Ana SayfaManşetOSMAN BATUR İSLAMOĞLU

OSMAN BATUR İSLAMOĞLU

DOĞU TÜRKİSTAN CİHADININ ÖLÜMSÜZ KAHRAMANI:

OSMAN BATUR İSLAMOĞLU

(1899-28 Nisan 1951)

Mustafa ATALAR

Doğu Türkistan, Türk milletinin millet olarak ortaya çıkışına, oluşumuna, eşiklik, beşiklik ve tanıklık etmiş, Türklerin ata ve ana yurdu olması bakımından da ayrı bir yere ve öneme sahip, Türk ve İslam dünyasının gözbebeği coğrafyaların başında gelir. Binlerce yıl boyunca özgür ve bağımsız yaşamış, esaret yüzü görmemiş bu bölge 1878 yılından itibaren Çin istilasına ve işgaline uğramış, bu tarihten sonra ise dünyanın en acılı, en sancılı ve en sorunlu bölgelerinden biri haline gelmiştir. Doğu Türkistan denilince artık akla ilk önce, her türlü insanlık dışı ve tüyler ürpertici işkence tekniklerinin, tecavüzlerin, zulümlerin, vahşet, soykırım ve asimilasyon politikalarının acımasızca ve pervasızca uygulandığı, sürgünlerin, kolektif kürtaj cezalarının, mecburi kürtajların, zorunlu doğum kontrolü uygulamalarının, diri diri gömülüp öldürülmelerin, çalışma kamplarında ölesiye çalıştırılmaların sıradanlaştığı bir bölge geliyor.

Doğu Türkistan’ı 1878 yılında işgal eden Çinliler, bu bölgeye zorla ele geçirilmiş yeni ülke anlamına Xinjiang (Şincan) adını verdiler. Bölge 1933 yılına kadar, idari açıdan Çin’e bağlı, iç işlerinde ve faaliyetlerinde oldukça bağımsız askeri valiler elinde yönetilmeye çalışıldı. Bir yandan da vahşice ve barbarca yönetim teknikleri uygulanmaktan geri kalınmıyordu. Bölgenin Türk ve Müslüman halkı bu işgali ve oldubittiyi asla benimsemedi, kabullenmedi. İlk işgal yıllarından bugüne kadar bölgede sayısız isyanlar, başkaldırılar, özgürlük ve bağımsızlık hareketleri ortaya çıktı.

DOĞU TÜRKİSTAN İSLAM CUMHURİYETİ (12 Kasım 1933-1937)

1931 yılında Doğu Türkistan’ın Kumul şehrinde başlayan bağımsızlık mücadelesi 1933 yılına kadar genişleyerek büyüdü ve Doğu Türkistan’ın tümüne yayıldı. Çin kuvvetleri her yerde mağlup ve perişan edildi. Nihayet 12 Kasım 1933’de başkenti Kaşgar olan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti (12 Kasım 1933-1937) resmen kurularak bütün dünyaya ilan edildi. Milli meclis tarafından, mavi zemin üzerine beyaz ay yıldızlı ‘Gök Bayrak’ yeni devletin bayrağı olarak kabul edildi. Hacı Niyaz Hoca, cumhurbaşkanı seçildi. Genç cumhuriyetin Dışişleri Bakanı Kazım Can Hacı, Hindistan’dan Ankara’ya: ‘Gök Bayrak’tan Al Bayrağa selam olsun!’ şeklinde çok anlamlı bir telgraf çekmiş; böylece hem Doğu Türkistan’daki Türk Devletinin kuruluş müjdesini vermiş, hem de Ankara’ya bağlılıklarını dile getirmişti.

İç savaşlarla ve komünist gerillalarla başı iyice dertte olan zamanın Çin hükümeti, Doğu Türkistan meselesini kökünden halledebilmek için Sovyet Rusya’yla anlaşma yolları aramaya başladı. Sovyet Rusya ise, Doğu Türkistan’daki özgürlük ve bağımsızlık hareketinin burada kalmayacağını çok iyi bildiği, çok geçmeden Kafkasya, Kırım, Orta Asya gibi bölgelerde yaşayan Türk ve Müslüman halka da örnek teşkil edeceğinden korktuğu ve çekindiği için Doğu Türkistan’daki bağımsız Türk devletinin kurulup yaşamasını çıkar ve menfaatlerine aykırı görüyordu. Bu yüzden Çin’in işbirliği teklifini hemen ve tereddütsüz kabul etti. Sovyetler, Çinli kıyafetleri giydirilmiş kızıl ordunun tam teçhizatlı, modern silahlarla donatılmış seçkin birliklerini Doğu Türkistan üzerine sevk etti. Çin, Rus ve Moğol ittifakından oluşmuş ağır silahlı, tam teçhizatlı büyük güçlere karşı derme çatma silahlarla mücadele etmeye çalışan Doğu Türkistan Türkleri, bu orantısız güçlere karşısı destansı mücadeleler verdiler, ancak yine de yenilmekten kurtulamadılar. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti 1937 yılında yıkıldı. Ruslar, işgal ettikleri Doğu Türkistan’da 300 binden fazla kişiyi tutuklayarak büyük bir tasfiye hareketine giriştiler. Aralarında Cumhurbaşkanı Hacı Niyaz Hoca’nın da bulunduğu tutuklulardan binlercesi vahşice ve acımasızca şehit edildi.

Doğu Türkistan Müslümanları her zaman ve her türlü yabancı işgal ve istilasına karşı kanlarıyla, canlarıyla, mallarıyla var güçleriyle mücadele ettiler, direndiler ve karşı koydular. 1878 yılında başlayan Çin işgalinden bu yana Doğu Türkistan Müslümanlarının kanları, canları ve insan gücünün üstünde fedakârlıklar pahasına sürdürdükleri bu şanlı, onurlu, büyük ve amansız mücadelenin sembol isimlerinden, ölümsüz kahramanlarından, unutulmaz liderlerinden, efsanevi mücadele erlerinden ve önderlerinden biri de Osman Batur (1899 – 28 Nisan 1951)’dur.

OSMAN BATUR VE CİHADI

1930’ların başlarından itibaren yeni bir ivme kazanan Doğu Türkistan Müslümanlarının hürriyet ve bağımsızlık mücadelesi, Altay bölgesindeki Uygur ve Kazak kökenli Müslüman Türk liderlerin önderliğinde, özellikle de 1940 yılından itibaren Osman Batur’un da bu mücadele katılmasıyla yeni bir safhaya girmiştir. Osman Batur, Sovyet Rusya, Çin ve Moğolistan yönetimlerine karşı verdiği amansız mücadelede destanlar yazmış, kazandığı büyük başarılarla efsane kahramanlar arasında haklı bir yere ve üne kavuşmuştur.

Doğu Türkistan’daki bu büyük, şanlı, destansı ve haklı mücadelenin destanlaşmış, efsaneleşmiş önderlerinden, liderlerinden, yiğitlerinden ve kahramanlarından biri olan Osman Batur İslamoğlu, 1899 yılında, Doğu Türkistan’ın Altay vilayetinin, Köktogay bölgesi, Ondurgara Ağulunda basit bir çiftçi ailesinin oğlu dünyaya geldi. Altay Kazak Türklerinin Orta Cüz kolu, Kerey boyundan, Molki aşiretine mensuptu. Babası İslam Bey ve annesi Ayça Hanım, oğullarına Osman adını verdiler. Kahraman ve yiğit anlamına gelen Batur lakabı ise ona, gösterdiği büyük kahramanlıklar nedeniyle sonradan verilmiştir.

Küçük Osman, Altay Dağları eteklerinde yaşayan diğer Kazak gençleri gibi bölgenin örf ve adetlerine uygun olarak yetişmiş, 40 yaşlarına kadar tarım, hayvancılık ve çobanlıkla uğraşarak geçimini sağlamıştı. Daha küçük yaşlarından itibaren, ata binmeyi, kılıç kuşanmayı ve güreş tutmayı öğrenmiş, usta bir binici, iyi bir avcı ve savaşçı olarak yetişmişti. Düzenli bir eğitim ve tahsil görmemesine rağmen, kuvvetli bir kişiliğe, olağanüstü bir siyasi görüşe ve ferasete sahipti. Sadece muhataplarının değil, çok uzaklardaki insanların bile zihinlerini okuyabilecek, gerçek maksatlarını sezebilecek bir ileri görüşlülüğü vardı. Cesareti, azim ve kararlılığı, tutarlılığı, liderlik kabiliyeti, askeri dehası, savaş sanatındaki kabiliyeti ve ustalığı, dürüstlüğü, sağlam karakteri, asil yüreği ve yaptıklarıyla ölümsüzlüğü, gelecek nesillere örnek gösterilmeyi hak etmiş, ilham kaynağı olmuş önemli bir şahsiyettir.

Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti (12 Kasım 1933-1937) zamanla zaafa uğratılarak yıkıldıktan ve Rusların oyuncağı haline geldikten sonra, imanlı ve şuurlu Müslümanlar, sadece Ruslara karşı değil, işbirlikçi hükümetlere karşı da direnmek ve bağımsızlık mücadelesi vermek zorunda kaldılar. İşbirlikçi hükümetlerin ileri gelenleri, kendilerinin yabancı düşmanlarla iyi ilişkiler geliştirme, iyi geçinme ve onlarla işbirliği içinde olma politikalarının en iyi politika olduğunu öne sürüyorlar, halkı kendi taraflarına çekmeye uğraşıyorlardı. Hükümet yetkilileri halka, Osman Batur gibilerin mücadelesini, sonu olmayan, ülkeyi felakete sürükleyecek bir mücadele olarak tanıtmaya, bu tür propagandalarla onu ve yoldaşlarını halkın gözünden düşürmeye çalışıyorlardı. Osman Batur gibi bağımsızlık yanlılarının direnişlerini kırabilmek, bunları yakalayıp bertaraf edebilmek için türlü hileye ve düzene başvuruluyordu. Savaş alanlarında yenemeyeceklerini anlayan yabancı işgalciler ve onların yerli işbirlikçileri Osman Batur’u da suikastle öldürebilmek için peşine adamlar taktılar. Fakat ne yaptılarsa bir türlü başarılı olamadılar, hatta onu öldürmek için peşine taktıkları kendi adamlarının bile onun tarafına geçmesi karşısında ne yapacaklarını iyice şaşırdılar.

Doğu Türkistan’da zamanla daha etkin hale gelmeye başlayan Çinliler, yaptıkları zulümleri 1939 yılından sonra daha da artırarak doruğa çıkardılar. Müslüman – Türk önderler peş peşe tutuklanıyor, giden geri gelmiyor, tutuklananlardan bir daha haber alınamıyordu. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü sonuçları alamıyorlar, özellikle de Altay dağlarında başına buyruk yaşayan Müslüman Kazakları dize getirmekte ve itaat altına almakta çok zorlanıyorlar, bu da onları çileden çıkarmaya fazlasıyla yetiyordu. 14 Ocak 1940 günü Altaylardaki Köktogay kasabasının Çinli kaymakamı, bütün halkı bir mescide topladı. Ayağında kirli çizmeler olduğu halde saygısızca camiye girerek minbere çıktı. Halka gözdağı vermek için onları aşağılayıcı, küçümseyici, aşırı derecede rencide ve provake edici, küfür ve hakaretlerle dolu bir konuşma yapmaya başladı. Bu çirkin hareket adeta bardağı taşıran son damla oldu. Bu kadar aşağılanmaya tahammül edemeyen halk, kaymakamı minberden yaka paça alaşağı ettiler. Çıkan kavga ve çatışmada kaymakamla beraber yanındaki 37 Çinli de öldürüldü. Bölgede uzun yıllardan beri devam eden rahatsızlık ve huzursuzluk, bu olayla artık bir kere daha gerçek bir isyana dönüşmüş oluyordu.

Köktogay’da meydana gelen olaydan sonra Çin yönetimi, eskisinden çok daha sert, acımasız ve aşırı karar ve uygulamalarla halkın üzerindeki baskıları her geçen gün biraz daha artırma yolunu tuttular. Halktan ellerindeki bütün silahların ve liderlik özelliğine sahip bağımsızlık yanlısı, şahsiyetli kişilerin kendilerine teslim edilmesini istediler. Zamanın işbirlikçi hükümeti de onlara destek oluyor, sureti haktan görünerek halkı ellerindeki silahları teslime ikna etmeye çalışıyordu. Halkı mücadeleden vazgeçirmek ve Çinlilere boyun eğmeye razı edebilmek için:

  • Elimizdeki bu derme çatma, üç beş basit silahla arkasında koskoca Çin olan

hükümete karşı biz yapabiliriz?! En iyisi silahlarımızı teslim edelim de bunların düşmanlığından kurtulalım, diyorlardı. İşbirlikçi yöneticiler bu tür telkinleriyle halkı kandırmakta ve onları mücadeleden vazgeçirmekte oldukça başarılı oldular. Osman Batur’un kendi ailesinden bazıları, hatta öz babası bile silahlarırnı teslim etmeye razı edildiler. Osman Batur’un yaşadığı çevredekiler ve aile büyükleri silahlarını teslim ederlerken o buna hiç yanaşmadı ve isyan ederek dağlara çıkmaya karar verdi. Kendisine de silah bırakmayı öğütleyenlere:

  • Hayır! Ben asla silahımı kendi elimle Çinlilere teslim etmem. Bugün

silahlarımızı alanlar, yarın her gelir şeyimizi alırlar. Güçleri yetiyorsa gelsinler silahımı kendileri alsınlar, sözleriyle tepki gösterdi. Osman Batur’un yiğit ve imanlı annesi de oğluyla aynı fikirdeydi. Oğluna ve herkese hitaben:

  • Ben oğlumu bugünler için doğurdum! Çinli katiller, asırlardır koyun

boğazlar gibi bizleri boğazlayıp, öldürüp duruyorlar; bize her türlü zulmü reva görüyorlar. Şimdi durup elimizi kolumuzu bağlayarak; evimizi barkımızı, yurdumuzu ocağımızı çiğnemelerine, yakıp, yıkmalarına, yağmalamalarına seyirci mi kalacağız? Bizim haklı ve şanlı mücadelemizde şimdiye kadar nice şehitler verildi. Bizim canımız, bizden önce ölenlerin canlarından daha değerli değildir. Bizler de oğullarımızı, evlatlarımızı böyle zorlu günler için, canımızı, malımızı, ırzımızı, namusumuzu ve çaresiz mazlumları korusunlar diye doğurduk. Bizden öncekiler gibi, bizden sonrakilerin yaşaması için ben de, oğlum da, beni seven bütün çocuklarım da bu yolda seve seve ölmeye razıyız ve hazırız! diye haykırmış, herkesi de kanlarının son damlasına kadar mücadele etmeye çağırdı.

Kurtuluşun topyekun bir savaştan geçtiğine inanan Osman Batur, mevcut şartlar

altında direnişin dağlardan başlatılması, gerilla savaşı yöntemiyle mücadelenin dağlardan yürütülmesi gerektiği kanaatindeydi. Osman Batur’a ilk inanan ve ardından gelenlerin başında büyük oğlu Şerdiman ve yakın arkadaşı Süleyman vardı. Osman Batur’un düşüncesi ve başlattığı mücadele, çok geçmeden Türkistan’ın her tarafında duyuldu, milletin geniş kesimlerinin desteğini ve sempatisini kazandı. Pek çok kişi hiç tereddüt etmeden hemen onun peşine takıldılar ve onunla beraber özgürlük ve bağımsızlık ateşini yeniden alevlendirmek için dağlara yöneldiler. Kısa zamanda Osman Batur’un çevresinde cesur, gözü pek, atılgan, tecrübeli savaşçılardan oluşan hatırı sayılır bir kuvvet toplandı. Dağlarda kurdukları pusularla Çin kuvvetlerine büyük kayıplar verdiren Osman Batur ve adamlarının namı ve şöhreti her gün biraz daha yayılıyor, saflarına katılan direnişçilerin sayıları da hızla artıyordu. Bağımsızlık mücadelesini sürdürebilmek için dağlara çekilen Osman Batur, esarete isyanın ve özgürlüğün fitilini Altay Dağlarında yeniden ateşlemiş, dağlarda yankılanan bir isyan türküsü haline gelmişti. Onun ve binlerce yoldaşının gönlüne düşen isyan ateşi, milletin önünü aydınlatmış, onların mücadele azmi ve kararlılığı, analarının, babalarının sımsıcak dualarıyla herkesin gönlünde hürriyet aşkı, vatan sevdası, özgürlük ve tam bağımsızlık ideali yeniden canlanmıştı.

Altaylarda Çinlilere karşı girişilen bağımsızlık mücadelesinde kahramanlığı, yenilmez ve yorulmaz inatçı savaşçılığıyla tanınan Osman Batur, Temmuz 1943’e kadar Çinlilere silah teslim etmeyen Müslümanların lideri olarak öne çıktı. Osman Batur önderliğinde dağlara çıkan, Çin ve Rus kuvvetlerine karşı şanlı bir direniş başlatan Altay’lı Müslümanlar, işgalci düşmana ve onun yerli işbirlikçilerine karşı birbiri ardına düzenledikleri saldırılarda üstün başarılar kazandılar, adeta onlara dünyayı dar ettiler. Bu da onlara ve haklı mücadelelerine olan yoğun ilgi ve desteği daha da artırıyordu.

1940’ta başlayan, Ekim 1941’den Temmuz 1943’e kadar dağlarda yüksek yoğunluklu bir gerilla savaşına dönüşen bu şanlı mücadele, 1943’te yapılan bir baskınla Sertogay bölgesindeki, iyi tahkim edilmiş ve çok kötü bir şöhreti olan Çin kalesinin ele geçirilmesi ile yeni bir aşamaya ulaştı. 22 Temmuz 1943’te Altaylar, Çinlilerden tamamen temizlendi ve Altay Türkleri bağımsızlıklarına kavuştular. 1944-1945 yıllarında da sürdürülen silahlı mücadele sonunda Tanrı Dağları’nın kuzeyinde, Doğu Türkistan Kazak Türklerinin yaşadığı bütün bölgeler Çin istilasından kurtardı. Kazandığı üstün başarılarla yalnız Altay Kazaklarının değil bütün Türk milletinin ve İslam dünyasının ümidi haline gelen İslamoğlu Osman Bey’e Ulgun’da düzenlenen bir şölenle ‘Batur’ (yiğit, kahraman) unvanı ve lakabı verildi. Beyaz bir keçe üzerinde havaya kaldırılarak Altay Kazak Türklerinin Han’ı ilan edildi. Osman Batur, yeni kurulan Altay Geçici Halk Cumhuriyeti’nin de başkanlığına seçildi. 1944 yılının Ekim ayından 1947 yılının Şubatına kadar üç vilâyetten oluşan Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin askerî ve mülkî âmiri olarak görev yaptı. O’nu, Şubat 1947’den Eylül 1949’a kadar Doğu Türkistan Cumhuriyeti koalisyon hükümetinin aslî üyesi olarak görüyoruz. Aynı zamanda, Altay Valiliği görevini de devam ettiriyordu. O, bütün başka görevlerinin yanında Çinlilerle silâhlı mücadeleden de bir an olsun geri kalmıyordu.

Osman Batur, asla hanlık, hakanlık, hükümdarlık peşinde olan, iktidar hırsı ile hareket eden, mevki makam, koltuk sevdalısı ve post düşkünü birisi değildi. O her zaman birlikten, beraberlikten, bütünlükten yana olmuş, coğrafi, etnik, mezhep, meşrep, meslek taasubuna, her türlü ayrılık, gayrılık, fikrine, düşüncesine, hareketine karşı var gücüyle savaş açmıştı. Çünkü o, var olabilmenin ancak bir olabilmekle mümkün olabileceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden de hep daha geniş kesimleri, bütün Türk ve Müslüman unsurları bir araya getirmenin mücadelesini veriyor, herkese ‘Varlık birlikle yaşar!’, ‘Rahmet düzene, lanet bozana! gibi atasözlerimizi hatırlatarak daha iri, daha diri olmayı öğütlüyor, bunun yollarını göstermeye çalışıyordu.

DOĞU TÜRKİSTAN CUMHURİYETİ (12 Kasım 1944-1949)

Altay Dağları Çinli askerlerden temizlendikten sonra sıra artık şehirlere gelmişti. Osman Batur, dağları düzene soktuktan sonra düze indi. Bölgesel, yöresel ve bireysel başarıların ve kurtuluşların yeterli olamayacağı, bütün kavim, kabile, boy, soy ve unsurlarıyla milletin yeniden var edilip teşkilatlandırılması, devletleşme sürecinin başlatılması ve güçlü bir ordu kurulması gerektiğine inanıyordu. Nitekim Osman Batur’un mücadelesi ve başarıları, değişik bölgelerde Çin zulmü altında inleyen Türklere ve Müslümanlara da umut ve örnek olmuş, onları da cesaretlendirmişti. 1944 yılında başlatılan Kulca İsyanı’nın ardından, Alihan Töre’nin önderliğinde ‘Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ (12 Kasım 1944 – 1949) resmen kuruldu. Osman Batur da bu hükümetin Altay Valisi ve askeri kumandanı ilan edildi. 1947 yılına gelindiğinde, çaresiz kalan Pekin hükümeti, bu yeni hükümeti tanımak, Mesut Sabri Baykuzu’yu genel vali, İsa Yusuf Alptekin’i genel sekreter, Canımhan Hacı’yı da maliye bakanı olarak kabullenmek zorunda kaldı.

Osman Batur, 1948 yılı Haziran ayında, 400 kişilik bir askeri birliğin önünde ve beyaz bir at üzerinde Urumçi’ye girdi. Urumçi’de tam bir bayram havası yaşanıyordu. Bütün halk, bu büyük kahramanı ve mücadele arkadaşlarını görmek, karşılamak ve selamlamak için yollara dökülmüştü. Yoluna güller serpiliyor, kendisine ve beraberindekilere sevgi gösterilerinde bulunuluyordu. Osman Batur ve arkadaşları şehrin girişinde hükümet adına genel sekreter İsa Yusuf Alptekin tarafından karşılandı. Sıcak ve samimi bir karşılamadan sonra beraberce, yan yana at sürerek, halkın yoğun tezahürat ve sevgi gösterileri arasında, büyük bir heyecan ve duygu seli içerisinde şehre girdiler. Osman Batur, Urumçi’de bulunduğu süre içinde okulları, resmi ve sivil kuruluşları, gazete yönetimlerini, hükümet yetkililerini ziyaret etti. Konferanslara, toplantılara katıldı. Herkese birlik ve beraberlik mesajları verdi. Urumçi’den çok memnun bir şekilde ve olumlu intibalarla ayrılan büyük savaş ustası Osman Batur yine dağlarda Çinlilere dünyayı dar etmeye devam etti.

Ne yazık ki bu güzel günler ve olumlu gelişmeler de çok uzun süremedi. Çinliler Doğu Türkistan üzerindeki emellerinden ve hesaplarından asla vazgeçmek niyetinde değildi. Doğu Türkistan üzerindeki baskılarını ve saldırılarını, içeriden fitne ve fesat girişimlerine hız vererek, dışarıdan da Sovyet Rusya ve Moğolistan’ın desteğiyle geliştirdikleri fiili saldırılarla acımasızca sürdürdüler. Açtığı okullar, yayınladığı kitap ve dergilerle Doğu Türkistan Türklerini kendi tarihleri ile yüzleştiren, onlara özgürlük ve bağımsızlık ruhu ve bilinci aşılayan Abdülkadir Damulla’nın Çinliler tarafından zehirlenerek şehid edildi. Onun ardından siyasi mücadelenin önderliğini İsa Yusuf Alptekin, Muhammed Emin Buğra ve Mesud Sabri Baykuzu üstlendiler.

Osman Batur ve mücahidlerinin hem Çin kuvvetlerine, hem de Sovyetler Birliğinin Kızıl Ordusuna karşı kahramanca direnmeleri, Doğu Türkistan’daki Rus işgaline son vererek 12 Kasım 1944’de Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni kurmayı başarmaları da tam bağımsızlık hayalinin ve idealinin gerçekleşmesine yetmedi. Doğu Türkistan, Ruslar’ın ardından önce Milliyetçi Çin’in, 20 Temmuz 1949’dan itibaren de Mao’nun liderliğindeki Kızıl Çin’in işgali, acımasız yönetimi ve esareti altına düştü. Çin Komünist Partisi Doğu Türkistan’ı kesin hâkimiyeti altına almak için her şeyi yapıyor, her zulüm ve vahşeti işliyordu. Osman Batur, Kızıl Çin’e karşı da bağımsızlık mücadelesini sürdürmekten vazgeçmedi. Onun gözünde yiğitçe ölmek, köpek gibi zelil yaşamaktan bin defa daha iyiydi. Girdiği çatışmalarda Çinlilere büyük kayıplar verdirdi. Fakat Çinliler onların kırmakla, öldürmekle tüketebileceklerinden çok daha kalabalıktı.

Çinliler, işgal altına aldıkları Doğu Türkistan’ı Çinlileştirme planını hemen yürürlüğe koydular. Öncelikle halk arasında detaylı bir araştırma yaparak vatansever, yüksek ahlak, fazilet, hüner, erdem, kimlik ve kişilik sahibi, inançlı, itibarlı, güvenilir insanlarla, düşük karakterli, ahlaki zaaf sahibi, kimliksiz, kişiliksiz, menfaatperest insanları belirlediler. Birincilerin yok edilmesi için takibat başlatılırken, ikinciler işbirlikçiler olarak yönetim kademelerine getirildiler. Şeref ve haysiyet yoksunu, milli şuur, şefkat, merhamet, din; vicdan, insanlık gibi yüce değerlerden ve duygulardan nasipsiz, hain ruhlu, mevki, makam, şan, şöhret, zevk ve sefa düşkünü, kumarbaz, katil, alçak tıynetli insanlar Çinliler tarafından çeşitli kurslardan ve eğitimlerden geçirilerek değişik görevlere getirildiler. Herkes birbirinin casusu ve ispiyoncusu olmaya zorlandı. İmanlı, inançlı, şuurlu, karakter sahibi Doğu Türkistanlı Müslüman Türkler hiçbir gerekçe gösterilmeden, keyfi olarak tutuklanıp çalışma kamplarına gönderiliyorlar, asılsız isnat ve iftiralarla, suçlamalarla göstermelik yargılamalar sonucunda hapis ve idam cezalarına çarptırılıyorlar, toplu katliam ve kıyımlara uğruyorlardı. Özellikle halka önderlik yapabilecek aydınlar, basit ve olmadık suçlamalarla zindanlara doldurularak acımasızlığı ile ünlü akıl almaz Çin işkencelerine uğratılıp yok edildiler. Çince zorunlu dil haline getirildi. Çeşitli vaatler ve imtiyazlarla Türklerin Çinlilerle evlenmeleri teşvik edildi. Türklerin ürünlerini, hayvanlarını, topraklarını satabilmeleri yasaklandı. Halkın sadece günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yetebilecek kadar düşük kazançları bile devlet görevlileri tarafından ellerinden alınıyordu. Din, inanç ve ibadet özgürlüğü de ortadan kaldırıldı. Oruç tutmak ve dini eğitim almak yasaklandı, namazlar ancak gizlice kılınabilir hale geldi. Müslüman Türk nüfusun artmasının önlenmesi için de Müslüman kadınlara zorla kürtaj yaptırılmaya, birden fazla evlat sahibi olanların çocuklarının ellerinden alınmasına başlandı.

Çinliler bölgenin demografik yapısını değiştirmek için başka yerlerden bölgeye Çinlilerin göçünü bol vaatlerle teşvik ettiler. Urumçi’nin zengin ve verimli toprakları Türklerin elinden alınarak Çin’den getirilen büyük kitleler halindeki göçmenlere verildi. Bölge Türkleri bu Çinli göçüne karşı, pasif ama güçlü bir muhalefet, büyük bir direniş gösterdiler, örtülü de olsa, amansız bir savaş verdiler. Özellikle 1949’dan sonraki on yıl içerisinde çok büyük ayaklanmalar oldu.

Akıl almaz zulüm ve baskılar sonucu milli direniş kırılıp, Doğu Türkistan Mao’nun kızıl ordusu tarafından baştanbaşa işgal edilince İsa Yusuf Alptekin ve Muhammed Emin Buğra çoluk çocuklarını da yanlarına alarak vatanlarını terk etmek zorunda kaldılar. Mesud Sabri Baykuzu ise her şeye rağmen Doğu Türkistan’da kalmaktan, burada fikren direnmekten ve varlık mücadelesini sürdürmekten yanaydı. Düşündüğünü gerçekleştirmek için mücadele verirken 1951 yılında Çin yönetimi tarafından yakalanıp, tutuklandı. 1952 yılında iğneyle zehirlenerek şehit edildi.

Ne olursa olsun Doğu Türkistan’da kalıp sonuna kadar mücadele etmekten yana olan liderlerin başında da Osman Batur geliyordu. Parça parça dağınık bir hale gelmiş olan halkın önemli ve şuursuz bir kesimi, işgalci Çinlilere sığınmayı bir çare olarak görüyor, Çinliler kendilerine bağımsızlık vermese bile hiç olmazsa rahat bir yaşam ve değişik imkânlar verebileceğini umuyorlardı. Bu gibiler, bu umutla işbirlikçi yöneticiler tarafından düşmanla işbirliği yapmak gerektiğine inandırılmışlardı. Osman Batur ise, başlarına gelen bütün felaketlerin ayrılık gayrılıklar, sen ben kavgaları yüzünden geldiğini, birlik ve beraberlik içinde olmaktan başka hiçbir çare ve çıkış yolu olmadığını herkese anlatmaya çalışıyor, fakat çoğu kimseye dinletemiyordu. O milletine diyordu ki:

Ne olur artık uyanalım, aklımızı başımıza alalım! Zalim düşmanlarımız, hepimizi birer birer yutuyorlar da hiç birimizin diğerimizden haberi olmuyor. Ancak azı dişlerini kendi boğazımıza ve derimize geçirdikleri zaman gerçek felaketin farkına varabiliyoruz. O zaman da iş işten çoktan geçmiş oluyor. Sonumuzun ne olacağını önceden göremeyecek ve anlayamayacak kadar kör ve cahil olmuş, geri kalmışız. Biz ne kadar bahtsız bir halkız! Hani nerede bizim çıktığımız kök? ‘Sürüden ayrılanı kurt kapar!’, ‘Birlikten kuvvet doğar!’, ‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!’ gibi sözler söyleyen birlik beraberlik mesajları veren bilgelerimiz şimdi nerede? Maalesef onlar çoktan ölüp gitmişler de şimdi onların yerini ikilik, ayrılık, gayrılık havaları çalıp, söyleyenler ve dinleyenler almış! Bugün herkesin kendi kendisinin beyi ve patronu olmaya çalıştığı ama zillet ve meskenet içine düşmekten kurtulamadığı, bölük pörçük kırpıntılara dönmüşüz!

Osman Batur ve silah arkadaşları, bu büyük ölüm kalım savaşında, kendilerinden onlarca kat fazla ve modern silâhlarla donanmış düzenli ordulara karşı çetin bir savaşa giriştiler. Karşılarında Çin ve Moğollardan meydana gelmiş çok güçlü bir birleşik Komünist ordu vardı. O, bu durumu normal karşılıyordu ama düşman kuvvetleri içerisinde düşmandan çok Türklerin ve Müslümanların bulunması, üstelik de bunların önemli bir kısmının da kendisi gibi Kazak kökenlilerden oluşması ona çok ağır geliyor, içini yakıyordu. Bu durum karşısında duygularını şu sözlerle ifade ediyordu:

  • Şu durumun garipliğine bakın! Düşmanlarımız bizi bize kırdırıyor, bizi

bize öldürtüyorlar. Müslüman’a Müslüman’ın, Türk’e Türk’ün, Kazaklara Kazakların kanını döktürüyorlar. Ne yazık ki, kendi yağımızla kendi etimizi pişiriyorlar!

OSMAN BATUR’UN ŞEHADETİ

Etrafındaki çember ve kuşatma gittikçe daha da daralan Osman Batur, bu çetin

savaşlarda çok adamını kaybetti. Osman Batur’un başlangıçta 30 bin civarında olan taraftarı, çetin savaşların ardından 1950’lere gelindiğinde 3-4 bine kadar inmiş, etrafındakilerin önemli kısmı da mücadeleden ümit keserek onu terk etmişlerdi. Yanındakilerin büyük çoğunluğunu da artık kadınlar ve çocuklar oluşturuyordu. 1951 yılının Şubat ayında Kanambal Dağı eteklerinde Çinliler onu kuşatıp sıkıştırdıklarında yanında sadece birkaç düzine aile kalmıştı. Mücadelenin ümitsizliği ortadaydı. Bazı yakın dostları ve sevenleri kendisine de daha fazla geç olmadan yurt dışına çıkmayı tavsiye ediyorlardı. Fakat o buna yanaşmadı. Vatanında kalmayı, savaşarak şehit olmayı seçti. Kendisine kaçıp kurtulmayı öğütleyenlere şöyle diyordu:

  • Evet, ben de kaçıp, kurtulabilirim, fakat milletim ne olacak? Bırakın

Osman vatanında kalsın!

Sayısız ihanetlere de uğrayan Osman Batur, üzerine gönderilen Çin ordusu tarafından 19 Şubat 1951’de çetin kış şartları altında Makay’da kuşatıldı. Daha önce defalarca başardığı gibi, bu sefer de kuşatmayı yarıp çıkmayı başardı. Beyaz atını buz tutmuş Kayız Gölüne doğru sürdü. Atının ayağı tökezleyip kayınca, atıyla beraber yere yuvarlandı. Hemen makineli tüfeğini ateşleyip peşine düşen Çinli askerleri taramaya başladı. Çok sayıda düşman askerini telef ettikten sonra makineli tüfek aniden tutukluk yaptı. Atının heybesindeki mavzeri uzağında kalmış, Çinli askerler ise çok yakınına sokulmuştu. Çizmesinden çıkardığı kamayla kendisini savunmaya çalıştı. Bir müddet önüne geleni cansız yere yıktıktan sonra çekirge sürüsü gibi üzerine üşüşen Çinlilerin arasında kayboluverdi. Çinliler onu yakalayıp elini kolunu bağladılar. Sıkıca bir deveye bağlayıp önce ailesinin bulunduğu Kayız’a getirirler. Babasını deve üzerinde bağlanmış olarak gören 20 yaşındaki kızı Pensiye, gözyaşları içinde koşarak babasına sarıldı. Kızının ağlayıp sızlanmasından hiç hoşlanmayan büyük kahraman ona şöyle dedi:

– Kızım ağlama! Benim kızım ağlamaz! Gözyaşlarınla düşmanlarımızı mutlu etme!

Beni düşmanlarımızın önünde küçük düşürme! Elbet bir gün olur, bu yapılanların hesabını da soracaklar gelir! Sen dert etme!

Çinliler, Osman Batur’u yakaladıktan sonra onu şehir şehir dolaştırarak halka teşhir

ettiler. Urumçi sokaklarında Çinliler arasında dolaştırıldı. Bir atın üzerine bindirilip sokak sokak dolaştırılırken: “Türkistan’ı, Çinlilerden kurtaracağım diyen adamın hâline bakın!” denilerek kendisiyle alay ediyorlardı. O bu halde bile en ufak bir yılgınlık, bezginlik, pişmanlık belirtisi göstermiyor aksine her sokakta: “Ben yakalanmış ve öldürülmüş olabilirim ama dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam edecek!” diye haykırıyordu.

  Osman Batur, ellerinden ve ayaklarından zincirlerle vurularak zindana atıldı. Korkunç işkencelere maruz kaldı. Her gün kesintisiz işkence görüyor, kendisine yardımcı olan Türk’leri ele vermesi için sıkıştırılıyordu. Kendisinden işe yarayacak hiçbir bilgi alamayacaklarını anlayan Çinliler, en sonunda Osman Batur’u göstermelik bir mahkemeye sevk ettiler.

Kendisini devrim düşmanlığı ve Amerikan uşaklığı ile suçluyorlardı. O ise mücadelesinin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi olduğunu yiğitçe haykırdı. Çinliler, Osman Batur’un kendileri tarafından değil de güya Türkler tarafından yargılandığı havasını vermek için mahkeme başkanlığına sözde Uygur bir yargıç atamışlardı. Mahkemenin sonucu en başından belliydi. Nitekim Osman Batur, Mahkeme çok önceden verilmiş kararı, 19 Nisan 1951 tarihinde açıkladı: “Devrim düşmanlığı suçundan idam…”.

Osman Batur’u 29 Nisan 1951 günü Urumçi’de önce kulaklarını, sonra kollarını kesip, sonra da kurşuna dizerek şehit ettiler. O, idam edilmeden önce düşmanlarının yüzüne karşı şöyle haykırdı:

  • Ben şimdi ölebilirim. Ancak benim milletim, dünya durdukça yaşayacak ve

kutsal mücadelesine devam edecektir. Ben Altay’larda size karşı savaştım. Davamda haklıyım. Tekrar dünyaya gelsem, sizinle yine savaşırım. Yakalanmam benim zaafım ya da sizin başarınız değildir. Bu Allah’ın takdiridir. Allahüekber!

Osman Batur’u işkenceler altında şehit etmek bile Çinlilerin ona karşı olan kinlerini ve düşmanlıklarını tatmine yetmemişti. Onu şehit ettikten sonra mübarek başını gövdesinden ayırıp bir mızrağın ucuna taktılar ve sokak sokak gezdirerek halka teşhir ettiler.

Osman Batur’un dediği gibi bu haklı dava ve mücadele onun yakalanması ve şehit edilmesiyle de bitmedi. Onun Şerdiman, Nimetullah ve Nebi isimli oğulları babalarına layık evlatlar olarak, babalarının sağlığında olduğu gibi, şahadetinden sonra da istiklal mücadelesine devam ettiler. Altay’lı mücahitler, komutanlarını ve önderlerini kaybetmenin hıncı ve bilenmişliğiyle 1952 yılının Eylül ayı sonuna kadar canla başla savaştılar, Çinlilere darbe üstüne darbe vurdular. Türk ve İslam savaşçıları, Çin Komünist Partisi yetkilileriyle yapılan çetin pazarlıklardan sonra belli şartlarını kabul ettirerek 1952 yılı Eylül ayı sonrasında silah bırakmaya razı oldular. Şartlardan biri de Osman Batur’un naaşının teslimiydi. Osman Batur’un naşı Çinlilerden teslim alınarak, Köktogay Nahiyesi’ne bağlı Kürti ağulunda törenle toprağa verildi.

Çin zulmüne karşı Osman Batur gibi Doğu Türkistan’da kalıp mücadeleye devam edenler gibi ülke dışına çıkıp mücadeleyi oradan organize etmek düşüncesiyle hicret etmeye karar verenlerin de işleri hiç kolay olmamıştır. 21 Ekim 1949 tarihinde Doğu Türkistan sınırından ülke dışına çıkan İsa Yusuf Alptekin ve arkadaşlarını çok uzun, zorlu, tehlikeli, çetin ve çileli bir yolculuk bekliyordu. Ağır kış şartları altında yola çıkan 852 kişiden ancak 798’i Himalaya Dağlarını aşıp 20 Aralık 1949 günü Hindistan’ın Keşmir yakınlarındaki Ladak kasabasına varabildi. Bu tehlikeli ve çetin yolculuk sırasında 54 kişi hayatını kaybetmiş, 49 kişinin soğuktan donan el ve ayak parmakları kesilmek zorunda kalmıştı. İsa Yusuf Alptekin’in bir kızı yolda ölmüş, oğlu Arslan Alptekin’in soğuktan donan sağ ayağının dört parmağı kesilmiş, diğer çocukları da çeşitli sakatlıklara maruz kalmıştı.

İsa Yusuf Alptekin ve beraberindekiler birkaç yıl Hindistan’da kalıp dağ yoluyla bu ülkeye can atan muhacir Doğu Türkistanlılara yardımcı olmaya çalıştılar. 1951 yılında Suudi Arabistan’a giden İsa Yusuf Alptekin, oradan da 6 Ocak 1952’de Türkiye’ye hareket etti. Mehmet Emin Buğra ile birlikte bütün dünyaya ve Müslümanlara Doğu Türkistan Türklerinin sorunlarını ve davalarını anlatmaya çalıştılar. 13 Mart 1952 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile 1850 Doğu Türkistanlının göçmen olarak Türkiye’ye kabulünü sağlandı. İsa Yusuf Alptekin 1954 Haziran’ında ailesini de getirerek Türkiye’ye yerleşti. 1960 yılında Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti’ni kurarak haklı davalarını bıkmadan, usanmadan bütün dünyada ve her zeminde anlatmaya çalıştılar. Mehmet Emin Buğra, 14 Haziran 1965’te hayata veda etti. 1901 yılında Kaşgar’ın Yenipazar kazasında doğan İsa Yusuf Alptekin ise 1995 yılında 94 yaşında iken İstanbul’da vefat etti. İsa Yusuf Alptekin, ömrünü milletine adamış, hayatını milletinin kurtuluş ve saadeti uğrunda mücadele ederek geçirmiş büyük bir mücadele adamıydı. Ali Yakup Cenkçiler Hocam da kendisini ve mücadelesini çok takdir eder, zaman zaman kendisini ziyaret gider, görüşür, konuşur, dertleşirdi.

İsa Yusuf Alptekin’in ölümü, 18 Aralık 1995 tarihli Çin Haber Ajansı ve Halkın Günlüğü gazetesinde: ‘Flaş… Flaş… Flaş… Çin’in azılı düşmanı öldü.’ başlığı ile duyuruldu. Aslında bu yersiz ve gereksiz bir sevinçti. Çünkü Osman Batur, İsa Yusuf Alptekin gibi kendilerini haklı ve büyük davalara ve ideallere adamış örnek ve önder insanlar, Yunus Emre’nin ‘Ölen hayvan durur, âşıklar ölmez!’ veya ‘Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil’ dediği gibi asla ölmezler. Hiç şüphesiz onlar milletin ve arkadan gelen nesillerin gönlünde, onlarla beraber ebediyen yaşayacaklardır.

Osman Batur’un amacı, vatanını ve milletini Rus ve Çin zulmünden ve esaretinden kurtarmaktı. Bu uğurda çok çalıştı, bu yolda can verdi, en sonunda da şehitlik mertebesine yükseldi. O vatanının ve milletinin özgürlük ve bağımsızlığına tam olarak sahip olduğunu göremedi ama bu uğurdaki olağanüstü mücadelesi ve kazandığı üstün başarılarıyla ününe ün kattı. Defalarca dize getirdiği Koca Çin’e dayattığı birçok şartların kabul ettirilmesinde ve milleti lehine birçok önemli haklar kazanılmasında çok etkili oldu.  

Osman Batur, giriştiği şanlı ve şerefli mücadelede çok büyük bedeller ödemiş ancak davasında ve mücadelesinde asla yılgınlık göstermemiştir. Osman Batur’un oğlu Şeriyazdan, 1940 yılında başlayan bağımsızlık mücadelesinde Köktogay Kayırtı cephesinde şehit olmuş, tek erkek kardeşi Delilhan İslamoğlu da 1942 yılında Çinliler tarafından zalimce şehit edilmişti. Kendisinin hakkından gelemeyen gözü dönmüş Çinli caniler, kötülüklerini günahsız ailesine masum çocuklarına yöneltme alçaklığını göstermekten de geri kalmadılar. Osman Batur’un ikinci hanımı, üç oğlu ve beş kızıyla beraber Çinliler tarafından yakalanıp, Sarsümbe ve Köktogay’da tutsak edildiler. Çinliler, 1944 yılında Altaylarda uğradıkları yenilginin intikamını alabilmek için de onun diğer eşi Memiy Hatun ile beş çocuğunu yakaladılar. 18 yaşındaki kızı Kebire ile 14 yaşındaki oğlu Baybola’yı anneleri Memiy Hatun’un gözleri önünde doğradılar. 11 yaşındaki oğlu Kariy ve 9 yaşındaki kızı Sapiyan’ı 20 küsur metre derinliğindeki bir uçurumdan aşağıya atarak parçaladılar. Evlatlarına yapılan zulüm ve işkencelere dayanamayan talihsiz kadın aklını kaçırdı ve kendisini hemen yanıbaşındaki İrtiş Nehri’nin azgın sularına attı. Bir müddet nehirde sürüklenen bu yiğit kadın nehrin aşağı kısmında Kazak gençleri tarafından kurtarıldı. En yakınlarına karşı işlenen bu tür vahşice ve insanlık dışı uygulamalar, ailesine reva görülen tüyler ürpertici olaylar da Osman Batur’u davasından ve mücadelesinden döndürmeye yetmedi.

Kendisini din, iman, Allah, vatan ve millet yoluna adamış o büyük kahramandan geriye aynı yol ve hedef doğrultusunda çok büyük bir azim, kararlılık ve mücadele ruhu kaldı. O kendinden sonra gelenlere yaşanmaya değer şeyler için ölümü göze almanın ne kadar gerekli ve önemli olduğunu kendi adanmış hayatıyla gösterdi ve öğretti. Ruhunu yitirmiş zamanımızın böyle büyük ruhlara, bu ruhlarla yeniden dirilişlere her zamankinden daha çok ihtiyacı var.

Her Türk ve Müslüman’ın hiç olmazsa destekçisi ve duacısı olarak içinde yer alması gereken böyle önemli mücadelelerden büyük ölçüde uzak ve habersiz kalmış olanlar için, Osman Batur gibi bu yola baş koymuş, bu yolda üstlerine düşen görev ve sorumlulukları canla başla sonuna kadar yerine getirmiş büyük mücahidleri hiç olmazsa yad edip hatırlamak, onların yapıp ettiklerini, hedeflerini, mücadelelerini öğrenmek, yeni nesillere tanıtmak onlara ve onlar gibi ölümsüz şehitlerimizin aziz hatıralarına karşı kuşkusuz asgari bir saygı, minnet ve şükran borcudur.

Şehit Osman Batur İslamoğlu’na ve dava arkadaşlarına selam olsun! Ruhları şad, makamları cennet olsun!

Not: Osman Batur hakkında özellikle Çin, Rusya, Tayvan, ABD ve İngiltere gibi ülkelerinin arşivlerinde binlerce bilgi ve belge bulunmaktadır. Bu değerli bilgi ve belgelerin önemli bir kısmı, büyük mücahidin 1951 yılında şehadetinden sonra araştırmacıların ilgisine ve bilgisine de açılmıştır. İngiliz yazar Godfrey Lias, onun hakkında yaptığı araştırmalardan sonra şu dikkat çekici kanaate varmıştır:  “Eğer Osman Batur uçak ve motor çağında değil de daha önce yaşasaydı, Türkistan bugün hür olabilirdi!”

Batı dünyası Osman Batur’u uzun yıllar çok yakından izlemişler, batılı araştırmacı ve yazarlar tarafından onun hakkında çeşitli yazılar, kitaplar ve makaleler yayınlamışlardır. Bu efsanevi kahramana herkesten çok sahip çıkması gereken Türk ve İslam dünyasının ona layık olduğu ilgiyi gösterdiğini, onu yakından tanıyıp gelecek nesillere gerektiği gibi tanıtma konusunda üzerine düşeni yaptığını söyleyebilmek ne yazık ki mümkün değildir.

Osman Batur’un unutulmaz ve efsanevi hayatı ve mücadelesi kitaplara, romanlara da konu olmuştur. Onun hakkındaki önemli romanlardan biri Kazak yazar, Jaksılık Samiytulu’nun Kaharlı Altay adlı romanıdır. (SAMİYTULI, Jaksılık, Kaharlı Altay, aktaran M. H. Kazankızı, Bengü Yayınları, Ankara, 2007. Bu romanın tahlili ve tanıtımı Prof. Dr. Bilge Ercilasun, tarafından, ‘Bir Kazak Romanı: Kaharlı Altay, Kardeş Kalemler’ başlığı ile aylık Avrasya Edebiyat Dergisi’nde yayınlanmıştır (Yıl 2, Sayı 23, Kasım 2008, Sayfa 67).

Osman Batur’un hayatı ve mücadelesine dair Türkiye’de yapılan ilk bilimsel çalışma İstanbul Üniversitesi’nde Prof. Dr. Abdülkadir Donuk’un danışmanlığında Ömer Kul tarafından hazırlanan doktora tezidir. Yusuf Ziya Arpacık tarafından yazılan Osman Batur ve Asrın İbretli Olayları adlı kitap da İlteriş Yayınları’ndan çıkmıştır (İstanbul 2008).

En başından beri Osman Batur’la beraber olan, gördüklerini bir yazar, bir siyasi gözlemci ustalığıyla hatıratına yansıtan Nurgocay Batur’un, Kazak Türkçesiyle Almatı’da yayınlanan “Hürriyetin Sönmez Ruhu Osman Batur ve Nurgocay Batur’un Hatıraları” isimli eseri de konu ve dönemle ilgili olarak önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Eser, Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Abdulvahap Kara tarafından yayına hazırlamıştır.

11 Kasım 2009 tarihinde Kazakistan’ın Almatı şehrinde Osman Batur’un doğumunun 110. yılı münasebetiyle “Hürriyetin Sönmez Ruhu” adlı uluslararası bir konferans gerçekleştirilmiştir. Doç. Dr. Abdulvahap Kara, Amerikalı tarihçi Linda Benso gibi Osman Batur hakkında uzmanlaşmış araştırmacıların katıldığı bu konferansın bildirileri “Osman Batur İslamoğlu Doğumunun 110. Yılında” adıyla kitaplaştırılarak yayınlanmıştır.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR