DARFUR SULTANI ŞEHİD ALİ DİNAR

DARFUR SULTANI ŞEHİD ALİ DİNAR (1898-1916)

Şu fotoğrafa, kirli İngiliz çizmelerinin önünde uzanmış yatan, şehadetin olağanüstü bir güzellik verdiği, bu genç adama iyi bakınız! Bu adamın burada niye yatıp uzandığını biliyor musunuz,? Türklük ve Müslümanlık uğruna şehadet şerbetini severek içtiği için!

Bu adam bir sultan, bir kral! Darfur Sultanı Ali Dinar… Bu koskoca kralın, burada ayaklar altına, boylu boyunca yere uzatılmasından bize ne? Bunun bizimle ne ilgisi var? Bizi ne ilgilendirir diye soranlar çıkabilir. Evet, var! Bunun bizimle ilgisi var, hem de çok ilgisi var.

Bilindiği gibi, İttihatçılar durup dururken Türkiye’yi güdümünde oldukları Almanya’nın yanında savaşa sürüklemişler, büyük bir ateşin ve yangının içine atmışlardı. Dünya Müslümanlarının da desteğini alabilmek için Halife sıfatını taşıyan padişaha kutsal cihad çağrısı yaptırmışlardı. Bizim tarih kitaplarına bakarsanız, bu çağrıya İslam dünyasından ilgi, rağbet ve iltifat olmadığı, itibar gösterilmediği söylenir. Fakat İstanbul’daki Halifenin mukaddes cihad çağrısına, dünyanın her tarafından tek tük de olsa rağbet edenler, ilgi gösterenler yine de oldu. Bunlardan biri de bu çağrıya Afrika’dan uyan, hatta bu uğurda tacını, tahtını, her şeyini ve nihayet canını da feda eden, Darfur Sultanı Ali Dinar’dı. Bunun bedelini de seve seve ödediği için böyle burada uzanmış yatıyor. Yıllarca savaşıp, savaşı kaybettikten sonra İngilizler onu şehid etmişler ve cesedi de böyle herkese ibret olsun diye teşhir ediyorlar. Bazıları:

– Vah zavallı! Bu adam mı, boyuna bosuna, haline durumuna bakmadan, İstanbul’daki Halife’nin cihad çağrısına uyarak koskoca İngilizler’e ve Fransızlara karşı savaş açmış? diye sorabilirler. Evet, aynen öyle olmuş, öyle yapmış ama bazılarının sandığı gibi, bu büyük şehid hiç de öyle ahmak ve aptal biri değildi.

Halifenin mukaddes cihad çağrısı, Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa tarafından birer mektupla dünyadaki pek çok Müslüman ülke liderine ulaştırılmıştı. Bu çağrı, 3 Şubat 1915 tarihinde bir mektupla Darfur Sultanı Ali Dinar’a da ulaştırıldı. Mektupta halkıyla birlikte ondan da İslam ümmetinin hürriyeti için İngilizlere ve Fransızlara karşı savaşması isteniyordu. Darfur Sultanı Ali Dinar, Halife’nin cihad çağrısını duyar duymaz, hiç tereddüt etmeden hemen kabul etti ve İstanbul’a gönderdiği mektupta şunları yazdı: “Halife Hazretlerine şunu bildirmek istedim ki; İslâm Sultanı Halife Hazretleri ile kâfir ve zındık İngilizler ve Fransızlar ve onların müttefikleri arasındaki bu savaş başlar başlamaz, Allah ve İslâm için bu kâfirlerle bütün ilişkilerimi kestim ve onları düşman kabul ederek, savaş açtım (Mekki Şibeka, Es-Sudan Abr el-Kunın, Beyrut 1964, s. 517).

Sultan Ali Dinar, verdiği sözü lafta ve havada da bırakmadı, gereğini de en iyi şekilde yerine getirdi. Hem binlerce Darfur’lu ve Sudan’lıyı Osmanlı Ordusu saflarında savaşmak üzere cihada, sıcak cephelere gönderdi, hem de Osmanlı Halifesinden bir bayrak isteyerek İngilizlere karşı savaş ilan etti. Böylece sözünün eri olduğunu, sadakatini ve güvenilirliğini açıkça ortaya koydu. Sultan Ali Dinar’dan böyle bir tavır beklemeyen İngilizler, çok şaşırdılar. Ali Dinar’ı kendileriyle savaşmaktan vazgeçirmek için ona türlü vaatlerde bulundular. Yüklü miktarlarda paralar teklif ettiler. Darfur’un bağımsızlığını tanımayı, hatta kendisini bütün Afrika’nın kralı yapmayı bile vaat ettiler. Fakat Ali Dinar, bu tekliflerin hepsini kesinlikle reddederek, Halife’nin cihad çağrısına uymayı tercih etti.

Ali Dinar’ı ikna edemeyen İngilizler, halkı ile onun arasını açmak, hiç olmazsa halkını kendileriyle savaştan alıkoyabilmek için değişik hilelere, düzen ve tertiplere başvurdular. Toplumda etkinliği olan insanları, bazı üst düzey yöneticileri ve din adamlarını yüksek maaşlı mevki ve makamlar, ödüller ve çeşitli unvanlar, paralar vererek kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Bunda da nispeten başarılı oldular ama yine de istedikleri sonucu elde edemediler. Bu sefer de ikna edemedikleri ve kendilerine muhalif olanları, özellikle din adamlarını çeşitli baskı ve işkencelerle, zulümlerle yıldırmayı denediler ve bazılarını idam ettiler. Sudanlı din adamlarının büyük çoğunluğu her şeye rağmen İngilizlerden yana değil, Sultan Ali Dinar’dan ve Halifenin cihad çağrısına uymaktan yana tavır aldılar.

Sultan Ali Dinar, toplayabildiği 10 bin kişilik bir orduyla kendi başkenti Faşir’den kalkarak, Hartum’daki İngiliz güçlerine karşı sıcak savaş başlattı. Başlangıçta bazı başarılar da kazandı. Fakat İngiliz kuvvetlerinin ağır toplarına, son model silâhlarına ve üstün ateş gücüne karşı Ali Dinar’ın askerlerinin elindeki basit ve derme çatma silahlarla karşı koyabilmesi, başarı kazanabilmesi mümkün değildi. Sultan Ali Dinar, kendisine cihad çağrısı yapan, onu ve halkını bu büyük savaşın içine çeken İstanbul’dan, Halife’den ve Osmanlı Devleti’nden durumun vahametini anlatıp defalarca silah yardımı istedi bizimkiler ise ona sadece bir madalya göndermekle yetindi. Modern silahlarla donatılmış İngilizler bir gece yarısı Ali Dinar’ı ve askerlerini pusuya düşürdüler. Sabaha kadar süren çatışmada Ali Dinar 6 bin askerini kaybetti. Bir kısım askerleri de bu büyük felaket yüzünden büyük bir ümitsizliğe düşerek, giriştikleri bu ümitsiz savaş ve mücadelede, Ali Dinar’ı yalnız bırakıp çevresinden ayrıldılar. Fakat o yine de yılmadı, pes etmedi, savaşmaktan vaz geçmedi. Bu yenilgiden sonra yeniden toparlanıp, savaşa devam edebilmek için başkenti Faşir’i terk ederek Merre Dağına çekildi.

İngilizlere karşı koyabilecek düzenli ordusu kalmayınca, bu sefer de gerilla savaşı başlattı. Fakat çok büyük erzak, silah ve mühimmat eksikliği ve sıkıntısı çekiyor, bu nedenle de büyük kayıplar veriyordu. Darfur Sultanlığı’nın büyük bir bölümü İngilizler tarafından işgal edildi. Durumun ümitsizliği, yaşanan büyük kayıplar ve zor şartlar yüzünden etrafındaki adamların sayısı gittikçe ve hızla azaldı. İngiliz Miralay Hidson, Ali Dinar’a bu mücadeleden vazgeçtiği ve teslim olduğu takdirde affedileceği yolunda haberler gönderdi. Yanında sadece 200 adamı kalan Ali Dinar, bu teklifi ve teslim olmayı reddetti. Ne olursa olsun sonuna kadar İngilizlere karşı savaşma yolunu seçti. 1916 yılının 13 Mart’ında Enver Paşa’ya yazdığı mektubunda durumun vahametini anlattıktan sonra şöyle diyordu: “Darfur ve Sudan Müslümanlarının durumu gittikçe daha da kötüye gitmesine rağmen, ben yine de kâfir bir köpek olan bu İngiliz Vali ile Allah yolunda cihada ve mücadeleye devam edeceğim.”


Öyle de yaptı; nihayet 6 Kasım 1916’da Merre Dağı eteklerinde yaşanan şiddetli çatışmada vurularak şehit düştü. General Kitti, Ali Dinar’ın yaralı olarak İngiliz kuvvetlerinin eline düştüğünü ve askerlerinin gözleri önünde idam edildiğini söylüyor.

Ali Dinar’ın şehadeti üzerine Darfur Sultanlığı ve Sudan bütünüyle İngilizler tarafından işgal edildi. İngilizler Sudan’ı 40 yıl boyunca işgalleri altında tuttular. Geri çekilirken yaptıkları en büyük tahribatlardan ve Sudan halkına verdikleri en büyük zararlardan biri Sudan’daki bütün kabileleri birbirine düşürmek, birbirine düşman etmek olmuştu.

Sudan’ın batıcı aydınları, Sultan Ali Dinar’ı o gün bugündür İngiliz tekliflerini kabul etmediği, üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu yerine, dağılmaya yüz tutmuş Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer aldığı, üstelik de elindeki kısıtlı imkânlara bakmadan Halife’nin cihad çağrısına uyduğu, İngilizlere savaş açma çılgınlığında bulunduğu için kıyasıya ve şiddetle eleştirirler, hatta suçlarlar. Güçlüden yana olup ödüllendirilmek yerine, onun artık adından başka bir şeyi kalmamış Halife’nin cihad çağrısına uymasını çılgınlık, ahmaklık ve aptallık olarak niteliyorlar. Ali Dinar’ın boşu boşuna ülkesinin, devletinin ve milletinin esaret altına düşmesine neden olduğunu, onun inadı yüzünden Sudan’ın bütün Afrika’nın lider ülkesi olabilme şansını yitirdiğini iddia ediyorlar. Geldiğimiz daha doğrusu getirildiğimiz noktada, bu tür yorumların ve değerlendirmelerin şaşılacak bir tarafı yoktur. Biz, bu lafları ve bu haleti ruhiyeyi kendi Batıcı aydınlarımızdan da çok iyi bilir ve tanırız.

Peki, acaba, Batıcı aydınlara göre aptallık, ahmaklık, çılgınlık olarak nitelenen bu davranışta bulunurken, yani Halife’nin cihad çağrısına uyarken Sultan Ali Dinar acaba ne düşünüyordu? Şurası muhakak ki, Sultan Ali Dinar hiç de ahmak, aptal, çılgın, dünya siyasetinden habersiz biri değildi. Osmanlı Devletinin o eski ihtişamlı Osmanlı Devleti olmadığını, İstanbul’daki Halife V. Mehmed Reşad’ın Raşid Halifeler gibi ideal bir halife olmadığını, Hilafet Makamı’nın aslından, özünden çok şeyler kaybettiğini, hatta Türk Milletinin de eski Türk Milleti olmadığını herkesten çok ve herkesten daha iyi bilecek kadar akıllı ve zeki biriydi. Onu bu işten vazgeçirebilmek için, kendisinin de çok iyi bildiği gerçekleri etrafındakiler de ayrıca ona uzun uzadıya anlattılar. Onu bu savaşı kaybedeceği neredeyse kesinlikle belli olan Osmanlı Devletiyle değil de, bu savaştan da kazançlı çıkacağı aşikar olan İngilizlerle beraber olmaya ikna etmek için çok uğraştılar, çok yalvardılar, diller döktüler. Fakat o her şeye rağmen, ne kadar ümitsiz olursa olsun Halifenin cihad çağrısına uymayı, İngilizlerle galip olmaktansa Halife ile beraber mağlup olmayı tercih etti. Acaba neden? Bu sorunun cevabını ve niçin böyle bir mücadelenin içine girdiğini, kendisini İngilizlerle beraber olmaya ikna etmeye çalışanlara hitaben söylediği şu sözlerle veriyordu:

“Bütün Müslümanların birliğini, beraberliğini, gücünü, kuvvetini temsil eden İstanbul’daki Halife özgür olmadıkça, yeryüzündeki hiçbir İslam beldesi bağımsız olamaz!”

O, Müslümanların birlik ve beraberlik içinde hareket etmelerinin, güçlerini birleştirmelerinin, bunu temsil eden Halifelik kurumunun ne kadar önemli ve elzem bir kurum olduğunun bilincinde olan şuurlu ve samimi bir Müslüman ve Türk’tü. Bunu da tacını, tahtını, canını, malını, ülkesini ve devletini bile feda ederek gösterdi. Dünyanın şer güçlerine karşı hiçbir Müslüman ülkenin veya devletin tek başına bir şey yapamayacağını, varlığını muhafaza edemeyeceğini, hele hele İslam ve Müslüman düşmanlarıyla işbirliği yaparak bir yere varılamayacağını çok iyi bilen bir idealistti. Devletine, Milletine, dinine ve Halifesine ihanet etmektense, bu uğurda sonuna kadar mücadele etmeyi ve şehadet şerbetini içmeyi de bilinçli olarak tercih etmişti.

O, ne olursa olsun ve her şeye rağmen ayrılmamak, dağılmamak, bölünüp parçalanmamak gerektiğine, ayrı bir baş çekmenin, İslam ve Müslüman düşmanlarıyla bir ve beraber olmanın faydadan çok zarar getireceğine, felaketi, yıkımı, helak ve yok olmayı çabuklaştıracağına, Hak yolda mağlub olanların bile galip sayılması gerektiğine inanan akıl, iman, anlayış ve iz’an sahibi bir Müslüman ve Türk’tü. Kararını da o doğrultuda vermiş, arkasından hakkında kimin ne söyleyeceğini, kimin kendisini nasıl kınayıp eleştireceğini hiç umursamadan, inanç ve idealleri uğrunda savaşmayı ve bu yolda şehid olmayı canına minnet bilmişti.

Onun temiz kanı ve şehadeti Sudan’da İslami bilincin devamını sağlayan önemli etkenlerden biri olmuştur. Ondan sonra da pek çok Sudan’lı Osmanlı Devleti’ne ve Hilafet Makamına gönülden bağlı kalmaya devam ettiler. Hatta İngilizler 1956 yılına kadar Darfur’un da dâhil olduğu Sudan’da işgallerini devam ettirdikleri halde, Darfur’daki camilerde hutbeler hala Osmanlı Halifesi adına okunmaya devam ediyordu. Bu adet, 1960’lı yıllara kadar devam etmiştir.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR