TARİH VE ÖNEMİ
TARİH NEDİR? NASIL BİR İLİMDİR?
Tarih kavramı çok çeşitli anlamlar içerir. Bir ilim olması nedeniyle tarihin bir bilim yönü vardır. Bu bilimin kendine has metotları, yol ve yöntemleri, ilkeleri vardır. Geçmişte yaşanıp bitmiş tarihi olayların yeniden ortaya konması, inşası, yorumlanması vardır. Tarihin ideolojik boyutu vardır. Bunlar dolayısıyla ve bunların yardımıyla bize ve günümüze verdiği değerler, anlamlar vardır. Bunlar politik, ideolojik veya akademik olabilir. Ayrıca tarihin günümüzü ve geleceğimizi daha iyi anlama ve anlamlandırma boyutu vardır. Hatta bazı tarihçiler tarihin bu yönünü daha çok önemserler ve tarih bilmenin esas yararının bizi dün için bilgili yapmasından ziyade, yarına hazırlaması, yarın için, gelecek için daha akıllı duruma getirmesi olduğunu, çünkü yarın için daha akıllı olmanın, aklını daha iyi kullanabilmenin dün için akıllı ve bilgili olmaktan çok daha önemli ve yararlı olduğunu söylerler.
Konusu geçmiş zaman olan tarih, en basit ifadesiyle “geçmişin bilimi” olarak tanımlanır. Ancak tarih bilimini, sadece geçmişte yaşanmış tarihi olayların bir zaman cetvelinde kronolojik sıralamasını ve basit bir dökümünü yapan bir bilim dalı olarak görmek de eksik bir algılama olur. Çünkü tarih, insan eylemlerinden doğan, eskiden yaşanmış bütün olayları incelemez, inceleyemez. Tarih, günlük yaşamın önemsiz olaylarını bir yana bırakır; insanları ve toplumları derinden etkileyen, ‘tarihi olay’ olarak nitelenmeye değer önemli olayları konu edinir.
Tarihçiler, bir yandan tarihi olayları kronolojik bir tutarlılık içerisinde, yer ve zaman ve göstererek, olayların yaşandığı ve olayları hazırlayan dönemlerin kendi koşullarını da göz önünde bulundurarak, neden ve sonuç ilişkileriyle anlatıp, açıklarken bir yandan da olayların muhasebesini ve muhakemesini yapmaya, gününümüz ve geleceğimiz için bize ışık tutmaya, yol ve yön göstermeye çalışırlar.
Tarih ilmi, büyük ölçüde yazılı kaynaklara ve belgelere dayanan bir bilim dalıdır. Bu yüzden dünya tarihinin veya insanoğlunun yeryüzü macerasının tamamını değil de ancak yazının bulunmasından sonraki çok az bir bölümünü inceler. Yazı bulunmadan önceki dönemlerle ilgili bilgilerimiz, son derece sınırlı ve muğlâktır. Bu yüzden tarihin inceleyebildiği dönemler yaklaşık olarak M.Ö. 4000 yıllarında Sümerlerin yazıyı bulmasıyla başlatılır ve 6000 yıldan daha az bir dönemi kapsar. Yazının bulunmasından önceki dönemler, “Tarih Öncesi Devirler” olarak adlandırılmaktadır. Yazı bulunmadan önceki ve yazının belge düzenlenebilecek kadar gelişmesine kadar geçen uzun dönemler göz önünde bulundurulduğunda tarih ilminin, insanlık tarihinin çok az bir bölümünü, dünya tarihinin ise ancak seksende birini inceleyebilen bir bilim dalı olduğunu söylemek mümkündür.
TARİH VE TOPLUM
İnsan, toplumsal bir varlıktır; çünkü toplum içinde yaşamaya mecbur ve muhtaçtır. Dolayısıyla içinde yaşadığı toplumun tarihinin bir ürünü olan insan, aynı zamanda tarihsel bir varlıktır. Tarih araştırmaları bize, insanlık tarihinde ne kadar eskilere gidilirse gidilsin, insanın hep bir grup ve topluluk içinde yaşadığını, toplumsal, toplumcul ve tarihsel bir varlık olduğunu göstermektedir. Bu topluluk ve grupların az veya çok örgütlü bir yapılarının olduğu, hepsinin belli toplumsal ve dinsel inançlara, alışkanlıklara, davranış kalıplarına, gelenek ve göreneklere sahip oldukları da artık kesin olarak bilinmektedir.
Tarihsel verilerden ve tarihsel gerçeklerden yola çıkılmadıkça hiçbir toplum doğru dürüst anlaşılamaz, açıklanamaz. Her toplumun içinde bulunduğu durum, kendi tarihsel süreci içinde yoğrula yoğrula kıvamını bulmuş, şekil, özellik ve nitelik kazanmıştır. Bazı tarihçiler bunu tarihsel özgüllük ilkesi kavramıyla açıklarlar ve toplumsal değişim sürecini anlayabilmek için, tarihsel özgüllük ilkesinden hareket edilmesini önerirler. Her toplumun ayrı bir tarihi geçmişi, bu tarihi geçmişten kazanılan belli özellikleri ve nitelikleri olduğuna, dolayısıyla kendine has tarihsel evrim yasalarının da olması gerektiğine dikkat çekerler. Bu yüzden her toplumun tarihsel evrim aşamalarının, kendi somut özellikleri içinde incelenip değerlendirilmesi, buna bağlı olarak da bireysel, toplumsal ve tarihsel sorunların bir arada ve bir bütün halinde incelenmesi gereği üzerinde önemle dururlar.
Her toplumun, tarihsel süreç içinde zaman ve mekâna bağlı olarak belli özellikler kazandığı bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği görmezden gelerek, bir toplumu, kendi özel ve somut tarihinden koparıp, başka bir toplumun ya da toplumların belirleyicilik kalıplarına sığdırmaya çalışmak, bunu yapan bilim adamının ancak incelediği toplumu tanımama niyeti ve araştırma tembelliğiyle açıklanabilir. Bir somut başka bir somutla, bir özel başka bir özelle açıklanamaz, fakat ancak genel yasa birliği içerisinde özel çeşitliliği ile açıklanır.
İnsan iradesi tamamen özgür ve bağımsız değildir. Bazı koşullara bağlı ve dolayısıyla sınırlıdır. Değişik toplumlarda, değişik tarihsel koşullar, insanın iradesini değişik şekillerde belirler. Örneğin, içinde yaşadığı toplumsal ve kültürel çevre, bireyleri büyük ölçüde şartlandırır, birbirine benzetir. İnsan, günlük yaşam kurallarından ekonomideki üretim ve bölüşüm sistemine, hukuki ve siyasi sistemden, dinsel örgütlenme biçimine, akrabalık ve aile anlayışına, efsane ve mitolojiden, sanat, mimari ve bilime, teknolojik ve bilimsel buluşlardan müziğe, zevk ve güzellik anlayışından değerler sistemine kadar çok geniş bir alana yayılan bütün eğilim ve alışkanlıklarını, tüm bilgileri, inançları, töreleri, adet, gelenek ve görenekleri, sanatı, ahlakı, en önemli iletişim aracı olan dilini de bir öğesi olduğu toplumundan öğrenir.
Her milletin ve her insan topluluğunun başkalarından farklı, kendine özgü bir kültür yapısı vardır. Kültür dediğimiz şeyi kısaca, bir milletin maddi ve manevi kazanımlarının tümü olarak tanımlayabiliriz. Bireyleri ve toplumları biçimlendiren, onlara kimlik ve kişilik kazandıran, onları özgün kılan kültür, doğuştan getirilmez; sonradan edinilir, toplumdan öğrenilir ve zaman içerisinde değişip gelişerek de kuşaktan kuşağa aktarılır. Öyle ki, bireyin bütün halleri, içinde o toplumun tarihinin ve kültürünün bir özetinin saklı olduğu söylenebilir. Her kültür, tipik bir bireysel kişilik, özel bir psikolojik yapı, özel fikirler, özel bir davranış ve özel bir düşünce biçimi geliştirir. Milletler ve toplumlar, asırların birikimiyle kazandıkları kültürel kimlik ve kişilikleriyle tanınırlar ve birbirlerinden ayrılırlar. Örneğin, bir Alman kültürünü, bir İngiliz kültürünü, bir Fransız kültürünü, bir Türk kültürünü tanımadan, bu ülkeleri ve bu ülkelerin insanlarını tanımak ve tanımlamak, onlara Alman, İngiliz, Fransız veya Türk diyebilmek mümkün değildir.
Tarihi bir biyografi bilimi gibi görmek, milletlerin ve toplumların varlığını ve tarihini yalnızca belli kişilerle özdeşleştirmek, onların başarı veya başarısızlıklarıyla açıklamaya çalışmak, sadece onların yaşamlarını anlatmayı tarih sanmak sağlıklı bir bakış açısı ve yaklaşım değildir. Tarihsel ve toplumsal olaylarda bireylerin de, kendi çaplarında az veya çok belli bir rollerinin bulunduğu elbette göz ardı edilemez. Fakat bireyin bütün eylemleri, duyguları, düşünceleri, istekleri, tepkileri de bu tarihsel ve toplumsal yapının, olayların içinde gelişir, gerçekleşir, onların bütünleyici bir parçası olarak ortaya çıkar, belli sonuçlar doğurur. Tarihsel ve toplumsal olayları belli düzeylerde etkileyen bireylerin iradesini, eylemlerini de daha önceden var olan dış etmenler ve koşullar belirler ki, bunlar da toplumsal koşullardır. Toplumsal koşullar, belirli bir anda, insanın ailesindeki, grubundaki, mesleğindeki, sınıfındaki, ülkesindeki ve bütün toplumdaki yaşantısının koşullarıdır. Kişisel iradelerde de esas belirleyici olan toplumsal iradedir, milli iradedir.
TARİHTE SÜREKLİLİK
Tarihte kesinti yoktur, süreklilik vardır. Tarihi olaylar, belli akış cizgisinden saptırılarak, birbirinden koparılıp ayrılarak, tamamen ayrı evrelere bölünerek incelenemez. Bir tarihi olayı açıklarken, kesin olarak şurada başladı, şurada bitti diyebilmek, tarihi olaylara bireysel açıdan bakmak, yalnızca belli bireylerin varlığıyla bağlantılı görmek sağlıklı bir yaklaşım değildir.
Tarihte katılaşmak, belli bir yerde donup kalmak, değişmezlik söz konusu değildir. Çünkü değişmeyen, gelişmeyen bir varlığın tarihi olamaz. Değişmeyen bir varlığı tarihin sınırları içinde açıklama olanağı da yoktur. Çünkü kesintinin olduğu yerde, süreklilik kalmaz, olayların akışı açıklanamaz. Bir olay, belli sınırlar içinde tutulursa, öteki olaylarla bağlantısı kopar. Böyle birbirinden kopuk, ayrık olaylar, yan yana duran, birbirinin bilincinde olmayan yapı taşlarına benzer. İnsan varlığının devamını sağlayan, onu bütünleştiren, bir arada tutan, pek çok yasalar, koşullar, özellikler olduğu gibi, tarihi de bütünleştiren, bir takım temel öğeler vardır. Bu temel öğelerden birinin bile ortadan kalkması, onu bilimsel bir dizge olmaktan çıkarır. Süreklilik ilkesi, tarih biliminin önemli ilkelerinden biridir. Süreklilik bilinçli bir süreçtir, dirilikle donatılmıştır, ölü değildir. Tarih, sürekli gelişen, geçmişin üzerine geleceği, eskinin üzerine yeniyi kuran, devamlı yükselen bir basamaklar düzenini andırır. Onda geriye dönüş olmadığı gibi, değişmeyen, boyuna tekrarlanan bir örnek, bir ölçek de aranmaz.
İnsan bilinenlere dayanarak, onlardan esinlenerek, bir takım benzerliklerden yararlanarak bilinmeyen geleceği bilmeye çalışır. İşte geçmişin verileriyle yarını anlamaya yönelmenin temeli budur. Tarihi olaylar, genellikle, geçmişten günümüze ve yarına doğru bir akış yönü ve eğilimi izlerler. Bunu iyi ve doğru tespit edebilen tarihçi, geçmişten yararlanarak bugünün ve geleceğin iyi ve doğru olarak anlaşılabilmesinde bize önemli ipuçları verir. Bu açıdan bakıldığında tarihin, geçmiş zamanla birlikte, şimdiki zamanı ve geleceği de inceleyen, en azından geleceğe ışık tutan bir bilim dalı olduğu anlaşılır.
Süreklilik, çok canlı ve diri bir akışı, bir devingenliği ve boyuna doğurma eylemini ifade eder. Bu özelliği dolayısıyla da düşünmeyle çok yakından bağlantılıdır.
TARİH VE DÜŞÜNCE
Düşünmek de süreklilik isteyen, boyuna üreten ve geliştiren bir atılımdır. Onun bir yerde durup kalması ölümü demektir. Düşünmeyi terk etmenin doğal sonucu tarih dışı kalmakdır. Düşünmek ve süreklilik dediğimiz şey, bireysel bir eylem değildir. Bütün düşünen-araştıran beyinler için geçerli olan ve hepsini içine alan ortaklaşa bir eylemdir. Çünkü birey, sınırlı, belli bir yere ait, belli bir sürede olup biten bir varlıktır. Dolayısıyla bireysel olanın, bireysel kalanın tarihle bağlantısı da çok azdır. Upuzun dünya ve insanlık tarihi içerisinde bir insanın ömrü çok kısa, tek başına yapabilecekleri de çok sınırlıdır. Oysa bireyüstü olan, bütün düşünenleri kapsayan düşünme eylemi evrenseldir, bütün zamanları, mekânları ve bütün düşünen ve araştıran bireyleri kapsar. Böylece tarihsel akış da kesintiye uğramamış olur, ona katılanların yetenekleri, çalışmaları, çaba ve gayretleri nispetinde hızını ve gelişimini sürdürür.
İnsanların doğadaki başka varlıklarda bulunmayan düşünme anlama, değerlendirme, bağlantılar kurma, irade, bilinç ve bilinç özgürlüğü gibi insana özgü yetenekle bezenmiş olması, toplumlardaki diyalektiğin genişliğini ve zenginliğini gösterir. Evrende bilinç sahibi olan, bilincinin verilerine dayanarak, bilincinin ışığında kendini kanıtlayan tek varlık insandır. Kendini kanıtlamak, varlığının bilincine varmak, doğadaki yerini bulmak, öteki varlık türleriyle düzenli bir karşılaştırma yaparak özünün anlamını kavramak, evrendeki yerini bilmektir. Hayvanlarda da diğer bütün canlılardaki beslenme, büyüme, çoğalma, yavrulama gibi oluşlar, değişimler geçerlidir ama hayvanlar insanlara özgü bilinçten mahrum oldukları için, tarih kavramı içerisine hayvanların tarihi sokulamaz. Hayvanlar, doğanın kendilerine çizdiği sınırlar içinde varlıklarını devam ettirmeye çalışırlar. İnsan ise, doğa ve başka insanlar karşısında kendi benliğini yakalama, kendini ortaya koyup ispat etme kabiliyetine ve çabasına sahiptir. Kişinin evrendeki yerini bilmesi, kendini bilmesiyle sağlanabilen bir başarıdır. Bu başarıya da, ancak sistemli bir düşünce sürecinden sonra ulaşılabilir. Düşünme, yaratmanın öğelerinden biridir. Düşünme eylemi gerçeküstü, gerçek ötesi, gerçek dışı bir nitelik taşısa bile sonunda bir buluşu gerektirir. Hayvanlarda bu yetenek yoktur, doğanın verdiğiyle sınırlı kalma vardır.
Hayvan davranışlarını inceleyenlerden, onların da düş gördüklerini ileri sürenler vardır. Ancak bu düş görme de insanınkilerle eş düzeyde değildir. İnsanın düşünde bile bir yorum, bir anlamlandırma vardır. Oysa hayvan için bir anlamlandırma, bir yorum söz konusu değildir.
ÜRETKENLİK VE YARATICILIK VE TARİH
Tarih varlığı olmak demek, tarihsel olaylarda araç olmaktan çıkmak, başkalarının etkisinden kurtulmak, bilinçli davranabilmek, tarihsel olaylara yön verebilecek güç ve yeteneklere sahip olmak demektir. Sınırlanan kişi tarih varlığı değildir.
Düşünen bilinçli kişi, belli ölçüler içinde yaratıcı olur. İnsan ancak yaratıcılığıyla kendini kanıtlar. Kendini kanıtlama ile yaratıcılık arasında zorunlu bir bağ vardır, biri olmadan öteki olamaz. Ancak yaratıcı olan, yeni ve farklı şeyler ortaya koyabilen kişi kendisini kanıtlamış olur, insanın kendini kanıtlaması yaratıcı olması demektir. Kanıtlama başlangıçta bireysel ve tek kişinin uluştığı bir başarı gibi görünür. Ama aradan zaman geçtikçe ve geçmişten geleceğe doğru gidilen yol uzadıkça, yaratıcılığın da pek çok katılımcısı olan bir süreç olduğu, pek çok evrelerden geçtiği, arada bir takım duraklamalar ve duraklar da yaşandığı gerçeği daha da belirginleşir. Birbirini izleyen bu aşamalardan biri olmadan ötekine geçilemez. Bunlara başarı aşamaları da denebilir. En ilkel nitelikte de olsa bir başarı, sonradan gelenin ön koşuludur, taşıyıcısıdır. Başarılar birbiri üstüne biner, önceden gelen sonrakini sırtında taşır. Birbirine eklenen, birbirini geliştiren, geçerli-geçersiz kılan yasalar çağlar boyunca büyük bir birikim oluşturur. Bu birikim, bir yaratıcılıklar bütününden ibarettir. Yaratıcılığının ve bilincinin gücüyle insan, kendisini başka bir anlayış ortamında kanıtlama imkânı bulur. Yaratıcılığı tek yönlü, tek biçimli görmemek gerekir. Kişi yaratıcılığını ürünleriyle ve eserleriyle ortaya koyarken içinde bulunduğu düşünme ortamının koşullarına göre davranır, o ortamın sınırları içinde kalır. Bu sınırlı ortam, bilimde, sanatta, felsefede, birbirine benzemeyen özellikler taşır. Bu şartları gözden uzak tutarak, bir yaratıcılık ürününü, bir eseri ötekinden üstün tutmak, birini öbüründen daha değerli saymak tutarlı bir düşünce değildir. Tarih boyunca birbirlerinin kuramlarını, teorilerini, görüşlerini geçersiz kılmış sayısız bilim adamları gelip geçmiştir. Örneğin, Ptolemaios’un güneşin dünyanın etrafında döndüğü kuramı, kendisinden sonra gelen bilim adamlarının çalışmalarıyla geçerliliğini çoktan kaybetmiş, özellikle gökbiliminin günümüzde ulaştığı seviye göz önünde bulundurulduğunda artık hiç kimse tarafından gündeme getirilemeyecek, savunulamayacak ve geçerliliği ispatlanmaya çalışılamayacak kadar yanlış ve geçersiz bir kuramdır. Fakat öte yandan Ptolemaios, Kopernikus, Kepler, Galileo gibi bilginlerin buluşları, görüşleri birbirini ne kadar geçersiz kılarsa kılsın, her sonradan gelen ne kadar eskisinden daha geçerli bir doğa yasası ortaya koymuş olursa olsun, yine de bunların hepsinin bilim tarihi açısından çok değerli ve bilinçli yaratıcılık, icat ve keşif eylemleri olduğu da unutulmamalıdır. Bilimsel akış ve bilimin ilerleyişi onların bu hiç durmayan ve vazgeçmeyen çabaları ve eylemleri sayesinde devam edebilmiş, yeni verilerle geçersiz kılınanların yerine geçerlileri konabilmiştir. Eskisinin yenisiyle geçersiz kılınması o alanda bir gerileme, tarih dışına çıkma değildir. Birinin başarısına öteki imkân sağlamıştır. Kişilerdeki yaratıcılığı, üreticiliği besleyen ve kamçılayan en temel öğe, kendilerinden öncekilerin yaptıkları çalışmalar ve böylece onlara sağladıkları imkânlardır.
Bilimin attığı her adım, ikincisine olanak sağlayacak niteliktedir. Bilimsel verilere dayanılarak ortaya konan öngörüş niteliğindeki ilerlemeler beklenen gelişmelerdir. Ancak bu arada zaman zaman büyük buluşlar, keşifler, icatlar gibi beklenmeyen gelişmeler, büyük sıçramalar da yaşanabilir. Bilimde ve tarihte hiç umulmayan bir yerde, umulmayan bir zamanda ve sürede, bir noktadan çok daha ilerideki bir noktaya çok büyük bir sıçramanın ve çok hızlı bir gelişmenin gerçekleştiğini görürüz. Bu hız ve gelişme öngörülerin ötesine geçer, düşünme yetisinin yürüyüşünü aynı gelişim doğrultusunda çok ileriye doğru bir uzun atlamaya dönüştürür. Bu uzun atlama, diğer bütün yarışçıları geride bıraktığı için şaşkınlıklara, tepkilere, ağır eleştirilere yol açabilir. Uygarlık alanında çığır açan bütün yaratıcılıklar, buluşlar, keşifler birer sıçramadır. Sıçramaların hepsi birbirine eşit değildir. Kiminin aralığı uzun, kiminin kısadır. Buna çığır açma diyoruz. Bütün sıçramalar bir çığır açmadır, bütün açılmış çığırlar da bir sıçramanın ürünüdür.
TARİH VE BİLİNÇ
Bilinç, her şeyden önce psikolojik bir deyim, psikolojik bir gerçektir. Bu yüzden tanımlanmaya elverişli değildir. Fakat bilinç deyiminin belirttiği şey, psikolojide bilinmektedir. Bilinçlenme de psikolojik bir deyim, psikolojik bir gerçektir. Fakat bir tutum içerir, bu tutum uyanıklık tutumudur, soruşturma tutumudur. İnsan toplumsal gerçek içinde, olanaklarının gerçekleşmesinde, ihtiyaçlarının giderilmesinde engellerle ve saptırmalarla karşılaştıkça bilinçlenmektedir. Bireysel düzeyde bilinçlenmeyi yaratan ihtiyaçtır. Yeni bir ihtiyacın ya da yeni ihtiyaçların bilincine varıncaya kadar insanın yaşantısı alışkanlıkların kazandırdığı otomatizm içinde devam eder. Bireyin bilinçlenmesi başka, bilincin nesnesini yani ihtiyacını sağlayıp sağlayamaması başka bir şeydir.
Tarih, bilinç ürünü olan, bilinçle ve içinde geliştiği ‘bilinç akışı’yla çok yakından bağlantılı bir bilimdir. Bu bilinç, tarihi akış içinde kendi kendine oluşur. Tarihteki bütün olaylar bir bilinç akışı içinde gerçekleştiğinden, biri ötekini bilir, bilerek bütünler. Kısacası ve açıkçası tarihte sürekli bir iletişim egemendir. Bu iletişim bilinçsel ve sorunsaldır. İnsanlar, ardı ardına gelişen olaylar ve nedenleri üzerinde ister istemez sürekli düşünürler. Olaylar arasında yönlendirici, düzenleyici, ışıklandırıcı, aydınlatıcı, biçimlendirici, içsel bağlantılar, birlikler kurarlar. Aklın eyleme geçmediği, iradenin uykuya yattığı yerde, anlık olayları anlamak, değerlendirmek, yorumlamak, işlevlendirmek de mümkün değildir.
TARİHİN ÖZNESİ VEYA NESNESİ OLMAK
Tarih, insanoğlunun edindiği bilgi, beceri ve tecrübelerini kendinden sonraki kuşaklara aktararak gerçekleştirmeyi başarabildiği ilerlemenin, uygarlaşmasının, yeni ve daha ileri medeniyetler kurabilmesinin de bir anlatımı, hikâyesi, yorumu, açıklanması ve değerlendirilmesidir. Bazı dönemlerde son derece yavaş işleyen bir süreç olsa da ilerlemeyi yok saymak mümkün değildir. İlerleme ve uygarlığa bir başlangıç ve son tayin etmek, bunun belli bir zamanda, belli bir olayla başladığını söylemek de mümkün değildir. İlerleme sürecinde zaman içinde bazı nedenlerle kesintiler, atılımlar veya gerilemeler yaşanır. Fakat belli bir gerilemeden sonra bile ilerlemenin yeniden, hem de çoğu zaman aynı noktadan değil, daha ileri bir noktadan başladığı görülür. Bu da en keskin bir gerileyişte bile bir ilerleme inancının ve ruhunun bulunduğunu göstermektedir. Ayrıca neyin ilerleme ve neyin gerileme olduğuna karar veren, beli bir dönemdeki eylemleri, olguları ilerleme veya gerileme olarak niteleyen de yine tarihçilerdir. İlerleme sona ermiş değildir. İlerlemeye inanmak, insan yeteneklerinin ilerleyen gelişmesine inanmaktır. Bazı tarihçiler, ilerlemenin sınırsız ve sonsuz bir süreç olduğunu, ilerleme anlayışı olmaksızın toplumun ayakta duramayacağını, her toplumun gelecek kuşakların ilerlemesi adına özverilerde bulunduğunu savunurlar. Tarihte ilerleme, tarihsel süreç içinde aklın gelişimini, akıllılığın yaygınlaşmasını, bütün insanlara yayılmasını ve hepsinin bilinçliliğe ulaşmasını, aklın daha çok kullanılmasını, bu sayede onların da tarihe katılabilmelerini, tarihin nesnesi durumundan öznesi durumuna gelmelerini de ifade eder.
Çağdaş tarih, giderek daha çok insanın toplumsal ve siyasal bilinçliliğe erişmesiyle, her biri kendi gruplarının bir geçmişi ve geleceği olan tarihi birimler olduklarının bilincine varmaları ve tarihe tam olarak girmeleriyle başlar. Tarihte ilerleme, olgular ile değerlerin karşılıklı bağımlılığı ve etkileşimiyle meydana gelir.
TARİH VE DEĞİŞİM
Her zaman olumlu anlamda bir ilerleme ve gelişme şeklinde olmasa da, bütün toplumlarda her zaman bir değişim, oluşum ve hareket olmuştur ve hep olacaktır. Çünkü toplumsal yapı durgun değildir. Değişmeler ya iç ya da dış etkenlerden kaynaklanır. İç etkenler, belirli bir toplum içinde tehlikeli olabilen ve çatışmalara dönüşebilen baskılar ve gerilimlerdir. Dış etkenler de belirli bir toplumu değiştirebilen, bu belirli toplumun ilişki halinde olduğu başka toplumların etkinlikleridir. Bir toplumu meydana getiren öğeler arasında bir iç diyalektik, toplumun öteki toplumlarla ilişkilerinde bir dış diyalektik söz konusudur. Toplumun dengesini değişmesinden, değişmesini dengesinden ayırarak incelemek mümkün değildir.
Kimilerinin toplumsal gelişme, kimilerinin toplumsal büyüme dedikleri toplumsal değişmelerin ekonomi, teknik ve nüfusla açıklanması, bu değişme sorununun doğa ile büyük ilişkisini de göstermektedir. Ekonomik gelişme, teknik ilerlemeyi, teknik ilerleme de ekonomik gelişmeyi içerir. Toplumlarda sürekli yeni dengeler kurulur, hiçbir denge de sonsuza kadar sürüp gitmez. Kurulan bütün dengeler, eğreti ve geçicidir. Bu son eğreti denge de bir gün bozulacaktır. İnsan-doğa ve insanlar aralarındaki ilişkiler bir denge ilişkisidir, ama eğretidir. İnsanlar doğayı dönüştürdükçe, birbirlerini, birbirlerinin emeğini, gücünü ve engellerini tanıdıkça bu ilişkiler sürekli değişirler. İnsanlar var oldukları sürece de, Doğa Tarihi ile İnsan Tarihi birbirine hep bağlı ve bağımlı kalacaktır. Toplumsal yapıları, geçici bir denge, ya da göreli bir devamlılık içinde sürekli değişen oluşum alanları olarak görmek mümkündür.
Her insan, yaşadığı toplumda kendini en iyi kanıtlayabileceği, varlığını gerçekleştirebileceği, daha mutlu ve daha huzurlu olabileceği, kendisini daha iyi hissedebileceği, ötekileşip yabancılaşmayacağı bir denge durumunun arayışı içindedir.
Toplumlardaki bütün ilişkiler geçici ve eğreti olarak yapılanır. Her toplumsal değişme, zaten eğreti olan bir önceki dengeyi bozar ve yeni bir eğreti denge sağlar. Toplumsal sorunların en başlıcası, bu yeni eğreti dengeye uyum sağlayabilme sorunudur. Toplumu bir arada ve ayakta tutan, ona kimlik ve kişilik kazandıran, toplumsal dengeyi sağlayan yapının, düzenin bozulması, halkın genel ve temel tercihlerinin dikkate alınmaması, değerler sisteminin altüst olmasıyla toplumda yozlaşma ve çürüme başlar, ortaya yeni ve farklı sınıflar çıkar, bu da yeni çatışma biçimlerini gündeme getirir. Bir toplumdaki herhangi bir grup ya da sınıf tarafından ortaya konmuş olan değerler sistemi ve düzeni o toplumdaki bütün insanların ihtiyaçlarının ve gerçek isteklerinin tümünü kapsamayabilir. Belirli bir toplumda, belirli toplumsal koşullarda bilinçlenme, anlama, mutlu olma ve başka insanlarla insanca yaşama vb gibi insanların ihtiyaçlarıyla bu insanların içinde yaşadıkları somut koşullar arasında bir kopma olduğu zaman yabancılaşma başlar. Geri kalmışlık bir yabancılaşmadır. İşsizlik bir yabancılaşmadır. Bir öğrencinin ilgi duyduğu bir alanda değil de, hiç ilgi duymadığı bir dalda eğitim görerek veya hiç yapmayacağı bir mesleği öğrenerek heder olması bir yabancılaşmadır.
Mevcut koşulların insanın ihtiyaçlarını karşılayamaması, onu içinde yaşadığı topluma, hatta kendi özüne yabancılaştırır. Toplumda bir kenara itilip yok sayılan yabancılaşmış insanlar, eksik ve olumsuz olarak değişik yaşarlar, gelişmemişlerdir, toplumsal çevreleriyle sürekli yaratıcı bir sentez kuramazlar. Zenginliklerinden, olanaklarından yararlanamadıkları, fırsatlarını değerlendiremedikleri, zamanın ve toplumun içinde yaşamıyormuş gibi yaşamak zorunda kalırlar, iyice içlerine kapanırlar. Kendi fikir ve düşünceleriyle, kimlik ve kişilikleriyle, kendi varlıklarını ortaya koyabilecek olumlu eserler ve davranışlar ortaya koyamadıkları için yani yapıcılıkları, yaratıcılıkları olmadığı için yıkıcı ve tahrip edici olurlar. Özgüvenleri olmadığı için, başka birine veya başka bir şeye, bir geleneğe, dogmaya, üstün saydıkları başka bir güce güvenme, dayanma ve başvurma zorunluluğu hissederler. Bir yandan topluma zıt ve düşman, yabancı fikir ve düşünce akımları bunları çok daha kolay etkisi ve kuşatması altına alır, daha da saldırganlaştırır, bir yandan da atadan kalma davranışları taklitçi bir şekilde yaşayıp yeniden üretirler. Kendilerini çevreleyen dünyada olan bitenleri doğru dürüst kavrayamadıkları için, sürekli değişen gerçekliklerle gitgide daha az çakışıp örtüşen, tedavülden kalkmış düşünce şemalarıyla düşünürler.
Oysa özgür insan, gelişmiş ve yaratıcı insandır, önyargısızdır. Kişiliğini, yeteneklerini yaratıcı bir işte gösterebilen, geliştirebilen, çalıştırabilen insandır. Bu engeller ne kadar çok tanınır, bilinir ve ortadan kaldırılırsa yabancılaşma da o kadar azaltılmış olacaktır. Özgürlüğün amacı, mümkün olduğu kadar yabancılaşmayı azaltmak, yok edinceye kadar azaltmak olmalıdır. Doğaya ve topluma uyum için koşullar ne kadar çok geliştirici olursa, o toplumda yabancılaşma da o kadar az olacaktır.
Tarih karşılaştırmaları yaparken, bugünkü durumumuzu borçlu olduğumuz kişi ve olayları değerlendirirken de, o kişi ve olayları bugünümüzle değil, tarihin genel akışı içindeki anlamlarıyla ve yerleriyle değerlendirmek gerekir. Örneğin, bu gün bir lise öğrencisinin bile, belki Aristo’dan daha fazla fizik, Hipokrat’tan daha fazla tıp bilgisine sahip olduğu iddia edilebilir. Hatta bunların bazı fikir, görüş ve düşünceleri, kullandıkları yöntemler, bu günkü bilimsel kıstaslara göre çok yanlış da bulunabilir. Ama bu durum, pozitif bilimlerin bugünkü düzeye gelmesini bu kişilere ve onların çalışmalarına borçlu olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bugünkü askeri okullarda okuyup yetişenlerin, Mete Han’dan, Bilge Kağan’dan, Alparslan’dan, Fatih’ten ve Yavuz’dan daha ileri strateji bildikleri, askerlik bilgisi açısından daha donanımlı oldukları öne sürülebilir. Ama millet ve devlet olarak şimdiye kadar var oluşumuzu, hatta bu günkü varlığımızı, bundan sonra da var olma hakkımızı, birlik ve beraberliğimizi, dünya milletleri ve devletleri arasındaki saygınlığımızı, bu ve benzeri şahıslara, onların büyük gayret ve çalışmalarına, başarılarına borçlu olduğumuz gerçeğini kim inkâr edebilir?
TARİH VE ELEŞTİRİ
Eleştiri, ele alınan konuyu en ufak öğelerine kadar ayırarak, onlar arasındaki karşılıklı bağlantıları, uyum ve uyumsuzlukları bulmaya yarar. Öğeler arasındaki uyum ortaya çıkarıldıkça, sorunun çözümü kolaylaşır. Öte yandan öğeler arasında uyumsuzluk varsa, bu da sorunu olumsuz yönden çözmeye yarar. Öğelerde görülecek uyumluluk-uyumsuzluk araştırıcıyı ilgilendirmemeli, onu ilgilendiren çalışmada varacağı sonuç olmalıdır. Eğer varılmak istenen sonucun niteliği önceden düşünülmüş, belirlenmiş ise, burada araştırıcı işe önyargıyla başlamış demektir. Oysa son kararı verecek olan, araştırıcının kişisel arzu ve istekleri değil, araştırmanın göstereceği objektif sonuç olmalıdır.
Sorunları çözerken, doğal olarak birtakım varsayımlar, tasarımlar ileri sürülebilir. Ancak bunlar çıkması muhtemel gerçek sonucu değiştirmeye, istenen doğrultuda bir sonuca çevirmeye yönelik olmamalıdır. Bildiğimizin şeyin kesinliğini kanıtlamaya çalışılırken, başka bir sonuçla da karşılaşabiliriz. Bir araştırmada, arzu edilenden tamamen başka bir sonuçla karşılaşılması, yapılan araştırmanın verimsizliğini göstermez. Bu sonuç bize önceki bilginin yanlışlığını ortaya koyma, yeni bir bilgi edinme fırsatı vermiş olur. Bu da eleştirinin bize kazandırdığı çok önemli bir gelişmedir.
Eleştirinin sağladığı gelişmelerin başında düşünmenin sürdürülmesi gelir. Düşünmek dediğimiz eylem, kesintiye uğrar, sürekliliği ortadan kalkarsa yeni bir bilgi alanıyla yüz yüze gelemeyiz. Bize öğretilenler üzerinde hiç düşünmeden, bunları olduğu gibi benimsemek, bunların kesinliğine, değişmez ve tek doğru olduklarına inanmak, eleştiri yöntemini kullanma gereği duymamak ilerlemenin ve gelişmenin önünü kesmek demektir.
Eleştiri, yüzeysel bir ayıklama, öğelere ayırma, ekinleri ayrıştırır gibi elekten geçirmeden ibaret bir eylem de değildir. Eleştiri, örneğin bir eserin içerdiği sorunları, onda uygulanan çözüm-açıklama yöntemlerini incelemek, varılan sonuçla önerilen görüş arasındaki uyumu sergilemektir. Eleştiricinin, eserin yazarından daha geniş bir görüş açısına sahip olması, bir bakıma daha bilgili olması gerekir. Eleştirici, bir eseri (örneğin romanı) ele aldığında, önce sorunların ortaya konuş biçimini, uygulanan çözüm yöntemini, sorunların içeriğini, sergilenen görüşün olayları ya da işlenen konuyu açıklamadaki tutarlılığını, en sonunda da okuyucuya ne verdiğini örnekler göstererek açıklama gereği ile karşı karşıyadır. Eleştiride, benimsenen düşünce dizgeleri birbirinin yargılayıcısıdır, bu nedenle eleştiri bir yargılamadır. Ancak bu yargılamada bir öznellik olmamalıdır, verilen yargı ‘bana göre değil, dizgeye göre’ ortaya konmalıdır.
Kendini yargılamak, insanın bir tarih varlığı olarak uyması gereken ilkelerden biri olduğu gibi, tarihin de ilkelerinden biridir. Kişinin kendini yargılaması, çok güçlü bir düşünme eylemini gerektirir, onu koşullandırır. Yargılama, kendini kanıtlama diye adlandırılan ilkelerin uygulanmasında eleştirinin önemi büyüktür. Kişi kendini yargılarken, kanıtlarken sorunsal-çözümsel yöntemin dayanağı eleştiridir. Eleştiri kimi araştırmalarda, bir yöntem niteliği taşıyabilir, araştırıcıyı yüzeysel yargılara varmaktan kurtarabilir, varılan sonuca güvenle bakılmasını sağlayabilir.
TARİH VE BELGE
Tarih biliminin en temel kaynaklarından birisi de belgedir. Ama belge tek başına tarih değildir. Belge, tarih denen bütünün gövdesini besleyen ana besinlerden biridir. Bir yere yığılmış, düşünme eylemine hiçbir katkısı olmayan, onlarla tarihi olaylar arasındaki bağlar, ilişkiler, onların taşıdıkları geliştirici öz, bilinç ışığı ve tarihi olaylara yansımaları ortaya konamamış belgelerin tarih bilgimize ve bilincimize katkısı olmaz. Hâlbuki her tarihi belge, ilk hazırlanırken mutlaka bir bilinçle hazırlanmıştır. O belgelerin hazırlanışı sırasındaki bilinç, belge yazıya geçirilip, son biçimini aldıktan sonra, belgeyle beraber bir kenara atılır veya olduğu gibi bırakılırsa artık o belgenin diriliği gider, tarihle ve bilinçle bağlantısı kesilir. Yazılı belge, bilincin ışığında incelenirse, alınan besin gibi özümsenir, düşüncenin gelişmesine yararlı olur. Ancak bu takdirde diriliğini korur, aynı zamanda tarihi süreç de kesintiye uğramamış olur.
Tarihin olguları ve olayları bize hiçbir zaman saf olarak, yani oldukları gibi gelmezler. Çünkü çoktan olup bitmiş o olaylar şimdi saf olarak oldukları yerde durmadıkları, artık var olmadıkları için, biz onları gidip oldukları yerde ve oldukları gibi bulamayız, gözlemleyemeyiz, inceleyemeyiz. Bu olaylar bize bunların kayıtlarını tutanların ağzıyla, kalemiyle, onların görüşlerinden, zihninden, zihinlerinden geçerek, çoğu zaman da çok değişerek yansırlar. Bundan dolayı tarihi olguları, olayları, belgeleri, incelemeden önce o tarihi yazan tarihçiyi, belgeleri hazırlayanı incelemek ve tanımak gerekir. Bu yüzden hem o olgular ve olaylar, hem de onların kaydedildiği belgeler tarih değildir. Tarih yazımında bunlar elbette önemlidir ama sırf bunlara dayanılarak da yazılamaz. Çünkü her belge o belgeyi yazan, hazırlayan ne düşünüyorsa bize yalnızca onu söyler, onu yansıtır, onu ifade eder. Ama gerçek her zaman öyle olmayabilir. Bu nedenle sağlam bir tarih felsefesine dayanmayan bir tarihçilik anlayışı çağdaş anlamda tarihçilik olmadığı gibi, sırf belli belge ve bilgilere dayanılarak yazılan tarih de gerçek anlamda tarih değildir. Tarihin konusu olan olaylar, geçmişte yaşanmış sonsuz sayıdaki olaylar ve olgular arasından seçilmiş bir demettir. Bu demette yer alan olaylar ve olgular da ya rastlantı sonucu veya bilinçli bir seçimle belirlenir. Tarihi olaylar, olgular ve belgeler kendiliğinden konuşmazlar. Onları tarihçi konuşturur. Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Olayları, olguları ve belgeleri kendisi seçer. Bunlar arasında kendince bir seçme yapar, istediklerine başvurur, yeni bilgi ve belgeler arayışı içine girerek aradaki eksikleri ve boşlukları doldurmaya, uyumsuzlukları ve zıtlıkları gidermeye çalışır. Bunlardan istediklerini yine kendi belirlediği bir sıra ve bağlam içerisinde konuşturur. Tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir tarihi olay ve olgu yoktur.
TARİH VE YORUM
İnsan, doğayı, çevresini, sosyal olayları ve bizzat kendisini gözlemleyen bir varlıktır. Hatta sadece gözlemlemekle kalmaz, bunları yorumlar, değerlendirir, bunlar üzerinde düşünür. Daha sonra kendi gözlemlerini hemcinsleriyle de paylaşır, onların gözlemlerini ve yorumlarını da dinler, bunlar hakkında başkalarıyla konuşur, tartışır, fikirler, yorumlar, düşünceler birbirini etkiler, birbirine karışır. Sosyal bir varlık olması nedeniyle insan kendisini en kesin, en katı, en gerçek, en sağlıklı gözlem ve yorum saydığı hususlarda bile başka gözlemlere, başka yorumlara, başka yorum ve gözlem merkezlerine başvurmak, gözlem, fikir, görüş, düşünce ve yorumlarını bunlara da onaylatmak ister. Bunların farkına vardıkça da bunlara bağlı kalmaya ve güvenmeye daha fazla mecbur hisseder. Aslında bu yorumların terminolojisi bile yorumlayana ait değil, yorumlayan onu da içinde bulunduğu çevrenden ve toplumdan öğrenir.
Yorum, her şeyden önce bir üretim biçimidir. İnsan beyninin bilerek ve isteyerek, araştırmak istediği ve ilgilendiği şeyleri yeniden biçimlendirmesi, şekillendirmesidir. Yorum, kişiseldir ama sosyal bir faaliyettir ve öncelikle kendisini doğuran koşullara bağlıdır. Doğal olarak yorum, yorumlayanın kim olduğuna, kime hitap ettiğine, yorumun amacının ne olduğuna, tarihin hangi dönemini, hangi noktasını yorumlandığına göre değişir. Yorum yapan, yapmak zorunda olan tarihçinin de, belirli bir geçmişinin, kendi kültürüne ilişkin alışkanlıklarından, geleneklerinden, değerlerinden, tarihini yorumladığı toplumla ve milletle kendi milletinin karşılıklı ilişkilerinden kaynaklanan, bilimsel temeli olmayan fikir, duygu ve düşüncelerinin, kanaatlerinin, ön yargılarının, koşullanmışlıklarının hatta belli amaçlarının olabileceği de unutulmamalıdır. Bu tür bir uğraş, zorunlu olarak, belli bir zaman ve mekân dilimi içerisinde yer alır ve belli bir kişi tarafından yürütülür. Çoğu zaman en saygın, en güvenilir akademik çevrelerin ve en objektif olduğu iddia edilen entelektüellerin yorumlarının bile ilmi, ahlakî, etik değerlerin dışına çıktığına tanık olunabilir. Bu nedenle yorumların objektifliğine tam olarak güvenilemez, güvenilmemesi de gerekir.
Tarihçiler çoktan olup bitmiş olayları, kendi gözleriyle görme imkânından mahrum olduklarından, olayların içinde yer almış ve gözlemlemiş tanıkların tanıklıklarına, onlardan kalan bilgi ve belgelere dayanmak zorundadırlar. Öte yandan, tarihçi olsun, tarihi olayların içinde yer alıp tanıklık edenler olsun, nihayetinde hepsi insandır. İnsan, ne kadar gayret etse de bazen tam anlamıyla objektif olamayabilir, kendi kişisel ve yanlı duygu ve düşüncelerinin etkisinde kalabilir. Dolayısıyla tarihi olayların anlatımında esas alınan bilgi ve belgeler, beyan ve tanıklıklar, yazılıp çizilenler, yorumlar, fikir ve kanaatler, hükümler tek ve kesin doğrular olarak kabul edilmemeli, başka delil ve kanıtlarla bunların doğrulukları ve geçerlilikleri sürekli test edilmelidir.
İnsanlık tarihini en başından bugüne kadar bir bütün halinde ve bütün yönleriyle inceleyebilmemiz mümkün değildir. Bu nedenle araştırma ve incelemeyi kolaylaştırmak için tarihin bölümlenmesi, yani çeşitli bölümlere ayrılarak incelenmesi zorunluluğu karşımıza çıkmaktadır. Zamana, bölgeye, konuya vb göre bölümlemelerin bazı zorlukları ve tartışmalı yönleri bulunsa da yine de bu bölümlemeler çoğu zaman yararlı, kullanışlı, zorunlu, hatta bazen kaçınılmaz olabilmektedir. Bütünü bozucu özellik taşımasına rağmen, bu bölümlemeler sayesinde elde edilen bilgilerin yine de bütün bir tarih bilinci içinde değerlendirilmesi şarttır.
Geçmişi eksiksiz, yanlışsız, tam ve doğru olarak bilme imkânından mahrumuz. Çünkü her şeyden önce elimizde bulunan ve ulaşabildiğimiz belgeler çok sınırlıdır. Belgelerin sonsuz olduğu durumlarda bile tarihçi, kendi sosyal, siyasi, ekonomik, milli, estetik, dini, ahlaki vb gibi tercihlerine, amaçlarına ve değerlerine uygun olarak bir ayıklama yapar. Tarihçi, tarihi yazarken, belgelerden yola çıkar ama ona kendi yorumunu, seçimini, tercihini, duygu ve düşüncelerini de katarak geçmişi yeniden inşa eder. Aslında bütün kültür ilimlerinde, seçilen değerler sistemine uygun olarak ayıklanan bir yorumlar bütününe varılır. Sonuçta ayıklamayı düzenleyen ne kadar değerler sistemi varsa, o kadar da tarihsel ve sosyolojik görüş ortaya çıkar. Ünlü tarihçi, E. Hallet Carr da, Tarih Nedir? adlı kitabında (1996); tek ve gerçek bir tarih olmadığını, aslında tarihçilerin tarihi olduğunu, ne kadar çok tarihçi varsa, o kadar çok tarih olduğunu ortaya koyar. (Edibe Sözen, Demir Kafesten Plastiğe Kimliklerimiz, Birey Yayıncılık, İstanbul, Kasım 1999).
Tarihin olguları bütünüyle nesnel olamaz, çünkü bunlar ancak tarihçi tarafından onlara verilen anlamlılığın gücüyle tarihin olguları haline gelirler. Tarihte nesnellik, olgunun nesnelliği değil, olgu ile yorum arasındaki ilişkinin nesnelliği olabilir. Tarih, yalnızca geçmiş ile gelecek arasında tutarlı bir ilişki kurabildiği zaman anlam ve nesnellik kazanır. Bir tarihçinin nesnel olması da onun toplum ve tarih içindeki kendi konumunun sınırlı bakış açısının üzerine çıkabilme yeteneği göstermesi ve kendi görüş ve öngörü gücünü geleceğe yansıtabilmesiyle sağlanabilir. Nesnel ve gerçek tarihçi bu karşılıklı sürece en derinlemesine nüfuz edebilen tarihçidir. Bir tarihçi geleceği doğru biçimde anlayabilme, görebilme ve anlamlandırma ve en çok işe yarayan fikirler, görüşler, ilkeler ortaya koyabilme gücü oranında gerçek bir tarihçidir.
Bazı tarihlerde daha çok yoruma, bazılarında da olgulara ve olaylara ağırlık verildiğine tanık olunmaktadır. Yoruma ağırlık veren tarihin amacı bugüne ışık tutmak, olaylara ve olgulara ağırlık veren tarihin amacı ise geçmişi aydınlatmaktır. Aslında en iyi yöntem, her ikisini de en yararlı şekilde dengeleyebilmektir. Bu da tarihçinin geçmişe bakarken ve incelerken, bugünün sorunlarını da anlayabilmesi, kavrayabilmesi, anlamlandırabilmesi ve aydınlatabilmesi ölçüsünde olur. Aksi takdirde, tarih diye yazılanlar tarihi roman veya propaganda malzemesi olarak kullanılabilecek yapıştırma olaylardan, olgulardan öteye geçemez. Tarihçi olayların ve olguların kölesi de efendisi de olmamalıdır. Tarihçi ile olaylar ve olgular arasında kesintisiz, karşılıklı bir etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında da bitmez tükenmez bir diyalog söz konusudur. Olgular, onları işleyen tarihçiler olmaksızın ölü ve anlamsız kalacağı gibi, tarihçinin yazdıkları ve yorumları da olgulara dayanmadıkça köksüz, temelsiz, boş ve yanıltıcı olacaktır.
Tarih, nihayetinde sosyal ve siyasi bir bilim dalıdır. Sosyal ve siyasi bilimlerde ise, tabii bilimlerde olduğu gibi kesin ve her yerde genel geçer kanunlar yok denecek kadar azdır. Bu nedenle hemen hemen her tarihi olayın, bir başka tarihçinin gözünde başka bir yorumunun, başka bir anlamının bulunmasına sıkça rastlanır. Bu da bir dereceye kadar normal karşılanmaktadır. Nitekim: “Tarihin kanunları yoktur, tarihçilerin kanunları vardır!” sözü oldukça genel bir kabul görmüştür. Belli bir tarihi olayı veya dönemi yazıp önünüze getirmeleri için, on ayrı tarihçinin önüne aynı materyal, aynı malzemeler, aynı belgeler konulsa bile, büyük bir ihtimalle hepsinin anlatımları ve yorumları aynı olmayacak, aralarında inanılmaz farklılıklar bulunabilecektir. Çünkü tarihçiler de insandır ve bütün iyi niyet ve gayretlerine rağmen, tam anlamıyla objektif, yani tarafsız olamazlar. Kişisel inanç ve fikirler, dünya görüşleri, ideolojiler, mensubu bulundukları ülke, uygarlık, devlet rejimi, din ve milliyet bağları ister istemez tarihçileri etkileyecek, az veya çok tarafsızlıklarını yitirmelerine ve sübjektif davranmalarına, aynı kaynaklardan yararlansalar bile aynı olaya, farklı yorum ve değerlendirmelerle yaklaşmaları sonucunu doğuracaktır. Örneğin, hiçbir zaman bir Türk ve bir Yunanlı tarihçinin Malazgirt Savaşı veya İstanbul’un Fethi olayına aynı gözle bakabilmesi, aynı şekilde yorumlayıp değerlendirmesi beklenemez. Aynı olay birine göre zaferdir, öbürüne göre yenilgidir. Birine göre kazançtır, diğerine göre kayıptır… Birine göre iyidir, öbürüne göre kötüdür…
Bu tür, yorum, fikir, görüş, düşünce ve değerlendirme farklılıkları, illa ve her zaman kötü niyetten de kaynaklanmayabilir. Günlük yaşamımızda bile ardında her zaman kötü niyet aranamayacak veya aransa bile bulunamayacak pek çok yorum ve değerlendirme farklılıklarına sık sık tanık oluruz. Örneğin, basit bir trafik kazasına veya asayişle ilgili bir olaya, bazen sekiz on kişi birden tanık olur, ama hepsinin de olayı anlaması, anlatması, değerlendirmesi farklı olabilir. Kimi bir tarafı, kimi öbür tarafı hatalı veya suçlu görebilir. Bu gibi yanlış yorum ve değerlendirmeler, hatalı tanıklıklar, bazen adaletin yanlış tecelli etmesine de neden olabilir.
Geniş kesimleri, bazen milletin ve toplumun tamamını ilgilendiren, kamuoyunu derinden etkileyen, toplum hayatında olumlu veya olumsuz sonuçları, sosyo ekonomik yaşamda büyük yankıları ve yansımaları olan tarihi olaylar anlatılırken, ortaya konan görüşlerin, söylem ve değerlendirmelerin sübjektiflikten tamamen saf ve arı olabileceğini zannedebilmek aşırı iyimser bir beklentiden ileri gidemez. İnsan değerlendirmelerinin çok büyük oranda karıştığı ve etkili olduğu tarihsel ve sosyal olaylardaki bu kaçınılmaz sübjektiflik, bazen yazarların ve yorumcuların tarihi olayları kötü niyetle çarpıtıp saptırmaları olduğundan başka türlü göstermeleri, basit bir olayı bile çok yanlış çıkarsamalara malzeme ve alet etmeleri gibi olumsuz yaklaşımların da eklenmesiyle çok daha zarar verici sonuçlara ve tehlikeli boyutlara ulaştırılabilir.
Anadolu halk ağzında: “Kedi yavrusunu yemek isterse, fareye benzetir de öyle yermiş.” diye bir söz vardır. Bilindiği gibi, bazen kedilerin kendi öz yavrularını bile boğup yediklerine rastlanır. Anadolu halk zekâsı, durup dururken niyetini bozup kendi öz yavrularını yiyiveren ana kedinin ruh halinden yola çıkarak, niyeti bozduktan sonra bahane üretmenin, gerekçe oluşturmanın hiç de zor olmayacağını, haksız, yanlış ve kötü işlere kalkışanların bunu haklı, doğru görmek ve göstermek için akla hayale gelmedik kılıflar hazırlanabileceklerini bu örnekle çok güzel anlatır. Halkın yorumuna göre kedi, yavrusunu yemeye niyetlenirmiş ama bunu birden bire yapamaz, bunun için vicdanını rahatlatacak gerekçeler arayışına girer, hatta bir çırpıda pek çok gerekçe bulabilirmiş. Yavruyu evirip çevirerek incelemeye başlar, bir yandan da aklından: “Yahu bunun ne kadar da ince bir kuyruğu var, böyle ince kedi kuyruğu olur mu? Üstelik bunun kuyruğu kedi kuyruğundan çok, fare kuyruğuna benziyor. Dur bakayım hele, sakın bu fare olmasın?!!” gibi olumsuz düşünceler geçmeye başlarmış. Bu olumsuz düşünceleri daha da ileri götürerek, yaptığını haklı gösterecek, vicdanını rahatlatacak, yavrusunun fare olduğunu, dolayısıyla boğup yemesi gerektiğini delillendirecek daha bir sürü gerekçe bulur, bunları arka arkaya sıralarmış: “ A bunun ayakları da, gözleri de, kulakları da, ağzı, burnu da, sırtı, karnı da tıpkı fareye benziyor! Yok yok bu kedi yavrusu değil, hele benim yavrum hiç değil, bu fare, fare! Kim beni kandırdı da bunu benim koynuma kucağıma verdi, bunu hemen boğup yemeliyim !” der, yavruyu boğuverirmiş.
Sonu ihtilaflara, çatışma, kavga ve düşmanlıklara varan tutum ve davranışlar, çoğu zaman basit bir yorum farkından veya ilgisiz bir yanlış anlamadan da kaynaklanabilir. Hazreti Mevlana, asla kavga sebebi olamayacak basit bir olayın bile yanlış anlama ve yorumlamayla nasıl kavga ve düşmanlık nedeni haline getirilebileceğini Mesnevisinde yer alan bir hikâyeyle çok güzel anlatır. Biri Türk, biri Arap, biri Farslı, biri de Rum olan dört kişi birlikte kısa süreli bir işte çalışmışlar. İş bittikten sonra aldıkları ücret, bölüşülüp paylaşılabilecek kadar fazla olmadığından, bununla yiyecek bir şeyler alıp birlikte yemeye karar vermişler. Farslı ‘Gelin bu parayı engûr’a verelim’ diye bir öneri getirmiş. Arap itiraz etmiş: ‘Hayır, ben engûr istemem, ıneb isterim”. Rum ‘İkisi de olmaz, bence istafil alalım’ demiş. Türk ise ‘Durun bakalım. Bu parada benim de hakkım var, ben üzümden başka bir şeye razı olmam!’ diyerek ileri atılmış. Derken, aralarındaki tartışma büyümüş, işi kavgaya, birbirlerini yumruklayıp, kafalarını gözlerini yarmaya kadar vardırmışlar. ‘Üzüm, ıneb, istafil, engûr’ deyip birbirlerine vurup durdukları halde, aslında dördünün de istedikleri, aynı şeymiş. Dillerinin, sözlerinin, ifadelerinin, konuşmalarının farklılığı, ayrılığı yüzünden ihtilafa düşmüşler, birbirlerine girmişler.
Hazreti Mevlana bu kıssadan şu hisseyi çıkarır ve toplumların uzlaştırıcılara olan ihtiyacını şöyle anlatır: Eğer bunların hepsinin dilini bilen aklı başında biri çıkıp da: ‘Siz susun bakayım. Ne istediğinizi bana söyleyin ve beni dinleyin. Sizin diliniz, ben olayım. Çünkü sizin sözünüzün, konuşmanızın türlü türlü olması, yok yere kavgaya, ihtilafa, tefrikaya düşmenize sebep oluyor. Benim sözüm ise, sizi hem birleştirir, hem de arzu ve isteklerinize hatta daha da fazlasına huzur ve barış içinde kavuşmanızı sağlar!” diyebilseydi, sonunda hepsi de mutlu ve razı olurlar, çatışmalarına gerek kalmazdı. Uzlaştırıcıları, birleştiricileri olmayan bir toplum asla ilerleyemez, huzur ve mutluluğu yakalayamaz. Nitekim Allah da peygamberlerini bu amaçla göndermiştir. Allah’ın lutfuyla kuşların ve diğer canlıların dillerini öğrenen Hazreti Süleyman, hayvanlar arasındaki düşmanlıklarda bile aracı olmuş, hayvanları bile anlaştırmış, uzlaştırmış, aralarında tam bir huzur ve barış sağlamıştı. Peygamber Efendimiz de alemi şereflendirdiğinde, birbirine amansız düşman olanları birleştirmiş, onları tek bir vücut haline getirmişti.
İşte tarih ilminin ve tarihçinin toplum içinde oynaması gereken en önemli rol, toplumun, milletin uzlaştırıcı, birleştirici dili olmaktır. Yazıp çizdikleriyle, bilgi diye yaydıkları şeylerle toplumu bölüp parçalayan, insanların arasına kin ve düşmanlık tohumları saçan, milleti uzlaştırıp birleştirmek, kaynaştırıp bütünleştirmek yerine, aradaki çeşitli anlaşmazlıkları uyumsuzlukları körükleyen, ihtilafları, zannı, şüpheyi, şekaveti artıranlara milletin ve toplumun ihtiyaç duyduğu gerçek tarihçi ve gerçek aydın denemez. İşleri güçleri, hileler öğrenip ciğerler dağlamak, düzenler belleyip, yollar vurmak olanlar sözde bilim adamları ve aydınların toplumlarına faydadan çok zarar verecekleri açıktır.
Kısacası tarihçiler, tarihi olayları, bu olayların içinde rol alan kişi ve grupları, milletleri değerlendirirken, yorumlayıp yargılarken bunlar hakkında değişik hükümler verirler. Haklılığı veya haksızlığı, doğruluğu veya yanlışlığı her zaman tartışılabilecek bu hükümlerle tarihçiler, bazı toplumları ve milletleri mahkûm ederler, bazılarını da yüceltirler, şan ve şerefe boğarlar. Aynı tarihi olay ve bu olayda rol alan kişiler, milletler, topluluklar, tarihçiden tarihçiye o kadar farklı anlatılır, yorumlanır, hatta bazen öyle çarpıtılır ki, şaşırmamak elde değildir. Tarihi olaylarla ilgili bilgi ve belgeleri toplarken, değerlendirirken ve anlamlandırırken bilgisinin yanına vicdanını, insaf ve hakkaniyeti de koymayan tarihçilerin, tarih bilimine, milletlere ve kişilere yapabilecekleri kötülüklerin, haksızlıkların, verebilecekleri zararların haddi, hesabı yoktur. Bu yüzden tarih yazmak, tarih yapmak kadar, hatta ondan da daha önemlidir.
Günümüz dünyasının gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerin aydınlarına bakıldığında, kamuoyu oluşturmada, toplumlara yön vermede etkili olan aydınların doğu ve batı toplumlarında birbirlerine tamamen ters roller üstlendiklerine tanık olunur. Batılı aydınlar, kendi toplumlarının çıkarlarını bütün Hıristiyan âleminin birlik ve beraberliğinde, sıkı işbirliğinde görürler, geçmişin acı olaylarını bunlardan yeni düşmanlıklar üretmek için değil, dostluk, anlayış ve işbirliği imkânlarını artıracak şekilde yorumlarlar, uzakları yakınlaştıracak, düşmanları dost yapacak söylemler ve politikalar geliştirmek için olağanüstü çabalar gösterirler. Bizim sözde aydınlarımız ise bütün çaba ve gayretlerini, kültürel yakınlık içinde bulunduğumuz başka toplumları bir yana bırakalım, bizi bile birbirimizden daha da uzaklaştıracak, binlerce yıllık birlik, beraberlik, dostluk ve kardeşliklerin dibine dinamit olacak, toplumda yeni yeni onulmaz yaralar, kin ve düşmanlıklar, kapanmaz uçurumlar, uzlaşmaz ayrılıklar çıkarmaya yöneltirler. Uğursuz söylemler geliştirir, batıdaki belli çevrelerce asırların birikimiyle hazırlanmış zararlı söylemleri dillendirir dururlar. Hem kendi toplumumuzdaki, hem de kültürel yakınlığımız olan diğer doğu toplum ve milletleri arasındaki ufak tefek farklılıkları, çelişki ve çeşitlilikleri, inanç, fikir ve görüş ayrılıklarını, düşmanlık ve çekememezlikleri, tarihte her nasılsa yaşanmış, ama asla yaşanmaması gereken talihsiz olayları çoğu zaman bire bin katarak dillendirmeye, tarafları ajite edip karşı karşıya getirmeye, bu arada ötekileştirip karşı taraf haline getirdiklerini aşağılamaya, onlara verip veriştirmeye bayılırlar. Belli bir amaç için üretilmiş yalan, yanlış ve uydurma haberleri, çarpıtılmış gerçekleri, bunların aslını astarını, önünü sonunu, ne amaçla ve kimler tarafından servise konulduklarını da araştırmaya gerek duymadan sürekli yayarlar, ısıtıp ısıtıp yeniden gündeme getirirler. Böylece cahil halkın ve yeni nesillerin gönüllerine habire yeni yeni düşmanlık, kin ve fitne tohumları ekerek, kendi milletlerine ve geleceklerine de en büyük kötülüğü yapmış olurlar.
Halbuki milletini seven, sorumluluk sahibi gerçek aydınların, tarihte yaşanmış acı ve olumsuz olaylardan bile toplum ve insanlık lehine ileriye dönük olumlu dersler çıkarabilme gayretinde olmaları gerekir. Nitekim batılı devletlerin ve milletlerin, aralarında kökü tarihin derinliklerine uzanan çok büyük ayrılıklar, kin ve düşmanlıklar, çıkar çatışmaları bulunduğu halde uzlaşabildiklerini, birleşebildiklerini, bir ve beraber olabildiklerini, paralarını, sınırlarını bile kaldırıp tek devlet haline gelebildiklerini görüyoruz. Ama ortak yönleri onlardan çok daha fazla olan, aynı kültürü, aynı din ve inancı, aynı keder ve sevinci paylaşan, hatta aynı dili konuşan, binlerce yıldan beri kader birliği yapan, bugün ve yarın da hepsi aynı tehlikelere maruz bulunan bizim gibi doğulular bir türlü bir araya gelemiyorlar. Bunda her iki tarafından tarih anlayışlarındaki, tarihi olayları yorumlama ve bunlardan ders çıkarma tarzlarındaki farklılıkların az mı rolü vardır?
Batılı toplumlar, eski olumsuz olaylardan dersler çıkararak, bir daha aynı olumsuzluklarla karşılaşmanın yollarını ararken, doğu toplumları, bire bin katılarak uydurulan yalan yanlış hikayeler, masallarla kulaklarından zehirlenip birbirlerinden daha çok uzaklaştırılıyor, birbirlerine daha düşman hale getiriliyorlar.
Tarihçilerin görevi, doğru yanlış, tutarlı tutarsız, yalan gerçek vs ayırımı yapmadan ellerine ne geçerse onları olduğu gibi gelecek nesillere aktarmak değildir. Tarihteki olayların doğru ve tarafsız bir şekilde araştırılıp nakledilmesi kadar, hatta daha da önemlisi, neden sonuç ilişkilerinin doğru bir şekilde ortaya konarak yorumlanması, bunlardan ileriye dönük yararlı dersler çıkarılmasıdır.
Sosyal konularda belli kesimleri etkilemeye, aldatıp kandırmaya yönelik güya bilimsel kitap ve yayınlardaki çoğu söylemlerin, bu amaçla yapılan araştırma değerlendirmelerin, varılan sonuçların sübjektif, peşin hükümlü ve maksatlı olduğunu anlayabilmek herkesin karı değildir. Zaman zaman doğru ile yanlış, objektif ile sübjektif, iyi niyetle kötü niyet birbirine öylesine karışır ki, bunları birbirinden ayırmak kolay olmaz. Genelde önce doğrular söylenir, ama sonra ne olursa olur, insanlar kendilerini çok yanlış bir yere, çıkmaz bir sokağa götürülmüş olarak bulabilirler. Bazen okuduğunuz bir kitapta veya makalede bakarsınız ki; dayanılan tarihi olay ve olgular, bilimsel veriler, yapılan ara tespit ve değerlendirmeler genelde doğru veya doğruya oldukça yakın olduğu halde, varılan sonuçlar ve konunun bağlandığı yer inanılmaz derecede yanlış, toplum için son derece tehlikeli, hatta korkunç olabilir. Birlik ve beraberlik şuuru verilmesi gereken toplum ve onu meydana getiren unsurlar, yanlış sonuçlara, kanaatlere, ayrılıklara, gereksiz düşmanlıklara, kinlere, öfkelere, çatışma ve tartışmalara, ihtilaflara götürülebilir.
Aydınlarımızın, bilim ve fikir adamlarımızın, düşünürlerimizin esas görevi, doğru yanlış, yalan gerçek, bir sürü veriyi toplayıp önümüze koymak değil, bunları süzgeçten geçirip, doğrusunu yanlışını, uydurulmuşunu gerçeğini, maksatlı olup olmayanını belirledikten sonra, bunlardan toplumun, hatta bütün insanlığın yararına olabilecek olumlu ve yararlı sonuçlar çıkaracak söylemler geliştirmek olmalıdır. Bu da toplumun gerçek çıkar ve yararlarını bilebilecek olağanüstü entelektüel birikim, eşsiz bir anlayış ve feraset, bunların başında da iyi niyet, idealizm gerektirir. Olup bitenlerden, hadiselerden ziyade, bunların arkasındaki gerçek sebeplerin neler olduğu, bunları bizim nasıl görüp, nasıl değerlendirmemiz, nasıl yorumlamamız gerektiği hususu çok daha önemlidir. Aynı olay, aynı söz, aynı eylem farklı insanlarda farklı tepkiler doğurabilir. Aynı olaydan hareketle biri sarsılmaz dostluklar kurar, diğeri bin yıllık dostlukları temelinden yıkar.
Bize hiç de dost olmayan yabancı mihrak ve çevrelerce hazırlanıp, pişirilip, kotarıldıktan sonra servise konan bu tür haksız, saçma sapan, çoğu akıl, mantık ve gerçek dışı söylemlerin, isnat ve iftiraların haddi hesabı yoktur. Özellikle batılı oryantalist çevreler, milletimizin, medeniyetimizin ve dinimizin kökünü yeryüzünden kazımakta kullanılmak üzere asırlardan beri gece gündüz durmadan bu tür söylemler, isnat ve iftiralar geliştirmekle uğraşıyorlar. Bu amaçla kurulan fonların, yapılan harcamaların büyüklüğünü aklımızın hafsalamızın alabilmesi mümkün değil. Bunda şaşılacak bir şey olmadığı gibi, bunun için başkalarını kınamanın da anlamı yok. Ama olayın milletimiz açısından üzücü ve kabul edilemez yanı, balta darbeleriyle sarsılan ağacın, baltanın sapının da kendi cinsinden olduğunu görünce üzüntü ve şaşkınlıkla irkilmesi gibi, bu çevrelerin söylemlerini yine kendi içimizden devşirdikleri sözde bilim adamı, edebiyatçı, sanatçı, fikir ve edebiyat insanı vb. geçinen entelektüellerin ağzına koyarak dillendirebilmeleri…
Ne kadar üzücü ve kırıcı olsa da, isterseniz olaya bir de olumlu tarafından bakmayı deneyelim, bu tür abuk sabuk iddiaları, tarihimizle yüzleşme, tarihimizde olup bitenlerden dersler çıkarma fırsatı olarak değerlendirmeye çalışalım. Varlığımızı, kimliğimizi ve kişiliğimizi ancak doğru bir tarih şuuruna sahip olarak geliştirip devam ettirebiliriz. Nereden geldiğini, tarih yolculuğunda hangi badirelerden, nasıl geçtiğini bilemeyenler hiçbir yere de gidemezler. Böyleleri, pek tekin ve güvenli olmayan gelecek ufuklarında oradan oraya sürüklenerek kaybolup gitmeye mahkûmdurlar.
Bu yüzden zaman zaman şöyle bir durup, benzer soruları ciddiyetle kendi kendimize sormamızda ve cevabını uzun tarih maceramız içerisinde bulmaya çalışmamızda sayısız faydalar vardır.
TARİH VE DİĞER BİLİMLER ARASINDAKİ İLİŞKİLER
Tarihçi, olaylar arasında nedensellik ilişkileri, bağlantılar ve bağıntılar kurarken, karşılıklı etkileşimler üzerinde de durur, anlatımda esas alınan kaynakların, bilgi ve belgelerin eleştirel incelemesini yapar, karşılaştığı problemlerin çözümünde felsefeden, ekonomiye, sosyolojiden psikolojiye, antropolojiden, arkeolojiye, sanat tarihinden coğrafyaya, paleografyadan nümizmatiğe ve filolojiye kadar pek çok bilim dalının verilerinden geniş ölçüde yararlanır.
Başka bilimlerin katkısı ve desteği olmadan tarih biliminin gelişmesi düşünülemez. Nitekim tarihle pek çok bilim dalı arasında değişik yoğunlukta ilişkiler vardır. Tarihin, değişik bilim dallarıyla ilişkisini belirleyen en önemli etken, tarihçinin tarih yazarkan karşılaştığı problemlerin çözümünde hangi bilim dalından nasıl ve ne ölçüde yararalanabileceğini, onların yardımına nasıl başvurabileceğini ne kadar bilebildiğidir.
Tarih, bir anlamda gelişmeleri inceleyen bir bilim dalıdır. Eğer gelişme olmasaydı, insanoğlu yeryüzünde ortaya çıktığı ilk haliyle kalsaydı, incelenmeye değer olaylar, bu olayları gelecek kuşaklara aktarmaya yarayacak yazı gibi araçlar ve diğer kültür ürünleri, kısaca tarih de olamazdı. Tarihin bir bilim sıfatını kazanabilmesi de diğer sosyal bilimlerle olan ilişkilerinin düzeyinin yükselmesine, yerine ve zamanına göre bunlardan yeterli yardım ve desteğin alınmasına bağlı olarak daha da güçlenecektir.
Bütün bilim dalları gelişme halindedir ve hiçbir bir bilim dalı ulaşılabilecek en son noktaya ulaşabilmiş değildir. Bu gerçek tarih bilimi için çok daha fazlasıyla geçerlidir. 18. ve 19. yüzyılların bilim adamları, bütün doğa yasalarının bulunup tespit edildiğine, bütün gerçeklere ulaşıldığına ya da ulaşabileceğine inanıyorlar, iddia ediyorlardı. Ama bilimlerdeki yeni gelişmeler karşısında bu iddia artık geçerliliğini kaybetmiş, bu iddianın yerini bütün bilimlerde kesin, tam ve kapsamlı yasaların olamayacağı, ancak daha yenisi ve daha geçerli olanı bulununcaya kadar geçerli kabul edilen, yeni araştırmalara yol açacak varsayımlardan söz edilebileceği anlayışı almıştır. Bu yeni anlayış Sorel’in ‘İnsan, gerçeğe, geçici yaklaşımlarla yetinmelidir’ sözünde ifadesini bulmaktadır. Artık bilimde aslolan, temel, kesin ve değişmez yasalar bulmak değil; eşyanın nasıl işlediğini araştırıp anlayabilmektir. Bilim adamları ancak varsayımlar aracılığı ile gerçekleri test edebilir, deneyebilir, bunlar üzerinde düşünebilirler. Varsayımlar, bilim adamının tutamak noktalarıdır; çalışmalarına onlar yön ve hız verirler. Doğa bilimlerindeki bu yöntem, insan bilimlerinde ve bu arada çağdaş tarihçilikte de büyük ölçüde benimsenmektedir. Bugün gerek doğa bilimcileri, gerek tarihçiler olayları ve olguları belli olgularla sınırlayarak yorumlamakta, yorumlarını daha ileri aşamalara ulaştırabilmek için, yeni yeni olaylar ve olguların ışığında yeni varsayımlar üretmektedirler. Her varsayım da yenisi bulununcaya kadar belli bir süre geçerli sayılmaktadır.
Tarih biliminin en yakından ilişkili olduğu bilimlerin başında sosyoloji gelir. Tarih, hareket ve değişmedir. Hareket ve değişmenin toplumdan topluma değişen özelliği sosyoloji biliminin konusudur. Ama toplumdaki hareket ve değişme ancak, toplumların özel tarihsel süreçleri ve koşulları ile açıklanabilir.
Toplumsal yapıların bağlı olduğu tarihsel koşullar, değişik toplumlarda değişik kurumlar, değişik erkek, kadın, çocuk tipleri oluşturmuştur. Sosyolojinin bütün somutluğu özel tarihlerde, özel şekillerde kendini gösterir. Bu demektir ki, tarihsiz sosyoloji, sosyolojisiz tarih olamaz. Somut bilgi bir toplam değil, bir sentezdir.
Tarih felsefesi olmadan tarih yazılamaz. Tarih felsefesi, tarih biliminin var oluş koşullarını inceler, onun araştırma alanını, var oluş koşullarını belirlemeye, tanımlamaya çalışır. Bir tarih felsefesine sahip olmak demek, genel bir tarih fikrine sahip olmak, olguları da buna göre seçmek demektir. Aksi halde yapılan şey, tarihçilik değil, eskilerin yaptığı gibi bir olgu ve olay koleksiyonculuğu olur. Çağdaş anlayışa göre tarih bir olaylar ve olgular yığını olmadığı gibi, tarihçi de bir olaylar ve olgular koleksiyoncusu değildir. Tarihte özne ile nesne, tarihçi ile olgular arasında kesin bir ayrım yoktur. Tarihçi, tarihi olayları sadece dışarıdan göründükleri gibi göstermekle yetinmez, tarihi bir olaylar ve olgular yığını olmaktan da kurtaramaya çalışır.
Tarih biliminin oluşumunda ve gelişiminde, pek çok türlere ve sayısız yan dallara ayrılmasında bilimsel buluşların çok önemli rolü olmuştur. Tarih yapan millet ve toplumlarla, kısa bir dönem sadece tarihin konusu olmuş milletler ve toplumlar arasındaki ayırım da buradan doğmaktadır. Ancak bilim, sanat, fikir ve düşünce alanında üstün başarılar, özgün ürünler ortaya koyabilen, üretici-yaratıcı olabilen milletlerin tarihinden ve tarih sürecinden söz edilebilir. Tarih sadece geçmişin bilimi değil, düşünen, üreten, yaratan insanın bilimidir.
Özgün bir düşünce ürünü, onu ortaya koyan topluluğun yaratıcılığının ve ulusal kimliğinin de kanıtıdır. Düşünce ürününün özgünlüğü ulusal içeriğinden kaynaklanır. Bir düşünce hangi ulusun bilimsel anlayışını sergiliyorsa o ulusun demektir. Düşünceye dayalı başarılar, tek yönlü ve tek odaklı da değildir. Bilimin çok geri kaldığı bir yerde, sanat alanında büyük başarılar beklemek aldatıcıdır. Üstün sanatsal ürünlerin ve eserlerin ortaya konduğu dönemlerde ise, bilimsel uyanmaların da ışıdığı görülür.
TARİH, SORULAR VE CEVAPLAR
İster doğa bilimleri, ister diğer kültür bilimleri olsun, bilimin amacı gerçeğe ulaşmaktır. Bilim bir fetihler silsilesidir. Devamlı bir oluş halinde olan bilim, tabiata boyuna yeni sorular sorar. Bitmiş bir bilim veya tarih düşünülemeyeceğinden bilginin de sonu yoktur. Bilimsel araştırmaları başlatan ve bu araştırmalara yön veren sorulardır. Sorular da cevaplar da, iki sonsuza doğru uzar gider.
Bir tarih eserine yön veren, onu yöneten, onu değerli kılan, o eseri ortaya koyan tarihçinin ortaya attığı ve cevap aradığı sorulardır. İster bugün, ister dün, ister yarın olsun hiçbir olay, tesadüfen, kendiliğinden olmaz ve rastlantısal değildir. Her olayın görünen ve görünmeyen pek çok nedeni vardır. Şimdiki zaman ancak geçmişin iyi aydınlanmasıyla kavranabilir.Dün bugüne, bugün yarına ışık tutar. Tarihçi, yaşadığı çağı anlamak, olaylara söz geçirmek, olayları şuuruyla alt edebilmek için tarihi konuşturmak zorundadır. Tarihçi, tarihe sorular sormalı, onu konuşturdukça konuşturmalı, geçmişle bugün ve gelecek arasındaki bağları, ilişkileri aydınlatıp ortaya koyabilmeli, yerine göre eleştiren, sorgulayan, yargılayan, çağıyla ve bütün çağlarla hesaplaşan bir ideal ve kavga adamı da olabilmelidir.
Bilgi ve bilginin değeri cevap aradığı soruya göre değişir. Öğrenim ve yaşam izlenimleri yoluyla elde edilen bilgi insanı yönlendirir, yerine göre kimi durumlarda önlemler almaya, başka sorular sormaya, yeni çözümler, çıkış yolları aramaya ve bulmaya iter. Yeni bilgiler yeni soruları, yeni sorular yeni cevapları doğurur. Bu süreç böylece uzar gider. Bilmeden sormak, sormadan bilmek mümkün değildir.
Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi…
Bilmez ki sorsun, bilse sorardı!
Mısraları bu gerçeğin ve gerekliliğin şiirsel ifadesidir.
Hazreti Mevlana da: “Sual de bilgiden doğar, cevap da!” sözüyle yararlı bilgilere anahtar olabilecek anlamlı ve yerinde sorular sorabilmenin yolunun da bilgiden geçtiğine, temel bir bilgi ve eğitime sahip olmayanların doğru dürüst soru da soramayacaklarına çok güzel işaret eder.
LAF OLSUN PADİŞAHA!
Eğitimsiz, bilgisiz, sistemsiz, metotsuz, amaçsız sorulardan anlamlı ve yararlı bilgi doğmaz. Bu tür sorular ve cevapları Lüzumsuz Mehmet Efendi’nin laf olsun padişaha muhabbetinden ileri bir anlam taşımaz. Bazı aylaklara hoş ve boş zaman geçirtmekten başka bir yarar da sağlamazlar. Konunun daha anlaşılır hale gelmesi ve gereksiz sorulara örnek olması bakımından hikâyeyi kısaca özetlemek yararlı olacaktır.
Padişahlardan birinin maiyeti arasında, çok patavatsız, olur olmaz, yerli yersiz, zamanlı zamansız, gerekli gereksiz, aklına gelen her soruyu uluorta, pat diye soran ve bu özellikleri yüzünden de Lüzumsuz Mehmet Efendi lakabıyla tanınan biri varmış. Bu Lüzumsuz Mehmet Efendi yine günlerden bir gün, divanda çok önemli Devlet meseleleri konuşulurken birden bire padişaha:
– Padişahım! Rahmetli peder zurna çalar mıydı? diye bir soru yöneltmiş. Divanda buz gibi bir hava esmiş. Padişah önemli meseleler konuşulurken konuşmanın böyle soruyla kesilmesi karşısında çok şaşırmış ama bu sorunun nereden icap ettiğini merak etmekten de kendini alamamış:
– Hayır çalmazdı! Neden sordun?
Lüzumsuz Mehmet Efendi gayet sakin:
– Hiç Hünkarım! Benimki de çalmazdı da onun için sormuştum! diye karşılık vermiş.
Padişahın yanında bir şey söyleyemeyen diğer divan üyeleri, toplantıdan sonra Lüzumsuz Mehmet Efendiye:
– Yahu kardeşim! Durup dururken padişaha ve ne diye böyle gereksiz sorular soruyorsun? diye çıkışmışlar. Ama Lüzumsuz Mehmet Efendi, son derece pişkin bir eda ile:
– Niye olacak canım? Laf olsun padişaha diye sordum!’ cevabını vermiş.
Bu türden gereksiz soru ve cevapların bilimsel açıdan hiç bir anlamının ve değerinin olmadığı açıktır. Soru sormayı beceremeyen, sorunsal düşünemeyen hastalıklı kafaların abuk sabuk sorularına cevap aramak bilimin ve tarihin değil, tıbbın görev alanına girer. Çoğu zaman maksatlı olarak ortaya atılan bu tür sorularla, esas sorulması ve cevap aranması gereken sorular gözden kaçırılır, bunların gündeme gelememesi, tarihte yaşanmış bunca olaylardan hiç ibret ve ders alınmaması sağlanmış olur. Günümüz televizyon kanallarında, tarih sohbeti adı altında gerçekleştirilen sohbetlerin geyik muhabbetinden ve Lüzumsuz Mehmet Efendi sohbetinden öteye geçemediği, zengin ve köklü tarihimizin, tarihimizdeki önemli olayların aydınlatılmasına ve anlaşılmasına hiçbir katkılarının olmadığı, hatta kafaların daha da çok karışıp bulanmasından başka bir işe yaramadıkları herkesin malumudur.
Her tarihi olay, içinde saklandığı ve oluştuğu ortamın, ilk bakışta görünebilenlerin de ardında ve dışında daha pek çok temel nedenlerin bir dışa vurumu olarak ortaya çıkar. Görünenin arkasında yatan temel nedenler ve ilkeler, görüneni biçimlendiren esas öğeler çok zaman görünen olayların perdesi arkasında gizli kalır. Gerçek bir tarihçi üzerinde durduğu konunun sadece görünen yüzünü açıklamakla yetinmez, sorular sorarak her kavranılan öğenin arkasındaki başka öğeleri, her gerçeğin arkasındaki başka gerçekleri, her çözümün ardından başka çözümleri anlamaya, kavramaya, kanıtlayıcı ve tatminkâr sonuçlara ulaşmaya gayret eder. Bu eylem de bir yerde donup kalmaz, sorular sorulara, sorunlar sorunlara, çözümler çözümlere eklenerek sürüp gider.
TARİHÇİLİK TÜRLERİ
Tarihçilik, yani tarih yazıcılığı hikayeci (rivayetçi), öğretici (pragmatik ve araştırmacı tarih yazıcılığı gibi türlere ayrılmaktadır.
Tarihin babası olarak tanınanHeredot, aynı zamandahikayeci, rivayetçi tarihçiliğin de babasıdır. Hikâyeci tarihçilik, eski Yunan’da ağızdan ağza dolaşan ve şairler tarafından nazım tarzında söylenegelen ve “epos” adı verilen hatıraların, destanların Heredot tarafından hikâyeleştirilerek nesre çevrilmesiyle başlamıştır. Çoğu hayal ürünü olan bu hikâyelerin, hatıraların içerisine birtakım gerçek olaylar karışmışsa da Strabon’un ifadesiyle yine de bunlar “epos” olmaktan kurtulamamışlardır. Tenkit düşüncesine sahip olmamakla birlikte Heredot’un eserlerinde insanı merkez alması, olayları sadece peş peşe sıralamakla kalmayıp, onları bir düzen içinde nakleden bir kompozisyon örneği vermesi, az da olsa siyasi görüşlere değinmesi, gördükleriyle duydukları arasında bir ayrım yapabilmesi, kavrayış ve anlayış üstünlüğü ona bu alanda diğerlerine oranla bir ayrıcalık kazandırmaktadır. ek için daha doğru bir yol çizebilmek, okuyucuya ahlaki ve milli duygular aşılayabilmek amacı güden tarihçilik, öğretici (pragmatik) tarihçilik olarak adlandırılmaktadır. Burada amaç, faydalı olmak, tarih yoluyla tecrübeyi arttırıp bilgiyi çoğaltarak geliştirmek ve insanı başarılı kılmaktır. Bunun şartları arasında, gerçeğe tamamen sadık kalmak, olay ve durumları anlatırken, aralarındaki ilişkiyi ortaya koymak sayılmaktadır. Bu bilgilere dayanarak geçmişi öğrenmek, şimdiki durum ve gelecek hakkında hükümler verebilmek mümkün olabilecektir.İlk kez Yunan’lı tarihçiThukydides tarafından ve onun “Pelopennesoslular ile Atinalıların Savaşı” adlı eseriyle başlatılan bu tarz tarihçilik akımı tarihçilikte büyük bir çığır açmış, gerçek anlamda tarihçiliğin de başlangıcı sayılmıştır. Thukydides’in bu eseri sadece edebi bakımdan değil, metot ve zihniyet bakımından da daha önceki eserlerden çok farklıdır. Bu fark kendini özellikle eserin konusunda ve içeriğinde göstermektedir. Eser zaman ve mekân bakımından sınırlandırılmış, sadece yazarın yaşadığı devrin olaylarına tahsis edilmiş, yeni bir anlayışla tarihi realitenin merkezine devlet yerleştirilmiş, devlet düşüncesinin esasını da siyaset teşkil ettiğinden “siyasi öğretimde faydalı olmak” amacıyla yazdığı bu eser Thukydides’i aynı zamanda ilk siyasi tarih yazıcısı konumuna da getirmiştir. Böylece tarih biliminin sosyal bilimler içindeki yeri de ilk defa olarak tayin edilmiştir. Bu tarz tarihçilik Thukydides’den sonra da çok ilgi görmüş ve benimsenmiş; pek çok tarihçi onun izinden gitmişlerdir. Bu tarz tarih yazıcılığının en belirgin özelliği, tarihte ün yapmış şahsiyetlere çok geniş yer verilmesi, bu kişilerin idealleştirilmesi, hatta adeta insanüstü varlıklar haline getirilmesidir. Tarihi gerçeklerin ortaya konulması hedefinin güdülmesi yanında, örnek almak prensibiyle de hareket ettiğinden, bunu benimseyen tarihçilerin eserlerinde hep zaferlerin ve parlak olayların işlenmesine özen gösterilmiş, başarısızlıklar ve hayal kırıklıkları karşısında sessiz kalmak tercih edilmiştir. Bu da öğretici tarihçilik tarzının en büyük zaafını teşkil etmiştir. Halbuki eğer sebep ve sonuçlarıyla tam olarak ortaya konabilir, gerektiği gibi ibret ve ders alınabilirse yenilgiler ve başarısızlıklar zaferlerden ve başarılardan çok daha fazla öğretici olabilir.
XIX. yüzyılda tarihçilikte çok daha yeni ve ciddi bir hamle yapılarakaraştırmacı tarih yazıcılığı tarzı ortaya çıkmıştır. Bu tarz tarihçilikte, olayların sade anlatımıyla ve geleceğe yönelik öğreticilik ve yol göstericilik vasfı üzerinde durmakla yetinilmez, olayların çıkış sebepleri, bunları hazırlayan etkenler, amiller, sebep ve sonuç ilişkileri de araştırılır. Bu tarz bir tarihçilik, tarihe bir bilim olma özelliğini de kazanmıştır. Geçmişte yaşanmış tarihi olaylardan her birinin kendine özel şartları, değişik yerleri, zamanları, cereyan tarzları, rol oynayan kişileri ve grupları vardır. Her olaya karışan kişiler, bunların karakterleri, olay sırasındaki psikolojik durumları, dış etkenler birbirinden farklıdır. Gerçek anlamda bir inceleme, araştırma, analiz ve sentez için, bütün bunların derinliklerine inilip ayrı ayrı araştırılması gerekir. Bireylerin psikolojisi olduğu gibi, toplumların da psikolojisi vardır. Tarihi olayları doğuran faktörler arasında, insanların fikir ve düşüncelerinin yanı sıra ruh hallerinin, duygu ve heyecanlarının, toplum psikolojisinin de önemli rolleri bulunur. Tarihçi, bu gerçeklerin de bilincinde olmalı, bunları gözden uzak tutmamalı, bunların da köklerine inerek incelemelidir. Olayın oluşuna sebep olan şartların da ayrıca incelenmesi ve araştırılması çok önemlidir. Bir olayın sadece tek bir sebebi olmaz. Olayın meydana gelmesine sebep olabilecek coğrafi, tarihi, sosyal, siyasi, dini, ekonomik vs. bütün şartların iyi bir şekilde incelenmesi gerekir. Bunların birinin görülüp, diğerlerinin ihmal edilmesi yanlış sonuçlara götürebilir.
Eski çağların hikâyeci tarihçileri daha önceden seçilmiş, belli tarihi olayları, olguları üzerinde fazla da düşünmeden, yorumlamadan, doğru veya yanlışlıklarını fazla önemsemeden, bir araya toplamakla yetiniyorlardı. Bu yüzden onların işleri çok daha kolaydı. Ama yaptıkları işin doğruluğu en başından beri hep tartışılmıştır. Örneğin eski Romalı ünlü hatip, siyaset adamı ve tarihçi Cicero tarafından “Tarihin Babası” olarak ilan edilen Heredot, bir yandan da antik çağlardan beri eseri ve işlediği konulara yaklaşımı nedeniyle büyük tenkitlere uğramış, hatta kendisine “Yalanların Babası” lakabını takanlar da olmuştur. Antik çağ yazarlarının önemli bir kısmı, kendisini ve eserlerini yalancılıkla, yanlı, hatalı, abartılı, intihalci olmakla suçlamışlardır. Tarihin objektif olması gerektiğini savunan birçok modern tarihçi, filozof ve düşünür de, Herodot’u kendi kaynaklarını kendisi icat etmekle, yaptığı gezileri abartmakla, bu abartıların ve icatların gerçek olmadıklarını bile bile eserinde bunları gerçekmiş gibi göstermeye çalışmakla etmektedirler. Gerçekten de Herodot, belli olay veya süreçler hakkında gerçeği bilmediği veya kendisine bildirilen gerçekler hoşuna gitmediği, ona sıkıcı geldiği, fikir ve düşüncelerine, inanç ve kanaatlerine uymadığı durumlarda, rahatlıkla o olay veya süreç hakkında başka hayali alternatifler icat edebilmekte ve bunlardan kendi fikrine daha yakın olanları savunabilmektedir.
Günümüzde ise pek çok olayı ve olguyu, sayısız bilgi ve belgeleri gözden geçirerek, bunlar arasından anlamlı olanlarını bulup üzerinde çalışmak, bunları işleyerek tarihi olaylara ve olgularına dönüştürmek zorunda olan çağdaş tarihçilerin işleri eski hikayeci tarihçilere oranla çok daha zordur. Bütün dünyada olduğu gibi bizim tarihimiz ve tarihsel tablomuz da belli dünya görüşlerine sahip, kendi görüşünü destekleyecek olayları ve olguları, kendi seçtiği belgelere dayanarak inceleyen, yorumlayan ve bize sunan tarihçilerce belirlenmektedir. Bundan dolayı da tarihte tek bir görüş, tek bir anlam ve tek bir yorum yoktur, olabilmesi de mümkün değildir. Bu yüzden bazılarınca tarihte anlamlandırmaların sınırsızlığı ve bu anlamlandırmaların hiç birinin ötekinden daha sağlam olduğunun iddia edilemeyeceği savunulmaktadır. Bu anlamlandırmaların olabildiğince haksızlıklardan uzak, gerçeğe yakın olabilmesi, bunların iyi, doğru ve yararlı bir tarih bilgisine ve bilincine hizmet edebilmesi ancak kendi içimizden, özümüzden, ehliyetli, liyakatli, yetkin ve yeterli tarihçilerimizin, tarih araştırmacılarımızın ve bu yöndeki çalışmaların çoğalmasına bağlıdır.
Eskilerin geleneksel yani hikâyeci tarih anlayışıyla tarihe yaklaşılması, tarihçilerin sırf kendi kişisel meraklarını gidermek, bilgili geçinmek, kafa konforuna sahip kimse olarak görünmek amacıyla geçmişte yaşanmış, olup bitmiş, unutulmuş olayları, basmakalıp bilgileri öğrenmek için tarihle uğraşmaları, öylesine, iş olsun diye amaçsız kütüphane adamlarının aylak araştırmacığıyla tarihi olaylara yaklaşmaları artık tarihçilik sayılmamaktadır. Günümüz anlayışına göre hikayeci tarih, tarih değildir.
Tarihin gerçek yararı, bugünü anlamamız ve açıklayabilmemiz için, bağlı bulunduğumuz koşulların evrim içinde hangi ilişkilerin sonucu oluştuğunu bize öğretmesidir. Koşulların da zaman içinde sürekli olarak ve baştan aşağı değişmekte olduğu göz ardı edilmemelidir. Bugünün insanları ve toplumları iyi bir tarih bilgisi ve bilincine sahip olarak tarihte ve geçmişte, şimdiki sorunlarının çözümüne katkısı ve yararı olacak, yöntemler, teknikler, değerler ve amaçlar aramak zorundadırlar.
TARİHİN ÖNEMİ
Tarihin önemini daha iyi kavrayabilmemiz için konuyu Kur’an açısından, Hazreti Mevlana’ya göre ve günümüz dünyasındaki önemi açısından ele almaya çalışalım.
1. KUR’AN AÇISINDAN TARİH’İN ÖNEMİ
Kur’an’la tarih arasında çok önemli bir ilişki vardır. Kur’an’da insanlara çok sağlam bir tarih bilgisi ve bilinci de verilmeye çalışılır. Kur’an’da arada sebep sonuç ilişkileri de kurularak tarihle yani geçmiş insanların hayatlarıyla, inançlarıyla, fikirleriyle ilgili o kadar çok bilgi verilir ki müşrikler ona ‘Bu eskilerin hikâyelerinden başka bir şey değil!’ diye dil uzatmaktan kendilerini alamazlar. Fakat bu bilgiler müşriklerin zannettiği gibi aslı astarı olmayan masallar, hikâyeler, efsaneler, destanlar değil gerçeğin ta kendisidir. Üstelik Kur’an’da verilen tarihi bilgiler sağlamlığı, doğruluğu, ibret vericiliği yanında bugünkü tarih ilminin ulaşabildiği ve uğraşabildiği konulardan çok daha sınırsız, çok daha kapsamlı ve geniştir. Bugünkü tarih ilmi insanlık tarihinin sadece yazının icadından sonraki dönemini o da kısmen konu edinebilmektedir. Kur’an ise, geçmişle ilgili insanın, dünyanın ve bütün kâinatın yaratılış evrelerini, en başından itibaren insanoğlunun dünya macerasını konu edindiği gibi henüz olmamış daha sonra, çok ileride olacak olayları bile aynı kesinlikte bize tasvir etmekte, sebep, sonuç ve hikmetleriyle önümüze sermektedir. Kur’an’da yalnız önüne ön olmayan geçmiş zamanlardan beri olagelenler değil, sonuna son olmayan sonsuzluğa kadar olup biteceklere, dünyanın ve bütün kâinatın yok oluşu demek olan kıyamet sahnelerine, yerlerin ve göklerin yok olduktan sonra bambaşka bir şekilde yeniden var edilmesine, bütün canlıların tekrar diriltilmesine, hesap gününe, ebedi mutluluk veya azap yurdu olan cennet ve cehenneme, oradaki hayata dair de çok geniş bilgiler vardır. Vahiy dışında hiçbir kaynaktan öğrenilebilmesi mümkün olmayan bu bilgiler de insana boşu boşuna verilmemekte, bunların niçin böyle olduğuna veya olacağına dair pek çok sebep ve hikmetlere, Allah’ın yeryüzünde, kâinatta ve insanlar arasında koyduğu kesin ve değişmez kurallara, kanunlara kadar pek çok önemli konuya da özellikle dikkat çekilmektedir. Kur’an’da geçen tarihle ve tarihten ders almayla ilgili çok sayıdaki ayetlerden bir kısmını bize bir fikir vermesi için zikredelim:
‘Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah, ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın! İşte Allah, (aynı şekilde) sonraki yaratmayı, ahıret hayatını da yaratacaktır. Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter (Ankebut Suresi, Ayet: 20).’
‘Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin, dolaşın da (Allah’ın ayetlerini) yalanlayanların sonu nasıl olmuş, bir görün! (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 137).’
‘Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmediler mi? Oysa onlar, bunlardan daha güçlü idiler. Göklerde de, yerde de Allah’ı aciz bırakacak hiçbir güç yoktur. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir (Fâtır Suresi, Ayet: 44).’
‘Andolsun ki biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. İnkar edenlerin sonunun nasıl olduğunu yer yüzünde gezin de görün!? (Nahl Suresi, Ayet: 36).’
‘Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar, kendilerinden öncekilerin akibetlerinin nasıl olduğunu görmediler mi? Onlar, kendilerinden daha güçlü ve yeryüzündeki eserleri yönünden bunlardan daha da üstündüler. Böyleyken Allah, günahları yüzünden onları yakaladı. Onları Allah’ın azabından koruyacak hiç kimse olmadı. Bunun sebebi ise, peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirdikleri halde; inkâr etmeleriydi. Bu yüzden Allah da onları tutup yakalayıverdi. Şüphesiz O güçlüdür, cezası da çok şiddetlidir (Mü’min Suresi, Ayet: 21-22).’
‘Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi (Duhan Suresi, Ayet: 29).’
‘Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O halde Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz? Nimet olarak size ulaşan ne varsa Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O’na yalvarırsınız. (Nahl Suresi, Ayet: 52-53).’
‘Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Mutlak güç, iktidar, hüküm ve hikmet sahibi olan yalnız Allah’tır (Fetih Suresi, Ayet: 7).’
‘Rabbinin ordularını kendinden başkası bilmez (Müddessir Suresi, Ayet: 31).’
‘Doğru yolu bildirmek Allah’a aittir. Kimi (yol) ise eğridir. (Allah) dileseydi muhakkak hepinizi toptan hidayete erdirirdi (Nahl Suresi, Ayet: 9).’
‘Kim de Allah’tan korkarsa, ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder. Bir de ona ummadığı yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül ederse, O ona yeter. Muhakkak ki Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir kader (ölçü ve muayyen bir zaman) tayin etmiştir (Talak:2-3).
‘Her kim doğru ve uygun bir şey yaparsa kendi iyiliği için yapmış olur; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur; ve sonunda hepiniz Rabbinize döndürüleceksiniz (Casiye Suresi, Ayet: 14).’
‘Sonra onların arkasından sizi arzda halifeler yaptık ki, bakalım nasıl ameller işleyeceksiniz? (Yunus Suresi, Ayet: 14).’
‘Allah, Müslüman olmanız için üzerinize nimetini tamamlıyor (Nahl Suresi, Ayet: 81).’
‘Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı (günahlar) yüzündendir. Allah ise günahların birçoğunu bağışlıyor (da bundan dolayı musibet vermiyor) (Şura Suresi, Ayet: 30).’
‘Sana gelen her iyilik Allah’ın lutfudur ve sana gelen her fenalık da kendinden (yaptığının cezası)dır (Nisa Suresi, Ayet: 79).’
‘Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir (Nisa Suresi, Ayet: 85).’
‘İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır (Necm Suresi, Ayet: 39).’
‘Artık kim zerre kadar bir hayır işlese onun mükafatını görecek, kim de zerre kadar bir kötülük işlese onun cezasını görecektir (Zilzal Suresi, Ayet: 7-8).’
‘Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?! İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir. Böylece biz, her kasabada, oralarda bozgunculuk yapmaları için, günahkârlarını liderler yaptık. Onlar yalnız kendilerini aldatırlar, ama farkında olmazlar (En’am Suresi, Ayet:122-123).’
‘Allah, size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye, yahut sizi birbirinize katıştırıp bazınıza diğerlerinin acısını tattırmaya da kadirdir. Bak onlar anlasınlar diye ayetleri nasıl açıklıyoruz! (En’am Suresi, Ayet: 65).’
‘İşte biz, asi insanlarla cinleri böyle birbirlerinden faydalandırdığımız gibi, zalimlerin bazısını bazısına kazandıkları işler sebebiyle idareci ve hâkim yaparız. (En’am Suresi, Ayet: 129).’
‘Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. Ahırete inanmayanların kalpleri ona (yaldızlı söze) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçu işlemeye devam etsinler diye (böyle yaparlar) (En’am Suresi, Ayet: 112-113).’
Kötülük tuzakları kuranlar, Allah’ın kendilerini yere geçirmeyeceğinden veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah’ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Onlar, (Allah’ı) aciz bırakacak değillerdir. Yoksa Allah’ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından (emin mi oldular?). Şüphesiz Rabbin çok şefkatli, pek merhametlidir (Nahl Suresi, Ayet : 45-47).
‘Dünya hayatını ahırete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler (İbrahim Suresi, Ayet: 3).’
‘Sâd. Öğüt veren Kur’an’a yemin olsun ki, küfredenler, (iddia ettiklerinin) aksine bir gurur ve tefrika içindedirler (Sâd Suresi, Ayet: 1-2).’
‘Eğer hakk, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, Biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler (Mü’minun Suresi, Ayet:71).’
‘O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı eğer inansalar ve (günahlardan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik (A’raf Suresi, Ayet: 96).’
‘Bakın ki bozguncuların sonu nasıl olmuştur (A’raf Suresi, Ayet: 86).’
‘Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşlarına (iyilikleri) emrederiz (veya onları çoğaltırız) buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke helake müstehak olur; biz de orayı darmadağın ederiz (İsra Suresi, Ayet:16).’
‘İnsanların kendi ellerinin (irade ve ihtiyarlarıyla) yaptıkları işler (günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesat meydana çıktı ki, Allah işledikleri günahlardan bir kısmının cezasını (dünyada da) onlara tattırsın. Olur ki (küfürden ve işledikleri günahlardan tevbe ederek) dönerler (Rum Suresi, Ayet: 41).’
‘Helak ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki, hakkında (bizce) bilinen bir yazgı olmasın. Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez (Hıcr Suresi, Ayet: 4-5).’
‘Allah’ın va’di gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir bela gelmeye devam edecek veya o bela evlerinin yakınına inecek. Allah, va’dinden asla dönmez (Ra’d Suresi, Ayet: 31).’
‘Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur (Ra’d Suresi, Ayet:11).’
‘Allah, (ibret için) bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi. Ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı (Nahl Suresi, Ayet: 112).’
‘Bunun hikmeti şudur: Bir kavim nefislerinde olan (iyi hali) değiştirinceye kadar, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir (Enfal Suresi, Ayet: 53).’
‘Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden (hemen) cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler (Nahl Suresi, Ayet: 61).’
‘Allah batılı (yaşatmaz) mahveder. (Ayetleriyle) sözleriyle hakkı yerine getirir (Şûra Suresi, Ayet: 24).’
‘Ve de ki: Hak geldi, batıl yıkılıp gitti. Zaten batıl yıkılmaya mahkûmdur (İsra Suresi, Ayet: 81).’
‘Bilakis Biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de o, batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, batıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size! (Enbiya Suresi, Ayet:18).’
‘Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu. Lakin Allah bütün insanlığa karşı büyük lutuf ve kerem sahibidir (Bakara Suresi: 251).’
‘Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir. Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır (Hacc Suresi, Ayet: 40 – 41).’
‘Andolsun, Tevrattan sonra Zeburda da yazmışızdır ki, arza (ancak) Salih kullarım mirasçı olur (Enbiya Suresi, Ayet: 105).’
‘Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur. Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake götüreceğiz. Onlara mühlet veririm; (ama) benim cezam çetindir (A’raf Suresi, Ayet: 181-183).’
‘Müminlere yardım etmek ise Bizim üstümüzde bir haktır (Rum Suresi, Ayet: 47).’
‘Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz. (Muhammed Suresi, Ayet: 7).’
Andolsun ki, peygamber kullarıma söz vermişizdir; onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir (Saffat Suresi, Ayet: 171-173).
Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edeceği günde yardım ederiz (Gafir Suresi, Ayet: 51).
Muhakkak ki biz, peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında, hem de meleklerin şahid duracağı gün (kıyamette) muzaffer kılacağız (Mümin Suresi, Ayet: 51).
‘Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler (En’am Suresi, Âyet: 116).’
‘Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz (Hucurat Suresi, Âyet:6).’
‘Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir (İbrahim Suresi, Ayet: 19).’
‘Ey insanlar! Eğer O dilerse, sizi giderir yok eder de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna da kadirdir. Kim dünya mükafatını isterse (bilsin ki) dünyanın da ahiretin de bütün mükafatı Allah’ın katındadır. Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, (hakim)ler ve Allah için şahitlik eden (insan)lar olun. (O hükmünüz veya şahitliğiniz) velev ki kendinizin, veya ana ve babalar(ınız)ın ve yakın hısımlar(ınız)ın aleyhinde olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, ikisine de (sizden daha) yakındır (ve hallerini sizden iyi bilicidir). Artık siz, (haktan) dönerek (keyf ü) hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır. Ey iman edenler, Allah’a Onun peygamberine ve gerek o peygamberine ayet ayet indirdiği kitaba, gerek daha evvel indirdiği kitaba iman (da sebat) edin! (Nisa Suresi, Ayet: 133–136).
‘Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir (Maide Suresi, Ayet: 54).’
‘Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlik etmekten sakının ve peygamberine inanın ki, O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lutfetsin; sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok acıyandır (Hadid Suresi, Ayet: 28).’
Ve Allah onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yer yüzünde olan (her) şeyi toptan harcamış olsan yine onların gönüllerini (böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O mutlak galibdir, tam hüküm ve hikmet sahibidir (Enfal Suresi, Ayet: 63).
Allah müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 179)
Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslam’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını va’detti. Çünkü onlar Bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar asıl büyük günahkarlardır (Nur Suresi, Ayet: 55)
(Ey Müminler) gevşemeyin, üzülmeyin, siz eğer gerçekten mümin iseniz (düşmanlarınızdan) çok üstünsünüzdür (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 139).
Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın! Parçalanıp, ayrılmayın! Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalplerinizi (islama ısındırıp) birleştirmişti.İşte Onun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşleri olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor. Ta ki doğru yola eresiniz. (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 103)
Allah’a ve Rasulüne itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin! Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46). (Ayette geçen rîh =rüzgar kelimesi, mecazen güç, kuvvet, yardım ve devlet gibi anlamlara da gelir)
Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız (Hıcr Suresi, Ayet: 9).
Her kim de Benim zikrimden (Kura’nımdan, beni anmaktan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz (Taha Suresi, Ayet: 124).
Allah’a ve Rasulüne karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır (Mücadile Suresi, Ayet: 5).
Allah, kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar (Hac Suresi, Ayet: 18).
2. MEVLANA’YA GÖRE TARİH’İN ÖNEMİ
Tarihin, tarih ilminin ve tarih şuurunun önemini, gereğini en iyi görüp kavrayabilen, nasıl bir tarih bilgisi ve bilincine sahip olunması gerektiği konusunda ilginç görüşleri, tespitleri ve önerileri olan düşünürlerimizden biri Mevlana’dır. İnsanların en üstününün Hazreti Muhammed (SAV), yolların en güzelinin onun yolu yolu, toplumların en üstününün onun ümmeti, devirlerin en üstününün de onunla başlayıp kıyamete kadar devam edecek olan dünyanın bu son devri olduğunu söyleyen Hazreti Mevlana, kendine has üslubuyla zamanların sonuncusunda ahir zaman toplumu olarak dünyaya gelmenin Allah tarafından bize bahşedilmiş çok büyük bir şans, talih, lutuf ve kerem olduğuna, nitekim ayetlerde ve hadislerde de bu toplumun ‘Âhirûnes Sâbikûn’ ‘Sondan gelip de öne geçenler’ diye nitelendirildiğine işaret eder. Bize sağlanan en büyük imkan ve fırsatın da bizden önce gelip geçmiş, işledikleri suçlar, günahlar, hatalar yüzünden başlarına türlü belalar, musibetler gelmiş toplumların başlarına gelenlerden, yani tarihten ibret alabilme şansımız olduğunu, bunun bize çok büyük bir lutuf, kerem ve ihsan olduğunu, hatta bu yüzden Peygamberimiz bize ‘Ümmet-i Merhûme’, ‘Acınmış Ümmet’ adını taktığını söyler.
Mevlana geçmişe, dolayısıyla tarihe nasıl bir gözle ve ibret nazarıyla bakılması gerektiği konusunda değişik kitaplarında şunları söylüyor:
‘Merhamet sahibi Rabbimiz bizi Nuh, Hud, Ad, Semud kavimleri gibi bizden önce yaşamış işledikleri suçlar günahlar yüzünden helak olmuş yüzlerce milletten, toplumdan, kavimden sonra dünyaya getirdiği, üstelik bunların niçin ve nasıl helake ve Allah’ın gazabına uğradıklarını bize apaçık bildirdiği için O’na ne kadar şükretsek azdır! Allah, onları işledikleri suçlar yüzünden kahretti. Korkalım, ibret alalım, onların yaptıklarını yapmayalım diye onların işledikleri suçlar ve akıbetleri bize bildirildi. Ne mutlu bize ki, bizden önce yaşamış, yaptıkları kötülükler yüzünden helak olmayı hak etmiş eski milletlerin halinden ibret alabilme şansına sahibiz. Şimdi onların başına gelenlere bakarak, Alah’ın inayetiyle onların akıbetine uğramaktan kendimizi koruyabiliriz. Ya aksi olsaydı, o zaman bizim halimiz nice olurdu? Belki aynı hataları bizler de işler onların kötü akıbetlerine uğrar, helak olur giderdik. Eğer bu nimetin kadrini kıymetini bilmeyenler, hala eski azgınların ve zalimlerin o anlamsız gurur, kibir, azgınlık ve inadında ayak diretenler, onların başlarına gelenlerden ibret almayıp da yaptıkları aynı kötülükleri, hataları, zalimlikleri, azgınlıkları yapmaya devam edenler olursa, onların başlarına gelen acı sonuçlar, cezalar mutlaka bunların da başlarına gelecek, böylece onlar da kendilerinden sonra geleceklere ibret olacaklardır. Allah, ‘Yeryüzünde gezin dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün! (Kur’an, 6. Sure (En’am), Ayet:11) buyuruyor. Bu dünyayı bu nazarla gezip dolaşmayanlar, insanlık tarihine böyle ibret nazarıyla bakmayanlar ne kadar gezip dolaşırlarsa dolaşsınlar, ne kadar çok tarih okurlarsa okusunlar, yine de bu emri yerine getirmiş, bu ayette belirtilen anlamda dünyayı gezip dolaşmış sayılmazlar. değildir, dolayısıyla bunlar asla sayılmazlar. Dünyayı bir baştan bir başa gezip dolaştığı halde peygamberleri yalanlayanların başlarına neler geldiğini göremeyenlerin gezip dolaşmaları, seyir ve seferleri ibret için ve Allah için yapılmamış demektir. Onlar bu gezileri aylaklık, eğlence, boşa zaman geçirme, yeme içme, alışveriş gibi esas elde edilmesi gereken şeylere perde olan amaçlar için yaptıklarından, esas görmeleri gerekenleri görememişlerdir! Kalabalık bir çarşı veya pazarda ciddiyetle birini veya bir şeyi arayan bir adam başkalarını göremez. Görse bile oradaki halk, ona hayal gibi görünür, bir anlam ifade etmez. O halde sen de çık, dünyayı bir de ibret nazarıyla ve Allah’ın ‘Gezin, dolaşın!’ emrini yerine getirmek amacıyla yeniden gez, dolaş! Herkes, gönlü ne kadar aydınlıksa, ne kadar cilalanmışsa, görmesi gereken çoğu kimseye gizli olan şeyleri o kadar net ve berrak görür. O padişahlar padişahı, o temizlik denizi Mustafa: ‘Cahilin sonunda göreceği şeyi, akıllılar önceden görürler’ diye ne doğru buyurmuştur. Akıllılar ileride neler olabileceğini önceden tahmin edip her türlü hazırlıklarını ona göre önceden yaparlar, almaları gereken tüm tedbirleri de zamanında alırlar. Akıl bunu gerektirir. Bilgisizler ise işin önünde sonunu göremedikleri için her şey olup bittikten sonra başlarına geleni görürler ve iş işten geçtikten sonra dövünmeye başlarlar. İşlerin sonunun ne olacağı daha ilk zamanında gizlidir. Ama herkes işin sonunu en başından göremez, görenler de aynı seviyede göremez. Kimisi on yıl sonra olacakları, kimisi çok daha ilerileri ve gerileri görebilir. Donup kalmamış basiret sahibi görüşler, ileriyi delip görür, geriyi yırtıp görür; onlara perde yoktur. Herkes gelecekte olacak işlerden, hayır olsun, şer olsun gizli şeylerden ancak görüşü ne kadarsa o kadarını görür. Allah’ın nuruyla bakmasını bilen akıllı, ferasetli, basiretli müminler, çok sonra olacakları çok önceden görebilirler, günahlara dalıp gitmiş, hatalarda ısrar edenler ise ancak her şey olup bittikten, meydana çıktıktan ve iş işten geçtiken sonra görebilirler. Zaten bundan sonra görmenin de hiç bir faydası olmaz. Çünkü o zaman onu akıllı da görür, cahil de! Kim sonu daha fazla görürse o daha kutludur. Yapması gereken işlere daha sağlam sarılır, daha fazla ekin eker, daha fazla ürün devşirir. Çünkü bilir ki bu ekim dünyası, ekinler ekip dikmek, ürünler derip devşirmek, mahşere hazırlanmak içindir. Ağaç isteyen, ürün isteyen insanın, önce fidan dikmesi, tohum ekmesi gerekir. Nihayet ilk biten, ilk ekilendir. Hakkı seven ve O’na teslim olan Hak âşıkları da ektiklerini O’nun için ekerler! Bir iş, Hakk için olmazsa, Hakk’a yarar iş olmazsa hiçtir! Eğer ‘Bu temizlik, bu cila da Allah’ın lutfudur. Bu gönlü cilalamak başarısı da O’nun ihsanıdır’ diyecek olursan şunu bil ki; o da ancak senin çalışman, himmetin ve gayretincedir. Evet, himmet ve gayret duygusunu da veren Allah’dır ama Allah, ‘İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır (Necm Suresi, Ayet: 39)’ buyuruyor. Hiçbir saman çöpü de kalkıp yüce padişahların himmetine sahip olamaz. Dua etmek şarttır ama sadece sözle kuru dua bir işe yaramaz. Himmet, gayret, çalışmak da duadır, hem de fiili bir duadır ve Allah’ın kabul etmesine daha layık bir duadır. Onun için insanın adamakıllı çalışmaya kul olması gerektir. Bir şeyi samimiyetle isteyen, ciddiyetle arayan, bunun için de üstüne düşen görev ve sorumlulukları yerine getiren sonunda onu bulur. İnsan gözden ve görüşten ibarettir, öte yanı et, kemik ve deriden başka bir şey değildir. İnsanın görüşü ne kadarsa, değeri de o kadardır. Mümini, kâfiri, Mecusi’yi, Hıristiyan’ı ve Yahudi’yi birbirinden ayıran, hep bakış ve görüş farklılıklarıdır. Ama burada kastedilen maddi göz değildir. Çünkü maddi göz eşyayı, hadiseleri hakikatte olduğu gibi algılamaktan acizdir. Dalgaların tesiriyle oluşan köpükleri görebilir ama denizi ve denizin içindeki gerçek hayatı göremez. Aynı şekilde bu göz sadece işlerin, olayların, olguların dış yüzünü görebilir. Bütün insanlar, aynı değerde, aynı kıymette değildir. Aralarında pek çok farklar, ayrılıklar vardır. Hiçbir insanın ne hayatı diğerinin hayatına, ne de ölümü diğerinin ölümüne benzer. Hatta kabirlerini bile diğerinin kabri gibi sanma! Bu dünyada da insanlar arasında farklar bulunmakla beraber, öbür dünyadaki farklar anlatılamayacak kadar çok ve çeşitlidir. İnsanın ayırt etme hassasını her türlü garazdan temizlemesi ve bu konuda dinden de yardım araması lazımdır. Din, sahibini tanır. Fakat ömrünü ayırt etme hassasından mahrum kimselerle geçirenlerin, iyiyi ve kötüyü ayıran vasfı zayıf düşer ve artık o dini, yani insana gerçekten yar olanı tanıyamaz. Temyiz kudretinden, yani ayırt etme özelliğinden mahrum bir vücudu besleyip geliştirmekle vakit geçirip, ayırt etme kudretini geliştirmeyi ihmal etmek büyük bir hatadır. Ayırt insanda bulunan latif bir mana, çok güzel ve gerekli bir sıfattır. Deli ve çılgın birinin eli, ayağı, bütün organları sağlam ve gelişmiş olsa da ayırdının, temyiz kabiliyetinin olmaması onu faydalı olmaktan çok zararlı hale getirir. İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayırt edebilene hiç kimse oyun oynayamaz. Hele bu kimse çok ince anlayışı, aklı gizli şeyleri bile görebilen biri olursa! Devlet sahibi olanların gözüne hiçbir büyü, şeytanlık, hiçbir düzen perde çekemez. Zalimin biri Hazreti Süleyman’ın devlet mührünü çalmış, geçip onun yerine makamına kurulmuş, ülkeyi tamamen kendisine boyun eğdirmeyi başarmıştı. Görünüşü Süleyman’a benziyordu ama işleri benzemiyordu. Sözü Süleyman’ınki gibiydi ama özü değildi. Onun için sen de bundan ibret al da, namussuzların, alçakların görünüşünden, adından sanından geç; addan sandan manaya kaç! İnsanlar hakkında bir karar vereceğin zaman halini, işini araştır, sor, soruştur. Onu sözlerinde ve başkalarının övgülerinde değil, halinde ve işinde ara! Üstünlükler Hak’tan gelir. Hallerin değişmesi de ondandır. Hak, bu dünyadaki kuvvet ve kudreti, iktidarı zan ve yakîn ehline nöbetleşe verir. Ey ikbal nöbetine erişen! Kendine gel, sevinme! Sen nöbetle mukayyetsin! Hakkın yücelttiği iş, işe yarar. Allah, insana yalnız aşağılık cihan saltanatını vermekle yetinmez, onun dışında daha yüz binlerce çeşit saltanatlar da bağışlar. Örneğin Allah, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışladığı gibi, hiç dersini eğitimini almadan rüya yorma saltanatını da bağışlamıştı. O güzellik onu zindanlara çekerken, bu bilgi onu neredeyse yıldızlara kadar yüceltmişti. Bu bilgi ve hüner yüzünden ona en büyük padişahlar bile kul köle oldular. Bilgi padişahlığının güzellik saltanatından daha üstün olduğu herkes tarafından takdir edilmiş oldu. Âhir zamanın adi ukalası, kendilerini ilim ve hikmet açısından kendilerinden önce gelenlerden üstün görürler. Ama bunların çoğunun bilgileri, ilimleri ve hikmetleri, Hakk nurunun feyzinden nasipsiz bir ilim ve hikmettir. Bu yüzden hileler öğrenip, ciğerler dağlıyorlar, düzenler belliyorlar, pek çok kimsenin de mutluluğa, iyiye ve güzele giden yollarını vuruyorlar. Asıl sermaye iksiri olan sabrı, iyiliği, ihsanı, cömertliği ise yele veriyorlar. Fikir ona derler ki, iyi, sağlam, doğru, güzel bir yol açsın, insanın Hakk’a, hakikate giden yolunu aydınlatsın. Yol ona derler ki, önüne büyük bir devlet, saadet ve padişahlık çıkagelsin. Padişah ona derler ki, kendiliğinden padişah olsun, öyle hazinelerle, askerlerle değil! Zira kendiliğinden padişah olanın padişahlığı, Ahmet’in pak dininin yüceliği gibi ebedidir. Diğerleri ise er veya geç yok olurlar, unutulur giderler.’
3. GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA TARİHİN ÖNEMİ
Her ilmin önemini ve değerini, ondan elde edilecek faydayla ölçmek mümkündür. Öyleyse tarihin faydası nedir? sorusuna cevap bulabilirsek tarihin önemini de daha iyi anlayabiliriz.
Tarih, insanın geçmişiyle ilgili olan, yani geçmişi inceleyen bir bilim dalı olmasına rağmen bir yandan da onu şimdiye ve geleceğe de bağlar. Çünkü şimdiki yaşantımız, bildiklerimiz, düşündüklerimiz, yapıp ettiklerimiz, içinde bulunduğumuz toplumsal yapı, toplumsal ilişkilerimiz ve iletişim araçlarımız birdenbire oluşmamıştır. Bugünümüz, bugünkü toplumsal ilişkilerimiz ve toplumsal yapılarımız, geçmiş zamanların, eski ilişki ve yapıların zorunlu bir sonucudur, geçmişle ve gelecekle yakından ilişkilidir. Konuştuğumuz dile kadar bütün bilip öğrendiklerimizin, yapıp işlediklerimizin, toplumsal yapımızın, ilişkilerimizin geçmişe uzanan kökleri vardır. Her devir ve dönem, bir sonraki devrin ve dönemin nedenlerini içinde taşır. Davranışlarımızdaki olumlu ve olumsuz şartlanmalarda da, geçmiş zamanların birikimiyle şimdiki yaşantımız arasında kurulan ilişkiler belirleyici rol oynar.
Bugünün toplumu olarak, olumlu ve olumsuz yanlarımız nelerdir? Bunlar nasıl başlamış, nasıl oluşmuş, hangi aşamalardan geçmiştir? Bu şartlanmalar nasıl ve hangi olayların sonucunda ortaya çıkmıştır? Bunların toplumumuza ne tür yararları ve zararları olmuştur? Eğer bu gibi sorulara, doğru ve anlamlı cevaplar bulabilir, bu şartlanmaları her yönüyle en iyi şekilde tanıyabilirsek, gelecekte bunların değişebilme imkânlarını, nasıl ve hangi yönde değiştirilmesi gerektiğini, bunun hangi hal ve şartlar altında olabileceğini de öngörebiliriz.
Eskiden yaşanmış tecrübeler, bugüne ve geleceğe ışık tutar, yeni gelişmelere yön verir. Tarih bilimi, insanlara milletlerin geçmişteki yaşantılarını ve diğer devletlerle olan ilişkilerini de öğretir. Geçmiş uygarlıkları tanıtır.
Tarih bilimi, insanlara milletlerin geçmişteki yaşantılarını, diğer devlet ve milletlerle ilişkilerini öğretirken, geçmiş uygarlıkları tanıtırken, aynı zamanda geçmişi değerlendirme ve geleceğe daha iyi hazırlanma, onu daha iyi biçimlendirme konusunda da yardımcı olur.
Geleceğe hazırlanabilmek için, geçmişi çok iyi ve doğru bir şekilde bilmek, olayların doğru ve yararlı tahlilini, analizini ve değerlendirmelerini yapabilmek, bunlardan anlamlı ve yararlı sonuçlar çıkarabilmek şarttır. Geçmişini çok iyi bilen toplumlar, kim olduklarını, ne olduklarını, nerelerden gelip geçtiklerini bilebilirler, geçmişin tecrübeleriyle ve geçmişten aldıkları cesaretle de kendilerine daha sağlam, güvenli, huzurlu ve sağlıklı bir gelecek hazırlayabilirler. Ancak iyi bir tarih bilgisine ve güçlü bir tarih bilincine sahip olunarak geçmişle gelecek arasında sağlam bağlar, toplumun bireyleri arasında da ortak hisler, anlayışlar, fikir, düşünce ve inanç, söz ve eylem birliktelikleri oluşturulabilir. Geçmişin bilinmesi, bugünkü değerlerin daha iyi anlaşılmasını sağlar. Aileden başlayıp millete doğru gelişen bir sevgi ve bağlılığın doğmasına imkân hazırlar. Bu nedenle, sağlam ve doğru bir tarih bilgisinin, devletlerin, toplumların, milletlerin kurulup gelişmesinde, nesillerin geleceğe hazırlanmasında çok büyük eğitici rolü vardır. Tarih anlayışında mutabakat sağlayamayan tarih bilinci gelişmemiş ülkelerin aydınlarının hiçbir konuda anlaşabilmeleri, belli bir amaca yönelik olarak toplumlarına dinamizm ve canlılık aşılayabilmeleri mümkün değildir.
Bazı düşünürler, insanın tarihini bilmesiyle kendisini bilmesinin aynı şey olduğunu söylerler. Çünkü tarih, insanlığın belleğidir. Tarih bilgisinden yoksun olan bireyler ve toplumlar, belleğini, hafızasını kaybetmiş kimselere benzerler. Bugünlere hangi yollardan geçerek, nasıl ulaştığını bilemeyenler, hiçbir yere varamazlar, genellikle de yanlış yollarda heder olup, kaybolup giderler.
Büyük ve başarılı devlet adamlarının, çok iyi tarih bilen, tarih şuuruna ve tarihsel olayları değerlendirebilme kabiliyetine sahip insanlar arasından çıkabilmesi bir rastlantı değildir. Bugün dünyadaki bağımsız devlet sayısı 250’ye yaklaşmıştır. Ancak bunlardan gelişmiş ülkeler arasında sayılanlar sadece 20 civarındadır. Bu gelişmiş devlet ve milletlerin ortak özelliklerinden biri de, tarih biliminin bu ülkelerde çok ileri olması ve bunlarda tarih bilimine çok önem verilmesidir. Bu devletler ve milletler, kendi içlerinden kendi tarihlerine tam anlamıyla vakıf ve hâkim, konularının uzmanı çok iyi tarihçiler ve tarih felsefecileri yetiştirmeye ve tarihlerini derinlemesine ve en ince detaylarına kadar inceletip, değerlendirmeye, olayları en çok yararlarına olacak ve en çok işlerine gelen tarzda yorumlatmaya çok önem verirler. Bu yönde çok sayıda nitelikli bilimsel ve popüler yayınlar ürettirip yayımlatmaktan, böylece sokaktaki sade vatandaşlarına kadar bütün halk kesimleri arasında da kendi istedikleri doğrultuda bir tarih bilinci oluşturmak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmazlar. Üstelik bunlar yalnızca kendi milli tarihleri ile ilgili konularla da ilgilenmekle yetinmiyorlar, dünya tarihi üzerine de önemle eğiliyorlar. Bunda da esas amaçları başka toplumlara ve milletlere hizmet etmek, yararlı olmak değil, onları kendi çıkarları ve istekleri doğrultusunda yönlendirebilmektir. İleri ülkelerdeki bütün basın yayın organlarının uzman tarihçilerden, tarih felsefecilerinden oluşan zengin bir yazar ve danışmanlar ordusuna vardır. Bu ülkelerde her önüne gelen kalkıp, tarih ve özellikle de o ülkenin tarihi konusunda, her istediği şeyi söyleyemez, yazıp çizemez. Yani bizim gibi modern tarih biliminde ve metodolojisinde geri kalmış ülkelerde olduğu gibi tarihsel konularda romancılar, hikâyeciler, gazetelerin köşe, makale ve fıkra yazarları, ilgisizler, bilgisizler akıllarına estiği gibi ahkâm kesip kalem oynatamazlar. Böyle bir tutum içine girenler, derhal ağızlarının payını alırlar, yanlışlıkları belgeleriyle hemen ortaya konur, yalan ve yanlış şeyleri dillendirmenin bedeli onlara çok pahalıya ödetilir, böyle şeyleri yazmaya ve yayınlamaya kalkanlar, yaptıklarına ve yapacaklarına pişman edilirler. Zaten iyi bir tarih eğitimiyle toplumda millet olma bilinci, moral ve psikolojik üstünlük duygusu, birlik ve beraberlik anlayışı, özellikle tarihi temel konularda sağlam ve canlı bir tarih şuuru artık tam olarak oluşturulduğu ve yerleştirildiği için buna ters olabilecek hiç bir yayına, hele de maksatlı, yalan, yanlış bilgilere ve haberlere kimse itibar etmez. Dolayısıyla bu tür yayınlar toplumda herhangi bir tahribata da yol açamaz, zararlı sonuçlar doğuramaz. Bu durum sadece Batı’nın ilerlemiş toplumlarında, devletlerinde, milletlerinde değil, Japonya ve İsrail gibi tarih şuurunun ileri olduğu doğu toplumlarında, ülkelerinde de böyledir. İsrail’in tarih sahnesinden tamamen silinmesinden 2000 yıl sonra, mucizevî bir şekilde yeniden devlet olarak ortaya çıkışında en büyük amil, kuşkusuz Yahudilerin asırlar boyunca bir an bile zayıflamadan sürüp gelen tarih şuurlarıdır.
Tarihçiler, tarihi olayları, bu olayların içinde rol alan kişi ve grupları, milletleri değerlendirip yargılarlar, bunlar hakkında değişik hükümler verirler. Haklılığı veya haksızlığı her zaman tartışılabilecek bu hükümlerle tarihçiler, bazı toplumları ve milletleri mahkûm ederler, bazılarını da yüceltirler, şan ve şerefe boğarlar. Aynı tarihi olaylar ve bu olaylarda rol alan kişiler, milletler, topluluklar, tarihçiden tarihçiye o kadar farklı anlatılır, çarpıtılır ve yorumlanır ki, şaşırıp kalmamak mümkün değildir. Tarihi bilgi ve belgeleri toplarken, değerlendirirken ve anlamlandırırken bilgisinin yanına vicdanını, insaf ve hakkaniyeti de koymayan tarihçiler, tarih bilimine, milletlere ve kişilere olduğu kadar, bütün insanlığa da ihanet ve haksızlık etmiş olurlar. Bu nedenle tarih yazmak, tarih yapmak kadar, hatta ondan da daha önemli hale gelmektedir. Bu yüzden her milletin kendi tarihini kendisinin yazmasının ve kendi tarihçisine yazdırmasının hayati bir önemi vardır. Tarihi olmayan milletin geleceği olamayacağı gibi kendi tarihçisi olmayan bir milletin de tarihi olamaz. Yabancıların ve başkalarının yazdığı tarih hiçbir milleti yüceltmez ve yükseltmez. Sonuçta faydadan çok zarar getirir. Afrikalıların dediği gibi avcılık tarihini arslanlar değil de insanlar yazdığı sürece, o tarihte arslanları yüceltecek hiçbir bilgi kırıntısına rastlanamaz.
Tarihi olaylarda zaman ve yer çok önemli olmakla beraber tarih, sadece tarihi olayları bir zaman cetveliyle ortaya koymakla yetinen bir bilim değildir. Tarihçi incelediği dönem ve kişileri kendi çağlarının koşulları içinde anlamaya çalışmalıdır. Tarihçi sadece olayları ve bu olayların neden ve sonuçlarını ortaya koymakla da yetinmez. Tarihi olayların dünden bugüne ve yarına aktığının bilincinde olan tarihçi mutlaka tarihte bir “eğilim” arar. Eğilim, olayların akış yönüdür. Tarihin eğilimleri tarihçinin dünü, bugünü ve bir geleceği anlamasında önemli ipuçları verir.
Tarih sadece geçmişteki olaylar dizisinden ibaret olmadığı gibi, tarih bilimi de boş yere zaman harcanan basit bir uğraş değildir. Tarih bilimi, insanlara doğru sonuçlara varmaları için yön veren bir düşünce tarzıdır. Gerek tek tek bireyler, gerekse toplumlar, ne olduklarını ve nereden geldiklerini bilmek, öğrenmek isterler, buna merak ve ihtiyaç duyarlar. Geçmişini iyi bilen bir toplum, geleceğini de daha sağlıklı bir şekilde biçimlendirebilir. Tarih, insanlığın belleğidir. Ortak duygular yaratır ve geçmiş ile gelecek arasında bağ kurar. Geçmişini bilmeyen, kendisini tanımayan bir toplum, hafızasını kaybetmiş bir insana, bir akarsuyun akıntısına kapılmış bir yaprağa benzer.
Bütün insanların veya toplumların, geçmişten cesaret almaya, onu öğrenmeye, geçmişin tecrübelerinden yararlanmaya ihtiyacı vardır. Tarih biliminin, bu ihtiyacın giderilmesiyle sağladığı manevi tatminin yanında, birtakım pratik faydaları da vardır. Zira insanlar kendilerinden öncekilerin tecrübelerinden yararlanmaya muhtaçtırlar. Eski tecrübeler mevcut duruma ve geleceğe ışık tutar, yeni gelişmelere yön verirler. Geçmişin bilinmesi, bugünkü değerlerin daha iyi anlaşılmasını da sağlar. Ayrıca tarih bilimi, insanlarda ahlak şuuru uyandırır, manevi değerlerin gelişmesinde önemli rol oynar. Aileden başlayıp millete doğru gelişen bir sevgi ve bağlılığın doğmasına imkân hazırlar.
Tarih, yatağı zaman olan bir nehir gibidir. Ama tarihin akışı, anlamsız ve tesadüfî değildir. Belli bir mecrası, yatağı ve yönü vardır. Arazi ve toprak yapısına, suyun hareket kanunlarına dayanılarak, suyun nereye akacağı, hangi göle, denize, bataklığa varacağı, nereden batıp nereden çıkacağı nasıl tahmin edilebiliyor, gerektiğinde nehrin yatağı değiştirilerek sulama, ulaşım, enerji üretimi gibi amaçlar için kullanılabiliyorsa, tarihin de zorunlu akış yasaları ve yönü bilinirse, gerektiğinde değişik yol ve yöntemlerle bu mecranın değiştirilip, istenilen yöne çevrilmesi de mümkün olabilir.
Tarih bilimi, yalnızca olaylar dizinini sıralamakla kalmaz. İnsanlığın fikir ve düşünce gelişimini, milletlerin ve toplumların ortaya koyup geliştirdikleri kurumları, birini diğerlerinden ayıran, onlara farklılık, kimlik ve kişilik kazandıran kültürel zenginlikleri ve birikimleri de ortaya çıkarmayı, insanlığın gelişiminin kanunlarını bulmayı, gelişme-çöküş, tekâmül-yozlaşma sebeplerini ve aşamalarını açıklığa kavuşturmayı da amaç edinir. Bu nedenle gelişim ve değişimlerin hız kazandığı dönemlerde, tarih ilminin ve şuurunun önemi de buna paralel olarak artar. Nitekim insanoğlunun yaşamında akıl almaz değişim ve gelişmelerin yaşandığı günümüz dünyasında tarih, daha önce hiçbir dönemde olmadığı kadar önem kazanmıştır.
İnsanlık tarihine dönüp baktığımızda, insanoğlunun gündelik yaşam tarzının binlerce yıl boyunca kayda değer bir değişiklik göstermeden sürüp gittiğini, birkaç asırdan beri değişikliklerin belli bir ivme kazandığını, içinde yaşadığımız çağda ise, nesillerin bile yaşam tarzları arasında ölçüye ve kıyasa sığmaz farklılıklar yaşandığını görürüz. Elektrikten teknolojiye, sanayiden ulaşım ve haberleşmeye kadar insanlık tarihini etkileyen önemli icat ve keşiflerin neredeyse tamamı son 200 yıl içerisinde, bunların en büyükleri ve bizden önceki nesillerin duysalar da inanamayacakları en akıl almazları da son elli yıl içinde gerçekleşmiştir.
Özellikle bugünün dünyasında yaşayan nesiller olarak, şöyle geriye dönüp baktığımızda, kendi kısacık ömrümüzde bile gündelik hayatı, yaşama biçimini, hatta düşünceleri, tavır ve davranışları değiştirecek önemde ve büyüklükte hayret verici, baş döndürücü değişme ve gelişmeler yaşandığını görürüz. Daha da önemlisi, bu değişim ve gelişme süreci durmuş, bitmiş, tamamlanmış da değildir. Aksine gün geçtikçe daha fazla hız kazanarak devam etmektedir. Gelecek zamanın, geçmiş zamandan daha büyük ve önemli değişiklikler getireceği neredeyse herkesin ortak beklentisidir. Atom çekirdeğini parçalayabilen insanoğlu, artık hızda ışık duvarını da aşabilme, başka gezegenlerde de yaşayabilme arayışına girmiştir. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu sözü hiçbir dönemde bu kadar anlam ve gerçeklik kazanmamıştır. Bu değişim ve gelişmelere hazır olmayanları, ayak uyduramayanları, üstesinden gelemeyecekleri, dolayısıyla bu amansız yarışta geri kalacakları ise, var olma haklarını kaybetmek dâhil, tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak büyük tehlikeler beklemektedir.
Emperyalist devletler, bunun çok erken zamandan beri farkına varabildiklerinden, tarih ilmi üzerinde çok ciddiyetle durmakta, ona diledikleri şekilde yön verebilmek, arzuları yönünde değiştirebilmek için çok büyük emekler ve kaynaklar harcamaktadırlar. Az gelişmiş ülkeler ise, başka bilimlerde olduğu gibi tarih ilminde de çok geri kalmışlardır. Batılıların onlar için yazdıkları çarpıtılmış tarih sayfaları arasında kendilerini ve geleceklerini kaybetme tehlikesi içinde çırpınırlar, batı kolaylıkla bunların başına kendi kuklalarını getirip yerleştiriverir.
Ne doğulu, ne batılı olabilen yazarları, aydınları, ozanlarıyla düşünsel alanda özgün ve yaratıcı olamayan Türk toplumu, son yüzyıllarda geniş kapsamlı bir yozlaşmanın içine düşmüş, ileri gitmek bir yana geriye dönüş yapan bir toplum yapısına bürünmüştür. Düşünsel yapısındaki bilinçsiz çözülmeyle, tarihinden soğutulmuş, hatta utandırılmış, nefret ettirilmiş, tarih yazamayan, tarih yapamayan, kendi tarihini yaratacak sağlıklı bir kültürel birikim kazanamamış bir tarih varlığı durumuna düşürülmüş, tarihsiz bir topluluk niteliğine bürünmüştür. Geçmişin başarılarına özlem duyarak veya eski zaferlerle avunarak, onlarla oyalanarak tarih yaratılmaz. Ancak kendini aşabilen bir topluluğun tarihi olabilir.
Bizden önce gelip geçmişlerin iyi ve kötü hallerini, işlerini bize öğreten çok iyi bir öğretmen olan tarih ilmi, ondan ders almasını, onu okumasını ve ondan yararlanmasını bilenler için basiretlerinin, ferasetlerinin, gözlerinin açıklığı ve görme dereceleri nispetinde onlara ve bütün topluma doğru yolu ve yönü gösteren güvenilir bir kılavuzdur. Bu özelliğiyle faydası herkesi kapsayan, herkese ulaşan bir ilimdir. Sultan Abdulhamid Han’ın da işaret ettiği gibi ‘Tekerrür eden tarih değil, tarih bilmeyenlerin hatalarıdır’.
Bir çınar ağacı için toprak altındaki kökleri ne ise, bir millet için de tarihi odur. Tarihini bilen millet, kökü sağlam çınar gibidir. Ama geçmişini, tarihini, ecdadının onları yücelten, yükselten örfünü, âdetini, töresini, erdem ve hünerlerini, onların yaptıkları iyi ve kötü şeyleri ve bunların sonuçlarını iyi bilip değerlendiremeyen bir milletin kendini ayakta tutan köklerinden, can damarlarından birkaçı koparılmış demektir. Bu köklerin hem sağlam tutulması hem de sağlam ve doğru bir tarih bilgisi ve bilinciyle sulanması gerekir. Aksi takdirde kökler kurudukça çınar da kurumaya yüz tutacaktır.
İmam Şafiî’nin: ‘Tarih okuyanın aklı çoğalır’, A. Cevdet Paşa’nın da ‘Tarih bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer. Her ikisinin de karaya oturma tehlikesi vardır’ şeklindeki sözleri tarih bilgisine ve bilincine sahip olmanın önemini çok doğru biçimde ortaya koymaktadır.
Tarih bilgisine ve bilincine sahip olmak demek, sadece geçmişi olduğu gibi bilmek demek değildir. Geçmişin günümüzdeki olayları, hal ve şartları etkileyerek günümüzde de yaşadığını bilmek, aradaki ilişkileri, etkileşimleri bütün derinliğiyle, sebep ve sonuçlarıyla anlayabilmek demektir. Çünkü bugün yaşadığımız iyi ve kötü her şeyin nedeni dündedir, dünün bir devamı ve sonucudur. Dolayısıyla geçmişi, yani dünü iyi bilmedikçe bugünü anlayabilmek, bugünü anlamadıkça da yarını görebilmek ve inşâ edebilmek mümkün değildir. Geçmişin olaylarıyla içinde yaşanılan çağın olayları arasında ilişkiler kurup karşılaştırmalar yaparak sonuca varmasını bilenler için tarih ve özellikle geçmişin yıkıntıları, dünden bugüne uzanan muazzam bir erken uyarı sistemidir.
Tarihinin sürekliliğini kaybetmiş bir millet, tarihiyle beraber her şeyini de kaybetmeye mahkûmdur. Tarih bir milletin hafızasıdır. Tarihini bilmeyen milletin, hafızasını kaybetmiş insandan farkı yoktur. Hafızasını kaybetmiş, geçmişiyle, hâtıralarıyla, kimlik ve kişiliğini, benliğini oluşturan bütün varlık unsurlarıyla ilgisi kesilmiş bir millet, hafızası parça parça kopmuş bir akıl hastasına benzer. Bir milletin dilini ve edebiyatını kontrol edenler, o milletin kültürünü de kontrol ederler. Bir milleti tamamen imha etmek isteyenler işe, o milletin nesillerini mazisinden, kültüründen, tarihinden ve millî ve manevî değerlerinden koparmakla başlarlar. Yabancı tesir ve müdahalelere, yabancı korumaya hazır ve muhtaç hale düşen bir millet önce bağımsızlığını, sonra millî birliğini, kimlik ve kişiliğini ve nihayet varlığını kaybetmeye mahkûm olur.
Bilimsel tarih bilincinin yani millî tarih dinamiğinin modern toplumları oluşturan unsurların başında geldiğine işaret ettikten sonra kendimize dönüp dikkatle bakmamız ve şu soruyu sormamız, cevabını da aramamız gerekir: Peki acaba bizde ve özellikle bizim yöneticilerimizde ve aydınlarımızda bilimsel bir milli tarihi bilinci oluşabilmiş midir? Oluşamamışsa niçin oluşamamıştır ve bu bilinç nasıl oluşturulabilir?
Maalesef bu sorulara da olumlu cevap verebilme imkânından mahrumuz. Bizim aydınlarımızda ve nesillerimizde milli bir tarih bilinci oluştuğunu söyleyebilecek ciddi bir iddiayı kimse öne süremez. Bunun aksi yöndeki görüşler ise burada uzun uzadıya zikredilemeycek kadar fazladır. Bu eksikliğin temel nedenlerinin başında Türkiye’deki okullarda okutulan tarih dersleri müfredatının yetersizliğinin, eksikliğinin ve yanlışlığının geldiğinde hemen herkes aynı fikirdedir. Ama bu tip görüşlerden birkaç tanesini örnek olarak buraya almamızda yarar olabilir:
Ölenleriyle henüz doğmamış olanları arasında bir köprü kuramayan milletlerin, yaşamaya hakları olmadığını öne süren Nejat Muallimoğlu da şunları söylüyor: “Türk tarihini Cumhuriyet’le başlatmak isteyen sapıkları; mâzi, din, an’ane, ecdâd tanımayan bizim mâhut nihilistleri düşündükçe İgnatus Donnely (1831-1901) adlı bir Amerikan politikacının Demokrat partililer aleyhinde söylediği bir nutkunun şu cümlesi aklıma geliyor: “Demokrat Partililer bir katıra benzerler. Onlar ne ecdâdlarıyla iftihar edebilirler, ne de adlarını devam ettirebilecek evlât ümitleri vardır.”
‘Geçmiş inkâr edilemez; geçmişine taş atanın, geleceğine gülle atarlar’ diyen Bahtiyar Vahabzâde gibi, tarih bilgisinden ve bilincinden mahrum kalmanın acı sonuçlarını önemle dile getiren çok sayıda şairimiz vardır. Bunlardan bir kaçının bazı dizelerine burada yer vermek yararlı olacaktır.
M. Cemal Kuntay, Devlet arşivini kilo ile Bulgarlara satanlar için şunları söylüyor.
Bundan birkaç yüz sene evvel uyananlar,
Bugün hâlâ uyuyanları görsün.
Efsânesi kaybolsa kıyâmet koparanlar,
Tarihini okkayla satanları görsün!?.
Tarihimi kefenlik bir bez gibi dürdüler.
Beni dirilmesi yok ölümle öldürdüler (Ozan, 1967)
Yazıklar oldu bizim tarihî şanımıza
“Kâfir ağlar, bizim ahvâl-i perîşânımıza!” (İkinci mısrâ Fuzûlî’nin)
Ben şehitler çocuğu, bir hâl olmuşum!
Ben bende değil, ben, bana yâd olmuşum! (Nihad Yazar)
El-âlem çalışıyor, fethetmeye Merih’i;
Sen cebinde kaybettin, güneş dolu tarihi! (Necip Fazıl Kısakürek, 1972)
Kısacası millet olarak biz, tarih bilgisine ve bilincine sahip olamamanın cezasını biz çok çektik, bedelini çok ödedik, halen de çekmeye ve ödemeye devam ediyoruz. Tarih kitaplarımız yanlışlarla, çarpıtmalarla doludur.
Büyük Tarihçilerden Michelet, bir milletin tarih kitaplarına geçmiş yalan, yanlış veya çarpıtılmış bir anlatımın etkisinin, o milletin hâfızasından silebilmesi için en az üç neslin geçmesi gerektiğini söylüyor. Ama bizim tarih kitaplarımızdaki eksikler, hatalar, yalanlar, yanlışlar, çarpıtmalar o kadar fazladır ki, bunları düzeltmek, bunların yerine doğruları, yararlıları koyabilmek için kaç nesil gerekeceği ise çok büyük bir muammadır. Fakat zararın neresinden dönülse kardır ve bu hayati konunun artık hiç de savsaklanmaya, ertelenmeye, tehir edilmeye tahammülü kalmamıştır.
TARİHÇİLERİMİZE DÜŞEN GÖREVLER
Ülkelerin, milletlerin, devletlerin nasıl yönetildikleri, tarihî olayların oluşumunda yönetim tarzlarının ve yöneticilerin etkileri de tarih ilminin ilgilendiği konulardandır. Bizim tarihimizi bizim tarihçilerimizin, bilim adamlarımızın incelememesi, araştırmaması, yazmaması, yorumlamaması, bizim nesillerimizin hizmetine sunmaması son derece acı ve üzüntü vericidir. Örneğin, tarihimizin çok önemli bir dönemini teşkil eden Dünya devleti Osmanlı İmparatorluğunun yönetim anlayışını, devlet yapısını, sistemini anlamaya, kavramaya, tahayyül etmeye yardımcı olabilecek kendi bilim, fikir ve düşünce adamlarımız, tarihçilerimiz tarafından yazılmış, ciddi ve nitelikle eserler yok denecek kadar azdır. Örneğin Kanuni dönemiyle ilgili olarak, Amerikalı bilim adamı Albert Howe Lybyer’in 1912’de yazdığı ‘Kanunî Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı İmparatorluğunun Yönetimi’ adlı eseri değil aşabilecek, ona yaklaşabilecek nitelikte bile bir eser yazabilecek ilim adamları yetiştirememiş olmamız hiç de bize yakışır bir durum değildir.
1927 yılına kadar sadece Osmanlı kökeninden gelenlerin yazdığı, 400’e yakın Osmanlı Tarihinin varlığından bahsedilir. Fakat Osmanlı tarihçiliğinde çok önemli boşluklar vardır. Osmanlı tarihçilerinin eserlerinde düşünce ve kültür tarihi, günlük yaşam, toplumsal yapılar, yönetim anlayışı, disiplininin gösterdiği aşamalar gibi konularda bilgi arayanlar fazla bir şey bulamazlar. Bu konularda yeterli araştırmalar yapılmaması yüzünden, bugünün bilim adamlarının çoğu da Osmanlı’da bilimsel ve felsefi düşüncenin gelişmediğini, hatta bilimin ve felsefenin olmadığını, sosyologlar da sivil toplumun bulunmadığını iddia ediyorlar. Aslında buradaki esas sorun bu konularda ve Osmanlı yönetim yöntem ve disiplini üzerinde yeteri kadar bilimsel çalışmaların, araştırma ve incemelerin yapılmamış olmasıdır. Bilimsel kaynak ve veri olmayan konuları yok saymak ise çoğu kimselere daha kolay gelmektedir. Halbuki Osmanlı ve İslam tarihi bilinmeden değil bizim kendi tarihimiz, Avrupa ve Ortadoğu tarihi, hatta modern dünyanın bile hakkıyla anlaşılabilmesi mümkün değildir.
Tarih ilminin ve tarihçinin toplum içinde oynaması gereken en önemli rol, toplumun, milletin uzlaştırıcı, birleştirici dili olmaktır. Yazıp çizdikleriyle, bilgi diye yaydıkları şeylerle toplumu bölüp parçalayan, insanların arasına kin ve düşmanlık tohumları saçan, milleti uzlaştırıp birleştirmek, kaynaştırıp bütünleştirmek yerine, aradaki çeşitli anlaşmazlıkları uyumsuzlukları körükleyen, ihtilafları, zannı, şüpheyi, şekaveti artıranlara milletin ve toplumun ihtiyaç duyduğu gerçek tarihçi ve gerçek aydın denemez. İşleri güçleri, hileler öğrenip ciğerler dağlamak, düzenler belleyip, yollar vurmak olanlar sözde bilim adamları ve aydınların toplumlarına faydadan çok zarar verecekleri açıktır.
Günümüz dünyasının gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerin aydınlarına bakıldığında, kamuoyu oluşturmada, toplumlara yön vermede etkili olan aydınların doğu ve batı toplumlarında birbirlerine tamamen ters roller üstlendiklerine tanık olunur. Batılı aydınlar, kendi toplumlarının çıkarlarını bütün Hıristiyan âleminin birlik ve beraberliğinde, sıkı işbirliğinde görürler, geçmişin acı olaylarını bunlardan yeni düşmanlıklar üretmek için değil, dostluk, anlayış ve işbirliği imkânlarını artıracak şekilde yorumlarlar, uzakları yakınlaştıracak, düşmanları dost yapacak söylemler ve politikalar geliştirmek için olağanüstü çabalar gösterirler. Bizim sözde aydınlarımız ise bütün çaba ve gayretlerini, kültürel yakınlık içinde bulunduğumuz başka toplumları bir yana bırakalım, bizi bile birbirimizden daha da uzaklaştıracak, binlerce yıllık birlik, beraberlik, dostluk ve kardeşliklerin dibine dinamit olacak, toplumda yeni yeni onulmaz yaralar, kin ve düşmanlıklar, kapanmaz uçurumlar, uzlaşmaz ayrılıklar çıkarmaya yöneltirler. Uğursuz söylemler geliştirir, batıdaki belli çevrelerce asırların birikimiyle hazırlanmış zararlı söylemleri dillendirir dururlar. Hem kendi toplumumuzdaki, hem de kültürel yakınlığımız olan diğer doğu toplum ve milletleri arasındaki ufak tefek farklılıkları, çelişki ve çeşitlilikleri, inanç, fikir ve görüş ayrılıklarını, düşmanlık ve çekememezlikleri, tarihte her nasılsa yaşanmış, ama asla yaşanmaması gereken talihsiz olayları çoğu zaman bire bin katarak dillendirmeye, tarafları ajite edip karşı karşıya getirmeye, bu arada ötekileştirip karşı taraf haline getirdiklerini aşağılamaya, onlara verip veriştirmeye bayılırlar. Belli bir amaç için üretilmiş yalan, yanlış ve uydurma haberleri, çarpıtılmış gerçekleri, bunların aslını astarını, önünü sonunu, ne amaçla ve kimler tarafından servise konulduklarını da araştırmaya gerek duymadan sürekli yayarlar, ısıtıp ısıtıp yeniden gündeme getirirler. Böylece cahil halkın ve yeni nesillerin gönüllerine habire yeni yeni düşmanlık, kin ve fitne tohumları ekerek, kendi milletlerine ve geleceklerine de en büyük kötülüğü yapmış olurlar.
Halbuki milletini seven, sorumluluk sahibi gerçek aydınların, tarihte yaşanmış acı ve olumsuz olaylardan bile toplum ve insanlık lehine ileriye dönük olumlu dersler çıkarabilme gayretinde olmaları gerekir. Nitekim batılı devletlerin ve milletlerin, aralarında kökü tarihin derinliklerine uzanan çok büyük ayrılıklar, kin ve düşmanlıklar, çıkar çatışmaları bulunduğu halde uzlaşabildiklerini, birleşebildiklerini, bir ve beraber olabildiklerini, paralarını, sınırlarını bile kaldırıp tek devlet haline gelebildiklerini görüyoruz. Ama ortak yönleri onlardan çok daha fazla olan, aynı kültürü, aynı din ve inancı, aynı keder ve sevinci paylaşan, hatta aynı dili konuşan, binlerce yıldan beri kader birliği yapan, bugün ve yarın da hepsi aynı tehlikelere maruz bulunan bizim gibi doğulular bir türlü bir araya gelemiyorlar. Bunda her iki tarafından tarih anlayışlarındaki, tarihi olayları yorumlama ve bunlardan ders çıkarma tarzlarındaki farklılıkların az mı rolü vardır?
Batılı toplumların ilim ve fikir adamları, eski olumsuz olaylardan dersler çıkararak, bir daha aynı olumsuzluklarla karşılaşmanın yollarını ararken, doğu toplumları, bire bin katılarak uydurulan yalan yanlış hikayeler, masallarla kulaklarından zehirlenip birbirlerinden daha çok uzaklaştırılıyor, birbirlerine daha düşman hale getiriliyorlar.
Tarihçilerin görevi, doğru yanlış, tutarlı tutarsız, yalan gerçek vs ayırımı yapmadan ellerine ne geçerse onları olduğu gibi gelecek nesillere aktarmak değildir. Tarihteki olayların doğru ve tarafsız bir şekilde araştırılıp nakledilmesi kadar, hatta daha da önemlisi, neden sonuç ilişkilerinin doğru bir şekilde ortaya konarak yorumlanması, bunlardan ileriye dönük yararlı dersler çıkarılmasıdır.
Sosyal konularda belli kesimleri etkilemeye, aldatıp kandırmaya yönelik güya bilimsel kitap ve yayınlardaki çoğu söylemlerin, bu amaçla yapılan araştırma değerlendirmelerin, varılan sonuçların sübjektif, peşin hükümlü ve maksatlı olduğunu anlayabilmek herkesin karı değildir. Zaman zaman doğru ile yanlış, objektif ile sübjektif, iyi niyetle kötü niyet birbirine öylesine karışır ki, bunları birbirinden ayırmak kolay olmaz. Genelde önce doğrular söylenir, ama sonra ne olursa olur, insanlar kendilerini çok yanlış bir yere, çıkmaz bir sokağa götürülmüş olarak bulabilirler. Bazen okuduğunuz bir kitapta veya makalede bakarsınız ki; dayanılan tarihi olay ve olgular, bilimsel veriler, yapılan ara tespit ve değerlendirmeler genelde doğru veya doğruya oldukça yakın olduğu halde, varılan sonuçlar ve konunun bağlandığı yer inanılmaz derecede yanlış, toplum için son derece tehlikeli, hatta korkunç olabilir. Birlik ve beraberlik şuuru verilmesi gereken toplum ve onu meydana getiren unsurlar, yanlış sonuçlara, kanaatlere, ayrılıklara, gereksiz düşmanlıklara, kinlere, öfkelere, çatışma ve tartışmalara, ihtilaflara götürülebilir.
Bütün dünyada olduğu gibi, bizim aydınlarımızın, bilim ve fikir adamlarımızın, düşünürlerimizin esas görevi de doğru yanlış, yalan gerçek, bir sürü veriyi toplayıp önümüze koymak değil, bunları süzgeçten geçirip, doğrusunu yanlışını, uydurulmuşunu gerçeğini, maksatlı olup olmayanını belirledikten sonra, bunlardan toplumun, hatta bütün insanlığın yararına olabilecek olumlu ve yararlı sonuçlar çıkaracak söylemler geliştirmek olmalıdır. Bu da toplumun gerçek çıkar ve yararlarını bilebilecek iyi bir entelektüel birikim, eşsiz bir anlayış ve feraset, bunların başında da iyi niyet, idealizm gerektirir. Olup bitenlerden, hadiselerden ziyade, bunların arkasındaki gerçek sebeplerin neler olduğu, bunları bizim nasıl görüp, nasıl değerlendirmemiz, nasıl yorumlamamız gerektiği hususu çok daha önemlidir. Aynı olay, aynı söz, aynı eylem farklı insanlarda farklı tepkiler doğurabilir. Aynı olaydan hareketle biri sarsılmaz dostluklar kurar, diğeri bin yıllık dostlukları temelinden yıkar.
Bize hiç de dost olmayan yabancı mihrak ve çevrelerce hazırlanıp, pişirilip, kotarıldıktan sonra servise konan çoğu akıl, mantık ve gerçek dışı haksız, saçma sapan söylemlerin, isnat ve iftiraların haddi hesabı yoktur. Özellikle batılı oryantalist çevreler, milletimizin, medeniyetimizin ve dinimizin kökünü yeryüzünden kazımakta kullanılmak üzere asırlardan beri gece gündüz durmadan bu tür söylemler, isnat ve iftiralar geliştirmekle uğraşıyorlar. Bu amaçla kurulan fonların, yapılan harcamaların büyüklüğünü çoğumuzun aklının hafsalasının alabilmesi mümkün değildir. Bunda şaşılacak bir şey olmadığı gibi, bunun için başkalarını kınamanın da bir anlamı yoktur. Ama bu tür olayların milletimiz açısından en üzücü ve kabul edilemez yanı, balta darbeleriyle sarsılan ağacın, baltanın sapının da kendi cinsinden olduğunu görünce üzüntü ve şaşkınlıkla irkilmesi gibi, bu çevrelerin söylemlerini yine kendi içimizden devşirdikleri sözde bilim adamı, edebiyatçı, sanatçı, fikir ve edebiyat insanı vb. geçinen entelektüellerin ağzına koyarak dillendirebilmeleridir.
Ne kadar üzücü, kırıcı ve kabul edilemez olsa da, her kötü olayda bir de olumlu ve hayırlı taraf bulunabileceği düşünüldüğünde, belki biz de bu tür abuk sabuk iddiaları bizi tarihimizle yüzleşme, tarihimizde olup bitenlerden dersler çıkarma yönünde kamçılayan ve tahrik eden fırsatlar olarak değerlendirebiliriz. Zaman zaman şöyle bir durup, başımıza gelen dertlerin, sorunların, sıkıntıların, nedenlerini niçinlerini bunun tarih içindeki köklerinin neler olabileceğini kendi kendimize sormamız, cevaplarını da uzun tarih maceramız içerisinde arayıp bulmaya çalışmamız bize sayısız faydalar sağlayacaktır. Varlığımızı, kimliğimizi ve kişiliğimizi ancak doğru bir tarih şuuruna sahip olarak geliştirip devam ettirebileceğimizi asla unutmamalıyız. Nereden geldiğini, tarih yolculuğunda hangi badirelerden, nasıl geçtiğini bilemeyenler hiçbir yere de gidemezler. Böyleleri, pek tekin ve güvenli olmayan gelecek ufuklarında oradan oraya sürüklenerek kaybolup gitmeye mahkûmdurlar.
Kısacası tarihi bir yapanlar bir de yazanlar vardır. Tarih yazmak, tarih yapmak kadar, hatta belki daha da önemlidir. Çünkü tarihçisi olmayan milletin tarihi, tarihi olmayan milletin de geleceği olamaz.
HERKESİN TARİHİ VAR DA NEDEN BİZİM YOK!
Türkler için, tarih yapan ama tarih yazmayan millet diyorlar. Belki içimizden bazılarının aklına ‘Biz tarih yazmakla vakit kaybetmeyelim. Tarihi biz yapalım, bizim tarihimizi başkaları yazsınlar.’ gibi züğürt tesellileri gelebilir. Fakat bu tür tehlikeli züğürt tesellilerinin çok yıkıcı ve ölümcül sonuçları vardır. Çünkü kimse kimseye babasının hayrına tarih yazmaz. Birisi sizin tarihinize el atıyorsa, mutlaka onu kendi yararına evirip çevirmek, ondan kendisi lehine sizin aleyhinize yararlar sağlamak için atıyordur. Afrikalılar boşuna: ‘Avcılık tarihini aslanlar değil de hep insanlar yazacak olursa ondan aslanlar lehine bir fayda beklemek ahmaklık olur’ demiyorlar. Her halde bizim de en az bu Afrikalılar kadar akıllı olmamızın, daha da önemlisi aklın gereğini yerine getirmemizin zamanı gelmiştir.
Yukarıdaki bölümlerde tarih yazmanın ne kadar önemli ve gerekli bir şey olduğu, kendi tarihini kendi tarihçilerine yazdıramayan milletleri bekleyen tehlikeler üzerinde yeterince duruldu. Bizim için de kabule şayan hiçbir mazereti kalmayan, bu hayat memat, ölüm kalım meselemizin daha fazla geç olmadan farkına varabilmemiz, bir an önce de kendi tarihini başkaları değil, kendisi yazmış milletler kervanına katılmamız gerekmektedir. Aksi takdirde zamanın insafsız girdapları içinde çözülüp, dağılma, bölünüp parçalanma tehditlerinden kurtulamayız.
BAŞKALARI NASIL TARİH SAHİBİ MİLLET OLDULAR
Söz buraya kadar gelmişken, başka milletlerin nasıl tarih sahibi oldukları, bizim bunu nasıl ıskaladığımız, kendi tarihimizi niçin kendimiz yazamadığımız gibi konulara de değinme ihtiyacı kendini hissettiriyor. Öyleyse biz de bu konulara kısaca da olsa değinip geçelim.
İlk menkıbevi hükümdar olan Keyumers ile baslayan Şehname’de kronolojik bir sıra ile her hükümdara bir bölüm ayrılmış, 3. Yezdcird’e kadar elli hükümdarın hayatları ve savasları anlatılmıştır. Tarih ile mitolojiyi harmanlayıp mitolojiyi tarihe, tarihi de mitolojiye çeviren bir eser olan Şehname konu edindigi olayları masal ile tarih arasında bir üslup içinde vermektedir. Baştan sona İran-Turan mücadelesini konu edinen, iran ın her şeyini yeryüzündeki her şeyden üstün tutan milli bir ruh ile yazılmış olan Şehname Türk yöneticilerini ve Türk edebiyatını da çok derinden etkilemiştir. Öyle ki Anadolu Selçuklu sultanlarının Pişdâdiyân hanedanından sonra key sülalesinden gelen Keykavus, Keykubat, Keyhüsrev gibi isimlerini aldıkları görülür. Bir milletin hükümdarlarının, kendi ecdadının, kendi kahramanlarının değil de, üstelik de hak dine inanmamış ezeli düşmanlarının adını, unvanını benimsemesi herhalde bize özgü garipliklerdendir. Edebiyatımızda da aynı şey söz konusudur. Kendi destanlarımızın yüzüne kimse bakmazken, Dede Korkut Hikayelerinin yazma nüshaları kütüphanelere alınmaya bile layık görülmezken, edebi eserlerimiz Şehname’de adı geçen İran’ın ateşperest kahramanlarına yapılan göndermelerle, atıflarla, telmihlerle doludur. O kadar ki Şehnameyi baştan sona iyice okuyup anlamadan, bizim divan şiirimizden çoğunu okuyup anlayabilmek mümkün değildir.
TÜRKİYE’DE TARİH İLMİNİN GERİ KALMASININ SEBEPLERİ
Çağdaş tarih ilmi ve felsefesi bir yana, dünya tarihinin en geniş ve en önemli konularından birisi olan kendi tarihimiz, yani Türk Tarihi konusunda da dünyanın en geri kalmış ülkelerinden biri olduğumuz, çağdaş anlamda tarihçi ve tarih felsefecisi yetiştiremediğimiz biz kabul etsek de etmesek de bizim acı gerçeklerimizdendir. Tarihimizin modern tarihçiliğin yol ve yöntemleri de kullanılarak enine boyuna incelenip araştırılması, bunlardan günümüze ve geleceğimize ışık tutacak yararlı sonuçlar çıkarılması son derece hayati bir önem taşımasına rağmen, Türk Tarihi ve tarih incelemeleri konusunda bu kadar geri kalmamamızın acaba ne gibi nedenleri vardır?
Bazı tarihçiler bunu, Türklerin dünyanın çok geniş coğrafyalara yayılmış, çok dağınık bir millet olmasına bağlıyorlar. Elbette bu da yabana atılamayacak bir görüştür. Yazılı kaynaklarda daha çok Turanî de denilen, Ural-Altay ırklar grubunun Altay dalından bir kavim olarak söz edilen Türklerin esas anayurdu, bugünkü bilgilerimize göre Aral Gölü-Altay Dağları-Tanrı (Tiyanşan) Dağları arasında kalan ve Balkaş Gölünü de içine alan büyük üçgendir. Bunu daha daraltan ve genişleten görüşler de eksik değildir. Türkler, tarihin çok erken zamanlardan itibaren, kendi anayurtlarından çevreye ve neredeyse dünyanın her tarafına hızla yayılmışlar, tarihe yön vermişler, pek çok tarihsel olayda rol almışlar, hiçbir milletle kıyaslanamayacak büyüklükte geniş coğrafyalar üzerinde akıl almaz batıp çıkmalar, inanılmaz maceralar yaşamışlar, çağlar açıp çağlar kapamışlardır. Örneğin, çok eski devirlerde kuzey-doğuya ilerleyerek Çin’in kuzeyine yerleşmişler, İrani kavimlerle karışıp Saka (İskit) adı altında batıya akmışlardır. Geniş Kuzey Asya coğrafyası dışında, Avrupa’da, Afrika’da, Çin’de, Hindistan’da da büyük devletler, hanedanlıklar kurmuşlardır.
Bu kadar geniş coğrafi alanlarda, bu kadar çok ve değişik olaylarla ilgili darmadağınık bilgi ve belgelerin, kaynakların derlenip toparlamasının, tasnif edilip değerlendirilmesinin güçlüğü ortadadır.
Ayrıca Türkler, öteden beri başka milletlerle çok kolay kaynaşıp karışabilen bir millet olagelmiştir. Türklerdeki bu uzak ülkelere dağılma, oralarda yaşayan insanlarla kolay karışıp kaynaşma özelliği, esas köklerinden, kültürlerinden uzaklaşmalarında önemli bir etken olmuştur. Bu gün bile dünyanın başka ülkelere gidip yerleşen Türklerin, yerli halkla çok kolay kaynaşıp anlaştığı, ancak aradan birkaç yıl geçtikten sonra kültürün en önemli unsurlarından biri olan Türkçe aksanlı konuşmaya başladığı, çoluk çocuğunun ise doğru dürüst Türkçe konuşamadığı, birkaç nesil sonra da tamamen unuttukları bilinen bir gerçektir.
Bir başka etken olarak da Türklerin dünyanın en çok alfabe ve yazı değiştiren milletlerinden biri olması gösterilmektedir. Tarih boyunca, Göktürk, Soğd, Uygur, Mani, Brahmi, Çin, Runik, Arap, Süryani, Ermeni, Rum, Latin, Slav vb gibi alfabeler kullanmışlardır. Bu alfabeler içinde Göktürk, Uygur, Arap ve Latin alfabeleri belli dönemlerde daha yaygın olarak kullanılmış, milli alfabeler haline gelebilmişlerdir. Fakat yeni alfabeye geçişten sonra eski alfabelerin unutulması, neredeyse dönüp bakılmaması, kültürel köklerden ve temellerden uzaklaşmalara, kopmalara, yazılı kültürün de o yazılarla beraber unutulmasına neden olmuştur. Örneğin yazımızın konusu Orhun Âbidelerinin yazıldığı Göktürk alfabesi, Uygurların da kendi alfabelerini kullanmalarıyla tamamen unutulmuş, bu yazıyı çözümleyip yeniden okumak Türk bilim adamlarına değil, yabancı bilim adamlarına nasip olmuştur. Türklerin bin yıldan fazla kullandıkları Arap harflerinin bırakılıp, onun yerine Latin alfabesinin kullanılmaya başlanılmasının üzerinden çok da uzun bir süre geçmediği halde, Türk aydınları arasında bile bu yazının neredeyse okuyanı yazanı, bin yıllık o büyük kültür birikimi içerisinde neler olduğunu merak edenler bile kalmamıştır. Nitekim eski harfli ve el yazma eserlerin bulunduğu kütüphanelere gidildiğinde, buralarda çalışanların neredeyse tamamının yabancı bilim adamları olduğu, Türk bilim adamlarının ve araştırmacılarının ise parmakla sayılabilecek kadar az olduğu görülür. Hâlbuki bilim ve kültür, yazıya ve yazılı kaynaklara dayanır. Kendi yazılarını ve kendi kullandığı alfabelerle yazılmış eserleri, belge ve dokümanları okuyup anlayamayan, kendi tarihini ve kültürünü yabancılardan öğrenmeye çalışan bir anlayışla tarih biliminin ülkenin ve milletin geleceğine yararlı bir şekilde gelişebileceği beklenemez…
Tarihin en eski devirlerinden beri varlığını sürdüren, devlet kurmada çok başarılı olan, pek çok bağımsız devletler kuran Türkler, aynı başarıyı önemli tarihi bilgi ve belgelerin muhafaza edildiği devlet arşivleri oluşturmada da göstermişler, arşivciliğe büyük önem vermişlerdir. Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları üzerinde çok geniş bir coğrafyada altı yüzyıldan fazla hüküm süren ve dünyanın en büyük devleti durumuna gelen Osmanlı Devlet Arşivleri bunun en güzel örneklerinden biridir. Osmanlı arşivleriyle boy ölçüşemeseler de hemen hemen bütün Türk devletlerinin ciddi devlet arşivlerinin bulunduğu, Türk devletlerinde arşivcilik geleneğinin çok eskilere dayandığı bilinen bir gerçektir. Eski Uygur şehirlerinde yapılan kazı ve araştırmalarda, Uygurların (745-840) idare ve kültür hayatına ışık tutan çok zengin devlet arşivleri bulunması bu gerçeğin somut delillerindendir.
Devlet arşivleri, hem dünya, hem bölge tarihinin, hem de kendi tarihimizin aydınlatılmasında birinci derecede önemli kaynaklardır. Örneğin, Osmanlı Devlet arşivleri, yalnız Osmanlıların tarihi, siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki, medeni hayatının, geçmişinin tam ve doğru olarak ortaya çıkarılmasında değil, eski Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş otuzu aşkın devlet için de en sağlam ve en önemli kaynak durumundadır. Osmanlı arşivleri iyice incelenmeden, bu ülkelerin ve devletlerin tarihlerinin tam anlamı ile bilinmesi ve yazılması mümkün değildir. Çünkü bu devletlerin en az 500 yıllık tarihlerinin ana kaynakları Osmanlı Devlet Arşivlerindedir. Bu ülkelerin tarihi geçmişleri, sosyal, ekonomik, siyasi, idari durumları, nüfusları, etnik kökenleri vb gibi konularda araştırmalar yapanlar için bu arşivler, bir hazine, çok zengin ve birinci derecede önemli tarihi kaynaklardır.
Türk devletlerinin çok zengin ve düzenli arşivler kurmadaki başarılar, bunların en iyi şekilde korunup kollanmasında, tasnif edilip düzenlenmesinde, bu arşivlerin varlığını anlamlı ve yararlı kılacak yeterli bilimsel çalışmalar ve sistemli bilgilerle gelecek nesillere ulaştırılmasında gösterilememiştir. Bu önemli dokümanların, bilgi ve belgelerin büyük çoğunluğu savaş, yıkım, yağma, imha, tahrip gibi değişik sebepler yüzünden kaybolmuş, günümüze ulaşamamıştır. Örneğin, Osmanlı Devletinin kuruluş dönemi ile ilgili çok önemli tarihi belgeler, o zamanki başkent Bursa’nın ve buradaki Devlet arşivinin, Timur istilası sırasında yakılıp yıkılmasıyla yok edilmişti. Fatih devrinden Kanuni zamanına kadar geçen bir asırlık dönem içinde Osmanlı Arşivi’ne intikal eden belge ve defter azdır. Bu dönem hakkında bilgi alınabilecek arşiv malzemesi birkaç yüz defterden ibarettir.
Asırları aşıp gelebilen arşivlerimizin yakın dönemlerde bile başına gelenler ise; yürek yakan, insanın içini sızlatıp burkan, içler acısı, düşündürücü ve ibretlik olaylar cümlesindendir. Bu büyük hazinelerimizin kıymetlerinin bilinmemesi, layık oldukları şekilde korunup kollanmamaları bir yana, bunların kurtulunması gereken bir çöplük gibi görülmelerine tanık olunmuş; arşivlerimiz dünya arşivcilik tarihinde benzeri görülmemiş bir sorumsuzlukla, 1931 yılında, Bulgaristan’da kağıt üreten İsviçre sermayeli Berger Fabrikası’na, hurda kağıt olarak satılmıştı. Bunların çok değerli arşiv malzemeleri olduğunu anlayan Bulgar makamları konuya el koydular. Olayın duyulup, bir gurup Türk aydınının da basın yayın organlarında yazılar yazmaları, yetkililere başvurup görüşmeler yapmaları üzerine Osmanlı Arşivlerinden tamamen kurtulmak (!) isteyenler bu emellerine ulaşamadılar. Ama 1.500.000 civarında, defter, belge, evrak vb gibi paha biçilmez arşiv malzemeleri Bulgaristan’a hurda kâğıt fiyatına satılmış oldu. Bu belgeler, Bulgarlar tarafından Kiril ve Metodiy Milli Kütüphanesi, Şarkiyat Şubesi’nde koruma altına alındı, tasnif edilerek arşivlendi. (Bulgaristan’a Satılan Evrak ve Cumhuriyet dönemi Arşiv Çalışmaları, T.C. Başbakanlık, DAGM, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, 19, Ankara, 1993.)
Tarih belgelere dayanan ve belgelerin diliyle konuşan bir bilimdir. Yazılanlar belgeye dayandırılamıyor, mevcut belgelerden doğru dürüst yararlanılamıyorsa yazılanlar ve söylenenler inandırıcı olmaz. Yakın dönemde gerçekleşen, milletimizin bekası ve geleceği için hayati önemdeki tarihi olaylarda, milletimize yönelik gerçek dışı isnat ve iftiralarda bile, gerçekleri herkesin inanabileceği şekilde ve tam bir tarafsızlıkla ortaya koyabilecek, bilimsel açıdan kimsenin itiraz edemeyeceği, güvenilir kaynaklar, deliller, kanıtlar, belgeler üzerinde yeterince çalışılmamış, bunlardan güvenilir bilimsel yeteri kadar eserler hazırlanmamıştır. Tarihi belgelerin toplanması, hazırlanması ve tasnif edilmesinde, gerçek anlamda tarihçi yetiştirmekte bu kadar büyük ihmallerin, ilgisizliklerin olduğu, en değerli arşiv belgelerinin bile kıymeinin bilinmediği, yararlanma bir tarafa gerektiği gibi kollanıp korunmadığı, hatta zaman zaman imha edildiği, devlet arşivlerinde asırlardan beri saklanan tarihi belgelerin bile hurda kağıt olarak yok pahasına yabancı ülkelere satıldığı devirlerin dönemlerin yaşandığı bir toplumda tarih biliminin gelişmesini beklemek fazla hayalcilik olur.
Onca kötü niyetli tutum ve davranışlara, kasıt ve ihmallere rağmen Osmanlı arşivlerinden günümüze yine de 150 milyon civarında belge ve 366 bin defter ulaşabilmiştir. Fakat ne yazık ki bu belgelerin daha yarısı bile tasnif edilememiştir. Hâlbuki tasnif, bu arşivlerden yararlanmada daha ilk aşamadır. Ancak tasniften sonra belgelerden tarihimiz, geçmişimiz, ülkemiz, geleceğimiz ve bilim dünyası için nasıl yararlanılabileceği gibi hayati sorular ve sorunlar gündeme gelebilir. Bu alandaki uzman personel, kaynak ve imkân yetersizlikleri, ilgisizlikler ve umursamazlıklar göz önüne alındığında geri kalan belge ve defterlerin tasniflerinin ne zaman tamamlanacağı sorusunun cevabı tam bir muamma olduğu gibi, bunlardan yararlanabilecek nitelikte tarihçilerimizin, bilim adamlarımızın yok denecek kadar az olması bir başka acı durumdur.
Çok eski dönemler bir bir yana, Tanzimat, Meşrutiyet, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet dönemi gibi yakın tarihimizin en önemli olaylarının bile bilimsel bir zihniyetle, doğru dürüst yazılmadığını, hatta yazılabilmesi için gerekli bilgi ve belgelerin bile toplanmadığını, tarihimizin yazılmasının yabancı ellere bırakıldığını, bunlarla ilgili basında çıkan değişik yazılarda pek fahiş hatalar, tahrifler, saptırmalar olduğunu, yalan yanlış yayınlarla gençliğin fikirlerinin uyuşturulduğunu Kurtuluş Savaşımızın ünlü komutanlarından Kazım Karabekir Paşa de tespit ve teşhis etmekte, bu anlayıştan ve tutumdan acı acı yakınmaktadır. Uygar toplumlarda, her olaydan sonra o olayla ilgili olanların hatıralarını yazıp, bunu milletlerinin, dünyanın ve tarihin huzuruna arz etmeyi bir görev bildikleri halde, bizim tarihimizin en önemli olaylarının içinde yoğrulan önemli şahsiyetlerin bile bu önemli görevi doğru dürüst yerine getirmediklerine, milletin ve tarihin hakkı olan gerçeğin çoğu zaman onlarla beraber mezara gömüldüğüne işaret etmekte, bunun feci bir cinayet olduğunu, özellikle tarihsel konularda yanlış bilginin felaket kaynağı olduğunu belirtmektedir (Kazım Karabekir, Paşaların Hesaplaşması, İstiklal Harbine Neden Girdik, Nasıl Girdik, Nasıl İdare Ettik?, sayfa 19-29’dan özet, Emre Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, Hazırlayan: Prof. Dr. Faruk ÖZERENGİN).
Modern tarihçiliğin geçmişinin ülkemizde çok yakın olması, tarih ilminin öneminin yeterince farkına varılamaması, sadece eski tarihimizin değil yakın dönem ve yeni tarihimizin üzerine bile ciddiyetle, yeterince ve doğru bir şekilde eğilinmemesi, üstelik önyargılar, saptırmalar ve çarpıtmalardan doğan yanlışlıklara prim verilmesi de bu geri kalmışlığı hazırlayan önemli sebeplerdendir.
Öte yandan, bütün olumsuzluklara, bilgi eksikliğine, çarpıtmalara, saptırmalara rağmen, Türk milletinin, yaşadığı bütün olayları yüksek irfanıyla ve vicdanıyla çok da doğru bir şekilde özümseyip değerlendirebilmesi, o tecrübelerin birikimiyle eşsiz bir tarih bilincine sahip olması, bununla varlığını, birliğini ve dirliğini sürdürmeye çalışması belki de sırf bu millete has özelliklerdendir. Fakat Türk milletinin bu üstün özellikleri, yine de tarih biliminin önemini, tarih bilimi ve felsefesiyle uğraşan ve uğraşması gereken bilim adamlarımızın ve aydınlarımızın görev ve sorumluluklarını azaltmamakta, aksine daha da artırmaktadır.
Ülkemizdeki üniversiteler, bilimsel yeterlilikte dünya üniversiteleri arasında ilk beş yüze bile giremiyorlar. Ülkemizde başta tarih olmak üzere her alandaki bilimsel çalışmalar hem sayı olarak çok az, hem de kalite, nitelik olarak çok yetersiz, bu alandaki ihtiyaçları karşılamaktan da çok uzaktır. Ortaya bilim dünyasında saygınlığı, itibarı olabilecek, değer verilebilecek türden eserler ve ürünler konamadığı için, başta tarihçilerimiz olmak üzere bilim adamlarımızın ve entelektüellerimizin bilimsel çalışmalarına, fikir ve görüşüne dünya bilim çevrelerince itibar edilmemektedir. Bilimsel çalışmalarda yaya kalan bazı bilim adamlarımız, bu sefer popüler olmanın, birilerinin gözüne girerek ikbal, mevki, makam ve maddi imkânlar devşirmenin yolunu kendi milletlerine ve dinlerine sövmekte, bu tür haksız, insafsız, gerçek dışı, abuk sabuk isnat ve iftiraları dillerine dolamakta aramaktadırlar. Batının bilimsel ve yarı bilimsel çevrelerinin, bir bilim ve fikir adamı olarak hiç değer vermedikleri, içlerine kabul edilmeye değer bulmadıkları bizim sözde bilim ve fikir adamlarımızın sadece patenti kendilerine ait saçmalıklarına ve bunları dile getirip destekleyen sözlerine kulak kesilip itibar etmeleri, ne kadar saçma ve gerçek dışı olduğunu kendilerinin de bildikleri bu saçmalıkları bir kere de onlardan alıp güya çok yeni, doğru ve bilimsel gerçeklermiş gibi bize karşı kullanmaya kalkmları ayrı ibretlik olaylardandır. Bu saçmalıkların sadece dillendiricileri oldukları halde, sanki bunların sahibi ve üreticileriymiş, daha da vahimi sanki bunlar çok büyük ve çok önemli sözler, büyük bilimsel buluşlarmış gibi ortalıkta kasılarak dolanmaları da zavallılığın bir başka göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.