Ana SayfaManşetBİZ KİMİZ VE BU HAL NEYİN NESİ?

BİZ KİMİZ VE BU HAL NEYİN NESİ?

BİZ KİMİZ VE BU HAL NEYİN NESİ?

Bazıları, Türklerin üstün özelliklerinden, Türklüğün öneminde bahis açıldığında şöyle bir itiraz geliştirirler: “Kardeşim bırakın bu boş palavraları! Türkler ve Türk Milleti, eğer söylendiği kadar üstün özelliklere, niteliklere ve sıfatlara sahip bir millet olsaydı, bul hallere mi düşerdi? Şimdi içinde bulunduğumuz hal-i pür melalimizi nasıl açıklayacaksınız? O zaman ne bu hal ve bu durum neyin nesi? O eski üstün özellikler, sıfatlar, nitelikler şimdi nerede, nereye kayboldu? Bugün tanık olduğumuz yalan yanlış işleri doğru ve iyi mi sayacağız? Şimdi içinde bilfiil yaşadığımız, eski üstün özellik ve niteliklerle de bağdaşmayan halimizi durumumuzu kendimiz bile beğenmiyoruz. O sizin anlattığınız iyilikler, güzellikler bize ait ise, şimdiki bu olumsuz durumlar, kötü, çirkin huylar, karakterler, özellikler bizi nereden geldi buldu?”

Şair Nabi 1642-1712) der ki:

“Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz.
Biz neşâtın da gamın da rûzigârın görmüşüz.”

Yani biz, zaman bağının çok baharlarını da, güzlerini de görmüşüz. Biz, üzerinden pek çok neş’e, zafer, üstünlük rüzgârları da, gam, yenilgi, felaket fırtınaları da gelip geçmiş bir milletiz. Dolayısıyla bizi gerçekten ve tam olarak tanıyıp bilmek isteyen sadece belli bir dönemdeki halimize, durumumuza bakıp da üstünkörü değerlendirmemeli, hakkımızda aceleyle hüküm vermemelidir. Yoksa pek de doğru, haklı ve yerinde bir karar vermiş olmaz.

Aslında bu haller ve durumlar içerisinde öncelikle bakılması ve karar verilmesi gereken şey; bunlardan hangisinin bize has, bize özgü, bize yakışan, asıl, gerçek ve doğru olduğudur. Hangilerinin de gerçekte bize ait olmayan, iğreti, yanlış ve sahte olduğudur. Dolayısıyla bunlardan hangilerinin benimsenip sahip çıkılması, geliştirilmesi, güçlendirilmesi, hangilerinin de temizlenmesi, kökünün kesilip kurutulması, silinip atılması gereken şeyler olduğunun da iyi belirlenmesi gerekir. Aklı başında, iyi niyetli birisi mutlaka, iyi nitelik ve özelliklerin asıl, daha eski, daha köklü olduğunu, kötü nitelik ve özelliklerin ise sonradan edinilmiş, iğreti, köksüz ve bir an önce temizlenip giderilmesi gereken şeyler olduğunu kabul eder.

Yanlış yollara sapmadan, bozuk düşüncelere şartlanmadan, iyi niyetle ve bilimsel bir zihniyetle tarihin derinliklerine doğru bir yolculuk yaptığımızda, bu gibi soruların en doğru cevaplarını kimseye muhtaç olmadan kendimiz de arayıp bulabiliriz. Hiç kuşku yoktur ki, varacağımız sonuç, bugün Türklük iddiasında bulunan bazı dejenere tiplerde tanık olunan, cahillik, anlayışsızlık, kabalık, ahmaklık, çaresizlik, acizlik, yılgınlık, pısırıklık gibi kötü huy, vasıf, özellik, nitelik ve karakterlerin, gerçek Türklerin asli özelliklerinden olmadığı, bunların zavallılara sonradan öğretilmiş, gerçek bir Türk’e asla yakışmayacak ve yakıştırılamayacak şeyler olduğudur.

Türk ve Türklük kelimeleri tarih boyunca hem olumlu, hem de olumsuz çok farklı anlamlar kazanmış, bu şekilde sözlüklere ve kitaplara da yansımıştır. Bunun en önemli sebebi, kendilerine Türk denilenlerin, Türk olarak isimlendirilenlerin hep aynı halde olmadıkları, zaman içerisinde iyi veya kötü olarak nitelenebilecek şekilde halden hale girmiş olmalarıdır. Bu hallerin ve dışarıya yansıyan görüntülerin birbirine tamamen zıt ve ters olmasını da fazla yadırganmamalıdır. Karşılaştığımız kötü ve yanlış örnekler de asla gerçek Türkleri ve Türklüğü temsil etmezler. Her toplumda bozulmalar, çürümeler yaşanabildiği gibi Türklerde de yaşanabilir ve yaşanmıştır da… Ama bunlar, asla asıl olanı, cevheri, sabit olanı temsil etmezler, ancak belli bir zamandaki geçici ve arızi durumları gösterirler.

İnsanlar, toplumlar, hatta doğa bile çok değişkendir. Örneğin, doğada belli bir zamanki, mevsimdeki hal ve durum, diğer bir zamandakine ve mevsimdekine hiç uymaz. Ama insanlar, genellikle çok aceleci ve peşin hükümlüdürler. Nesneleri, kişileri, olayları değerlendirirken ve onlara bir sıfat yakıştırırken ve ad takarken, bunu hemen belli bir andaki veya zaman aralığındaki gördüklerine ve gözlemlerine dayanarak yaparlar. Bu arada kendi özel psikolojik ve duygusal durumları, şahsi, toplumsal, siyasi bakış açıları, dostluk ve düşmanlıkları, belli şartlanmışlıkları da bu değerlendirmelerde önemli roller oynar.

Başkaları tarafından belli bir özel duruma göre verilmiş, ama kişiden kişiye değişebilecek ad veya sıfatlar da bizi etkiler. Örneğin aynı adam, birinin oğludur, bu durumda adı oğul olur, bir diğerinin babasıdır, bu durumda da adı baba olur. Birisinin dostudur, adı dost olur, fakat ötekinin düşmanıdır, adı düşman olur. Birisinden uzun olduğu için, o ona uzun der, ama ötekinden kısa olduğu için ona da kısa denir. Birinden daha güzel, öbüründen daha çirkin, bundan daha zayıf, ondan daha kuvvetli olduğu için de aynı adama, aynı anda da güzel, çirkin, zayıf, kuvvetli gibi adlar ve sıfatlar verilebilir. Bu örnekleri sonsuza kadar uzatmak mümkündür. Yani aynı kişiye baba, oğul, amca, dede, yaşlı genç, güzel, çirkin, kısa, uzun vb gibi birbirine zıt, binlerce ad ve lakap takabilmek ve isim verebilmek mümkündür.

YER AYNI AMA MEVSİM FARKLI

Değişim, kişiler ve toplumlar için olduğu kadar, tabiat için de geçerlidir. Tabiatın mevsimlere göre sürekli değiştiğine, halden hale girdiğine şahit oluruz. Dolayısıyla bir yeri anlatırken, hangi mevsimde gördüğümüz de çok önemlidir. Bu gerçeği açıklamak üzere şöyle bir hikâye de anlatılır:

“Bir zamanlar adamın birinin dört oğlu varmış. Çocuklarını, acele hemen karar vermeme ve önyargılı olmama konusunda eğitmek, insanlardan çoğunun mustarip olduğu hastalığından kurtarmak istemiş. Onlara bir ders verebilmek, böylece elinden geldiğince onları daha akıllı, ferasetli ve basiretli olmalarını sağlayabilmek için onları yanına çağırmış. Sonra dört oğlundan her birini, aynı yere, fakat farklı mevsimlerde, inceleme ve araştırmalar yapmaları, döndüklerinde de burada gördükleri ve düşündükleri konusunda kendisini bilgilendirmesini istemiş. Burası çok uzak bir yermiş. Özellikle bu yerdeki çok büyük bir ağacı iyice incelemelerini, onun hakkında kendisine detaylı haberler getirmelerini tembihlemiş. Çocuklar aynı yere ve aynı ağacı görmek için gitmişler ama her birinin gittiği mevsim birbirinden çok farklıymış. Biri baharda, biri yazın, biri güzün biri de kış mevsiminde gidip buraları ve ağacı incelemiş. Dolayısıyla dönüp geldiklerinde, hiçbirinin babasına anlattığı diğerininkine hiç benzemiyormuş.

Babaları, bütün çocukları, aynı yere gidip döndükten sonra hepsini bir araya toplamış, gördüklerini ve düşündüklerini anlatmalarını istemiş. Kışın gönderilen genç, hemen burasının çok çorak, berbat bir yer olduğunu, babasının sorduğu ağacın da çok çirkin, yaşlı ve hiç bir işe yaramaz, hemen kesilip atılması gereken kupkuru bir ağaç olduğunu söylemiş.

Ama ilkbaharda giden genç, buna itiraz etmiş. Ağacın yemyeşil yapraklarının, rengârenk çiçekleri olduğunu, çiçeklerinin mis gibi koktuğunu, ömründe dünyanın hiçbir yerinde şimdiye kadar bu ağaçtan güzelini, canlısını, muhteşemini görmediğini iddia etmiş.

Yazın giden delikanlı, ağacın öyle renkli ve güzel kokulu çiçekleri olmadığını ama yine de yeşil, canlı ve gölgesi serin hoş bir ağaç olduğunu söylemiş. Sonbaharda giden oğlan ise, kardeşlerinden hiç birinin söylediğinin doğru olmadığını, bu ağacın çok tatlı meyvelerle dolu olduğunu, canlı bir ağaç olmakla beraber yapraklarının yemyeşil değil sarımtrak olduğunu, yine kesilip atılmaması gerektiğini, çünkü verimli ve faydalı bir ağaç olduğunu belirtmiş.

Çocuklar, ısrarla ve inatla birbirlerini yalancı çıkarmaya çalışıyorlarmış. İşi oldukça ilerilere götürdüklerini, neredeyse kavgaya tutuşacaklarını gören baba, hemen araya girmiş. Oğullarını susturarak, kendisine kulak vermelerini istemiş. Hepsinin söylediklerinin birbirinden çok farklı, hatta birbirine zıt olduğunu ama hepsinin anlattıklarının doğru olduğunu söylemiş. Her birisi bu bölgeyi ve ağacı farklı mevsimlerde ziyaret ettikleri için, farklı hallerine ve durumlarına şahit olduklarını, dolayısıyla birbirlerini yalancı çıkarmak için böyle ateşli tartışmalara girmelerinin anlamsız ve gereksiz olduğunu anlatmış.

Onlara tek bir ağacın bile farklı mevsimlerde çok farklı görünümlere sahip olabildiğini, ağacın gerçek durumunu anlaşılabilmesi için dört mevsiminin de görülüp, bir arada değerlendirilmesinin gerektiğini, aksi takdirde ağacın belli bir dönemdeki haline bakıp kesilip atılmasına karar verilmesi gibi, insanı çok farklı ve yanlış sonuçlara götürebileceğini söylemiş. Bir ağacın sırf kış mevsimindeki halini gören kimse, ondan hemen vazgeçebilir, baltayı alıp kesmeye kalkışabilir. Böyle bir durumda o ağacın ilkbahardaki ve yaz aylarındaki güzelliklerinden, sonbahardaki meyvelerinden, nimetlerinden ve bütünlüğünden mahrum kalacaktır.

Hal böyleyken bir insanı da çok kısa bir süredeki, belli bir yerdeki ve zamandaki, hali ve durumuyla doğru bir biçimde tanıyabilmek, değerlendirebilmek, hele hele yargılayabilmek hiç de sağlıklı bir yaklaşım olamaz. İnsanları ve toplumları, dönemsel hata ve kusurlarıyla yargılamamalı, silip atmamalı, bunun yerine, onlara varsa içlerindeki cevheri ve yetenekleri ortaya koyabilmelerine, kendilerini tam anlamıyla gerçekleştirebilmelerine imkân ve fırsat verilmelidir.

KİMLİK BUNALIMLARI NASIL AŞILABİLİR?

Her toplumda, entelektüellere, kimlik bunalımlarının aşılmasında da çok önemli görevler düşer.

Kuruluşundan bu yana varlığına yönelik en büyük saldırılardan birine uğrayan ve Milenyumun başında 11 Eylül saldırılarıyla sarsılan ABD, bunun ardından da çok büyük bir kimlik bunalımı yaşamaya başlamıştır. Bu saldırıyla Amerikalılar, moda tabiriyle çok büyük bir özgüven kaybına uğradılar. Bunu gören, ülkenin dünya çapındaki ünlü isimlerinden, ‘Medeniyetler Çatışması’ kitabının yazarı Samuel Huntington, derhal kaleme sarıldı. Amerikan halkının anlayacağı bir dille, ‘Biz Kimiz? Amerika’nın Kimlik Arayışı’ adlı bir kitap yazdı. Olabildiğince fazla ABD vatandaşının okuyabilmesi için de bu kitabını son derece kolay ve anlaşılır bir dille yazmıştı.

Bu eseriyle basit bir bürokrat kılığına da bürünen Huntington’un bu eseri de en az ‘Medeniyetler Çatışması’ kadar işlevseldi. O, bu eseriyle bu defa da ABD’nin iç siyasetine son derece anlamlı ve önemli katkılarda bulunuyordu.

11 Eylül sonrasında ABD’de oluşan kültürel bunalımı ele alan Huntington, ABD’yi oluşturan kültürel bileşenleri de tek tek ele aldı. Anglo-Amerikan kültürünün dönüşümü kadar, ülkedeki Hristiyanlık anlayışını da irdeledi. Huntington, kitabında Amerika’nın bir mozaik olduğu fikrini reddediyordu. ABD’yi oluşturan bileşenleri tek tek sayıp izah ediyor, ABD vatandaşlarını birbiriyle kaynaştırmaya çalışıyordu.

Huntington’un Kitabının alt başlıkları şunlardı: Tanrı, Hristiyanlık ve Amerika, Dindar Bir Halk, Protestan Amerika ve Katoliklik, Hristiyan Bir Halk, Resmi Din. Söz konusu alt başlıklar incelenen bu konulara ne kadar büyük önem verildiğini net bir biçimde göstermektedir.

Onun bu konularla ilgili ilginç görüşlerinden bazılarını buraya almakta yarar olabilir: Ona göre; Amerika tek bir yaygın kültüre sahip bir toplum değildir ve olmamalıdır. Ergime noktası ve domates çorbası metaforları da gerçek Amerika’yı betimlemez. Amerika’nın bir mozaik ve bir salata, hatta soslu bir salata olduğu tezlerine karşı çıkar. 1990-1991 yıllarında dünya ölçeğinde yapılan ‘ulusal onur ve Tanrı’nın önemi’ üzerine yapılan güvenilir bir araştırmada ABD’nin en üst basamaklarda yer aldığına dikkat çeker. Buna göre, ABD; ‘ulusal onura’ ve Tanrı’ya düşkün olma bakımından İrlanda’dan sonra dünyada ikinci sırada yer alan bir ülkedir. Halbuki Max Weber, 20. Yüzyılın başında, ABD’de dinin etkisinin çok az olduğunu tespit etmişti. Bir yüzyıl içeresinde ABD’nin ulusal kimliğini bu yönde geliştirebilmiş olması, bunun arka planında bir kültür iradesinin bulunduğunu da hissettirmektedir.

ABD’de, bu tür konularda, yani Brezinski’nin ifadesiyle satranç tahtasının kültürel irade ve idaresini şekillendirmekle ve yürütmekle görevli, kurgulanmış, sayısız kalemler vardır. Huntington ve Brezinski de bunlardandır. Aksi takdirde pek çok farklı unsurun bir arada yaşadığı, ABD gibi bir mozayiği, bir arada tutabilmek mümkün olamayacağı söylenmektedir. Bu sayede de ABD dağılmaması, ulusal kimliğini zaman içinde daha da geliştirip, pekiştirebilmesi için her şey yapılmaktadır.

TÜRKLERİN KADER ÇİZGİSİ

ABD, kendisini bir mozaik ya da Amerikan salatası olarak tanımlamayı reddedip, kaynaşmış bir kültür olduğunu iddia ediyor. Fakat sıra Türkiye’ye geldiğinde bunun tam tersi önermelerle ortaya çıkıyor ve bunun ispat için de her türlü çarpıtma ve yönlendirmeyi ihmal etmiyor.

Türklerin, Müslümanlık sonrası üstlendikleri görev ve sorumluluklar, Türkiye’nin ve Türklerin kaderi haline gelmiştir. Bugünkü Türklerin ataları öyle bir ömür sürmüşlerdir ki, şimdiki ve gelecek nesiller, isteseler bile kolay kolay o kaderden kaçamaz, o kader çizgisinden sapamazlar. Bugün Türkiye’deki bir kesim, Türkiye’nin tarihi kaderi demek olan İslami tefekkürden kopmasını ve uzaklaşmasını istiyor. Başka bir kesim ise bunun sorumluluğunu üstlenmeye ve bu işin gereklerine hazır olmadığı halde, bunu sözde sahiplenerek diğerlerine karşı çıkıyor. Ülkemizdeki tüm gerilimlerin kaynağında da bu karşıtlık vardır.

ABD, AB, İsrail, Rusya, Çin gibi ülkeler, tarihi kaderlerini, kendi ‘devlet idesini’ izlemeye ve sürdürmeye bağlamışlardır. Türkler ise, eski törelerinden, Kutadgu Bilig’e ve İslami literatüre kadar pek çok kaynaktan beslenen ‘Türk devlet idesi’ni çok uzun zamandan beri artık tam anlamıyla temsil edemez hale gelmişlerdir.

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti de, milletinin inancı, ideali, tarihi kader çizgisi doğrultusunda yol almakta çok zorlanmaktadır. Postmodern popülizm ideolojisi, halihazırdaki ve arkadan gelmekte olan nesilleri idealist değil, hedonist (hazcı, zevk ve sefa düşkünü) nesiller haline getirmektedir. Türkiye’nin bir haz toplumu haline doğru evrilmesi çok büyük ve çok yakın hayati bir tehlikedir. Bu kısır döngüden çıkabilmenin ve kurtulabilmenin yolu da bir an önce kendi kültür savaşımızı ve mücadelemizi bir an önce başlatmaktan geçmektedir.

KÜLTÜR SAVAŞI

Türkler bir daha İslami tefekküre dönemesinler diye, Türk Milletine karşı yüz elli yılı aşkın bir zamandan beri müthiş bir kültür savaşı verilmektedir. Türk Milleti bir daha içinden çıkamayacağı bir kimlik bunalımına düşürülmeye çalışılmaktadır. Bu savaş, Tanzimat ve onu izleyen süreçler boyunca, öncelikle Türklerin özgüvenlerini sarsmakla işe başlamıştır. Yerli işbirlikçilerle birlikte hemhal olmuş Batı basını da işlevini başarıyla yerine getirmiştir. Kültürel özgüveni sarsılan Türklere karşı çok büyük kültür savaşı yürütülmüştür. Yeni kurulan Cumhuriyeti bile, bırakın İslami tefekkürü, İslami yaşantıyı bile ortadan kaldıran, İslam’ı hatırlatacak hiçbir şeye tahammül edemeyen girişimlerine sahne olmuştur. 1870’li yıllarda Almanlar, kendi siyasi birliklerini sağlayabilmek için Bismarck’ın önderliğindi, çok büyük bir ‘Kulturkampf (Kültür Savaşı) yürütmüşler ve amaçlarına ulaşabilmişlerdi. Fakat aynı savaşın tam tersinden benzeri, bu sefer Türkiye’de Cumhuriyet entelijansiyası tarafından, Milletimize karşı uygulanmıştır. Bunlar hem İslami tefekküre, hem de İslami yaşantıya bir daha dönülememesi için var güçleriyle çalışmışlardır. Fakat bu Millet, her şeye rağmen öyle güçlü bir yapıya ve iradeye sahiptir ki, üst üste aldığı onlarca darbeye rağmen ayakta kalabilmiştir.

Türk Milleti, son yüz elli yıldan beri sadece askeri darbelere değil, çok büyük kültürel savaşlara, darbelere ve şoklara da maruz kalmıştır. Bunlar karşı da, aslı direncini, dirayetini, basiret ve ferasetini kaybetmemiştir. Türkiye’nin maruz kaldığı kültürel darbeler ve şoklar hem sayıca, hem de nitelik olarak başka hiç bir milletin üstesinden gelemeyeceği türde ve ağırlıkta olmuştur. Ülkemizde zaman zaman modern dünyanın teknik ve silah üstünlükleriyle başı dönmüş, ürkmüş, aldatılmış, devşirilmiş ve satın alınmış insanlar arasında, din adamı görüntüsünde bile bir takım kimseler çıkabilmiştir. Bunların postmodern versiyonlarıyla dini düşüncemiz alt üst edilmeye, dinimize ve milletimize çok büyük zararlar verilmeye, yaralar açılmaya çalışılmıştır.

ABD’de dindarlık 20. Yüzyılın başından itibaren sürekli artış ve gelişme göstermiş, Amerika dünyanın en dindar ülkelerinden biri haline gelmiştir. Aynı süreçte bizim insanımızın Anadolu irfanından ve İslami tefekkürden uzaklaştırılması için yapılmayan kalmamıştır.

15 TEMMUZ 2016 DARBE GİRİŞİMİ

Bütün bu yapılanlardan sonra, Batılı araştırmacılar bile: ‘Artık ne yapılırsa yapılsın, Türkler İslami yaşantıya dönseler bile, İslami tefekküre bir daha asla geri dönemezler!’ demeye başlamışlardı. Fakat her şeye rağmen, örneğin 15 Temmuz 2016’da de görüldü ki, Türkler, olağanüstü bir ferasete, basirete ve dirence sahiptir. Üstelik de görünürde İslami bir yaşantısı olan ama gerçekte İslami tefekkürü yok etmek için kurgulanmış olan sinsi bir girişim ve kalkışmada, bir kültür savaşında bile, doğru yerde durabilmeyi, üstüne düşeni de sonuna kadar yapmayı başarabilmiştir. Bu da Türk Milletine has bir özelliktir. Bir Müslüman ülke, tarihte ilk kez, 15 Temmuz 2016’da ABD ve AB tarafından kendisine uygulanan ‘şok doktrini’ni püskürtebilmiştir. Böylece artık böyle bir güce sahip olmanın psikolojik üstünlüğünü de ele geçirebilmiştir. Eğer bu psikolojik üstünlük kaybedilmezse, ileride bunun hidrojen bombasında sahip olmaktan daha büyük bir anlam ifade edeceği de görülecektir.

Türkiye’de, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sırasında, onlarca yıldan beri ilk defa farklı bir şey olmuştur. Daha önceki darbe girişimlerinin hiçbirine reaksiyon göstermeyen millet, devletin ve milletin beka sorunu içinde olduğunu görerek harekete geçmiştir. Bu hareketin doğası, bize milletin asli doğasını da haber vermektedir. Bu doğada, Orta Asya’dan, Selçuklularla Anadolu’ya gelen, buradan Osmanlı’yla üç kıtaya yayılan ve bugün Türkiye Cumhuriyeti’yle canlı olan ama büyük bir tehlike atlatan Türk devlet idesi saklıdır. Türkiye, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini püskürterek, 1960, 1970 ve 1980 askeri darbeleriyle her on yılda bir şok doktrinine maruz bırakılan bir ülke olmaktan artık çıktığına dair tüm dünyaya güçlü işaretler vermiştir.

Askeri darbelerin en etkili sonuçları, özellikle yeni yetişen nesilleri büyük acılara maruz bırakarak alıklaştırmasıdır. Henri Michaux: ‘Acı çekmek insanı alıklaştırır’ der. Babalarının, analarının, kardeşlerinin, yakınlarının ya da hiç tanımadığı birilerinin acılarını gören fertler, her şeyden önce özgüvenlerini, geleceğe dair umutlarını yitirirler.

Tahayyül ve tefekkür açısından pek çok kusurları olsa da bizim dini hayatımız hala canlılığını sürdürmektedir. Müziğimiz yoz ve bayağı yabancı müzik türleriyle baş etmeye çalışıyor. Şiirimiz, musikimiz, dini tahayyül ve tefekkürümüz bir yana Türk devlet idesinden uzak düştüğümüzden beri de şehirlerimiz öksüz ve yetimdir. Modern ve postmodern yıkımlara maruz kalan kalabalıklar hıncını şehirlerden çıkarmaktadır. Devlet idesini önemseyen ama onun yükünü üstlenebilecek donanıma ve müktesebata sahip olmayan iyi niyetlilerin çabaları yetmemektedir.

Baz art niyetliler, Türkiye’yi de bir mozaik olarak göstermeye çalışıyorlar. Bunlara karşı en az Huntington’unki kadar esaslı entelektüel cevaplar verebilecek, bizim kültür ve medeniyetimizin üstünlüğünü, milletimizin kimliğini ve kişiliğini gerçek anlamda ortaya koyabilecek entelektüellere, aydınlara ve onların ciddi çalışmalarına acil ihtiyacımız vardır. Gündelik ve moda olanın cazibesinden kurtulup, hayati ve gerekli olana bir türlü yönelemiyoruz.

Üzerinden epey bir zaman geçmesine rağmen, 15 Temmuz sonrasının kültür iradesi için de gerekli eleştiri zemininin toprağı hala işlenememiştir. Maalesef bizim entelektüellerimiz arasından Huntington’un kitabı gibi, ‘Biz Kimiz?’i yazacak ciddi bir yazarımız çıkamamıştır. Bu kadar hayati bir konuda, bizim entelektüellerimiz tarafından da bu tür çalışmaların kaleme alınmamış olması, gerçekten de hayıflanılması gereken bir durumdur. Bu eksiklik ve yoksunluk, düşüncelerimizin terimlerini, yaşadığımız zamana göre yeniden yorumlayabilecek yeterli sayıda nitelikli entelektüel zihinlerden ve onların verimli çalışmalarından hala mahrum olduğumuzu göstermektedir.

İSLAMİ TEFEKKÜRE DÖNÜŞ

Türkiye’nin ilhamını kendi tarihi kaderinden alacak hale gelmesi Batılıları çok ciddi bir biçimde endişelendirmektedir. Bunu Batı’nın en tanınmış, en saygın, en objektif görünen entelektüellerinin kitaplarında da bütün açıklığıyla görebilmek mümkündür. Arnold Toynbee, 1925’te kaleme aldığı ‘Türkiye ve Avrupa’ adlı kitabında: ‘29 Ekim 1923’te, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin bir kararıyla doğan Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş bir anıttır.’ derken; yeni kurulan Türkiye’nin geçmişteki Türk devletlerine benzememesinden duyduğu sevinç ve mutluluğu açıkça dile getirmektedir.

Ondan otuz yıl sonra Salvador de Madariaga da en az Toynbee kadar nettir: ‘Araplar, İranlılar, Mısırlılar, hatta İspanyollar, yeniden İslami tefekküre dönebilirler. Fakat Türkler asla!..’

Öte yandan her iki yazar da temkini elden bırakmazlar. Toynbee, yeni kurulan Türkiye’yi ‘deri değiştiren bir yılana’ benzetir. Dolayısıyla sonrasında ne olacağının öngörülemeyeceğinin altını önemle çizer. Toynbee’nin Türkler söz konusu olduğunda içi tam rahat değildir. Ona göre Türkler, ‘hasta adam’ değil, tıpkı yılan misali, ‘deri değiştiren bir yaratık’tır. Deri değiştiren yılan, şahinlerin elinden kurtulabildiği takdirde, yeniden sağlığına kavuşacak, zehri daha da güçlenecektir.

‘Bu kadar Batıya gidenin sonunda varacağı yer, İslami tefekkür olmasın sakın!’ ifadesinden de anlaşılacağı üzere onun bütün çabası da bunun olmaması, olamaması içindir. Birleşik Avrupa düşüyle yanıp tutuşan Madariaga ise, yargısı için ‘Türkiye’deki devrimlerin ilhamının Londra ve Paris’ten gelmesinin şart olduğunu’ belirtir. Türkiye’nin ilhamını bir gün tarihi kaderinden alacak hale gelmesi onları çok endişelendirir. 1990’lara kadar, Türkiye’nin, yediği darbelerden dolayı, İslami bir yaşantıya dönse bile İslami tefekküre bir daha ve asla dönemeyeceği fikri Batı’da geniş bir kabul görüyordu. Fakat bu öngörüler boşa çıktı. Türkiye şaşırtıcı bir şekilde İslami tefekküre geri döndü.

Oysa yalnız Türkiye’nin değil, bütün dünyanın insani bir dengeye kavuşabilmesi ancak Türklerin yeniden İslami tefekküre dönmelerine bağlıdır. Biyolojik bir hayat süren ‘kitle insanı’na, insanlığını geri vermek için başka bir seçenek yoktur. Bu bir ırk meselesi değildir. Bunun Türk ırkının üstünlüğüyle de bir ilgisi yoktur. Türkler, İslam’la şereflendikten sonra, zulmün her türlüsüne maruz kalmış olan Müslümanların, hatta tüm insanların koruyucusu olmuşlardır. Bunu da kendilerine Türk bile demeden, yani bunu ırklarından gelen bir haslete bağlamadan, İslami bir idrak ve şuurla yapmışlardır. Türkler tarih sahnesinden süper güç olarak çekildikten sonra dünyanın dengesi tamamen bozulmuş, Kapitalizm, komünizm, küreselleşme gibi maskelerle perdelenen emperyalist Batı sömürüsü, yaptığı büyük zulümler ve haksızlıklarla dünyayı yaşanamaz hale getirmiştir.

Türkiye, her şeye rağmen, son on, onbeş yıldan beri de ‘tarihi kader çizgisi’ne dönme gayreti içerisindedir. Halkımızı avamileştiren postmodern popülizm ideolojisinin halka övgüler düzerek tersinden yürüttüğü yıkımı 15 Temmuz 2016’da üstün ferasetiyle fark edebilen halkımız, buna teslim olmamıştır. Buna karşı şanlı bir mücadele vererek görevini hiç kimsenin beklemediği mükemmellikte yerine getirmiştir. Bütün olumlu ve güzel gelişmeler olmakla beraber, asla yeterli değildir. Bu mesele her çevreden ve kesimden insanıyla birlik olması gereken bütün Türkiye’yi ilgilendiren çok önemli bir konudur.

‘Uzun yolun azıkları’ denilen kültür iradesi ve savaşı gündelik siyaseti aşan çok büyük çaba ve gayret gerektirir. Bu da popülizm ideolojisinin hiç istemediği bir durumdur. Türkiye’nin meselelerini üstlenecek entelektüellerimiz, az olsalar da hiç yok değillerdi. Halkımız ise her şeye rağmen o muhteşem irfanından tamamıyla soyutlanamamıştır.

Bunca olup bitenlerden sonra, Türkiye’de İslami yaşantının eksik olması anlaşılabilir bir durumdur. Nitekim ilahiyat fakültelerinde yapılan anketler bile, bu fakültelerde düzenli namaz kılanların oranının beklendiği kadar yüksek olmadığını göstermektedir. Fakat namaz kılmayan Türk gençleri arasında, eğer Türklerin tarihi kaderine ve İslami tefekküre dönmesini isteyip istemediklerine dair bir anket yapılacak olsa çok yüksek oranda evet çıkacağında kuşku yoktur. Esasen 15 Temmuz 2016 tarihinde olanlar da bunu göstermiştir.

Türk halkı, uzun yıllar boyunca ve tedricen İslami tefekkürden uzaklaştırılmasına rağmen görüldü ki, bu uzaklaşma bütün eksikliklerine rağmen, tam anlamıyla bir kopmayı değil, hiç beklenmedik ve umulmadık anlarda daha güçlü bir bağlanmayı da beraberinde getirmiştir. İslami yaşantısı eksik olan, hatta hiç olmayan insanlar arasından bile hatırı sayılır bir kesim, geçen yüz yılı aşkın süreç sonunda hala Türkiye’nin tarihi kaderini yeniden üslenmesini candan ve gönülden isteyebilecek kadar İslami tefekküre açılabilmişlerdir. 15 Temmuz gecesi sokağa çıkıp, sabaha kadar kendi taksisiyle meydanlara darbe karşıtı insanları taşıyan alkollü şoförler bile az değildi. Bunlar, görünüşte İslami yaşantı sahibi ama İslami tefekkürden uzak olan FETÖ’cülerle kıyaslanamayacak kadar çok daha üstün bir İslami tefekküre sahiptiler.

Türkiye’de halk ve millet kavramları birbiri yerine sıkça kullanılır. 15 Temmuz 2016’da meydanlarda, iradesini ortaya koyabilen, milli iradeye sahip çıkan bir halk vardı. Bu iradeye ulaşamayanlar, ne kadar eğitimli olurlarsa olsunlar, yine de avamdırlar, hatta daha da aşağıdırlar. Bu iradeye ulaşabilenler ise, ne kadar az eğitimli olurlarsa olsunlar, yine da havas ve seçkin sayılırlar.

Burada asıl fark edilmesi gereken husus, 15 Temmuz’da milletin görevini tam anlamıyla yerine getirebilmiş olmasıdır. Bundan sonra yapılması gereken şey, entelektüellerden de bir entelijansiya oluşturulabilmeleridir. Bunun için da gereken kültür iradesi bir an önce gösterilmeli ve kültür savaşı başlatılmalıdır.

Türkiye ve Türk Milleti her zaman çok büyük saldırılara maruz kalmıştır. Bundan sonra da kalmaya devam edecektir. Bu saldırıların hepsi, açık ve görünür saldırılar da değildir. Halk görünür tehlike ve saldırılara karşı gereğini yapmıştır ama özellikle gizli kapaklı saldırılara karşı çok güçlü bir entelijansiyaya ihtiyaç vardır. Asıl saldırı, tüm dünyayla paralel olarak yürütülen, postmodern popülizm ideolojisinin insanları avam seviyesine indirmeyi hedefleyen şeytani saldırılarıdır. Buna karşı mücadele de devlet eliyle ve kudretiyle yürütülmesi gereken bir kültür iradesini ve kültür savaşını gerektirir.

15 Temmuz sonrasının artçı şokları, hala arka arkaya gelmeye devam ediyor. Bu artçı şoklar üzerinden psikolojik bir eşikte sınanıyoruz. Türkiye’nin halkı da, yöneticileri de aynı imtihanı veriyor. Siyasi alanda ise, hala kişisel hırsların körüklediği son derece yanlış bir rekabet yaşanmaktadır.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR