Ana SayfaDosyalarKültür ve SanatımızTÜRK’ÜN DAVASI VE MEFKÛRESİ

TÜRK’ÜN DAVASI VE MEFKÛRESİ

TÜRK’ÜN DAVASI VE MEFKÛRESİ

Mustafa ATALAR

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi ise, Türk Milletinin ezeli ve ebedi misyonunu, bu Milletin nasıl bir millet, onu millet yapan ana unsurun hangi unsur olduğunu ölüm döşeğindeyken, oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı vasiyette şöyle özetliyordu: “Sakın Allah ü Teâlâ’nın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini âlimlerden sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âm ve ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Merhametli ve adaletli ol! Zalim olma! Âlemi adaletle şenlendir ve Allah için çalışmayı terk etmeyerek beni de şad et! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm (yumuşaklık) göster! Askerine ve malına gurur getirip, ilim ehlinden uzaklaşma! Bizim davamız, kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir! Bizim davamız ‘îlâ-i kelimetullah (Allah’ın dinini yüceltme)’ davasıdır! Daima herkese ihsanda bulun! Bütün tebaanı eşit şekilde himaye et! Bizim mesleğimiz allah yoludur ve maksadımız allah’ın dinini yaymaktır. Sana da bunlar yaraşır. Cenab-ı Hakk’kın lütfuna ancak bu şekilde ulaşabilirsin!”

Osmanlıları Balkanlardan atmak üzere oluşturulan büyük bir Haçlı ordusu, 20 Haziran 1389’da kazanılan büyük bir zaferle imha edilmiş, Doğu Avrupa’nın kaderi tayin edilmiş ve Balkan yarımadasında asırlar boyu sürecek Türk hâkimiyeti iyice pekiştirilmişti. Ancak Sultan Murad-ı Hüdâvendigâr (I. Murad), zaferden sonra savaş meydanını dolaşırken, bir Sırplı tarafından hançerlenerek şehit edildi. Yaralı bir şekilde otağına götürüldüğünde oğlu Yıldırım Beyazıt’a ve komutanlarına şu vasiyette bulundu: “Attan inmeyesüz! Kılıcınızı kınında koymayasuz!”

Fâtih Sultan Mehmed, Trabzon Rum imparatorluğunu da tarih sahnesinden silmek üzere karadan sefere çıkmıştı. Trabzon Rum İmparatoru ile aralarında hısımlık ilişkisi bulunan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, onu bu işten vazgeçirebilmek için, annesi Sâre Hatun’un da dahil olduğu bir elçilik heyeti göndermişti. Uzun Hasan’ın annesine büyük saygı gösteren Fâtih, ona ‘Ana’ diye hitab ediyordu. Osmanlı ordusu, şehre arkadan ulaşabilmek için Trabzon’u çeviren kolay geçit vermeyen sarp dağları ve ormanlık alanları aşmak zorundaydı. Padişah, zaman zaman atından inip yaya yürüyor, gür ve sık ormanlarda baltacılar, ordunun önünde yol açmaya çalışıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde Fâtih’in atının ayağı kayınca, attan düşüp yuvarlanmamak için bir kayaya tutunmaya uğraşırken, elleri yaralanmış ve kanamıştı. Bu çok sıkıntılı ve meşakkatli hallere şahit olan Uzun Hasan’ın anası Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek:

“– Oğul! Han oğlu hansın! Bir yüce hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca zahmete ve meşakkate katlanman revâ mıdır?” diye sordu. Fâtih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu halde doğrulurken ona şu cevabı verdi:

“–Hey ana! Bilmez misin ki, bu zahmet, bu meşakket din yolunda, îlâyı kelimetullah yolundadır. Bizim elimizde İslâm’ın kılıcı vardır. Bizim çektiğimiz bu zahmetler, kuru bir toprak parçası için değildir. Bizim bütün gayretimiz Allâh’ın dînine hizmet edebilmek, insanların hidayetine vesile olabilmek içindir. Yarın Allâh’ın huzûruna vardığımızda, yüzümüz kara olmasın, mahcup olmayalım diyedir. Elimizde İslâm’ı teblîğ ve ta’zîz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercîh edersek, bize gâzî demek, mücahid demek yalan olur. Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzur-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”

Türk Milleti, yükselmelerinde de, alçalmalarında da rakipsiz bir millettir. Bu rekorların sırrını anlayabilmek için, Allah tarafından kendisine verilen bu görev, dava ve idealle olan ilgi, alaka ve irtibatı çok iyi anlayabilmek ve değerlendirmek gerekir. Türk Milleti bu yolda olduğu müddetçe Allah onlara olağanüstü yardım ve desteklerde, çok büyük, hesapsız kitapsız lütuf ve ihsanlarda bulunmuştur. Mesela Osmanlı Devleti’nin ilk on padişahının hepsinin de birbirinden üstün olağanüstü niteliklere ve özelliklere sahip olabilmesini de Allah’ın lütuf ve kereminden başka bir şeyle açıklayabilmek zordur. Çünkü babadan oğula geçen hanedan sisteminin egemen olduğu bir siyasi rejimde arka arkaya gelen on kuşağın hepsinin de bu kadar üstün niteliklere sahip olabilmesi her zaman olabilecek bir şey değildir. Türk Milleti, görevli olduğu dava ve idealden uzaklaştıkça veya görev ve sorumluluklarında ihmalkârlıklar yaptığında, bunlarla bağdaşmayacak hata ve kusurlar işlediğinde de Allah yine de bu millete rahmet ve merhametiyle muamelede bulunmuş, ancak sünnetullah, yani Allah’ın değişmez kanun ve sünneti gereği, milletimiz bunların acı sonuçlarına katlanmak zorunda kalmıştır.

869 yılında vefat eden, Ünlü Arap edibi ve yazarı Cahiz, Türkleri yakından tanıdıktan sonra yazdığı Fezail’ül Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eserinde, Türklerin üstün özelliklerini uzun uzun sayıp döktükten sonra tek eksiklerinin ne olduğunu şöyle anlatıyor: “Türklerin üstün özellikleri ve nitelikleri, eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye  ile birleşecek olsa, onların ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri ve ne büyük işler başarabilecekleri tahmin bile edilemez!” Cahiz’in çok büyük bir isabetle işaret ettiği, Türk Milletini gerçek anlamda millet yapacak, onu daha büyük başarılara ve daha güzel sonuçlara yöneltecek, onun üstün özelliklerini motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebebi, büyük ideal ve gayeyi Türk Milletinin özü ve çekirdeği durumundaki Karabudunu da arıyordu ve nihayet bulabildi. Yüce Allah, Türk milletinin en büyük ve en önemli eksiğini, gönlünü İslam’a açarak tamamladı.

İlginçtir ki, Türk adıyla, İslam adı tarihin hemen hemen aynı dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Aslında ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Hazreti Adem’den beri Allah’ın gönderdiği bütün dinler İslam, bütün peygamberler Müslüman olmalarına rağmen, İslam ve Müslüman adı Hazreti Muhammed’in getirdiği ilahi mesaj ve onu kabul eden ümmetiyle yeniden şöhret bulmuştur. Kendilerini üç babanın (Hazreti Adem, Hazreti Nuh ve Hazreti İbrahim) bir oğlu ve İbrahim Milleti olarak niteleyen, varlıklarını insanlığın ilk yaratılışına kadar ulaştırma çabasında olan Türkler de Türk adını ancak altıncı yüzyılda alabilmişlerdir. İlk önce farklı coğrafyalarda varlıklarını hissettiren bu iki güç, ortaya çıkışlarının üzerinden ancak 3-4 asır geçtikten sonra, her ikisinde de zaaf belirtilerinin görülmeye başlandığı bir dönemde tam anlamıyla bir araya gelebildiler, birleşebildiler, kaynaşabildiler. Türk milleti, daha önce tanıdığı ve girdiği dinlerin hepsini terk ederek neredeyse toptan hep birlikte Müslüman oldu.

Avusturyalı Müsteşrik Von Karabacek gibi, Türklerin Müslüman olmasını Türk ve dünya tarihinin en önemli olayı sayanlar son derece haklıdırlar. Çünkü Türk ve dünya tarihinde, dışarıdan bakıldığında bu kadar basit ve önemsiz görünüp de, bu kadar büyük ve önemli sonuçlar doğurabilmiş başka bir olay gösterilemez.

Müslümanlıkla ve İslama hizmetle şereflenen Türk’ün bu dine hizmeti ölçüsünde adının, sanının, namının, nişanının, kimlik ve kişiliğinin zirvelere çıktığı, daha önce kan, soy, sop, dil, renk olarak Türklükle maddi ve manevi hiçbir bağı, ilgisi, alakası olmayan ırkların, kavimlerin, kabilelerin ve milletlerin bile büyük bir memnuniyetle ve şerefle Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsedikleri, hatta bazılarının herkesten daha fazla Türk oldukları, Müslüman olmayan Türklerin ise çok kısa bir süre içerisinde Türklüklerini de kaybettikleri, hatta herkesten daha fazla Türk düşmanı oldukları inkâr edilemez bir gerçektir.

Bu olay hem Türk milletine eşsiz bir dinamizm kazandırdı, hem de Türk milletinin oluşumu bununla tamamlanmış oldu. Müslüman olmak, Türk milletine cihan hâkimiyetinin yollarını açtı. Başka milletleri ve toplumları onlara yöneltti, onlarla bir ve beraber olmaya, karışıp kaynaşmaya sevk etti. Türklükle Müslümanlık birbiriyle kan ve can, beden ve ruh gibi uzlaşıp, kaynaştı. Türklük ve Müslümanlık birbirinin eş anlamlısı oldular. Her ikisi de aynı anlamı ifade eder oldu. Öyle ki bir müddet sonra birbirinin yerine kullanılmaya başlandılar. Örneğin, Avrupalıların gözünde Türk ve Müslüman olmak aynı şey sayılıyordu. Balkanlarda bir gayrimüslim, İslam dinine girince, ona ‘Türk oldu!’ derlerdi. İslam’ın şartları sayılırken, ‘Türklüğün şartı beş!’ diye sayılır, Allah’ın hidayet nimetine; ‘Allah’a şükür ki, bizi Türk yarattı; bize Türklüğü nasip etti!’ diye şükredilirdi. Türklük ile Müslümanlık aynı şey görülür, aynı şey kabul edilirdi.

Türklük ve Türk Milleti için İslam o kadar önemlidir ki, Türk milletini İslam’dan uzaklaştırmaya, onun İslam’la bağlarını koparmaya çalışmak, ruhu ait olduğu bedenden ayırmaya çalışmaktan çok daha büyük bir cinayettir. Bu yüzden de tarih boyunca Türk Milletin dinini ihya etmek, Milleti ihya etmek, dinini yıkmaya ve bozmaya çalışmak milleti yıkmaya ve bozmaya çalışmakla eş anlamlı sayılmıştır. İslam’ı yaymaya, milletin dinini ihyaya çalışan hizmet erleri ve alp erenler Türk milleti tarafından en büyük ve en ulvi hizmet erbabı olarak kabul edilmişlerdir.

Türklük İslamiyetle ve İslamiyet sayesinde hiç eksilmeyen hep artan, hiç azalmayan hep çoğalan, hiç küçülmeyen hep büyüyen, hiç kirlenip pislenmeyen hep temizleyen ve temiz kalan engin bir deniz olmuştur. Dede Korkut’un “Dereler, çaylar, nehirler, seller ne kadar çok çağlayıp coşsa da denizi doldurup taşıramaz!’ dediği gibi Türklük de ne kadar çok dolarsa dolsun, nerelerden kimler ona akın edip gelirse gelsin, asla taşıp dökülmeyen, hep artan ama hiç eksilmeyen, hep çoğalan ama hiç azalmayan, hep büyüyen ama hiç küçülmeyen engin bir okyanus olmuştur. Ona koşanlar, onun bağrında kendilerine mutlaka güzel bir yer bulabilmişlerdir. Ona karışan hiç küçülmemiş, daha da büyümüş, hiç eksilmemiş, daha da artmış, hiç azalmamış, hep çoğalmış, yitip kaybolup gitmemiş, o büyük birlik içinde kendi varlığını da sağlama ve garantiye alabilmiştir. Ona katılmakla hiç kimse en ufak bir zarara uğramamış, herkes çok kazançlı çıkmış, olduğundan bin kat daha fazla olabilmiştir. Bu büyük birlikten kopanlar, ayrılanlar, ayrı baş çekenler, kızgın çöllerde yolunu izini kaybetmiş küçük dereler, deniz olmaya yanaşmayan küçücük damlalar gibi hem kendileri kaybetmiş, hem kendilerini kaybetmiş, tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir. Türk milletindeki bu birlik ve beraberlik şuuru ve anlayışı Türk Milletinin Ulu Bilgesi Dede Korkut’un ve onun izinde giden ozanlarımızın dilinde en güzel ifadelerini bulmuş, bunlar Türk Milletinin birlik ve beraberliğini bozanların, bozmaya çalışanların; dininin, imanının, ırzının, namusunun, kanının, canının, malının, mülkünün, adının, sanının, şanının, şöhretinin, şerefinin, özünün, sözünün, dilinin, emeğinin, gayretinin, kısacası her şeyinin yitip, heder olup gideceğini sürekli tekrarlamışlardır.

Türkler ve Türklük hiçbir zaman başka milletleri, unsurları kendi bünyesinde eriten, yok edip bitiren bir yapı olmamıştır. En başından beri Türkler için en büyük tehlike, İslam inanç ve idealinden, îlâ-i Kelimetullah davasından uzaklaşmak, böylece gerçek Türklük bilincini ve şuurunu kaybederek başka milletlerin içinde eriyip kaybolma tehlikesi olmuştur. Çünkü Türkler oldum olası başka milletlerle çok kolay karışıp kaynaşabilen bir millettir. Bütün bu tehlikelerden Türk Milletini koruyan en büyük kalkan ve zırh ise İslamiyet olmuştur.

Bu özellikleri yüzünden Türklük, içlerinden bazılarının kusurları ve hataları yüzünden zaman zaman büyük felaketlere, sıkıntılara, zaaflara uğrasa, pek çok acılar, dertler, çileler yaşansa da, başa gelenlerden yeni dersler çıkarılarak eskisinden daha iyi, daha ileri, daha yüksek, Türklüğe yakışır hale gelinebilmiştir. Bazı gönül erleri, özünü ve cevherini muhafaza edebildiği müddetçe Allah’ın bu millete ileride de çok büyük lütuflarının ve ihsanlarının olacağına, İbrahim Milleti hüviyetini kazanmış Türk Milletinin dünya durdukça varlığını hep sürdüreceğine, hatta yeryüzünde son tasarrufun da yine Türklere verileceğine inanmaktadırlar. Türk adı etrafında oluşan kutlu, adil ve güçlü birlik ve beraberlik, Türk’ün adı, sanı, şanı, şerefi, namı, nişanı, gücü, kuvveti, devleti ve kudreti kıyamete kadar sürüp gidecektir.

Türk kelimesinin edebiyat tarihi içindeki macerası biraz daha farklı olmuştur. Özellikle Orta Çağ Türk ve İran edebi metinlerinde özel ad kategorisinden tekrar genel ad kategorisine ve cins isme dönüştürülen Türk kelimesinde güzel, yiğit, kahraman, savaşçı, güneş, ay, merih yıldızı gibi olumlu anlamlar yanında; anlam kötüleşmesi yoluyla, kaba, köylü, cahil, dinsiz, zalim, idraksiz vb. gibi anlamlar da yüklenmiştir. Fakat bu durum ayrı bir araştırma ve inceleme konusudur.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR