BAYRAĞIMIZ

BAYRAĞIMIZ

Mustafa ATALAR

BALKAN MÜSLÜMANLARINDAKİ BAYRAK SEVGİSİ

Balkan Müslümanlarında çok güçlü bir Türklük ve Müslümanlık sevgisinin ve bağlılığının yanında buna paralel, belki de bunun bir gereği olarak çok güçlü ve köklü bir bayrak sevgisi, aşkı ve sevdası da vardır. Bu sevda, Balkanlarda Türklük ve Müslümanlıkla beraber başlamış, onunla beraber günümüze kadar da devam edegelmiştir. Türk Bayrağının ilhamını, Kosova Meydan Savaşı’nda, İ’lâ-yi Kelimetullah davası yolunda can vermiş şehitlerimizin kanlarından oluşmuş kan gölü üzerine, akşam vakti yansıyan hilal ve yıldızdan aldığını anlatan rivayet de, hem Balkanlarla ilgili olması, hem de Balkan kökenli Müslümanlardaki millet bilincini, bayrak sevgisini yansıtması bakımından ilginçtir.

Bosna Hersek’in fethiyle beraber büyük kitleler halinde İslam’la şereflenmeye başlayan Bosnalı Müslümanlar; iman ve İslam ikrarlarını, ahidlerini yapmak için Ayvaz Dede’nin huzuruna Türk, İslam ve Tevhid bayraklarıyla, sancaklarıyla gelmişlerdi. İlki 1463 yılında yapılan bu ahidden sonra her yıl haziran ayının son pazar günü, Bosna’nın her tarafından ve Balkanların pek çok yerinden her yıl daha da artan sayıda Müslüman aynı yere yine bayraklarla sancaklarla ahit tazelemeye gelmektedirler. Bosnalı Müslümanlar, o günden bu güne kadar bu âdetlerini sürdürüyorlar; ruhlarından, kalplerinden, gönüllerinden, akıllarından, fikirlerinden imanı ve İslam’ı hiç çıkarmıyorlar; ellerinden de onun sembolü Türk İslam bayraklarını ve sancaklarını hiç bırakmıyorlar. Her zaman bu bayraklar altında toplanmayı en büyük şeref ve mutluluk saymışlar; bu adetlerini hâlen bugün de bütün canlılığıyla devam ettirmektedirler.

‘93 Harbi’nin ardından Bosna-Hersek’in idaresinin masa başında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bırakılmasından sonra Bosna’lı Müslümanlara en ağır gelen şeylerden biri de Ay yıldızı al bayrağın gölgesinden mahrum kalmaktı. Avusturyalılar artık onların bu şanlı bayrağı kullanmalarına izin vermiyorlardı. Bu yüzden onlar da Türk Bayrağından sadece rengi farklı, Ay yıldızlı yeşil bayrağı Bosna Bayrağı olarak kullanmaya başladılar. İslam’ı temsil ettiği için bayraklarının zeminini yeşil renkte yapmayı tercih etmişlerdi.

1878 yılından sonra kullanılmaya başlayan Bosna Bayrağı

Artık cuma günleri minarelerde bu bayrak dalgalandırılıyor, her camiin içine minberlerin hemen üzerine sürekli bu bayrak asılıyordu. Bayramlarda, seyranlarda, Ayvaz Dede Şenlikleri gibi etkinliklerde bu bayrak ellerde taşınıyor; direklere, gönderlere bu bayrak çekiliyor; evlerin çatılarına bu bayrak asılıyor, ellerde coşkuyla bu bayrak sallanıyor, bu bayrak dalgalandırılıyordu. Ama yine de Ay yıldızlı al bayrağın, yani Türk Bayrağı’nın gönüllerindeki, akıllarındaki, fikirlerindeki, ruhlarındaki yeri bir başkaydı. Bosnalı Müslümanlar aşkla şevkle hep o bayrağı arıyorlar; sandıklarda, dolaplarda o bayrağı saklıyorlar; evlerinin en mûtenâ köşelerine o bayrağı asıyorlar; göklerde, gönderlerde, direklerde özgürce o bayrağın dalgalandığını görmek istiyorlar; ebediyyen o bayrağın gölgesinde yaşamak istiyorlardı. Bunun nasıl bir aşk ve sevgi, nasıl bir özlem, nasıl bir nostalji olduğunu lafla sözle anlatabilmek imkansızdır. En iyisi bunu, yaşanmış gerçek ve örnek olayla anlatmaya çalışmaktır. Bu tür örnek olaylar hiç de az olmamakla beraber, sadece bu olayın bile anlayabilenlere çok şeyler anlatabileceğini zannederim. Bu olayın hikayesini, aslen Saraybosna’lı olan ve 1940’lı yılların başında ailesiyle birlikte Türkiye’ye, Bursa’ya göç edip yerleşmiş Nusret Uluca’dan dinlemiştim.

BOSNALI SALİH AGA’NIN BAYRAK HASRETİ

17 Ekim 1954’te, Saraybosna’nın Kosova Stadyumu’nda, Yugoslavya ile Türkiye millî futbol takımları arasında bir dostluk maçı oynanmış ve bu maç Türk millî takımının 5-1 yenilgisiyle sonuçlanmıştı. O yıllarda Türkiye’ye göçmüş bulunan Nusret Uluca, maçtan kısa bir süre sonra Saraybosna’daki akrabalarını ziyarete gitmiş. Ziyaret sırasında, değişik konular üzerinde görüşülmüş, konuşulmuş, sohbetler edilmiş. Bir ara konu yakınlarda oynanan Yugoslavya-Türkiye millî dostluk maçına da gelmiş. Saraybosna’daki yakınları, Nusret Bey’e Saraybosna’nın en yüksek tirajlı, en çok okunan gazetelerinden Oslobodzenye’de (Kurtuluş) maçtan sonra yayınlanmış bir makaleyi göstermişler. Komünist görüşlere sahip bir gazetede yayınlanan bu yazı Nusret Uluca’nın çok dikkatini çekmiş. Nusret Uluca, zaten 5-1 yenildiğimiz bir maça, o maçın gollerine, önemli pozisyonlarına ait sandığı bu uzunca yazıyı önce pek okumak istememiş. Pek isteksizce eline aldığı gazetedeki makaleyi okumaya başlayınca kendisini çok büyük bir heyecan, ilgi ve merak sarmış, bir solukta okuduğu yazının içinde âdeta eriyip kaybolup gitmiş. Bu ilginç makalenin yazarı, yazısında maça, maçın pozisyonlarına, gollerine, maçla ilgili haber ve yorumlara neredeyse hiç yer vermiyor; sadece Salih Aga adlı Bosnalı yaşlı bir Müslümanın maç günü yaptıklarını, yaşadıklarını; onun bazı duygu ve düşüncelerini; yazının finalinde de Türk Bayrağı sevgisini anlatıyormuş. Zaten yazıyı esas ilginç kılan da buymuş. Yazar, Salih Aga’nın şahsında, Bosnalı Müslümanlardaki Türk Bayrağı sevgisini öyle güzel, öyle ilginç, öyle içten, öyle çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş ki; onun içli ve duygulu anlatımı o zamanlar genç bir delikanlı olan Nusret Bey’in tâ iliklerine, kalbinin ve ruhunun derinliklerine kadar işlemiş. O günden bugüne hiç unutamadığı o yazıyı Nusret Uluca şöyle özetlemişti:

“Salih Aga, her sabah erkenden kalkar, sabah namazlarını da hep camide ve cemaatle kılardı. Ama o gün, nedense her zamankinden çok daha erken kalktı. Zaten gece boyunca da gözüne bir damla uyku girmemişti. Saatine baktı, camide cemaatle sabah namazının kılınmasına, hatta sabah ezanının okunmasına bile daha çok vakit vardı. Salih Aga, aslında kendi halinde, mütevazı, çok sade ve rutin bir hayatı olan yaşlı bir Müslümandı. Ama o gün Salih Aga’nın halinde, tavrında, tutum ve davranışlarında bir gariplik, bir tuhaflık, bir başkalık, bir olağanüstülük vardı. Bu gariplik ve olağanüstülük onun jest ve mimiklerine kadar bütün hareketlerine yansıyordu. Normal hayatında çok ağır ve yavaş bir yapısı olan bu yaşlı adamı, hiç kimse şimdiye kadar böyle heyecanlı, aceleci ve telaşlı görmemişti. Bütün benliğini saran, tavırlarını, tutum ve davranışlarını esir alan bu garip ve tarifi imkânsız duygu ve düşünce yoğunluğunun neden kaynaklandığını, nasıl bir şey olduğunu, sebebini ve niçinini anlayabilmek mümkün değildi.

Acaba başına iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi gelmişti? Sevinçli miydi, yoksa üzüntülü mü? Mutlu muydu, yoksa mutsuz mu? Anlaşılır gibi değildi! Salih Aga da, ne kimseye bir şey söylüyor, ne de rengini kimseye belli ediyordu. Salih Aga, anlaşılması ve anlatılması zor duygular içinde geceyi uykusuz geçirmiş, yatağında bir o yana bir bu yana dönüp durmuş ama aradığı uykuyu bir türlü bulamamış, sabahı iple çekmişti. Rahat edemediği ve rahat vermediği yatağı onu iyice sıkmaya, kovmaya başlayıp, ona batar hale gelince de ortalık daha doğru dürüst ışımadan çaresiz yataktan çıkmak zorunda kalmıştı.

Yatağından kalkar kalkmaz hemen bir abdest aldı. Her halinden bugünün onun için çok önemli bir gün olduğu; her ne ise çok önemli bir işinin olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Ne sabah ezanlarının okunmasını, ne de cemaatle namaz kılmayı bekleyebilecek hali vardı. Alaca karanlıkta ikide bir saatini iyice gözüne yaklaştırarak, sık sık da pencereden dışarıdaki havayı kontrol ederek vaktin girip girmediğini anlamaya çalışıyordu. Nihayet sabah namazı vaktinin girdiğine ve namazın kılınabileceğine kanaat getirince alelacele namazını kıldı. Üstüne başına şöyle bir çeki düzen verip, besmeleyle dış kapıyı açtı. Dudaklarında her zaman evden çıkarken okumayı adet edindiği dualarla sağ ayağını eşikten dışarı attı; sağa sola birer bakış fırlattı.

Sokaklar çok tenhaydı; adeta in, cin top oynuyordu. Onu yakından tanıyanlar, şehir merkezi tarafına gideceğini zannederlerdi ama o sağa sola kısaca şöyle bir bakındıktan ve hafif bir duraksamadan sonra, kararlı bir şekilde şehrin dışındaki Kosova Stadyumu tarafına doğru yöneldi. Hâlbuki o, oldukça yaşlı bir adamdı ve hiç de futbol meraklısı biri değildi. Hayatı boyunca futbol maçına da, futbol stadyumuna da gitmemişti. Anlaşılan bu da onun bir ilki olacaktı. Stadyumun önüne geldiğinde bilet gişelerini aradı ve bulmakta da zorlanmadı. Gişeler daha açılmamıştı. Stadyumun önünde bir iki bekçiden başka kimsecikler yoktu. Daha bilet satan görevliler gelmediği gibi, stadyumun kapıları da sıkı sıkıya kapalıydı. Salih Aga, gişelerden birinin önüne yanaşıp beklemeye başladı. Saatlerce hiç şikâyet etmeden, hoşnutsuzluk belirtisi göstermeden, sabırla ve tevekkülle gişelerin açılmasını ve bilet satışının başlamasını bekledi. Gişelerin önündeki bu tenhalık ve sakinlik onda, içeri girebilmek için hiç zorlanmayacağı, kolayca bilet bulabileceği kanaatini pekiştirdiği için, Salih Aga’yı hiç üzmemiş, aksine çok rahatlatmıştı. Hatta bu tenhalığı ve sakinliği görünce, derin bir ‘Ooooh!’ bile çekti.

Saatler sonra bazı erkenciler de gelip Salih Aga’nın arkasında sıraya girmeye başladılar. Hem Salih Aga’nın önünde durduğu, hem de diğer gişelerin önünde yavaş yavaş kuyruklar oluşmaya ve uzamaya başlamıştı. Nihayet gişeler açıldı ve bilet satışları başladı. İlk alanlarla beraber Salih Aga da biletini aldı. Salih Aga, elinde sımsıkı tuttuğu biletiyle stadyumun geniş kapısına doğru yöneldi. Bu sefer de kapıların açılmasını beklemek zorunda kalmıştı. Fakat burada beklemek nedense ona daha zor gelmiş, gittikçe artan heyecanını ve sabırsızlığını dizginlemekte epeyce zorlanmıştı. Demir parmaklıklar arasından bir şey görmek istiyormuş gibi içeri doğru bakıyor, fakat buradan görmek istediğini bir türlü göremiyordu. ‘Bir an önce şu kapılar açılsa da içeri girsem!’ diye düşünüyor, dakikalar bir türlü geçmek bilmiyordu.

Kapılar açılır açılmaz, arkasında yığılmış kalabalık seli, onu da önüne katıp stadyumun içine doğru sürükledi. Daha ne olup bittiğini anlayamadan, bir anda kendisini futbol sahasını çepeçevre kuşatan geniş tribünlerden birinde buluverdi. Sabırsız ve arayıcı gözlerle kısa bir süre daha sağa sola bakındıktan sonra, birden bire aradığını bulmuş insanların yüzüne yansıyıveren o güzel mutluluk ışığı, onun da ak pak sakalının çevrelediği arı duru yüzüne yansıdı ve güneş gibi aydınlattı. Yüzüne iyice yayılan mutluluk tebessümlerinin aydınlığıyla simasındaki hoşluk, letâfet ve güzellik daha bir belirginleşti, daha bir çoğaldı. Gözlerinden tomur tomur dökülen yaşlar aksakalını ıslatıyor, sessiz çığlıklarla için için ağladığını gösteriyordu.

Gözlerini kamaştıran, gönlünü efsunlayan o güzelliği bir müddet büyük bir sevgi, hayranlık, aşk ve şevkle ayakta, göz yaşları içinde seyrettikten sonra bulunduğu tribünün dört bir yanını iyice kontrol etti. Hiç kimsenin kendisine, kendisinin de hiç kimseye engel olmayacağı, zarar vermeyeceği bir yer aradı. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin manzarasını kapatmasına, engellemesine tahammülü yoktu. Sonunda, futbol maçı izlemeye gelmiş hiçbir seyircinin asla oturmak istemeyeceği, sahayı ve kaleleri doğru dürüst göremeyen bir yeri seçip beğendi ve varıp oraya oturdu. Dirseklerini dizlerine dayadı, başını ellerinin arasına aldı. Hiç kıpırdamadan, âdeta nefes bile almadan, sanki büyülenmiş, kendinden geçmiş gibi gözünü sabit ve muayyen bir noktaya dikerek bir şeye bakmaya, seyretmeye başladı. Ara sıra göz pınarlarından kopup gelen, sonra yanaklarından aşağıya süzülen yaşlar olmasa, insanlar onu orada ölmüş veya donmuş kalmış sanabilirlerdi. Dışarıdan bakanlar onu ölü sansalar da o ölü değil dipdiriydi ve o büyük sükûnetine rağmen gönlünde çok büyük fırtınalar kopuyordu.

Maç saatine doğru stadyumu iyice dolduran seyirciler, bir yandan bu yaştaki bir ihtiyarın maç seyretmeye gelmesine, bir yandan da bu kadar erken bir vakitte stadyuma gelip de, futbol sahasını doğru dürüst göremeyen böyle kör bir yere oturmasına şaşıyorlar, bir anlam veremiyorlardı. Ama o, hiç o taraflı değildi. Hatta kendini bilmez bazı gençlerin sağdan soldan kendisine;

  • Hey moruk! Sen de mi maç seyretmeye geldin?
  • Amca oradan maç mı seyredilir?
  • Kendine daha iyi bir yer bulsana!
  • Sahayı ve kaleleri daha iyi gören bir yer bulamadın mı babalık?
  • Bak burada sahayı daha iyi gören yerler var! Gel buraya otur! gibi

sözlerine, laf atmalarına, dalga geçmelerine hiç aldırmıyordu. Sanki onları hiç duymuyordu bile!

Salih Aga, saatler boyunca başka hiçbir yere bakmadan, hiçbir şeyle ilgilenmeden hep o sabit ve muayyen noktaya baktı durdu. Nihayet maç saati de gelip çattı. İki ülkenin millî marşları söylenirken herkesle beraber o da ayağa kalktı. İstiklal Marşı’nı içinden gelerek okudu. Marşlar bitince yine aynı yere oturdu. Robot gibi, büyülenmiş gibi hep aynı noktaya bakıyor, gözlerini o sabit ve muayyen noktadan bir saniye olsun ayırmıyordu. Gözlerini oraya sabitlemişti. Salih Aga’da başka hiç bir hareket ve kıpırtı yoktu. Maç başladı ama Salih Aga cephesinde değişen bir şey olmadı. Top iki kale arasında gidip geliyor, seyirciler hop oturup hop kalkıyor, tezahüratlar yeri göğü inletiyor, karşılıklı akınlar ve nihayet arka arkaya goller geliyordu. Fakat ne üzüntü, ne sevinç, ne tezahürât, Salih Aga’da hiçbir tepki yoktu. O yine hiç kıpırdamadan, gözünü ayırmadan, aynı sabit noktaya bakıyordu. Ne gollerle ilgileniyordu, ne oyuncularla, ne de takımlarla… Sahada ve stadyumda olan biten hiçbir şey umurunda bile değildi. Başka hiç kimseye, hiçbir şeye ve hiçbir yere bakmıyor, yalnızca aynı sabit ve muayyen noktaya bakıp duruyordu.

Türkiye’nin 5-1 yenildiği maçın sonu yaklaşmış, artık sonuç da aşağı yukarı belli olduğundan, maçın fazla bir heyecanı kalmamıştı. Bu garip ihtiyarın maç seyretmesinden bir şey anlamayan ve çok şaşıran etraftaki seyircilerin dikkatleri de artık yavaş yavaş maçtan çok Salih Aga’ya yöneliyordu. Genç seyircilerden bazıları sözlü saldırılarını artırırlarken, bazıları dayanamayıp ısrarla sormaya başladılar:

gollerle ilgilendiğin var!

sun?

Gençlerin tacizlerinden yakasını kurtaramayan Salih Aga, çaresiz stadyuma gelişinin esas sebebini açıklamak zorunda kaldı:

  • Gençler! Bırakın beni Allah aşkına! İlişmeyin bana! Uğraşmayın

benimle! Ben buraya sizin gibi maç seyretmeye gelmedim.

  • İyi ama amca burası stadyum! Buraya maç seyretmeye gelinir. Sen

niye geldin ki?

Salih Aga, onlara gönderde nazlı nazlı salınan, hafif rüzgarda dalgalanan Ay yıldızlı, al bayrağı, ‘Türk Bayrağı’nı gösterdi. Göz yaşları içinde ağzından şu sözler döküldü:

– Evlat! Benim futbolla, maçla ne işim olacak? Ben buraya maç seyretmeye değil, yetmişbeş yıllık bir hasreti dindirmeye geldim! Bu bayrak, yetmişbeş yıldan beri (1878’den beri) bu topraklarda özgürce salınamıyor. Ben buraya Ay yıldızlı al bayrağımızın gönderde serbestçe dalgalandığını görmek, onu doya doya seyretmek için geldim! Ne yazık ki biraz sonra maç bitecek, benim şanlı bayrağım o gönderden indirilecek. Kim bilir bir daha ne zaman böyle bir millî müsabaka olur da bu bayrak bir daha göndere çekilir? Benim yaşım artık kemale erdi, bir ayağım da çukurda…Benim bundan sonra bu bayrağı bir daha böyle serbestçe gönderde dalgalanırken görebilmem çok zor! Şimdi, ne olur, beni biraz kendi halime bırakın da, bayrağımı biraz daha seyredeyim!..

İZZETBEGOVİÇ’DEKİ BAYRAK VE TÜRKLÜK SEVGİSİ

Balkan Müslümanlarındaki Türklük ve Müslümanlık bilincinin ve şuurunun ne kadar güçlü ve sağlam olduğunu, Bosna Hersek’in bilge önderi, inançlı lideri, büyük mücadele adamı Aliya İzzetbegoviç’i anlatan bir televizyon programında da izlemiştim. Program konuğu gazeteci, Aliya İzzetbegoviç’le ilgili ilginç bir anısını paylaşmıştı.

Gazetecinin anlattığına göre; Bosna Savaşı’nın en şiddetli ve kritik dönemlerinden birinde kendisiyle görüşmek üzere Saraybosna’ya gitmiş; ona hediye olarak da Türkiye’den bir Kur’an-ı Kerim, bir Türk Bayrağı ve bir de Türkiye haritası götürmüşler. Aliya İzzetbegoviç, kendilerini kabul etmiş. Kendisine takdim edilen bayrağı ve Kur’an-ı Kerim-i alıp, öpmüş, saygıyla başına götürmüş. Kur’an-ı Kerim’in sayfalarına bakıp, karıştırmış;

  • Hattı da güzelmiş! Yanımda dursun, açıp okurum, diyerek büyük bir

edep ve saygıyla yanındaki rafa koymuş. Türk Bayrağı’nı da;

  • Bu bayrak, bizim de bayrağımız! diyerek tam karşısına yüksekçe bir yere astırmış. Sonra Türkiye haritasını alıp açmış, çok düşünceli ve üzgün bir yüz ifadesiyle bir müddet inceledikten sonra sormuş:
  • Bu ne?
  • Türkiye haritası…
  • Türkiye haritası mı?
  • E, evet, Türkiye haritası!
  • Ne yani, Türkiye bu kadarcık mı?
  • !!!???
  • Peki, bu haritada hani biz neredeyiz? Bakın, biz Balkan

Müslümanları olarak hepimiz, kendimizi Türk sayarız! Müslümanların yaşadığı, onlara vatan olmuş her yeri de Türkiye biliriz! Yani asla kendimizi sizden, sizi de bizden ayrı görmeyiz! Yoksa siz, bizi kendinizden, sizi de bizden ayrı ve başka mı görüyorsunuz? Hayır, bu olamaz! Kusura bakmayın ama ben, içinde bizim olmadığımız, bizi de içine almayan bir Türkiye haritasını asla kabul edemem! Ne zaman içinde bizim de bulunduğumuz bir Türkiye haritanız olursa, onu getirin, o zaman memnuniyetle kabul ederim!..

KUR’ÂN’I HEDİYE OLARAK BİLE ALAMAYANLAR

Aliya İzzetbegoviç’teki Türklük ve Müslümanlık bilincinden, Kur’an sevgi ve saygısından bahsetmişken, bir karşılaştırma yapılabilmesi bakımından; Türkiye’deki çoğu yöneticilerin bunlardan ne kadar uzak olduklarını yine bazı Balkan Müslümanlarının bizzat yaşadıkları ilginç bir anıyla burada zikretmek yararlı olabilir. Aşağıdaki olay, aslen Saraybosnalı olan, Bursalı tercüman Nusret Uluca’dan dinlenmiştir:

“Bir ara, Saraybosna (Sarajevo), Bursa ile kardeş şehir ilan edilmişti. Saraybosna’nın Boşnak asıllı, Katolik ve Komünist Belediye Başkanı Ante Susiç, 1970’li yılların sonuna doğru kalabalık bir heyetle Bursa’yı ziyarete gelmişler. Heyet, ziyaret edilecek üst düzey önemli kişilere verilmek üzere, Saraybosna’dan bazı hediyeler getirmiş. Bu hediyeler arasında, çok eski, yaklaşık beşyüz yıllık, Boşnakça mealli (tercümeli), elyazması birkaç Kur’an-ı Kerim de vardı. Saraybosna heyeti, bu Kur’an-ı Kerimleri getirdikleri hediyelerin en anlamlısı ve en önemlisi olarak görüyor, bunlara çok büyük değer atfediyor, adeta üstlerine titriyorlardı. Bu hediye ile Türk-İslam Kültürünün Bosna Hersek’teki yerinin ve öneminin çok eski, sağlam, köklü olduğunu; kendilerinin de buna çok büyük önem verdiklerini, saygı duyduklarını ve sahip çıktıklarını göstermek ve vurgulamak istiyorlardı. Bu yüzden de, heyetin tercümanlığını yapan Nusret Uluca’ya, bu el yazması Kur’an-ı Kerim’lerin takdimi sırasında bu anlamlı hediyeler ile ilgili geniş ve uzun açıklamalar yapmasını özellikle rica etmişler. Bunlarla ilgili olarak bütün gerekli bilgileri de etraflı bir şekilde kendisine yazılı olarak vermişler.

Heyet, randevu alıp ilk ziyareti şehrin en büyük mülkî âmiri durumundaki Vali Beye yapmış. Kısa bir tanışma faslından ve hal hatır sormalardan sonra, sıra hediyelerin takdimine gelmiş. Tercüman Nusret Uluca, takdim edilen diğer hediyeler hakkında Vali Beye kısa açıklamalar yapmış. Heyetin ricası üzerine, el yazması Kur’ân-ı Kerim’in takdimini ve önemi hakkındaki açıklamaları en sona bırakmış. Fakat diğer hediyeler takdim edilip, sıra çok değerli kılıflara sarılmış el yazması Kur’ân-ı Kerim’e gelince, Vali’nin tavrı değişmiş. tercümanın el yazması Kur’ân’la ilgili açıklamalarını dinlemek bile istemiyormuş. Sözünü kaba bir tavırla kesip; ‘Tamam, tamam! Diğer hediyeleri kabul ediyorum ama bunu kabul edemem; bunu alıp geri götürsünler!’ diyerek el yazması, Boşnakça mealli Kur’ân-ı Kerim’i almayı reddetmiş. Sert bir ifadeyle susturulan Tercüman Nusret Uluca, ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırmış. Olup biteni, Vali’nin tavrını heyete nasıl izah edeceğini bilemiyormuş. Bir şeyler eveleyip geveleyerek, Kur’ân-ı Kerim’in kabul edilmeme gerekçesi olarak heyettekilere bir şeyler anlatmaya çalışmış. Bütün olup bitenler, heyettekilerin gözleri önünde cereyan etmiş ama yine de heyet üyeleri bu kadar önem ve değer verdikleri bir hediyenin, böyle hiç de şık sayılmayacak bir şekilde reddedilmesinin nedenini anlamakta güçlük çekmişler, Vali’nin tavrına bir anlam verememişler.

Büyük bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğu ile Vali’nin yanından ayrılan heyet, ikinci önemli randevuları olan Belediye Başkanını ziyarete gitmişler. Heyet üyeleri ve Tercüman Nusret Uluca, ikinci büyük şoku ve tatsız sürprizi de burada yaşamışlar. Vali Beyin Kur’ân-ı Kerim’i hediye olarak kabul etmediğini her nasılsa öğrenen Belediye Başkanı da aşağı yukarı aynı tavrı sergilemiş. O da diğer hediyeleri kabul etmiş ama Boşnakça mealli, el yazması Kur’ân-ı Kerim’i kabul etmemiş. Heyettekilerin şaşkınlıkları daha da artmış. Daha sonra, Bursa’nın en büyük din adamı olarak gördükleri Müftü Efendiyi ziyarete gitmişler. Kur’ân-ı Kerim’leri alıp geri götürmektense, hepsini Bursa Müftüsüne vermeyi düşünüyorlarmış. Fakat gelin görün ki, Vali’nin ve Belediye Başkanının tutumundan haberdar ve dolayısıyla tedirgin olan Müftü Efendi, heyeti makamında kabul etmeye bile çekiniyor, korkuyor, tereddüt ediyormuş. Sonunda Ulu Cami’de bir görüşme ayarlanmış. El yazması, Boşnakça mealli Kur’ân-ı Kerim’leri Müftü de kabul etmeye cesaret edememiş. Ulu Camiin imamını kastederek ‘İmama verin!’ demiş. Neticede üç el yazması Kur’ân-ı Kerim’den biri Ulu Cami imamına verilmiş, biri Tercüman Nusret Uluca’da kalmış, diğeri de verilecek kimse bulunamadığı için Bosna’ya geri götürülmüş.

BAYRAK, O BAYRAK AMA MİLLET O MİLLET DEĞİL!

Balkan Türk ve Müslümanlarının Türkiye’deki değişim ve dönüşüme nasıl baktıklarını daha iyi anlayabilmemiz için, Türkiye’ye gelip durumu yakından gören bazı Balkan Müslümanlarının yaşadıkları şaşkınlık ve travmalara bir bakmak yerinde olacaktır.

Türkiye’den gelen haberler; Türk diplomatların kendilerine karşı gösterdikleri soğuk ve umursamaz tavırlar, Balkan Türk ve Müslümanlarına; anavatandaki bazı yetkililerin ‘Türk milleti’, ‘Türklük’ ve ‘Müslümanlık’ anlayışları ve tanımlamalarıyla kendilerininki arasında uzlaşmaz, taban tabana terslikler ve dünyalar kadar büyük farklar olduğunu ister istemez her gün biraz daha net bir biçimde gösteriyordu. Onlara göre; Türklük, bir ırk, dil, etnik köken meselesi değildi. Türklükle, Müslümanlık birbirinin ayrılmaz parçasıydı. Türklük, bir bilinç ve şuur meselesiydi. Müslüman olan herkes aynı zamanda Türk olmuş demekti. Dilleri Türkçe olmasa, etnik kökenleri farklı da olsa, onlar Müslümanlığı kabul etmekle kendilerini Türkiye’deki herkes kadar Türk olmuş sayıyorlardı. Zaten Türkiye’de yaşayan insanların yarısından çok daha fazlası; başta Balkanlar olmak üzere Anadolu toprakları dışından buraya göç etmiş değiller miydi? Kendi yakınlarının çoğu da burada yaşadıkları halde, kendilerini Türk kabul etmekte ve göç izni vermekte niçin bu kadar isteksiz davranılıyor ve böyle akıl ve mantık dışı gerekçeler üretiliyordu.

Bazı Balkan Türkleri ve Müslümanları, uzaktan duydukları can sıkıcı haberlere, Türkiye’nin dış temsilciliklerinde yaşadıkları olumsuzluklara yine de inanmak istemiyorlar; her şeyi bizzat kendi gözleriyle görmenin, kulaklarıyla duymanın daha iyi olacağını düşünüyorlar, Türkiye’de neler olup bittiğini daha iyi anlayabilmek, sorularına daha tatminkâr cevaplar bulabilmek için bizzat Türkiye’ye gidip gelmeyi şart görüyorlardı. Bu nedenle Balkanlardan Türkiye’ye gelip gidenlerin sayısında, geliş gidiş trafiğinde önemli bir artış yaşanıyordu.

Bu tür ziyaretlerle ilgili anılar, yaşanmış olaylar, gerçek hayat hikâyeleri bu günkü nesil arasında bile anlatılmaktadır. Yaşanan trajediyi, duygu ve düşüncelerdeki farklılıkları, bunların ruhlarda yarattığı sarsıntı ve çatışmaları daha iyi anlamamıza yardımcı olabilecek gerçek bir yaşam öyküsünü Makedonya muhaciri Bursalı bir iş adamından bizzat dinlemiştim.

Bazı kötü niyetlilerin yalanlarına ve tezvirlerine aldanıp da yanlış bir kanaate varmak istemeyen; Türkiye’de neler olup bittiğini, milletin, memleketin son durumunu bizzat kendi gözleriyle yakından görmek, kulaklarıyla işitmek, daha önceden Türkiye’ye hicret etmiş yakınlarını ziyaret etmek, vatan, millet, bayrak hasretini biraz olsun gidermek, çoluk çocuğuyla göç etmeden önce bazı ön araştırmalar ve hazırlıklar yapmak isteyenlerden biri de bölgede herkesin çok itibar edip saygı ve sevgi duyduğu Makedonyalı bir Müslüman’dı. Geride kalanlar, daha önce gidip dönen, çok güvenip inandıkları diğer kimselerin yollarını bekledikleri gibi; bu dindar, yaşlı başlı, akıllı uslu, güngörmüş ihtiyarın yolunu da hacı yolu gözler gibi sabırsızlıkla gözlemişlerdi. Anavatan saydıkları Türkiye’yi görebilme bahtiyarlığına erebilmiş insanlar; dönüşlerinde kutsal ve mübarek kişiler gibi saygıyla karşılanıyordu. Bunların evleri, barkları meraklı kalabalıklarla dolup taşıyor; insanlar çevrelerinde geniş halkalar oluşturuyor; Türkiye hakkında daha fazla şeyler öğrenmek, daha detaylı bilgiler ve haberler almak isteyenler, bunları aralıksız, fasılasız, çok çeşitli soru bombardımanına tabi tutarlardı:

  • Hadi, yediğin içtiğin senin olsun da, bize gördüklerini anlat!
  • Türkiye nasıldı?
  • Türkiye’de neler gördün, neler yaşadın?
  • Oralar nasıl?
  • Oralarda ne var, ne yok?..

Türkiye’den döner dönmez aynı sorular bu saygın ihtiyara da soruldu. Ama Türkiye ve Türklük sevdalısı, bu yaşlı başlı dindar adamcağız, hiç havasında değildi. Morali son derece bozulmuş, canı iyice sıkılmıştı. Ardı arkası kesilmeyen sorular karşısında iyice bunalıyor, yine de Türkiye hakkında olumsuz bir şey söylememeye çalışıyor, ancak dili bir türlü güzel şeyler söylemeye de varmıyordu. Bu hatırı sayılır, sözü dinlenir yaşlı Müslüman; Türkiye seyahati sırasında anlaşılan hiç memnun kalmadığı, hatta üzüntü ve kaygı duyduğu durumlarla karşılaşmış; anlamakta güçlük çektiği, umutlarına, arzu ve beklentilerine hiç uymayan bazı tatsız ve can sıkıcı olaylar yaşamış gibiydi. Bunlarla ilgili olarak da ne diyeceğini, neyi, nasıl anlatacağını bilememenin şaşkınlığını ve tereddüdünü yaşıyor; kendisini iyice bunaltan sorulara sadra şifa cevaplar vermek yerine, sözü epeyce eveleyip geveledikten sonra, yuvarlak cevaplarla işin içinden sıyrılmaya çalışıyordu.

Onu en çok üzen şeyler arasında; kendi vatan, millet anlayışıyla Türkiye’de özellikle yönetim kademelerinde görev yapan bazı kimselerin anlayışları arasında uzlaşmaz, bağdaşmaz ayrılıklar, aykırılıklar bulunmasıydı. Bunlar kendisi gibi Balkan Müslümanlarını neredeyse Türk kabul etmiyorlar, aradaki en sağlam ve güçlü bağ olan İslamiyet’e ise nedense hiç değer ve önem vermiyorlar, hatta olumsuz ve düşmanca bir tavır takınıyorlardı. Bu nasıl olabilirdi? Bin yıldan fazla İslam’ın bayraktarlığını yapmış bir milletin evlatları nasıl olur da bu kadar değişebilir; kendi aslına ve özüne aykırı bir yapıya bürünebilir; böyle olumsuz bir değişim ve dönüşüme uğrayabilirdi. Gördükleri, duydukları, yaşadıkları karşısında şoke olmuştu. Bu duruma bir türlü akıl, sır erdiremiyor; dönüşte kendisinden haber bekleyenlere ne diyeceğini bilememenin sıkıntısı ve bunalımı içinde kıvranıyordu. Şimdi de büyük bir çaresizlik içinde, öncelikle bu olumsuzluklardan hiç söz etmemeyi denedi. Bunun yerine; özgürce ve serbestçe dalgalanan Ay yıldızlı al bayrağımızı görünce nasıl heyecanlandığından, nasıl mutlu olduğundan uzun uzun söz etti. Dinleyenler, anlatılanları büyük bir duygu yoğunluğu içerisinde, ilgiyle, dikkatle, mest ve hayran olmuş, kendilerinden geçmiş bir şekilde bıkmadan usanmadan dinlediler:

– Sınırdan içeri girer girmez gözüm, önce gönderde özgürce salınan Ay yıldızlı al bayrağımızı aradı. Hemen de buldum. Bizim o anlı, şanlı, Ay yıldızlı, rengini şehitlerimizin kanından alan Türk Bayrağımız tam karşımdaydı. Hafif bir rüzgârla hür, özgür ve bağımsız bir şekilde, nazlı nazlı salınıyordu. Görür görmez ben onu hemen tanıdım; bizim bayrağımız olduğundan hiç şüphe etmedim. İnanır mısınız, sanki o da beni tanıdı?! Beni o güzel al renkli, Ay yıldızlı, o güler yüzlü çehresiyle, o hoş simasıyla, hem de sevinçle karşıladığını hissettim. Ben ona baktım, o bana baktı; uzun uzun bakıştık. Ben ona güldüm, o bana güldü; beraberce gülüştük, konuştuk. O beni sevdi, ben onu sevdim; içim sevgiyle, izzet ve şerefle dolup taştı. O sıcak havada, beni gölgesinde serinletti. Onun gönderde alabildiğine hür, bağımsız, serbest ve nazlı nazlı salınışı öyle güzeldi, öyle güzeldi ki anlatamam! Gölgesinde bulunmak beni öylesine mutlu etti, öyle sevindirdi, göğsümü de öyle kabarttı ki sevinçten derimin içine sığamaz oldum! O duygular anlatılmaz, ancak yaşanır!

Yaşlı adamın anlattıkları çok güzeldi; ama onun yollarını gözleyenlerin öğrenmek istedikleri başka şeyler de vardı. Fakat ihtiyar sanki oralara hiç gelmek, o sorulara hiç cevap vermek istemiyor gibiydi. Uzaktan uzağa Türkiye’nin yeni yüzüne, yeni dönemine; yeni Türkiye’de yaşanan bazı gelişmelere ve değişmelere dair -doğru mu yanlış mı olduğunu kestiremedikleri- bir sürü haber duyuyorlardı. Bunların ne kadarı doğruydu? İşin aslı neydi? Bu konuda da merak ettikleri çok şeyler vardı. Ardı arkası kesilmeyen sorularla ihtiyarı zorlamaya başladılar:

  • Yahu tamam da, biraz da millet ve memleket nasıldı, onu anlat?
  • Yok kardeşim, bana o konuda fazla bir şey sormayın!
  • Niye, ne oldu ki?..
  • Ne olacak, millete olan olmuş! Bayrak o bayraktı ama maalesef mil

let o millet değildi! Bayrağımız beni tanıdı, ben de bayrağımızı tanıdım; ama ne yazık ki ne millet beni tanıyabildi, ne de ben milleti tanıyabildim!..Hele bazılarının sözlerinden, laflarından, yapıp ettiklerinden, bana karşı tutum ve davranışlarından öyle incindim, öyle irkildim ki anlatamam! Gördüğüm, duyduğum, yaşadığım bazı şeyler beni öylesine şaşırttı ki; milletin aynı millet, yani bizim millet olup olmadığından ciddi şüpheye düştüm. Görüşüp konuştuklarımdan bir kısmı, bizim bildiğimiz, tanıdığımız, sevdiğimiz kendi milletimize, Türk’e ve Müslüman’a hiç benzemiyordu. Öyle değişmişler ki, sanki başka bir şey olmuşlar. Ne olmuşlar, neye benzemişler ben tam anlayamadım. Anlayan varsa, bana da söylesin! Hiçbir Türk özelliği taşımayan, Türklüğün şartlarının yanından bile geçmemiş dinsiz, imansız, namazsız, niyazsız bazı tipler kalktılar, benim Türklüğümü sorgulamaya yeltendiler. Neymiş, ben gerçek Türk değilmişim! Ben gerçek Türk değilim de sen mi gerçek Türksün? Halbuki ben Türklüğüm için bunca bedel ödemişim, bundan sonra her bedeli de ödemeye hazırım! Ya sen!? Benim Türklüğüm denenmiş, sınanmış, bir Türklük; ya seninki!? Gâvur bile benim Türk olduğumu biliyor ve bana bunun için düşman! Ya sen? Türk’e benzer hiçbir tarafın yok; Türk olduğunu iddia ediyorsun! Senin Türk olduğun nereden belli? Kısacası ne ben onları tanıyabildim, ne de onlar beni tanıdı. Onlar bana Türklüğü yakıştıramadılar; ben de onlara yakıştıramadım. Onlar beni Türk’e benzetemediler; ben de onları. Gerisini artık ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim! Çok şükür ki, bu değişim, değişme ve değiştirme çılgınlığı içerisinde bayrağımızı ve İstiklal Marşımızı değiştirmeyi unutmuşlar. Artık akıllarına gelmediği için mi, yoksa henüz onlara sıra gelmediği için mi orasını bilemem! Ben anavatanım Türkiye’de bulunduğumu, bir tek bayrağımızdan anladım. Onu da değiştirecek olurlarsa, ne olur bilemem! Allah sonumuzu hayretsin!..

Bu olay, Balkan Müslümanlarının Türklük, Müslümanlık, millet, devlet, bayrak, din gibi ortak değerlere bakışını, anlayışını, sevgi ve bağlılığını; bunlar için göç ve ölüm dâhil her şeyi göze alabilme iman ve kararlılığını net bir biçimde ortaya koyduğu gibi, bunlara karşı en ufak bir saygısızlığa da ne kadar tahammülsüz olduklarını göstermesi açısından son derece önemlidir.

BAYRAĞIN MİLLÎ ve DİNÎ ANLAMI

Bizim kültürümüz sembolcü bir kültürdür. Türk Milleti sahip olduğu kültürel derinliği ve zenginliği önemli ölçüde sembollere bağlamış, esas anlatmak istediklerini sembollerle anlatmayı tercih eden bir kültürdür. Atalarımız daha Orta Asya’dayken belirli eşyaları, cisimleri ve şekilleri belirli manalara sembol yapmışlardır. Mesela, ‘ok’ Tanrı’ya bağlılığın, ‘yay’ da bu bağlılığın cihana yayılmasının sembolüydü. Keza davulun, tuğun devlet babında değişik anlamları vardı.

İslam’ı kabulden sonra gelişerek devam eden bu sembolcü gelenek, Peygamber Efendimize de (s.a.v.) bir sembol bulmakta gecikmemiş ve O’na (s.a.v.) ‘Gül’ sembolünü layık görmüştür. Kültürümüzde gül, Peygamberimizin (s.a.v.) ve Peygamberimize (s.a.v.) duyulan muhabbetin sembolüdür. Peygamberimize (s.a.v.) muhabbetini kaybeden imanını da kaybedeceğinden, yani Peygamberimize (s.a.v.) muhabbet duymakla iman arasında çok sıkı ve yakın bir bağ olduğundan, gül aynı zamanda iman hayatımızın da sembolü sayılır. Fatih Sultan Mehmet, Bellini tarafından yapılan portresinde, Peygamberimize (s.a.v.) olan muhabbetini vurgulamak için, Peygamber (s.a.v.) sembolü olan ‘gül’ koklar. Onun içindir ki, edebiyatımızda sevgililer hep güle benzetilir.

İnsanlar bazı şeyleri, sözle, harfle, kelimeyle yani yazılı veya sözlü olarak doğrudan ifade etmek yerine; bir takım işaretlerle, sembollerle benzetmelerle, teşbihlerle, mecazlarla ifade etmeyi bunun için de bazı işaretler, semboller, remizler kullanmayı tercih ederler. Böyle dolaylı ve sembolik bir anlatım bazen doğrudan, açık ve direkt bir anlatımdan daha güçlü ve daha etkili olabilir. Türkler, dünyanın sembolik anlatımı en iyi bilen ve kullanmaya başaran milletlerinden biridir. Türk Milleti İslamla tanışıp daha farklı ve üstün bir medeniyet boyutuna geçtikten sonra, ayrıca ilimde, fende, sanatta daha ileri merhaleler kat ettikçe bu sembolik anlatım gücü ve geleneği daha da güçlenmiş ve artmıştır. Bunun ispat delili olarak bir tek Divriği Ulu Camii ve Şifâhânesi bile yeterlidir. Dünya miras listesine de giren bu muhteşem eserin özellikle taç kapı girişlerinde on binlerce anlamlı sembol ve figür, aynı anda hem simetrik hem de asimetrik bir şekilde, burayı ziyaret edenlere ve gelecek nesillere pek çok şeyler anlatmaktadır. Zamanla her alanda yaşanan gerilemeler, hem bu sembolik anlatım gücümüzün azalmasına, hem de bu sembollerle anlatılan gerçekleri anlayabilme kabiliyetimizi bile kaybetmemize neden olmuştur. Hele Cumhuriyet döneminin sığ eğitiminden geçmiş sözda aydınlarımız, Türk Kültürünün azametinin farkında bile olamadıkları, karşılarındaki muazzam sistemi anlayamadıkları ve hakkından gelemedikleri için ya basite indirgeme, önemsiz ve değersiz görme kolaycılığına kaçmışlar yahut tamamen reddetmeyi ve yok saymayı tercih etmişlerdir. Aslında Türklük iddiasında bulunanların, bu sembolik anlatımlardan ne kadarını anlayabildiklerine bakarak, kendilerine Türklük testine tabi tutmaları daha ciddi ve bilimsel bir yöntem olabilirdi. Ancak günümüzde maalesef insan kalitemiz bu testi yapamayacak ve buna giremeyecek kadar düşmüş durumdadır.

Bayraklar, milletlerin millî kimlik ve kişiliğinin, ayrı ve bağımsız bir millet olarak yaşama iradesinin sembolü olan siyasî bir simgedir. Bir halkın ve ülkenin bağımsızlığını ve sahip olduğu ulusal değerleri ifade eder. Bayrağa saygı göstermek; o millete, o milletin devletine, insanına, inançlarına saygı göstermek demektir. Türkler kendi bayraklarına saygısızlık yapılmasını istemedikleri ve buna tahammül edemedikleri gibi, kendileri de başka milletlerin bayraklarına saygısızlık yapmazlar.

Bize ecdât yadigârı olan Ay yıldızlı al bayrağımız; üzerindeki renklerin, şekillerin hiç bir anlam ve değer ifade etmediği basit bir bayrak, değersiz bir bez parçası değildir. Üzerine ayetler yazılmış levhalar, mushaflar için artık nasıl basit, değersiz bir kâğıt parçası denemezse; bazı duygusuz, inançsız, ruhsuz insanların iddia ettiği gibi bayrağa da basit bir kumaş veya bez parçası denemez. Hele Türk milletinin gözünde ve gönlünde bayrağının değeri, kıymeti ve önemi pek büyüktür. Türk Bayrağı, Türk milleti için en büyük değerlerden biridir. Türk Bayrağı millî olduğu kadar aynı zamanda dînî de bir semboldür. Bu yüzden Türk milleti bayrağını her zaman canından daha aziz bilmiş, dîni, îmanı, namusu, onuru, şeref ve haysiyeti gibi üzerine titremiştir. Türk Bayrağının ifade ettiği manalarda ve değerlerde buluşmak bizim kültürümüzde çok önemli olmuştur. O bayrak açılıp yola çıkıldığında koskoca bir millet hemen onun ardına düşmüş, “Allah milletimizi vatansız, vatanımızı bayraksız bırakmasın!”, “Allah bizi kıyamet gününde Peygamber Efendimizin sancağı altında toplananlardan eylesin!” gibi bayrak ve sancak içeren yakarışlar milletimizin dualarından hiç eksik olmamıştır.

Türk milletinin varlığı, birliği, dirliği, beraberliği, bütünlüğü, dîni, îmanı, inançları, idealleri, değerleri, tarihî tecrübeleri, yüklendiği tarihî misyon, en güzel ve en anlamlı bir şekilde bizim şanlı bayrağımızda özetlenmiş, bayraklaştırılmış ve sembolleştirilmiştir. Türk milletinin üstlendiği tarihî misyon da Türk Bayrağında yaşamakta, yaşatılmaktadır.

Türk Bayrağı, Türk milletinin, dîninin, îmanının, inanç ve ideallerinin; Allah ve Peygamber sevgisinin; birlik ve beraberliğinin, bütünlüğünün, dirliğinin, düzenliğinin; gücünün, kuvvetinin, kudretinin; istiklalinin, bağımsızlığının, hürriyetinin, özgürlüğünün, özgünlüğünün; istikbalinin, kıyamete kadar hür ve bağımsız yaşama ve var olma iradesinin sembolü ve teminatıdır. Onun nazlı nazlı salınışı, bize boş hayaller ve amaçlar uğrunda anlamsız maceralar peşinde sürüklenip ömrümüzü ziyan çekmek yerine; ona al rengini veren şehitlerimizin tertemiz kanları üzerindeki ay ve yıldızın temsil ettiği anlamlar, değerler ve idealler uğruna, daha önce batmış güneşlerimizi de hatırlayıp onlara layık evlatlar olma çağrısıdır.

Milletimiz, taşıdığı ve sembolize ettiği kutsal değerler ve anlamlar itibariyle her zaman şanlı bayrağına en yüce değeri ve önemi vermiştir. Bayrağı kutsal bir değer olarak hep yükseklerde tutmak; yüksek yerlere dikmek, gönderlere, evlerin çatılarına, camilerin kubbelerine minarelerine asmak, evlerin en mûtenâ köşelerinde, örneğin Kur’ân-ı Kerim’in asılı olduğu yerin hemen altında göz önünde bulundurmak; onu hep temiz ve bakımlı halde tutmak; göğüslerde, kalbin üzerinde taşımak, belden aşağıda tutmamak; asla yere düşürmemek, eskimiş yırtılmış parçalarını bile yere, ayakaltına atmamak gibi milletimizin bayrağına karşı sayılamayacak kadar çok sevgi ve saygı davranışları vardır. Bayrağı sevmek, saymak ve bunu her vesileyle göstermek her Müslüman Türk’ün dînî ve millî bir görevi, yükümlülüğü, namus ve şeref borcu kabul edilir.

Taşıdığı kutsal semboller itibariyle Türk Bayrağı’nı sevmek ve saymak; her Müslüman Türk için, Allah’ı, Peygamberi, dînini, devletini, milletini, vatanını, bağımsızlığını sevmekle ve saymakla aynı anlama gelir. Bayrağa saygısızlık ve hakaret, her zaman için onu yapanın dinsizliğine, ahlaksızlığına, hainliğine, alçaklığına, onursuzluğuna ve şerefsizliğine; din, îman, Allah ve Peygamber düşmanı olduğuna yeterli delil sayılır.

BAYRAĞIMIZIN ÜZERİNDEKİ SEMBOL ve İŞARETLER

Milletlerin bağımsızlık ve egemenlik sembolü olan bayrak, rengiyle ve üzerindeki işaretlerle her millet için çok farklı ve önemli anlamlar ifade eder. Türk Bayrağı’nın da renginden üzerindeki sembollere ve işaretlere kadar Türk milletinin gönlünde çok farklı, çok güzel, çok ilginç ve çok önemli anlamları vardır.

Türk Bayrağı’nın rengi herhangi bir kırmızı değil; kan kırmızı, yani al renklidir. Türk Bayrağı; rengini Allah yolunda, İ’lâ-yi Kelimetullah davası uğrunda seve seve kanlarını akıtmış, canlarını feda etmiş aziz şehitlerimizin al kanlarından alan, al renkli bir bayraktır. Türk milleti ‘kırmızı kan’ demez, “al kan” der. Bu yüzden bayrağının rengi ifade edilirken de ‘kırmızı bayrak’ denmez, “al bayrak” denir. Türkçede birisini yermek, aşağılamak anlamında “karalamak” tabiri kullanıldığı gibi, yüceltmek, övmek, kutsamak karşılığı da, “allamak” ifadesi kullanılır. Bugün dilimizde kullanılan “allamak pullamak” sözü de aynı anlamı ifade eder.

Ay yıldızlı al bayrağımızın doğuşu ile ilgili en meşhur menkıbe ve rivayet şudur:

28 Haziran 1389 tarihinde, I. Murat (Hüdavendigar) ile Sırp Kralı Lazar arasındaki I. Kosava Meydan Savaşı çok kanlı olmuştu. Öyle ki, savaşın cereyan ettiği ovada, şehit düşen kahraman Mehmetçiklerimizin kanları, geniş bir çukurun içinde göllenerek, âdeta bir kan gölü oluşmuştu. Akşam güneş battığında şaşılası bir olay gözlemlendi. O gece Ay ile Jüpiter yıldızı aynı hizaya gelerek birbirine çok yaklaşmış, şehitlerimizin kanıyla dolu o geniş kan çukuruna yansıyarak Türk Bayrağı’nın şimdiki şekline benzer bir tablo meydana getirmişti.

Bu rivayetin ne kadar doğru olduğu bilinmez ama Türk Bayrağı’nın doğuşuyla ilgili en meşhur rivayet budur. Bunun dışında güvenilir kaynaklarda başka bir rivayete de rastlanmamaktadır.

Rengini İ’lâ-yi Kelimetullah (Allah kelimesini, davasını yüceltme) yolunda seve seve canından geçmiş, ölümsüzlüğü tatmış şehitlerimizin mübarek kanlarından alan şanlı bayrağımızın, ilhamını Balkanlardan, yani Balkanlarda cereyan etmiş, Kosova Meydan Savaşı’ndan alması; Türk Bayrağı’nın oluşumunda bile Balkanların ne kadar önemli bir yerinin olduğunu göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.

Türk Bayrağı’ndaki hilal ve yıldız, gökyüzündeki Ay ve yıldız şekillerinin ötesinde çok daha farklı anlamlar, sembolik anlatımlar ve mecâzî ifadeler de içermektedir. Buradaki amaç, sadece gökyüzündeki Ay’ı ve yıldızı alıp bayrağa resmetmek değildir. Eğer öyle olsaydı, Ay’ın en zayıf ve en az ışık verdiği hilal halinin değil, en parlak ve gösterişli olduğu dolunay halinin kullanılması daha mantıklı olurdu. Öte yandan bizim bayrağımızdaki hilal ve yıldız, bunların gökteki şekillerine de çok benzemezler. Dolayısıyla Türk Bayrağı’ndaki hilal ve yıldız, gökteki şekillerinden aynen kopya edilmemişler; bunlarla ifade edilmek istenen çok derin anlamlar, sembolik ve mecâzî anlatımlar nedeniyle tercih edilmişlerdir.

İslam inancında en çok anılması, hatırlanması, hiç akıldan çıkarılmaması gereken varlık Allah’tır. Türkler, bazılarınca aşırı bulunabilecek saygılarından ve dînî hassasiyetlerinden dolayı, akıllarından, fikirlerinden, gönüllerinden hiç çıkarmadıkları Allah İsm-i Celîlini ve Hz. Peygamber’in şerefli ismini öyle her olur olmaz yerde açıkça lafzen anmayı, her olur olmaz yere de harflerle kazıyıp yazmayı pek uygun görmezlerdi. Bunun yerine onlara her yerde ve her zaman Allah’ı ve peygamberini hatırlatacak, akıllarından ve gönüllerinden çıkarmamalarını, içten içe hep anmalarını sağlayacak semboller, remizler, işaretler, mecâzî ifadeler kullanmayı tercih ediyorlardı. Örneğin, Türkler, çiçeklerden lâleyi, Allah kelimesiyle aynı harflerle yazıldığı için Allah’ı hatırlatan ve O’nu anmalarını sağlayan bir sembol olarak; gülü de rengi, güzelliği ve kokusuyla kendilerine Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’i hatırlatan bir sembol olarak benimsemişlerdir. Türk edebiyatında, tasavvufta, Türklerin İslam inancında ve tasavvurunda Allah (c.c.) adı lâle ile Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) adı da gül ile sembolize edilmiştir. Türkler, aynı şekilde hilali de Allah’ı hatırlatan bir sembol olarak kullandılar.

Çünkü Allah Lafza-i Celâlindeki harflerin (elif, lâm, lâm, he) aynısı ‘lâle’ de olduğu gibi, ‘hilâl’de de vardır. Ebced hesabına göre, her üç kelimenin toplamı 66 sayısını vermektedir. Arap harfleriyle yazıldığında هلال: hilâl ve لاله: lâle birbirinin tersten okunuşu, yani simetriğidir. Bu sembolik kabuller, hilâl ve lâleye Türk İslam edebiyatında, sanatında, kültüründe, tasavvufta, inanç ve düşünce sisteminde çok ayrı bir yer, anlam, değer ve hatta kutsiyet atfedilmesine neden olmuştur. Bazı yörelerimizde halk arasında hâlâ kullanılan “İşi 66’ya bağlamak” sözü eskiden “Bir işi Allah’a havale etmek” anlamında kullanılıyordu. Ancak ne yazık ki günümüzde bu ifade de gerçek anlamından saptırılarak daha çok “Bir işi oldu bittiye getirmek” anlamında kullanılmaktadır.

: Allâh, لاله: lâle ve هلال: hilâl kelimeleri, noktasız harfler olan ‘elif’, ‘lâm’ ve ‘he’ harfleriyle yazıldıkları için, bunlar “cevâhir-i hurûf” yani lekesiz harfler olarak isimlendirilmişlerdir. Lâle, edebiyatımızda lekesiz aşkın, Allah aşkının, şirksiz imanın sembolü olarak kabul edilmiş; bu yüzden de yaprakları lekesiz, beneksiz yani kusursuz olan lâleler ‘âlâ’ sayılmış; yapraklarının üzerinde nokta veya leke bulunan lâleler ise eksik veya kusurlu diye anılmıştır.

Lâle Devri şairlerinden İzzet Ali Paşa, lâleye niçin bu kadar değer ve önem verildiğini bir beytinde şöyle açıklıyor:


“Mazhâr-ı ism-i Celâl olmasa hakkâ lâle!

Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle!”

(Eğer lâle, Celâl sahibi olan Allah’ın adının harflerini taşımasaydı; elbette bu kadar yüce bir değer ve mertebe de bulamazdı!).

Türklerde bu sembollerin kullanım yerleri arasında da bir farklılığın olduğunu görüyoruz. Örneğin cami gibi, minare gibi, bayrak gibi İslam’a ve millete şiar olmuş yerlerde, minarelerde, kubbelerde hilal kullanılırken; dînî ve millî açıdan daha az önemli ve daha basit görülen yerlerde ve işlerde, saray, bina, kumaş, duvar süslemelerinde lale motifi kullanılması tercih edilmiştir.

Bayrağımızdaki hilaldekinden daha farklı bir mantıkla; beş köşeli yıldız ise, şeklini doğrudan doğruya “Muhammed” kelimesinin Arapça stilize yazılış tarzından almıştır. Arapça Muhammed : ‘ﷴ’ yazısının “mim”i yıldızın birinci köşesini, “ha” harfinin dirseği ikinci köşesini, “mim”in kıvrımı üçüncü köşesini, “dal” harfinin alt ve üst kanatları da dördüncü ve beşinci köşelerini teşkil etmektedir. Beş köşeli yıldız, ayrıca İslam’ın beş şartına da işaret etmektedir. Bu tür remzlere, sembollere bizim kültürümüzde mimariden süsleme sanatlarına kadar her yerde bol bol rastlanır. İstanbul’u fethetmek ve onu fethedenler hakkındaki Peygamber övgüsüne layık olabilmek için çalışmalara başlayan Fatih Sultan Mehmet de İstanbul Boğazı’na en hâkim yere yaptırdığı beş kuleli Rûmeli Hisarı’nı yukarıdan bakıldığında Arap harfleriyle açıkça Muhammed okunabilecek şekilde yaptırmıştı.

BAYRAĞIMIZDAKİ KELİME-İ TEVHİD

Türk milleti, : Allah İsm-i Celîline saygılarından, dînî hassasiyetlerinden dolayı bu mübârek ismi millî bayraklarının üzerine harflerle yazmak yerine, O’nu hatırlatacak hilali bir sembol, bir remiz, bir işaret olarak kullanmayı tercih etmişlerdir.

Kısacası, Türk Bayrağı’ndaki hilâl, : Allah Lafza-i Celâlini; hilalin kucağındaki beş köşeli yıldız ise : Muhammed ismi şerifini; her ikisi birden Allah ve Peygamber inancını, sevgisini, aşkını ve bağlılığını sembolize eder. Her ikisi birden Kelime-i Tevhid’in yani لَا اِلَهَ اِلَّا اللهْ مُحَمَّدُ الرَّسُولُ اللهْ : Lâilâhe İllallâh Muhammedü’r-Rasûlüllah”ın remzidir.

Allah inancı, ‘âmentü’ ile bildirilen îmanın şartlarının temeli olduğundan; bayrağımızdaki hilalle aslında îman esaslarının hepsi; beş köşeli yıldızla da İslam’ın beş şartı bir remiz/sembol olarak dile getirilir ki, bayraktaki bu iki sembolle, yani Ay ve yıldızla İslam dîni bütün yönleriyle ifade edilmiş olur.

Bunun alternatifi Hıristiyanların teslisi yani Tanrı’yı üçlemeyi temsil eden haçları ve haç sembolleriyle dolu bayrakları olduğundan, bunu çok iyi bilen, yaşadıkları acı tecrübelerle de çok iyi öğrenen Balkan Müslümanları, Türk Bayrağını ve onun ifade ettiği anlamları ruhlarının ve gönüllerinin derinliklerinde çok iyi hissediyorlar, ona her şeyden çok önem ve değer veriyorlar ve canlarından daha aziz biliyorlardı. ‘Haç’ nasıl Hristiyanlığın, Hıristiyanlıktaki teslis inancının ve ehl-i salîbin sembolü olmuşsa; ‘hilâl’ de tarih boyunca hep İslâm’ın ve İslam’daki tevhîd inancının ve Müslüman toplumların sembolü olagelmiştir. Haçlı Seferlerinin diğer adı Hilâl-Salîb (haç) mücadelesidir ki, Tevhid-Teslis mücadelesi manasındadır. Hilâlin, haça karşı İslam’ın simgesi/remzi/sembolü olması, kendilerinin de Hilâl-Salîb, Müslüman-Hıristiyan çatışmasının en ön safında bulunmaları, Hıristiyanlarla sürekli çatışma ve mücadele halinde olmaları yüzünden Balkan Müslümanlarının gözünde Ay yıldızlı al bayrak, belki de Anadolu Türklerinden ve Müslümanlarından çok daha büyük anlamlar ifade ediyordu.

SELİMİYE CAMİİ’NDEKİ TERS LÂLE MOTİFİ

Taşıdıkları anlamlara daha fazla anlamlar katabilmek, çok daha farklı şeyler ifade edebilmek için lâle ve hilâl motifleri çok değişik yerlerde, değişik tarzlarda ve şekillerde de kullanılmıştır. Bunların en ilginçlerinden ve en meşhurlarından biri de Edirne Selimiye Camii’ndeki ters lâle motifidir. Lâlenin bizim mukaddesâtımıza ve camilerimizin içlerine kadar bir ‘sembol’ olarak girdiğini belirten Cevat Rüştü, buradaki lâlenin ‘Hilâl’ (dolayısıyla Allah) lafzını daha iyi ifade edebilmek için ters olarak nakşedildiği görüşündedir (N. Hikmet Polat, Türk Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine Cevat Rüstü’den Bir Güldeste, İstanbul 2001, s. 91).

Bazı yazarlar da sayı değeri 66 olan ‘lâle’ kelimesinin, ‘Hilâl’ kelimesi ve ‘Allah’ lafzıyla aynı harflerle yazılmasından dolayı, buradaki lâlenin ters oluşunu, hem ‘Allah’ı terk ederseniz batarsınız!’, hem de “Hilâli (bayrağı) düşürürseniz batarsınız!” seklinde yorumlamışlardır (İsmail Yakıt, Türk İslam Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düsürme, İstanbul 2003, s. 44).

Mimar Sinan’ın bu ters lâle motifini başka yerdeki başka bir eserinde değil de, şimdi artık serhat şehrimiz durumuna gelmiş bulunan Edirne’deki ‘Ustalık eserim!’ dediği en muhteşem eserinde kullanması çok anlamlı ve dikkat çekici bir durumdur. Edirne, İstanbul’dan neredeyse iki asır önce fethedilmiş ve uzun yıllar Osmanlı Devleti’nin başkentliğini yapmıştır. Edirne, fethedildiği 1361’den 1829 yılına kadar hiç işgal yüzü görmemiş; ancak o tarihten sonra iki defa Rus (1829, 1877-‘78), bir defa da Bulgar (1913) ve bir defa da Yunan (1920-‘22) işgaliyle dört defa elimizden çıkmış, tekrar güç bela geri alınabilmiştir.

İSLAM’DA BAYRAK ve SANCAK

Bayrağın ve sancağın İslam’da da çok büyük bir yeri ve önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), hicret yürüyüşü de dâhil, katıldığı bütün savaşlarda ve gönderdiği seriyyelerde bayrak ve sancak kullanmıştır (Buhârî, Cihâd, 119; Fedâü, 9). İslâm ordusunun ilk bayraktarı olarak Mus’ab b. Umeyr’i tayin etmiş (Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1068) Bedir ve Uhud savaşlarında bayraktarlık yapan Mus’ab, Uhud’da şehid düşmüştü (İbn Seyyidi’n-Nâs, Ebu’1-Feth Muhammed, Uyûnu’l-Eser, Beyrut, 1974, II, 27).

Hz. Peygamber düşman üzerine ordu gönderirken, ordu kumandanına mutlaka kendi elleriyle bayrak veya sancak teslim ederdi. Onları asla bayraksız ve sancaksız savaşa göndermezdi. Müslümanlar da bu bayrağı yere düşürmemek, hep yüksekte tutmak için her şeylerini feda etmekten çekinmezlerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz Bizans’a karşı da Zeyd b. Harise kumandasında bir ordu hazırlamış ve ona kendi eliyle beyaz bir sancak teslim etmişti. İki ordu Mute’de karşı karşıya geldiler. 3.000 kişilik İslam ordusunun karşısına 100.000’in üzerindeki sayısıyla tam teçhizâtlı Bizans ordusu çıkmıştı. Fakat Müslümanlar yine de savaşa girmekten çekinmediler.

Peygamber Efendimiz, yüzlerce kilometre uzaktan savaş alanında olup bitenleri, çarpışmanın safahatını, sanki gözlerinin önünde cereyan ediyormuşçasına ashabına teessür içinde teker teker anlattı. Peygamber Efendimizin, olayları sancak etrafında anlatması da oldukça manidardır: “Zeyd b. Harise sancağı eline aldı ve şehid oldu. Onun için Allah’tan af dileyiniz! Sonra sancağı Cafer aldı. O da şehid oldu. Onun için de Allah’tan af dileyiniz! Sonra sancağı Abdullah b. Ravaha aldı. O da şehid oldu! Bu kardeşiniz için de Allah’tan af dileyiniz!” Sonra da, mübarek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti: “Abdullah b. Ravaha’dan sonra, sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte, şimdi tandır tutuştu, harb kızıştı! Allah’ım, sen ona yardım et!”

Zeyd b. Harise şehid olduğunda Hz. Peygamberin talimatı gereğince hemen Cafer b. Ebi Talib sancağı yere düşürmeden almış; savaşta sağ elini kaybedince sancağı sol eline almış; sol eli de kesilince sancağa kollarının kalan kısmı ve vücuduyla sarılarak yere düşürmeden yeni sahibi Abdullah b. Revaha’ya teslim edip şehid olmuştu. Şehid olduğunda henüz 41 yaşında olan Cafer’in vücudunda, 90’dan fazla mızrak, ok ve kılıç yarası vardı. Abdullah b. Revaha da şehid olunca, Ebû’l-Yeser Ka’b b. Umeyr, Peygamberin sancağını yere düşürmeden eline almış götürüp Sabit b. Akrem’e vermişti. Bu sahabe de sancağı alır almaz ordunun önüne koştu ve sancağı yere dikerek Müslümanları onun etrafında toplanmaya çağırdı. Mücâhidlerin her biri bir taraftan gelerek Peygamberin verdiği sancağın tarafında toplandılar. Kendilerine kumandan olarak Halid b. Velid’i seçtiler. Müslümanlar bu savaştan zaferle döndüler.

Onlar Rasûller Rasûlünün teslim ettiği ve İslâm’ın izzetini, onurunu ve şerefini temsil eden mübarek ve şanlı sancağı yere düşürmemek için bu kadar büyük cehd ve gayret gösteriyorlardı.

BAYRAĞIMIZLA OYNAYAN BATICILAR

Asırlardır milletimizin başındaki en büyük felaketlerinden biri olan ve bütün dert ve sıkıntılarımızın temel nedenini teşkil eden aydın ve yönetici yabancılaşması; zaman zaman emarelerini şanlı bayrağımızın değerini, önemini, anlamını kavrayamama, takdir edememe, hatta onu bozup değiştirmeye kalkışma şeklinde de göstermiştir. “Batıcılık” diye adlandırılan sınırsız Batı hayranlığının Tanzimat’tan sonraki ilk ve en tanınmış temsilcilerinden biri olan Mithat Paşa, Türk Bayrağı’nı bozmaya kalkışma faciâsını, çok matah bir iş yapmış gibi bizzat kendi kaleminden öğüne öğüne anlatmaktan çekinmemiştir.

O dönemde Bosna-Hersek meselesi yüzünden Avusturya Dışişleri Bakanı Kont Andrassy, bir beyannâme neşretmiş ve bu beyannâmede mecâzî bir ifadeyle hilâl ile salîbin asla bir bayrakta birleşemeyeceğinden söz etmişti. Güya bu iddiayı çürütmek ve yalanlamak için Mithat Paşa, hemen Türk Bayrağı’na bir haç ilâve edivermişti. Mithat Paşa, 1325’te neşrolunan hatırâtının “Tabsıra-i İbret” ismindeki birinci cildinin 181’inci sayfasında, sanki çok büyük, saygın ve takdire değer bir iş yapmış gibi bu müthiş ve unutulmaz davranışını, kendisinden üçüncü şahıs gibi saygıyla ve takdirle bahsederek şöyle anlatıyor:

“Mithat Paşa sırf bu davayı yalanlamış olmak ve uygulamasını göstermek için Hıristiyan bir tabur gönüllü asker oluşturarak ve sancaklarında Ay yıldız’ın yanına bir de salîb ekleyerek sözü geçen taburu, İstanbul’da herkese gösterdikten sonra Niş askerî tümenine göndermiştir.”

Bulgarları isyandan vaz geçirmek için, çok geniş yetkilerle Tuna vilâyetinin başına getirilen Midhat Paşa, bölgeye birçok hizmetler götürdü. Hatta Hıristiyanlara yaranmak için Ay yıldızlı Türk Bayrağı’na bir de haç ilave etti. Bulgarlara çok güvenen Midhat Paşa’nın ısrarlı teklifleri üzerine Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş açtı (20 Nisan 1877). Fakat Mithat Paşa’nın çok güvendiği ve onları memnun etmek için Türk Bayrağı’na haç ilave ettiği Bulgarlar, hemen ilk fırsatta Rus ordusuna katıldılar; Türklere ve Müslümanlara karşı tedhiş hareketlerine giriştiler.

Tarih boyunca bu bayrağın yerine başka bayraklar arayanlar, ona bir bez parçası gözüyle bakanlar, haç ilave etmek isteyenler, tamamen ortadan kaldırmak isteyenler ne yazık ki çıkmıştır; ama bu millet canı pahasına bunlara razı olmamış, nicelerini tarihe gömmüş, nice müstevlîleri de denize dökmüştür.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR