapılan inceleme ve araştırmalar sonucunda, çocukların belli bir dönem özel adlar taşımadıkları anlaşılmıştır. Bunlar bu dönemde ya kabilelerinin adını taşır veya çocuk adsız gezerdi, bir diğer deyimle çocuğun adı “Adsız” olurdu. Ancak üstün yetenek ya da bir savaşta yararlılık göstermiş olanlar özel ad taşımak ayrıcalığı kazanabilirlerdi.

Bu durum Dede Korkut Hikâyelerinde de açıkça görülmektedir: Dede Korkut Hikâyelerinde kahramanların adını veren Korkut Ata’dır. Ana ve babanın verdiği ad,  gerçek ad değildir, geçici bir addır. Kahraman gerçek adını, avda veya savaşta bir yararlık, bir kahramanlık gösterdikten sonra alırdı. Dirse Han’ın oğlu, karşısına çıkan bir boğa ile  döğüşüp onu öldürdükten sonra Dede Korkut ona ‘Boğaç’ adını takmıştı. Bamsı Beyrek’e, bezirgânların malını soygunculardan kurtarması üzerine bu ad verilmişti.

Çocuğun yaptığı kahramanlığın, başardığı işin, isim almasını hak ettirecek kadar büyük ve önemli bir iş ve yiğitlik olması, bunun herkes tarafından kabul edilmesi şarttı. Boyun reisi veya boyun kamı tarafından verilen bu gerçek adı alan yiğit, artık boyun üyesi olmayı hak eder ve bu durum açıkça ilan edilirdi. Eski Türk destanlarından anlaşıldığına göre, boyun yiğitleri, savaş atlarını da bu isim alma töreninde alırlarmış. İşte bu sebepten dolayı  bindiğimiz ve bildiğimiz at kelimesi ile isim anlamındaki ad kelimesi aynı kökten gelmektedir. Yani ad ile at aynı kelimenin değişik anlam ve söyleniş biçimidir. Nitekim destan kahramanları, Boz aygırlı Bamsı Beyrek, Konur atlı Kazan, Ak Atlı Ay Bahadır gibi hep atlarıyla birlikte anılırlardı.

Çocuğa ad koyan kişi, konulacak bu ismin, hayırlı, uğurlu ve o çocuğa yakışan bir isim olmasına dikkat ederdi. Nitekim çocuğun, çok sık hastalanması, huysuz ve rahatsız olması durumunda “adı ağır geldi” diye düşünülür ve bu isim değiştirildi. Adı değiştirene de mendil, çevre, peşkir ve bunun gibi başka nesneler hediye edilirdi. 

TÜRK ADININ ORTAYA ÇIKIŞI

Türk Milleti, dünyanın en kadim, en eski milletlerinden biridir. İnsanlık tarihine dönüp baktığımızda, yeryüzünde bizim kadar geniş alanlarda egemenlikler, uzun ömürlü süper devletler kurabilmiş millet sayısının bir elin parmakları kadar bile olmadığını görürüz. Dünya milletleri arasında bir defa bile süper güç olabilmiş, cihangir büyük devlet kurabilmiş millet sayısı son derece sınırlıyken, Türk Milleti bunu tarih boyunca en az 5-6 kez başarabilmiş, zaman zaman bütün dünyayı yönetebilmiş, dünyaya nizam ve düzen verebilmiş bir millettir. Bu olağanüstü bir başarıdır.

Türk Milletinin ne zaman, nerede, nasıl oluştuğu, Türk tarihinin hangi tarihten itibaren başlatılması gerektiği hususu tarihçilerin ittifak edemedikleri konulardan biridir. Toplumların millet olabilmeleri/oluşturabilmeleri zaten kolay bir şey değildir. Türklüğün, Türk Milletinin oluşması da hiç kolay olmamış, Türklük ve Türk milleti de asırlar hatta bin yıllar süren bir süreç sonucunda oluşmuştur.

Belli tespit ve kanıtlardan yola çıkılarak astronomik yaşlılıkta bir Türklükten bahsedenler, başta Ortadoğudaki bitişken dilli halklar olmak üzere pek çok milletleri Türk sayan, Türk olarak adlandıranlar, neredeyse yeryüzündeki bütün dillerin ve halkların Türkçe’den ve Türklerden türediğini savunanlar olduğu gibi Türklüğü ve Türkleri çok dar bir bölgeye, çok kısa bir zaman aralığına, çok küçük bir etnik gruba indirgemeye çalışanlar da vardır. Tarihçilerin fazla ciddiye almadıkları ve kabule şayan görmedikleri uçuk görüşler, fikirler, düşünceler ve anlayışların tekrarlanmasının bir yararı olmayacakır. Bu nedenle daha çok Türk milletinin ve Türklüğün oluşum sürecinde önemli sayılabilecek hususlar üzerinde kısaca durmaya çalışacağız.

Eldeki ciddi ve somut bilgi ve belgeler; Türklerin Orta Doğu kökenli bir millet olduğunu, fakat Türklüğün ve Türk milletinin doğuda, Orta Asya’da oluştuğunu; Orta Doğu’dan doğuya, Orta Asya’ya gidenlerin Türklüğü burada oluşturduklarını; Türklüğün ve Türk Milletininin oluşumunun çok uzun bir tarihi süreç sonunda gerçekleştiğini göstermektedir. İlk Türkleşmeyi hangi topluluğun, nasıl başlattığı hususunda çok kesin şeyler söyleyebilmek mümkün değildir. Turan Havzası içinde yaşayan, çok sayıdaki bilinen veya bilinmeyen toplulukların başka unsurları, boyları, soyları, kavim ve kabileleri de bünyelerine alarak değişe değişe, evrile, evrile, yoğrula yoğrula Türklüğü oluşturdukları, Türklüğün hamurunun ve mayasının Hazreti İbrahim’le bağlantılı bir şekilde karıldığı, nihayet islamla birleşerek kıvamını bulduğu anlaşılmaktadır.

Türkler üzerine araştırma ve incelemeler yapanlardan bazıları; Türklüğün ve Türk Milletinin oluşumunun çok uzun soluklu bir süreç olduğunu, üstelik bunun halen bile bitmemiş ve devam edip giden bir süreç olarak değerlendirilebileceğini, bu sürecin başlangıcını tam olarak bilemediğimiz gibi, bitişini de bilemediğimizi, bilemeyeceğimizi ve kestiremeyeceğimizi, bu sürecin nasıl tamamlanacağını, sonucunun nereye varacağını bilmenin ve tahmin etmenin çok zor olduğunu, tarihi gelişimin bize Türklüğün en önemli özelliklerinden birinin zaman içerisinde kendisini yenileyebilen ve sürüp giden dinamik bir oluşum olduğunu gösterdiğini öne sürmektedirler (Karatay, Osman, İran İle Turan, Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Karam Yayınları, Ankara, 2003, s. 104-105).

İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri gibi bazı Müslüman ilim, fikir ve tasavvuf adamları, Türklüğün başlangıcını insanlığın başlangıcına, ilk insan ilk Peygamber Hazreti Adem’e, sonunu da kıyamete kadar genişletebilmektedirler. Tarihi bu kadar eski olan Türklerin konuştuğu dilin de çok eski bir dil, ilk Türkçe konuşan insanın Hz. Âdem, Türk Milleti yönetici bir millet olarak yaratıldığı gibi Türkçenin de her şeyiyle tam bir yönetim dili ve bütün dillerin anası olduğuna dair de türlü rivayetler ve iddialar vardır.
Bazıları da Türklerin neredeyse hayali bir millet olduğunu iddia ve ispat etmeye çalışırlar. Fakat bu çok boş, anlamsız ve beyhude bir çabadır. Çünkü tarihten Türk Milleti çıkarılacak olsa, çok şey çıkarılmış olacak, tarih çok yavan ve anlamsız bir hale gelecektir. Dolayısıyla Türk Milleti, hayali ve uydurulmuş bir millet değil, tarihin çok eski çağlarından beri var olan, varlığını tarih sahnesinde oynadığı önemli rollerle ispat etmiş, devletler kurmuş, hakiki ve gerçek, ulu, kuvvetli, kudretli ve cihangir bir millettir (Türk Kağanlığı Tarihi, Telif: Liyu Şigen, Uygurcaya Çeviren: Ahmetcan Mümin, Sancak Halk Neşriyatı, s. 1-2, Urumçi 2002, ISBN 7-228-06832-7).

Ebül Gazi Bahadır Han’a göre, Ebül Beşer Adem Aleyhisselam’dan asırlarca sonra meydana gelen Nuh Tufanından sonra Nuh Peygamber, dünyayı üç oğlu (Ham, Sam, Yafes) arasında taksim etti. Yafes’e Orta Asya ve Çin ülkeleri düştü. Yafes’in de sekiz oğlu vardı. Birinin adı Türk idi. Yafes ölürken tahtını Türk’e bıraktı. Öteki oğullarına da Türk’e tabi olmalarını, onun emirlerini dinlemelerini öğütledi (Ebül Gazi Bahadır Han, Şecere-i Türki, Nakleden Cemal Kutay, Tarih Konuşuyor Dergisi, Sayı:1). (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, Ankara, 1994, s. 41).

Kaşgarlı Mahmut, Türklerin aslında yirmi boy olduğunu bunların hepsinin soyunun Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’in oğlu ‘Türk’e kadar uzandığını, her boyun, sayılarını ancak Ulu Tanrı’nın bilebileceği kadar çok oymaklarının da olduğunu anlatır. Ona göre, daha önce tek kişinin adı olan Türk sözcüğü, daha sonra onun neslinden gelen bütün toplulukları ifade eden, ortak ve çoğul anlamlı bir ad olmuştur.

Türk adının, dolayısıyla Türk Milletinin eskiliği konusunda başlıca iki görüş vardır. Bunlardan birine göre Türk adı tarihte ilk defa M.Ö. XIV. Yüzyılda ‘Tik’ veya Tikler adıyla geçmeye başlamıştır (Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş). Meşhur Sinologlar’dan De Groote, Hunlardan önce Çin’in kuzeyinde, Tik isimli bir kavmin yaşadığını belirterek, bu adın Türk kelimesiyle ilişkili olabileceğine dikkat çeker (Türk Kültürü ve Medeniyeti, Prof. Dr. Cemal Anadol – Fazile Abbasova – Dr. Nazile Abbaslı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2007, s. 57). Türk adının daha eski olduğunu savunan ikinci görüşe göre, Türk Milleti, insanlığın yaratıldığı günden beri vardır. Türk Milletinin tarihi, insanlığın tarihi kadar eskidir. Bunu kavmi ve dini mitolojilerde ve tarihi oluşumlarda izah eden eski kayıtlarda görmek mümkündür (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, Ankara, 1994, s. 40).

Bazı bilim adamları, Çin resmi kaynaklarına, arkeolojik kazılara ve Paleo-anropolojik araştırmaların sonuçlarına dayanarak eski Türklerin kökenlerini M.Ö. 2000 yıllarına kadar götürebiliyorlar. Dolayısıyla dünyanın en eski ve köklü kavimlerinden biri olan Türkler, mevcut verilere göre, aşağı yukarı dört bin yıllık mazileri boyunca Orta Asya’daki anayurtlarından Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına yayılmış bir millettir. Ancak bugünkü şekliyle Türk adının ve Türk Milletinin ortaya çıkmasının ayrı bir hikâyesi vardır.

Türk Milleti, oluşum süreci ve kültürel kökenleri itibariyle tarihin binlerce yıllık derinlerine kadar uzanır. Türk Milletini oluşturan unsurlar asırlar boyunca Ortaasya bozkırlarında, içlerinden en güçlü kavim ve kabilelerin adlarıyla veya adsız olarak dolaştıktan sonra, Türk ismini oldukça geç bir dönemde altıncı yüzyılda hak ederek kazanmışlar, bundan sonra da kendilerine katılan binlerce kavim, kabile, ulus ve milletle beraber tarih sahnesinde Türk adıyla ve sanıyla varlıklarını ispat etmişlerdir. Başta Hunlar olmak üzere, Türkçe konuşan halkların çok eski asırlardan beri Avrasya tarihinde etkin oyuncular olarak çok önemli roller oynadıklarından kimsenin kuşkusu yoktur (Türk Edebiyatı Tarihi, Türkler: Kökenleri ve Yayılma Alanları, Peter B. Golden, C.I, s.38). Zaten

Bazı tarihçilere göre ise, Türk ismi bir millet adı olarak değil, bir devlet adı ve siyasi bir nam olarak (Göktürklerle) ortaya çıkmıştır. Nitekim yazılı kaynaklarda Türk adına, ancak Milattan sonra VI. yüzyılın ortalarından, yani Göktürklerden sonra rastlanabilmektedir. Göktürklere kadar Türk adı bilinmiyor ve kullanılmıyordu. Bu ad ilk defa Göktürklerle beraber, devletin vatandaşları ve devleti oluşturan bütün boylar, soylar ve devlet için kullanılmaya başlanmıştır. Şimdilik elimizdeki en eski yazılı metin olarak, Türk adı ve Türklük kavramı tarihte ilk defa 542 yılında, Göktürk İmparatorluğunun kuruluşu aşamasında, bu yeni birliğin adını ifade etmek üzere Çin yıllığı Çou-şu’da geçmektedir. Çinliler, Türklere, kendi telaffuzlarıyla Tu-kiu, Tuçue diyorlardı. Bazı kaynaklarda, bu adın miğfer, tulga anlamına geldiği, Türklerin demircilikte mahir eski atalarının o zamanlar eteklerinde oturdukları dağın miğfere benzemesi nedeniyle kendilerine bu adın verildiği belirtilmektedir. Eski Çin kaynaklarınca daha çok kabul gören görüşe göre, Türkler çok eskiden Altundağ’ın (Altay Dağı) güney taraflarında yaşarlar, demircilikle uğraşırlar, askerleri de başlarına adına ‘Türk’ adı verilen demirden miğferler, tulgalar giyerlerdi. Ayrıca eteklerinde yaşadıkları Altundağ’ın şekli de bu tulgalara ve miğferlere çok benzediğinden, bu isim daha sonra bu yöre kökenli, miğfer ve tolga giyen tüm halk için ortak isim olarak kullanılmaya başlanmış ve sonuçta bütün millete ad olmuştur.

Bazı bilim adamlarınca, Türk adının daha önceki yüzyıllara, hatta binlerce yıl öncesine uzanan eski bir geçmişinin bulunduğu öne sürülmekteyse de, bu yöndeki görüşler bilim çevrelerince pek rağbet görmemekte, ciddi kuşkularla karşılanmaktadır. Türk adının ve kavramının, Milattan sonra VI. yüzyılda ortaya çıktığı ve bu asırdan sonra yoğun bir şekilde kullanılmaya başlandığı kesin olmakla birlikte; bunun en azından yüz yıllar, hatta bin yıllar öncesine dayanan bir hazırlık döneminin de bulunduğu ise asla inkâr edilemeyecek bir gerçektir.

Türk milletini oluşturan unsurların dünyanın daha önceki yüzyıllarında ve bin yıllarında da çok etkili ve önemli roller oynadıkları söylenmekte ve bilinmektedir. Yapılan incelemeler, milattan önceki yıllardan itibaren Hsiung-Nu/Hun adıyla anılan Türklerin o zamanki dünyanın en önde gelen başlıca dört (veya beş) büyük gücünden biri olduğunu göstermektedir. Çin’in Tang Hanedanı  (18 Haziran 618 – 4 Haziran 907) yıllıklarında Göktürklerden söz edilirken, bunların Hunların soyundan geldiği açıkça belirtilir, hatta yer yer çağdaşları Göktürklerden Hsiung-Nu=Hun diye de söz edilir. Hunlardan Göktürklere kadarki Türk hanedanlarının idaresinde Büyük Türk Hakanlığı diye adlandırılan Kuzey Asya İmparatorluğu, bir konfederasyondu. Birçok bağlı devletleri içinde barındırıyordu. Bu devletlerin çoğu da çeşitli boyların kurdukları, krallıklar ve prenslikler şeklindeydi.

İslam’dan önce kurulan irili ufaklı sayısız Türk devletlerinden yalnızca ikisi zamanında, Kuzey Asya’nın geniş düzlüklerinde yaşayan bütün Türkçe konuşan kavimler, tek bir bayrak ve imparatorluk çatısı altında toplanabilmişlerdir. Bunlar Büyük Hun ve Göktürk İmparatorluklarıdır. Her ikisi de Oğuzlar tarafından kurulan bu İmparatorluklar da fazla uzun ömürlü olamamışlar, Çin entrikaları, taht kavgaları, değişik Türk boyları arasındaki rekabet ve çekememezlikler gibi sebepler yüzünden yıkılmışlardır. Tarihte Türk adını ilk defa taşıyan devlet olan Göktürk İmparatorluğu da kuruluşunun (552) üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra önce Doğu ve Batı Göktürkler olarak ikiye ayrılmış, ardından da 630 yılında tamamen Çin egemenliğine girmiştir.

Türkçe konuşan kavimlerin tarih sahnesine ilk defa güçlü bir şekilde çıkışları; M.Ö. III. yüzyılda Büyük Hun İmparatorluğu (M.Ö. 220 – M.S. 216) ile olmuştur. O zamana kadar dağınık kültür merkezleri teşkil eden Türk kavimlerini ve onların kültürlerini ilk kez Hunlar birleştirdiler. Böylece Türklüğün millet halinde ortaya çıkmasında birinci derecede rol oynadılar. Hunlardan önceki çağ, bir anlamda Türklerin tarih öncesi sayılır. Özellikle Hunlardan sonra Türkler, bir daha tarih sahnesinden hiç inmemişler, pek çok devletler ve imparatorluklar kurarak dünya tarihine yön vermişlerdir.

Büyük Hun İmparatorluğu gibi büyük ve güçlü bir imparatorluğun, kurum ve kuruluşlarıyla kurulup, yerleşmesi ve egemenliğini herkese kabul ettirebilmesi için bile yüzlerce, hatta binlerce yıllık bir hazırlık aşamasının gerektiği, dolayısıyla Türk tarihinin binlerce yıllık bir geçmişinin olduğu açıktır.

Orhun Yazıtlarında sözcüğün yazılışı ‘Türk’ daha yaygın olarak da iki heceli ‘Türük’ biçimindedir. Buna ve Çin kaynaklarındaki yazılışına (tu-küe) dayanılarak, sözcüğün VII. Yüzyıldan önce ‘Türük’, daha önceleri ise ‘Törük’ şeklinde olduğu ileri sürülmektedir. Cins adı olarak bu kelimenin anlamları zaman içinde, ‘meydana çıkmış, şekil almış, gelişmiş, çok gelişmiş-kuvvet, güç’ gibi yeni anlamlar kazanarak gelişmesini sürdürmüştür. Bu sonuncu, yani güç anlamıyla gene cins adı olarak V. ve VI. yüzyıllarda da kullanıldığı saptanmıştır: Türk Hun (Kudretli Hun) vb gibi… Göktürk yazıtlarında ise sözcüğe ‘devlete bağlı halk, tebaa’ anlamı verilmiştir. Özel ad olarak ise Göktürk devletinde bu devletin, daha sonra imparatorluğa bağlı, ayrı özel adları bulunan bütün Türklerin ortak adı olmuştur. Zamanla da tüm bir milletin adı olarak kullanılmaya başlanmıştır (Büyük Larousse, Türk maddesi, Cilt 23, sayfa 11804).

Türk adının yazılış ve söylenişinin zaman içinde gösterdiği değişim ve gelişimin yanında, farklı milletlerin alfabelerindeki değişik yazılış ve söylenişleri de inceleme ve tartışma konusu olmaktadır. Çok eskiden beri, bu yazılış ve okunuş tarzlarından yola çıkılarak, Türk adının ortaya çıkışıyla ilgili görüşler, teoriler de ortaya atılmıştır.

Türk adı, zaman içerisinde değişik Türk lehçelerinde, Türk, Törk, Törük, Türük, Török şeklinde telaffuz edilmiş, Türk dilinin ilk yazılı belgeleri sayılan Orhun yazıtlarında ise bazen Türk, fakat daha çok Türük veya Török okunacak şekilde yazılmıştır. (Türk Kültürü ve Medeniyeti, Prof. Dr. Cemal Anadol – Fazile Abbasova – Dr. Nazile Abbaslı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2007, s. 61)

Çinliler tarafından Tu-kiu, Tucue şeklinde söylenen, Süryani kaynaklarında Tourkaye=Turkaye, Bizanslılar tarafından Turksi veya Tourkos şeklinde telaffuz edilen Türk adının, başlangıçta iki heceli olduğu, sonradan tek heceli hale geldiği yönünde yakın zamanlara kadar oldukça geniş bir kabul vardı. XIX. ve XX. yüzyıl bilim adamları arasındaki yaygın yorum, Türk adının ‘törümek = türemek’ (yaratılmak, var edilmek, doğmak, dünyaya gelmek) mastarından türetildiği yönündeydi. ‘Yürümek’ mastarından yörük veya yürük kelimelerinin türetilmesi gibi, ‘törümek veya türemek masdarından da (türemiş, var olmuş, yaratılmış, ortaya çıkmış, şekil kazanmış) anlamlarına gelen, önce iki heceli Törük=Türük kelimesinin türetildiği, daha sonra Türkçenin iç ahenk kuralları gereğince bu iki heceli Török, Törük, Türük kelimelerinin Türk şeklini aldığı düşünülüyordu. A. Vambery gibi tanınmış bilim adamlarınca ortaya atılan bu görüş, Prof. Dr. Faruk Sümer gibi önemli Türk tarihçilerince de kabul görmektedir. L. Bazin gibi çoğu bilim adamları kelimenin söylenişinin Törük’ten başlayarak, Türük ve Türk şeklinde geliştiğini kabul ederlerken, bu kelimenin ilk şeklinin Türküt (Marmquart ve P. Pelliot), Türküz (P. A. Boodberg) veya Türkü (S. G. Clauson) olabileceğini öne sürenler de vardır.

Belki biraz da Arap alfabesiyle ‘Türk’ (ترك) kelimesinin ‘terk’ kelimesiyle aynı şekilde yazılıyor olmasının da etkisiyle Arap kaynaklarında, Türk kelimesinin terk kelimesinden türetildiğine dair çok sayıda rivayetlere ve yorumlara rastlanmaktadır. Bu yorumlar ve açıklamalar, Tevrat’taki ve eski kutsal metinlerdeki bazı rivayetlere de dayandırılmaktadır. Rivayete göre; Türklerin ataları çok eski zamanlarda bu bölgeye başka bir yerden (Ortadoğu’dan) gelmişler, bu uçsuz bucaksız genişlikteki ücra ve uzak coğrafyaya adeta sürgün edilmişler, terk edilip bırakılmışlardır. Bu terk edilmişliği ve sürülmüşlüğü ifade etmek amacıyla da kendilerine Türk denmiştir. Bu rivayetlerin ve bu yöndeki görüşlerin başka pek çok somut ve bilimsel delille de desteklenmesi mümkündür.

Gerçekten de Türkler ile diğer bölge milletleri arasında çok açık ve bariz, sayılamayacak kadar çok farklılıklar vardır. Bu farklılıklar insanda ister istemez Türklerin veya atalarının bu bölgeye başka bir yerden geldikleri, bu uçsuz bucaksız genişlikteki ücra ve uzak coğrafyaya başka bir yerden adeta sürgün edildikleri, terk edilip bırakıldıkları gibi bir kanaat uyandırmaktadır. Türk kelimesinin, bu terk edilmişliği ve sürülmüşlüğü ifade etmek üzere, Arapçadaki terk kelimesinden türediği yolundaki Arap ve İbrani asıllı rivayetlere ve açıklamalara değişik kaynaklarda bolca rastlanabilmektir. Örneğin, onuncu asrın ünlü İslam tarihçisi İbni Fakih el Hamadani, Ye’cüc-Me’cüc seddinin arkasına terk edildikleri için, onbirinci asır İslam tarihçilerinden Gerdizi ise Türklerin atası Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e düşen bölgenin çok ıssız ve başıboş bir arazi olmasından dolayı, Türklere buraya terk edilmişler anlamında bu ismin verildiğini söylerler.

Ünlü Arap Yazarı ve Edibi Cahiz ( Ölümü: 870) de Fezail’ül Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eserinde; bütün dünyayı dize getiren Makedonyalı Büyük İskender’in yıllar süren zorlu savaşlar sonunda Türklerle baş edemeyeceğini ve onlara güç yetiremeyeceğini anlayınca, “ütrukûhum” yani “Bırakın şunları, kendi hallerine terk edin!” demek zorunda kaldığını, “Türk” adının da bu “trük” veya “terk” sözcüğünden türediğini rivayet etmektedir.

Türkler, Araplar tarafından da çok erken zamanlardan beri tanınıyor ve biliniyorlardı. Arap kaynaklarında, VI. yüzyıl başlarından itibaren Türk ismine rastlanmaktadır. Türk kelimesi, Arap alfabesiyle öteden beri ‘T.r.k’ ünsüzleri ile yazılır. Bu yazımda Arap alfabesindeki kalın ve ince sesli iki ‘T’ harfinden (tı ve te) ince sesli olanı kullanılmaktadır. Kelimenin telaffuzunun ‘Türk’ şeklinde olduğu genel kabul görmekle beraber, Süryani kaynaklarındaki Turkaye okunuşundan etkilenilerek ve ona yakın olarak Turk şeklinde okunmuş olabileceğine dair de tahminler mevcuttur. Arapçada ‘Türk’ kelimesi ile ‘terk’ kelimesi aynı harflerle (t.r.k harfleriyle) ve birbirine tıpatıp benzer şekilde yazılırlar. Hatta Türk dünyasının büyük çoğunluğunun Arap harflerini kullandığı XIX. yüzyıl sonlarında, kelimenin ‘terk’ şeklinde okunmasının önüne geçilebilmesi için, baştaki ‘t’ harfinin önüne, bu harfi ü sesiyle okutacak bir vav harfi eklenmesi gerektiğini öne süren ve bunu uygulamaya koyan bazı Türk yazarlar da çıkmıştı. Ancak asırlardır devam edip gelen bir yazılış şeklini değiştiren bu imla, toplumun geniş kesimlerince çok yadırganmış, ‘Türk’ kelimesini bu yeni imla ile ve (تورك) şeklinde yazanlar ‘Vavlı Türk’ diye küçümsenmişlerdi.

Öte yandan, bazı bilim adamları, son dönemde ortaya çıkan bulgulardan ve tespitlerden de yola çıkarak kelimenin en başından beri tek heceli yani ‘Türk’ şeklinde olduğunu, ancak zaman içinde, farklı coğrafya, alfabe ve mahalli ağızlarda iki heceli söyleyişlerin de ortaya çıktığını öne sürmektedirler. Nitekim Göktürklere ait VI. yüzyıldan kalma Bugut Kitabesi’nde rastlanan (LitviçKlyaştornıy) Soğd alfabesiyle tek heceli olarak Türk şeklindeki yazılış, daha Milat yıllarında Latin ve VI. yüzyıl Bizans kaynaklarında da tek heceli Türk imlâlarının geçerli olması (Prof. Denis Sinor) gibi kanıtlar, kelimenin aslının tek heceli olabileceği yönündeki görüşleri de güçlendirmekte ve taraftar kazandırmaktadır.

VIII. yüzyıldan kalma Orhun Abidelerinde ise, kelimenin hem tek heceli Türk, hem de çift heceli Türük şeklindeki yazılışlarına tanık oluyoruz. Günümüzde bile, üstelik sadece yabancılar arasında değil, bazı Türk grupları arasında da Türük şeklindeki telaffuzlara (her ne kadar bazıları bunu yanlış telaffuz olarak kabul etseler de) rastlanmaktadır.

Büyük Larousse sözlüğünde, Göktürk Yazıtlarında Türk sözcüğünün genel ve geniş anlamda ‘devlete bağlı halk, tebaa’ anlamında kullanıldığına, daha dar ve daha özel anlamda da ise, her birinin ayrı ve özel adları olan, ama bir araya gelerek Göktürk devletinin çekirdeğini oluşturan, devlete ve imparatorluğa bağlı unsurları, halkları, milletleri ifade ettiğine, bu birliğin kendilerine ortak ad olarak Türk adını benimseyip kullandıklarına işaret edilmektedir. Böylece ortaya çıkan Türk adı, zamanla bütün bir ulusun adı olarak kullanılmaya başlanmıştır (Büyük Larousse, Türk maddesi, Cilt 23, sayfa 11804).

Türk Tarihinin en eski ve en önemli Türkçe yazılı kaynağı olan Orhun Yazıtlarında Türk Milleti için Türk Budun (Türk Bütün, Türk Milleti) ve Türk Karabudun (Büyük Türk Bütünü, Büyük Türk Milleti) tabiri kullanılmaktadır. O zamanlar bile hangi ırktan, kavimden, kabileden, boydan, soydan olursa olsun kendi rızası ile bu bütün içinde yer alan, Göktürk Devleti çatısı altında olan herkes Türk kabul ediliyordu. Bu bütün içinde yer almayanlar veya baştan yer alsa da sonra ayrılanlar ise kim ve hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler, Türklük, Türk Budun, yani Türk Milleti dışına çıkmış sayılıyorlardı. Tarih boyunca Türkçe konuşa ve ataları dedeleri Türk olduğu halde kendilerini Türk kabul etmeyen toplumlar bulunduğu gibi, ataları dedeleri arasında hiç Türk bulunmadığı, Türkçe de bilmedikleri halde sonradan Türk olmuş, üstelik kendilerini herkesten daha çok Türk hisseden ve sayan nice toplumlar, kavim, kabileler, boylar, soylar, milletler de bulunduğu bilinen ve görülen gerçeklerdendir. Orhun Yazıtlarında da ifadesini bulan Türk Devlet töresinin en temel ilkelerinin ve yönetim sorumluluğunu üstlenenlerin en temel görevlerinin başında da: ‘Milleti bölmemek, birleştirmek, parçalamamak, bütünleştirmek, milleti oluşturan unsurları ateş ve su gibi birbirine düşman etmemek!’ gelmektedir.

Türklük ve Türk Milleti bu ad ile ortaya çıktığından beri bu hep böyle olmuş, hele Türklükle Müslümanlık birbiriyle eşitlendikten, aynı şey haline geldikten sonra bu bağ çok daha güçlenmiştir. Gerçek durum böyleyken bazı kaynaklarda, Türk kavramının, Türklüğün ve Türk üst kimliğinin bazı devirlerde onu meydana getiren unsurlar arasında bile itibar görmediği, her devir ve dönemde bu milliyeti ve üst kimliği kabul eden veya etmeyen, önce Türklük çatısı altına girip de sonradan çıkan, Türkçe konuşan, Türk soylu unsurların da bulunduğu yolundaki iddialardan yola çıkarak, Türk Milletinin varlığını bile kuşkulu görmek ve göstermek isteyenlere de rastlanmaktadır. Günümüzde bile Tatar, Özbek, Uygur, Kırgız, Kazak gibi Türkçe konuşan, Türk soylu bazı Müslüman Türk gruplar arasında kendilerine ‘Türk’ demeyen, denmesini istemeyen, Türk adına, sanına mesafeli duran, kendilerini ayrı birer millet ve devlet olarak görmek ve göstermek isteyenler eksik değildir. Aslında bu iddialar, Türk Milletinin yokluğunu değil, Türklüğün ve Türk Milletinin gönüllü bir birliktelik ve beraberlik temeli üzerinde kurulduğunu, aynı zamanda bir kabul ve benimseme meselesi olduğunu göstermektedir. Geçmişte Türk Milletinin bel kemiğini teşkil eden Oğuzlardan ve Türkmenlerden bazı boyların bile kendilerine “Türk” demek istemedikleri, Türklüklerini inkâr ettikleri, Türklerin de onları kendilerinden saymadıkları bazı devirler ve dönemler olmuştur. Selçuklular ve Osmanlılar gibi büyük Türk devletlerinin devletin adı olarak Türk adını kullanmadıklarına bakılarak bunların da Türk adına ve Türk kimliğine mesafeli durduklarına, Türklüğe ve Türklere iyi gözle bakmadıklarına, kendilerini Türk saymadıklarına dair çok çeşitli iddialar, fikirler, görüşler ve düşüncelerle de karşılaşılmaktadır. Kısmen doğru kabul edilebilecek bu tür iddiaların, doğruluk ve yanlışlıklarının ciddi bilimsel verilerle test edilmesi, yanlış olanlarının yanlışlıklarının, doğru yönleri olanların da bu yönlerinin açıklıkla ortaya konması gerekmektedir.

Nitekim Orhun Abidelerinde, Göktürk İmparatorluğu’nun Çin istilası ile yıkılıp elli yıl boyunca bütün unsurlarıyla esaret altına düştükten sonra yeniden bağımsızlığını kazanmasını anlatan Bilge Kağan: “Babam Kağan Türk Milletini bütün boylarıyla, soylarıyla, kavim ve kabileleriyle yeniden var etti!’ sözleriyle Türklüğün yeniden dirilmesinin, onu oluşturan unsurların da dirilmesi anlamına geldiğini belirtmektedir. Bu sözleriyle Türk olmanın, o büyük bütünü, milleti oluşturan etnik gruplardan, etnisitelerden, boylardan, soylardan, kavim, kabilelerden, ulus ve milletlerden hiçbirisine engel teşkil etmediğine, Türklüğün kaybedilmesinin bunların hepsinin yok olmasına ve tarih sahnesinden silinmesine sebep olduğuna, Türklüğün dirilişiyle bunların hepsinin yeniden hayat bulup dirildiğine işaret edilmektedir.

Orta ve uzak Asya’nın en önemli ve en büyük üç milleti, Türkler, Moğollar ve Çinlilerdir. Yan yana ve çoğu zaman bir arada yaşamış olmalarına rağmen, bu üç büyük millet arasında hem fizyolojik bakımdan, hem de yaşayış tarzları, adet, gelenek, görenekleri, din, inanç sistemleri, kısacası sosyo-ekonomik, etnik ve kültürel yapıları bakımından çok büyük farklar, neredeyse taban tabana zıtlıklar bulunmaktadır. Bölgede yakın dönemlerde yapılan bilimsel çalışmalar, Türklerle bölgenin diğer ırkları arasındaki farkların, ayrılıkların ve aykırılıkların eski devirlerde daha fazla olduğunu, zaman içinde karışıp kaynaşmalarla gittikçe azaldığını ortaya koymaktadır.

Örneğin, Türklerin anayurdu olan bölgede yapılan kazılarda, çok eski dönemlere ait pek çok iskelet bulunmuş, bu iskeletler Türklerle Moğollar ve Çinliler arasındaki fizyolojik farklılıkları, Türklerin bunlara hiç benzemediklerini hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıkça ortaya koymuştur. Bu iskeletler üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar, eski Türklerin, uzun boylu (180 cm civarında), beyaz ve duru tenli, sarışına yakın açık kumral olduklarını, eski Türklerde göz çekikliği, pomet (elmacık kemiği) çıkıklığı, yassı ve yuvarlak yüzlülük bulunmadığını göstermektedir. Bu tür Moğolluk ve Çinlilik alametlerinin ve esmerliğin, Türklerde bu kavimlerle ve diğer ırklarla karışımdan sonra ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Öte yandan; Türkler en başından beri başka milletlerle ve toplumlarla çok kolay kaynaşıp, karışabilen bir millet olagelmiştir.

Hem Tevrat ve diğer Yahudi kaynaklarında, hem de Arap ve İslam kaynaklarında Türkler’in Araplarla ve Yahudilerle aynı kökten geldikleri, soylarının Hazreti İbrahim’de birleştiği, bunların akraba ve amca çocukları oldukları yolunda pek çok rivayetler vardır. Yine dini metinler üzerinden devam edildiğinde, bunların menşei, -ikinci bir kere- Hz.Nuh Peygamberde de birleşmektedir.

Dini kaynakların rivayetine göre, bütün dünyayı su altında bırakan Tûfan olayından sonra, insanlık yeniden Hazreti Nuh’un ve onun üç oğlunun neslinden türeyip, yeryüzüne dağılmıştır. Hazreti Nuh’un üç oğlundan Sâm’ın neslinden Arap, Fars ve Rum kavimlerinin, Hâm’ın neslinden Hint, Habeş ve Afrika halklarının, Yâfes’in neslinden de Asyalıların ve Türkler’in türediği kabul edilir. Nuh Peygamber, dünyayı oğulları arasında taksim ederken, Türklerin ceddi olarak kabul edilen oğlu Yafes’e Ceyhun (Amuderya) Nehrinin ötesini vermiş, Yafes de ‘Türk’ adındaki oğlunu, biraz daha doğudaki Isık Göl bölgesine yerleştirmiştir. Bu görüş, başta Kaşgarlı Mahmut ve Uluğ Bey olmak üzere, hemen hemen bütün Müslüman Türk bilim adamlarınca da benimsenmiştir. Örneğin Uluğ Bey bile eserinde kendisi hakkında Türkçe ‘Yafesoğlan’ tabirini kullanmaktadır.

Büyüklerimiz arasında bizi: ‘Söyleyin bakalım! Biz kaç babanın evladıyız?’ gibi daha da garibimize giden sorularla şaşırtanlar da vardı. Bu tuzak soruya biz yine safça: ‘Kaç babanın olacak amca? Tabii ki bir babanın evladıyız!’ cevabını verir, kendi babamızın adını söylerdik. Büyükler, bu cevabımızı da beğenmezler, ‘Olmadı!’ diyerek bizi meraklandırırlardı. Yine türlü nazlanmaların ve meraklandırmaların ardından: ‘Oğlum, ben sana kendi öz babanın kim olduğunu sormuyorum! Bizim neslinden geldiğimiz pek çok babalarımız var. Ama bir de Allah’ın Kitabında bize oğulları olduğumuzu hatırlattığı ve kendilerine layık evlatlar olmamızı istediği başka meşhur babalarımız, yani millet babalarımız da var! Ben onları soruyorum. Biz Türk’üz! Türk Milletindeniz! Türkler üç babanın bir oğludur!’ derler, sonra da bu üç Millet babamızın kimler olduğunu şöyle açıklarlardı: “Bu üç babadan birincisi, bütün insanlığın ortak babası olan Hazreti Âdem Alehyisselam’dır. İkincisi Büyük Tufan’dan sonra insanlığın zürriyetinden çoğaldığı Hazreti Nuh Aleyhisselam, üçüncüsü ise din, inanç, millet babamız olan Hazreti İbrahim Aleyhisselam’dır. Allah Kur’an-ı Kerim’de bize bu babalarımızın adıyla hitap etmekte, onların neslinden geldiğimizi hatırlatmakta ve bizden onlara layık hayırlı evlatlar olmamızı istemektedir:

Ey Âdemoğulları! Ben sizden: “Şeytana kulluk etmeyin; çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır! Bana kulluk edin; dosdoğru yol budur!” diye ahid almadım mı? (Yasin Suresi, Ayet:60-61).

Mesudi de Türklerin Hazreti Nuh’un soyundan geldiklerini açıkça vurgular: ‘Türkler Yafes’in (Hazreti Nuh’un oğlu) neslinden gelirler ve birçok cinslere ayrılırlar. Bir kısmının şehirleri ve kaleleri vardır. Bir kısmı dağlarda ve bozkırlarda keçe çadırlarda oturur. En büyük hükümdarlarına Hakan denir’ (Osman Karatay, İran İle Turan, Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Karam Yayınları, Ankara, 2003, s.34).

Ey Nûh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin nesli! (Babanıza layık evlatlar olun da yalnız Allah’a güvenip dayanın ve O’na çok şükredin!) Çünkü (babanız) Nûh çok şükreden bir kuldu (İsra Suresi, Ayet:3).

Nuh Peygamberin soyundan geldiğini bilmek, o yüce peygambere yaraşır bir evlat olma bilincine, onun sahip olduğu erdemlere sahip olmayı da gerektirir. Hazreti Nuh gibi Allah’ın seçkin kullarından olamayan, onun gibi imanlı, azimli, kararlı, mücadeleci, tavizsiz, sabır sebat sahibi olamayanlar, en ufak bir yılgınlık göstermeden tevhid mücadelesi veremeyenler, elbette ona layık evlat da olamazlar.

“Haydin öyleyse, babanız İbrahim’in milletine (dinine, yoluna) uyun! (Hac Suresi, Ayet: 78)”

Türk milletinde Hz. İbrahim’in soyundan gelme ve İbrahim milletinden olma bilinci -her zaman- çok yüksek olmuştur. Bu bilinç hâlâ da devam etmektedir. Benim çocukluğumda, bazı büyüklerimiz -o zamanlar çok garibime giden ama bir yandan da doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulayarak öğrenme merakımı kamçılayan-, ilgi ve dikkat çekici klişe sözler söylerler, sorular yöneltirlerdi. Bunun çok derin bir irfanın, kültür ve bilgi birikiminin ürünleri olduğunu ben çok sonraları fark edebildim. Onlar bu ilginç sorular ve klişe cümlelerle yeni nesillere bu derin ve yüksek irfanı ve kültürü aktarmaya, aşılamaya, Hazreti Adem, Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim gibi din, inanç ve millet önderleriyle aralarında derin ruhsal ve mantıksal bağlar kurabilmelerini sağlamaya çalışıyorlardı.

Çocukluk yıllarımın sisli hatıraları arasında, hiç unutamadıklarımdan biri de büyüklerimizin bize sık sık hangi milletten olduğumuzu sormalarıydı. Biz de okulda öğrendiklerimizin etkisiyle bu basit soruyu hemen ‘Tabii ki Türk Milletindeniz!’ diye cevaplandırırdık. Fakat büyüklerimiz bizim bu cevabımızı pek beğenmezler, çok yanlış olmasa da bu cevabın yine de yetersiz olduğunu, Türklüğün ötesinde bizim çok daha geniş ve büyük bir millete de mensup olduğumuzu söylerlerdi. İlk şaşkınlığımızın hemen ardından büyük bir merakla bu sorunun daha doğru ve yeterli cevabını öğrenmeye çalışırdık. Onlar ise epeyce nazlandıktan, merakımızı iyice artırdıktan sonra ‘Evladım, bizim asıl milletimiz Millet-i İbrahim’dir, yani biz İbrahim Milletindeniz!’ derlerdi. Sonra da ellerinden geldiğince bize bunun ne demek olduğunu anlatmaya çalışırlar, aslında Türk Milletinden olmakla İbrahim Milletinden olmanın aynı anlama geldiğini, ama Türklüğümüzün yanında bizim aynı zamanda İbrahim Milletinden de olduğumuzu unutmamamız gerektiğini tembihlerlerdi.

Hazreti İbrahim’in M.Ö. 2000-1800 yılları civarında yaşadığı rivayet edilmektedir. Hazreti İbrahim soyunun Kanturaoğulları kolunun bir kavim, ulus, budun olarak, devlet benzeri siyasi kurumlarla ve etkili bir askeri güç birliği şeklinde tarih sahnesine çıkmaları ve kendilerini göstermeye başlamaları ise MÖ 1500 – 1000 yılları arasına ve ondan sonraki dönemlere rastlamaktadır. Bu tarihlerden sonra hızla çevreye de yayılmaya başlamışlardır. Özellikle dünyanın en eski medeniyetlerinden biri ve çok kalabalık bir nüfusa sahip olan Çinlilerle yüzyüze gelmek ve onlarla sürekli mücadele içine olmak onlara çok şeyler öğretmiştir. Önce Çin’in kuzey-doğusuna doğru ilerleyerek buralara yerleşmişler, daha sonra da Çin’in tamamında hâkimiyet kurmuşlardır. M.Ö. 1111 yılından M.Ö. 256 yılına kadar 855 sene Çin’de saltanat süren Çu hanedanının Türk soylu oldukları konusunda çoğu tarihçiler fikir birliği içindedirler. Bir yandan da batı taraflarındaki daha çok İrani kavimlerle karışıp kaynaşarak Saka (İskit) adı altında batıya doğru da akmışlardır.

Eski oluşumlar ve ittifaklar genelde en güçlü kavim, kabile veya hanedanların etrafında oluşuyor, çoğunlukla da diğerlerini hükümranlığı altına alanların adıyla anılıyordu. Türk birliğini oluşturan ve Türk Milletini kuranların, çok eski çağlardan beri oluşturdukları bütün siyasi oluşumların, Tanrı tarafından seçildiklerine, kutsandıklarına, yüceltildiklerine, Tanrı’dan kut (insanları yönetme yetkisi, talihi, kısmeti) aldıklarına inandıkları bir soyun, bir neslin, bir hanedanın etrafında şekillendiği görülmektedir. Böylece Hazreti İbrahim’in Orta Asya’ya gönderdiği çocukları, oradaki yerleşik halk arasında yerleşip çoğalmışlar, bu insanları derleyip, toparlayarak bir araya getirmişler, bunların soyundan gelenlerin önderliğinde ve liderliğinde de Türk Milleti oluşturulmuştur. Yahudilerin ve Arapların soyu Hazreti İbrahim’e dayandığı gibi, Türklerin soyu da Hazreti İbrahim’e dayanmaktadır. Bu husus, hem eski Türkler, hem de Araplar ve Yahudiler tarafından da böyle bilinmektedir.

Türklerin Hazreti İbrahim’in soyundan gelen, temiz ve asil bir neslin etrafında şekillenmiş İbrahimi bir millet olduğunu kesinkes ortaya koyan pek çok somut deliller vardır. Örneğin;

  1. Türklerin en eski dinleri olan Gök Tanrı (Yüce Tanrı) dini-

nin İbrahimî/Hanîf din özellikleri taşıması,

  1. Türklerdeki, Yüce Tanrı tarafından ‘kut’ almamış, yani ‘be

reket’le, ‘göksel talih’le donatılmamış olanların Türklere yönetici olamayacakları inancı,

  1. Türk hakanlarında, Aşina (Asena, Açena) soyu olarak adlan-

dırılan bir soydan (hakaniye sülalesinden) gelme şartının aranması… (Aşina kelimesi ve ilk Türk hakanlarından hiç birinin adı Türkçe değildir. Bu da bu soyun Hazreti İbrahim’e dayandığını gösteren çok sayıdaki delilleri ve rivayetleri daha da güçlendirmektedir.)

  1. Türklerin kendi öz alfabelerinin Sami alfabesinden türetilmiş

olması,

  1. Orhun Kitabelerindeki ifadelerin büyük çoğunluğunun İsla-

mi inanca aykırı olmaması, hatta bazı ifadelerin birebir Kur’an ayeti denebilecek kadar Kur’ani ifadelere benzemesi,

  1. Türklerin tarih boyunca domuz eti yemeyen ve domuz

beslemeyen, put yapmayan ve puta tapmayan bir millet olması,

  1. Milletler arasındaki yakınlık ve akrabalıkların tespitinde en

önemli kriterin başında dil gelir. Bu açıdan bakıldığında Türkçe’nin Moğolca ve Çinceden çok, bir Orta Doğu kavmi ve dili olan Sümerceye daha yakın olması, Türkçede, Moğolca ve Çinceden kat kat fazla Sümerce ortak kök kelimeler bulunması,

  1. Orta Asya’da yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan eski

iskeletler üzerinde yapılan çalışmaların Türklerin fizyolojik olarak da Orta Doğu ve batı insanı özellikleri taşıdıklarını göstermesi, (Buluntulara göre eski Türkler, uzun boylu (180 cm civarında), beyaz duru tenli, sarışına yakın kumraldılar. Eski Türklerde esmerlik, göz çekikliği ve yuvarlaklığı, pomet (elmacık kemiği) barizliği gibi Moğolluk ve Çinlilik alametleri de yoktu. Bunlar daha sonra bu kavimlerle ve ırklarla karışmaya başladıktan sonra ortaya çıkmıştır. Türkler başından beri başka milletlerle ve toplumlarla çok kolay kaynaşıp, karışabilen bir millet olagelmiştir.)

Bu konudaki somut deliller bu kadarla da sınırlı değildir. Bunların dışında daha pek çok açık, kesin, somut ve inkâr edilemez deliller, kanıtlar da bulunmaktadır.

TÜRK ADININ ANLAMLARI

Türk adı ve Türklük, çok ilginç ve çok farklı bir kelime ve kavramdır. Bir millet adıdır ama başka millet adlarına hiç benzemez. Başka millet adları için; millet isimlerinde mana aranmaz, milletlerin ismi değil, sıfatları olur, milletler, genelde yaşadıkları coğrafyaların adını alırlar gibi genel geçer söylemler vardır. Ancak bunlar Türk adı, Türk Milleti, Türklük ve Türk kelimesi için geçerli değildir.

Diğer dünya milletlerinin adlarına bakıldığında, genelde milletlerin yaşadıkları coğrafyaların adını aldıkları, yani başka milletlerin yaşadıkları coğrafya ile adlandırıldığı, tanımlandığı, şekillendiği ve oluştuğu görülür. Örneğin Mısırlılar, Çinliler, Romalılar, Bizanslılar, Babilliler, Asurlar, Finikeliler, Lidyalılar, Hintliler, Koreliler, Avustralyalılar, Kanadalılar, Amerikalılar vb. milletler, yaşadıkları coğrafyaların adını almışlar, öyle tanınıp, bilinmişlerdir. Bu şekilde oluşmuş milletlerin adında başka mana ve anlam aramak da elbette anlamsız, gereksiz ve boş bir çaba olacaktır. Yani başka milletlerin, üzerinde durulmaya değer anlamlı bir isimleri olmadığı gibi, böyle millet adlarında doğru dürüst bir anlam ve mana da aranmaz. Çünkü bu adların, belli bir coğrafyada siyasi birlik oluşturabilmiş bir toplumu ifade etmekten öte bir anlamı yoktur.

Türk Milleti ve Türklük, adını belli bir coğrafyadan alan bir millet değil, Türkistan, Türkiye vb gibi coğrafyalara kendi adını veren bir millettir. Ayrıca Türk Milleti, adını, kimliğini, kişiliğini, özelliklerini, vasıflarını coğrafyaların belirlediği, coğrafyalara benzemiş bir millet de değildir. Tam tersine yaşadıkları coğrafyalara kendilerine has mühürlerini, ‘tamga’larını vurabilmiş, kendi kimlik ve kişiliklerini, inanç ve ideallerini nakşedebilmiş, coğrafyaları kendisine benzetebilmiş ve kendisine gerçek anlamda vatan edinebilmiş bir millettir. Örneğin Türkler Anadolu’ya, Küçük Asya’ya yerleştikten çok kısa bir süre sonra bu coğrafyaya Batılılar tarafından bile Türkiye denmeye başlanmıştır. Aynı şekilde Memluklular döneminde Mısır da Türkiye diye anılıyordu. Türk Milleti, herhangi bir nedenle devleti yıkılmış, vatanı elinden çıkmış, henüz herhangi bir coğrafyada siyasi egemenlik kuramamış, bir coğrafyayı kendisine vatan edinememiş olsa bile yine de yok olmuş sayılmaz. O, Türklük özelliklerini sürdürdüğü müddetçe, var olmaya devam eder. Vatansız, devletsiz kalsa da Türk, yine Türk’tür; er veya geç kendisine devlet de kuracaktır, vatan da bulacaktır.

Türk kelimesi, anlamsız, tek bir veya birkaç anlamı olan bir kelime de değildir. Türk kelimesinin onlarca, yüzlerce, binlerce, hatta belki de sayılamayacak kadar çok, geniş, derin ve kapsamlı anlamları vardır. Türk kelimesi ve Türklük kavramı, dünyanın en çok anlama sahip, en anlam zengini kelimelerinden ve kavramlarından biridir. Türk kelimesi ve kavramı, isimden çok belirli özellikleri, nitelikleri, üstün vasıfları vurgulayan, sıfat ağırlıklı anlamları daha ağır basan bir kelime ve kavramdır. Sözlüklerde, ansiklopedilerde, yazılı ve sözlü kaynaklarda Türk kelimesinin pek çok anlamına rastlanır. Dil bilimciler, bu kelimenin belirli bir kökten türetildikten sonra, sürekli gelişen ve genişleyen anlamlar kazandığına dikkat çekerler. Yani Türk kelimesi ve kavramı; zaman içerisinde anlamları hiç azalmayan, tam tersine sürekli artan, çoğalan ve gelişen bir kelime ve kavramdır.

Divanı Lügat’it-Türk’te veya başka kaynaklarda Türk kelimesinin pek çok olumlu ve güzel anlamları zikredilir. Daha çok dilcilerin rağbet ettikleri bir görüşe göre Türk sözcüğü, ‘güçlü’, ‘kuvvetli’, ‘kudretli’, ‘imparator’, ‘olgun’, ‘mükemmel’, ‘muhteşem’, güzel, ‘çok icatçı’, ‘birlik’, ‘beraberlik’, ‘bütünlük’, ‘ulu’, ‘büyük’, ‘ileri gelen’, ‘önder’, ‘lider’, ‘cihangir’ gibi anlamlara gelmektedir. Aslında Türk adının olumlu anlamları bu sayılanlarla da sınırlı ve kısıtlı değildir. Türk milleti gibi, Türk adı da gelişmeye, genişlemeye, yeni anlamlar kazanmaya çok müsait bir addır. Yeni nesiller, bu anlamlara hep daha fazla erdemler/faziletler, üstünlükler eklemekle yükümlüdür. Bizim eski destanlarımızda, hikâyelerimizde, üstün nitelikli erdemli hünerli yeni nesiller yetiştirilmesi gereği üzerinde sıkça ve çokça durulur. Bunlarda oğul kelimesi bile tek bir anlamda kullanılmaz, değişik vesilelerle er oğlu, bel oğlu, yol oğlu, el oğlu, gibi ilginç terimlere ve deyimlere rastlanılır. Babaların iyi, erdemli, hünerli, üstün nitelikli evlat yetiştirmesi, oğulların sadece ecdadının başarılarıyla övünen bel oğlu olmakla yetinmemesi, ecdadının dosdoğru yolunda giden, onlardan aldığı iyi mirası daha da ilerilere götürebilen, er oğlu er olmaları, ecdadının adını kötüye çıkarmamaları, onların iyi adına daha da iyi anlamlar katmaları, ecdadına yabancılaşıp el oğlu olmamaları istenir, beklenir.

Kaşgarlı Mahmut’a göre; Türk kelimesi, vakit anlamına da gelir. Bütün meyvelerin olgunlaştığı vakti, örneğin üzümün olgunlaştığı zamanı ifade etmek için ‘Türk üzüm’, günün tam ortasını ifade için ‘Türk kuyaş’, gençlik ve yiğitlik çağının zirvesini ifade etmek için ‘Türk yiğit’ denir. Bunların yanında Türklerde, güzellik, sevimlilik, tatlılık, sempatiklik, alçak gönüllülük, zariflik, incelik, sadelik, nezaket, edep, terbiye, büyüklere saygı, sözünü yerine getirmek, öğünmemek, kibirsizlik, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeye değer sayısız erdemler, iyilikler, üstünlükler de en mükemmel haliyle görülür. Bir şiirde de belirtildiği gibi, ululuk, şeref ve yücelik Türk’e yaraşır, onda gelişir, olgunlaşır, onda varabileceği son noktaya varır, onda tamama erer. (Divanü Lügat-it-Türk, Kaşgarlı Mahmut, Besim Atalay Tercümesi, C.I, sayfa: 350-352, TDK yayını, Ankara 1939, Alaeddin Kıral Basımevi).

Ünlü Rus tarihçisi Alman asıllı Wilhelm Barthold’a göre de; Türk adı Orhun Abidelerinde değişik şekilleriyle kullanıldığına çok sık rastlanan ‘Toru’ (töre) kelimesiyle ilgilidir. Buna göre, Türk demek, ‘kanun, kural, hukuk, meşruiyet, adet, töre, gelenek, görenek, düzen, nizam sahibi, kuralları, kanunları olan, bunlarla dirlik düzenlik, birlik ve beraberlik kazanmış halk demektir. (Türk Kültürü ve Medeniyeti, Prof. Dr. Cemal Anadol – Fazile Abbasova – Dr. Nazile Abbaslı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2007, s. 58).

Türklük, Türk olmak, Türk adını almak, dünyanın en kolay, aynı zamanda da en zor işidir. Türklük herkese açık, herkesin kendi hür iradesiyle kolayca girebileceği bir yapıdır. Türk olmak bir kabul ve şuur meselesi olduğu için, kendi özgür iradesiyle bu çatının altına girmek ve Türk adını almak isteyen herkes kolayca Türk olabilir. Türklüğü benimsediği andan itibaren de her Türk, Türklüğün bütün mefahirine, tarih boyunca kazandığı bütün şan ve şereflere ortak olur. Ancak Türklük iddiasında bulunan, o ismi benimseyen herkesin, taşıması gereken sayılamayacak kadar çok vasıflar, sıfatlar, nitelikler, özellikler vardır. Dolayısıyla Türklük, hak edilmesi gereken bir ad, san ve unvandır. Bu da herkesin kolayca başarabileceği bir iş değildir. Dolayısla da gerçek anlamda Türk olabilmek dünyanın en zor işidir.

Türk adı ve Türklük anlamsız, manasız, boş bir kelime ve kavram değildir. Türk Milleti de bu Türk ismini, asla bedavadan, hak etmeden, havadan, rastgele almamış, sokakta bulmamış, bu isim dışarıdan birileri tarafından onlara lütfen verilmemiştir. Türklerde herkesin ismini ve adını hak etmesi gerektiği, herkesin taşıdığı ismin anlam, özellik ve nitelikleriyle o ismin sahibi arasında ilişkiler bulunduğu, bulunması gerektiği ilkesi Millet ismi olan Türklük için de fazlasıyla geçerlidir. Türk milleti, güçlü, kuvvetli, kudretli, olgun, mükemmel, güzel, çok icatçı, birlik, beraberlik, bütünlük, önder, lider, hükümdar gibi çok olumlu anlamlar, imajlar, nitelemeler, çağrışımlar, üstünlükler ve faziletler ifade eden Türk adını, binlerce yıllık bir birikimin ve mücadele sürecinin sonucunda ahlaklarıyla, faziletleriyle, erdem ve hünerleriyle içini doldurarak, manalarını ve anlamlarını fazlasıyla hak ederek kazanmışlardır. Türk milletinin tarihi geçmişini az çok inceleyen herkes, bunun böyle olduğunu anlamakta ve kabul etmekte güçlük çekmeyecektir. Hatta Türk Milletinin Türk adıyla ve sanıyla çok geç, ancak M.S. VI. Yüzyılda ortaya çıkabilmesinin, asırlar boyunca Ortaasya bozkırlarında adsız olarak dolaşmak zorunda kalmasının, o zamana kadar bünyelerinde yer aldıkları güçlü kavim ve kabilelerin adlarıyla anılmalarının temelinde de bu üstün adı hak etme mücadelelerinin yattığını düşünmek hiç de yanlış bir yaklaşım olmayacaktır.

Çok üstün anlamları ve çağrışımları olan ve bize kahraman ecdadımızdan, şanlı tarihimizden miras kalmış olan şanlı ve şerefli Türk adı hiç de kolay kazanılmamıştır. Türkler, yeryüzünde Allah’ın ordusu olma şerefine nail olmuş bu büyük millete Türk adının bizzat Allah tarafından verildiğine inanırlar. Bu ismi fazlasıyla hak etmiş, şanla ve şerefle taşımış olan ecdadımız, bu isme ve bu ismin çağrıştırdığı olumlu anlamlara, imajlara, faziletlere, erdem ve hünerlere sürekli daha fazlasını katma çabası ve gayreti içinde olmuşlardır. Dolayısıyla sonradan gelen nesillerin de kahraman ecdadından ve şanlı tarihlerinden kendilerine miras kalan ve çok üstün anlamları, çağrışımları olan bu şanlı, şerefli, ortak ve yüce ada layık olmak, hatta bu adı daha güzel ve daha olumlu anlamlarla daha da yüceltmek gibi sorumlulukları ve yükümlülükleri vardır. Bu açıdan bakıldığında, dünyada ‘isim kaderdir’ özdeyişine ve genellemesine uyabilecek bir isim aransa, herhalde Türk isminden daha uygunu bulunamaz.

Türklük ve Türk olmak bir kaderdir. Türk adını taşıyan kimsenin, bu isimle müsemma olması, fiziksel yapısından, huy ve karakterine kadar bu adın özelliklerini taşıması, bu ismin derin ve geniş anlamlarıyla örtüşen üstün vasıflara, özelliklere, niteliklere sahip olması, hayatıyla, tutum ve davranışlarıyla Türklüğünü ispat etmesi gerekir. Allah’ın bu millete ihsan buyurduğu büyük nimetlerin, sonsuz lütuf, kerem ve ihsanların, şeref ve üstünlüklerin kadrini, şükrünü, kıymetini iyi bilmesi gerekir. Dünyanın en güzel ve en üstün anlamlar taşıyan en şerefli isimlerinden biri olan Türk adını, kimliğini ve aidiyetini tartışma konusu yapmak, bunun yerine başka adlar, etnik ve milli aidiyetler aramaya kalkmak, Türk milli kimliğini, kişiliğini ve aidiyetini başka milli kimlikler, aidiyetler ve milliyetlerle değiştirmeye kalkmak en büyük gaflet, dalalet ve ahmaklıktır. Bu şerefli ada layık olmak ve bu adın içini doldurmak, anlam ve çağrışımlarını daha müspet ve daha olumlu hale getirmek, büyük bir tarih ve Türklük bilincine sahip olmak, Türklük iddiasında bulunan her Türk evladının boynunun borcudur. Bundan sonra gelecek nesillerin de sadece bu eski ve şerefli adla ve bu adın mevcut olumlu anlamlarıyla yetinmek, eskilerin başarılarıyla ve üstünlükleriyle gururlanıp kibirlenmek değil; bu eski, yüce ve şerefli ada ve bu adın taşıdığı olumlu anlamlara layık olmak, bu adı hak etmek, hak ettiğini de her yerde ve herkese karşı göstermek, ispat etmek, ona daha güzel ve olumlu anlamlar kazandırmak, en azından bu yolda çaba ve gayret içinde olmak yükümlülüğü vardır. Çünkü mensubiyet mesuliyet (sorumluluk) doğurur. Türk töresine göre, yeni nesillerden beklenen ve istenen de Türklüğe ve Türk adına yeni hünerler, erdemler, üstünlükler, faziletler ve anlamlar katmak, ona göre yetişmek, ona göre yeni ve büyük işler yapma ve başarılar kazanma çabası içinde olmaktır. Ecdadının geçmişteki başarılarıyla ve üstünlükleriyle kuru kuruya gururlanıp kibirlenmek, ortalıkta hindi gibi kubararak dolaşmak Türk’e Türklüğe yakışmaz. Aksi takdirde, kendilerine düşen görev ve sorumlulukları tam olarak yerine getirmemiş olacaklardır.

Türk kelimesi, hem isim, hem sıfat, hem tekil, hem çoğul olarak kullanılabilen bir kelimedir. Kaşgarlı Mahmut, ‘Sen kimsin?’ anlamında ‘Kimsen? (=Kimsin?)’ sorusuna karşılık ‘Türk men (=Türk ben)’ diye cevap verildiğinde kelimenin tekil anlamıyla, ‘Türk ordusu atlandı’ cümlesinde de çoğul anlamıyla kullanıldığına işaret eder.

Türk Milleti belli bir inanç, ideal, mefkûre üzerine kurulmuş bir millettir. Türklerdeki yayılma arzusu, fatihlik fikri, en zor şartlardan bile sıyrılma azmi, dünyaya hâkimiyet kurup büyük imparatorluklar kurma, dünyaya nizam ve düzen verme, adalet, barış, refah ve saadet getirme gayesi, cihangirlik vasfı çok eskiden beri yabancı milletlerin de dikkatlerini çekmiştir. Bizim eski milli kaynaklarımızda da ısrarla belirtildiği üzere, eski Türkler daha Müslüman olmadan önce ve çok eski çağlardan beri kendilerinin yeryüzünde Allah tarafından özel bir görevle seçilmiş ve görevlendirilmiş, efendi bir millet olarak yaratıldıklarına inanırlardı. Hakan veya kağan dedikleri, Allah tarafından mübarek kılınmış bir soya (Açena soyu, Hakaniye sülalesi, Hazreti İbrahim nesli) nispet ettikleri büyük Türk İmparatoru’nun, yine Allah tarafından, ilahi iradeyi gerçekleştirmek, zamanı, mekânı ve bütün dünyayı kutlu hale getirmek, onlara kut kuşağı bağlatmak için görevlendirildiğine, bu görevle Türk Milletinin başına getirildiğine, bundan dolayı da kutsal olduğuna inanılırdı. Hükümdarları için sıklıkla Acun Beyi, Dünya Hâkimi, Cihan Padişahı, Karaların ve Denizlerin Hakanı, Dünya Hükümdarı gibi nitelemelerde bulunurlardı.

İlk Müslüman Türk devleti olarak kabul edilen Karahanlılar’ın hanedan ailesinden Kaşgarlı Mahmut, ‘Divanü Lügat-it-Türk’ adlı ansiklopedik eserinin girişinde Türkleri ve Türklüğü şöyle tanıtır:

“Yüce Allah’ın devlet güneşini artık Türk burçlarından doğdurduğunu, devranı onların hükümranlığı için döndürdüğünü (onlara üzerinde güneş batmaz genişlikte büyük mülkler, ülkeler, devletler, imparatorluklar bahşettiğini) gördüm. Allah, onları Türk adıyla isimlendirdi ve yeryüzünü onların idaresine verdi. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı, dünya milletlerinin yönetimini onların ellerine verdi. Onları Hak üzere kuvvetlendirip, herkese üstün eyledi. Türkleri, Türklerle birlikte çalışanları ve onlardan yana olanları aziz kıldı.

Türklerle bir ve beraber olanları her dileklerine eriştirdi, onları zalimlerin, kötülerin, alçakların, aşağılıkların şerrinden korudu. Kaza ve bela oklarından, felaketlerden korunabilmek için aklı başında olan herkesin yapması gereken tek şey, Türklere sığınmak ve onların tuttuğu bu doğru yolu tutmaktır. Sadece yabancıların değil, kendi topluluklarının da aşağılık ve başıbozuk takımından ayrılıp onlara sığınanlar bütün korkulardan kurtulurlar. Türkler, kendilerine sığınan herkes için sağlam bir dayanak ve sığınaktır. Türklerin gönlünü alabilmek ve onlara derdini anlatabilmek için de en iyi yol, onların dillerini konuşmaktır. And içerek söylüyorum ki, ben Buhara’nın sözüne güvenilir imamlarından birinden ve ayrıca Nişabur’lu bir imamdan, kıyamet alametleri, ahir zaman fitneleri ve karışıklıkları üzerine konuşurken, Peygamber Efendimizin Oğuz Türklerinin ortaya çıkacağını haber verdiğini ve kendisinden şöyle bir hadis de rivayet edildiğini duydum: ‘Türk dilini öğreniniz! Çünkü onların uzun sürecek egemenlikleri vardır.’ Eğer bu hadis doğru ise, bu hadis-i şerifin gereğini yerine getirmek için, Türk dilini öğrenmek dini bir zorunluluk olur. Böyle bir sahih hadis olmasa bile -ki eğer doğru değilse, vebali bunu rivayet edenlerin üzerine olsun!- yine de akıl ve mantık, Türk dilinin öğrenilmesini gerektiğini ortaya koyar (Divanü Lügat-it-Türk, Kaşgarlı Mahmut, Besim Atalay Tercümesi, C.I, sayfa: 3-4, TDK yayını, Ankara 1939, Alaeddin Kıral Basımevi).

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR