Ana SayfaMeçhul KahramanlarımızAli Yakup CenkçilerALİ YAKUP HOCA ÖRNEK VE GERÇEK BİR BALKAN MÜSLÜMANI

ALİ YAKUP HOCA ÖRNEK VE GERÇEK BİR BALKAN MÜSLÜMANI

ÖRNEK BİR BALKAN MÜSLÜMANI

ALİ YAKUP CENKÇİLER HOCA

(Doğumu Kosova, 1913 – Ölümü, İstanbul, 21.5.1988)

Meçhul Bir Kahraman

Her milletin çok şeyler borçlu olduğu anıt adamları, abide şahsiyetleri, büyük kahramanları vardır. Bunlardan bazıları adı, sanı belli meşhur kahramanlardır. Bunların bazılarının isimleri etrafında efsaneler, menkıbeler, destanlar uydurulur, sadece yaptıklarıyla değil yapmadıklarıyla da meşhur olurlar, hatta başkalarının yaptıkları bile onlara mal edilir. Bunların dışında bir de meçhul kahramanlar vardır. Onlar hiçbir ödül, karşılık, hatta teşekkür bile beklemeden seve severek isteyerek, hizmetlerin ve fedakârlıkların en büyüğünü, en hayati önemdekini yaparlar, ama kimse onları hatırlamaz, tanımaz, bilmez bile… Ama bu bu isimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, meçhul kahramanlar, asla meşhurlardan daha önemsiz ve değersiz değildirler. Hatta milletler çoğu zaman varlıklarını, birliklerini, dirliklerini, düzenlerini bu meçhul kahramanlara onların hayati önemdeki fedakarlıklarına, adanmışlıklarına borçlu oldukları için bunları belki öbürlerinden daha da önemli ve değerli saymak gerekir.

Ayrıca meşhur kahramanlar içerisinde sahtelerine de rastlanabilir, üstelik sahteleri gerçeklerden ayırabilmek bazen çok zor, hatta imkânsız olabilir. Fakat meçhul ve gizli kahramanlar için böyle bir şey söz konusu değildir. Meşhurlar daha fazla meşhur olabilmek, daha çok tanınabilmek için bazen çok hesabi olabilirler, kendilerine hiç yakışmayacak işler de yapabilirler, ama son derece hasbi ve idealist hizmet erleri olan meçhullerin böyle bir derdi yoktur. Onlar asla tanınma, bilinme, meşhur olma gibi amaçlar gütmeden, hesaplar yapmadan, böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmeden, hatta meçhul ve gizli kalmayı özellikle tercih ederek, tam bir ihlâs ve samimiyetle kendilerini milletlerine, memleketlerine, devletlerine ve dinlerine hizmete adarlar. Onlar hiç tanınmasalar, bilinmeseler, takdir edilmeseler de hizmetlerin en önemlisini, fedakârlıkların en büyüğünü yapmayı canlarına minnet ve hayatlarının gayesi bilirler.

Kadirşinas milletler, adı sanı duyulmamış meçhul ve gizli kalmış gerçek kahramanlarını, en az meşhur kahramanları kadar hatta onlardan daha fazla, daha içten, daha samimi, minnet ve şükran duyduklarıyla anarlar. Onları hiçbir zaman unutmadıklarını, asla da unutmayacaklarını değişik şekillerde ifade ederler. Dünyanın hemen her tarafında bol bol rastlanan ama nedense bizde pek rastlanmayan meçhul asker anıtları bu minnet ve şükranın, kadirşinaslığın somut ifadelerindendir.

Öte yandan milletler ve devletler sadece savaşla var olmazlar, savaşla kurulmazlar. Milleti millet, devleti devlet, toprağı vatan yapan çok daha başka ve çok daha önemli değerler, inançlar ve idealler vardır. Her milletin onu ayrı bir millet yapan, onu diğerlerinden ayıran, ona ayrı bir kimlik, kişilik ve özellik kazandıran bir kültürü vardır. Köklü, sağlam, bilinçli milletler, milletlerini millet yapan ortak değerler uğrunda mücadele etmiş gerçek kültür mimarlarını, ilim, irfan ve düşünce adamlarını, onların hayatlarını, hatıralarını, mücadelelerini, inanç ve ideallerini hiç unutmazlar, hep taze tutmaya, hatırlamaya, hatırlamaya, unutmamaya ve unutturmamaya çalışırlar. Dünyada bizim kadar, milletine, memleketine, dinine fedakarane, olağanüstü önemde ve değerde büyük hizmetler yapmış isimsiz ve gizli kahramanları, meçhul askerleri, hizmet erleri, alp erenleri olan, ama bunları, yaptıklarını ve mücadelelerini bizim kadar çabuk unutan, hatırlamayan başka bir millet her halde zor bulunur. Elbette onlar yaptıkları hizmetleri ve fedakârlıkları kimseden bir karşılık, ödül, mükâfat, teşekkür, aferin bekleyerek veya tanınmak, bilinmek, meşhur olmak için yapmadılar. Onların adlarının, hizmetlerinin, fedakarlıklarının hatırlanmasının, anılmasının, kendilerine minnet ve şükran duyulmasının artık onlara bir fayda sağlamayacağı da öne sürülebilir. Ama onları, hizmetlerini, mücadelelerini, fedakarlıklarını tanımanın, anmanın, hatırlamanın, hatırlatmanın, ölümsüzleştirmenin sonradan gelenlere, yeni nesillere çok büyük faydalar sağlayacağı inkar edilemez. Çünkü milletler, kendileri için büyük fedakârlıklarda ve hizmetlerde bulunmuş bu meçhul adamları, hizmet erlerini, onların örnek şahsiyetlerini, yaptıkları önemli, değerli ve büyük işleri daha iyi bildikçe, tanıdıkça, öğrendikçe, yeni nesillere de bunları rol model olarak gösterdikçe daha büyürler, daha güçlenirler, daha kuvvetlenirler, birbirlerine daha çok kenetlenirler. Onlardan alacakları ışıkla geçmişten geleceğe doğru giden yolları daha fazla aydınlanır, nereden gelip nereye gittiklerini, nereye ve ne yana gitmeleri gerektiğini, yolu, yolun gerçek yolcularını ve yoldaşlarını, hangi yolda hangi tehlikelerin bulunduğunu daha iyi görebilirler, almaları gereken tedbirleri, yapmaları gereken hazırlıkları zamanında yapabilirler, böylece geleceğe daha güvenle bakabilirler, geleceklerini daha fazla güven altına alabilirler. Kendi öz değerlerini, gerçek kahramanlarını, hizmet erlerini tanımayan, bilmeyen, onları unutulmuşluğa ve yokluğa terk eden milletler, gelecek nesillerinin ve kuşaklarının yanlış yollarda, sapık fikirlerin ve ideolojilerin, sahte kahramanların peşinde kaybolup, heder olup gitmelerine neden olurlar.

Adanmış Bir Hizmet Eri

Bu dünyaya gelen herkes ölür. Çünkü ölümsüz olan yalnız Allah’dır. O’ndan başka herkes ölmek için yaratılmıştır. Evet, dünyada herkes gerçekten ölür ama herkes gerçekten yaşamış sayılmaz. İnsanların çoğu, bu dünyayı boşuna çiğnemişlerdir. Fakat bu hayatı gerçekten ve dolu dolu yaşamış, ölmeden önce ölümsüzlüğü hak etmiş anıt ve abide şahsiyetler de vardır. İşte son devrin pek öyle herkes tarafından tanınıp, bilinmeyen, adını, sanını şimdiye kadar çok az kişinin duyduğu, kendisini pek az kişinin tanıdığı Ali Yakup Cenkçiler Hoca da bunlardan biriydi. O, kendi halinde, sessiz, sedasız, iddiasız, sakin, sade, gösterişten uzak, daha çok kendi özüne ve içine dönük bir hayat yaşamış, kendini Allah’a, onun yoluna, dinine, davasına, Hakka, hakikate, İslama ve Müslümanlara hizmete adamış, gelecek nesillerin gönüllerinde ebediyyen yaşamayı hak etmiş hizmet erlerinden biriydi. İlmiyle, irfanıyla, fikir ve düşünceleriyle, yaşayışıyla, hayatıyla, ahlakıyla, takvasıyla, iman ve idealleriyle, ihlasıyla, samimiyet ve içtenliğiyle, vefasıyla, dostluğuyla, fedakarlığıyla, çalışma ve gayretleriyle, cihadıyla, hicretiyle, mücadelesiyle, tevazuuyla, adanmışlığıyla örnek bir mücadele ve ideal adımıydı. Özellikle çağımız Müslümanlarının en çok ihmal ettikleri ama aslında en çok ihtiyaç duydukları, ilmi ve fikri sahalarda temayüz etmiş, çok yönlü, komple, hezarfen bir ilim ve fikir adamıydı. O bu çok yönlülüğüyle herkese ve özellikle artık canlı rol model ve ideal örnek gösteremediğimiz gençlerimize pek çok konuda örnek gösterilebilecek, onlara ışık tutabilecek, en iyiye, en güzele giden yollarını aydınlatabilecek, önlerindeki tehlikeli yolların binbir bilinmezi içinde yolu ve kendi içlerinde kendilerini kaybetmekten kurtarabilecek nitelikte rehberlerden ve abide şahsiyetlerden biriydi.

Ali Yakup Cenkçiler Hoca’yı gerçekten ve tam anlamıyla tanımak, tanıtmak, anlatmak hiç de kolay bir iş değildir. Ondan ne kadar çok bahsedilirse edilsin, ne kadar iyi ve etraflı bir şekilde tanıtılırsa tanıtılsın yine de yeterli olamayacağı, bazı önemli şeylerin yine de eksik kalacağı, hatta onun ciltler dolusu kitaplarla bile anlatılamayacak kadar geniş, uzun, maceralı, çok yönlü, çok değişik hayatını, çok farklı özellik ve niteliklerini böyle kısa bir yazı boyutu içerisinde anlatmaya ve tanıtmaya çalışmanın onu fazlaca sınırlandırmış olmak demek olduğu da ortadadır. Fakat bir şeyi bütünüyle elde edebilmek mümkün olmasa bile, onu illa bütünüyle terk etmek de gerekmez. Bu mülahazalarla üzerimde pek çok hakkı bulunan ve Allah’ın sebeb-i hidayetim kıldığı bu meçhul kahramanı ve hizmet erini, ölümünün 23. yıldönümünde, birkaç satırla da olsa anmak, hatırlamak, hatırlatmak, tanımayanlara özellikle de geleceğimizin teminatı olan gençlerimize bir nebze de olsa tanıtmaya çalışmak, onun çok ilginç, çok güzel örneklerle, ibretlerle, derslerle dolu hayatından birkaç sahneye ışık tutmak, ilmi ve fikri kişiliğinden, büyük mücadelesinden kısaca da olsa söz etmek, bugünün ve geleceğin nesillerine karşı mutlaka yerine getirilmesi gereken insani, vicdani ve İslami bir görev telakki edilmiştir.

Ali Yakup Cenkçiler Hoca’nın Kişiliği

Gözünü budaktan, sözünü dudaktan sakınmayan bir dava ve hizmet adamı olan Ali Yakup Hoca, Allah vergisi özellikleri, nitelikleri ve kişiliği ile de başka bir benzeri, kopyası, nüshası olmayan, tek nüsha, yeri doldurulamaz, eskilerin tabiriyle ‘Nev-i şahsına münhasır’ biriydi. Hak davanın Allah’tan başka hiç kimseye, hiçbir şeye, hiçbir zaman boyun eğmemiş, asla teslim olmamış, dönmez bir savaşçısıydı. Yarışı gerçekten kaybedenlerin, yarışa katılıp sonuncu gelenler değil, koşmayı, yarışmayı ve mücadele etmeyi hiç denememiş, sadece uzaklardan bakmakla yetinmiş olanlar olduğuna inanlardandı.

Ali Yakup Cenkçiler Hoca, yüksek, ahlak, karakter ve fazilet timsali bir alimdi. Yirminci asrın, mukaddesatın bile satılığa çıkarıldığı, her şeyin servetle, zenginlikle, mal ve mülkle, mevki ve makamla ölçüldüğü o kirli ve kaskatı maddecilik ve menfaatçilik ortamında, bunların hiç birine metelik vermeyen istiğnası, hepsine meydan okuyan cesareti, eşsiz tevazuu, menfaat ve riyadan uzak takvasıyla, kendi asil ve temiz iklimi içinde merdane yaşamış, hiçbir zaman hasis emellerin esiri olmamış, hiçbir çıkar ve menfaat için eğilip bükülmemiş ilkeli, sağlam karakterli, anıt adamlardan ve ender şahsiyetlerden biriydi. Kendisini ve ömrünü gerçekten adanmaya değer yüce bir davaya ve ideale, yani Yaratıcısı’na, O’nun dinine, davasına ve yoluna adamış idealist bir hizmet eriydi. Daha çok kendi kendisini yetiştirmiş, normal okul hayatının, gerçek eğitimine karışmasına ve engel olmasına asla izin, imkân ve fırsat vermemişti.

Sülehâi salihînden olan Hocanın ilmi ahlakından, ahlakı ilminden üstündü. Hepsinden de aklı üstündü. Hayatı boyunca maddeye, zenginliğe, şan ve şerefe, mevki ve makama hiç önem vermemiş, kimsenin önünde eğilmemiş, kimseye dalkavukluk ve yağcılık etmemişti. Çok mütevazi, şefkatli, merhametli ve çok vefakardı. Dostlarını unutmaz, belirli aralıklarla mutlaka arardı. Kendini methetmekten hiç hoşlanmazdı. Çok mahviyetkardı. Kim yaparsa yapsın hata, kusur ve yanlışları bütün açıklığıyla ortaya koymaktan ve düzeltmeye çalışmaktan, kendi kusurlarını, hatalarını bile kıyasıya eleştirmekten hiç çekinmezdi. Kusurunu marifet sayanları ve hatalarında ısrar edenleri iğnelemekten, bu arada nükteli, latifeli sözleriyle insanları güldürürken düşündürmekten geri durmazdı. Çok nazik, duygulu, hassas, kibar ve latifeli bir insandı.

Hoca gerçek bir müminin ve gerçek bir İslam aliminin ve bilim adamının en has sıfatlarını kendi şahsında toplamıştı. Onuruna ve izzeti nefsine çok düşkündü. Haysiyet ve onur kırıcı sözlere, davranışlara asla tahammül edemezdi. Din bilginlerinin çeşitli baskılardan yılarak, etkilenerek, her şeye eyvallah diyen, kimliksiz, kişiliksiz, ezik, silik, boynu bükük hale gelmelerine ve getirilmesine çok üzülür, içerler, kızar, bunun hem onlar hem de millet için felaketlerin en büyüğü olduğunu söylerdi. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede, azınlıkların dinine, inancına kimse tek kelime bile söyleyemezken, her ağzını açanın utanmadan, sıkılmadan, pervasızca İslama ve Müslümanlara saldırma ve hakaret edebilme cesaretini kendisinde bulabilmesinin, Kur’an’ın ve İslamın emir ve hükümlerinin camide bile sansüre uğramasının baş sorumlusu olarak yılgın, pısırık, kimliksiz, kişiliksiz, hakkını hukukunu savunmaktan aciz, ezik, mevki-makam, para-pul, şan-şöhret, zenginlik meraklısı ve düşkünü, güce ve kuvvete tapan din adamlarını ve hocaları görürdü.

Hayatının her çeyrek yüzyılını üç farklı yerde, ortamda, çok büyük çileler ve meşakkatler içinde yaşadığı için, insanların, özellikle de Müslümanların değişik zamanlarda, yerlerde, ortamlardaki tutum ve davranışlarını, duygu ve düşüncelerini, bunlardaki sapma ve değişmeleri de çok iyi ve çok yakından görüp gözlemleyebilen, takip ve tespit edebilen, bunlar nedenleri, sonuçları üzerinde sürekli kafa yoran, bunları İslamın ışığında değerlendirebilen, sorunları doğru tespit edebilmek, gerçek çözümler ve çareler üretebilmek için sürekli düşünen biriydi. İslam ülkelerindeki bireysel, toplumsal ve sistem olarak İslamdan kopuş olaylarını, bunların nedenlerini çok iyi irdeler, sistem değişiklikleri sırasında insanların ve toplumların yaşadıkları karmaşık duygular, rasyonel ve irrasyonel davranışlar üzerinde çok ilginç gözlemleri ve değerlendirmeleri vardı. Gözlem, müşahade ve tespitlerinde adeta bir sosyolog gibi son derece isabetli tahliller yapar, çok sağlıklı sonuçlara ulaşabilirdi. Çok iyi bir ilim adamı olmasının yanında aklını da çok iyi kullanırdı. Aklı ilminden de üstün, sağlam karakterli, önder kişiliğe sahip biri olarak tanınır, bilinir ve sevilirdi. Temiz, nezih, iffetli bir insandı. Geniş bir kültür sahibiydi. Olaylar içinde yoğrulmuş, engin ve derin tecrübeler edinmişti. Genelde bütün dünyayı, özelde İslam âlemini çok iyi bilirdi. Sürekli, okur, yazar, düşünür, araştırır ve incelerdi.

Ali Yakup Hoca, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, Türkçe, Sırpça, Arnavutça, Boşnakça gibi pek çok dile bu dillerde her türlü bilimsel inceleme ve araştırmaları yapabilecek kadar hâkimdi. Örneğin dünya tarihini Fransızcasından okumuştu. Osmanlıcayı, Türkçeyi, Türk edebiyatını, Türk dilini asırdan asıra nesilden nesile geçirdiği değişikliklere varıncaya kadar çok iyi bilirdi. Tek bir alanda sıkışıp, sınırlanıp kalmaması, değişik ilim dallarında çok geniş incelemelerinin, araştırmalarının, çalışmalarının olması, doğuyu ve batıyı tarihi, coğrafyası, edebiyatı, sosyolojisi, ilmi, fikri, siyasi, sosyal, ekonomik ve felsefi akımlarıyla, sistemleriyle, ideolojileriyle, doktrinleriyle çok iyi tanıması, onu tam bir hezarfen ve ansiklopedist biri durumuna getirmişti. Sosyalizm, komünizm, kapitalizm, Titoizm, Maoizm, Darvinizm, Freudizm, Existansiyalizm gibi ideolojileri, doktrinleri, nazariyeleleri, temel görüşleri hem fikri ve felsefi tabanları, hem de tarih içindeki uygulamaları, etkilenmeleri, etkilemeleri, zaafları ve gülünç taraflarıyla da çok iyi bilirdi.

Ali Hoca kitaplardan okuduğu veya duyduğu her şeye öyle körü körüne inanan, bağlanıp saplanıp kalan, sadece kitapta yazılanları papağan gibi ezberleyip tekrarlayan biri değildi. Kitaplarda okuduğu bütün bilgileri ölçer, tartar, eleştiri süzgecinden geçirir, tahlilini, analizini, sentezini yapar ona göre değerlendirirdi. En çok sevdiği, saygı duyduğu, takdir ettiği, etkilendiği, hatta hayran olduğu ilim adamı İmam-ı Gazali idi. Onun görüşlerini bile hemen körü körüne, o söylüyor diye kabul etmez, vahiy, akıl, mantık ve eleştiri süzgecinden geçirirdi. Örneğin, bir gün İhya dersinde, Gazali’nin kader konusunda yazdıklarını okuyorduk. Hoca ders olarak anlatacağı konuyu evde iyice çalışmış, derinlemesine incelemiş ve tahlil etmiş, sonuçta bu konuda Gazali’nin açıklamalarının da yetersiz kaldığını, bazı yanlışlara ve hatalara düştüğü kanaatine varmıştı. Öğrencilerine şöyle dedi: ‘Azizim! Bu konu öyle bir konu ki, bunu Gazali bile anlayamamış!’ Sadece bu konuda değil, Gazali’nin başka konularda da eksik yetersiz, yanlış bulduğu açıklamaları için: ‘Burasını Gazali de pek anlamamış!’ demekten çekinmezdi.

Hoca, her meslek, meşreb ve görüşten insanla rahatça ve kompleksiz görüşür, herkese sevgi ve saygı gösterir, doğru bildiği şeyleri de hiç eğip bükmeden, münasip bir dil ve üslupla olduğu gibi dosdoğru anlatmayı çok güzel becerirdi. Söyledikleri kimseye batmazdı. Tartışmalı, ihtilaflı durumlarda hemen taraf almaz, konulara tarafgirlikle yaklaşmaz, herkesi, her fikri, görüşü ve iddiayı önce sabırla dinler, herkese sevgi ve dostlukla yaklaşır, ortak noktaları bulmaya, araları düzeltmeye, uzlaştırmaya, anlaştırmaya ve barıştırmaya çalışırdı. Bu yüzden her fikir, düşünce, görüş, meşrep ve meslekten insanlarla evi sürekli dolar boşalır, herkes ona gelir, faaliyetlerinden bahseder, ondan fikir sorar, görüşür, danışır, konuşur, o da hepsine söylemesi gerekenleri iyi niyetle ve açık yüreklilikle söylerdi.

Günümüz Müslümanlarının genel zaaflarını ortaya koymaya, bunlara çareler bulmaya çalışmaktan da hiç geri durmazdı. Bazı Müslüman geçinenlerin, mal, mülk, mevki, makam hırsıyla hareket etmesini, bir kısmanın dünyevi iktidar, güç, kuvvet peşinde, bir kısmının zenginlik, mevki, makam, para pul peşinde koşmasını, bazılarının da bunlara sahip olanlara yaranmak için hakkı hakikatı söylemekten bile çekinmelerini, hak sözü eğip bükmelerini, ahde vefa, sadakat, bağlılık gibi duyguların gittikçe azalmasını ve eksilmesini, ilmin öneminin yeterince idrak edilmemesini, sevgi, dostluk ve kardeşlik duygularındaki azalmayı kıyasıya eleştirirdi.

Ali Yakup Hoca, ilmini hiçbir zaman rızık ve geçim aracı yapmamış, geçimini başka işten ve kendi emeği ile kazanmıştı. Ders verdiği talebelerden asla para almaz, bilakis elinden geldiğince kendisi onlara para verir, yardım ederdi. Eskilerin “Lâ talebe, velâ radde, velâ iddihâre” yani “Kimseden bir şey istememek, isteyeni reddetmemek, para yığıp biriktirmemek’ düsturunu en iyi uygulayanlardan biriydi. ‘Dini ilimler parayla okutulmaz. Peygamber de almadı. Benden de benim hocalarım hiç para almadılar!’ der, talebelerine de öğrendiklerini hiçbir ücret almadan başkalarına da öğretmelerini tavsiye ederdi. Diyanet İşleri Başkanlığınca açılan Haseki Eğitim Merkezi’ndeki hocalığı sırasında, kendisine ders ücreti olarak tahakkuk ettirilen paranın tamamını da yine talebelerine dağıtır, onların ihtiyaçlarını karşılardı.

O, ömrünü kitap sayfaları arasında geçiren sıradan bir kitap kurdu değildi. Dünyayı bütün yönleriyle tanıyıp bilmeye, düne ve bugüne mümkün olabildiğince objektif bir gözle bakıp değerlendirmeye ve daha güzel yarınlar için çalışan bir ilim, fikir ve aksiyon adamıydı. İslam dünyasının bugünkü içler acısı durumunu sürekli dert eder, düşünür ağlardı. Bugünün ve yarının kaygısı, derdi, tasasıyla uykuları kaçar, bugüne ve düne bakıp gözyaşı döker ama asla yarından da ümidini kesmezdi. Müslümanların gayret ve çalışmaları, Allah’ın lütuf ve inayetiyle yarının dünden de daha güzel ve daha hayırlı olabileceğine inanır, her zaman bu güzel, mutlu, onurlu, izzetli yarınların fikriyle, hayaliyle, düşüncesiyle teselli bulur, aşkıyla, sevdasıyla yanar tutuşur, kendini bu yola feda ve kurban etmeyi canına minnet bilirdi. Her şeye ve bütün imkansızlıklara rağmen bıkmadan, usanmadan, büyük bir azim ve kararlılıkta bu yolda üzerine düşen, yapabileceği her şeyi fazlasıyla yapmaya çalışmış, kendini bu yola adamış idealist bir hizmet adamıydı.

Hoca, dini ilimlere vukufunun yanında hem klasik Arap, Fars ve Türk edebiyatını, hem de çağdaş Arap edebiyatını çok iyi bilirdi. Ayrıca felsefe, sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi gibi sosyal bilimlerle de çok ilgiliydi. Aydınlanma sonrası batı felsefesini çok iyi bilir, dünyadaki gelişmeleri yakından takip eder, değerlendirmelerde bulunurdu. Zarif esprileri, engin tecrübeleri, ihlası ve heyecanı ile gerçek bir rehber, aydın, mütefekkir, münevver, üstat ve hoca timsaliydi. İslam aleminin geçmişi, bugünü ve geleceği üzerine derinliği olan bilgi ve değerlendirmeleri vardı. Olayları hem bir din âlimi, hem bir sosyolog, hem bir tarihçi gözüyle değerlendirir, dünyadaki hâkim güçlerin İslam alemine karşı tavırlarını, sinsi planlarını, olayların ardında yatan gerçek sebepleri, kendi iç bünyemiz içindeki zaaflarımızı çok iyi bilir ve tahlil ederdi. Dünyada olup bitenleri gayet objektif bir bakış açısıyla değerlendirir, dünyadaki hakim güçleri ve görüşleri çok iyi tanımak gerektiğini söylerdi. Dünya gerçekleri dikkate alınmadan yapılacak hiçbir değerlendirmenin işe yaramayacağını, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel çalışmadan olumlu sonuçlar alınamayacağını, hatta böyle desteksiz, temelsiz, tabansız faaliyetlerin faydadan çok zarar getireceğini söylerdi. Bilmediğini bilmiyorum demekten çekinmezdi. Neyi bildiğini, neyi bilmediğini çok iyi bilirdi.

Hayatı boyunca maddeye, mevki ve makama hiç önem vermemiş, kimsenin önünde eğilmemiş, kimseye dalkavukluk etmemiş, hayatını başı dik, merdane ve yiğitçe yaşamıştı. Karşısındaki kim olursa olsun hakkı söylemekten asla çekinmez, bildiğini gayet açık, lafı eğip bükmeden dosdoğru ve dobra dobra söylerdi. Çok zarif ve tam bir Osmanlı Beyefendisiydi. İslama ve Müslümanlara yaptıkları hizmetler ve özellikle Balkanlara İslamı getirip kendi hidayetine de vesile olmaları yüzünden, Osmanlılara karşı çok büyük bir sevgisi, sempatisi ve saygısı vardı.

Ali Yakup Hoca’nın Kısa Özgeçmişi

Ali Yakup Hoca, devletimizin, milletimizin, vatanımızın, dinimizin, tarihimizin en büyük tehlikelerle yüz yüze olduğu, asırlardan beri bir benzeri görülmemiş, duyulmamış dayanılmaz acıların, felaketlerin yaşandığı, Balkan Savaşlarının bütün şiddetiyle devam ettiği bir dönemde, 1913 yılında Kosova’da dünyaya geldi. İlim yoluna, ilim ve fikir öğrenme, üretme ve öğretme yoluna adadığı 75 yıllık ömrünün 23 yılı Balkanlarda, 21 yılı Mısır’da, geri kalan 31 yılı da Türkiye’de geçti. Çilelerle dolu hayatı, gurbetlerde ve muhaceretlerde geçmesine, çok zor şartlar altında tahsil etmesine rağmen hiçbir zaman pes etmedi. Yaşadığı onca acılar ve olumsuzluklar, onun kendini adadığı büyük ideallerine bağlılığını ve hizmet etme aşkını ve şevkini hiçbir zaman eksiltemedi, törpüleyemedi, hatta daha da artırıp keskinleştirdi. O ömrünün her dakikasını büyük bir azim ve gayretle hiç gevşemeden, tavsamadan inandığı yolda harcadı.

Ali Yakup Hoca, Kosova Eyaletinin Piriştina Sancağı’na bağlı Gilan kasabasında 1913 yılında dünyaya geldi. Babası Hafız Hüseyin Efendi, annesi Hûrişah Hanım’dır. Dedesi Hacı Yakup Efendi Niş Medresesi’nde, çok iyi bir hafız ve kurra olan babası Hafız Hüseyin Efendi ise Fatih Medreselerinde eğitim görmüştü.

Sekizinci kuşaktan dedesi Ömer Bey, İşkodra’nın Kolgeci Köyü’nden Gilan Kasabasına bağlı Desivoyca mezrasına gelip yerleşmişti. Bu yüzden aile İşkodralılar adıyla anılırdı. Küçük Ali Yakup, çok dindar bir ortamda, dini bir hava içinde büyüyüp yetişti. Daha o küçük bir çocukken ablaları hafızlığa çalışıyorlardı. Dedesi Hacı Yakup, yalnız Müslümanların değil, kasabadaki Hıristiyanların da çok sevdikleri, büyük saygı duydukları, ‘Kasabamızın evliyası! En değerli insanı! En büyük adamı!’ diye nitelendirdikleri çok saygın bir kimseydi.

Ali Yakub Hoca, tahsilini 1936 yılına kadar Yugoslavya’da Gilan, Üsküp ve Saraybosna medreselerinde okuduktan sonra, tahsilini o zamanki İslam dünyasının en önemli ve en şöhretli ilim yuvası olarak tanının Ezher’de sürdürebilmek için 1936 yılında Mısır’a hicret etti. Amacı sadece diploma almak değil, orada olduğunu bildiği, duyduğu İslam aleminin en büyük, en tanınmış ilim, fikir, düşünce, ideal ve aksiyon adamlarını da tanıyıp onlardan mümkün olduğunca yararlanmaya çalışmaktı. Tanımayı en çok hayal ve arzu ettiği iki iki kişiden biri son Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi, diğeri de Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’du. Fakat Üsküp’e geldiğinde Türk gazetelerinden birinde Mehmet Akif’in ölüm haberini okudu ve çok üzüldü.

Mısır’da İslam dünyasının en tanınmış ilim ve fikir adamlarıyla tanıştı, onlardan geniş çapta yararlanma imkânını buldu. İlme istidadı, ahlak ve fazileti, gayret ve çalışkanlığı ile çok önemli ve değerli ilim, fikir ve mücadele adamalarının dikkatlerini ve ilgilerini çekmiş, pek çoğunun samimi dostluklarını ve sevgilerini kazanmıştı. En çok gidip geldiği Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’yle baba-oğul, sık sık görüştükleri Hasan el-Benna ile de birbirlerini çok seven iki kardeş gibi olmuşlardı. Mustafa Sabri Efendi onu her gittiği yere onu da götürür, kim olduğunu soranlara ‘Yaverim!’ diye tanıtır, özel sohbetlerinde de adını pek kullanmaz, ona ‘Evliyam!’ diye hitap ederdi. Fakat o, kendini pek öyle görmez, hatta evliyalık, keramet taslayanlardan hiç hoşlanmaz, en büyük kerametin ve evliyalığın da Allah’ın dinine ve davasına hizmet etmek olduğunu söylerdi. Belki de bu yüzden, üç dört defa şeyhülislamlık makamına gelmiş Mustafa Sabri Efendi onu bu kadar çok sevmiş, değer verip, takdir etmiş, hatta Osmanlı tarihinde eski de olsa bir Osmanlı Şeyhülislamı tarafından ‘evliyalığı’ tescillenmiş tek kişi o olmuştu.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Hasan El-Bennâ’dan başka Düzceli Zahid el-Kevseri, Yozgatlı İhsan Efendi gibi Türkiye’den Mısır’a gidip yerleşmiş, Yusuf ed-Dicvi, Hıdır Hüseyin, Şeyh Bâhit, Mustafa Sadık er-Refii gibi Mısır’lı ilim ve fikir adamları dostluğunu ve yakınlığını kazandığı önemli kimselerdendi. Ayrıca Mısır’da on yıldan fazla bir süre Kahire Üniversitesi Kütüphane Lektörlüğü görevini yürütmüş, burada hem her türlü nadir yazma ve basma eselerlere, hem yeni çıkan yayınlara kolayca ulaşabilme, hem de buraya araştırma ve inceleme için dünyanın dört bir yanından gelen ilim, fikir, düşünce, edebiyat, adamlarıyla, müsteşriklerle, basın yayın dünyasının uluslar arası şöhrete sahip önemli simalarıyla tanışıp görüşme, onlarla fikir alışverişinde bulunabilme, dostluklar kurabilme imkânlarına da kavuşmuştu.

Ali Yakup Hoca yirmi yılı aşkın bir süre Mısır’da yaşadı. Ama hiçbir zaman burada kalmaya niyetli değildi. Amacı Türkiye’ye gelip orada hizmet etmekti. Çok sevdiği gönül dostları, arkadaşları, üstatları da vefat ettikten sonra, Mısır ona daha da dar gelmeye başladı. Zaten artık buradan alacağını almış, Mısır’ın ona verebileceği başka bir şey de kalmamıştı. Mısır’da Cemal Abdünnasır döneminde daha da artan dini, ilmi ve fikri hayata baskılar onu da bunaltmaya başladı.

Ali Yakup Hoca, çok sevdiği, hep hasretini çektiği Kosova’dan ve Balkanlardan 1936 yılında ayrıldıktan sonra bir daha hiç dönemedi. Çünkü dönebilmesi imkansızdı. Pek çok arkadaşı komünist rejim tarafından şehit edilmiş, kendisi de arananlar listesindeydi. Bütün akrabaları, yakınları ve arkadaşları bir daha Yugoslavya’ya dönmemesi, hayatının tehlikede olduğu konusunda onu uyarıyorlar, yakın arkadaşlarının, dostlarının başına gelenlerden onu haberdar ediyorlardı. Nitekim 1937 yılında kurulan ve 1945’te Yücel adını alan teşkilatın kurucusu ve önderi Şuayb Aziz Efendi, Ali Yakup Hoca’nın Üsküp’te Ataullah Efendi Medresesinde okurken tanıştığı, ağabey gibi sevdiği, örnek aldığı arkadaşlarından biriydi. Üsküp’teyken onunla sürekli değişik konular üzerinden konuşurlar, tartışırlar, sohbet ederler, fikir alışverişinde bulunurlardı. Bu idealist gencin niyeti Mısır’a gidip tahsilini orada tamamlamaktı. Genç Ali Yakup Efendi’ye de aynı şeyi öğütlüyor, çok yönlü, sağlam ve iyi bir eğitim alabilmesi için yolunun mutlaka Ezher Üniversitesi’nden de geçmesi gerektiğini söylüyordu. İlişkileri, dostluk ve arkadaşlıkları Şuayb Aziz Efendi’nin şahadetine kadar devam etti. Şuayb Aziz Efendi Mısır’daki eğitimini tamamlayıp tekrar Memleketi olan Üsküp’e döndü. Burada Yücel Teşkilatını kurarak Balkan Türklüğünün ve Müslümanlığının varlık ve beka mücadelesi için canla başla çalışmaya başladı. Fakat çok geçmeden Komünist Tito rejimi tarafından yakalanarak arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Bu çok sevdiği, takdir ettiği, kendisine Mısır’da okuma fikrini aşılayan idealist, değerli ve mücahit dostunun ve yakın arkadaşının şehadet haberi çok geçmeden Mısır’a Ali Yakup Efendi’ye de ulaştı. Bu acı haber onu çok sarstı, son derece üzdü, perişan etti. Onun ardından günler, geceler boyu ağladı, gözyaşları içinde ruhu için Kur’an okudu, dualar etti.

Balkanlara ve Kosova’ya dönmesi imkansız hale gelen Ali Yakup Hoca, nihayet yıllardan beri tasarladığı ve asıl yapmak istediği şeyi yapmaya, Mısır’dan Türkiye’ye hicret etmeye karar verdi. Mısır’daki yakın dostlarının, sevenlerinin ve üniversite camiasının karşı çıkmasına rağmen, 1957 yılında Kahire Üniversitesi Kütüphanesindeki görevinden ayrılarak, Mısır’ın Ankara Büyükelçiliğinde tercümanlık görevini kabul edip, Türkiye’ye gelip yerleşti. Ali Yakup Hoca’nın çocukluğundan itibaren en büyük hevesi, ideali, hep özlemini, hasretini çektiği, gelmeye can attığı, anavatanı bildiği Türkiye’ye gelip burada ilim ve kültür sahasında hizmet etmek, bildiklerini, öğrendiklerini öğretmekti. Hep bunun heyecanını duymasına rağmen ancak 45 yaşında Türkiye’ye gelebilmişti. Yapacak çok işi, verebilecek çok hizmeti olduğuna, bunun için çok da fazla zamanı kalmadığına inanıyordu

Mısır Sefaretindeki işi çok rahat, aldığı maaş da çok tatminkârdı. Fakat o bir hizmet ve ideal adamıydı. Ömrünü de keyif çatarak, zevk ve sefa içinde tüketmek değil, ideallerine hizmet uğrunda değerlendirmek istiyordu. Onun Türkiye’ye gelip yerleşmekteki esas amacı ve ideali, İslamı doğup büyüdüğü yerlere getiren, böylece onun da hidayetine, Katolik olarak yaşayıp ölmekten kurtulmasına vesile olan Türk milletine geniş, derin ilmi, irfanı, bilgisi ve engin kültürüyle, ilmi, fikri ve kültürel alanda hizmet etmek, üzerindeki hakkı böylece ödemeye çalışmaktı. Bu nedenle Büyükelçilikteki hayat ve yaptığı işler ona çok sıradan, gereksiz, anlamsız, boş ve sıkıcı geliyordu. Maddi imkânı çok, manevi hazzı çok az olan bu işe ancak iki yıl dayanabildi. İstifa edip, İstanbul’a geldi. Kendine ve ideallerine uygun bir iş aramaya başladı. Ona, onun bilgisine ve hizmetlerine Türkiye’de o kadar büyük bir ihtiyaç vardı ki, onun gibi binlerce Ali Yakup olsa yine de yeterli olamazdı. Fa­kat heyhat, burada kimsenin kendisi gibi düşünmediğini, böyle bir derdi ve tasası olmadığını görüp anlaması fazla uzun sürmedi. Bu durum onu çok üzmüş ve çok büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Ne yurt dışından aldığı ve dünyanın her tarafında da geçerli olan diplomalar, ne de o eşsiz bilgi birikimi, müktesebatı, kimsenin kolay kolay sahip olamayacağı donanımı Türkiye’de hiç tanınmıyor, hiçbir işe yaramıyordu. Onlarca yıl­ın birikimi ilminin, irfanının, tahsilinin Türkiye’de hiçbir kıymeti ve geçerliliği yoktu. Büyük ümitlerle ve ideallerle geldiği Türkiye’de kimse yüzüne bakmamış, ‘Kimsin, nesin, ne işe yararsın, halin, derdin, durumun nedir?’ diye soran olmamıştı. Üstüne üstlük bir de tamamen işsiz, güçsüz, boş, neredeyse aç, açık kalmıştı. Dünyanın her tarafından, özellikle de Oryantalizm merkezlerinden kendisine çok yüksek maaşlı iş teklifleri yağıyordu ama o bunların hiç birisine iltifat etmiyordu. Çünkü o bu kadar ilmi, irfanı Batılılara, hele Oryantalistlere hizmet etmek için edinmemişti.

Doğru dürüst adamın da, adam kıymeti bilenlerin de kalmadığı Türkiye’de bir tek Beyazıt Camii Başimamı Abdurrahman Gürses ona sahip çıktı, gönlünü, kalbini ve evini açtı. Sıkıntı ve eziyet vermek istemediği için kabul etmeye yanaşmasa da Abdurrahman Hoca onu neredeyse zorla, bir yıl kadar kendi evinde misafir etti. Adam kıymetini, ancak ve yalnız adamların bilebileceği gerçeğinin en güzel örneklerinden biri de herhalde bu olay olsa gerektir.

Ali Yakup Hoca, ancak iki üç yıl sonra, o da bazı dostlarının aracılığıyla güç belâ, bir fabrikanın muhasebe servisinde çok düşük maaşla bir iş bulabildi. Mısır Sefaretindeki üç bin lira maaşlı işini hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden terk etmiş, uzun süre işsiz kaldıktan sonra, geçimini sağlayabilmek için bunun onda biri kadar maaşlı, üstelik hiç de mesleği ile ilgili olmayan bir işte çalışmaya razı olmuştu. Ama o bir ideal ve prensip adamıydı. Dolayısıyla bundan en ufak bir pişmanlık ve üzüntü duymadı. Onu en çok ve tek üzen şey, dinine, davasına ve ideallerine istediği gibi hizmet edebilme imkan ve fırsatından mahrum kalmasıydı. Fakat kaderine razı olmaktan, yapabildiği kadarını yapmaya çalışmaktan ve haline şükretmekten başka elinden gelebilecek bir şey yoktu. Emekli oluncaya kadar bu işte çalıştı. Fabrikada çalışırken, kimsenin aklından ‘Hocalığını kullanıyor da bedavadan maaş alıyor!’ gibi bir düşünce geçmesin diye işinde çok gayretliydi. Adeta canla başla, çılgınca bir gayretle çalışırdı. Kendisi emekli olduktan sonra aynı işin altından birkaç elemanın kalkamayacağı anlaşılmış, o bölüme yeni elemanlar alınması gereği ortaya çıkmıştı.

Ali Yakup Hoca’nın ömrünün en verimli yılları, posteki sayarcasına hesaplarla uğraşarak geçti. Fakat içine sürüklendiği bu keşmekeşli, dağdağalı, zor ve zahmetli hayata, bütün zihni keşmekeşlere ve sıkıntılara rağmen, o yine de hiçbir zaman ilim öğren­mekten ve öğretmekten, talebe yetiştirmekten, okuyup okutmaktan geri kalmadı. Hele emekli olduktan sonra, kendini büsbütün bu sevdiği işe verdi. Kendisine gelen hiçbir talebeyi, ister mübtedi (yeni başlamış), ister ileri düzeyde yetişmiş olsun geri çevirmezdi. Tüm meşguliyetleri arasında, hangi talebe kendisine gelir ve hangi dersi okumak isterse ona da bir zaman ayırırdı. Her dersi okuturdu. Tam bir hezarfendi. Gecesi, gündüzü yoktu. Gündüzleri haftanın belirli günlerinde bir yandan Haseki Külliyesi’ndeki, Tuba Kız Kur’an Kursundaki, İsmailağa’daki, Emir Buhari Camiindeki, Atikali Paşa Camii’ndeki derslerine koşturuyor, bir yandan da evinde kendisinden özel dersler alan talebelerine, araştırma inceleme için yardımını isteyen yüksek öğrenim ve doktora öğrencilerine yetişmeye çalışıyordu. Evi herkese, özellikle ilim ehline her zaman açık bir eğitim kurumu ve kütüphane durumundaydı. Sabahın erken saatlerinden gecenin saat 0l.00’ine, 02.00’sine kadar durmadan ve bitmeyen bir enerji ile çalışıyordu. Ben şahsen ondaki bu enerjiye ve çalışma gücüne hayret ederdim.

Bu dayanılmaz tempolu, yorucu ve yıpratıcı çalışmalarına daha sonra bir de şeker hastalığı eklenmişti. 1983 yılında girdiği şeker komasının ardından kendisine felç vurdu. Beş yıl boyunca esir-i firaş, yani yatağa bağımlı olarak yaşadı. Hasta yatağında, ağır hastalık dönemlerinde bile, son nefesine kadar talebeyle meşgul olmaktan geri kalmadı. Yürüyemiyor, gözleri de iyi görmüyordu ama evine gelen öğrencilerin derslerini yattığı yerden dinliyor, hatalarını düzeltiyor, onlara yol gösteriyor, tavsiyelerde bulunuyordu. Emekli maaşından başka geliri, şahsi serveti ve mülkü yoktu.

Büyük çileler, sıkıntılar, mahrumiyetler, muhaceretler içinde geçen, ama çok yiğitçe, mertçe, hep başı dik yaşadığı, mütevâzî fakat izzetli, onurlu, şerefli hayatı 21 Mayıs 1988 Cumartesi günü seher vaktinde sona erdi ve her şeyini rızası uğruna terk etmeyi canına minnet bildiği Rabbine, yani en çok sevdiği dostuna yürüdü. Nur içinde yatsın! Ruhu şad olsun! Cenab-ı Hakk onu en sevdikleriyle beraber cennetinin en yüce mertebelerine eriştirsin! Amin diyenleri de onlara katsın!

ALİ YAKUP HOCA’NIN DİLİNDEN

BALKANLARDA TÜRK VE MÜSLÜMAN OLMAK

Ali Yakup Hoca’nın Kimlik ve Kişiliğinin Oluşumunda Balkanların Yeri

İnsanın kimlik ve kişiliğinin oluşumunda çevresel faktörlerin ne kadar önemli olduğu bilimsel bir gerçektir. Ali Yakup Hoca da 1913 yılında, yani Balkan Savaşlarının başlamasından bir yıl sonra, yani Balkan Müslümanları için tarihin en zor ve en karanlık dönemlerinden birinde, Kosova’da dünyaya gelmişti. O bu mücadelenin hep içinde, hep tarafı olmuş, kendini bildiği andan itibaren gittikçe daha da şiddetlenen bu mücadelenin bütün acılarını, çilelerini, sıkıntılarını ömrünün her anında, kalbinin en ücra köşelerinde, ruhunun derinliklerinde bütün şiddetiyle hissederek yaşamıştır.

Ali Yakup Hoca’nın kimlik ve kişiliğinin, fikir ve düşüncelerinin oluşumunda,

çocukluğundan itibaren bizzat yaşadığı, duyduğu, gördüğü, hissettiği bu var olma, kimlik ve kişilik mücadelesinin, bu uğurda yaşanan acı ve çilelerin çok önemli bir payı ve rolü vardı. O hiçbir zaman Balkanları aklından, fikrinden, gönlünden çıkarma, Balkan Türklüğü ve Müslümanlığıyla ilgili anıları, duygu ve düşünceleri dilinden hiç eksik olmazdı. Onun Balkan Müslümanlığı ve Türklüğü üzerine yaptığı tespitler, tahliller, yorumlar, dile getirdiği fikirler, duygu ve düşünceler, öyle üstünkörü, ayaküstü söylenmiş, kulaktan dolma, beylik, içi boş sözler cinsinden değildi. Bunlar bizzat yaşanmış olaylara, sağlam veri ve kaynaklara, dini, ilmi, tarihi gerçeklere dayanan son derece önemli, doğru, isabetli, yerinde, çok öğretici, eğitici, ufuk açıcı, yol gösterici, düşündürücü sözlerdi.

Örnek bir Balkan Türkü ve Müslümanı Ali Yakup Hoca, çok dindar ve samimi Müslüman bir aile ortamında ve çevrede doğup, büyümüş ve yetişmişti. Babası, dedesi, amcaları İstanbul’da Fatih Medreselerinde okumuşlar, ona da daha çocukluğundan itibaren Türklük, Müslümanlık ve Osmanlılık bilincini, şuurunu, sevgisini, ilgisini, merakını ve hayranlığını aşılamışlardı. Daha o küçük bir çocukken ablaları hafızlığa çalışıyorlardı. Ali Yakup Efendi, 12 yaşında ilkokulu bitirdiğinde aynı yıl ablaları da hafızlıklarını tamamlamışlardı.

İki Şehit Anası Fedakâr Babaanne

Ali Yakup Hoca’nın ailesinde yalnız erkekler değil, kadınlar da çok yüksek bir Türklük, Müslümanlık bilincine, dini ve milli gayrete, o yolda canla başla cihad etme, gerektiğinde her şeyden vazgeçebilme, bunu canlarına minnet bilme anlayışına, idealine, inancına, duygu ve düşüncelerine sahipti. Özellikle babaannesi, son derece imanlı, inançlı, şuurlu, bilinçli, idealist ve gayretli bir Osmanlı hanımefendisiydi. Birinci Dünya Savaşı başladığında Kosova artık Osmanlı toprağı değildi. Ama Kosova’lı Müslümanların özellikle de Ali Yakup Efendi’nin babaannesinin gözündeki ve gönlündeki Türklük, Müslümanlık aşkı, sevgisi, bağlılığı hiç azalmamış, hatta gavur istilasını ve zulmünü görünce daha da artmıştı. Birinci Dünya Savaşı başladığı, Halife tarafından kutsal cihad ilan edildiği ve bütün Müslümanların cihada çağrıldığı haberi gelir gelmez, Ali Yakub Efendi’nin babannesi hemen iyi yetişmiş, iyi eğitim görmüş, ilim ve irfan sahibi iki oğlunu birden Kosova’da oluşturulan gönüllüler birliğine kattı. İki ciğerparesini büyük bir iftiharla Osmanlı ordusuna katılmak ve mukaddes cihada yerlerini almak üzere Çanakkale’ye savaşmaya gönderdi. Aradan çok uzun zaman geçtiği halde oğullarından hiçbir haber gelmedi. Yaşlı kadın, bir gün çeşmeden su doldurmuş evine dönerken kendisine iki oğlunun da şehit olduğu haberini verdiler. Bu fedakâr kadın haberi çok büyük bir sükunet ve vakarla dinledi. Sonra elindeki su kaplarını hemen oracıkta yere bırakıp, ellerini göğe açarak şunları söyledi: ‘Ey Allah’ım! Sana şükürler olsun! Bana şehit anası olmayı da nasip ettin! Hem de bir değil, iki şehidin birden anası oldum. Bu ne büyük şeref! Sana ne kadar şükretsem azdır!’

Çocuklukta edinilen bilgiler de, kazanılan sevgi ve muhabbet de, kin, düşmanlık ve nefret de kolay unutulmaz. Bunların insanın kimlik ve kişiliğinin oluşumunda, karakterinin biçimlenmesinde ne kadar büyük bir öneme sahip olduğu son derece açıktır. Böyle bir babaannenin torunu olmak, terbiyesinde büyümek herkese nasip olabilecek bir talih değildir. Küçük Ali Yakub Efendi’nin de çocuk hassasiyetiyle babaannesinden ve onunla ilgili olarak duyup öğrendiklerinin, görüp şahit olduklarının, kişiliğinin oluşumunda, olup bitenlere karşı tavır, tutum ve davranış geliştirmesinde çok büyük öneminin olduğu gerçektir.

İşkenceden İnleyen Oğluna Hakkını Haram Eden Baba

Küçük Ali Yakup, gözlerini dünyaya açtığında, Balkanlarda bütün dünyanın gözleri önünde milyonlarca Müslümana karşı akıl almaz işkenceler, büyük soykırımlar uygulanıyor, Batılı devletlerin kılı kıpırdamıyor, hatta el altından bunları teşvik ediyorlardı. Balkan Türkleri ve Müslümanları canlarını ve dinlerini kurtarabilmek için öz yurtlarını, vatanlarını, evlerini, barklarını ve her şeylerini bırakıp göç etmeye mecbur bırakılıyorlar, ya da en acımasız işkencelerle tek tek öldürülüyorlardı. Yaşanan vahşetler dile getirilemeyecek kadar korkunç ve tüyler ürperticiydi. Ama bunlar karşısında koskoca dünyada, kimsenin kılı bile kıpırdamıyordu. Yapılan onca zulüm ve işkenceler, İslam`a ve Türklüğe samimiyetle bağlı Boşnak ve Balkan Müslümanlarını dinlerinden döndürmeye yine de yetmiyordu. İslam’a ve Türklüğe sadakatlerinin bedelini onlara en ağır şekilde ödetmeye kalkanlara karşı en ufak bir acizlik, yılgınlık, teslimiyet göstermiyorlar, dinlerinden ve bu dinin onlara kazandırdığı milliyetlerinden en ufak bir dönme ve pişmanlık belirtisi vermiyorlar, her hal ve şart altında sonuna kadar kahramanca ve sabırla direniyorlardı. Ali Yakup Hoca, daha küçüklüğünden itibaren Balkan Müslümanlarındaki bu samimiyeti ve iman sağlamlığını anlatan yaşanmış gerçek olayları dinleyerek büyümüş, bunlarla şuurlanmış ve bilinçlenmişti. Ali Yakup Efendi’nin henüz çocukken dinlediği ve onu en çok etkileyen olaylardan biri de şudur:

Balkan Savaşları sırasında Sırplar, Boşnak bir baba ile oğlunu yakalamışlar ve onlara da akıl almaz işkenceler yapmaya başlamışlardı. İşkenceye önce babadan başlarlar. Baba, işkenceciler kendisine ne yaparlarsa yapsınlar aldırmaz bir tavırla, insanlık dışı dayanılmaz işkenceleri hisleri uyuşmuş, iptal olmuş gibi karşılar. Korkunç işkenceler karşısında ne ağlar, ne sızlar, ne inler, ne de en ufak bir acizlik, zavallılık belirtisi gösterir. İşkencenin her türüne sabırla, inatla, büyük bir umursamazlık ve kayıtsızlıkla direnir. İşkenceciler adamın bu tavırlarına ve dayanıklılığına çok şaşarlar. Hele bir de kurbanlarının kendisini işkence için astıkları yüksekçe yerden, işkencecilerini aşağılayan, küçümseyen, hiçe sayan gözlerle, sarsılmaz bir vakar, onur ve şahsiyetle seyretmesi işkencecilerin kalplerine korku, ürküntü ve ürperti düşürür. Adamın işkenceden delirdiğini, çıldırdığını zannederler. Sonra onu bırakıp oğlunu işkenceye alırlar. Fakat işkencelere dayanamayan zavallı çocuk duyduğu acılardan dolayı ‘Ah! Of!’ diye inlemeye, ağlayıp sızlamaya başlar. Oğlunun inlediğini, ağlayıp, sızladığını duyan, işkencecilerin de bundan büyük bir zevk aldıklarını, kahkahalarla güldüklerini, onunla alay ettiklerini gören baba, bu duruma çok kızar, çok içerler ve oğluna şöyle çıkışır: ‘Bre Köpek! Sen nasıl Türksün, nasıl Müslümansın! Bir Müslüman, hiç bir gâvurun karşısında acizlik, çaresizlik, zavallılık gösterir de, ‘Ah! Of!’ der mi? İnler mi? Bak bana! Bana senden daha ağır işkenceler yaptılar, sen benim hiç inlediğimi, sızlandığımı, gıkımın çıktığını duydun mu? Şimdi sen de hemen kes sesini! Şu pis gâvurları bize güldürme! İslamın, Müslümanın, Türkün izzetini, şerefini düşürme! Beni mahcup edip, başımı öne eğdirme! Yoksa sana babalık hakkımı helal etmem!’

Babasının bu uyarısı üzerine oğlu da babası gibi davranmaya başlar. Kendisine ne işkence yapılırsa yapılsın, çektiği acıyı belli edecek en ufak bir inilti ve ses çıkarmaz olur. Her ikisi de her türlü insanlık dışı işkenceye yiğitçe ve kahramanca göğüs gererler, sabır gösterirler, alçak işkencecilere çektikleri acıları belli etmezler. İşkenceciler, onlara Hıristiyan olmayı teklif ederler, eğer Hıristiyan olurlarsa kendilerini serbest bırakacaklarını söylerler. Fakat onlar, bu tekliflere tekbirlerle, tehlillerle, tesbihlerle, Kelime-i Şahadetler ve Kelime-i Tevhidlerle cevap verirler, Kur’an’dan bildikleri ayetleri okuyarak yeri göğü inletirler. Onların bu tavırları, direnişleri karşısında işkenceciler paniğe kapılırlar, iyice ürkerler ve korkarlar. Bu korku ve panik havası içinde işkenceyi daha fazla sürdüremeyerek kurbanlarını hemen öldürerek susturmaktan başka çare göremezler. Baba ve oğlu dinleri ve milliyetleri uğrunda seve seve şahadet şerbetini içerler.

Ali Yakup Hoca’dan Balkanlar Değerlendirmesi

Ali Yakup Hoca’nın, Balkanlarda olup bitenler, Balkanların dünü, bugünü ve yarını üzerine çok ilginç ve isabetli tespitleri, görüş ve düşünceleri, teşhisleri, değerlendirmeleri, yorumları, açıklamaları bizzat görüp yaşadıklarına, bu konuda yaptığı çok derinlemesine ve detaylı çalışmalara, araştırmalara, incelemelere dayanıyordu. Ali Yakup Hoca’nın bu konudaki tespit ve düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz:

‘Osmanlılar, Balkanlara Türk-İslam kültür ve medeniyetinin damgasını her şeyiyle ve silinmez bir şekilde vurmuşlar, İslamın ruhu Balkanların taşına toprağına, havasına, insanına, her şeyine iyice sinmiş ve işlemişti. Osmanlı Devleti Balkanlardan çekilince, Balkanlardaki zavallı Müslüman halk, anasını babasını kaybetmiş kimsiz, kimsesiz çocuklar gibi yetim kaldı. Batılılar ve özellikle Ruslar tarafından silahlandırılan elleri kanlı, Sırp, Hırvat, Karadağ, Bulgar, Yunan haydutları bu zavallı aciz, çaresiz, silahsız ve savunmasız Müslümanların üzerine salındılar. Osmanlı’ya, İslam’a ve Türk’lüğe olan bütün kin ve düşmanlıklarının hıncını, intikamını acımasızca bu zavallı insanlardan almaya kalktılar. Bunların özellikle Hıristiyanlığı bırakıp Müslümanlığı seçen, Osmanlı’dan aldıkları güçle Balkanlardaki diğer kavimlere ve unsurlara asırlarca efendilik eden Boşnaklara, Arnavutlara karşı özel ve çok büyük bir kinleri ve düşmanlıkları vardı. Bunların aslen kendileriyle aynı ırktan olmaları, aynı kanı taşımaları, aynı kökene mensup oldukları onlara karşı düşmanlıkları, kin ve nefreti hiç azaltmıyor, aksine daha da artırıyordu. Sadece Müslümanlığı kabul etmiş olmaları onlara her türlü kötülüğün yapılabilmesine, akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz bırakılmalarına yeterli sebep sayılıyordu.

Balkan Milletlerinin ve Balkan Hıristiyanlarının kendilerine onca iyilikler eden, âlicenaplıklarda bulunan, çoğunun tarih sahnesinden silinip gitmelerini önleyen, varlıklarının sürdürmelerini sağlayan eski efendilerine yani Türklere, Osmanlılara ve Müslümanlara karşı besledikleri kin ve nefret, düşmanlık akılların tasavvur edemeyeceği kadar büyüktür. Onlar amaçları, niyetleri sadece bu efendiyi yerinden, yurdundan, makamından indirmek değil, çok büyük vahşetlerle, barbarlıklarla, kötülüklerle yok etmektir. Bunun için de sürekli fırsat kollarlar. Balkan Savaşları sırasında Müslümanlara yapılan zulümleri anlatmaya ve anlatılanları dinlemeye hiçbir vicdan dayanamaz. Daha dün İkinci Dünya Savaşı sırasında sadece Yugoslavya’da yarım milyondan fazla Müslüman hunharca katledildi. Tito’dan önce, aşırı Sırp milliyetçilerinin Mihailoviç adlı bir Çetnik başı vardı. Kuduz bir Müslüman düşmanıydı. Almanlar Üsküp bölgesinden çekildikten sonra, özellikle okumuş yazmış münevver Müslümanları, din âlimlerini toplayıp idam ettirmiş, naaşlarını yedi gün meydanda darağacında bekletmişti. Bunlar arasında benim Mısır’dan da tanıdığım ve çok sevdiğim bazı arkadaşlarım da vardı. Sırplar ellerinden gelse, bir fırsatını bulsalar, Müslümanlara karşı aynı zulüm ve vahşetin belki bin mislini bugün de yapmak isterler, üstelik ne yapsalar yine de kin ve öfkeleri dinmez.

Osmanlı Balkanlardan çekilince, oralardaki Müslümanlar, babasız, himayesiz, kimsiz, kimsesiz zavallı küçük çocuklar gibi yetim kaldılar. Yeni Türkiye, ben artık laik oldum diyerek, kenara çekildi. Bütün İslam dünyasında olup bitenlere yabancı, ilgisiz ve bîgâne kaldı. Kendi sınırları dışındaki Türklere ve Müslümanlara karşı yapılan zulüm ve baskılar için, ‘Bu onların içişleridir, ben karışmam!’ dedi. Batının sömürgecilik faaliyetlerinin yoğunlaştığı ondokuzuncu asırdan itibaren bütün Müslüman milletler büyük bir kaos ortamının ve karışıklığın içinde sürüklendiler. Kendi vatanlarında azınlık durumuna düşürülen Müslüman topluluklar ise tamamen sahipsiz kaldılar, ezildiler. Zulüm ve haksızlıklara, kin, öfke ve düşmanlara karşı kendilerinde direnme gücü bulamaz oldular. Eskiden örneğin Hilafet varken, doğru dürüst maddi bir gücü olmasa bile, hilafet yine de manevi bir güç, bir dayanaktı. Hilafetin maddi gücünün kalmadığı zamanlarda onun manevi gücü, yine de uzaktaki Müslümanları bile canlı tutuyordu. Müslümanlar, Türk ve Osmanlı babaya, Müslümanların Halife’sine güvenerek, kendilerinde varlıklarını savunma, koruma, düşmanlarına karşı durabilme cesaretini bulabiliyorlar, babanın da kendisini düşündüğüne, kendisi için çırpındığına inanıyorlardı. Sonra Hilafet yok oldu. Türkiye bir kenara çekildi. Baba gitti evlatlar yetim kaldı.

Osmanlı, Balkanlarda sadece toprakları değil, kalpleri ve gönülleri de fethetmişti. Bu yüzden Balkanları terk etmesinin üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra da, bölge halkı için umut olmaya devam ediyordu. Ne var ki, Osmanlı’dan sonra Anadolu toprakları üzerine kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çoğu yöneticileri ve diplomatları bu umudun devamını sağlayamadılar. Avrupalıların ve gayri Müslimlerin yaptıkları hiçbir şey, Balkan Müslümanlarındaki Türk ve İslam sevgisini, bağlılığı ortadan kaldıramaya yetmemişti. Ancak daha sonraları Türkiye’yi temsilen Balkan ülkelerinde görev yapan Türk diplomatların, buradaki insanlarımıza sahip çıkmak, onların üzerlerindeki baskı ve zulümlerin ortadan kaldırılmasına çalışmak yerine, onların gerçek anlamda Türk olup olmadıklarını sorgulamaya kalkışmaları, Hıristiyan yönetimlerin onların kılık kıyafetleriyle, sakal ve sarıklarıyla, çarşaf ve örtüleriyle, dini eğitimleriyle uğraştıkları yolundaki şikayetlerine karşı, onlara artık bunlardan vaz geçmeyi öğütlemeleri onları çok üzüyor, çektikleri acıları kat kat artırıyor, onlara gayri Müslimlerden gördükleri zulüm ve baskılardan daha ağır geliyordu. Bizimkilerin bu akıl, mantık, hikmet dışı, düşüncesizce tutum ve davranışları oralardaki samimi Müslümanları çok derinden etkiliyor, gücendiriyor, böylece Türk ve İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürülüyordu.

Ali Yakup Hoca’nın Balkan Müslümanlığı İçin Kaygıları ve Öngörüleri

Bütün hayatı boyunca Ali Yakub Hoca’nın gözü kulağı hep Balkanlarda olmuş, oradaki gelişmeleri çok yakından, büyük bir ilgi, kaygı ve tedirginlikle izlemişti. Balkanlar onun hep aklında, fikrinde ve gönlündeydi, ruhunun derinliklerinde devamlı sızlayan ve kanayan bir yaraydı. Sürekli ileride Balkanlarda olabilecek ve yaşanabilecek felaketlerin, acıların kaydını, tasasını, elemini, acısını ve ızdırabını çekiyordu. Başta Balkanlarda yaşayan insanlar olmak üzere bazıları, onun bu korku ve endişelerini yersiz, anlamsız, gereksiz kuruntular olarak görürler, onu teskin ve teselli etmeye çalışırlardı. Onlara göre dünya artık eski dünya olmadığı gibi Balkanlar da eski Balkanlar değildi. İnsani ve evrensel değerler iyice yerleşmişti. Komünist sistemin de etkisiyle artık Balkan halkları arasında eski kin ve düşmanlıklar kalmamış, din, dil, ırk farklılıkları önemini kaybetmişti. Müslümanlardaki dini hassasiyetlerin azalması, İslami hayat tarzının neredeyse ortadan kalkması, yaşam tarzı bakımından Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında hemen hemen hiç fark kalmamış olmasını gerekçe göstererek bir daha eski çatışmaların yaşanmasının mümkün olmadığını öne sürüyorlardı. Fakat Ali Yakup Hoca onlarla aynı kanaatte değildi. Elinden geldiğince, dili döndüğünce onlara, İslami bilincin, inancın, yaşamın, fikir ve düşüncelerin zayıflamasının ileride başlarına gelebilecek tehlikeleri, felaketleri azaltmadığını, aksine daha da artırdığını, sırf Müslüman adı taşımalarının bile kendilerinden nefret edilmesine ve hiç ummadıkları bir anda ve şekilde hedef tahtasına oturtulmalarına yeteceğini açıklamaya, akıllarını başlarına almaları, tedbirli ve uyanık olmaları konusunda onları uyarmaya çalışıyordu. Balkan Müslümanlarının durumu, onları ileride bekleyen tehlikeler konusundaki kaygılarını şöyle açıklıyordu:

“Sizler, maalesef Balkan Hıristiyanlarının ne kadar vahşi mahlûklar olduğunun farkında değilsiniz. Bunu katiyen bilemez, tahmin ve tasavvur edemezsiniz. Balkan Hıristiyanlarının en vahşileri Sırplardır. Sonra sırasıyla Hırvatlar, Bulgarlar, Karadağlılar ve Yunanlılar gelir. Bilhassa Sırpların Türklere ve Müslümanlara karşı besledikleri kin çok müthiştir. 600 küsur sene önce Balkanlara İslam güneşinin doğuşunun hıncını ve düşmanlığını hala bütün şiddetiyle içlerinde taşırlar. Kinleri, nefretleri, düşmanlıkları kalplerini doldurup taşmıştır. Hınçlarını hiçbir zaman unutmazlar. Ellerine fırsat geçse yapmayacakları alçaklık, hainlik, vahşilik, rezillik yoktur. Şahsen benim en büyük korkum ve endişem, Batılıların o bitmez tükenmez haçlı zihniyetinden kaynaklanan tahrikleriyle Balkanları tekrar karıştırmaları, Müslümanların başına ileride daha büyük felaketler ve facialar gelmesine zemin hazırlamalarıdır. O günler geldiğinde, Avrupa ve bütün Hıristiyan âlemi, İslamın ve Müslümanların kökünün Balkanlardan tamamen kazınması için Sırplara, Hırvatlara, Karadağlılara her türlü yardımı ve desteği sağlamaktan geri durmazlar. O zaman Balkan Müslümanlarının, oradaki Türk, Boşnak, Arnavut, Pomak vb gibi Müslümanların hali ne olur diye gece gündüz düşünmekten kendimi alamıyorum ve bunun için de çok üzülüyorum. Daha acı olan ise, kimsenin bunun doğru dürüst farkında olmaması ve gereken tedbirlerin şimdiden alınmamasıdır.”

Ali Yakup Hoca, 21.05.1988 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Çok korktuğu, çok endişelendiği, eşsiz feraseti, basireti, engin bilgi ve tecrübesiyle daha gençlik yıllarından beri görebildiği, tahmin edebildiği, kestirebildiği, herkesi de uyanık, basiretli ve tedbirli olmaya çağırdığı büyük felaketleri görmeden Allah onu bu fani dünyadan gerçek dünyaya göçürdü. Ne yazık ki, özellikle 1992-1995 yılları arasında, Bosna Savaşı sırasında yaşanan acı olaylar, felaketler, çileler onun bu kaygılarının, tasalarının, üzüntülerinin hiç de boşa ve boşuna olmadığını ortaya koydu. Eminim ki, o bu konuda hiç haklı çıkmak istemez, yaşananları da görmek istemezdi. Yaşasaydı görmeye ve duymaya asla tahammül edemeyeceği acıları ve felaketler dönemine erişememek belki de onun için Allah’ın büyük bir rahmeti olmuştu.

Ali Yakup Hoca’nın Türklük ve Müslümanlık Anlayışı

Ali Yakup Hoca, Arnavut bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve Türkçe’yi de sonradan öğrenmişti. Fakat o kendisini Türklük ve Türkçülük iddiasında bulunanlardan daha fazla Türk görür, Türk sayardı. Türkçe’yi ve Türk edebiyatını çok iyi bilir, çok güzel kullanırdı. Küçüklüğünden beri de kendisini Türkiye için ve Türk Milletine hizmet için yetiştirmişti. Dünyanın pek çok yerlerinden kendisine çok yüksek maaşlı defalarca iş teklifleri geldiği halde, bunların hepsini hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden reddeder, elinin tersiyle iterdi. Değerinin kıymetinin bilinmemesine, hak ettiği rağbet, iltifat ve takdiri görememesine rağmen Türkiye’de hem de hiç karşılıksız hizmet etmeyi, çok zor, sıkıntılı ve çileli bir hayatı yüksek maaşlara ve kaliteli yaşam standartlarına bilerek ve isteyerek tercih etmişti.

Ali Yakup Hoca’nın biraz da Balkanlardan tevarüs ettiği kendine has, bazen dinleyenleri, duyanları bir hayli şaşırtan, bazılarına da çok ilginç gelen bir Türklük, Müslümanlık, Osmanlılık anlayışı, bilinci, sevgisi ve bağlılığı vardı. Ona göre, Türklük ve Müslümanlık birbirinin eş anlamlısı, etle tırnak hatta bedenle ruh gibi birbirinin ayrılmaz birer parçası, vazgeçilmeziydi. Türklüğün bir etnik kimlik meselesi olmadığına, Türklüğün ancak Müslümanlıkla olumuşunu tamamlayıp, kemale erdirdiğine, zaman içinde de Müslümanların siyasi, iktisadi, askeri, ekonomik, dini, sosyal velhasıl her alandaki birlik ve beraberliklerinin adı, ifadesi ve görüntüsü haline geldiğine inanırdı. Türklükle Müslümanlığı birbirinden ayırmaya çalışmayı, Türklüğe ve Müslümanlığa karşı bilerek veya bilmeyerek yapılmış en büyük kötülük olarak görürdü. Türklerin İslamiyeti kabul edip İslamın bayraktarlığını ve temsilciliğini üstlenmelerinden sonra bütün Müslüman unsurların onların etrafında toplandıklarına, önce İslamın siyasi ve askeri birliğinin, bütünlüğünün onların etrafında şekillendiğine, onun ardından da daha sonra zamanla her bakımdan Türklükle Müslümanlığın aynı anlama gelmeye başladığına, aynı şey demek olduğuna dikkat çekerdi.

Ali Yakup Hoca’nın Türklük ve Müslümanlık anlayışı, milletimizin, özünü,

cevherini, ruhunu, temelini, esasını, tabanını temsil eden, hiç umulmadık yerlerde ve zamanlarda kendini farklı biçimlerde ortaya koyan ‘Türk karubudun’un (büyük bütün, ana gövde) ve Hazreti Muhammed ümmetinin asla yanlışta birleşmesi mümkün olmayan ‘sevâd-ı a’zam’ının (büyük karaltı, kahir ekseriyet) görüşünden, inancından, fikrinden, felsefesinden, duygu ve düşüncesinden farklı değildi. Onun bu konudaki görüş ve düşünceleri gerçekten de çok öğretici, şimdiye kadar yaşadığımız, halen yaşamakta olduğumuz sorunlara ve geleceğimize ışık tutucu özellikler taşımaktadır.

Kosova’da Türk, Türkiye’de Arnavut

Ali Yakup Hoca’yı ilk defa tanıyıp da aslen Kosova’lı olduğunu

öğrenenlerden bazıları kendisine:

– Hocam, siz Arnavut musunuz, yoksa Türk müsünüz? diye bir soru yöneltirlerdi.

Çok nüktedan bir insan olan Hoca, burada da bu özelliğini konuşturur, böyle soruları genellikle şaka yollu, şu sitemkâr sözlerle cevaplardı:

– Vallahi Azizim! Ben Kosova’da iken öz be öz Türk idim; fakat buraya geldim beni Arnavut ettiler! Aslında sen hem Türk’üm, hem de Arnavut’um.

– Allah, Allah! Hocam, nasıl oldu bu iş? Sonra bir insan aynı anda nasıl hem Arnavut, hem Türk olabilir?

– Azizim! Benim doğup büyüdüğüm yerlerde hem Hıristiyanlar, hem de Müslümanlar yaşarlardı. Hangi ırka, hangi etnik kökene mensup olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanlar ‘Türk’ kabul edilirlerdi. Bir Hıristiyan hidayete erince, yani Müslüman olunca, hangi etnik kökenden olursa olsun, ister Sırp olsun, ister, Hırvat, ister Arnavut, ona artık ‘Türk oldu!’ derlerdi. Dolayısıyla biz de elhamdülillah Müslüman olduğumuz için herkes bizi, biz de kendimizi ‘Türk’ bilirdik. Halk bir kelime bile Türkçe bilmezdi ama yeri geldiğinde, Müslüman olduğunu bildirme ve söyleme ihtiyacı hissettiğinde bunu: ‘Elhamdülillah Türküz!’, ‘Allah’a şükür ki bizi Türk yarattı!’, ‘Allah, bize Türklüğü nasip etti!’, ‘Allah bizi, hiçbir zaman Türklükten ayırmasın! ‘Canımızı Türk olarak alsın!’ gibi sözlerle ifade ederdi. Sıbyan mekteplerinde bile çocuklara İslamın beş şartı öğretilirken, ‘Türklüğün şartı beş!’ diye öğretilirdi. Camide bile hatip hutbesinde, vaiz kürsüdeki vaazında cemaate hep Türklüğü ve Türk olmanın önemini, değerini ve faziletlerini anlatırdı. Çünkü bu Türk sözü asla ırki ve etnik anlamda kullanılmaz, hep İslam yerine kullanılırdı. Zaten o zamanlar kavmiyetçilik, ırkçılık diye bir şey de yoktu. Yani azizim! Balkanlarda Türklük ve Müslümanlık birbirinin müterâdifi, yani eş anlamlısıydı. Her ikisi de aynı anlama gelirdi. Aslında bu durum sadece Balkanlara has bir durum da değildi. Bütün dünyada, bütün Osmanlı coğrafyasında, Avrupalıların, Afrikalıların, batılıların ve doğuluların gözünde ve dilinde de, Türk ve Müslüman, Türklükle Müslümanlık aynı şey kabul ediliyordu. Öyle ki bir Arap, hatta bir Hicaz’lı bile Türk olarak bilinirdi. Çünkü Türk kelimesiyle İslam kelimesi aynı manada kullanılırdı. Ayrıca özellikle bizim Balkanlarda, Türk demek, Osmanlı demek, her türlü iyi ve güzel hasletleri, bütün olgunlukları, mükemmellikleri üzerinde toplayan adam demekti. Yani Türk dendi mi, Osmanlı dendi mi; Müslüman, efendi, cömert, misafirperver, ahlaklı, edepli, terbiyeli, görgülü, eğitimli, şehirli, medeni, uygar, çelebi adam anlaşılırdı. Kısaca Osmanlı ve Türk sözü, uçsuz bucaksız bir deniz gibi, sınırsız bir ansiklopedi gibi Müslümanlığın bütün inceliklerini, güzelliklerini, olgunluklarını kuşatır, içine alır, kendinde toplardı. Öte yandan, Arnavut, Sırp veya Karadağlı demek, köylü, kaba, saba, vahşi, cahil, görgüsüz, yontulmamış adam gibi anlamlara geliyordu. Zaten Türkler, yani Müslümanlar, daha çok şehirlerde yaşadıkları için, diğerlerine oranla gerçekten de daha medeni, daha bilgili, görgülü ve eğitimliydiler. Gayri Müslimler ise, daha çok kırsal kesimde ve köylerde yaşadıkları için, daha cahil, kaba, eğitimsiz, bilgisiz ve görgüsüzdüler. Dolayısıyla Müslümanların ve Türklerin sosyal statüleri her bakımdan diğerlerine göre daha üstündü. Bu yüzden, örneğin bir Arnavut için Türkçe bilmek çok büyük bir meziyetti. Birkaç kelime Türkçe bilen bir Arnavut’un artık fiyakasından, forsundan, havasından yanına varılmaz olurdu. Türkçe bilen biriyle karşılaştığında, uygun düşsün düşmesin hemen ‘Nasılsınız Efendim?’ gibi sözlerle Türkçe konuşabildiğini ihsas ettirmeye çalışırdı. Balkanlarda yalnız Müslümanlar arasında değil, gayri Müslimler arasında da Osmanlı ve Türk, dürüstlüğün, sadakatin, doğruluğun, vefanın, iffetin, namusun, şecaatin, yiğitliğin, mertliğin, kısaca insanı insan yapan her türlü vasfın, özelliğin, güzel hasletlerin sembolüydü. Örneğin, Saraybosna’da Hıristiyanlar da, kendi aralarında birbirleriyle anlaşma, sözleşme yaparlarken verilen sözün doğruluğunu teyit ettirmek için : ‘Bu söz, Türk sözü müdür?’ diye sorarlardı. Yani bir sözün doğruluğu, bir anlaşmanın kesinliği ve değişmezliği ‘Müslüman sözü’, ‘Türk sözü’ olduğu belirtilerek teyit edilirdi. ‘Türk sözü’; ‘Müslüman sözü’, doğru söz, dönüşü olmayan söz anlamına gelirdi. Karşı taraf da ‘Evet, Türk sözüdür!’ derse artık ortada hiçbir tereddüt kalmaz, anlaşma ve sözleşme tamamlanırdı. Kısacası Azizim, işte ben Balkanlarda böyle bir ortam içerisinde büyüdüm. Her Müslüman gibi, ben de Kosova’da iken şeksiz, şüphesiz, katışıksız, öz ben öz Türk’tüm. Türklüğümle şeref duyar, iftihar eder, bana Türklüğü nasip ettiği için Allah’ıma binlerce şükürde, hamd ve senalarda bulunurdum. Daha sonra türlü talihsizlikler, ihmaller, hatalar, aldanmalar, hileler, desiseler, ihanetler sonunda dünyanın en güzel yerlerinden olan o vatan parçaları Müslümanların elinden çıktı, kafirlerin işgaline, saldırısına, talanına, kıyımına uğradı. Bir Türk ve Müslüman olarak oralarda yaşayabilmemiz imkânsız hale geldi. Türklüğümü ve Müslümanlığımı daha iyi yaşayayım, daha fazla Türk ve Müslüman olayım diye binlerce Balkan Türkü ve Müslümanı gibi ben de yönümü anavatanım bildiğim Türkiye’ye çevirmek, buraya hicret etmek zorunda kaldım. Zaten hayatım boyunca benim bütün amacım, emelim Türklüğe, yani İslamiyet’e hizmet olmuştur. Fakat gelin görün ki, burada da bazı kendini bilmez densizler, ahmaklar etnik kökenime bakarak bana uğruna her şeyimi fedaya hazır olduğum Türklüğü çok görmeye, ‘Sen Türk değil, Arnavutsun!’ demeye kalkıyorlar. Halbuki ben o benim Türklüğümü sorgulamaya kalkanlardan çok daha fazla Türk’üm. Bunun tartışmasını, münakaşasını da her zaman, herkesle yaparım. Çünkü Türklük de Müslümanlık da kuru bir iddiadan, emeksiz zahmetsiz edinilebilecek bir ad, anadan babadan evlatlarına geçen bir miras değildir. Yani bir kan, ırk ve soy, sop meselesi değil, insanın kendi hür iradesiyle seçtiği bir bilinç ve şuur meselesidir. Her ikisi de birbirinden farklı şeyler değil, aynı anlama gelen, aynı şeyi ifade eden iki kavramdır. En azından Balkanlarda ben böyle öğrendim. Bana göre Türklük de, Müslümanlık ta kuru bir iddiadan, emeksiz zahmetsiz soyla sopla kazanılabilecek bir ad, anadan babadan evlatlarına kalabilecek bir miras değildir. Ben elbette böylelerinin ağzının payını verebiliyorum ama bütün Balkan muhacirleri bunu yapamıyorlar. Çoğunun eğitim, kültür, bilgi ve şuur düzeyleri buna müsait değil. Bu durum onlarda çok büyük yıkımlara, hayal kırıklıklarına, travmalara sebep oluyor. Beni esas üzen konu bu! Maalesef Türklüğe de, Müslümanlığa da yapacağımızı yapmışız.

Türklüğün ve Müslümanlığın Kıymeti

Ali Yakup Hoca’daki bu Türklük, Müslümanlık ve Osmanlı sevgisini, saygısını, bağlılığını biraz aşırı ve fazla bulan ve bu konuda ona en çok takılanlardan biri de kadim dostlarından biri olan Ali Ulvi Kurucu Bey’di.

Ali Ulvi Bey zaman zaman ona:

– Yahu Hazret! Ben bazen bendeki Türklük ve Osmanlı sevgisini, saygısını ve

hayranlığını seninkiyle karşılaştırıyorum da sen beni fersah fersah geçiyorsun! Halbuki ben, kendim Türk oğlu Türküm! Selçukluların merkezi olan Konya’lıyım. Bu nasıl iş? Nasıl böyle oluyor? diye takılırdı. İçi dışı, özü sözü bir olan, hiç yalan dolan bilmeyen, son derece zarif, latif, dürüst bir insan olan Ali Yakup Hoca ona şu cevabı verirdi:

– Niye olacak Azizim, siz mirasyedisiniz! Mirasyedi mal kadrini ne bilir?

Onun için siz, elindeki nimetin, kadrini, kıymetini, şükrünü bilmiyorsunuz. O nimetin ne kadar zor, ne büyük emekler, fedakârlıklar sonucunda kazanıldığının farkında ve şuurunda değilsiniz. Nitekim çoğu zengin çocukları da, emeksiz zahmetsiz ellerine geçen, kendilerine miras kalan zenginliğin nasıl elde edildiğini, nasıl kazanıldığını bilmedikleri için, o zenginliğin kadrini, kıymetini, şükrünü bilmezler, kolayca çarçur ederler. Ama bir hamal çocuğu, ırgat çocuğu, dul kadın çocuğu, eline geçen nimetin kadrini, kıymetini, şükrünü çok iyi bilir ve üzerine titrer. Çünkü o, aç susuz kalmış, felaketler, sefaletler, yokluklar, yoksulluklar yaşamış, çileli günler görerek büyüyüp yetişmiştir. Çok acılar, ayrılıklar, gurbetler, hicranlar tatmıştır. Sizler burada düşman işgaline uğramamış, Türk ve Müslüman bir çevrede, aile ortamında ve evde büyüyüp, geliştiniz, yetiştiniz. Bu nimetlerin de havadan, bedavadan, kendiliğinden olduğunu sanıyorsunuz. Onun için de şükretme gereği duymuyorsunuz. Ben ise hidâyetimi, benim için en değerli şey olan Müslümanlığımı, Allah’ın lütfu ile Türklere ve Osmanlılara borçlu olduğuma inanan biriyim. Eğer Osmanlı Balkanlara gelmemiş olsaydı ben de İşkodra’daki eski atalarım gibi Katolik olarak kalacaktım. Onun için benim Osmanlılara, Türklere ve Türk milletine çok büyük bir minnet ve şükran borcum vardır. Onlar nice şehitler vererek bizim Müslüman olmamıza vesile oldular. Bu hak unutulmaz. Bu yüzden ben Türkleri çok severim. Her yerde ve her zaman da onların adını ve hakkını savunmayı üstüme düşen bir borç bilirim. Türklüğümle ve Müslümanlığımla da iftihar ederim. Türklerin hele Osmanlıların bütün İslam âlemine çok büyük hizmetleri olmuş, bütün Müslümanlara çok hakları geçmiştir. Ben, onlara olan borcumu bir nebze olsun ödeyebilmek için, daha küçücük yaşlarımdan beri, kendimi Türkiye için ve Türk milletine hizmet etmek üzere en iyi şekilde yetiştirmeyi bir ideal olarak benimsedim ve kendimi buna adadım. Benim en büyük idealim, İslam’ı doğduğum yerlere kadar getirip hidayetime sebep olan necip Türk milletinin ilmen ve fikren yükselmesine, yücelmesine ve ilerlemesine katkılarda bulunabilecek şekilde kendimi yetiştirip, ömrüm boyunca da bu yolda canla başla hizmet edebilmekti. Çünkü şurası bir gerçek ki, ilim, bilgi en büyük güç, en büyük kudrettir. Bir ülke, bir millet yalnızca iyi yetişmiş, iyi eğitim görmüş bilgili insanlarının omuzlarında gelişip, güçlenir, varlığını gelecekte onurlu bir şekilde sürdürebilir. Bir dava ve bir inanç da ancak onu iyi bilenlerle kaim olur. Zaten benim için hayatın anlamı da sağlam bir imana sahip olmaktan ve o iman yolunda canla başla çalışmaktan ibarettir. Şimdi burada arzu ettiğim ölçüde bir şey yapabildiğim yok ama yine de burada olmaktan ve gücüm yettiğince ve imkân bulabildiğim kadarıyla da olsa bu milletin çocuklarına İslami ilimleri öğretmeye, onları fikri yönden geliştirmeye, düşündürmeye çalışmaktan memnunum. Ben Osmanlı’ya, Türklere, yani bu milletin ecdadına çok şeyler borçluyum. Eğer bu milletin ecdadı Balkanlara gelip İslam’ı, Hakkı, hakikati, adaleti, barışı, sevgiyi benim doğduğum topraklarda da yaymasalardı, Allah korusun ben de o topraklardaki insanlık düşmanı vahşi gayri Müslimler gibi olacaktım. Onların hallerine, yaptıklarına bakıyorum da bana ne büyük bir nimet getirdiklerini anlıyorum ve bunun için Osmanlı’ya en azından gece gündüz dua ederek, üzerimdeki haklarını ödemeye gayret ediyorum.

Ali Yakup Hoca’ya Göre Türklük ve Türkçülük

Ali Yakup Hoca’nın her meslekten, her meşrepten, her görüşten, her fikir ve düşünceden ziyaretçileri vardı. İslami ölçülere göre ırkçı, aşırı etnik milliyetçi sayılabilecek görüşlere sahip olanlar da zaman zaman ziyaretine gelirler, onun Türklük ve özellikle Balkan Türklüğü üzerine anlattıklarını büyük bir zevkle ve memnuniyetle dinlerlerdi. Fakat bazen Hoca’nın anlattıkları ve anlatmak istedikleriyle, onların anladıkları veya anlamak istedikleri arasında ‘Beni hayatta bir kişi anladı, o da yanlış anladı’ dedirtecek kadar büyük farklılıklar olurdu. Nitekim günlerden bir gün Ali Yakup Hoca yine Türklük ve Müslümanlık ilişkisi, Balkan Türklüğü ve Müslümanlığı gibi meseleler üzerinde konuşurken, Türkçü ve milliyetçi görüşlere sahip Ali İhsan Yurt Hoca onun anlattıklarından çok etkilenmiş, heyecanlanmış, adeta galeyana gelerek:

– Hocam, ne güzel konuşuyorsunuz! Ne kadar önemli meselelere değiniyorsunuz. Sizin bu anlattıklarınızı dinledikçe anlıyorum ki, siz bizden daha

fazla ‘Türkçü’sünüz. Hem bakıyorum da sizin soyadınız bile, Cenkçiler! Demek ki bu

soyadını da öyle boşu boşuna almamışsınız, demişti.

Yüz ifadesinden böyle bir kategorizasyona sokulmaktan hiç hoşnut olmadığı anlaşılan Hoca, bu yanlış anlaşılmayı hemen şöyle düzeltme ihtiyacını hissetti:

– Yok be Azizim, ne Türkçüsü! Bunu da nereden çıkarıyorsun. Ben ırkçılıktan kavmiyetçilikten, ırkçılığın her türlüsünde nefret ederim. Evet ben Türk’üm Türklüğümle iftihar ederim, Türklüğümün kavgasını, mücadelesini, iddiasını da her zaman herkesle yaparım ama ben asla ırkçılık anlamında Türkçü değilim. Aynı şekilde Arnavut’um ama Arnavutçu değilim. Öyle olmaktan, öyle tanınıp bilinmekten de Allah’a sığınırım. Çünkü dinimizde ırkçılık merduttur. Bir Müslüman asla ırkçı olamaz. Ayrıca, biliyor musunuz, bu Türkçü kelimesi etimolojik olarak da yanlış bir tabirdir. Yani Türkçülerin bile kendilerine Türkçü demeleri dil bilimi açısından doğru değildir. Çünkü hiç bir İngiliz milliyetçisine ‘İngilizci’, hiç bir Alman Milliyetçisine ‘Almancı’ veyahut da hiç bir Fransız milliyetçisine ‘Fransızcı’ denemez. Bu çok gülünç bulunur. Ama bizde her nedense İkinci Meşrutiyetten beri bir ‘Türkçü’, hatta bir ‘İslamcı’ tabiri almış yürümüştür. Süleyman Nazif gibi Türkçeye son derece hâkim dil üstadları özellikle bu tür tabirlerden hiç hoşlanmazlar, hatta bu gibi tabirler onları çok sinirlendirirdi. Bunun başlıca sebebi de Türkçe eşya isimlerine eklenen ‘ci’ takısının, o eşyanın ticaretiyle uğraşanları tanımlayan satıcılık anlamı taşımasıdır. Örneğin ‘şekerci’, ‘yemişçi’, ‘kahveci’, ‘sucu’ ‘ekmekçi’, ‘kebapçı’, ‘kitapçı’, ‘kağıtçı’ gibi kelimeler hep aynı anlamı ifade ederlar. Süleyman Nazif merhum, bir gün bir sohbet sırasında, Türkçü lafı geçince birden bire yine isyan etmiş, celallenmiş ve şöyle haykırmış:

– Ben Türküm, fakat Türkçü değilim. Çünkü ben Türk’ü satmam, satamam, onun için de asla Türkçü olamam. Ama kürk olmadığım, ileride belki kürk alıp satabileceğim için, gayet rahat kürkçü olabilirim, demiş. Ben de onun gibi Türk’üm, ama Türkçü değilim, Arnavut’um ama Arnavutçu değilim.

– İyi ama Hocam, bir insan aynı anda nasıl hem Türk, hem de Arnavut olabilir?

– Niye olmasın azizim, bal gibi olur?! Bak anlatayım! Benim atalarım, dedelerim Arnavut, onun için ben de Arnavut’um. Allah insanları kavimlere, kabilelere, soylara, boylara ayırmış. Ama birbirlerine karşı bununla övünsünler, kibirlensinler diye değil, tanış biliş olsunlar diye ayırmış. Yoksa bunun ne övünülecek, ne de utanılacak bir tarafı vardır. Ananı, babanı kendin seçemediğin gibi ırkını, kavmini, kabileni de kendin seçemezsin. Ona kendi arzunla, isteğinle girip çıkamazsın. Onu kimse senin elinden de alamaz. Ama Müslümanlık ve bizim Balkanlarda anladığımız manadaki Türklük öyle değildir. Herkes İslam fıtratı üzerine, Müslüman olarak doğar ama herkes Müslüman olarak ölemez. Halbuki bizden istenen ancak ve ancak Müslüman olarak ölmektir. Allah bizden bunu istiyor, bundan başkasına razı olmayacağını açıkça bildiriyor. O da kolay bir şey değildir. Bunun için çok çalışmak, didinmek, mücadele etmek, Allah’tan yardım ve destek istemek gerekiyor. Bazıları öyle göstermeye çalışsa da Türklük asla bir etnik köken meselesi değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Tarih boyunca, Türkçe konuşan halklardan oldukları halde, kendilerini Türk saymayan nice topluluklar olduğu gibi, tek kelime Türkçe bilmediği halde sonradan Türk olan, kendini Türk sayan nice topluluklar, toplumlar, kavimler de olmuştur, hala da vardır. Bir bilinç ve şuur meselesi olan Türklüğü etnik kökene indirgemek, Türklüğe de Müslümanlığa da yapılabilecek en büyük ihanettir, en büyük kötülüktür. Türklük bizim Balkanlarda Müslümanlıkla aynı anlama geliyor, biri rahatlıkla diğerinin yerine kullanılıyordu. Yani Müslüman olan herkes aynı zamanda Türk olmuş sayılıyordu. Onun için ben de aynı zamanda Türk’üm! Niye? Türklük, bir etnik kimlik adı değildir. Tarih boyunca hiçbir zaman da olmamıştır. Bilinebildiği kadarıyla tarihte Türk adını taşıyan hiçbir bir etnik grup yoktur. Tarihte Türk adı ilk defa altıncı yüzyılda Göktürkler tarafından kullanılmaya başlanmış. Önce askeri bir güç birliğinin, daha sonra da siyasi bir güç birliğinin, yani Göktürk Devletinin adı olmuş. Türkçe konuşan kavimlerden, kabilelerden o birliğe girip Türk olanlar olduğu gibi, girmeyenler, girmek istemeyenler böylece Türk olmayı reddeden, girip de sonradan çıkanlar da olmuş. Bugün bile Türkçe konuşan kavimlerden kendilerine Türk diyenler olduğu gibi, demeyenler, hatta kendilerine Türk denmesini istemeyenler var. Onlar Türk adıyla değil de Kazak, Kırgız, Tatar, Türkmen gibi kendi kavim ve kabilelerinin adıyla anılmayı tercih ediyorlar. Daha sonra Allah, Türkler’in yani kendisine Türk denmesini tercih edenlerin gönüllerini İslama açtı. Bunların büyük çoğunluğu Müslüman oldular ve İslamın bayraktarlığını, temsilciliğini üstlendiler. İslamın siyasi, askeri birliği bütünlüğü onların etrafında şekillendi. Böylece zamanla Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelmeye başladı. Türklük bütün unsurları, bütün ırkları, bütün milletleri içinde barındırabilen, ne kadar dolarsa dolsun taşmayan büyük bir okyanus, büyük bir deniz haline geldi. İçine aldığı bütün kavim ve kabileleri eritip, yok etmeden kendi etrafında uyumlu ve sağlam bir birlik ve beraberlik meydana getirdi. Benin gibi Balkanlı bir Arnavut ta, bir beyaz da, bir Arap da, hatta Afrikalı bir zenci de rahatlıkla, ‘Ben Türk’üm!’ diyebiliyordu. Müslümanlık gibi Türklük de bir şuur, bilinç ve kabul meselesidir. Ben bir Arnavut olduğum halde, kendimi tam bir Türk hissediyorum. Bunun kavgasını, mücadelesini, iddiasını da her zaman herkesle yaparım. Ama ben ırkçı değilim. Çünkü dinimizde ırkçılık merduttur. Bir Müslüman asla ırkçı olamaz.

– Ama Hocam! İnsan kavmini sevdiği için kınanmaz, diye bir hadisi şerif var.

İnsanın kendi kavmini, ecdadını anasını babasını sevmesinin ne kötülüğü, ne yanlışlığı var?

– Azizim yanlışlık insanın kavmini, kabilesini, ailesini sevmesinde değil, bunun bir ideoloji, inanç sistemi haline getirilmesinde, buna temel oluşturmasındadır. Bir kere bu çok saçma bir şeydir. Kimse ırkçılık yaparak mesela daha fazla Arnavut, Kürt, Laz, Çerkes vs olamaz. Hangi kavme, kabileye, ırka mensup olarak doğmuşsan, ne kadar hangi kavimlerin kanını taşıyorsan yine öyle ölürsün. Irkçı görüşlerin, ideolojilerin insanlık için ve insanın dünyası için ne kadar büyük tehlikeler oluşturduğunu, bu saçma ideolojinin insanlığın başına ne büyük felaketler açtığını insanlık şimdiye kadar yaşadığı çok acı tecrübelerle gayet iyi gördü. Allah da Kitabı’nda ırkçılığın bir Müslümanın dinine, dünyasına, ahıretine ne kadar büyük zararlar verebileceğine açıkça dikkatimizi çekiyor ve bizi bundan şiddetle sakındırıyor: ‘Ey iman edenler! Eğer küfrü (sevip) imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost ve yakın bilmeyin. İçinizden kim onları dost (müttefik, yar, yaran) edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz (mensup olduğunuz oymak, boy, kavim, kabileniz, hısım, akraba ve menfaat çevreniz), kazanıp (biriktirdiğiniz) mallar, kötüye gitmesinden kaygılandığınız ticaret, hoşunuza giden konutlar sizin için Allah’tan, peygamberinden ve Allah yolunda cihattan daha sevimli ve önemli ise, artık Allah iradesini açığa vuruncaya kadar bekleyin! Allah, böyle yoldan çıkmış fâsıklar güruhunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz, onları umduklarına eriştirmez (Tevbe Suresi, Ayet: 23-24). Eski cahiliyye devri Araplarında kabile dayanışmasına dayalı ırkçı bir anlayış hâkimdi. Soya sopa çok büyük önem verilirdi. Doğru da olsa, yanlış da olsa, haklı da olsa haksız da olsa herkes yalnız kendi kavim ve kabilesinden olana sahip çıkar, her hal ve durumda ona destek çıkardı. İslam ırkçılığı reddettiği gibi, bunu tamamen yıkmak ve insanların gönüllerine yerleşmiş köklerini söküp kazımak için çok uğraştı, ama maalesef insanlar sonradan yeniden aynı hatalara yöneldiler. Başta Hazreti Peygamber olmak üzere, Hulefai Raşidin’den Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer’in ırkçı düşünceleri, tutum ve davranışları İslam toplumunun içinden söküp çıkarmak için pek çok uygulamaları, gayretleri olmuştur. Hatta Hazreti Ebu Bekir’in bir gün sırf bu konuyu hutbe mevzuu edindiği ve atalarla övünmenin anlamsızlığını, iğrençliğini ve utanılacak bir şey olduğunu değişik örneklerle anlatmaya ve insanları böyle bir anlayıştan vazgeçirmeye çalıştığı rivayet edilir. Bir defasında Hazreti Ebubekir, bir Cuma hutbesini bu konuya ayırmış, falanın veya filanın sulbünden, erkeklik organından veya menisinden gelmiş olmayı iftihar vesilesi ve üstünlük ölçüsü saymanın ne kadar çirkin ve iğrenç bir şey olduğu üzerinde o kadar detaylı bir şekilde ve uzun uzadıya durmuş, soyla, sopla, kavimle kabileyle övünmeyi o kadar eleştirmiş, o kadar kötülemişti ki, kendisini dinleyen cemaat Mescid’den kendilerinden bile iğrenerek dışarı çıkmışlardı. Fakat Araplardaki ırkçılık hastalığının kökü o kadar derinlerdeydi ki, her şeye rağmen yine de tamamen sökülüp atılması mümkün olamadı. Çok geçmeden de ırkçılık, kavmiyetçilik, etnik milliyetçilik İslamın ve Müslümanların en büyük baş belası haline geldi. Irkçı hanedanların ortaya çıkmasının, İslam’ın kazanımlarının çarçur edilmesinin önüne geçilemedi. Irkçılık ve kavmiyetçilik belası denen bu pis oyunun ve iğrenç tezgahın en son zararlarını biz Müslümanları ve Osmanlı Devletini parçalamak için nasıl kullanıldığında gördük. Ne yazık ki bu sefer de devletimizin, milletimizin bünyesi, habis bir kanser tümürü gibi yayılan, birliğimizi, beraberliğimizi, devletimizi, milletimizi parçalayan bu hastalığa karşı koyamadı, onu yenemedi. Pek çok etnik unsuru, ırkı ve kavmi koruyucu çatısı altında barındıran Osmanlı Devleti paramparça oldu, birliğimiz dağıldı, bütün Müslümanlar sahipsiz, himayesiz ve öksüz kaldı. Irkçılık ve etnik milliyetçilik yalanlarına, bu yöndeki türlü oyunlara ve hilelere kanan Müslümanların hepsi de bundan zararlı çıktı. Başta bizim Arnavutlar ve Araplar olmak üzere hiç kimse bundan bir yarar göremedi. Güya ayrı bir millet olmak, ayrı bir devlet kurmak için yola çıktılar ama zalim ve vahşi düşmanlara yem oldular. Bakın aynı ırktan, aynı kandan gelen, aynı dili konuşanlar, aynı coğrafyada yaşayanlar bile nasıl bölünüp, parçalanıyorlar. Hani Arap birliği, hani Türk birliği, hani Arnavut birliği? Osmanlı Devleti bünyesi içinde tek bir Arap milleti vardı ama hani ne tek millet, ne tek vatan kaldı, ne de tek bir bayrakları ve devletleri oldu. Hepsi aynı coğrafya üstünde, yan yana ama hepsi birbirine düşman 22 Arap devleti kuruldu ya da kurduruldu. Bundan kimin çıkarı var? O milletlerin veya Müslümanların mı? Hayır? Sadece onları sömürmek, esir ve köle etmek isteyen emperyalist devletlerin çıkar ve menfaatleri böyle gerektirdiği için bunlar oluyor. Kim bilir menfaatleri gerektirirse kendi coğrafyamızda kaç devlet daha kurarlar. Ama Osmanlı Devleti döneminde iyi kötü bunların hepsi birdi, beraberdi, bir aradaydı. Irkçılık belası yüzünden şimdi başımıza gelenlere bakın! Aslında bu kadarla kalsa yine iyi! Çünkü ırkçılık bir bünyeye girdi mi, musallat oldu mu, yaptığı ve yapacağı tahribatların sonu gelmez. Azizim, ben onu bunu bilmem, biz Müslümanız! Müslüman da Müslümanı sever ve sevmelidir de… Çünkü Allah da, Resûlü de bize bunu emrediyor. Cenab-ı Hakk, bize başkalarının değil, ancak müminlerin kardeş olduğunu haber veriyor. Biz hepimiz Müslümansız ve hepimiz kardeşiz, işte o kadar! Başka bir bağ ve başka bir üstünlük sebebi aramak bize felakatten başka bir şey getirmemiştir, bundan sonra da getirmez. Ben, Müslüman olmayan, İslama karşı lakayd olan bir kimseyi, kim olursa olsun, isterse benim en yakınım olsun asla sevmem, sevemem. Onlar da beni sevmez, sevemez. Benim pek çok yakın akrabam var, ama aynı inanç ve ideallere sahip olmadığımız için onlarla doğru dürüst görüş­müyoruz bile… Çünkü aramızda görüşecek, konuşacak ortak bir şey bulamıyoruz, hatta görüşüp konuştukça birbirimizden daha fazla soğuyor ve uzaklaşıyoruz. Onlar benden hoşlanmıyor, ben de onlardan… Aynı dili konuşuyoruz ama onlar beni anlamıyor, ben de onları… Çünkü gönüller, fikirler ve inançlar bir değil. Gönül ve inanç birliği, dil birliğinden, kan bağından çok daha bağlayıcı, birleştirici ve bütünleştirici bir şeydir. Ben Arnavudum ama Türkleri çok seviyorum. Niçin? Bana İslamı getirdikleri için… Eğer onlar İslamiyeti Balkanlara getirmeseler, ben de eski atalarım gibi Katolik olacaktım. Keşke daha önce gelebilselerdi, İslamı getirebilselerdi! Türkler de Arapları sevmeli! Niçin? Çünkü Türklere de İslamın bayrağını Araplar getirip teslim etti. Eğer öyle olmasaydı, onlar da ataları gibi puta tapmaya, Yer Tanrı, Gök Tanrı demeye devam edeceklerdi.’

Ali Yakup Hoca, sadece ırkçılıktan, etnik milliyetçilikten değil, başkalarının nazarında bu anlama gelebilecek, böyle anlaşılabilecek, yorumlanabilecek sözlerden, fiil ve davranışlardan da şiddetle kaçınılması gerektiğine inanırdı. Çünkü ırkçılık, etnik milliyetçilik, hısım akraba kayırmacılığı, bölgecilik, hemşehricilik gibi tutum ve davranışların, özellikle bizim gibi her türlü ırkın, boyun, soyun, kavim ve kabilenin bir arada yaşadığı Müslüman ülkelerde, bütün Müslümanların dini, dünyası, ahıreti için ‘şuyûu vukûundan beter’ sakıncalı, zararlı ve tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini önemle vurgulardı. Yani aslında ırkçılık ve etnik milliyetçilik yapılmadığı halde, yapılıyor izleniminin verilmesi, böyle bir dedikodunun, söylentinin çıkmasına sebep olacak tutum ve davranışlar içerisine girilmesi bile, herkesin başına türlü işler, büyük gaileler açabilir, büyük belalara, sıkıntılara, musibetlere yol açacak kadar tehlikeli ve sakıncalı olabilir, buna sebep olanlar da bunun vebalinden asla kurtulamazlar. Çünkü örneğin Anadolu, bir kavimler, kabileler, milletler, boylar, soylar, kabileler mozayiğidir. Ama hepimiz Türk adı altında ve Türklük çatısı altında toplanmışız, bir ve beraber olmuşuz. Türkiye’de değişik etnik gruplar ne kadar hatırı sayılır bir nüfusa sahip olurlarsa olsunlar, toplumun geneli içinde hepsinin teşkil ettiği oran yine de çok düşüktür. Hiçbir etnik grup kahir bir ekseriyete ve büyük çoğunluğa sahip değildir. Bu hep böyle olmuştur. Çok eski çağlardan beri değişik ırkların, kavimlerin, kabilelerin, etnik grupların karışıp kaynaştığı bir coğrafya olan Anadolu toprakları, Osmanlı Devletinin yıkılma dönemlerinde çok daha farklı etnik kökenlerden Müslümanlara kapılarını, bağrını, kucağını ve gönlünü sonuna kadar açmıştır. Sadece 1878-1917 yılları arasındaki kırk yıllık dönemdeki göçler yüzünden Anadolu’nun nüfusu %50 oranında artmıştır. Daha sonraki göçler ve mübadeleler de göz önünde bulundurulduğunda Anadolu’daki etnik unsur çeşitliliği kendiliğinden anlaşılır. Üstelik Türkiye’de hiçbir etnik grubun diğerlerine üstünlük sağlayabilecek kalabalık bir nüfusu ve gücü de yoktur. Hal böyle iken, farklı unsurlardan, etnik gruplardan birinin etnik milliyetçiliğe kalkışması, siyasi, sosyal, ekonomik alanda kendini diğerlerinden farklı ve ayrı görerek öne çıkmaya çalışması, nimet külfet paylaşımında önce etnik kökene bakılmaya kalkılması, böylece bir ayırımcılık ve bölücülük görüntüsü verilmesi aslında öyle almasa bile yine de ana gövdeye, ana yapıya büyük zararlar verebilir, bunun en büyük zararı da öncelikle bunu yapanlara ve onların mensup oldukları etnik gruplara olacaktır. Çünkü böyle bir görüntü ve izlenim, kaçınılmaz olarak çok geçmeden diğer grupların, etnik unsurların kinini, öfkesini, nefretini ve düşmanlığını çekecek, hiç umulmadık ve beklenmedik türde ve büyüklükte tepkisel tavırlara ve davranışlara yol açacaktır. Etnik ve bölgesel milliyetçilikten ister istemez toplumun tamamı zarar görür ama sonuçta bunun en büyük zararı buna kalkışanlara, hangi etnik grup için ve adına yapılıyorsa onlara dokunacak, bu iş onlara faydadan çok zarar getirecek, getirdiğinden fazlasını götürecektir. Kısacası Türkiye gibi ülkelerde etnik milliyetçilik yapmak veya böyle bir görüntü ve izlenim vermek, milletin ve toplumun geneli için de kötü ve zararlı bir şeydir ama, hiç kimse böyle bir şeye sebep ve alet olmuş kimse kadar kendi etnik grubuna büyük bir kötülük yapmış ve zarar vermiş olamaz.

Suriye’li Arap Bir Kadın’ın Türklüğü

Hoca’nın her konuda olduğu gibi Türklük ve Müslümanlık üzerine atlattıkları da rastgele söylenmiş sözler değildi. Derin bir ilme, irfana, araştırma ve incelemeye dayanıyordu. Ama bunları ilk defa duyanlar, bunun arka planını bilemedikleri için inanmakta güçlük çekerler, doğruluğu konusunda ister istemez bazı tereddükler yaşarlardı. Ama çok zaman daha o mecliste yaşanan bazı olaylar veya diyaloglar, bunların ne kadar doğru ve isabetli değerlendirmeler olduğunu kimsede hiçbir kuşku bırakmayacak şekilde ortaya koyuverirdi.

Bazılarının biraz tereddütle, şüpheyle ve istifhamla karşıladıkları bu sözler, eğitimini İstanbul’da tamamlayan Suriye asıllı Doktor Fazıl Üveyce’yi çok etkilemiş, şaşırtmış ve duygulandırmıştı. Çünkü ona annesiyle ilgili hiç unutamadığı bir anısını hatırlatmış, annesinin ona çok garip, anlaşılmaz, tuhaf gelen bazı duygu ve düşünceleri, tutum ve davranışları bu anlatılanlarla kafasında ve gönlünde yeniden bir anlam kazanmış, yerli yerine oturmuş, bazı soruların cevabını, bazı şeylerin nedenini daha iyi anlamaya başlamıştı.

Doktor Fazıl Bey’in anlattığına göre; liseyi bitirdikten sonra eğitimine yurt dışında devam etmek üzere sınavlara girmiş, fakat aldığı notlar onun ancak İstanbul’da okuyabilmesine yetmişti. Kendisi ‘Keşke daha iyi bir puan alıp da Avrupa’da veya Amerika’da okuyabilseydim!’ diye düşünürken, oğlunun İstanbul’da okuyacağını duyan anne bu habere öyle sevinmiş, öyle sevinmiş ki Fazıl Bey hayretler içinde kalmış. O zamana dek annesinin bu kadar sevindiğini ve bu kadar mutlu olduğunu hiç görmemiş. Kadıncağız, haberi alır almaz önce sevinçle oğluna sarılıp öpmüş, onu tebrik etmiş. Sonra hemen alelacele üstünü giyinerek evden çıkmış, mutluluğunu paylaşmak için doğruca en sevdiği komşularına koşmuş. Ağzı kulaklarında, sevinçten etekleri zil çalarcasına girdiği her evde:

– Duyduğunuz mu komşular, duydunuz mu? Benim oğlum imtihan kazanmış. Hem de başkentte okuyacak, Payitaht’ta okuyacak, Asitane’de okuyacak! diye bu haberi herkese duyuruyor, herkesi kendi sevincine ortak etmeye çalışıyormuş. Durup dinlenmeden bir komşudan öbürüne koşturuyor, bu güzel haberi duymayan kimse kalmasın istiyormuş. Başkent lafını duyanlar, doğal olarak, kadıncağızın oğlunun Şam’da okuyacağını düşünüyorlarmış:

– Hayırlı olsun, teyze! Oğlun Şam’da okuyacak öyle mi? diye soruyorlarmış.

Ama aldıkları cevap aldıkları cevap, oğlu dahil herkesi şaşırtıyormuş:

– Yok canım, ne Şam’ı! Şam da ne oluyor? Benim oğlum İstanbul’da okuyacak,

İstanbul’da!… Payitaht’ta, Asitane’de, Dersaadet’te okuyacak.

– Ama teyze, sen bilmiyorsun galiba, bizim başkentimiz, İstanbul değil, Şam!

– Siz öyle bilin! Varsın sizin başkentiniz Şam olsun! Benim başkentim hala

İstanbul! Dün İstanbul’du, bugün İstanbul ve her zaman İstanbul olacak! İstanbul varken, Şam’dan başkent mi olur? Benim oğlum Şam’da okuyacak olsa, niye bu kadar sevineyim ki? Ben, oğlumun okumasından çok, İstanbul’da okuyacağına seviniyorum. Keşke Allah nasip etse de dünya gözüyle ben de İstanbul’u bir görebilseydim!

İstanbul’da okuyacağı için, annesinin bu kadar çok sevinmesine, mutlu olmasına,

iftihar etmesine o zamanlar genç bir öğrenci olan Fazıl Üveyce pek bir anlam verememiş, bazılarının bunu annesinin cahilliğine bağlamalarına epey içerlemişti. Ama ne kadar uğraştıysa annesine Suriye’nin başkentinin İstanbul değil, Şam olduğunu öğretememişti. Annesi yine de: ‘Suriye’nin başkenti Şam olabilir, ama benim başkentim İstanbul!’ diyor başka bir şey demiyordu. Şimdi Hoca’yı dinledikten sonra ona çok garip, anlamsız ve aşırı gelen bu sevinç ve mutluluğun ve yaşlı kadının İstanbul’dan başka başkent tanımamasının nedenini daha iyi anlayabiliyordu.

Ali Yakup Hoca ve Mini Etekli İki Göçmen Kızı

İstanbul’un eski mahallelerini en ara en sapa sokaklarına kadar gezip dolaşmayı çok seven Ali Yakup Hoca, günlerden bir gün, karışık, dolaşık, daracık sokaklı eski bir İstanbul mahallesinde dolaşırken, boylu, boslu, açık kumral, Avrupai görünümlü, mini etekli, oldukça serbest kılık kıyafetli iki genç kızla karşılaşır. Sıkıntılı, tereddütlü, telaşlı hallerinden mahallenin yabancısı oldukları anlaşılan kızlar, biraz mahcup, fakat son derece nazik, saygılı ve ölçülü bir tavırla Hoca’ya yaklaşırlar. İçlerinden daha cesur görünen yeşil gözlüsü hemen özür dileyerek söze girer:

– Af edersiniz amca, sizi rahatsız ediyoruz! Ama biz buranın yabancısıyız. Otobüs durağına gideceğiz ama yolumuzu kaybettik. Epey zamandır aynı yerde dolanıp duruyoruz, bir türlü ana yola çıkamadık. Bize en yakın otobüs durağını gösterebilir misiniz?

Hoca:

– Estağfirullah, ne rahatsızlığı kızım! Ben de o tarafa doğru gidiyorum. İsterseniz durağa kadar birlikte yürüyebiliriz, deyince kızlar yaşlı adamın bu teklifini memnuniyetle kabul ederler.

Oldukça konuşkan olan kızlar, kendilerine yol arkadaşlığı yapan Hoca’ya, bir çırpıda Sağmalcılar taraflarında oturduklarını, bir yakınlarının arabasıyla bu civarda oturan bir akrabalarını ziyarete geldiklerini, dönüşte kendi başlarına otobüs durağını bulabileceklerini zannettiklerini ama bu karışık sokaklarda yollarını kaybettiklerini, epeyce dolandıkları, bir iki kişiye de sordukları halde, bir türlü otobüs durağını bulamadıklarını, ona rastlamalarının kendileri için büyük bir şans olduğunu anlatıverirler. Kızların sözü bitince, sıkıcı bir yol arkadaşı olmamak için, Hoca da onlara birkaç kelam etme gereğini hisseder. Önce isimlerini, sonra da biraz da Balkan göçmeni olduklarını tahmin ettiği için, memleketlerini sorar. Kızlar isimlerini söyledikten sonra, birisi biraz çekingen bir tavırla:

-Amca biz muhaciriz. Ailemiz biz küçükken Yugoslavya’dan İstanbul’a göçmüşler!

Tahmininde yanılmadığını anlayan Hoca’nın gözleri ışıldar ve onlara:

– Yaa, öyle mi kızım? Desenize hemşehriymişiz. Biliyor musunuz, ben de muhacirim?! Hem de Kosova’lıyım, yani sizin gibi Yugoslav göçmeniyim. Peki sizinkiler Yugoslavya’nın neresinden gelmişler?

– Amca benim ailem Saraybosna’dan gelmiş.

– Bizimkiler de Makedonya’dan, Üsküp’ten gelmişler.

– Ne güzel! Ben, Üsküp’ü de Saraybosna’yı da çok iyi bilirim. Gençlik yıllarımda her ikisinde de medresede okudum. Her ikisi de çok güzel yerler. Peki, siz oraları hatırlar, bilir misiniz? Kızlardan biri:

– Yok amca, nereden bilip, hatırlayacağız?! Ailelerimiz, zaten daha biz doğmadan buralara göçmüşler. Şimdiye kadar bizim hiç gidip gelme imkânımız ve fırsatımız olmadı. Sadece arada sırada büyüklerimizin anlattığı kadarıyla bazı şeyler biliyoruz, hepsi o kadar.

– Ne anlatıyor, nasıl anlatıyor, büyükleriniz?

– Ne anlatacaklar amca! Oraların çok güzel yerler olduğunu, ama bırakıp gelmek zorunda kaldıklarını, muhacirliğin çok zor olduğunu, dayanılmaz acılar, çileler, sıkıntılar, yokluklar, yoksulluklar çektiklerini… İşte bunun gibi bir sürü şeyler anlatıyorlar!

– Büyükleriniz doğru söylemişler kızım! Muhacirlik gerçekten de çok zor

derttir. Başına gelmeyen, çekmeyen bilmez. Benim ömrüm de hep gurbetlerde, muhaceretlerde geçti. Hele Kosova gibi, Balkanlar gibi bana göre dünyanın en güzel, en verimli, iklimi en mutedil, en yaşanmaya değer, her şeyin bol olduğu, cennet gibi yerleri bırakıp da başka yurtlar aramaya mecbur kalmak, kolay katlanılabilecek dert değildir. Ben de Kosova’yı görmeyeli, göremeyeli çok uzun yıllar oldu. Ama inanır mısınız, ben hala kendimi rüyalarımda hep oralarda, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği yerlerde görürüm?! Peki kızım, o zaman sizinkiler ne diye o kadar güzel yerleri bırakıp da muhacir olmuşlar. Orada çok mu fakirmişler? Buralarda daha rahat, daha iyi bir hayat mı arıyorlarmış?

– Yok amca, olur mu öyle şey? Aksine bizimkiler Yugoslavya’da çok

zengin, çok varlıklıymışlar! Her şeyleri varmış!

– Bizimkiler de öyle! Makedonya’da çiftçilikle, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Çok geniş arazileri, tarlaları, çiftlikleri, hayvanları varmış! Hepsini bırakıp gelmek zorunda kalmışlar.

– Bizimkiler de çok geniş bir aileymiş. Saraybosna’da kimi ticaretle, kimi

sanayiyle uğraşırmış. Fabrikaları, atölyeleri, iş yerleri, dükkânları varmış. Oraların en zenginlerindenmişler.

– İyi ama kızım, bunca mala mülkü ne yapmışlar? İnsan durup dururken onca serveti, zenginliği, malı mülkü, refahı bırakır da her şeyini terk eder yeni maceralar peşine düşer mi? Başına nelerin gelebileceğini, neler yaşayacağını bilemediği başka bir yere göçer mi?

– Durup dururken olur mu amca? Oralar gâvur eline geçmiş. Gâvurlar tutmuşlar, bizimkilere de ya bizim gibi Hıristiyan olacaksınız, ya da buraları terk edeceksiniz demişler.

– Eee, sizinkiler ne demiş?

– Ne desinler amca? Elbette, biz ölürüz, her şeyimizden vazgeçeriz de dinimizden vaz geçmeyiz demişler.

  • Sonra ne olmuş?
  • Ne olacak, bizimkiler de her şeylerini orada bırakıp Türkiye’ye

göçmeye razı olmuşlar. Türkiye’ye geldiklerinde yıllarca barınak gibi küçücük evlerde, birkaç aile bir arada, üst üste yaşamak zorunda kalmışlar. Bu onların o zamana kadar hiç tanımadıkları, alışmadıkları çok zor bir hayatmış.

– Peki ama, madem Yugoslavya’da o kadar varlıklı ve zenginmişler, Türkiye’de niçin bu kadar fakir bir duruma düşmüşler. Mesela, mallarını, mülklerini, servetlerini, paralarını, pullarını alıp niye Türkiye’ye getirmemişler? Oradaki varlıklarını, mallarını, mülklerini satsalar, burada daha rahat bir hayat sürdüremezler miydi? Böylece bu kadar çok çile, fakirlik ve yoksulluk da çekmezlerdi. Öyle değil mi?

– Nasıl getirsinler amca, getirememişler ki?! Gavur bırakmamış! Türkiye’ye

göçmek isteyenlerin oradaki her şeylerine, bütün mallarına, mülklerine, varlıklarına el koymuşlar.

  • Nasıl yani?
  • Amca siz de hem Yugoslav göçmeni olduğunuzu söylüyorsunuz, hem de

nasıl olduğunu, orada olup bitenleri hiç bilmiyormuşsunuz gibi bize soruyorsunuz.

  • Haklısın kızım! Bilmez miyim, elbette ben de biliyorum ama hem sohbet

olsun diye, hem de sizinkilerin yaşadıklarını da sizin ağzınızdan duymak için soruyorum. Ben Kosovalı’yım, sizler Saraybosnalı ve Makedonya’lıymışsınız. Belki sizin oralarda bizde yaşananlardan farklı şeyler yaşanmış olabilir! Ayrıca olup bitenlerden, yaşanan acı ve sıkıntılardan bu kadar haberdar, her şeyin bu kadar farkında ve bilincinde olmanız da beni çok memnun etti. Onun için soruyorum, kusuruma bakmayın!

– Estağfirullah amca! Sanki olanları hiç bilmiyormuşsunuz gibi sormanız garibimize gitti de onun için biraz şaşırdık.

– Olabilir kızım! Ailelerinizin oradaki malının, mülkünün gavurlar tarafından ellerinden nasıl alındığını anlatıyordunuz. İsterseniz yarım kalmasın?

– Evet amca! Hıristiyan olmak istemeyen, oradaki baskı ve zulümlere

de dayanamayan diğer Müslümanlar gibi bizimkiler de çareyi Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç etmekte görmüşler. Ama gavurlar, bütün mallarından, mülklerinden, servetlerinden, arazilerinden, topraklarından, tarlalarından, dükkanlarından, iş yerlerinden, fabrikalarından, evlerinden, bağlarından, bahçelerinden, yani neleri varsa hepsinden vazgeçmedikçe, hepsini orada bırakıp gitmeye razı olmadıkça onların Türkiye’ye göçmelerine izin vermiyormuşlar. Hatta sonradan kalkıp da hak iddia edemesinler diye hepsinin elinden ‘Yugoslavya’da benim hiçbir malım, mülküm yoktur’ diye yazılı, imzalı kağıtlar, belgeler de alıyorlarmış.

– Sizinkilerin hepsi bunu yapmışlar, o belgeleri imzalamışlar mı?

– Tabii amca, başka ne yapabilirler ki? Eğer yapmasalar, imzalamasalar Türkiye’ye göçmelerine izin verilmiyormuş.

– Yaaa! Ama bu gerçekten çok büyük bir fedakarlık! Bu fedakârlığı acaba

niçin yapmışlar?

– Niçin olacak amca siz niçin yapmışsanız onlar da onun için yapmışlardır.

– Ben sadece ve sadece dinim, Türklüğüm ve Müslümanlığım için yapmıştım.

– Bizimkiler de öyle amca! Başka niçin olabilir ki?

– Haklısınız kızım! Ama kızım, çok eskiden ben Kosova’yı terk etmeden önce

Sırp çeteleri, çetnikler vardı. Köyleri, kasabaları, şehirleri basarlar, insanları kadın erkek, çoluk çocuk demeden vahşice öldürürler, mallarını, mülklerini, arazilerini yağmalarlar, onları öz vatanlarından göçe zorlarlardı. E benden sonra, Yugoslavya’ya komünist rejim geldi. Komünizmin daha insancıl olduğu, din farkı gözetmediği söylenir. Sizinkiler hiç olmazsa komünizm döneminde rahat ve huzur yüzü görememişler mi?

– Nerede rahat yüzü görecekler amca! İdeolojisi, ekonomik, siyasi veya sosyal

sistemi, rejimi değişse de gavur yine aynı gavurmuş. Hıristiyanların Müslümanlara karşı tavrı ve düşmanlığı komünist dönemde de değişmemiş, hiç azalmamış. Hatta gavurlar rejim değişikliğinden sonra, Müslümanlara zarar vermek için bu sefer de komünizmi araç olarak kullanmaya başlamışlar. Komünist dönemde de, yine en çok Müslümanların mallarına el konuluyormuş. Göstermelik halk mahkemeleri kuruluyor, malı mülkü olan Müslümanlar, bu sefer de halk düşmanı ilan edilerek, bu mahkemelerin önüne çıkarılıyorlar ve güya yargılanıyorlarmış. Aslında bu mahkemelerin amacı da, sonucu da, verilecek da ceza çok önceden belliymiş. Halk mahkemelerinin üyeleri, başta Sırplar olmak üzere hep Hıristiyanlardan oluyormuş. Zaten daha sözde yargılama başlar başlamaz, gavurlar hep bir ağızdan ‘İdam! İdam!’ diye tempo tutmaya başlıyorlarmış. Kısa ve uydurma bir yargılamadan sonra, mahkemeye çıkarılan hali vakti yerinde Müslümanların hem mallarına el konuluyormuş, hem de bunlar idam sehpalarında can veriyorlarmış. Bizim yakınlarımızdan pek çok kimse de böyle idam sehpalarında can vermişler, mallarına mülklerine el konulmuş.

– Peki bu Sırpların, gavurların dertleri neymiş? Ne istiyorlarmış bu zavallı insanlardan?

– Ne olacak amca, tek dertleri bizimkilerin Müslüman, kendilerinin Hıristiyan olmalarıymış. Buna bir türlü tahammül edemiyorlarmış. Bizimkilerden de illa kendileri gibi Hıristiyan olmalarını istiyorlarmış. Yoksa her şeylerine el koyuyorlar, onları ölümlerden ölüm beğenmeye mecbur ediyorlarmış.

– Demek ki, sizinkiler de benim gibi her şeylerini tek bir şey için, yani sırf Müslümanlıkları için feda etmişler. Müslümanlıkları için, hiç tereddütsüz vatanlarını da, ülkelerini de, yuvalarını da, yuvalarını da, mallarını da, mülklerini de, hatta bazıları canlarını da feda etmekten çekinmemişler. Sırf dinlerini kurtarabilmek ve özgürce yaşayabilmek için buralara can atmışlar, hicret etmişler, muhacir olmuşlar. Gerçekten çok büyük bir fedakarlık! Öyle değil mi, kızım?

– Evet öyle amca, haklısın!

Kızlardan biraz daha uzun boylu olanı, yarasına tuz basılmış gibi acı dolu ve titrek bir ses tonuyla Hoca’nın sözlerine bazı eklemelerde bulunma ihtiyacı duyar:

– Öyle ama amca, göçmekle, muhacirlikle de her şey bitmiş, her iş düzelmiş,

yoluna girmiş olmuyor ki! İnsan muhacirlikte maddi sıkıntılardan başka pek çok manevi sıkıntılarla, psikolojik baskılarla da karşılaşıyor. Bence katlanılması en zor olan da bu!

– Onlar ne gibi sıkıntılar, yavrum?

– Ne bileyim, bunlar saymakla bitmez ki! Ama muhacirlikte bence insana ağır ve en acı gelen şey, sonradan geldiğiniz yerde bazılarının sizi yabancılaması, el görmesi, dışlamaya kalkması!

Bu sözler karşısında şaşıran ve duraklayan Hoca, kızcağıza dönerek:

– Ne o, sizi buralarda dışlayan, yabancı ve el görenler de mi var? diye sordu.

– Var tabii amca, olmaz olur mu? Hem de ne kadar! Bizi Türk kabul etmeyenler mi dersiniz, Müslüman saymayanlar mı dersiniz, nelerle karşılaşıyoruz, hangi birini sayayım size! Hâlbuki örneğin biz, aslında evlad-ı fatihandanmışız. Bizim dedelerimiz çok önceden Anadolu’dan, Konya’dan göçmüşler oralara! Ama adımız yine de Balkan göçmeni! Çoğu insanların bizi Türk ve Müslüman sayası gelmiyor.

Bu sözler karşısında beyninden vurulmuşa dönen Hoca, önce heykel gibi olduğu yerde dikilip kaldı. Sonra hiç farkında olamadan sesini yükseltmeye, neredeyse bağıra çağıra konuşmaya başladı. Yoldan gelip geçenler de, şaşkın ve meraklı bakışlarla bu yaşlı adamın kime, neye ve niçin kızdığını, öfkelendiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ama Hoca’nın hiç umurunda değildi ve aynı minval üzere sayıp söylemeye devam ediyordu:

– Daha da neler! Öyle söyleyenler ve düşünenler halt etmişler! Ah bana böyle bir şey söyleyecekler veya ihsas ettirecekler ki, onların ağızlarının payını bir güzel vereyim. Bir kere burası bizim anavatanımız. Biz Balkan Müslümanları, her zaman Türkiye’yi ana vatanımız olarak gördük. Mesela ben yıllarca Mısır’da yaşadım, orası da Müslüman bir ülke, ama ben orasını hiçbir zaman kendi vatanım olarak benimseyemedim. Türkiye’ye geldiğimde ise, kendimi öz yurduma, anavatanıma gelmiş gibi hissettim. İçimde, sanki ben aslen buralıymışım, burada doğmuşum da başka yerde gurbet hayatı yaşıyormuşum gibi bir his vardı. Yaşım kırkı aştığı halde, Mısır’da evlenmedim bile! Çünkü aklım, fikrim hep Türkiye’ye gelmekte, Türkiye’ye yerleşmekteydi. Türkiye’ye gelince de hiçbir yabancılık çekmedim, kendimi hiçbir zaman yabancı gibi hissetmedim. Bir eziklik, muhacirlik duygusu yaşamadım. Bu konuda gerekirse kendisini en saf kan Türk sayanlarla bile yarışmaktan, tartışmaktan çekinmem. Aslında sizi yabancı ve el görmeye, dışlamaya kalkanların, öyle aptalca ve cahilce düşünceler taşıyanların Türklüğünden ve Müslümanlığından şüphe etmek lazım! Türklük ve Müslümanlığın mührü, Balkanlara Anadolu’daki pek çok yerden daha önce vuruldu. Sizin gibi aslen Anadolu Türkü olup da, Balkanlara hicret eden, oraları asırlar boyunca vatan edinen, daha sonra o topraklar elimizden çıkınca tekrar muhacir olarak Anadolu’ya göçmek zorunda kalan evlad-ı fatihanınki de, benim gibi oraların esas yerlisi iken sonradan Türk ve Müslüman kimliğini kazanan, o kazanımları kaybetmemek için öz vatanlarını terk edenlerinki de denenmiş, sınanmış, ispat edilmiş gerçek ve sağlam bir Türklük ve Müslümanlıktır. Ya o sizin Türklüğünüze ve Müslümanlığınıza laf söyleme cüretinde bulunan densizlerin, ahmakların, aptallarınki nasıl bir şey acaba? Hiç denenmiş, sınanmış mı? Aynı musibet onların başına gelseydi, kim bilir sonları ne olurdu? Türklük de, Müslümanlık da sadece boş birer iddiadan ibaret değildir. Irk ve kan bağıyla babadan evlada geçen başka miraslara da benzemezler. Eğer öyle olsaydı, Türk asıllı oldukları bilinen nice boylar, kabileler bugün Türklüğün ve Müslümanlığın en azılı düşmanları olmazlardı. Mesela Bulgarların ve Macarların da aslen Türk oldukları söylenir, ama onlardaki Türk düşmanlığına çoğu Avrupa milletlerinde bile rastlanmaz. Arada din bağı, inanç bağı, gönül ve fikir bağı, duygu bağı, kaderde, kıvançta, tasada, sevinçte birlik olmadıktan sonra, kan bağı hiç bir işe yaramaz? Ben bunu kendi çevremde de yaşıyorum. Mesela, benim çok saygın, itibarlı, mevki ve makam sahibi çok yakın bazı akrabalarım var. Sağ olsunlar, arada sırada, bayramda seyranda unutmazlar, ziyaretime gelirler, evlenme, cenaze gibi vesilelerle de bir araya gelir, oturur konuşuruz. Ama inanır mısınız, bazen bu kısacık buluşmalar bile, benim için de, onlar için de işkenceye dönüşür. Bazen birbirimizle konuşacak laf bulamayız. Zaman bir türlü geçmek bilmez. Bazen birbirimizin havadan sudan bahsetmelerinden bile hoşlanmaz hale geliriz. Sıkıntı içinde bir müddet öyle kös kös oturur, sonra dağılır gideriz. Güya benim, herkesle görüşüp, konuşmayı ve herkesi dinlemeyi seven bir adam olduğum söylenir. Aslında yine ben, her zaman kendileriyle diyalog kurmaya, değişik konularda onlarla sohbet etmeye çalışırım. Fakat fikirler, düşünceler, gönüller bir olmayınca sohbete girmek de, çıkmak da gerçekten çok zor, sıkıntılı oluyor, yarardan çok zarar getiriyor. Bir konu açıp, karşılıklı konuşmaya başladıktan sonra bakıyorsunuz ki fikirlerdeki ayrılıklar ve aykırılıklar yüzünden konuştukça birbirimizden daha da uzaklaşmış, daha da soğumuşsunuz. Neden? Çünkü fikirler, inançlar, duygular bağdaşmıyor da onun için! Nasıl olmuşsa olmuş, böyle olmuş, birbirimizden iyice uzaklaşmış ve kopmuşuz. E gönüller bir olmadıktan sonra da, aynı dili konuşmak anlaşıp kaynaşmaya değil, daha da uzaklaşmaya, yabancılaşmaya sebep oluyor. Öte yandan ben talebelerimle ve benim gibi düşünen ve inanan insanlarla konuşurken hangi ırktan, hangi ülkeden olurlarsa olsunlar büyük haz alıyorum. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyorum. Onun için, sadece Türk ve Müslüman ana babadan doğmakla, Türk ve Müslüman olunmaz. Türk ve Müslüman olabilmek için, Türk ve Müslüman gibi düşünmek, hissetmek ve inanmak hem şarttır, hem de yeterlidir.

Bu ‘sonradan Türk olma’ sözü kızlardan birisinin aklına takılmıştı. Laf arasında Hoca’dan bunu biraz daha açmasını rica etti:

– Kusura bakmayın, Amca! Lafınızı kesiyorum ama ben bu sonradan Türk olma sözünü pek anlayamadım. İnsan nasıl sonradan Türk olabilir? İnsan doğuştan bir millete mensup değilse, sonradan olabilir mi?

– Şaşırmakta haklısın kızım! İnsan sonradan Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan olamaz ama sonradan Türk olabilir! İslam nimeti sayesinde bu, Allah’ın Türk milletine has kıldığı bir lütuftur. Mesela ben, aslen Arnavut olduğum halde, sonradan Türk olanlardanım. Ama ben kendimi herkesten daha çok Türk görürüm. Çünkü benim gözümde Türklükle Müslümanlık aynı şeydir. Biz böyle gördük, böyle öğrendik. Bizim oralarda Müslümanlar ve farklı etnik kökenlerden gayri Müslimler bir arada yaşarlardı. Hangi etnik kökenden olursa olsun, bir gayri Müslim hidayete erip Müslüman olunca, ona “Türk oldu!” denirdi. Artık bir daha onun eski etnik kökenine bakılmazdı. Herkes, Elhamdülillah Türküz, Allah bizi Türk yarattı, bize Türklüğü nasip etti diye şükrederdi. Sıbyan mektebinde biz, İslamın şartlarını sayarken, “Türklüğün şartı beş!” diye sayardık. Bugün bile pek çok Avrupalının gözünde Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelen, birbirinden ayrılamayan kavramlardır. Müslüman denince Avrupalının aklına ilk defa Türk gelir, başka bir millet gelmez. Allah, bu milleti sanki Müslümanlık için, yani İslama hizmet için yaratmıştır. Allah, Türklerin İslam’a hizmet edenlerini hep yükseltmiş, İslam’dan yüz çevirenlerini ise silip süpürmüştür. Tarih boyunca Türkler, varlıklarını ancak ve ancak İslamiyetle beraber koruyup, devam ettirebilmişlerdir. Müslüman olmayan veya Müslümanlıklarını kaybeden bütün Türk boyları, çok geçmeden kimliklerini de, Türklüklerini de kaybetmişler, başkalaşıp, yitip, kaybolup gitmişlerdir. Türklük kavramı, İslam kavramıyla eş anlamlı hale geldiği için, yersiz zorlamalarla ondan koparılmadığı müddetçe her etnik grubu, her ırkı, üstelik hiç bir zıddiyet yaşanmadan rahatlıkla içine alabilir, hepsiyle kaynaşıp bağdaşabilir. Türklük, İslam dışında başka hiç bir din ve inançla böyle bağdaşamaz. Dünyadaki pek çok kimseye ‘Hıristiyan Arap olabilir mi?’ diye sorulsa, ‘Olabilir!’ der, hiç garipsemez. Nitekim vardır da. Ama Hıristiyan Türk olabilir mi diye sorulsa, şöyle bir duraksar ve olabileceğine inanamaz. Yani, Türk’e İslam’dan başka bir dini kimse yakıştıramaz.

– Gerçekten çok ilginç ve şimdiye kadar bizim hiç duymadığımız, düşünmediğimiz şeyler söylüyorsunuz amca! İyi ki bugün size rastlamış ve yol sormuşuz.

– Bu anlatılanları ilgiyle dinlemeniz, benimseyip kabul etmeniz de sizin gönlünüzün

ve ruhunuzun güzelliğinden kızım. Yalnız, bunca konuştuğumuz şeylerin kısa bir özeti olması bakımından, size son bir şey daha söylemek isterim. Yoksa bana konuştuğumuz bunca şey havada kalacak, ayağı yere basmayacak, bazı şeyler eksik ve yarım kalacak gibi geliyor.

– Buyurun amca!

– Gerçekten de sizler ve ben, dünyanın en güzel, terk edilmesi en zor ve imkansız yerlerini terk edip anavatanımız olan bu ülkeye göç etmek, sığınmak zorunda kalmışız. Niçin? Oraları Müslümanların elinden çıktığı, dinimizin, Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın düşmanı olan kâfirler tarafından işgal edildiği için! Onlar bize, dinimizi değiştirmedikçe can, mal, ırz, namus güvenliği tanımadılar. Biz de her şeyden daha kıymetli ve aziz bildiğimiz dinimizi, artık oralarda özgürce yaşayabilme imkânımız kalmayınca, her şeyimizi geride bırakarak anavatanımız bildiğimiz bu ülkeye hicret etmek zorunda kaldık.

– Öyle değil mi çocuklar?

– Evet öyle amca!

– Öyleyse biz, başkalarına bakmayacağız, kendimize bakacağız! Kim ne derse desin, ne düşünürse düşünsün aldırmayacağız! Hele öyle olur olmaz akılsızların, cahillerin sözlerine hiç bakmayacağız, kanmacağız, aldanmayacağız, en ufak bir şekilde bile etkilenmeyeceğiz. Çünkü onların hiç birisi bizim gibi dini için, Müslümanlığı için, Türklüğü için vatanını, doğup büyüdüğü yerleri terk etmek zorunda kalmadı, böyle bir imtihanla denenmedi, sınanmadı. Dolayısıyla onlar bunların kıymetini de bizim kadar bilemezler. Kim ne derse desin biz, bizim Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı sorgulamaya kalkan o aptallardan, o ahmaklardan çok daha fazla Türk ve Müslümanız ve öyle de olmak zorundayız. Çünkü biz, öz yurdumuzu, atalarımızın, dedelerimizin doğup büyüdüğü, asırlarca Türk ve İslam yurdu olmuş o toprakları, yine Türklüğümüz ve Müslümanlığımız terk edip, buralara hicret ettik! Ayrıca bizim için, dünyada buradan başka gidilebilecek hiç bir yer yok! Allah muhafaza bu memlekette olağanüstü bir değişim ve başkalaşım olsa da, bir tane bile Türk ve Müslüman kalmasa, biz yine de Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı muhafaza etmek, Türk ve Müslüman olarak yaşamak, öyle ölmek azim ve kararlılığında olmalıyız. Tamam mı kızım?

– Doğru söylüyorsunuz amca! Gerçekten de bize öyle güzel ve doğru şeyler anlattınız ki, bunları biz şimdiye kadar hiç kimseden duymadık, size rastlamasaydık yine de duyamazdık. Size çok teşekkür ederiz!

– Bana teşekkür etmenizi gerektirecek bir şey yok kızım! Sizinle tanışıp, konuştuğuma ben de çok memnun oldum. Allah yar ve yardımcınız olsun!

Hoca, söylemeyi boynuna borç bildiği şeyleri, bu kısa ayaküstü sokak muhabbetinde kısaca özetledikten sonra, tekrar kızlarla beraber durağa doğru yollandılar. Çok geçmeden otobüs durağı da göründü. Ama genç kızlar bu hoşsohbet ve sevimli ihtiyarın şimdiye kadar bir benzerini hiç kimseden duyamadıkları sözüne, sohbetine ve muhabbetine doyamamışlardı. Yolun daha da uzun olmasını, sohbetin böyle sürüp gitmesini çok istedikleri her hallerinden belliydi. Durağa vardıklarında da otobüse binmekte acele etmediler, ardı ardına durağa girip çıkan otobüslerin nereden gelip nereye gittiğine bile bakmıyorlardı. Gidecekleri yöne doğru daha çok otobüs gelip geçebileceğini, ama böyle bir sohbeti her zaman bulamayacaklarını düşünüyorlardı. Akıllarına takılan başka konularda da ona birkaç soru sordular ve hepsine de gönüllerini yatıştıracak güzel cevaplar aldılar.

Hoca’nın anlattıklarından çok etkilenen kızlar, kılık kıyafet üstüne hiç konuşulmadığı halde, kıyafetlerinin aşırı serbestliğinden ve etek boylarının kısalığından rahatsızlık duymaya da başlamışlardı. Bir yandan can kulağıyla onu dinlerken, diğer yandan da ona çaktırmadan eteklerini çekiştirerek olabildiğince uzatmaya, kıyafetlerine çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. O mahcubiyet içerisinde kızlardan yeşil gözlü ve daha kısa boylu olanı:

– Amca ne kadar güzel ve doğru şeyler anlatıyorsunuz. Biz, üniversite öğrencisiyiz. İkimiz de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okuyoruz. Ama şimdiye kadar hiç kimse bize bu gibi konuları, sizin gibi böyle bizim anlayabileceğimiz şekilde, açık, net ve berrak bir ifadeyle anlatmamıştı. Sizi dinlerken ve sizin sayenizde en hayati konularda bile bilgi ve bilinç düzeyimizin ne kadar yetersiz olduğunu yeni yeni anlamaya ve farkına varmaya başladık.

– Hiç de geç kalmış sayılmazsınız kızım! İnanın, bugün başlasanız çok geçmez benden daha bilgili ve şuurlu olursunuz. Bizim insanımızın özü ve cevheri çok sağlam, çok temizdir. Bana bazen kendi kendini yetiştirmiş öyle gençler geliyorlar ki, inanın hayret ediyorum. Bakıyorum da benden çok daha şuurlular.

– Sizin mesleğiniz ne amca? Ne iş yapıyorsunuz? Cami hocası mısınız, yoksa öğretmen mi?

– Ben bir fabrikanın muhasebe bölümünde çalışıyorum. Hoca veya öğretmen değilim ama hayatım boyunca bilmediklerimi öğrenmeyi, bildiklerimi de başkalarına öğretmeyi kendime esas iş ve meslek edindim. İnşallah yakında emekli olacağım. Allah nasip ederse, ondan sonra bütün zamanımı öğrenmeye ve öğretmeye hasredebileceğimi umuyorum. Benim her seviyeden, her yerden, hatta sizin fakülteden de talebelerim var. Üniversitelerden bana umumiyetle araştırmacılar, doktora ve mastır öğrencileri gelirler, ben de elimden geldiğince onlara yardımcı olmaya çalışırım.

– Amca okulumuzun bitmesine az kaldı. Biz de mastır ve doktora yapmak istiyoruz. Tez seçiminde ve hazırlanmasında bize de yol gösterir, yardımcı olur musunuz? Yoksa siz sırf erkeklere mi ders verirsiniz?

– Memnuniyetle kızım! Benim sadece erkeklerden değil, sizin gibi kızlardan da talebelerim var. Ben cinsiyete bakmam, öğrenme arzusuna, isteğine ve kabiliyete bakarım. Bizim inancımızda eğitim, sadece erkeklere değil, kadınlara da farzdır. Hem ne yani, erkek aslan, aslan da, dişisi değil mi? Bana sorarsanız, kadınların eğitimi erkeklerin eğitiminden bile önemlidir. Çünkü kadınlara iyi bir eğitim verilmedikçe, ne aile, ne toplumun, ne de millet eğitilebilir, kalkınabilir, yükselebilir, gelişip, güçlenebilir.

Ayrılma vakti geldiğinde kızlardan birisi çantasından küçük bir not defteri ve kalem çıkardı. Hocanın adresini ve telefon numarasını kaydetti. En kısa zamanda tekrar görüşmek umut ve temennisiyle kızlar, durağa yanaşan otobüslerden birine binip uzaklaştılar. Hoca da her zamanki gibi, yürüyerek evinin yolunu tuttu. Pek çok kimse gibi bu genç kızlar da, kısa zamanda Hoca’dan çok şeyler öğrenmişler, yeni ve daha büyük bir dünyaya doğmuş gibi ufukları ve bakış açıları genişlemiş olarak yanından ayrılmışlardı.

Ali Yakub Hoca’yı Kahreden Beyin Göçü

Ali Yakup Hoca’yı en çok üzen ve kahreden şeylerin başında İslam dünyasının asırlardan beri sorularına cevap, sorunlarına da çözüm ve çare üretebilecek nitelikte cins beyinler yetiştirememesi, olanlardan da gerektiği gibi yararlanamamasıydı. Aynı adam kıtlığı sorunu her yerde olduğu gibi Balkanlarda da bütün şiddetiyle yaşanıyordu. Özellikle içinde yaşanılan olağanüstü dönemlerde Müslümanların her gün bir yenisi eklenen devasa boyutlardaki sorunlarına sağlıklı çözümler üretebilecek, toplumun önünü açabilecek, ona doğru bir yön ve yol gösterebilecek, doğru istikamette atılan her adımın önünü sonu iyi hesap edebilecek, geriye doğru olup bitenleri iyi bilip değerlendirebilecek ve bunlardan yararlı dersler çıkarabilecek, ileriye doğru olabilecekleri de keskin bakışları, basiretleri, isabetli görüşleriyle tam bir kesinlikle görüp değerlendirebilecek, yapılması gerekenler konusunda halkı aydınlatıp, inandırıp harekete geçirebilecek, topluma alması gereken şekli, biçim ve formu verilebilecek entelektüel birikime sahip, güvenilir, inanılır, nitelikli aydınlara, münevverlere, düşünürlere, ilim, eylem ve fikir adamlarına, özellikle de Müslümanların varlık ve beka mücadelelerini doğru ve etkili bir biçimde yönlendirebilecek önder ve lider kadrolara çok büyük ihtiyaç vardı. Fakat böyle nitelikli kadroları yetiştirebilmek için Balkan Müslümanlarının yeterli sayıda ve nitelikte eğitim kurumları yoktu, açmalarına da izin verilmiyordu. İhtiyaç duydukları nitelikli insanları ve kadroları yabancı düşman boyunduruğu altında, kendi can ve din düşmanlarının okullarında yetiştiremeyeceklerini çok iyi bilen Balkan Müslümanları çareyi her fedakârlığı göze alarak gençlerini başta Türkiye ve İslam ülkeleri olmak üzere yurt dışında eğitime ve öğretime göndermekte gördüler. Fakat bu sefer de okullarını bitirip yetişen ‘beyin kadroları’, hizmet için dört gözle yollarını gözleyen memleketlerine geri dönmek yerine, burada başlarına geleceklerden de korktukları için, gittikleri yerlerde kalmayı veya başka ülkelerde iş, güç ve meslek sahibi olmayı, daha rahat yaşam koşullarında yaşamayı tercih ediyorlardı. Bunlardan ülkesine geri dönme cesaretini gösterebilen, özellikle de topluma liderlik ve önderlik edebilecek özellikte ve nitelikteki iyi yetişmiş eğitimli ve bilinçli Müslümanlara Sırplar tarafından hayat hakkı tanımıyordu. Milli ve dini bilinç sahibi, topluma liderlik ve önderlik edebilecek seviyedeki Müslümanlar, Sırplar tarafından çok tehlikeli ve zararlı unsurlar olarak görüldüklerinden, sürekli izleniyorlar, eften püften bahanelerle yakalanıp gözaltına alınıyorlar, kaçırılıyorlar, işkencelere, hapis ve ölüm cezalarına çarptırılıyorlar, faili meçhul cinayetlere ve suikastlara kurban gidiyorlardı. Bu gibi sindirme faaliyetleriyle bunların tekrar ülke dışına kaçırılması, bu da mümkün olmazsa yok edilmeleri temel politika haline gelmişti.

Kendileri başka ülkelerde iş bulup geri dönmeyenlerin bir kısmı da oradaki yakınlarına: ‘Ben burada doktor oldum, hakim oldum, avukat oldum, bankacı oldum, tüccar oldum, mal-mülk, mevki, makam sahibi oldum. O memlekette artık ne yapacağım? Orası bana dar gelir. Zaten o memlekette yaşanacak hal da kalmadı. En iyisi siz de o toprakları bırakın da buraya, benim yanıma gelin!’ diye haber göndererek analarını, babalarını, kardeşlerini ve diğer yakınlarını da yanlarına çağırıyorlar ve alıyorlardı. Söylediklerinde haklılık payı yok değildi ama yetişmiş adam ve kadro eksikliğini tamamlamak, onların önderliğinde yeni mücadelelere başlamak için büyük umutlarla onların dönmesini bekleyen, yollarını gözleyenler bir kere daha hayal kırıklığına uğruyorlar, bu sefer de ‘beyin kadrolarının’ kendilerine ihanet ettiği inancıyla kendilerini ölmeden mezara gömülmüş hissediyorlardı. İşin garibi Batılılar da yurt dışında iyi eğitim görmüş Balkan kökenli gençlere ve ailelerine, çok iyi şartlarla iş vermekte, onlara ve ailelerine kapılarını açmakta çok cömert davranıyorlar, her türlü kolaylığı sağlıyorlardı. Böylece hem iyi yetişmiş insan gücü, beyin gücü ihtiyaçlarını karşılamış, hem Balkanlarda asırlardan beri devam eden Müslümanlık-Hıristiyanlık mücadelesinde Hıristiyanlığa, yani Müslümanlığın ve Müslümanların Balkanlardan temizlenmesi politikalarına destek vermiş, Müslüman nüfusun seyrekleştirilmesine ve etkisizleştirilmesine katkı sağlamış oluyorlardı. Bu politikaların yürütülmesinde Balkanlardaki Hıristiyan yönetimlerle Batılılar tam bir uyum ve işbirliği içinde çalışıyorlardı

Ali Yakup Cenkçiler Hoca’nın kendisi gibi talebe olarak Mısır’a gelmiş Balkan kökenli gençlerle çok yakın ve sıkı bir teması vardı. Onlarla sık sık görüşür, konuşur, dertleşir, sorunlarına çözümler, dertlerine çareler bulmaya çalışır, kendilerine her türlü maddi ve manevi yardımda bulunurdu. Yine günlerden bir gün Mısır’daki eğitimini tamamlamış Yugoslavya kökenli dört arkadaşı ona veda ziyaretine gelmişlerdi.

Ali Yakup Efendi, dördü de İslami ilimler alanında çok iyi yetişmiş bu gençlerle akşama kadar uzun uzadıya oturup, konuştu, sohbet etti, dertleşti. Saatler sonra misafirlerini uğurlayıp, doğruca talebe arkadaşlarından Ali Ulvi Kurucu’nun odasına gitti. Kendisini o ana kadar çok tutmuş olmalı ki odadaki sandalyeye oturur oturmaz, başını sandalyenin arkalığına dayayıp hıçkıra hıçkıra, katıla katıla, hüngür hüngür ağlamaya başladı. O zamana kadar onu hiç bu kadar üzüntülü görmemiş olan Ali Ulvi Bey, ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırdı. Durumu, başına büyük bir felaket geldiğini veya çok acı bir haber aldığını düşündürüyordu. Ali Ulvi Bey, çok kötü bir haber olabilme ihtimalinin korkusu, çekingenliği ve endişesiyle Ali Yakub Ağabeyine yaklaşarak onu teselli etmeye hazırlandı. Kısık bir sesle kendisine:

– Ne oldu Ağabey? Ne bu halin? Yoksa başına kötü bir şey mi geldi? Kötü

bir haber mi aldın? Niçin böyle ağlıyorsun? diye sordu. Ali Yakup Hoca:

– Nasıl ağlamam, nasıl üzülmem azizim! Bu gördüğün dört genç var ya!

– Eeee?

– İşte bunlar Amerika’da iş bulmuşlar, oraya gidiyorlar. Oraya yerleşeceklermiş.

Ona üzüldüm de ağlıyorum.

– Hay Allah iyiliğini versin Ağabey? Bunun için mi ağlıyorsun? Ben de çok kötü

bir şey olduğunu sanmıştım. Ne var bunda? Bence bu üzülünecek değil, sevinilecek bir şey! Ne güzel bak, fırsatlar ülkesi diye bilinen Amerika’da iş bulmuşlar, oraya gidecekler. Herkes böyle bir fırsat yakalamaya can atıyor. Sen niye bu kadar üzülüyorsun?

– Azizim! Sen ne diyorsun? Nasıl üzülmem! Ben bu gençleri de, ailelerini de ta

Yugoslavya’dan tanırım. Bunların dördü de çok iyi yetişmiş gençlerdir. Zaten orada da medreselerde okumuşlar, bayağı iyi hoca olmuşlardı. Aileleri onları kendilerini biraz daha iyi yetiştirsinler, geliştirsinler, Arapçalarını daha da ilerletsinler, sonra da memlekete geri dönüp orada daha iyi hizmet etsinler diye Mısır’a gönderdi. Onları gönderirken de Allah’tan sonra bana emanet ettiler. Hepsi pırıl pırıl, çok gayretli ve çalışkan çocuklar. Buradaki eğitimlerini başarıyla tamamladılar. Fakat gel gör ki şimdi, memleketin dönülebilecek, hizmet edilebilecek hali kalmadı. Oradaki arkadaşlarından, akrabalarından sürekli ‘Sakın buraya dönmeyin! Durumlar çok kritik!’ diye haberler geliyor. Zaten şimdiden aranmaya başlanmışlar. Varır varmaz hemen takibata uğrayacakları, hapse atılacakları veya öldürülecekleri kesin! Onlar da memlekete dönemeyince, Amerika’da iş bulmuşlar, oraya gidecekler. Yazık değil mi? Bunlar Amerika için mi okudular? Bunlardan ikisi, şu isimleri Hüseyin ve Osman olanlar, Saraybosna’nın en ileri gelenlerinden Merhum Hacı Muy Ağa’nın oğullarıdır. Babalarını da çok iyi tanırım. Hacı Muy Ağa, Şair Mehmet Akif Ersoy’un da yakın dostu ve arkadaşıydı. Mehmet Akif’i pek severdi ve evinde hep Safahat okunurdu. Oğullarını Mısır’da ilimlerini ilerletsinler ve dönüp Bosna’da hizmet etsinler diye ne büyük zorluklara ve fedakârlıklara katlanarak buralara gönderdiğini ben gayet iyi biliyorum. Hacı Muy Ağa yakınlarda ölmüş. Eğer oğullarının Bosna’ya dönemediğini, Amerika’ya gittiğini duysa, eminim ki mezarında bile huzursuz ve rahatsız olur. Kemikleri sızlar, ruhu muazzeb olur. Belki de şimdi Hacı Muy Ağa’nın ruhu çoktan: ‘Benim iyi bir âlim olsunlar da gelip ülkemde Allah’ın dinine hizmet etsinler diye gönderdiğim, büyük umutlar besleyerek yetiştirdiğim çocuklarım şimdi Amerika’ya mı gidecekler? Amerikalılalara mı hizmet edecekler? Oralarda mı harcanıp, bitip, tükenecekler? Ziyan olup, kaybolup gidecekler?’ diye sessiz çığlıklarla ağlamaya başlamıştır. Böyle bir durumda ben nasıl ağlamam, nasıl üzülmem? Üstelik sadece bunlar da değil ki! Buraya Bosna Hersek’ten, Kosova’dan, Makedonya’dan, Arnavutluk’tan ilim tahsili için gelip de bir daha geri dönemeyen, ümitsizlik, bitkinlik ve perişanlık içinde buralarda yaşlanıp ölen daha niceleri var. Kimisi Kahire ve İskenderiye’deki yabancı şirketlerde görev alıyorlar, kimisi tercümanlık, muhasebecilik, ticaret gibi işlerle uğraşıyorlar, kimisi Avrupa ve Amerika gibi ülkelere gidip oralarda eriyip, kaybolup gidiyorlar. Yazık değil mi bunlara? Ne olacak bu ümmetin hali? Ne olacak bizim halimiz, durumumuz? Allah sonumuzu hayır etsin!

Ali Yakup Hoca, bu kederinde, üzüntüsünde, derdinde, ağlayıp sızlamasında son derece haklıydı. Kimse İslam alemindeki başta beyin göçü olmak üzere türlü felaketinin farkında olamadığı için derdini, tasasını, kederini, üzüntüsünü de çekmiyor. Buna üzülebilmek de bir seviye meselesi! Maalesef aynı şey Ali Yakub Hoca’nın da başına gelmiş, tahsil için çıktığı, hizmet edebilmek için can attığı memleketine o da bir daha dönememişti. Çok büyük ideallerle ve hizmet aşkıyla geldiği Türkiye’de de kadri, kıymeti, değeri hiç bilinmedi, gerektiği gibi hizmet edebilme imkanı bulamadı. Fakat bütün bunlara rağmen o hiçbir zaman Türkiye’ye geldiği veya başka bir ülkeye gitmediği için pişmanlık duymadı. Dünyanın başka yerlerinden gelen iş tekliflerini her zaman hiç düşünmeden reddetmiş, Türkiye’den başka yerde hizmet etmeyi asla kabul etmemişti. Peki ama niçin?

Ali Yakup Hoca’yı Türkiye’ye Çeken Sebepler

Ali Yakup Hoca, eğitimi, donanımı, bir değil bir çok alanda büyük bilgi birikimi, ihtisası, uzmanlığı, engin ve derin bilgisi ile dünyanın her tarafında rahatlıkla iş bulabilecek, saygınlık, para, pul, mevki makam sahibi olabilecek, çok nadir şahsiyetlerden biriydi. Fakat o bu birikiminden başka yerlerde, başka ülkelerde yararlanmak, bunun nimetlerinden yararlanmak yerine, tuttu hiç kadrinin kıymetinin bilinmediği Türkiye’ye gelmeyi, geldikten sonra bırakıp gitmek yerine yine burada yaşamayı, Türk Milletine canla başka hizmet etmeye çalışmayı tercih etti. Türkiye’deyken bile yurt dışından kendisine sayısız iş teklifleri geldiği halde bunların hiç birini kabul etmiyor, hiç düşünmeden hepsini reddediyordu. Onu çok iyi tanıyan ve sevenlerinden bazıları zaman zaman ona şöyle derlerdi:

-Hocam! Sen gerçekten çok büyük ilim, irfan, fikir, düşünce adamısın. Pek çok konuda bilgin ve ihtisasın var. Altı yedi tane dilde okuyup yazabiliyorsun. Bazı konularda dünya ilim merkezlerinde aranıp da bulunmayacak birisin. Tam bir hezarfensin. Dünyanın neresine gitsen iş bulursun. Hele batı üniversitelerinde, oryantalizm merkezlerinde senin yapabileceğin çalışmaları, verebileceğin dersleri hiç kimse veremez. Pek çok bilimsel araştırma ve projede çalıştırabilmek için senin gibi adamlar aranıyor. Sana bu konuda gelen cazip teklifleri, yüksek maaş ve büyük maddi imkan vaatlerini hep görüyoruz ve duyuyoruz. Türkiye dışından gelen, herkesin gözü kapalı, hiç düşünmeden, balıklama ve sevinçle dalacağı en güzel teklifleri sen hiç düşünmeden hemen reddediyorsun. Ama burada da kıymetin bilinmiyor. Baksana geçimini sağlamak için üç kuruş maaşa bir fabrikada, posteki sayarcasına hesaplarla boğuşuyor, ömrünü heder ediyorsun. O işi bile ne kadar zor buldun. Yoksa tamamen aç ve açıkta kalmıştın. Ne var bu Türkiye’de ki, başka yerlerden gelen onlarca teklifi, bulunmaz imkanları elinin tersiyle itiyorsun da, ‘Türkiye, Türk Milleti!’ diyor, başka bir şey demiyorsun. Burada hüsnü kabul görmediğin, değerin, kadrin kıymetin bilinmediği, yapmak istediklerini, yapman gerekenleri yapamadığın halde bu ısrarın niye? Yazık değil mi sana?

-Azizim, Mısır da İslam ülkesiydi ama benim gözümde Türkiye’nin yeri başkaydı. Ben Türkiye’yi ana vatanım gibi görüyordum. Sanki aslen oralıyım, orada doğmuşum, başka yerde gurbette imişim gibi bir his vardı hep içimde. Onun için Mısır’da evlenmedim meselâ! Mustafa Sabri Efendi de evlenmem için çok ısrar etmesine rağmen evlenmedim. Hatta ölümünden birkaç gün önce ziyaretine gittiğimde bana: ‘Ah inatçı Arnavut senin yüzünden gözüm açık gidecek! Seni evlendirmeyi o kadar çok istediğim halde bir türlü evlenmedin!’ diye takılmıştı. Çünkü benim aklım hep Türkiye’ye gelmekteydi. Evet, biz sonradan Türk olduk ama ben kendimi herkesten daha çok Türk görüyorum. Çünkü Türklük bizim için Müslümanlık demek. Bizde Müslüman olan herkese Türk oldu denirdi. Ayrıca ben, bana İslamı getiren bu millete karşı kendimi borçlu hissediyorum. Ben hidâyetimi, benim için en değerli şey olan Müslümanlığımı, Allah’ın lütfu ve keremi ile Türklere ve Osmanlılara borçlu olduğuma inananıyorum. Eğer Osmanlı Balkanlara gelmemiş olsaydı ben de İşkodra’daki eski atalarım gibi Katolik olarak kalacaktım. Onlar nice şehitler vererek bizim Müslüman olmamıza vesile oldular. Onun için benim Osmanlılara, Türklere ve Türk milletine çok büyük bir minnet ve şükran borcum vardır. Bu yüzden ben onları çok severim. Her yerde ve her zaman da onların adını ve hakkını savunmayı üstüme düşen bir borç bilirim. Bu hak unutulmaz. İşte ben Türkiye’ye bu borcu ödemek için geldim. Hele Osmanlılar bütün İslam âlemine hizmet etmişlerdir. Onların bütün Müslümanlara hakları geçmiştir. Ben, onlara olan borcumu bir nebze olsun ödeyebilmek için, çok küçük yaşlarımdan beri, kendimi Türkiye için ve Türk milletine hizmet etmek üzere en iyi şekilde yetiştirmeyi bir ideal olarak benimsedim ve kendimi buna adadım. Benim en büyük idealim, İslam’ı doğduğum yerlere kadar getirip hidayetime sebep olan necip Türk milletinin ilmen ve fikren yükselmesine, yücelmesine ve ilerlemesine katkılarda bulunabilecek şekilde kendimi yetiştirip, ömrüm boyunca da bu yolda canla başla hizmet edebilmekti. Çünkü şurası bir gerçek ki, ilim, bilgi en büyük güç, en büyük kudrettir. Bir ülke, bir millet yalnızca iyi yetişmiş, iyi eğitim görmüş bilgili insanlarının omuzlarında gelişip, güçlenir, varlığını gelecekte onurlu bir şekilde sürdürebilir. Bir dava ve bir inanç da ancak onu iyi bilenlerle kaim olur. Zaten benim için hayatın anlamı da sağlam bir imana sahip olmaktan ve o iman yolunda canla başla çalışmaktan ibarettir. Şimdi burada çok fazla ve arzu ettiğim ölçüde bir şey yapabildiğim yok ama yine de burada olmaktan ve gücüm yettiği, imkan bulabildiğim kadarıyla da olsa bu milletin çocuklarına İslami ilimleri öğretmeye, onları fikri yönden geliştirmeye, düşündürmeye çalışmaktan memnunum. Aslında bu yolda ne kadar büyük hizmetlerde bulunursam bulunayım, neler yaparsam yapayım yine de yeterli saymazdım. Çünkü ben Osmanlı’ya, Türklere, yani bu milletin ecdadına çok şeyler borçluyum. Eğer bu milletin ecdadı Balkanlara gelip İslam’ı, Hakkı, hakikati, adaleti, barışı, sevgiyi benim doğduğum topraklarda da yaymasalardı, Allah korusun ben de o topraklardaki insanlık düşmanı vahşi gayri Müslimler gibi olacaktım. Onların hallerine, yaptıklarına bakıyorum da bana ne büyük bir nimet getirdiklerini anlıyorum ve bunun için Osmanlı’ya en azından gece gündüz dua ederek, üzerimdeki haklarını ödemeye çalışıyorum. Evet dediğiniz gibi, burada kıymetim bilinmiyor ama varsın olsun. Ben hiç olmazsa birkaç kişiye tesir edebilsem, birkaç kişinin gözünün ve gönlünün açılmasına vesile olabilsem o bana, benim dinime de dünyama da ahıretime de yeter. İslam asırlarca Türk milletinin önderliğinde, liderliğinde dünyaya hakim oldu. Türk milleti tökezleyip düşünce bütün İslam alemi de perişan oldu. Azizim, yiğit düştüğü yerden kalkar. Ben başına ne gelmiş olursa olsun, bu millete çok inanıyorum, çok güveniyorum. Bu halin ve durumun da ilânihaye böyle devam etmeyeceğine inanıyorum. Çünkü hala bu millette eskisinden bile daha büyük işler başarabilme özü ve cevheri vardır. Türk Milleti ne olursa olsun, boynuna esaret halkası geçmemiş, fıtratı bozulmamış, temiz kalmış bir millettir. Azizim, siz esaretin fıtratları, karakterleri ne kadar bozduğunu bilir misiniz? Bir kere esaret boyunduruğu altına girmiş toplumların, bir daha efendi olabilmeleri çok zordur.

Abbasiler Döneminin en büyük şairlerinden Ebu’t-Tayyib el-Mütenebbî der ki:

Men yehün yeshüli’l-hevânü aleyhi,

Mâ li-cürhin bi-meyyitin ilâmü

(Türkçesi: Zelil olmuş kimse bir müddet sonra zillete alışır da artık o zillet ona kolay gelmeye başlar. Sonraları zelilliğini dert etmemeye, buna üzülmemeye, aldırmamaya başlar. Tıpkı ölmüş bir insanın aldığı yaralardan artık acı duymaması gibi o da vurdumduymaz olur.)

Zelile, zillet kolay gelir. Bir fert veya millet veya devlet bir kere zelil olmaya görsün. Zillete düşen, ancak düştüğü zilletten utanmayan, acı duymayan, izzeti nefsini kaybetmiş, hiçbir gayesi ve emeli kalmamış, aşkını yitirmiş, hedefsiz bir varlık veya kalabalık haline gelmiş fert veya milletin bu duruma artık aldırmamasına şaşılmaz. ‘Nasıl oluyor da bu kadar zillete aldırmıyorlar’ diye bir soru sormanın da fazla bir anlamı yoktur. Çünkü ruhunu kaybetmiş, ölü bir bedene ne kadar vursanız, hançerler saplasanız da artık hiçbir şey hissetmez, bir acı duymaz. Acı duymak için, can ve ruh sahibi olmak gerekir. Dini, milli duygularını, ruhi, fikri, manevi izzet ve şerefini kaybetmiş fert ve milletler de ölüler gibi, hakaretlerden, aşağılanmalardan, rezil ve sefil olmaktan utanmaz, acı duymaz. Aynı şair başka bir beytinde de şöyle diyor:

Ve izâ kâneti’n-nüfûsu kibâran

Ta’ibet fî murâdihe’l-ecsâmu

(Türkçesi: Büyük ruhların, o sonsuz, sınırsız genişlikteki, o ulaşılmaz ulvilikteki gaye ve emellerini gerçekleştirmeye, o doymak bilmez iştahlarını, isteklerini tatmine bedenler, vücutlar takat getiremez.)

İnsan onurunun, şeref ve haysiyetinin korunması çok önemlidir. Fertler gibi, toplumlar, devletler ve milletler de bu ulvi seciyeye bu yüce ahlaka muhtaçtır. Kur’an-ı Kerim’de: ‘Şan, şeref, izzet, onur, haysiyet, yücelik, üstünlük, hakimiyet Allah’ındır, Peygamberinindir, müminlerindir, fakat münafıklar bunu bilmezler’ buyuruluyor. Beni üzen burada kıymetimin bilinmemesi değil. Ömrümü günümü, geçimimi sağlamak için mesleğim haricinde hiç istemediğim işlerle tüketmek zorunda kalmamdır. Ama ne yapayım, belki bunda da bir hayır ve hikmet vardır. Bize İslamı getiren bu millet, yediği darbelerin, başına gelen büyük felaketlerin ve musibetlerin etkisiyle büyük bunalımların ve buhranların içerisine düşmüş. Sanki koma halinde kendinden geçmiş, kendini kaybetmiş kendinden habersiz yatıyor da, bütün malları, maddi ve manevi değerleri, nesilleri Yağma Hasan’ın böreği gibi yağmalanıyor. Ama yine de ne büyük zenginliklere sahipmiş ki yine de bitmek tükenmek bilmiyor. Bu Milletin şimdiye öyle büyük değerleri, zenginlikleri, kültür mirası, hoyrat ellerde kadri, kıymeti bilinmeden yokluğa terk edilmiş ki, ben onların yanında hiçbir şey sayılırım. Bu kadar kayıp arasında bir Ali Yakup’un lafı mı olur. Ama her şeye rağmen ben asla ümitsiz değilim. Bu sonuna kadar böyle sürüp gidecek değil. Bu millet er geç, uyanacak, ayılacak, kendine gelecek. Ben de bu arada ona elimden geldiğince birazcık da olsa hizmet edebilirsem, özellikle gençlere, kim olduklarını, ne olduklarını, kimlerin nesli oldukları hatırlatabilirsem kendimi bahtiyar sayarım. Sonunda Allah’ın lutuf ve keremiyle İnşaallah her şey yine O’nun razı olduğu şekilde, olması gerektiği gibi olur da tersine akıtılmaya çalışılan sular normal mecrasına girer. Bu millet yeniden ayağa kalkar, yeniden dünyanın direği, İslamın bayraktarı olur. Buna bütün İslam âleminin hatta bütün dünyanın ihtiyacı var. Ama her şeyin bir vakti merhûnu (belli bir zamanı) vardır. Ben, burada yine de boş durmuyor, yangelip yatmıyorum ki! Gece gündüz ilimle, talebe okutmakla meşgulüm. Kaç kişiye yararlı olabilirsem o benim için kardır.

İlginç Bir Hitabe

Ali Yakub Hoca, konuştuğu zaman hatır gönül gözetmez, hak bildiğini nerede olursa olsun ve karşısındaki kim olursa olsun, açık açık söylerdi. Ama söylerken, kimseyi incitmeden söyler, fıkralarla, misallerle çok önemli gerçekleri herkesin anlaya­bileceği bir şekilde ifada etmeyi çok iyi bilirdi.

Kıbrıs Barış Harekatından sonra, savaş sırasında Libya’nın Türkiye’ye yaptığı yardım ve desteklere karşılık, bir jest olması bakımından ilk defa Türkiye’den de bir heyet Libya’nın kurtuluş yıldönümü etkinliklerine katılmıştı. Hiç istememesine ve arzu etmemesine rağmen Ali Yakub Hoca’yı da bu heyete katmışlardı. Etkinlikler sırasında dünyanın değişik yerlerinden gelen ilim ve fikir adamları katıldığı paneller, konferanslar veriyorlar, bilimsel tebliğler sunuyorlar, konuşmalar anında birkaç dile birden çevriliyormuş. Özellikle büyük kalabalıkların katıldığı açılış kapanış seremonilerinde Libya’nın kurtuluşu ve bu savaşa katılan Libyalıların mücadeleleri övgü dolu sözlerle, uzun uzun anlatılıyor, göklere çıkarılıyormuş.

Her heyetten bir konuşmacının kürsüye gelmesi adetten olduğundan, diğer heyetlerden sonra Türk heyeti adına da bir selamlama konuşması yapılmasını talep etmişler. Fakat bizim heyet yetkilileri arasında böyle bir konuşmayı hem de Arapça yapabilecek kimse olmadığından, böyle basit bir konuşmanın da Türkçe veya İngilizce yapılmasının yerinde olmayacağı düşünüldüğünden bu işi Ali Yakup Hoca’ya teklif etmişler. Böyle bir oldu bittiyi hiç beklemeyen Hoca, böyle bir konuşma yapabilmek için kendisinin herhangi bir resmi sıfatının veya görevinin, hem de hiç bir hazırlığının bulunmadığını belirtmişse de kimseye dinletememiş. Heyet başkanı:

— Hocam, inanın ki, bize de şimdi söylediler. Bizim herhangi bir konuşma yapma ve tebliğ sunma talebimiz olmadı. Eğer Türk heyeti adına da konuşma yapılacağını bilseydik, size daha erken haber verirdik. Bakın gündemde, programda bile böyle bir şey yok! Fakat adamlar şimdi talep, hatta ısrar ediyorlar. Kabul etmesek çok ayıp olacak. Zaten kısa bir selamlama konuşması… Heyette sizin kadar mükemmel Arapça konuşabilen başka kimse de yok. Birkaç cümlelik bir konuşmayı da dilden dile çevirtmek yakışık almaz. Bu yüzden, heyetimiz adına sizin birkaç söz söylemenizin daha uygun olacağını düşündüm. Hatta size bile sorup danışmadan konuşmacı olarak isminizi yazdırmak zorunda kaldım. Biraz sonra isminizi anons edecekler. Ne olur bizi kırmayın! Çıkın, adet yerini bulsun diye, bir iki kelam edin! Bizi de bu büyük sıkıntıdan kurtarın! Diye neredeyse yalvarınca Hoca, ister istemez yumuşar ve heyet başkanına:

– İyi ama ben öyle yuvarlak kelimelerle konuşmayı sevmem? Ben, her zaman, yalnızca doğru bildiğimi, onu da lafı eğip bükmeden içinden geldiği gibi söylerim. Sakın durup dururken başınıza iş açmayayım! Der.

Hoca’nın bu sözlerinden, ricasının kabul edildiği anlamını çıkaran heyet başkanı sevinçle:

— Tamam Hocam, takdir sizin! Canınız nasıl istiyorsa öyle konuşun! Yeter ki bizi bu sıkıntıdan kurtarın! diyerek ona açık çek verdi.

Türk heyetinden Ali Yakup Cenkçiler Hoca, son konuşmayı yapmak üzere kürsüye davet edildiğinde, salondaki gürültüden, Hoca dahil dinleyicilerin çoğu bu anonsu doğru dürüst duyamazlar. Heyetteki arkadaşlarının da uyarısıyla, konuşmasını yapmak üzere Hoca, seri adımlarla kürsü gelir. Fakat saatler süren oturumların ve çoğu aynı minval üzere uzayıp giden nutukların ardından, kimsenin yeni bir nutuk daha dinlemeye tahammülü kalmamıştır.

Salondaki uğultu ve gürültü biraz azalınca mikrofona yanaşıp, konuşmasına başlar:

– Muhterem Hazırûn,

Burada saatlerdir çok yararlı ve güzel konuşmalar dinledik. Tahammül sınırlarınızı daha fazla zorlamamak ve sizin gibi sahasının gerçekten uzmanı bilim adamları, araştırmacılar önünde haddimi de aşmış olmamak düşüncesiyle ben meramımı kısa bir fıkrayla anlatıp, kürsüden inmek istiyorum.

Fıkra sözünü duyan dinleyicilerin dikkat kesilmesiyle, salonda sinek uçsa vızıltısının duyulabileceği tam bir sessizlik hakim oluverdi. Hatibin pek de gür olmayan sesi, artık koca salonun her köşesinden rahatça duyulabiliyordu.

-Efendim, adamın birine ‘Adınız ne?’ diye sormuşlar. Ama adam çok kibirli biriymiş. Adını sorma cüretinde ve densizliğinde bulunanları küçümser nazarlarla yukarıdan aşağıya şöyle bir süzdükten sonra, bütün azameti, kasıntısı, gurur ve kibriyle isminin son hecesini bir hayli uzatarak şöyle demiş: “Bana bakın! Benim adım Yakuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuup!”. Sonra aynı mecliste bulunan başka bir kişiye de: “Peki, birader senin adın ne? ” diye sormuşlar. Zavallı adamcağız, bu basit soru karşısında afallamış, ne diyeceğini şaşırmış. Bir iki yutkunduktan sonra: “Vallahi dostlar, ne desem bilmem ki!… Benim adım da bununkinden ama, hiç de o kadar uzun boylu değil! Benim adım Yakup, sadece Yakup!” demiş.

Aziz dostlarım! Benim adım da Ali Yakup… Yani Ali Yakuuuuuuuuuuup değil. Sadece Ali Yakup…

Kimsenin tanıyıp bilmediği bu beklenmedik hatibin, umulmadık fıkrası, ciddi ve bilimsel konuşmaların ardından herkese ilaç gibi gelmişti. Başka bir zaman anlatılsa, ufak bir tebessümle geçiştirilebilecek nitelikteki bu basit fıkraya, ağır, oturaklı ilim ve fikir adamları, asık suratlı bürokratlar bile, sağa-sola, öne arkaya kaykıla kaykıla, adeta kendilerinden geçercesine kahkahalarla gülüyorlardı. Biraz önce gürültüden konuşmasına başlayamayan hatip, bu sefer de konuşmasını sürdürebilmek için kahkaha tufanının dinmesini beklemek zorunda kalmıştı. Ortalık biraz sakinleşince sözlerine devam etti:

– Benden önce kürsüye gelen değerli ilim ve fikir adamları, Libya’nın yabancı düşmanlardan, İtalyanlardan nasıl kurtulduğunu ve kahraman Libya halkının, zalim dış düşmanlara karşı nasıl amansız bir bağımsızlık mücadelesi verdiğini değişik yönleriyle uzun uzun anlattılar. Söylenenlerin hepsine katılıyorum. Duyduklarımdan çok etkilendim ve yararlandım. Bu konu üzerinde ne kadar çok durulsa yine de azdır. Bir milletin, ülkesini işgal eden yabancılara karşı verdiği özgürlük mücadelesi, gerçekten büyük ve önemli bir iştir. Yabancı düşmanların ülkeden sürülüp atılmalarının yıldönümlerini de her yıl bayramlarla kutlamak, özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerini, bu mücadelelere kanı, canı pahasına girenleri her zaman iftiharla, minnet ve şükranla anmak, çekilen acıları, katlanılan fedakarlıkları yad etmek, gelecek nesillerin boynuna kıyamete kadar sürecek bir borçtur.

Bunların hepsi iyi hoş da, bana yine de bazı şeyleri unutuyormuşuz, gözden kaçırıyormuşuz gibi geliyor. Tarihi tecrübelerimiz bize, yabancı düşmanı ülkeden kovmakla, ne yazık ki her şeyin hallolmadığını, aksine esas işin ondan sonra başladığını gösteriyor. Neden derseniz, yabancı düşmanı teşhis etmek kolaydır. Çünkü o her şeyiyle senden farklıdır, bellidir ve karşındadır. Gözler onu hemen tanır, akıllar anlar. “Bu gavurdur!” dersin, tavrını alırsın. Varını yoğunu ortaya koyar, Allah’ın yardım ve nusretiyle ülkenden siler atarsın ama, bir de bakarsın ki, onun arkada bıraktığı kuyruklarıyla, aldatıp kandırdıklarıyla, zehirledikleriyle, fikren iğfal ettikleriyle karşı karşıya kalmışsın. Bunları tanıyıp teşhis etmek çok zor olduğundan, bunlarla mücadele de kolay değildir. Gözler bunları tanıyamaz afallar kalır, akıllar anlayamaz şaşırır kalır. Bunlar senden görünür, adı, sanı, dili, kılığı, kıyafeti sana benzer ama senden değildir; aksine sana düşmandır. Seni hiç bir yabancı düşmanın vuramayacağı yerinden vurur. Öz vatanında hayatı sana çekilmez hale getirir. Asırların birikimi olan maddi, manevi, sosyal, kültürel değerlerini, varını yoğunu ve en önemlisi geleceğin demek olan nesillerini elinden alır, helak ve heder eder; dünyanı ve ahıretini cehenneme çevirir.

Cenab-ı Hakk bunları Bakara Suresi’nin 204 ve 205. ayetlerinde şöyle tanıtıyor: “İnsanlardan öyleleri vardır ki; dünya hayatına dair sözü hoşuna gider. Hatta böylesi, kalbinde olana (samimiyetine) Allah’ı da şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır. O, bir iş başına geçti mi, yeryüzünde ortalığı fesada vermeye, harsı ve nesilleri kökünden kurutmaya çalışır. Allah ise fesadı sevmez.”

İşte değerli arkadaşlar, esas kazanılması gereken mücadele, bu mücadeledir! Milletine yabancılaşarak, yabancıların kulu kölesi olmuş, kendisi gibi milletini de yabancı efendilerine kul köle etmek için uğraşıp didinenlere karşı yapılması gereken mücadeledir. Bu mücadeleyi kaybeden milletlerin varlıklarını ve kimliklerini koruyabilmeleri mümkün değildir! Ne mutlu bu hayati mücadeleyi de kazanabilenlere!

Söyleyeceklerim bundan ibaret… Hepinizi hürmet ve muhabbetlerimle selamlarım!…

Hemen hemen hiç kimsenin tanıyıp bilmediği, bu meçhul ve gösterişsiz adamın, basit bir fıkra temeline dayandırdığı ilginç konuşması, herkesi çok şaşırtmış, derinden etkilemiş, farklı duygu ve düşünce gel-gitleri arasında çoğuna anlık şoklar yaşatmıştı. Başlangıçta hemen herkes kahkahadan kırılırken, söz bitiminde hiç kimsede gülecek hal kalmamıştı. Yüzlerindeki duygulu, düşünceli ve huzursuz ifadelerle kısa bir süre durgun bir deniz sessizliğine gömülen kalabalık, birden bire dalga dalga ayağa kalkıp, kürsüyü terk etmekte olan hatibi elleri patlarcasına alkışladılar.

Libyalı Bakan’a Tarih Dersi

Aynı günün akşamı ve sahildeki lüks otellerden birinin deniz kenarındaki bahçesi… Mevsim güz olmasına rağmen, Kuzey Afrika’nın tatlı ılıman ikindi sonrası rüzgarı herkeste bir hoşluk ve rahatlık duygusu uyandırıyor… Güneşin batmasına daha bir hayli zaman var. Ama konferans davetlileri, onurlarına verilen kokteyl için çoktan gelmeye başlamışlar, otelin zemin katındaki geniş salonu ve ona bitişik bahçeyi neredeyse tamamen doldurmuşlar.

Hiç tanınmadığı bir yerde, sadece kısa bir konuşmayla birdenbire oldukça popüler hale gelen konferansın son konuşmacısı, daha kapıda görünür görünmez yoğun bir ilgiyle karşılaştı. Kimisi uzaklardan “Ali Yakuuuuup!” diye el sallayarak gündüz anlattığı fıkrayı çağrıştıran bir şekilde kendisini selamlıyor, kimisi yanına gelip halini hatırını soruyor, hararetle elini sıkarak tebriklerini iletiyor, kimisi de meraklı sorularla bu garip yabancıyı tanımaya çalışıyordu.

Ali Yakup Hoca ise, bir yandan bu teveccühlere uygun mukabelelerde bulunurken, bir yandan da her zamanki tatlı muzipliğiyle beraberindeki heyet arkadaşlarına:

– Yahu Azizim! Ne oluyor Allah aşkına! Biz buralarda

rızamız hilafına, hiç de farkında olmadan galiba biz hayli meşhur olmuşuz.

Şöhret felakettir derler, sakın başımıza bir şey gelmesin! gibi sözlerle

takılıyordu. Hatırını saydığı heyet arkadaşlarından biri kulağına eğilip:

– Madem öyle Hoca, sen de sus, uslu dur! deyince

hemen cevabı yapıştırdı:

– Ne yapayım Azizim! Beni kendi halime mi bırakıyorsunuz? Durup dururken, tuttunuz zorla kürsüye çıkardınız. Benim elimden de öyle suya sabuna dokunmayan tumturaklı, güzel sözler etmek gelmez. Hem gündüz öyle demiyordunuz. Hoca, nasıl istersen öyle konuş! diyen siz değil miydiniz? Ah, siz yok musunuz siz! Siz, adamı, yiğitsin der candan edersiniz, cömertsin der maldan edersiniz!

Türkçe konuşmalardan bir şey anlamayan yabancılar, yanlarında gülmekten kırılan Türk heyeti üyelerine Hoca’nın hangi sözüne bu kadar güldüklerini soruyorlardı. Bu arada Türkler bir kere gülüyorsa, yabancılar da önce nedenini anlamadan, sonra da anlayarak gülen sağırlar gibi Hoca’nın esprilerine iki kere gülüyorlardı.

Hoca’nın bulunduğu gruba, bir ara, kalabalık maiyetiyle beraber Libya’lı bakanlardan birisi uğradı. Tavırlarından, konferanstaki sıra dışı konuşmayı yapan bu garip yabancıyı daha yakından tanıma arzusu seziliyordu. Kısa bir hoşbeşten sonra:

-Efendim, öğrendiğim kadarıyla, Türk heyetindenmişsiniz… Akademisyen misiniz, yoksa Devlet Memuru musunuz? diye sordu. Hoca, son derece nazik ve mütevazı bir üslupla cevap verdi:

– Hiç birisi değil, Sayın Bakan! Ben bir fabrikanın muhasebe servisinde çalışan, kendi halinde basit bir kimseyim. Hiçbir resmi sıfatım ve görevim yok! Lutfetmişler heyete beni de dâhil etmişler, ben de görev kabul edip, geldim. Bakan bu cevaba inanamadı:

– Ama nasıl olur Üstat? Peki, bu kadar güzel Arapça konuşmayı nerede öğrendiniz? Siz konuşurken ben Arapça’ya hâkimiyetinize hayran kaldım. Hatta laf aramızda, anadilim olmasına rağmen sizin kadar güzel Arapçam olmaması beni biraz mahcup etti. Ayrıca, herkesin sahip olamayacağı bu derin bilgiye, bu engin kültüre nasıl sahip oldunuz?

– Estağfirullah Sayın Bakan! İltifat ediyorsunuz! Efendim, ben aslen Kosovalı bir Arnavut’um. Genç yaşta oradan Mısır’a gittim. Tahsilimi Kahire’de tamamladım. Yıllarca Kahire Üniversitesi Kütüphanesinde görev yaptım. İslam âleminin tanınmış âlimleriyle, çağımızın önemli fikir adamlarıyla tanışıp, onlardan istifade etme bahtına eriştim. Bu yaşıma kadar benim ömrüm hep kitaplarla, okumakla ve okutmakla geçti. Benim yerimde kim olsa, bu kadar Arapçası ve kültürü olurdu!

– Peki, Türkiye’ye gidip yerleşmenizin özel bir sebebi var mıydı? Mesela madem Arnavut’sunuz, niçin kendi memleketinize dönmediniz? Neden Mısır’da kalmadınız veya başka bir Müslüman ülkeye göç etmediniz?

– Sayın Bakan! Bana göre dünyada Kosova’dan daha güzel bir memleket yoktur. Ben hala oraları unutmadım. Hatta rüyalarımın çoğunda bile kendimi oralarda görürüm. Ama ne yapalım ki, oralar bir kere Müslümanların elinden çıkmış, kâfirler tarafından istila edilmiş. Adamlar bizim dinimizin düşmanı. Dinimizi değiştirmeden bize can, mal, ırz, namus güvenliği tanımıyorlar. Bizim de en kıymetli şeyimiz dinimiz olduğundan, onu da oralarda artık özgürce yaşayabilme imkânımız kalmayınca, hicret etmek zorunda kaldık. Ben şahsen, hicret için Türkiye’den başka bir ülkeyi hiç düşünmedim. Ben çok küçük yaşımdan beri, Türkiye için ve Türk milletine hizmet etmek üzere kendimi yetiştirmeyi bir ideal olarak benimsemiş, kendimi buna adamıştım. Ben hidâyetimi, benim için en değerli şey olan Müslümanlığımı, Allah’ın lütfu ile Türklere ve Osmanlılara borçlu olduğuma inanan biriyim. Çünkü eğer Türkler oralara gelmeselerdi, ben de eski atalarım gibi Katolik olarak kalacaktım.

– Allah, Allah ne ilginç bir yaklaşım! Üstat, doğrusu Türk asıllı olmadığınız halde, sizdeki bu Osmanlı ve Türk hayranlığı beni çok şaşırttı! Adamları neredeyse göklere çıkardınız. Biraz abartmıyor musunuz? Hâlbuki siz de, biz de, yıllarca onların işgali ve hegemonyası altında yaşamışız. Sizi bilmem ama, bize az zulüm ve haksızlık yapmamışlar. Bizi az sömürmemişler.

– Kusura bakmayın, Sayın Bakan ama ben bu görüş ve kanaatlerinize iştirak edemeyeceğim. Bunlar milletine yabancılaşmış bazı aydın geçinenlerimizin, yazarçizer takımımızın yıllar yılı dillendirdiği, genellikle yabancı patentli sloganvari düşünceler, yorumlar ve değerlendirmeler. Peki, siz bu düşünce ve kanaatleri paylaşıyor musunuz?

– Paylaşmayıp da ne yapacağız üstat? Bunlar tarihi gerçekler! Bu konuda binlerce cilt kitap yazılmış, sayısız yayın basılmış, halen de yazılıp çizilmeye devam ediyor.

– Evet, dedi Hoca, tarihi gerçekler önemli bir söz. Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama bazen bakarsınız, sokaktaki basit bir polisiye olaya bile beş on kişi birden şahit olur, ama her biri aynı olayı başka türlü anlatır, başka türlü yorumlar. Aynı olayda, birisi bunu, diğeri öbürünü haklı görür. Kim haklı, kim haksız, hangisi doğru, hangisi yanlış, polis, savcı, hâkim bile işin içinden çıkamaz. Öyleyse, günlük olaylarla kıyaslanamayacak kadar karmaşık, çapraşık ve çetrefilli olan tarihi olaylar üzerine konuşurken, hüküm verirken çok daha dikkatli olunması gerekmez mi? Tarihi gerçekler diye kabul ettiğimiz şeyler, genelde çok sübjektif değerlendirmelerdir. Bu bilimle uğraşanlar, bunun felsefesini yapanlar bile, tarih bir bilimdir ama genelde tarihin değil, tarihçilerin kanunları vardır derler. İnsan, tarihi olaylarla ilgili kendi duruşunu ve tavrını doğru dürüst belirleyemezse, çoğu zaman bilmeden, istemeden çok yanlış ve vahim sonuçlara ulaşabilir, düşmanlarının maksatlı propagandalarına kanabilir, alet olabilir. Mesela şimdi biz, dünyanın dört bir tarafından buraya niye geldik? Libya’nın İtalyanlardan bağımsızlığını kazanmasını, düşman işgalinden kurtuluşunu kutlamak için, değil mi? Ama bir İtalyan, bu olaya hiç de bizim gözümüzle bakmaz. Biz İstanbul’un fethinden söz ederiz, batılı tarihçiler işgalinden. Niye? Çünkü o bize göre fetihtir, kutlanması gereken güzel bir olaydır, ama onlara göre işgaldir, çok acı bir olaydır da onun için. Ayrıca tarihi olayların arka cephesi, sebepleri, sonuçları, bunlardan çıkarılması gereken dersler de kişiden kişiye, toplumdan topluma, milletten millete aynı olamaz. Sağlam ve doğru kaynaklara, sağlıklı yorumlara dayanan bir tarih bilgisi ve şuuru, hem günümüzdeki problemlerimizin, dertlerimizin sebeplerini daha iyi anlamamıza, hem bunlara daha gerçekçi ve kalıcı çözümler üretmemize, hem de bunlardan geleceğe yönelik dersler çıkarmamıza yardımcı olur. Çarpıtılmış tarih anlayışlarıyla dertlerimiz, problemlerimiz daha da içinden çıkılmaz, çözülemez hale gelir.

Son anlattıklarının Bakan’ın pek hoşuna gitmediğini, yavaş yavaş ilgi ve alakasının da azaldığını fark eden Hoca’nın bir ara gözü, tam karşılarında ve sahile çok yakın bir uzaklıkta bulunan küçük bir ada üzerindeki muhteşem bir kaleye takıldı. Hoca, biraz da lafı değiştirmek istiyormuş tavrıyla kaleyi işaret ederek Bakan’a sordu:

– Sayın Bakan! Çok merak ettim, acaba bana söyleyebilir misiz? Şu küçücük ada üzerinde duran dev bina da neyin nesi?

– Ha şu mu? O bir İspanyol kalesidir Üstat!

– İspanyol Kalesi mi? Allah, Allah! İspanya nere, bura nere? İspanyol Kalesinin burada ne işi var? İspanyollar bu koskocaman kaleyi, bu küçücük ada üzerine ne zaman ve niye yapmışlar? Bunca zahmete, emek ve masrafa neden katlanmışlar acaba?

– Neden olacak üstat? Elbette buraları istila etmek için! Biliyorsunuz, 1492 yılında İspanya’daki son İslam devletini de yıktıktan sonra, İspanyollar ve Malta Şövalyeleri Kuzey Afrika’yı da işgal edip, topraklarına katmak için harekete geçmişler. Onaltıncı yüzyılın başlarında da bu yolda epey mesafe kat etmişler. Kuzey Afrika’da bazı bölgeleri, şehirleri ve köyleri ele geçirmişler. Tabii bu işgalleri kolaylaştırmak için de sahil boyunca bunun gibi pek çok kaleler yapmışlar. Bu da o kalelerden biri işte.

– Ee, sonra? İspanya gibi buraları da işgal edip, egemenlikleri altına alabilmişler mi?

Hocanın şaka ettiğini sanan bakan, gülerek:

– Üstadım, galiba şaka ediyorsunuz. Eğer istila edebilselerdi, şimdi biz burada olabilir miydik? Adamlar sekizyüz yıl İslam hâkimiyetinde kalan İspanya’da, Endülüs’te bile bir tane Müslüman bırakmamışlar, bize mi acıyacaklardı?

– Yaaa, öyleyse neden istila edememişler? Kim durdurmuş onları? Yoksa o zamanlar buralarda İspanya’dan çok daha güçlü Arap ve İslam devletleri mi varmış? Onlar mı durdurmuşlar bunları?

Bu soru karşısında gruptakiler birbirlerine bakışmaya, derin bir sessizlik içinde sorunun anlamlı ve makul cevabını düşünmeye başladılar. Oradaki herkesin gayet iyi bildiği bu basit sorunun gayet basit cevabı üzerinde herhalde şimdiye kadar kimse yeterince düşünmemiş olacak ki, soru hepsini çok şaşırtmış, kimsede cevap verecek mecal bırakmamıştı. Sorunun cevabını da sorandan bekleyen bakışlardaki şaşkınlığı, ilgi ve merakı fark eden Hoca, ağır ağır konuşmasını sürdürdü:

– Benim bildiğim kadarıyla o zamanlar buralarda İspanyolların ve diğer Avrupalıların saldırılarına karşı koyabilecek hiçbir ciddi güç ve engel yoktu. Adamlar buralardaki yerel devletçikleri, beylikleri, derebeylikleri tavuk tane toplar gibi birer birer toplayıp geliyorlardı. Sizi asırlarca sömürdüğünü, zulüm ve haksızlık yaptığını iddia ettiğiniz Türkler, Oruç Reis’ler, Turgut Reis’ler, Barbaros’lar o zaman imdadınıza gelip yetişmeseler, Allah’ın nusret ve yardımıyla bu zalim ve hayasız saldırıları bertaraf etmeselerdi, Endülüs gibi bu topraklar da İspanyolların eline geçecekti. Endülüs’te yaşananlar, buralarda da yaşanacaktı. Endülüs’te sadece Müslümanları değil, Yahudileri bile kıyıma uğratanlar, buralarda bir tane bile Arap ve Müslüman bırakırlar mıydı? O zamanlar, yeryüzünde Türklerden başka bu felaketi buralardan savabilecek başka hangi güç vardı? Eğer onlar da sizin yardımınıza koşmasalardı, şimdi siz benimle Arapça konuşabilir miydiniz? Adınız Müslüman adı, dininiz de İslam olabilir miydi? Demek ki siz, adınızı da, dilinizi de, dininizi de o sizi sömürdüğünü iddia ettiğiniz Türklere borçlusunuz! Asıl gerçek bu değil mi? Yoksa ben mi yanlış biliyorum?

– Doğru söylüyorsunuz Üstat, aynen öyle!

– Eğer bunlar doğru ise, biraz önce sizin bana tarihi gerçekler diye anlattığınız şeylerle bunları nasıl bağdaştıracağız? Olay aynı olay, dönem aynı dönem, ama görüşler, değerlendirmeler birbirine taban tabana zıt. Şimdi siz, keşke o zaman Türkler gelmeseydi de, bizler de İspanyol veya Avrupalı olsaydık diye düşünebilir misiniz?

– Haşa Üstat, hiçbir Müslüman Arap öyle düşünebilir mi? Şahsen ben, keşke Türkler biraz daha erken davranabilselerdi de, Endülüs Müslümanlarının da imdadına yetişebilselerdi, oraları da bu felaketlerden kurtarabilselerdi diye düşünürüm. Fakat doğrusunu isterseniz, ben tarihimizdeki olayları hiç bu açıdan görüp değerlendirmemiştim. Anlıyorum ki, büyük bir yanılgı içindeymişim.

– Bunlar size ve bize dışarıdan empoze edilen görüş ve düşünceler. Birileri size öyle söylüyor, bizimkilere de pis Araplar sizi arkadan vurdu diyorlar. Tarihi olaylar çarpıtılarak, maniple ederek Müslümanların arasına aşılmaz duvarlar, geçilmez engeller, suni düşmanlıklar koymaya çalışıyorlar. Bizim aydınlarımız, düşünürlerimiz, devlet adamlarımız, kamuoyumuz da bu tuzaklara ne yazık ki çok kolay düşüyorlar. Endülüs Müslümanlarının başına geleni, sizin gibi, benim gibi Müslümanlar, bir felaket olarak algılar ve değerlendirir. Ama bir Avrupalı, hele bir İspanyol tarihçi hiç de öyle değerlendirmez. Onlar, keşke karşımıza Türkler çıkmasaydı da, bütün Kuzey Afrikayı, hatta bütün İslam âlemini işgal edip sömürgeleştirebilseydik diye düşünürler. Ben, Allah’ın Türkler ve Araplar üzerindeki en büyük nimetinin, ihsanının İslam nimeti olduğuna inanıyorum. Çünkü her ikisi de İslam’dan sonra ve İslam sayesinde, dünyayı hayran bırakan köklü, kalıcı ve güçlü medeniyetler kurabilmişlerdir. İslam’dan önce her ikisi de göçebe toplumlardı. Gerçi Türkler, İslam’dan önce de batıya sayısız akınlar yapmışlar, önlerine gelen engelleri seller gibi yıkıp geçmişler, batıda devletler de kurmuşlardı ama oralarda kendileri de, devletleri de kalıcı olamamış; eriyip, yok olup gitmişti. Fakat Müslüman olduktan sonra, İslamı götürdükleri her yerde hüsnü kabul gördüler. Az iken çok oldular. Osmanlılar Söğüt’e üçyüz çadırlık bir aşiret olarak geldiler, sonra Allah’ın yardımıyla Türklüğün ve Müslümanlığın mührünü, silinmez biz şekilde üç kıtaya vurdular. Türkler, İslam’la etle tırnak benzetmesi çok yetersiz kalır, beden ve ruh gibi oldular. Öyle ki, Türklük ve Müslümanlık birbirinin müteradifi yani eş anlamlısı olarak kullanılır oldu.  Bir zamanlar, Müslüman denince Avrupalının aklına ilk defa Türk gelirdi. Bugün bile çoğu Avrupalının gözünde Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelen, birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Peki bu büyük İslam nimeti, Hicaz’dan onların yaşadığı yerlere, Ortaasya steplerine nasıl geldi, kim götürdü. Tabii Araplar götürdü. Bu da öyle kolay olmadı. Arada bir sürü engeller, devletler, imparatorluklar vardı. O engeller de öyle az gayret ve çabalarla, az mücadelelerle aşılmadı. Dolayısıyla bana İslamı getirdikleri için ben nasıl Türklere, Osmanlılara minnet ve şükran duyuyorsam, Türkler de aynı sebepten Araplara minnet ve şükran duymalıdırlar. Araplar da bin yıldan fazla bir süre, dinlerinin, dillerinin, canlarının, mallarının, ırzlarının namuslarının bekçiğini Türklerin yaptığını, bugünkü varlıklarını bile onlara borçlu olduklarını asla unutmamalıdırlar.

Duyduklarından şaşkına dönen bakan, bu görüş ve düşüncelerin kendisine çok ilginç ve alışılmadık geldiğini, bunlar üzerine enine boyuna konuşulup tartışması gerektiğini, bunu da çok arzu etmesine rağmen katılması gereken başka bir program nedeniyle kokteylden erken ayrılmak zorunda olduğunu belirtti. Tam yönünü dönüp ayrılacakken de Hoca’ya bir teklifte bulundu:

– Üstadım, sen burada kalsana! Bizim senin gibi açık fikirli, geniş ufuklu ilim ve fikir adamlarına çok ihtiyacımız var! Hem bak, Türkiye’de senin kıymetini de bilmemişler. Sana layık bir görev bile vermemişler! Biz sana görev de veririz, imkân da!

– Sayın Bakan, siz beni boş verin, bizden geçmiş artık! Ayrıca, ben halimden hiç de şikâyetçi değilim. Sizin bana verebileceğiniz şeylerin hiç birisine ben hayatım boyunca talip olmadım. Sonra beni işsiz, güçsüz, başıboş, aylak, avare biri sanmayınız. İnanın bana hiç boş vaktim yok. Keşke biraz daha vaktim olsaydı da yapmayı düşündüklerimden hiç olmazsa, bir kısmını daha yapabilseydim. Çok şükür Rabbime ki, benim için kendi yolunda hasbi, yani maaşsız, ücretsiz ama karşılığını yalnız O’ndan beklediğim bir çalışma şekli takdir etmiş. Onun vereceği ücreti ve karşılığı kim verebilir ki? Ben haddim olmayarak, size ve sizin gibi icrada, yönetimde, eğitimde, basın ve yayın hayatında görev yapan idarecilere ve aydınlara Allah, tarih ve millet huzurundaki görev ve sorumluluklarınızı hatırlatmaya çalışıyorum. Ne kadar ağır ve büyük görevler, sorumluluklar üstlenmiş olduğunuzu gördükçe size ve milletimize acıyorum. Bu yüzden elimden geldiği kadarıyla ve iyi niyetle üzerime düşen kardeşlerime uyararak destek olma, bilebildiklerimle aydınlatma görevimi yerine getirmeye çalışıyorum. Bunu boynumun borcu biliyorum. Eğer sıkıcı oluyorsam özür dilerim.

– Estağfirullah Üstad! Sıkıcı olmak ne kelime! Sizden son derece ilginç ve yararlı şeyler dinledim. İnşallah, ileride tekrar karşılaşırız! Şimdilik Allah’a ısmarladık.

– Güle güle Sayın Bakan! Devletle ve saadetle gidiniz!

Türk’ün Türk’e Arabın Araba Yaptıkları

Bakan teşekkür edip ayrıldıktan sonra, Hoca’nın çevresindeki kalabalık, yeni katılımlarla biraz daha genişleyip canlandı. Artık bakanın yanında söz söylemekten ve soru sormaktan çekinenlerin dilleri de çözülüvermişti. Yeni atmosfer, sohbetin daha canlı ve hararetli bir hal almasını sağladı. Bakan ve avanesi gözden kaybolur kaybolmaz, kalabalığın içinden sabırsız bir ses yükseldi:

– Peki Üstat, şu sizin hiç toz kondurmak istemediğiniz Osmanlılar, bizi asırlarca sömürmediler mi? Yoksa bu da mı yalan? Hoca hiç düşünmeden cevabını yetiştirdi:

– Azizim, o zaman Arapların Osmanlılar tarafından sömürülebilecek neyi vardı? Petrolü mü, kıymetli madenleri mi, yoksa münbit toprakları mı? Çevrenizdeki Osmanlı eserlerine bir bakın, Allah aşkına! Osmanlı, aldığı vergiden kat kat fazlasını, buralarda yatırım olarak bırakmış!

Hocanın kısa cevabı, herkes için yeterli olmuştu. Ama kalabalık arasından yeni bir sorunun gelmesi gecikmedi:

– Ya yaptıkları zulüm ve haksızlıklara ne diyeceksiniz Üstat?

– Zulüm, haksızlık ve cehalet ne yazık ki, insan oğlunun doğasında var. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Keriminde en yakın aile fertlerimizden, çoluk çocuğumuzdan bile düşmanca tutum ve davranışlar görebileceğimiz, onlar yüzünden fitneye düşebileceğimiz konusunda bizleri uyardıktan sonra, hemen ardından yine de onlara karşı hoşgörülü, müsamahalı ve affedici olmamızı emrediyor. Kısacık insan ömründe, aile fertleri arasında anlaşmazlıklar, tatsızlıklar, huzursuzluklar, geçimsizlikler, düşmanlıklar olur da; farklı dinlere, inançlara, farklı huy, karakter, adet, gelenek ve göreneklere, farklı kültürlere sahip milletler arasında, üstelik bin yıllık müşterek bir hayat boyunca olmaz mı? Olmasa iyi olurdu ama, oluyor işte! Bizim için esas olan İslam kardeşliğidir, dostluktur, birlik, beraberliktir. Allah bize bunları emrediyor ve birbirimizle çekişmeye başladığımızda da, gevşeyeceğimiz ve gücümüzün dağılacağı konusunda bizi açıkça uyarıyor (Enfal Suresi Ayet:46). Ama isterseniz, ideal olandan biraz da realiteye, gerçekte neler olup bittiğine bir bakalım. Araplarla Türklerin karşılıklı olarak birbirlerine zulüm ve haksızlıklar yaptıkları yolundaki hikâyeler, rivayetler özellikle günümüzde çeşitli dış mihrakların yönlendirmeleriyle çok revaç bulmuştur. Bunlar elbette incelenebilir, araştırılabilir, tartışılabilir. Ama ben şimdi hiç birinizin itiraz edemeyeceği başka bir iddiada bulunacağım. Ben diyorum ki, düşmanlığı, zulmü, haksızlığı, adaletsizliği hep uzaklarda ve dışarıda aramanın âlemi yok! Tarihe dönüp bir bakın! Türk’ün Türk’e, Arap’ın Arap’a yaptığını, belki de hiçbir yabancı onlara yapmamıştır. İşte, ölenlerin de öldürenlerin de hem Arap, hem Müslüman olduğu, üstelik aralarında cennetle müjdelenmiş sahabenin de bulunduğu büyük fitneler, işte Cemel ve Sıffin Savaşları, işte Kerbela Faciası ve daha niceleri… Tarihte kurulan Türk devletlerinin çoğu, yine Türkler tarafından yıkılmış. Bakalım benim bu iddialarıma ne diyeceksiniz? Bunlar en az ötekiler kadar gerçek değil mi? Gerçek diye bunları da ayrılık, gayrılık, düşmanlık vesilesi mi yapacağız? Elbette değil! Peki öyleyse ne yapacağız. Birbirimize karşı hoşgörülü ve affedici olacağız. Biz bu dünyada Allah için, birbirimize karşı affedici, hoşgörülü olacağız ki, yarın hesap gününde, O’nun da bizi affetmesini umabilelim. Geçmişte olup bitenleri, birbirimize yaptığımız zulüm, hata ve haksızlıkları büyütüp, bunları yeni düşmanlık ve zulümlere gerekçe kılmanın bize hiç mi hiç gereği de yok, faydası da. Bu tutum bizi güçlendirmez, zayıflatır; birleştirmez, parçalar. Ama bu olayları enine boyuna inceleyip elekten süzgeçten geçirmeli, olayların önünü sonunu araştırarak görünen yüzün gerisindeki gerçek ve görünmeyen sebepleri iyice araştırmalı, hata ve yanlışlardan dersler çıkarmalı, bir daha o yanlışlara düşmemenin, birlik ve beraberlik içinde, daha iri, daha diri, ve daha güçlü olmanın yollarını aramalıyız.

Kalabalık içinden bu sefer de sahibi belirsiz bir itiraz Hoca’nın kulağına ulaştı ve sözlerine yeni bir yön verdi.

-Ama Hocam, o devirler artık gerilerde kaldı. Herkes biliyor ki: bugün Türkiye’de Müslümanlık eskisi gibi güçlü değil!

– Azizim, üç aşağı beş yukarı, Müslümanların durumları her yerde birbirine benziyor. İnşallah bir gün gelir daha iyi olur. Bugün böyle diye, bu hep böyle sürüp gidecek değil. Tarihin akışı içinde İslam, bazen güçlenerek, bazen zayıflayarak elhamdülillah bize kadar kadara geldi. Dünkü izzet ve nimet devirleri kalıcı olmadığı gibi, bu günkü sıkıntı, bela ve musibetler de inşallah devam edip gitmeyecek. Durumlarındaki değişmelere göre, Cenab-ı Hakk da kulları üzerindeki nimetlerini sürekli değiştirir. Yaşanan olumsuzlukların, sıkıntıların ve problemlerin büyüklüğüne bakıp da ümitsizliğe kapılmak Müslüman’a asla yakışmaz. Sorunlar ne kadar büyük ve karmaşık olursa olsun, onun mutlaka çözümü ve çözümleri vardır. Bize düşen Allah’ın yardımıyla en uygun çözümü bulunmaktır. Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de Allah’ın Müslümanlara büyük lütufları olacaktır. Hatta bugünün ve yarının, bilimsel ve teknolojik gelişmelerini nazarı itibara alırsak, önceki Müslümanlara nasip olmayan, onların hatırından hayalinden bile geçmeyen nimetlere bizler erişebiliriz ve erişmeliyiz. Yeter ki biz, o lütuflara layık olmaya çalışalım, gerekli hazırlıklardan, gayret ve fedakârlıklardan geri durmayalım.

Modern Buâs Hikayeleri

Hoca, ardı ardına gelen sorulara, bıkmadan usanmadan uzun açıklamalarla cevaplar yetiştirirken, çoğunluk kendisini kâh başlarını sallayarak, kâh türlü jest ve mimiklerle veya “Evet!”, “Haklısınız! “ Doğru Vallahi!” gibi kısa sözcüklerle onaylıyorlardı. Bu arada Hoca’nın söylediklerine katılmayanlar, duyduklarından hoşlanmayanlar da yok değildi ama, onlar da biraz açıklamaların genel kabul görmesinden, biraz da Hocanın hazırcevaplığından ve doğru bildiği şeyi sözünü sakınmadan söylemesinden çekindiklerinden dolayı, karşı bir itiraz geliştiremiyorlar, sadece burun kıvırıp gruptan ayrılmayı yeğliyorlardı. Ama ayrılanların yeri, yeni gelen meraklılarla fazlasıyla dolduruluyor, grup gittikçe büyüyordu.

Konuşmaları başından beri dikkatle ve belli bir huzursuzlukla dinleyen, arada bir de yüzü renkten renge giren orta yaşlı tıknaz bir zat, son derece saygılı, fakat ürkek ve titrek bir ses tonuyla Hoca’nın sözünü kesti:

– Efendim, başından beri konuşmalarınıza kulak misafiri oluyorum. Anlattıklarınız beni çok etkiledi, adeta çarptı. Hatta konuşmalarınızın bazı yerlerine itiraz etmeye de yeltendim. Fakat dikkatle dinleyince, anlattıklarınızın boş şeyler olmadığını, pek çok konuda şahsen kendimin de çok büyük yanılgılar ve saplantılar içerisinde olduğumu kabul etmek zorunda kaldım. Ben basın mensubuyum. Oldukça yüksek tirajlı Arapça bir gazetenin köşe yazarıyım. Türkler konusunda ben de, çoğu yabancı kaynaklardan edindiğim yalan yanlış bilgilerle sayısız yazılar yazdım. Birileri tarafından servise konduğunu şimdi daha iyi anlamaya başladığım maksatlı bilgileri hiçbir elekten ve süzgeçten geçirmeden, üstelik kendim de bire bin katarak yazılarımda kullandım. Şimdi yazdıklarımı düşünüyorum da, içimi derin bir üzüntü ve pişmanlık kaplıyor. Keşke elime hiç kalem almamış, hiçbir yazı yazmamış olsaydım, diyorum.

Kahredici bir pişmanlık yaşadığı yüzünden, halinden, tavrından açıkça okunabilen, herkesin önünde bunu ilan etmekten de çekinmeyen bu yürekli zatın üzüntüsü, Hoca’ya da sirayet etmişti. Çok hassas ve duygulu bir insan olan Ali Yakup Hoca, önce ne yapacağını, ne söyleyeceğini şaşırdı. Bu cesur adama, bir iki adım daha yaklaşarak, sağ elini onun sol omzunun üzerine koyup, üzüntülü, ama cesaretini de takdir eden gözlerle gözlerine baktı. Hem pek çok kimsenin farkına varmadan içine düştüğü bu vahim hatadan dolayı kendisini az çok teselli etmek, hem de çok önemli bulduğu bu konuda, biraz daha fazla uyarmak ve açıklayıcı bilgiler verme ihtiyacını duydu. Kısa ama etkileyici bir sessizliğin ardından, yavaş yavaş ağzından yeniden kelimeler dökülmeye başladı:

– Ne yazık ki, bu maksatlı haber ve propagandaların etkisinde kalan, yalnız siz değilsiniz! Birileri size “ Asırlarca Türk’ler sizi sömürdü. Size zulmetti, haksızlık yaptı.” diyorlar; Türk’lere de “Pis Araplar, sizi arkadan vurdu.” diyorlar. Her iki tarafın eli kalem tutan, ağzı laf yapan sözde aydınları, bu haberlerin aslını astarını, önünü sonunu, hangi amaca yönelik olduğunu araştırmadan, bire bin katarak, karşı tarafa verip veriştiriyorlar. Cahil halkın ve yeni nesillerin gönüllerine habire yeni düşmanlık, kin, nefret ve fitne tohumları ekiyorlar. Çoğu, milletlerine ve geleceklerine en büyük kötülüğü yaptıklarının farkında bile değiller. Ben bu tür hikâyeleri, yazılıp çizilenleri, Medine’deki İslam öncesi dönemin Buas Savaşlarına ve hikâyelerine benzeterek “Modern Buas Hikâyeleri” diye nitelendiriyorum. Zannederim Buas Harplerini ve bunlarla ilgili hikâyeleri siz de bilirsiniz, değil mi?

– Evet Efendim, biraz biliyorum ama kendi yorumunuzla bir de sizden dinlersem daha iyi olacak. Ne olur bir de siz anlatın! Çünkü sizi dinlerken çok iyi bildiğimi sandığım şeylerin bile, hiç de benim bildiğim gibi olmadığını anlıyorum.

– Efendim, bilindiği üzere, Peygamber Efendimiz hicret etmeden önce Medine’nin adı Yesrib’di. Burada Evs ve Hazreç adlı iki Arap kabilesi ile Yahudiler yaşarlardı. Hem Yahudilerle Araplar, hem de Evs ve Hazreç kabileleri arasında savaş, rekabet, düşmanlık hiç eksik olmazdı. Yahudilerin de kışkırtmasıyla Evs ve Hazreç kabileleri, İslam öncesi dönemde birbirleriyle yüz yıldan fazla süren korkunç ve kanlı savaşlar yapmışlardı. Bu savaşlarda bazen biri, bazen öbürü galip gelir, fakat neticede her ikisi de güçten takatten düşer, Yahudilerin Yesrib’deki konumları daha da güçlenmiş olurdu. Bu savaşların en çetin ve en meşhuru, Hazreti Peygamberin Medine’ye hicretinden daha birkaç yıl önce gerçekleşen Buas Savaşları idi. Bu savaşların ardından, her iki kabile de, daha büyük savaşlar için diğer Arap kabilelerinden müttefikler ararlarken, İslamiyetle tanıştılar. Allah onların gönüllerini İslam”la öyle birleştirdi ki, hiçbir bağ ve güç onları böyle birleştirip kaynaştıramazdı. Tabii bu durum Yahudilerin işine asla gelmiyordu. Hâlbuki Hazreti Peygamber, Medine’de yerleşik Müslümanların, Yahudilerin ve diğer unsurların bir arada huzur, barış ve mutluluk içinde yaşayabilmelerini temin için, dünyanın ilk yazılı anayasası niteliğindeki Medine Antlaşmasını onlarla beraber hazırlayıp, yürürlüğe koymuştu.

Bir gün, Müslümanlara karşı kini, öfkesi ve hasediyle meşhur ihtiyar bir Yahudi, bir arada oturmuş güzel güzel sohbet eden, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup Müslüman gençlere rastladı. İslamdan önce birbirlerine şiddetli düşman olan bu gençler arasında, İslam sayesinde oluşan ülfeti, sevgi, saygı ve muhabbeti, barış ve huzuru, kaynaşma ve kardeşliği görünce, bundan çok rahatsız oldu. “Bunlar böyle toplandıkça, bizim buralarda kararımız, huzurumuz kalmaz!” diyerek, bir Yahudi gencini yanına çağırdı. “Git şunların yanına var, otur! Onlara, Buas Savaşlarını ve daha önce birbirleriyle yaptıkları savaşları hatırlat! O dönemlerde birbirleri aleyhine söyledikleri şiirlerden parçalar oku!” diye tembih etti. Yahudi genç söylenenleri yapınca, Müslüman gençler arasında gittikçe şiddetlenen bir münakaşa kapısı açıldı. Her iki taraf da kendini övmeye, yaptıklarıyla övünmeye, karşı tarafı yermeye başladı. İki tarafın öfkesi kabardıkça kabardı, iş büyüdükçe büyüdü. Sonunda birbirlerine “Haydi öyleyse, var mısınız yine öyle bir gün yapalım!?” diye meydan okudular. Herkes gidip kendi kabilesini topladı, silahlanarak eski günlerin intikamını almak üzere karşı karşıya geldiler. Durumdan haberdar olan Rasulüllah, beraberinde muhacirlerden ashab-ı kiramla savaş meydanına geldi. “Ne yapıyorsunuz? Allah sizi, küfürden kurtarıp, İslam’la şereflendirdikten, kerem ve inayetiyle cahiliyye davalarının kökünü kazıdıktan, aranızı bulup sizi barıştırdıktan sonra, üstelik ben de aranızdayken, yeniden eski küfre mi dönüyorsunuz?” diye kendilerini uyardı. Hepsi düştükleri yanlışı, bunun şeytani bir tuzak olduğunu anladılar. Derhal ellerindeki silahları fırlatıp atarak, gözyaşları içerisinde birbirlerine sarılıp, kucaklaştılar.

İslama can ü gönülden bağlanmış, her şeylerini bu uğurda feda etmeyi göze almış, bizzat Hazreti Peygamberin talim ve terbiyesinden geçmiş ensarın, bu Buas Hikayeleri yüzünden birbirlerinin kanını akıtmalarına, birbirlerini boğazlamalarına ramak kalmıştı. Bereket versin, Hazreti Peygamber zamanında yetişti de, felaketin kıyısından döndüler. Hazreti Peygamber sağ olduğu müddetçe, ne böyle Buas Hikâyeleri anlatmaya cesaret edenler çıktı, ne de bu tür hikâyelere inananlar. Ama su uyur, düşman uyumaz. Düşman elbette düşmanlığını yapacak. Bunun için düşmana kızmanın faydası yok. Tedbirini alacaksın! Düşmanını yok etmek, en azından onu zayıf düşürmek, ona zarar vermek, başına türlü gaileler açmak için, hileler, düzenler kuran, elinden geleni ardına koymayan düşmana kızmaya ne hakkımız var? İslam düşmanları da Müslümanlarla, savaş meydanlarında karşılaşamayacaklarını, karşılaşsalar bile yenilmekten kurtulamayacaklarını anlayınca, bu tür Buas Hikâyeleri uydurarak onları birbirine kırdırmanın, daha akıllıca ve daha risksiz bir yol olduğunu anladılar. En başından beri ve asırlar boyunca, bu yönteme dört elle sarıldılar. Ne yazık ki bu yolda inanılmaz başarılar kazandılar. Daha sahabe döneminde bile, onbinlerce sahabeyi birbirine kırdırabildiler. O günlerde ekilmeye başlanan fitne tohumları büyüyüp gelişti, asırlar boyunca nesiller, ülkeler, devletler, milletler mahvedildi. Milyonlarca Müslümanın kanı boş yere akıtıldı. Bu gün bile Müslümanlar arasında artarak sürüp giden yersiz düşmanlıkların, siyasi mezhep, meşrep ve hiziplerin temelleri ta o zamanlardan atılmaya başlandı. Dün olduğu gibi bugün de, Buas Hikâyelerini çağrıştıran hikâyeler, rivayetler, masallar, dedikodular, Müslümanları birbirinden soğutmak, uzaklaştırmak, ayrıştırmak, onları birbirine düşman etmek için anlatılır durur. Bunlara fırsat vermemesi, bunların önünü kesmesi gereken ilim ve fikir adamlarımız da maalesef bu uğursuz çabalara bilmeden katkıda bulunurlar, adeta yangına körükle giderler.

Bir ara öyle netameli konulara girildi ki, heyet arkadaşlarından bazıları Hoca’yı:

– Hocam, çok ileri gidiyorsunuz, biraz durun! Sonra ağzınıza biber sürerler, ben karışmam! diye fısıldayarak uyarma lüzumunu hissetti. Hoca da aynı şekilde onun kulağına eğilip:

– Ah durabilsem duracağım, ama elimde değil ki azizim, duramıyorum! Öyle konulara giriyorlar ki, söylesem dilim yanacak, söylemesem içim yanacak! Ben de ne yapayım bari içim yanacağına dilim yansın diyor devam ediyorum, deyince, önce Türkçe bilenler, ardından da tercüme edilen yabancılar makaraları koyverip kahkahalarla gülmeye başladılar. Sık sık kahkaha tufanıyla kesilen, fıkralı, hikayeli, zaman zaman da çok ciddileşen sohbetler gecenin geç vakitlerine kadar devam etti.

Ali Yakup Hocam’ın Zekat Taksimi?

Ali Yakup Hoca zekat meselesi üzerinde çok durur, özellikle zengin Müslümanların bu ibadetin İslamdaki yerini ve önemini iyi kavrayamadıklarını söyler, zekat vermeyi, zekatın kimlere, nasıl ve niçin verilmesi gerektiğini bilmediklerinden yakınırdı.

Hoca’nın hem hemşehrisi hem de çok sevdiği eşinin de kiracısı olan Enver Sözer zaman zaman biraz para tedarik eder, bunu götürüp Kosova’daki başta yakın akrabaları olmak üzere maddi durumu zayıf insanlara dağıtırdı. Bunu Ali Yakup Hoca da bilir, onun bu davranışını çok takdir eder, kendisini sürekli bu işe teşvik ederdi. Balkanlardaki Müslümanların varlıklarını güçlü bir şekilde devam ettirmelerinin çok önemli ve gerekli bir şey olduğunu, bunun da ancak onların iktisadi, siyasi ve sosyal bakımdan güçlenmeleri ile mümkün olabileceğini anlatırdı. Bir ara Ali Yakup Hoca, Enver Bey’e kendisine yakında yine Kosova’ya gidip gitmeyeceğini sordu. Enver:

– Evet Hocam, buradaki işlerimi ayarladıktan sonra, bir hafta on gün içinde gitmeyi düşünüyorum, dedi. Hoca:

– İyi, güzel azizim! Gitmeden önce bana da uğra, seninle bazı kimselere para yollayacağım, dedi. Enver Bey de:

-Olur hocam, uğrarım! diyerek Kosova’ya gitmeden önce Hoca’ya uğrayacağına sözü verdi.

Enver Bey, Hoca’nın kendi halinde kıt kanaat geçinen biri olduğunu çok iyi bildiği için, oradaki yakınlarına, akrabalarına birkaç yüz en çok da bir iki bin dolar kadar bir para gönderebileceğini düşünüyordu. Yolculuk tarihi belli olunca Hoca’ya da haber verdi. Yolculuğundan bir iki gün önce Hoca:

– Gel benimle! deyip Enver’i de yanına alarak, beraberce evine çıktılar. Enver Bey’i misafir odasına oturtan Hoca:

– Sen az bekle! diyerek odadan çıktı. Çok geçmeden elinde, önce şeffaf naylon kılıflara sarılmış daha sonra da kabarık bir şekilde zarflara doldurulmuş, bir kucak parayla yanına Enver’in yanına çıkageldi. Enver Bey; Hoca’nın elinde bu kadar çok parayı görünce çok şaşırdı. Neredeyse şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Gayri ihtiyari ağzından:

-Delikanlı, bu ne? diye bir soru döküldü. Hoca’nın:

-Ne olacak para? açıklaması Enver Bey’i tatmin etmemişti.

– Ama delikanlı, sen aldığın maaşla kendin zar zor geçinen bir adamsın. Bu kadar parayı nereden buldun? diye sormaktan kendini alamadı.

– Vallahi, sorma azizim! Hani ben Müslümanların zekat vermeyi bilmediklerini söyler, herkesi bu konuda eleştirir dururdum ya! Bu sefer birkaç zengin Müslüman bir araya gelmişler: ‘Madem biz zekat vermesini bilmiyoruz, Ali Yakup Hoca daha biliyor; öyleyse şu zekatlarımızın bir kısmını ona verelim de o dağıtsın! Bakalım, kime nasıl dağıtacak?’ demişler. Tuttular bu paraları bana getirdiler, dağıtımını illa benim yapmam için beni çok zorladılar. Her ne kadar, ‘Zekatla mükellef olan sizsiniz. Kendi zekatınızı kendiniz dağıtın!’ dediysem de dinletemedim. Sonunda çaresiz ‘Peki!’ demek zorunda kaldım. Yahu azizim! İnsanın çok parası olması ne kadar zor şeymiş! Günlerdir, gecemi gündüzümü şaşırdım. Gece uyuyamaz, gündüz oturamaz oldum. Hem bu paraları muhafaza etme, hem de en uygun yerlere taksim etme sıkıntısı beni yedi bitirdi. Bu başka bir şey değil ki azizim, zekat ibadeti. Günlerdir çektiğim sıkıntıyı ve huzursuzluğu bir ben bilirim, bir de Allah bilir. Ettiğim telefon paralarının haddi hesabı yok. Ama ne yapayım, bu sıkıntıyı aldık bir kere üstümüze! Bana teslim edilenlerin bir kısmını burada dağıttım. Bunlar da, Balkanlarda ve Kosova’da yaptırdığım araştırmalardan sonra tespit edebildiğim zekat verilebilecek kimseler.

Hoca bir yandan konuşurken, bir yandan da kucağındaki para demetlerini sehpanın üzerine yığıyordu. Enver Bey bakmış ki toplam olarak aşağı yukarı ikiyüzbin doların üstünde bir para… Hoca, bu paraları, daha önceden kimine az, kimine çok olmak üzere bölüştürmüş. Zarfların ve paketlerin üzerine de içlerindeki para miktarıyla verilecek kişilerin isim ve adresleri düzgün bir şekilde yazılmış. Enver Bey dağılıma ve miktarlara baktığında, bütün paranın topu topu yedi sekiz kişiye taksim edildiğini, birine kırkbin Dolar, birine ellibin dolar, birine on bin dolar, birine yirmisekiz bin dolar, hele birisine seksenbeş bin dolar gibi garip bir dağılım yapıldığını fark etmiş. On, on beş bin dolarlık bir zarfın üzerine de ‘Enver dağıtacak!’ diye yazmış, bunların dağıtılacağı ihtiyaç sahiplerinin belirlenmesini de ona bırakmış. Bu taksime akıl sır erdiremeyen Enver Bey Hoca’ya sormuş:

– Hocam, sen nasıl bir dağıtım yapmışsın böyle? Kimine onbin, kimine kırk bin, kimine elli bin, hele şuna bak seksenbeş bin dolar! Yahu Hocam, sen kafayı mı yedin? Bu kadar çok para zekat olarak tek bir kişiye verilir mi? Bak, benim kendimin toplam götüreceğim para aşağı yukarı on bin dolar kadar, onu da oradaki en az otuz kişiye dağıtacağım. Sen bu paranın taksimini bana bıraksaydın, ben bunu orada en az üçyüz, beşyüz kişiye dağıtırdım! Çok daha fazla insan sevinir, bayram ederdi.

-Enver, bırak Allah aşkına! Demek ki, senin de o ahmak, pinti Müslümanlardan hiç bir farkın yokmuş! Senin dağıttığın üç beş kuruşla insanlar ancak birkaç günlük ihtiyaçlarını görürler. Ondan sonra ne olacak? Yine aç, yine muhtaç kalıp, başkalarına el avuç açmaya devam edecekler. Zekat, öyle mi dağıtılır?

– Peki nasıl dağıtılır Hocam?

– Zekat, diğer normal sadaka ve fitreler gibi insanların sadece günlük ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamalıdır. Zekat, Allah’ın kitabında belirttiği gibi bire yedi yüz ve hatta daha da fazla artabilecek (Bakara Suresi, Ayet: 261), servet ve zenginliği sadece belli kişilerin elinde bir güç ve hegemonya aracı olmaktan çıkaracak (Haşr Suresi, Ayet:7), Allah’ın istediği gibi toplumun geneline yayacak bir araç olacak şekilde verilmelidir.

– Bu nasıl olacak Hocam? Sizin taksiminizle bunun ne alakası var? Sizin taksiminiz bunu sağlayacak bir taksim mi? Ben sizin taksiminizden hala bir şey anlayabilmiş değilim. Herkese eşit bile dağıtmamışsınız! Kimine şu kadar, kimine bu kadar vermenizin sebebi ne?

– Enver, Allah bile verirken herkese eşit vermez. Allah’ın ihsanları da insanların ihtiyaçları miktarıncadır. Allah, herkese ihtiyacına göre verir, kimseye ihtiyacından fazla bir şey vermez. Bak, toprak altında yaşayan köstebeğin göze ihtiyacı olmadığı için Allah ona göz vermemiş, gözsüz yaratmış. Köstebek yer altında gözü ne yapacak? Ben de bu zekat parasını bölüştürürken, önce herkesin ihtiyaçlarını tespit ettim, bunları bir öncelik ve yararlılık sırasına dizdim, ona göre de en verimli şekilde dağıtmaya çalıştım. Paranın bir kısmını Türkiye’deki ihtiyaç sahiplerine dağıttım, bir kısmını da Balkanlarda kalan, türlü zorluklar içinde oralarda var olma mücadelesi veren Müslümanlara dağıtmayı uygun gördüm. Özellikle son zamanlarda oralarda iş, güç, meslek, sanat, atölye, fabrika sahibi olup da işleri bozulanlar olduğunu öğrendim. Mesela bak şu ayırdığım para, bir mobilya imalatçısı içindir. Bu adamcağızın, çok büyük bir mobilya atölyesi varmış, işi bozulmuş atölyeyi kapatmak zorunda kalmış. Bu atölyenin tekrar faaliyete geçebilmesi için gerekli para bu kadarmış. Daha az göndersem o para hiçbir işe yaramayacak. O zaman ha gönder, ha gönderme! Şunun da kundura imalathanesi varmış sermayesizlikten yürütemiyormuş, bunun demir doğrama atölyesi, öbürünün aksesuar ve hediyelik eşya imalathanesi çok zor durumdaymış, batmak üzereymiş. Bu paralar bu iş yerlerine tekrar can suyu olacak. Ben bu paraları kendi keyfime göre böyle ayırmadım. Burada söz konusu olan, zarar görüp, mağdur olan sadece bu iş yerlerinin sahipleri de değildir. Onlarla beraber buralarda çalışan, geçimini buralardan sağlayan aileleriyle beraber binlerce insanın geçimi, dirliği söz konusudur. Bu paralar olmasa, orada yüzlerce meslek sahibi insan işsiz güçsüz, aileleri çoluk çocukları da aç, açık, sefil perişan kalacaklar. Sen onlara birkaç günlüğüne onların karınlarını doyuracak, üstlerine bir şey alacak üç kuruş para versen ne işe yarar. Zaten gâvur içinde yaşıyorlar. Elin gâvuru bunlara iş vermediği gibi, fakir, sefil düşsünler oraları terk edip gitsinler istiyor. Dediğim gibi ben, güvenilir insanlar aracılığıyla araştırıp soruşturdum, bu atölyelerin, imalathanelerin tekrar faaliyete geçebilmeleri, hatta daha verimli ve karlı bir şekilde çalışabilmeleri için ne kadar paraya ihtiyaçları olduğunu sordum, öğrendim. Sağ olsunlar, onlar da bana bildirdiler, ben de bana verilen bu paraları ona göre taksim ettim, seninle gönderiyorum. İnşallah gelecek seneye kadar bu iş yerleri eskisinden daha verimli hale gelirler, çalışmaya başlarlar da, hepsinin sahipleri de zekat alabilecek durumdan kurtulurlar, hatta onlar da başkalarına zekat verecek duruma gelirler. Hem de bugün işsiz, güçsüz, aç, sefil olan binlerce insanın sadece karınları doymakla kalmaz, yeniden işleri, güçleri, düzenli ve güvenilir gelirleri olur. Bu atölyelerde yeni insanlar istihdam edilir, onlar da sanat ve meslek öğrenirler, iş güç sahibi olurlar, hiç kimsenin yardımına ve desteğine gerek duymadan kendi ayaklarının üstünde durabilirler, kendi geçimlerini sağlayabilirler. Yani senin zannettiğin gibi ben bu paraları öyle birkaç kişiye değil, senin tahmin edemeyeceğin kadar çok kimseye hayrı, faydası ve yardımı olsun diye böyle taksim ettim.

– Allah, Allah, çok ilginç! Bak ben bunu hiç böyle düşünmemiştim. Üstelik güya ticaretle uğraşan sen değil benim. Hoca bu iktisadi meselelere senin kafan benimkinden de çok çalışıyormuş da haberim yokmuş.

– Eee ne yaparsın, mecburiyet insana her şeyi öğretiyor.

– Peki şu adama niye seksenbeşbin dolar ayırdın?

-Ha o mu? O da oraların en büyük tüccarlarından biriymiş. Diğerlerinin ürettiklerinin büyük bir kısmını bu adamcağız pazarlıyor, dağıtıyor, satıyormış. Gavurlar onu batırmak için çok uğraşmışlar, çok üstüne varmışlar. Aşırı vergilerle, türlü oyun ve dalaverelerle adamcağızı iflasın eşiğine getirmişler. Bunun işinin bozulmasıyla, diğer Müslüman imalatçıların da işleri bozulmuş. Onlar da artık mal satamaz, malzeme alamaz, pazarlayamaz hale gelmişler. Anlatıldığına göre, bu adamın durumu düzelmeden, bu adam ayağa kalkmadan diğerlerinin kalkınması da imkânsızmış. İşini tekrar toparlayabilmesi, borçlarını ödeyebilmesi için seksenbeşbin dolara ihtiyacı varmış. Ben de bu yüzden, ona bu kadar para ayırdım.

Ali Yakup Hoca’nın Bir Mektubundan

Ali Yakup Hocam’ın otuz yıl önce bana yazdığı bir mektuptan aşağıya aldığım bölümlerin, yalnız bana değil her Müslümana çok şeyler anlatması gerektiğine inanıyorum.

Oğlum Mustafa,

3 Rabîulevvel 1400 tarihli mektubunuza henüz cevap verme imkânını bulabiliyorum. Bu mektubu nısf ul-leylden (gece yarısından) sonra, saat birde yazmaya başladım. Gecenin tam bir sükûneti içinde…

Meşguliyetlerimin ne kadar çok olduğunu biliyorsunuz. Her gün derslerim var. Evde yalnızım. Bana yardım edecek bir evladım yok. Yaşım da ilerledi. Adamakıllı ihtiyarladım. Gelen gidenlerle de –Allah eksik etmesin!- uğraşmak, ayrı bir mesele… Şimdi ise teyzenizle beraber şeker hastalığına da yakalandık. Rabbi Müteâl Hazretleri bize bu günleri aratmasın!

Hayatım, gurbetlerde, muhâceretlerde geçti. Uzun seneler vatancüdâ yaşadım. Çok zor şartlar içerisinde tahsil ettim. ‘Anavatanımız olan Türkiye’de hizmet edeyim!’ diye Mısır’daki Üniversite Kütüphanesindeki vazifemi bırakarak buraya geldim. Yüzüme kimse bakmayarak mesleğim haricinde -posteki sayarcasına senelerce- Bahariye Fabrikasında hesaplarla uğraştım. Bu zihni keşmekeşler içinde yine talebe okutmakla meşgul oldum.

Orada sıkılmamanızı isterim. İslamiyete hizmet etmek için orası fevkalâde bir saha-i faaliyet… Büyük bir aşk ve şevk ile çalış! Cenâb-ı Rabb-i Eltâfa hamd ü senâ ve şükürde bulununuz! Nefsinizi daima murakabe ediniz! Nefis insana emmâre bissû’dur (Nefis insana hep kötülüğü emreder). İslamiyet ışığı altında nefsini daima iyi arzularla besle! Her gün, bir-iki cüz Kur’an-ı Kerim oku!

Müslümanlara yapacağınız hizmetler, sizin için iki cihanda bâis-i fevz ve saadet (kazanç ve mutluluk sebebi) olacaktır.

Bir mümin için en büyük bahtiyarlık, îlâ-i Kelimetullah (Allah sözünü, davasını yüceltmek) ile uğraşmaktır.

Hakiki mümin, gerek Hâlikına (Yaratıcısına), gerek insanlara, gerek nefsine karşı müstakimâne (dosdoğru) hareket eder.

Bir müminin hedefi, madde değil, vuslat ilallahtır (Allah’a, Allah’ın rızasına kavuşmaktır). Madde bir vesile-i maişettir (geçinme aracıdır), hedef değildir. Binâenaleyh bütün hayatınızda, gerek Hâlık (Yaratıcı), gerek mahlukla (yaratılmışlarla) muâmeleniz doğru olsun! ‘Müstakîm ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!’

Allah sevgisi, bir müminin en büyük sermayesidir. Bir abd-i mümin (mümin kul), en sıkıntılı zamanında bile, muhabbet-i ilâhiyye (Allah aşkı ve sevgisi) sayesinde müteselli olmasını (teselli bulmasını) bilir.

Sırr-ı hilkat (yaratılışın sırrı), Hakk Teâlâ’yı bilmek ve O’na ibadet etmektir. ‘Ben insanları ve cinleri başka bir amaçla değil, sırf Bana kulluk etsinler diye yarattım (Kur’an, ).

İnsan, herkesten ümidini kestiği vakit, istinat edeceği tek mesnet ve melce’, dost-i hakiki (gerçek dost) olan, Ma’bûd-i Zülcelâl’dir.

Durmadan manen yükselmeye çalış!

Yüksel, ki yerin bu yer değildir!

Dünyaya geliş, hüner değildir!

Yükselecek yerlerin, irfan semâları olsun!

Hasis emellerin esiri olmaktan kendini koru!

Çok selam eder, gözlerinden öperim! Cenâb-ı Mevlâ muvaffakiyetler bahş etsin!

Ali Yakub

Geniş ilmi, engin irfanı, köklü eğitimi, bilgisi ve donanımıyla dünyanın her tarafında rahatlıkla iş bulabileceği, kendisine sayısız iş teklifleri de geldiği halde, neden hiç kadrinin kıymetin bilinmediği Türkiye’de yaşamayı tercih ettiğini soranlara Ali Yakup Hoca şöyle derdi:

Türkler dünya tarihinin en savaşçı ve en fetihçi milletlerinden biridir. Ama bir coğrafya parçasını vatan edebilmek, fethetmekten çok daha zordur. Bir yeri fethedenler, eğer orayı vatan haline getiremezlerse, orası er geç onlara mezar olur. Nitekim Türkler de İslam’dan önce fethettikleri yerleri vatan haline getiremiyorlar, buralar önünde sonunda onlara mezar oluyordu. Türklerle akraba bir kavim oldukları söylenen Moğollar da kısa zamanda dünyanın büyük bir bölümünü yakıp yıkıp işgal ettikleri ve dünyanın en geniş imparatorluğunu kurabildikleri halde, arkasını getirememişler, kısa zamanda silinip gitmişlerdir. Eğer İslam unsuru olmasaydı,  bugün üzerinde yaşadığımız Anadolu’nun da, Türkler tarafından ne fethedebilmesi, ne de vatan haline getirilebilmesi mümkündü. Fakat Türkler Müslümanlıkla tanıştıktan ve Müslüman olmaya, o inanç ve ideal etrafında toplanmaya başladıktan sonra her şey çok değişti, çok farklı bir mahiyet kazandı. İslamiyetin kutlu nefesi, diriltici, birleştirici, bütünleştirici büyük çekim gücü ve kuvveti onları derledi, toparladı, asırlardır içine düştükleri ayrılık, gayrılık ve dağınıklıktan kurtardı, çok büyük bir güç ve kuvvet haline getirdi. İslamiyet onları hem birbirleriyle, hem de bütün diğer Müslüman unsurlarla birleştirip, kaynaştıran en büyük unsur, en sağlam bağ oldu. İslamiyet olmasaydı böyle bir birlik ve beraberliğin, böyle bir kaynaşmanın gerçekleşmesi mümkün değildi. Hazreti Mevlana’nın da dediği gibi ‘Hakka ve hakikate gerçekten inananlar kolay kolay bölünemezler, bölünseler bile uzun süre bölük pörçük kalamazlar, önünde sonunda birleşirler. Hakta hakikatte birleşemeyenler, anlaşamayanlar, zıt görüşte olanlar ise; ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar aralarında sağlam ve sürekli birlik ve beraberlik oluşturamazlar. Bu yöndeki bütün emekleri boşa gider. Geçici olarak birleşmiş görünseler de bu birlik sürüp gidemez, er geç yine bozuşurlar.’ İslamiyeti kabul etmek, Türk milletine eşsiz bir dinamizm kazandırdığı gibi, Türk milletinin oluşumu da ancak Müslüman olmakla tamamlanmıştır. Türklerin bu dine yaptıkları büyük hizmetlere mukabil, bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını engelledi. Müslüman olmak, Türk milletine cihan hâkimiyetinin yollarını açtı. Başka milletleri ve toplumları onlara yöneltti, onlarla bir ve beraber olmaya, karışıp kaynaşmaya sevk etti. Türklükle Müslümanlık birbiriyle kan ve can, beden ve ruh gibi uzlaşıp, kaynaştı. Türklük ve Müslümanlık birbirinin eş anlamlısı oldular. Her ikisi de aynı anlamı ifade eden, biri diğerinin yerine kullanılabilen iki kavram haline geldiler. Bir zamanlar, Müslüman denince Avrupalının aklına ilk defa Türk gelirdi. Bugün bile çoğu Avrupalının gözünde Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelen, birbirinden ayrılmaz kavramlardır. Türklük İslamiyetle birleştikten sonra, nerelerden kimler ona akın edip gelirse gelsin, ne kadar çok dolarsa dolsun, asla taşıp dökülmeyen, hep artan ama hiç eksilmeyen, hep çoğalan ama hiç azalmayan, hep büyüyen ama hiç küçülmeyen, varlığını kıyamet sabahına kadar sürdürecek engin bir deniz, bir büyük okyanus olmuş, dünyanın en büyük milleti, İbrahim milleti haline gelmiştir. Tarihi tecrübeler, Türklük denizine karışanın asla yitip kaybolmadığını, eksilip tükenmediğini, küçülüp zayıflamadığını, kaybetmediğini, önemsizleşmediğini, eriyip yok olmadığını, aksine eskiden olduğundan ve tek başına olabileceğinden hesaba sayıya sığmayacak kadar daha daha fazla büyüdüğünü, arttığını, çoğaldığını, olgunlaştığını, kemale erdiğini, güçlendiğini, kuvvetlendiğini, kazandığını, o büyük varlık ve birlik içinde kendi varlığını da garantiye aldığını göstermiştir. Ona katılmakla hiç kimsenin en ufak bir zararı olmamıştır ve olamaz. Ama kazançları matematik hesaplarla bile ölçülemez. Çünkü bu birlik öyle 1+1=2 gibi bir birlik değildir. 11, 111, 1111 gibi birleştikçe değeri onu birleştiren unsurların değerleriyle ölçülemeyecek artışlardan bile çok fazla kazançlar sağlayan bir birliktir. Coşkun akan bütün sular sellerin, kendisine bütün koşanların bağrında kendilerine de güzel bir yer bulabildikleri bu birlik de dışlayıcı, uzaklaştırıcı, ezici eritici bir birlik değildi. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Türklük şuuruna eren herkes de geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılır. O birliğe ne zaman katıldığına, ne zamandan beri o birlik içinde olduğuna bakılmaksızın Türk olmanın mefahirine, şanına, şerefine ortak olur. Ondan ayrılan da bunların hepsinden ayrılmış olur. Denizden veya okyanustan ayrılan, çekilip koparılan bir damla artık nasıl deniz ve okyanus özelliğini yitirirse, Türklük şuurunu yitiren herkes de bu özellikleri, bin yıldan fazla bir zamanın bütün kazanımlarını yitirmiş olur. Yunus Emre’nin:

Olmaz yere verdin gönül,

Dost neylesin senin ile

dediği gibi değersizleşir. Türkler Müslüman olup İslama hizmet etmeye başladıkça bu dine hizmetleri ölçüsünde adları, sanları, namları, nişanları, şanları, şöhretleri, kimlik ve kişilikleri, üstünlükleri, faziletleri zirvelere çıktı. Kendileriyle kan, soy, sop, ırk, dil, kültür, tarih, renk gibi hiçbir maddi ve manevi bağı, ilgisi, alakası olmayan ırklar, kavimler, kabileler ve milletler bile büyük bir memnuniyetle ve şerefle Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsediler, hatta bazıları sonradan Türk olmalarına rağmen herkesten daha fazla Türk oldular. Öte yandan Müslümanlığı kabul etmeyen veya İslamdan başka bir dini seçen Türkler ise çok kısa bir süre içerisinde Türklüklerini de kaybettiler, hatta herkesten daha fazla Türk ve Türklük düşmanı oldular. Türklük en başından beri etnik bir grubun adı olmadığı gibi, eritici bir birlik değil var edici bir yapı olmuştur. Yani Türk olmak demek kendi etnik kökenini, soyunu, sopunu, boyunu, kabilesini, dilini, kültürünü terk etmek demek değildir. Aksine onların bunları koruyabilmeleri ve geliştirebilmeleri de ancak Türk olmakla mümkün olabilmiştir. Eğer Türk olmasalardı ne Tatar’ın Tatarlığı, ne Oğuz’un Oğuzluğu, ne Kırgız’ın Kırgızlığı, ne Kürdün Kürtlüğü, ne de Türklük denizi içinde bir araya gelmiş diğer sayısız topluluklardan bir iz ve eser kalırdı. Hele Türklük kavramı, İslam kavramıyla eş anlamlı olarak kullanıldığı dönemlerde başka etnik grupları, başka ırkları da hiç bir  zorlama, zıddıyet ve terslik olmadan gayet rahatlıkla içine alabiliyor, hepsini kaynaştırıp bağdaştırabiliyordu. O zamanlar İslam, hem Türklüğün hem de hangi etnik kökenden gelirse gelsin bütün Türk Milletin ve Türk toplumunun ortak dünya görüşünün temeli, bütün unsurları ve etnik grupları birbirine bağlayan en güçlü bağ ve toplumun çimentosu durumundaydı. O zamanlar Türklük, bütün etnik unsurları, bütün ırkları, bütün milletleri içinde barındırabilen, ne kadar dolsa da taşmayan büyük bir okyanus, büyük bir deniz gibiydi. İçine aldığı hiç bir kavim ve kabileyi eritip, yok etmeden Türk adı ve çatısı altında çok uyumlu, sağlam ve sağlıklı bir şekilde derler, toparlar, bir ve beraber hale getirirdi. Bir Kürt şairin:

Türk ile Türküm, Kürt ile Kürdüm

Evimde koyunum, dağlarda kurdum

dediği gibi Türklük hangi etnik kökenden olursa olsun bütün Müslüman unsurları içine alan, koruyan, kollayan, var eden, kapsayıcı ve kuşatıcı bir yapıya sahipti. Dolayısıyla bir insan aynı anda hem Arnavut, hem Türk, hem Kürt hem Türk, hem Arap hem Türk… olabilirdi. Benim gibi Balkanlı bir Arnavut ta, bir beyaz da, bir Arap da, hatta Afrikalı bir zenci de rahatlıkla, ‘Ben Türk’üm!’ diyebilirdi. Hepsi şuuaraltında gayet bilirdi ki her biri ancak Müslüman kimliklerini, varlıklarını, birliklerini, dirliklerini ancak Türk olurlarsa, yani Türklük adı ve çatısı altında toplanırlarsa sürdürebilirler. Yoksa hiç birinin ne Arnavutluğu, ne Boşnaklığı, ne Tatarlığı, ne Kürtlüğü, ne Pomaklığı, ne Lazlığı, ne Çerkesliği kalır. Hepsinin etrafı kendilerini tek düşürüp avlamak için fırsat gözleyen zalim ve insafsız düşmanlarla çevrilidir. Tek düşen onlara yem olacaktır. Nitekim daha sonraları hep öyle olmuştur. O zamanlar Müslümanlık gibi Türklük de bir şuur, bilinç ve kabul meselesiydi. Kendini Türk hisseden her Müslüman Türk’tü, bunu kabul etmeyen de kim olursa olsun Türklükle bağları kopmuş olurdu. O yüzden ben Kosova’dayken etnik köken olarak Arnavut olduğum halde, kendimi tam bir Türk hissediyorum. Çünkü bizim oralarda bir adam hidayete erince, yani Müslüman olunca, hangi etnik kökenden olursa olsun, ister Sırp olsun, ister, Hırvat, ister Arnavut, ona artık ‘Türk oldu!’ derlerdi. Dolayısıyla biz de elhamdülillah Müslüman olduğumuz için herkes bizi, biz de kendimizi ‘Türk’ bilirdik. Halk bir kelime bile Türkçe bilmezdi ama, yeri geldiğinde, Müslüman olduğunu bildirme ve söyleme ihtiyacı duyduğunda bunu: ‘Elhamdülillah Türküz!’, ‘Allah’a şükür ki Allah bizi Türk yarattı!’, ‘Allah, bize Türklüğü nasip etti!’, ‘Allah bizi, hiçbir zaman Türklükten ayırmasın! ‘Canımızı Türk olarak alsın!’ gibi sözlerle ifade ederdi. Sıbyan mekteplerinde bile İslamın beş şartı çocuklara: ‘Türklüğün şartı beş!’ diye öğretilirdi. Yani azizim! Balkanlarda Türklük ve Müslümanlık birbirinin müterâdifi, yani eş anlamlısıydı. Her ikisi de aynı anlama gelirdi. Türklük, İslam dışında başka hiç bir din ve inançla böyle bağdaşamaz. Dünyadaki pek çok kimseye ‘Hıristiyan Arap olabilir mi?’ diye sorulsa, ‘Olabilir!’ der, hiç garipsemez. Nitekim vardır da. Ama Hıristiyan Türk olabilir mi diye sorulsa, şöyle bir duraksar ve olabileceğine inanamaz. Yani, hiç kimse Türk’e İslam’dan başka bir dini yakıştıramaz. Türklük, bizim için de siyasi, idari ve askeri birliğimizin, gücümüzün, kuvvetimizin adıydı. Bu sadece biz Balkan Müslümanları için değil, neredeyse bütün dünya Müslümanları için böyleydi. Bir Kafkasyalı, bir Afrikalı, hatta bir Arap Müslüman da kendisini aynı zamanda bir Türk ve Türklüğün bir parçası sayardı. Bütün dünyada, bütün Osmanlı coğrafyasında, Avrupalıların, Afrikalıların, batılıların ve doğuluların gözünde ve dilinde de Türk ve Müslüman, Türklükle Müslümanlık aynı şey kabul edilirdi. Öyle ki bir Arap, hatta bir Hicaz’lı bile Türk olarak bilinirdi. Ayrıca özellikle bizim Balkanlarda, Türk demek, Osmanlı demek, her türlü iyi ve güzel hasletleri, bütün olgunlukları, mükemmellikleri üzerinde toplayan adam demekti. Yani Türk dendi mi, Osmanlı dendi mi; Müslüman, efendi, cömert, misafirperver, ahlaklı, edepli, terbiyeli, görgülü, eğitimli, şehirli, medeni, uygar, çelebi adam anlaşılırdı. Kısaca Osmanlı ve Türk sözü, uçsuz bucaksız bir deniz gibi, sınırsız bir ansiklopedi gibi Müslümanlığın bütün inceliklerini, güzelliklerini, olgunluklarını kuşatır, içine alır, kendinde toplardı. Öte yandan, Arnavut, Sırp veya Karadağlı demek, köylü, kaba, saba, vahşi, cahil, görgüsüz, yontulmamış adam gibi anlamlara geliyordu. Zaten Türkler, yani Müslümanlar, daha çok şehirlerde yaşadıkları için, diğerlerine oranla gerçekten de daha medeni, daha bilgili, görgülü ve eğitimliydiler. Gayri Müslimler ise, daha çok kırsal kesimde ve köylerde yaşadıkları için, daha cahil, kaba, eğitimsiz, bilgisiz ve görgüsüzdüler. Onlara herkes domuz çobanı gözüyle bakardı. Müslümanların ve Türklerin sosyal statüleri her bakımdan diğerlerine göre daha üstündü. Bu yüzden, örneğin bir Arnavut için Türkçe bilmek çok büyük bir meziyetti. Birkaç kelime Türkçe bilen bir Arnavut’un artık fiyakasından, forsundan, havasından yanına varılmaz olurdu. Türkçe bilen biriyle karşılaştığında, uygun düşsün düşmesin hemen ‘Nasılsınız Efendim?’ gibi sözlerle Türkçe konuşabildiğini ihsas ettirmeye çalışırdı. Balkanlarda yalnız Müslümanlar arasında değil, gayri Müslimler arasında da Osmanlı ve Türk, dürüstlüğün, sadakatin, doğruluğun, vefanın, iffetin, namusun, şecaatin, yiğitliğin, mertliğin, kısaca insanı insan yapan her türlü vasfın, özelliğin, güzel hasletlerin sembolüydü. Örneğin, Saraybosna’da Hıristiyanlar da, kendi aralarında birbirleriyle anlaşma, sözleşme yaparlarken verilen sözün doğruluğunu teyit ettirmek için : ‘Bu söz, Türk sözü müdür?’ diye sorarlardı. Yani bir sözün doğruluğu, bir anlaşmanın kesinliği ve değişmezliği ‘Müslüman sözü’, ‘Türk sözü’ olduğu belirtilerek teyit edilirdi. ‘Türk sözü’; ‘Müslüman sözü’, doğru söz, dönüşü olmayan söz anlamına gelirdi. Karşı taraf da ‘Evet, Türk sözüdür!’ derse artık ortada hiçbir tereddüt kalmaz, anlaşma ve sözleşme tamamlanırdı. Kısacası Azizim! Her Müslüman gibi, ben de Kosova’da iken şeksiz, şüphesiz, katışıksız, öz ben öz Türk’tüm. Türklüğümle iftihar eder, bana Türklüğü nasip ettiği için Allah’a şükürde, hamd ve senalarda bulunurdum. Çünkü Türklükle Müslümanlık aynı şeydi. Biri gitti mi öbürü de kalmazdı. Fakat gelin görün ki, Türklüğümü ve Müslümanlığımı daha iyi yaşayayım, daha fazla Türk ve Müslüman olayım diye Türkiye’ye geldiğimde bu sefer de bana etnik kökenime bakarak ‘Sen Türk değil, Arnavutsun!’ dediler. Maalesef Türklüğe de, Müslümanlığa da yapacağımızı yapmışız. Türklük bir etnik grubun adı değildir. Tarih boyunca da hiçbir zaman olmamıştır. Türkçe konuşan kavimlerden o birliğe girip Türk adını alanlar olduğu gibi, girmeyenler, girmek istemeyenler böylece Türk adını almayı reddedenler, girip de sonradan çıkanlar da vardır. Bugün bile Türkçe konuştukları halde kendilerine kendilerine Türk denmesini istemeyenler de var. Onlar Türk adıyla değil, kendi kavim ve kabilelerinin adıyla anılmayı tercih ediyorlar. Öte yandan tek kelime Türkçe bilmediği halde kendini Türk sayan nice topluluklar, toplumlar, kavimler de olmuştur, hala da vardır. Türklük de, Müslümanlık da hep bir bilinç ve şuur meselesi olmuştur. Her ikisi de kazanılabilen ve kaybedilebilen şeylerdendir. Her ikisinde de kan ve soy, sop bağı yeterli değildir. Peygamberlerin eşlerinden ve çocuklarından bile dinsizler, imansızlar çıkabildiği gibi, anası babası Türk olanlardan da Türklükle bütün alakasına kesenler çıkmış, öte yandan Türklüğü sonradan kazanmış nice yabancılar, herkesten daha fazla Türk olabilmişlerdir. Türklük de Müslümanlık da sadece birer boş iddiadan ibaret şeyler değildir. Ona yakışan amel ve davranışlarla ispatlanması gerekir. Irk ve kan bağıyla babadan evlada geçen başka miraslara da benzemezler. Onun için, sadece Türk ve Müslüman ana babadan doğmakla, Türk ve Müslüman olunmaz. Türk ve Müslüman olabilmek için, Türk ve Müslüman gibi düşünmek, hissetmek, inanmak ve yaşamak hem şarttır, hem de yeterlidir. Eğer öyle olmasa, Türk asıllı oldukları bilinen nice boylar, kabileler bugün Türklüğün ve Müslümanlığın en azılı düşmanları olmazlardı. Mesela Bulgarların ve Macarların da aslen Türk oldukları söylenir, ama onlardaki Türk düşmanlığına çoğu Avrupa milletlerinde bile rastlanmaz. Türklük oluşumunu İslam ile kemale erdirmiş, bu millet, bu din ile bu ikrar ile var olmuş, bununla olgunlaşıp kemal bulmuş, bununla sevmiş, bununla sevilmiş, bununla sevinmiş, bununla dirilmiş, bununla derlenmiş, bununla toparlanmış, İslam onlar için ve onlar arasında ırktan da, soydan da nesepten de daha güçlü bir bağ ve aidiyet haline gelmiştir. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Müslümanlıkla aynı manaya gelen Türklük denizine dalan, Türklük şuuruna eren herkes de köküne, kökenine, geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılmıştır. Denizden kopup ayrılan bir damla artık nasıl deniz özelliğini yitiriyorsa, Türklük şuurunu yitirmiş herkes de hemen Türk özelliğini yitirir. Türklük ve Müslümanlığın birleşmesinden sonra meydana gelen o eşsiz ve güzel yapı içerisinde bütün çirkinler ve çirkinlikler güzelleşmiş, biçimsizler biçimlenmiş, şekilsizler şekillenmiş, değersizler değerlenmişti. Bu büyük birlikten kopanlar, ayrılanlar, ayrı baş çekenler ise önce yolu, sonra yürümeyi, daha sonra da kendilerini unutanlar gibi çok geçmeden yitip, kaybolup gitmişlerdir. Sonradan Alman, İngiliz, Fransız, Arnavut, Arap, Kürt, Çerkes olunamaz ama sonradan Türk olunabilir. Nitekim ben de sonradan Türk olanlardanım. Bir inanç, bilinç ve şuur meselesi olan Türklüğü etnik kökene indirgemek, bunu yapanlara da, Türklüğe de Müslümanlığa da yapılabilecek en büyük ihanettir, en büyük kötülüktür. Allah Kur’an’da: “Allah’a ve Rasulüne itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin! Sonra korkuya kapılırsınız da rüzgârınız (gücünüz, kuvvetiniz, kudretiniz, devletiniz, üstünlüğünüz, Allah’ın üzerinizde nusret ve yardımı) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46).’ Buyuruyor. Ayette geçen rîh kelimesinin çok çeşitli anlamları vardır. Bu kelimenin anlamlarının Türk kelimesinin lügattaki anlamlarıyla çok büyük benzerlikler taşıması dikkat çekicidir. Türk kelimesinin Divan-ı Lügati’t-Türk’teki anlamlarına baktığımızda, güçlü, kuvvetli, kudretli, olgunluk, mükemmellik, üstünlük, güzellik gibi anlamlara geldiğini görüyoruz. Ayetteki rîh kelimesi de aşağı yukarı aynı anlamlara geliyor. Ama siz tutar Türklüğü etnik milliyetçiliğe, ırkçılığa, kafatasçılığa indirger, Türklüğün gerçek manasından ve ruhundan habersiz orada burada hindi gibi kabara kabara dolaşmaya, güya Türkçülük ve ırkçılık yapmaya kalkarsanız hem Allah’ın hem de bütün dünyadaki insanların gözünden düşersiniz. Sizin yüzünüzden de Türk kelimesinin bir zamanlar taşıdığı bütün saygın ve üstün anlamlar kaybolur, onun yerine şimdi olduğu gibi size ‘Turkey=hindi’ demeye başlarlar, adınız ve imajının bütün dünyada yerlerde sürünür. İmajınızı düzeltmek için uğraşır didinirsiniz ama bir türlü başaramazsınız. Çünkü insanın kendisini, kendi özünüzü, cevherini düzeltmeden imajını düzeltmesi mümkün değildir. Şöyle tarihe dönüp bakarsanız, Türk Milletine, Türklüğe ve Osmanlı’ya kim ihanet ve düşmanlık etmişse iflah olmadığını, ihanetinin ve düşmanlığının bedelini çok ağır ve acı bir şekilde ödediğini görürsünüz. Asırlar boyunca  kendilerini aynı dünya görüşüne, aynı kültüre, aynı inaçlara, aynı amaç ve çıkarlara sahip tek bir millet olarak gören bir toplumun mensupları ortak Türk üst kimliklerini ortak kimliğini bırakıp kendilerine yeni kimlikler ve aidiyetler aramaya kalkanların akıbetleri ortadadır. İşte Kırım Hanlığı, işte Arnavutlar, işte Araplar! Hepsinin hali ve başına gelenler ortadadır. Şimdi başkaları da kalkar ortak Türk kimliği yerine, onu bir kenara atarak, Tatar, Çerkez, Laz, Gürcü, Abaza, Çeçen, Kürt gibi alt kimliklerini ve etnik kökenlerini öne çıkarıp sadece onlarla yetinmeye, onlarla tanınıp bilinmeye kalkarlarsa onları bekleyen akıbet de farklı olmayacaktır. Mesela Araplar Müslüman olduktan sonra tarihte önemli roller oynamış bir milletti. Bu özelliklerini kaybettikten sonra Türkler sayesinde ve Türk milletinin çatısı altında varlıklarını gayet emin ve rahat bir şekilde sürdürüyorlardı. Osmanlılar döneminde bir Arap milleti vardı, ama şimdi var mı? Bağımsız, ayrı bir millet ve devlet olma hevesiyle yola çıktılar, Osmanlıya ihanet ettiler, şimdi birbirine düşman 22 ayrı devlete bölündüler. Hala da bölünüyorlar. Tek bir millet olma özelliğini kaybettiler. Sadece onların değil, Türkçülerin de Türklüğü ırkçılığa ve etnik milliyetçiliğe indirgemeleri Türklüğe en büyük ihanet ve kötülük olmuştur. Zaten milletimizin, memleketimizin ve bütün İslam aleminin başına gelen en büyük bela bu ırkçılık, etnik milliyetçilik belasıdır. Bu sapık ideolojiden kurtulup, yeniden bir ve beraber olmadıkça hiç birimizin kurtuluşu mümkün olmadığı gibi, Allah korusun bizi daha büyük belaların ve felaketlerin beklediğinden de korkulur.

Beyhan Cenkçi

Bir bayram sonrası görüştüğümüzde ondan dinlediğim şu sözler onun ne kadar ırkçılık ve etnik milliyetçilik düşmanı, sevgisinde ve nefretinde, dostluğunda ve düşmanlığında ne kadar da çok Allah rızasını gözeten biri olduğunu daha iyi anlamamı sağlamıştı. Dedi ki:

  • Din bağının, inanç bağının, duygu, düşünce ve fikir bağının,

gönül bağının kan bağından, akrabalık, soy, nesep bağından çok daha ileri olduğunu hep bilirdim, buna hep inanırdım da dün bunu bir kere daha tecrübe ederek anlamış ve öğrenmiş oldum.

  • Hayrola Hocam ne oldu?
  • Yahu şu bizim Beyhan’la (Beyhan Cenkçi- Eski Gazeteciler

Cemiyeti Başkanı, Hocam’ın amcaoğlu) uzun zamandan beri pek bir araya gelip sohbet edememiştik. Sağ olsun beni büyük saymış bayram diye dün ziyaretime geldi. Oturduk epey konuştuk, uzun uzun sohbet ettik. Fakat birader keşke hiç gelmeseydi ve keşke onunla hiç konuşmamış olaydık!

  • Niye Hocam?
  • Azizim! Hoşbeşten sonra, herhalde birbirimize söyleyecek fazla

lafımız, konuşacak ortak bir mevzumuz olmadığı için, bir müddet öyle sıkıntılı bir şekilde kös kös oturduk. Azizim inanç karşınızdaki insanla aranızda inanç birliği, iman birliği, fikir birliği, duygu ve düşünce birliği olmayınca insan konuşacak mevzu, söyleyecek laf da bulamıyor. Güya benim, herkesle iyi diyaloglar kurabilen, kolay konuşup kaynaşıveren, herkesi dinlemeyi seven, konuştuğu da dinlenen bir adam olduğum söylenir. Baktım ondan bir hareket yok, vakit de geçmiyor, bayram ziyareti ikimize de işkenceye oluyor, ev sahibi olarak yine ben bazı sohbet konuları açmaya, diyalog kurabileceğimizi, konuşup anlaşabileceğimizi sandığım ortak konular aramaya çalıştım. Ama inanır mısın azizim, kendisini az çok tanıdığım için pek bulamadım. Fikirler, düşünceler, gönüller bir olmayınca sohbete girmek de, sürdürmek de, bitirmek de gerçekten çok zor, çok sıkıntılı oluyor, faydadan çok da zarar getiriyor. Daha en başından birbirimizin halini hatırını sorarkan, havadan sudan bahsederken bile birbirimizden pek hazzetmediğimiz, hoşlanamadığımız fark ediliyordu! Eminim o da öyle hissetmiştir. Biraz sonra sohbet konuları derinleşmeye, daha ciddi ve önemli konulara kaymaya başlayınca aramızdaki fikir ayrılıkları, aykırılıkları daha da su yüzüne çıktı, büyüdü, sohbetimiz gittikçe daha da tatsızlaştı. İnsanlar konuşa konuşa anlaşır derler ama biz konuştukça ve tartıştıkça daha da anlaşamaz ve uzlaşamaz hale geldik. Neredeyse her cümlemiz, her kelimemiz bizi birbirimizden daha fazla uzaklaştırdı, daha fazla soğuttu. Çünkü fikirlerimiz, inançlarımız, duygu ve düşüncelerimiz arasındaki farklılıklar, aykırılıklar, uyuşmazlıklar daha fazla ortaya çıkıyordu. Biz çok yakın akrabayız ama her nasıl olmuşsa olmuş, böyle olmuş, birbirimizden iyice uzaklaşmış ve kopmuşuz. E gönüller bir olmadıktan sonra da, aynı dili konuşmak anlaşıp kaynaşmaya değil, daha da uzaklaşmaya, yabancılaşmaya sebep oluyor. Ama ben talebelerimle veya benimle aynı inancı, aynı fikir ve düşünceleri paylaşan bir Müslümanla konuşurken hangi ırktan, hangi soydan, hangi şehirden, hangi etnik kökenden, hatta hangi ülkeden, hangi milletten olursa olsun çok kolay kaynaşıp anlaşabiliyorum. Yaptığımız sohbetlerden de çok büyük haz alıyorum. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyorum, konuştukça konuşasım, dinledikçe dinleyesim geliyor. Nitekim benim en yakın, en samimi dostlarım, talebelerim de kendi hemşehrilerimden, akrabalarımdan, aramızda kan bağı olanlardan değil, din, inanç ve gönül bağı olan başka insanlardan oluşuyor.

Ali Yakup Hoca Gazali ve İhya

Ali Yakup Hoca, hayatta en çok etkilendiği üç kişinin İmam-ı Gazali, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Hasan El Bennâ olduğunu söylerdi.

Özellikle İmam-ı Gazali’ye çok hayrandı. Kendisi tartışmasız bir Gazali ve İhya uzmanıydı. Ali Yakup Hoca, İmam-ı Gazali’yi insanlık tarihinin en büyük psikoloğu olarak nitelerdi. Ona göre insanı, hiç kimse Kitap ve sünnete dayanarak Gazali kadar güzel anlatamamıştır. Derdi ki:

‘Vallahi Azizim! Gazali’nin İhya’sını tanıdıktan sonra bu bana yetti! İhya, Gazali’nin en önemli eseridir. Gazali, bu eserini, ömrünün son zamanlarında, dolayısıyla olgunluk döneminde yazmıştır. İnsanı olgunluğa götüren, yükselten, yücelten ahlak konularını kılı kırk yararcasına bütün inceliğiyle araştırmış, bunları ayet ve hadislerle ispat etmiştir. Öte yandan yine insanın şehvet, hırs, tama, haset, kin gibi kötü duygularını nasıl dizginleyeceğini, bunların şerrinden ve Allah’ı bırakıp şeytana kul olmaktan nasıl kurtulabileceğinin çarelerini de aramış, mükemmel bir şekilde açıklayabilmiştir. Hakikaten tarih-i beşerde Gazali kadar büyük bir psikolog yetişmemiştir. İnsanın özelliklerini, neden mürekkep olduğunu, Hakk’ka nasıl vasıl olacağını… İnsanı İmam-ı Gazali kadar hiç kimse anlatamamıştır. Ben psikoloji sahasında yazılmış o kadar kitap okudum, ama Gazali gibi insanı insana, insan gibi, insan olarak tanıtanını görmedim. Örneğin Freud, insanı tutar hayvana benzetir. Batılıların büyük psikolog saydıkları Freud, şehveti serbest bırakmayı, insanı adeta hayvanlaştırmayı teşvik ederken; aynı konuda Gazali insana şehvet bataklıklarından kurtulma yollarını gösterir. Gazali, insanı aşağıların en aşağısı bir durumdan yücelerin en yücesine, melekût alemine doğru yükseltebilmenin, adeta melekleştirmenin yollarını bütün ayrıntılarıyla açıklar. Ahlak konularını İslama bağlayan büyük bir ahlakçı ve psikologdur. İhya kitabı aşkla ve şevkle okunmaya değer bir kitaptır. Bundan dolayı islam dünyasında yazılan bütün ahlak kitaplarının tek kaynağının İhya olduğu söylense gerçek dışı bir şey söylenmiş olmaz. Bu kitabı çok okumak ve burada anlatılanları meleke haline getirmek bir Müslüman için çok gereklidir.

Ali Yakup Hoca, mevcut tercümelerini beğenmez ve çok yetersiz bulur, bunun nedenlerini şöyle açıklardı. ‘Azizim! İhya’yı tercüme etmek sadece kuru Arapça bilgisiyle olmaz. Onu tercüme edecek adamda Gazali’nin ihlâsının da bulunması gerekir. Yoksa tercüme kuru bir metinden ibaret kalır. Bu yüzden ben, böyle temel kitapların tercümeden çok ehil kimseler tarafından okutulmasını daha verimli ve yararlı görürüm. Bizde eksiklik sadece ilim eksikliği değil, daha da önemlisi ihlas ve tevazu da yok! Tevazuun da öyle mecazi değil, hakiki tevazu ve mahviyetkarlık şeklinde kendini göstermesi gerekir. Ne yazık ki ilimle beraber bunlardan da mahrumuz.

Ali Yakup Hoca’nın bu açıklamaları, bize onun mizacı için de önemli ipuçları verir. Ömrü boyunca onun en çok haşir neşir olduğu eser, Gazali’nin İhya’sıydı dense fazla abartılı olmazdı. Hoca, İmam-ı Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddin’ini Emir Buhari Camiinde yıllarca çok kalabalık bir öğrenci ve dinleyici grubuna ders olarak okutmuş, dört ciltlik bu dev eserin bitmesine onbeş sayfa kala kendisine felç gelmişti.

Ali Yakup Hoca, Türk Milletine ve Osmanlı’ya ihanet ve düşmanlık eden hiç kimsenin iflah olmadığını ve olamayacağını, ihanetinin ve düşmanlığının bedelini önünde sonunda mutlaka en ağır ve en acı bir şekilde ödediğini ve ödeyeceğini de söylerdi. Bu da kafadan atılmış, heva ve heves mahsülü boş bir iddia, indi bir görüş, şahsi bir fikir değildi. Hiçbir zaman delilsiz, mesnetsiz, kanıtsız konuşmayan Hoca, Kırım Hanlığı’nın, Arnavutların ve Arapların başına gelenleri bu sözlerine delil olarak gösterirdi.

Arnavutlar’ın Irkçılıktan ve Bölücülükten Gördüğü Zararlar

Ali Yakup Hocam, çok büyük bir Türklük ve Müslümanlık bilinci, şuuru ve sevgisi ile onunla aynı oranda büyük bir ırkçılık, kavmiyetçilik, asabiyet nefreti ve düşmanlığı vardı. O İslamın sınırları içinde kalarak her ikisinin de ayarını ve kıvamını tam tutturabilmiş ender münevverlerimizden ve mütefekkirlerimizden biriydi. Ali Yakup Hocam’ı ırkçılıktan bu kadar çok nefret ettiren sebeplerin başında, ırkçılık belasının başta Arnavutlar olmak üzere, bütün Balkan Müslümanlarının ve İslam dünyasının başına gelen felaketler, bela ve musibetleri çok iyi bilmesi geliyordu. Bunları uzun uzun anlatır, aklı başında olan herkesin bu olup bitenlerden dersler çıkarması ve ibret alması gerektiğini söylerdi. Hocam kendisi de Arnavut kökenliydi.

Hocam’ın Türklük Anlayışının Temelleri

Ali Yakup Hocam’daki bu ırkçı, etnik milliyetçi, Turancı görüşlere sahip olanları bile şaşırtacak ve kıskandıracak düzeydeki gerçek Türklük sevgisinin, Türk Milletinin daha iri daha diri, daha güçlü, daha bir ve beraber bir şekilde güçlenerek ve büyüyerek varlığını kıyamete kadar devam ettirebilmesi yönündeki arzusunun, hevesinin, idealinini, gayesinin bazılarına garip gelebileceğini, kafalarında bunun İslam’da kesinlikle reddedilmiş olan ırkçılıkla, etnik milliyetçilikle bir ilgisi olup olmadığı, en önemlisi de İslamın temel prensiplerine ve hükümlerine aykırı bir duygu ve düşünce olup olmadığı şüphesinin uyanabilmesi mümkündür. Bu yersiz ve yanlış düşüncelerin izalesi için öncelikle Hocam’daki bu fikirlerin, duygu ve düşüncelerin ırkçılıkla ve etnik milliyetçilikle hiçbir ilgisinin olmadığını, Hocam’ın bu konularda çok hassas ve dikkatli olduğunu tekrar belirtmeliyim. Onun bu yöndeki fikirleri, duygu ve düşünceleri, değerlendirmeleri İslamın özüne, tarihi gerçeklere son derece uygun, varlığımız, birliğimiz, dirliğimiz, geleceğimiz için de son derece önemli fikirler, duygular, düşünceler ve değerlendirmelerdi. Bir kere o Türklüğü bir etnik kimlik adı, bir ırk, kavim, kabile adı olarak kabul etmediği gibi onun Türklük sevgisi başka unsurlar, ırklar, kavimler kabilelere karşı bir ırkın, kavim ve kabilenin üstünlüğünü savunan, diğerlerini yıkıp, kırıp, geçirip yok edip, sadece kendi ırkının hakimiyetini isteyen bir kavim, kabile, ırk, ulus sevgisi değildi. Temelinde İslam inanç ve idealleri, bunların yeryüzünü huzur ve barış yurdu haline getirmesi için şart olan bir büyük birlik ve beraberlik ihtiyacından doğan yüce bir duygu, düşünce ve anlayıştı. Onun Türklük sevgisi İslama son derece uygun bir sevgi idi. Çünkü Allah’ın, Peygamberin, Kur’an’ın diliyle övülmüş, bütün Müslümanlarca sevilmiş olan Türkleri sevmek değil, sevmemek dini sorumluluğu ve vebali gerektiren bir durumdur. Müslüman Allah’ı seven, Allah’ın sevdiklerini seven kimsedir. Kur’an’da elbette bütün Müslümanları kapsamakla beraber özellikle Türklere ahlak ve karakter olmuş, daha çok da onlarla ilişkilendirilebilecek pek çok ayetler vardır. Bunlardan bir kaçını burada zikredelim:

‘Ey insanlar! Eğer O dilerse, sizi giderir yok eder de (yerinize) başkalarını

getirir. Allah buna da kadirdir. Kim dünya mükafatını isterse (bilsin ki) dünyanın da ahiretin de bütün mükafatı Allah’ın katındadır. Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, (hakim)ler ve Allah için şahitlik eden (insan)lar olun. (O hükmünüz veya şahitliğiniz) velev ki kendinizin, veya ana ve babalar(ınız)ın ve yakın hısımlar(ınız)ın aleyhinde olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, ikisine de (sizden daha) yakındır (ve hallerini sizden iyi bilicidir). Artık siz, (haktan) dönerek (keyf ü) hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır. Ey iman edenler, Allah’a Onun peygamberine ve gerek o peygamberine ayet ayet indirdiği kitaba, gerek daha evvel indirdiği kitaba iman (da sebat) edin! (Nisa Suresi, Ayet: 133–136).’

‘Yarattıklarımızdan, daima hakka ileten ve adaleti hak ile yerine getiren bir millet bulunur. Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake götüreceğiz. Onlara mühlet veririm; (ama) benim cezam çetindir (A’raf Suresi, Ayet: 181-183).’

Yemin olsun! Maruf için (iyilik için) (o birbiri ardınca gönderilenlere! Dine ve akla uygun şeylerle ve iyiliklerle, Allah’ın emirlerini hamilen birbiri ardınca gönderilen müminlere, meleklere, vahyin bölümlerine, kalplere inen doğuşlara, rüzgârlara!) (Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak) şiddetle esip savuran, büküp deviren fırtınalar gibi görevlerine koştukça koşanlara! (Allah’ın dinini ve buyruklarını yeryüzünde) yaydıkça yayanlara! (diriltip harekete getirenlere!) Hakk ile batılın arasını ayırdıkça ayıranlara (Hak ile batılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, gerçekle sahteyi) tam anlamıyla ve gerektiği gibi iyice ayıranlara! Özür veya uyarı için (Özrü, mazereti, suçu, hatayı, günahı, eksikliği ortadan kaldırmak, kötülüğü önlemek veya uyarmak için, arındırmak veya sakındırmak için öğüt telkin edenlere, kötülüğü imhaya, azâb ile tehdide çalışanlaraKur’an’ı ulaştıranlara! Ki size va’d olunan, uyarıldığınız şey muhakkak gerçekleşecektir (Mürselat Suresi, Ayet 1-7).

Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir

ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?! İşte kafirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir. Böylece biz, her kasabada, oralarda bozgunculuk yapmaları için, günahkarlarını liderler yaptık. Onlar yalnız kendilerini aldatırlar, ama farkında olmazlar (En’am Suresi, Ayet:122-123)

Ey imân edenler! Hep birden (Allah’a itaat ve O’na kul olmanın derin

anlam ve hikmetini anlayarak, birbirinizle çekişmeyi, çatışmayı bırakıp) sulh ve selâmete (barışa, güvenliğe, İslam’a) girin! Şeytanın (ve benzerlerinin) izinden gitmeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır (Bakara Suresi, Ayet: 208).

Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın! Parçalanıp, ayrılmayın!

Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalplerinizi (İslam’a ısındırıp) birleştirmişti. İşte Onun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşleri olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor. Tâ ki doğru yola eresiniz ( Âl-i İmran Suresi, Ayet: 103).’

‘Onların kalplerini, Allah birleştirmiştir. Sen, yeryüzünde bulunan her

şeyi verseydin, yine de onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı (Enfâl Suresi, Ayet: 63).

‘Allah’a ve Rasulüne itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin! Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46). (Ayette geçen rîh =rüzgar kelimesi, mecazen güç, kuvvet, yardım ve devlet gibi anlamlara da gelir. Türk kelimesinin de aynı anlamlarının olması ilginçtir.)

‘Allah mü’minleri, (şu) üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, temizi pisten ayıracaktır. Ve Allah sizi gaybe vakıf kılacak değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (onu gaybe vakıf kılar). O halde Allah’a ve elçilerine inanın; eğer inanır ve (günahlardan) korunursanız sizin için büyük mükafat vardır (Âl-i İmran Suresi, Ayet:179).

Biz, bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza

eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir ( Ankebut

Suresi, Ayet: 69).

Müminlere yardım etmek ise bizim üstümüzde bir haktır. (Rum:47)

Andolsun ki, peygamber kullarıma söz vermişizdir; onlar mutlaka zafere

ulaşacaklardır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir (Saffat Suresi, Ayet:171-173).

Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lakin Allah bütün insanlığa karşı lutuf ve kerem sahibidir. (Bakara:251)

Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil

etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın (Tevbe Suresi, Ayet:14).

Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım

ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz (Muhammed Suresi, Ayet:7).

Bunun hikmeti şudur: Bir kavim nefislerinde olan (iyi hali)

değiştirinceye kadar, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir (Enfal Suresi, Ayet:53).

Daha yazılabilecek, delil gösterilebilecek pek çok ayeti kerimeler var ama biz bu kadarıyla yetinelim. Peki bunların Türkler’le ne alakası var diyenlerin İslamı, tarihi ve İslam tarihini biraz daha derinlemesine incelemeleri gerekir. Ama bu ayetlerin konumuzla ilgisini ünlü Arap edibi ve yazarı Cahiz’in miladi 840 yıllarında yani Türkler daha yeni yeni İslam dairesine girerken çok büyük bir ileri görüşlülükle, bilimsel ciddiyetle kaleme aldığı Fezail ül’Etrak adlı eserinden bazı alıntılarla ortaya koymaya çalışalım. Diyor ki Cahiz:

“Türkler, Allah’ın davetini kabul ettikten (Müslüman olduktan) sonra her yerde hak davanın, İslam düşmanlarını kahr eden, ülkeler feth eden, devletler kuran gerçek sahibi olmuşlardır. Onlar devlet ağacının bittiği yer ve hak davanın gerçek sahipleridir. Devlet rüzgârı onlardan yana esmektedir. İslamiyetin başlangıç döneminde ensarın durumu ne ise, daha sonraki dönemlerde de Türklerin durumu odur. Allah, Türkleri İslamla şereflendirerek dinini onlarla desteklemiştir. Medineli Müslümanlar ensarlık (yardımcılık) unvanını nasıl hak etmişlerse, Türkler de öyle hak etmişler, bu yüce görevi candan ve gönülden benimsemişlerdir. Türkler Müslümanlığı kendileri için asla dönmeyecekleri bir yol, mezhep, soy ve nesep edinmişler, bununla sevmişler, bununla sevilmişler, bununla bilinmişler, bununla tanınmışlar, çocuklarını da bu inançla, bu duygu ve düşüncelerle besleyip büyütmüşlerdir. Allah, Müslümanlara yapılan zulüm ve haksızlıkların öcünü ve acısını, zalimlerden intikamını onlarla alır, zalimlere karşı kalplerde birikmiş öfke fırtınasını onlarla dindirir, gönüllerde tutuşan kin ateşini onlarla söndürür, mazlumların gözyaşlarını onlarla siler. Türkler, bu yolda ne kadar büyük zulümler ve haksızlıklar görseler, dövülseler, sövülseler, kovulsalar, sürülseler, kılıçlarla doğransalar, mızraklarla delinseler, çeşitli işkencelere uğratılıp paramparça edilseler de hak bildikleri bu yoldan asla dönmezler. Onlar siyah bayraklara, sağlam rivayetlere, Hazreti Peygamber’den rivayet edilmiş, sağlam hadislere sahiptirler. Hadis ilmi, onlar arasında gelişmiş, onlar sayesinde sağlam bir hüviyet kazanmıştır. Bütün yaşananlar, olup bitenler, onlar lehinde rivayet edilen haberlerin, hadislerin ne kadar sağlam ve gerçek olduğunu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koymuştur. Güneşin doğduğu taraftan geldikleri için uğur da onlardadır. Bundan sonra onların işi hep ileri gidecek, hiç geri gitmeyecektir. Onlar, İslamın ve Müslümanların en zor, en sıkıntılı, en karanlık dönemlerinden birinde doğudan güneş gibi doğdular. Gündüz gibi bütün ufuklara ve dünyaya yayılacaklar. Onlar Allah’ın dinini, bu hak davayı develerin ve atların gidebildiği yerlere kadar götüreceklerdir. Bundan sonra bu işin eskisi de, yenisi de, başı da, sonu da onlardır. Büyük savaşlar, önemli fetihler, eşsiz zaferler onların işidir. Savaş meydanlarında atlarını soluya soluya, harıl harıl koşturup kişnetenler, nallarından kıvılcımlar saçanlar, sabahın seher vaktinde düşmanları basanlar, tozu dumana katanlar, düşman topluluklarının ortasına fütürsuzca dalanlar (Adiyat Suresi, Ayet: 1-5) döne döne korkusuzca döğüşenler, hız ve çabukluklarıyla elbiselerinin ve kılıçlarının rüzgarı ıslıklar çalanlar en çok onlardandır. Başka milletler ne kadar üstün, parlak, büyük, yüksek, ulaşılmaz faziletlere ve şereflere sahip olurlarsa olsunlar, üstünlük ve şerefte Türklerin ulaşabildiklerinin onda birine bile ulaşamazlar.’

Sadece Cahiz değil, Avusturyalı oryantalist von Karabacek de

dünya tarihinde Türklerin Müslüman olması kadar dışarıdan bakıldığında ilk bakışta bu kadar normal, sıradan, önemsiz önemsiz görünüp de doğurduğu sonuçlar ve icra ettiği tesirler itibariyle bu kadar önemli bir olay, tezahürün yok denecek kadar az olduğunu söyler (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, s.140).

Müslüman Türk Milletinin bir ferdi ve mensubu olmanın, Allah, Peygamber, Müslümanlar, insaf sahibi ilim adamlarının gözünde çok büyük bir imtiyaz ve ayrıcalık, aynı zamanda da çok büyük ve ağır bir sorumluluk olduğunu ama şairin:

Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler

dediği gibi bizim bundan çok bihaber olduğumuz gibi bu anlayış seviyesinden de çok uzaklarda olduğumuzu hem okuyup araştırmalarımdan hem de özellikle yurt dışında bulunduğum dönemlerde başıma gelen belki yüzlerce olayla bizzat yaşayarak gördüm ve öğrendim. Örnek olması bakımından bunlardan sadece birini burada arz edeceğim. Ben 1993-1997 yılları arasında Kuveyt’te Tanıtma Müşavir Yardımcısı olarak görev yapıyordum. O zamanlar daha dörtbuçuk yaşlarında olan oğlumu Pakistan Okulu’nun ana sınıfına vermiştim. Çocuğun sınıfı Pakistanlısından Afganına, Sudanlısından Hintlisine, Uzak Doğulusundan Kuzey Afrikalısına kadar pek çok Müslüman ülkeden gelmiş ailelerin çocuklarından oluşan 50-60 kişilik kalabalık bir sınıftı. Bizim çocuk da sınıfın ilk ve tek Türk öğrencisi olarak eğitim döneminin ortalarına doğru okula başlamıştı. Bizim çocuğun Türk olduğunu duyunca öğretmenlerinden öğrencilerine, yöneticilerinden müstahdemlerine kadar herkesin ilgi odağı olmuş. Diğer çocuklara hep isimleriyle hitap edildiği halde bizimkine ‘Türk! Türk!’ diye hitap ediyorlarmış. Tabi çocuk bu Türk kelimesinin ne olduğunu ne anlama geldiğini bilmiyor. Bir gün evde otururken annesine sordu:

– Anne! Biz Türk’üz değil mi? Annesi cevap verdi:

– Evet oğlum, tabii Türk’üz! Çocuk bu cevap üzerinde biraz düşündü sonra:

– Anne biz Türkiye’de Türk değildik, buraya geldikten sonra Türk olduk değil mi? dedi. Çocuk haklıydı. Çünkü Türkiye’de kendisine hiç Türk olduğunu söyleyen ve Türklüğün nasıl bir şey olduğunu anlatan kimse olmamıştı. Aslında Türk olduğunu söyleyerek ortalıkta hindi gibi kabararak dolaşanların çoğunun da Türklük hakkındaki bilgisi bu çocuğunkinden fazla değildir. Onun için de kimse orta yolu bulamıyor, bir aşırılıktan öbürüne yuvarlanıp gidiyor. Maalesef Türklüğün dünya Müslümanlarının gözündeki o itibarı, saygınlığı, olumlu imajı bizim kazandığımız bir şey değil, ecdadımızın kazandığı, bizim de onlara yakışmayan tavır ve tutumlarla her gün biraz daha tükettiğimiz, bitirdiğimiz bir mirastan başka bir şey değildir.

Kimileri Türklüğü Kürtlük, Lazlık, Çerkeslik bir etnisite, etnik bir aidiyet sanıyor, dolayısıyla Türklere ve Türklüğe bir üstünlük, bir fazilet atfetmenin, Türklüğü sevmenin İslama aykırı olabileceğini iddia edebiliyor. Halbuki tam tersi İslam tarihinde oynadıkları büyük rol, yaptıkları büyük hizmetler ortada olan, belli özellikleriyle bizzat Allah tarafından övülen ve sevilen Türkleri ve Türklüğü sevmemek Allah katında vebali ve mesuliyeti gerektirir.

Öte yandan Kur’an’ın bize bir ve beraber olmayı, ayrılığa ve tefrikaya düşmemeyi, hep daha büyük topluluklar oluşturmayı emreden ayetleri ortadayken, Türklük te pek çok etnik unsurun, kavim ve kabilenin, ulusun kederde, tasada, kıvançta, sevinçte ortak olmasının, kader birliği etmesinin somut göstergesi iken, zaten bu yüzden birlik, beraberlik, topluluk, güç, kuvvet, kudret, mükemmellik, olgunluk gibi anlamlara gelirken, şimdi bunları bir tarafa bırakıp herhangi bir etnik grubu onunla yarıştırmak, onunla aynı değerde görmek her bakımdan sakıncalı ve sorunlu bir durumdur. Kimse böyle bölücülüklerin sebep olabileceği vebalin altından kalkamaz. Müslüman asla daha azına razı olmayan, hep daha fazla, daha büyük, daha güçlü olmayı isteyen, arzulayan, arayan kimsedir. Onun için her Müslümana düşen görev de Türklüğü de parçalayıp hepimizi ona buna yem etmek değil, eğer yapabiliyorsak Müslüman Türklüğü gelecekte daha da büyütüp geliştirerek ilerilere taşımak olmalıdır. Bu ırkçılık değildir, bu etnik milliyetçilik değildir, bu Müslümanlığın özü ve gerçek manasıdır. Türk Milletinin özünü ve çekirdeğini oluşturan karabudunu (büyük bütün), sevad-ı azım’ı bu gerçeği her zaman engin ferasetiyle çok iyi görebilmiş ve ‘Varlık birlikle yaşar!’, ‘Düzen bozulursa yıkım yıkım üstüne gelir!’ ‘Lanet bozana, rahmet düzene!’ ‘Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!’ ‘Sensiz bir eksiğiz, seninle tamız!’ gibi atasözleriyle çok güzel ifade edebilmiştir.

Ayrılık, gayrılık, ikilik, bölünmüşlük parçalanmışlık dönemlerinde de

Türk ozanları:

‘Rüzgarımız esmez oldu

Kılıcımız kesmez oldu’

gibi mısralarıyla, daha iri, daha diri, daha büyük ve daha güçlü olmaya olan özlemini, bizi yenebilecek tek düşmanın ikilik ve tefrika olduğunu hep haykırmıştır. Bu yüzden şimdiye kadar milletimizin birlik, beraberlik güçlülük özlemleri, dağınıklıktan şikayeti ve hoşnutsuzluğu, üzüntü ve hayıflanmaları karşısında milleti bölmeye, parçalamaya çalışan küçük siyasi oluşumlar direnememişler, yerlerini daha büyük ve daha güçlü siyasi oluşumlara bırakmak zorunda kalmışlardır.

Ali Yakup Hocam da, Allah’ın, Peygamberinin ve İslamın hepimizden istediği gibi bütün Müslümanların hep daha iri, daha diri, daha güçlü, daha büyük, daha bir ve beraber olmasından yanaydı. Bütün ırkçılıkların ve etnik milliyetçiliklerin yapmaya çalıştığı gibi, olduğundan daha az, daha eksik, daha yalnız, daha küçük olmaya asla razı değildi. Irkçılık, kavmiyetçilik, etnik milliyetçilik gibi fikir ve düşüncelerin, eylemlerin bizi daha büyütmeyeceğini aksine küçülteceğini, güçlendirip kuvvetlendirmeyeceğini aksine zayıflatıp parçalayacağını o yaşanmış tecrübelerle ve engin tarih bilgisi ve bilinciyle çok iyi biliyordu. Allah bize toptan Allah’ın ipine sarılmayı, İbrahim Milletine uymayı emrederken, ayrılık gayrılık davasına kalkışmanın kime ne faydası olabilirdi? O Türklüğü bir ırk, bir etnik köken, bir kavim, kabile birliği olarak değil, değişik Müslüman milletlerin, kavim ve kabilelerin, ırkların, etnik grupların İslam çatısı altında bir araya gelerek, aynı tekne içinde yoğrulup karılarak, İslamın mayasıyla mayalanıp bir araya getirdikleri birliğin, bütünlüğün adı olarak görürdü. Yani o Türklüğe İbrahim Milleti’nin, Türklük adı altında şekillenmiş yapısı gözüyle bakardı. Türk Milletinin ulu bilgesi Dede Korkut’un da işaret ettiği gibi, o da bu birliğin, beraberliğin devamına çok önem verir, bunun bozulmasının en büyük zararının da onu bozanlara, bozmaya çalışanlara olacağına, şimdiye kadar hep öyle olduğu gibi bundan sonra da böylelerinin dininin, imanının, ırzının, namusunun, kanının, canının, malının, mülkünün, adının, sanının, şanının, şerefinin, özünün, sözünün, dilinin, emeğinin, gayretinin kısacası her şeyinin yitip, bitip heder olup gideceğine, böylelerine ne Allah rahmet, ne başka insanların ve Müslümanların merhamet edeceğine, ne de onların ardından yerlerin ve göklerin ağlayacağına inanırdı.

Bu yüzden Ali Yakup Hocam, herkesle Türklüğünün kavgasını verir, mücadelesini yapar, Türklüğünden taviz vermez, Türklükten daha azına razı olmazdı asla hiç etnik milliyetçilik, Arnavutçuluk yapmaz, yapanlara da çok kızardı. Bir defasında ırkçılık, etnik milliyetçilik duyguları ağır basan birine bunun ne kadar saçma bir şey olduğunu şöyle izah etmişti: ‘Azizim, ırkçılığın, etnik milliyetçiliğin ideolojisi olmaz. Onun savunulacak bir tarafı da yoktur. Bir adam hangi ırktan, kavim ve kabileden, hangi boydan soydan doğmuşsa ondandır. O azalmaz, çoğalmaz, yitmez, kaybolmaz, sonradan kazanılmaz, kaybedilmez, kimse onu senin elinden alamaz. Mesela eğer Arnavut, Çerkes, Arap, Çeçen, Laz, Kürt, Oğuz, Kazak, Kırgız, Kazak her neysen ve bu ırklardan olmak senin için çok önemliyse hiç korkma kimse onu senin elinden alamaz, değilsen de zaten ne kadar uğraşsan olamazsın. Doğarken ne kadar o ırktansan, ölürken de aynen öyle eksiksiz fazlasız yine öyle ölürsün. Ama Müslümanlık öyle değildir. O kazanılabilir de kaybedilebilir de. Nitelik farkı da vardır. Her Müslüman aynı derecede, aynı kalitede, aynı vasıflarda değildir. Onun için Müslümanlığı yaşamanın ödülü olan cennetin de dereceleri vardır. Herkes onu yaşayabildiği ölçüde, o yolda mesafe kat edebildiği ölçüde Müslümandır. Doğarken herkes İslam fıtratı üzerine doğar ama hiç kimsenin Müslüman olarak ölme garantisi yoktur. Onun için bir Müslümanın hayatı boyunca vermesi gereken en büyük mücadele, Müslüman olarak ölebilmenin mücadelesi olmalıdır. Allah da bizden onu istiyor. Bize: ‘Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak olarak can verin! (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 102)’ buyuruyor. Şimdi toplumumuz ve milletimiz içindeki gelişmelere, ırkçılık ve etnik milliyetçilik hareketlerine baktıkça ona ve onun gibi doğru ve yerinde düşünebilen ve davranabilenlere ne kadar ihtiyacımız olduğu daha iyi ve daha net bir şekilde görünebiliyor. Tarih anlayışında mutabakat sağlayamayan tarih bilinci gelişmemiş ülkelerin aydınlarının hiçbir konuda anlaşabilmelerinin, belli bir amaca yönelik olarak toplumlarına dinamizm ve canlılık aşılayabilmelerinin ne kadar zor hatta imkansız olduğuna bizim halimizden daha açık bir örnek olamaz.

Ülkemizdeki Kimlik Tartışmalarının Düşündürdükleri

Bugün içinde bulunduğumuz sorunlara, kafa karışıklıklarına baktığımda Ali Yakup Hocam’a ve onun gibi berrak ve doğru düşünceli uzlaştırıcılara ve barıştırıcılara ne kadar çok ihtiyacımızın olduğunu üzülerek ve hayıflanarak tekrar görüyorum. Bugün en önemli fikri, dini, imani, siyasi, sosyal, milli, tarihi, iktisadi meselelerimizde bile en etkili ve en yetkili ilim, fikir ve siyaset adamlarımızın ortaya koydukları teşhislerin, tespitlerin, uygulamaların, açıklamaların, fikir, görüş ve önerileriin ne kadar yanlış, gerçeklerden uzak, olumsuz gelişmelere gebe, ahmakça, aptalca şeyler olduğunu görmek Ali Yakup Hocam’ın rahlei tedrisinden geçmiş biri olarak beni milletimiz, halkımız ve bütün Müslümanlar adına son derece korkutmakta, endişelendirmekte ve ürkütmektedir.

En akıllı, mantıklı, güvenilir, inanılır bildiğimiz kimseler bile çıkıp;

hepimizin Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Boşnağıyla, Arabıyla kardeş olduğumuz, Türk bayrağının rengini sadece Türkün değil, Kürdün, Lazın, Gürcünün, Çerkezin, Arnavutun, Romanın vs nin kanından da aldığı gibi şeyler söylüyorlar. Üstelik güya toplumdaki en birleştirici, uzlaştırıcı, bağdaştırıcı söylemler bunlar. Ama bu son derece yanlış, tarih bilgisinden ve bilincinden uzak, çok yanlış ve tehlikeli bir söylemdir. Çünkü Türklük ve Türk adı, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Roman gibi bir etnik grubun adı değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Türklüğü, Türk milletini etnik bir unsura indirgeyen, Türk kimliğini etnik bir kimlik olarak gösteren bu söylem, tarihi gerçeklerle hiç örtüşmediği ve bağdaşmadığı gibi birleştiricilikten, bütünleştirilikten de çok uzaktır. Bunun Milleti birlik ve beraberliğe çağırırken bile bölücülük yapmaktan, ikilik, ayrılık gayrılık havaları çalmaktan hiç farkı yoktur. Böyle söylemlerin çok olumsuz, uğursuz, yanlış, tehlikeli ve ayrıştırıcı anlamlara ve çağrışımlara neden olduğu da açıkça görülmektedir.

Bazıları Türklük ve Kürtlüğü birbirine eşit iki etnik köken, kimlik, aidiyet olarak tanımlıyorlar ve herkesin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliğinde buluşmasını, birbirine bağlanmasını savunuyorlar. Bu da çok yanlış ve sakat bir anlayış ve düşüncedir. Türklüğün onu oluşturan unsurlar arasında Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlı olmaktan çok öte anlamları vardır ve Türklük T.C’ye vatandaşlık bağıyla bağlı olmaktan bu çok daha fazla, çok daha ileri ve çok daha güçlü bir bağdır. Örneğin Ali Yakup Hocam, 1957 yılında Türkiye’ye gelmiş ve ondan sonra T.C. vatandaşı olmuştu. Şimdi Ali Yakup Hocam, Kosova’dayken veya Mısır’dayken Türk değil miydi? Hatta o zamanlar çok daha fazla Türk olduğunu, Türklük bilinciyle dolu olduğunu bizzat kendisi söylerdi. Dünyadaki bütün Türkler de Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı değildir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında olup da kendisini Türk sayan, Türk hissedenlerin sayısı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından kat be kat fazladır.

Türklüğün ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, nasıl ortaya çıktığını, ne anlam ifade ettiğini doğru dürüst bilmeden ve anlamadan ne Türkün ve Türklüğün, ne Kürdün ve Kürtlüğün, ne de Türkiye’deki başka etnik grupların ve bunların Türklükle ilişkisinin doğru dürüst anlaşılabilmesi ve değerlendirilebilmesi mümkün değildir. Türklük ve diğer etnik gruplar ve unsurlar arasındaki ilişki bir parça ve bütün ilişkisi olduğu gibi, Türk-Kürt ilişkisi de bir parça ve bütün ilişkisidir. Türklük bir etnisite, bir ırk, kavim, kabile adı değildir. Kürtler, Çerkesler, Lazlar, Pomaklar, Oğuzlar, Avşarlar, Kazaklar, Kırgızlar, Tatarlar, Azeriler, Eymürler, Araplar, Arnavutlar vs gibi unsurlar da onu oluşturan parçalardandır. Türk bir bütündür, Kürt onun parçasıdır, bir uzvudur. Hiçbir şeyin parçası ait olduğu bütünü kapsayamaz, içeremez ama bütün o parçayı da içerir. Hatta o bütünü oluşturan parçalar tek tek bir araya getirilip, matematiksel olarak toplansalar bile yine de tam olarak o bütünü ifade edemezler, karşılayamazlar. Bütün anlaşılıp kavranmadan, sadece parçadan yola çıkılarak ne parçanın anlaşılıp kavranması mümkün olabilir ne de bütünün. Bütün, kendisini meydana getiren parçaların toplamından çok daha fazla ve çok daha başka bir şeydir. Her Kürt Türktür, ama her Türk’ün Kürt olması gerekmez. Ayrıca her Kürt, aynı zamanda Türk olabilir, ama eğer kan bağı yoksa aynı zamanda örneğin Laz, Arnavut, Arap, Çerkes olamaz. Bunların hepsi Türklük ortak paydasında buluşabilirler ve asırlarca da buluşmuşlardır.

Bir melodiyi nasıl onu oluşturan notalardan her birini öğrenip bellemekle algılayıp tanıyamaz, ancak o melodiyi veren notaların oluşturduğu orijinal bütünü, notalar arası harmoniyi belleğimizde tutarak algılabilir ve tanıyabilirsek, bir bütünü de parçalara ayrıştırarak değil, kendi anlamlı bütünlüğü içinde anlamayabilir ve algılayabiliriz. Bir orkestranın çaldığı bir beste dinlenirken, her bir müzisyenin tek tek katkısı değil, hepsinin katkısıyla ortaya konan müzik eseri dinlenir. Bir bütün, parçalara ayrıştırılarak ve o parçalardan yola çıkılarak anlaşılamaz. Çünkü bütünün parçaları arasında değişken bir ilişki vardır ve bir bütün, onu oluşturan parçaların toplamından daha ayrı ve farklı bir şeydir. Örneğin, herhangi bir yemek pişirildiği zaman, ortaya içine konulan yiyeceklerin toplamından daha değişik bir şey çıkar. Tüm zihinsel faaliyetlerde anlam, durumun bütününün algısından ortaya çıkar. Hiçbir parça, bütünün içerdiği özelliklere sahip olamaz. Bütün anlaşılmadan da parçalar doğru dürüst anlaşılamaz. Eğer bütün önce parçalara ayrılır, öğelere bölünür, ondan sonra da bunlar toplanarak algılanmaya çalışılırsa, anlam gözden kaçar. Çünkü bütün, kendini oluşturan parçaların toplamından daha fazla, daha farklı ve daha büyüktür.

Türklük de tarih içinde onu meydana getiren unsurların toplamıdır ve o parçlardan çok daha farklı ve çok daha fazla bir şeydir. Hatta bazıları bu oluşumun hala devam ettiğini, kıyamete kadar da gelişerek böyle sürüp gideceğini de öne sürmektedirler. Onu meydana getiren ve kendisinin ayrılmaz bir parçası olan diğer unsurları o bütünü, o oluşumu tam olarak anlamadan, kavramadan anlayabilmek, kavrayabilmek ve anlamlandırabilmek mümkün değildir. Hal böyleyken parçayla bütünü, yani Kürtle Türkü kıyaslamaya, karşılaştırmaya kalkmak son derece yanlış ve abesle iştigal sayılabilecek işlerdendir. Evet, Kürtler en başından beri Türklüğü oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Hep öyle olmuştur, hep de öyle olacaktır. Nerede Türk varsa, orada Kürt de vardır. Tarih boyunca bunlar hep bir, beraber ve iç içe olmuşlardır. Ama Türklük bir üst kimlik, Kürtlük ise bir alt kimliktir. Kürt olmak, Türk olmaya engel değildir. Bir insan sonuna kadar Kürt, sonuna kadar da Türk olabilir. Bunlar birbirinin zıddı olmadığı gibi birbirine zarar verecek şeylerden de değildir. Hatta Kürtlük bir vücudun gözü, kulağı veya organlardan biri gibi ana gövdeden yani Türklükten asla ayırılıp koparılamayacak, kendi başına var olması, yaşaması imkansız bir parçasıdır. Nitekim eğer Türklük olmasaydı, daha doğrusu Kürtler bütün diğer etnik unsurlarla, kavim ve kabilelerle birleşerek, bütünleşerek Türk Budununu (Türk Milletini, birliğini, bütünlüğünü) oluşturmasalardı, bugün yeryüzünde Kürt diye ayrı bir etnik grup da var olamazdı. Bu yüzden Türk Budunu olmadan veya ondan koparılarak, Kürt unsurunun var olabileceğini veya daha iyi, daha fazla olabileceğini iddia etmek asla düşünülemez ve savunulamaz. Kürt ancak Türklük içinde var olabilir, daha fazla ve daha iyi olabilir. Bu gerçek Türklük denizinde birleşmiş bütün diğer etnik gruplar ve unsurlar için de aynen geçerlidir.

Hele bazılarının yaptığı gibi parçayla bütünün karşılaştırılması hiç olabilecek ve anlaşılabilecek şeylerden değildir. ‘Hepimiz Türküyle, Kürdüyle… kardeşiz!’ denemez. Ama ‘Hepimiz Kürdüyle, Lazıyla, Çerkesizle, Oğuzuyla, Avşarıyla Türk’üz!’ denebilir. Çünkü Türklük bir etnik kimlik, alt kimlik adı değildir, bizim ortak adımız, üst kimliğimizdir. Bir alt kimliğin, bir etnik grubun parçasını oluşturduğu ortak ve üst kimlikle, adla beraber anılmaya, kıyaslamaya kalkması bülücülükten, ayırımcılıktan başka bir mana ifade etmediği gibi bu durum hem diğer etnik unsurlara karşı bir haksızlık ve hem de onları tahrik edici bir tutum ve davranış niteliği taşır. Diğer etnik gruplar da örneğin Oğuzlar da çıkıp ‘Yahu size ne oluyor? Ben şimdiye kadar kaç imparatorluk kurmuş bir kavim ve kabileyim. Çoğu Türk devletlerinin kuruluşuna ben öncülük ettim. Ben kendimi Türklükle kıyaslamıyorum, eşit saymıyorum, kendimi onun parçası sayıyorum da size ne oluyor? Siz benimle bile kıyaslanamazsınız!’ derse ne olacak? Olacağı şu, Allah korusun, bizi birbirimize düşürmek, düşman etmek, kırdırmak isteyen düşmanlarımızın arzu ettiği ve beklediği şeyler olacak! Son zamanlardaki bu Kürt, Türk, etnik milliyetçilik meselelerinin gündemimizde bu kadar geniş yer işgal etmesi hiç hayra alamet değildir.

Ne Müslümanı Müslüman, Ne Yahudisi Yahudi!

Etnik milliyetçilik bağlamında yapılan gereksiz tartışmalar bana hem çok boş, yersiz ve anlamsız geliyor, hem de yirmi yıl kadar önce yaşanmış bir olayın ışığında adam kalitemizin ne kadar düştüğünü gösteriyor. 1980’li yıllarda ben daha genç bir müfettiş muavini iken, kalabalık bir müfettiş grubuyla İstanbul’a bir göreve gitmiştik. Bir pazartesi günü başmüfettişlerden biri bize hafta sonu Beyoğlu’nun arka sokaklarında dolaşırken başından geçen çok ilginç bir olayı anlatmıştı.

Bir Pazar günü bu Müfettiş arkadaşımız Beyoğlu’nun arka sokaklarında dolaşırken bir bina ve üzerindeki Sinagog tabelası dikkatini çekmiş. O zamana kadar hayatında hiç Yahudi Sinagogu, Havrası yani ibadethanesi görmediği için nasıl bir yer olduğunu çok merak etmiş. Merakını yenemeyip kapıyı hafifçe itince, kapı ağır ağır gıcırtıyla içeriye doğru açılmış ve arkadaşımız kendisini çiçeklerle süslü genişçe bir avluda bulmuş. Çekinerek sağa sola bakınırken avluya açılan kapılardan birisinden bir adam çıkmış, bizimkine kimi aradığını sormuş. Bizim ki de kimseyi aramadığını, sadece kapıda Sinagog tabelasını görünce, merak edip bakmak istediğini, eğer bir mahzuru yoksa içerisini gezmek istediğini söylemiş. Muhatabının kültürlü biri olduğunu gören adam, gayet nazik bir ifadeyle kendisinin buranın Haham’ı olduğunu, arzu ediyorsa memnuniyetle kendisini gezdirebileceğini belirterek bizimkini içeri davet etmiş. O zamanlar terör saldırıları gündemde olmadığı için Haham, en ufak bir çekingenlik göstermeden ziyaretçisini içeri almış, sinagogun her tarafını gezdirmiş. Haham çok konuşkan biriymiş. Sürekli bir şeyler anlattıktan sonra hep suskun kalan misafirine kendisinin de sormak istediği bir şey varsa hiç çekinmeden sorabileceğini söylemiş. Bizimki bunun üzerine kendisini bir şeyler sormak zorunda hissetmiş ama aklına da pek soracak bir şey gelmemiş. Biraz da laf olsun diye hahama:

– Haham Efendi, nasıl cemaatten memnun musunuz? Cemaatiniz

kalabalık mı? diye soracak olmuş. Sormuş ama, bu sorusuyla hiç farkında olmadan cemaatinden yana çok dertli olan ve onlardan hiç memnun olmayan Hahamın bam teline basmış. O zamana kadar gayet neşeli ve esprili biri olan Haham birden bire ciddileşerek kaşlarını memnuniyetsizce çatıp:

– Yok be iki gözüm! Ne memnun olacağım? Hani nerede memnun olunacak cemaat? Bizimkilerin de sizinkilerden bir farkı yok! Bizimkilerin çoğunu da peşinden kovalasan havraya sokamazsın. Gelenler de bir işe yaramaz. Bizimkiler de Yahudi geçinirler ama koşer tanırlar, ne şabat! Ne duaya gelirler, ne ibadete! Yani aynı sizinkiler gibi! Bu kadar Müslümanın yaşadığı şu şehirde kaç kişi düzenli camiye gidiyor? Bilmiyorum niçin böyle? Maalesef memleket iyice bozulmuş? Öyle bir hale gelmiş ki, ne Müslümanı Müslüman, ne de Yahudisi Yahudi!

Gerçekten de memleketin haline, daha doğrusu bizim onu ne hale getirdiğimize bakıldığında Yahudi Hahamına hak vermemek mümkün değil. Adamcağızın bu sözünü istediğiniz kadar açabilir, çekip uzatabilirsiniz. Artık memleketimizin Müslümanının doğru dürüst Müslüman, Yahudisinin doğru dürüst Yahudi olmadığı gibi, Türk’ünün de doğru dürüst Türk, Kürd’ününün, Lazının, Çerkesinin, Arnavutunun … vb da doğru dürüst Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arnavut denecek hallerinin kalmadığını, hiç birisinin olması gerektiği gibi olamadığını rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Hangi etnik kökenden, hangi bölgeden, hangi inanç ve düşünceden olursa olsun neredeyse herkesin yapıp ettiklerinin genel menfaatlerimize ve çıkarlarımıza, hayrımıza, iyiliğimize olmadığı gibi, uzun vadede bizzat onların ve mensubiyet iddia ettikleri gruplarınkine uygun şeyler olmadığını çocuklar ve saflar bile anlayabilir. Halbuki binlerce acı tecrübeler, felaketler yaşayarak asırlardır Türk adı ve Türklük kimliği altında bir ve beraber olmuş, et ve tırnak haline gelmiş, aynı vücudun parçaları gibi bütünleşmiş etnik grupların birbirleriyle rekabete kalkışmaya, durup dururken birbirlerinden ayrılmaya, bölünmeye, parçalanmaya kalkışmalarının kime ne hayrı olabilir, hangi haklı sebebi olabilir? Bizim birimizin derdi, sıkıntısı, sorunu, tasası hepimizindir, hepimizi etkiler. Birimizin derdini, sorununu çözmeden diğerlerimizinkini çözebilmek, diğerlerinin rahat ve huzur bulabilmesi mümkün olamaz. Bunları çözebilmek, üstesinden gelebilmek için birbirimize daha sıkı kenetlenmekten, daha fazla elbirliği, güç birliği, iş birliği, söz birliği ve gönül birliği yapmaktan, ortak ve birlikte mücadele etmekten başka çaremiz yoktur. Birbirimize zıt ve birbirimizle çelişecek tavır ve tutumlar içerisine girmek hiç kimseye en ufak bir fayda sağlamayaz, aksine onulmaz yaralara ve tahribatlara yol açar.

Birlik ve Beraberlik Havaları

Bugünün çok karmaşık, çok sıkıntılı dünyasında, bizi birbirimize yaklaştıracak, ısındıracak, uzlaştıracak, bağdaştıracak, barıştıracak, bağlayacak, iyi, etkili ve nitelikli birlik ve beraberlik havalarına, bunları besteleyebilecek, çalabilecek, seslendirebilecek uzlaştırıcılara ve barıştırıcılara bugün, her zamankinden çok daha fazla muhtacız. Hem şartlar artık o kadar değişti ki, eskiden tek bir çoban tek bir kavalla, tuza çekilmiş, susuzluktan kıvranan sürüsünü kavalının nağmeleriyle su başına götürüp hiç su içirmeden geri getirebiliyordu. Artık ne öyle birlik ve beraberlik havaları çalabilen çobanlarımız, ne de o tür havalara kulak veren topluluklarımız kalmış. Ali Yakup Hocam, bu toplumun, bu milletin içinden çıkmış en güzel, en iyi, en yararlı uzlaştırıcılardan, birleştiricilerden, en iyi birlik ve beraberlik havaları çalanlardan biriydi. Fakat ne yazık ki günümüzde onun gibilerin sayılarının sürekli azalması, öte yandan dertlerimizin, sorunlarımızın, problemlerimizin ise habire büyümesi ile kafalar, gönüller, ruhlar da karıştıkça karışıyor, bulandıkça bulanıyor, toplumda büyük bir şaşkınlık ve panik havası egemen olmaya başlıyor. Günümüz artık birlik ve beraberlik sağlamaya öyle kaval gibi tek tük enstrümanların da yetmediği bir dönem. Toplumu derleyip toparlayabilmek, olumlu yönlere kanalize edebilmek için onları ruhlarından kavrayabilecek, etkilebilecek, yönlendirebilecek çok daha farklı enstrümanlara, çok daha güzel şarkılara, bestelere ve senfonilere ihtiyaç duyuluyor. Ama ne yazık ki bunları besteleyebilecek, çalabilecek, seslendirebilecek nitelikte kaliteli insanlarımız ortalarda görünmüyor. İlgililerimizin sorunlarımızdan habersizliği, bunlara ilgisizliği ve bilgisizliği, yetkililerimizin etkisiz ve yetkisizliği belimizi büküyor. Akla ‘En akıllımız değirmeyen yoğurt öğütmeye gidiyor’ atasözünü hatırlatacak türden saçamalıklar günden güne artıyor. Kulaklar, artık başkalarının ayrılık gayrılık ikilik havalarını dinlemeye öyle alışmış ki, artık birlik ve beraberlik havalarını üretebilenler de, besteleyebilenler de, çalabilenler de, onları dinlemeye istekli ve hevesli kulaklar da azalmış. Böyle bir ortamda gerçekten de Ali Yakup Hocam gibi uzlaştırıcılara, barıştırıcılara, birlik ve beraberlik havası çalabilenlere olan ihtiyaç ne kadar da kendisini çok hissettiriyor. Turgut Özal vefat ettiğinde benim üçüncü kızım yaklaşık beş altı yaşlarındaydı. Turgut Özal’ın ölümüne çok üzülen ve ağlayan büyük annesine niçin ağladığını sormuş o da onun anlayabileceği cümlelerle ağlamasının sebebini açıklamaya çalışmıştı. Küçük kız anlayabildiği şeyleri kafasında toparlayarak büyük annesine sordu:

  • Büyük anne bizim bir başbakanımız, cumhurbaşkanımız Turgut

Özal’ımız vardı, öldü de sen onun için mi ağlıyorsun?

  • Evet yavrum, onun için ağlıyorum.
  • Büyükanne! Keşke bir tane daha Turgut Özal’ımız olsaydı!

Benim küçük kızımın dediği gibi, Ali Yakup Hocam da her zaman yokluğu, eksikliği hissedilen ve hissedilecek olan değerlerimizden biriydi.

Fakat Türk milleti olarak durumumuz ne kadar zor ve ne kadar sıkıntılı olursa olsun, asla umitsiz, çaresiz, çözümü imkansız da değildir. Yeter ki Hazreti Mevlana’nın:

Ümitsizliğe düşme, ümitler var!

Karanlığa sapma, güneşler var!

beyitlerinde olduğu gibi biz üzerimize düşeni yapabilelim.

Üstelik bizim eğer yararlanmasını ve değerlendirmesini bilebilirsek, çok zengin bir tarihi geçmişimiz, engin tecrübelerimiz, onların bize kazandırdığı çok büyük bir kültür mirasımız da vardır. Bunlar bize sorunlarımızın altından kalkabilmemize yarayacak paha biçilmez imkanlar, fırsatlar, destekler, zenginlikler sunuyor. Bunlardan da yararlanarak, pek ala bizi birbirimizden ayırmak, kulaklarımızdan zehirlemek, bizi akıl almaz çılgınlıklara ve deliliklere sürüklemek için bestelenmiş şarkılara ve bestelere karşı çareler, çözümler, devalar, alternatifler, panzehirler üretebiliriz. Zaten gelecekte de varlığını sürdürebilmeyi hak edebilen sağlıklı, canlı, diri milletler ve toplumlar ancak, her yeni hastalığa, her yeni ayrılık ve gayrılık havasına karşı daha yeni ve daha etkili birlik ve beraberlik havaları besteleyebilen, içinden bunları üretebilecek bestekârlar, icracılar, kompozitörler çıkarabilen toplumlar ve milletlerdir. İnşaallah bu sağlık, canlılık ve dirlik alametlerini en kısa sürede, en bariz ve en iyi şekilde görebilmeyi Cenab-ı Hak bizlere de nasip etsin! Yoksa Allah korusun, gidişimiz ve sonumuz hiç de iyiye varmaz. Şimdi burada kendi şarkılarını unutmuş, başka havaları dinlemeye, onları duymaya, onlara uymaya alışmış, çıldırmış koyunlar gibi kendi sürülerini, kendi topluluklarını, kendi milletlerini, kendi birliklerini, beraberliklerini, asırların birikimiyle kazanılmış ortak onurlarını, şereflerini, izzetlerini, üstünlüklerini terk edip başkalarına katılmaya, onlara yem olmaya can atan, kendilerini helak ve felaket uçurumlardan aşağıya atmaya hazırlanan parçalarımıza geçmişten bugüne bizim bana en güzel ve en etkileyici gelen ortak nağmelerimizden bir kaçını hatırlatmak isterim. Bilmem hepimizi ortak değerlerimize, ait olduğumuz büyük bütüne, karabuduna, sevad-ı azama, nihayet dünya ve ahrette kurtuluşa çağıran bu güzel nağmelerin, şu hoş şarkıların, bu anlamlı çağrıların kimseye bir hayrı ve faydası olur mu?

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR