Ana SayfaManşetTÜRK TÖRESİ

TÜRK TÖRESİ

TÜRK TÖRESİ

Mustafa ATALAR

Bazılarının görmeye ve göstermeye çalıştığı gibi Türk Milleti, asla yasasız, kanunsuz, töresiz, haksız, hukuksuz bir millet değildir, hiç bir zaman da öyle olmamıştır. Tam tersine Türk Milleti töre, yani yazılı olmayan, fakat herkesin bildiği ve uyguladığı kurallar, sosyal sözleşme üzerine kurulmuş bir millettir.

Töre kavramı içerisine, Türk milleti tarafından benimsenmiş, yerleşmiş, davranış ve yaşama biçimlerinin, kurallarının, gelenek ve göreneklerin, ortaklaşa alışkanlıkların, tutulan yolların bütünü giriyordu.

Siyasi, sosyal, ekonomik, hukuki, askeri vb gibi toplum hayatının bütün yönlerini ve günün yirmidört saatini kapsayan Türk töresi, hem toplumun hukuki zeminini oluşturuyor, hem sosyal yaşam, yönetim, ekonomi, mülkiyet, sanat ve teknoloji gibi alanlardaki ayrıntıları düzenliyor, hem de Türk kültürünün unsurlarını içeriyordu. Özel mülkiyet, iş ve çalışma özgürlüğü, imtiyazsızlık, yöneticilerin icraatlarının millet tarafından denetlenmesi, halkın yönetime katılması da Türk töresinin temel düzenleme konuları arasında yer alıyordu.

İslam öncesi dönemlerden beri süregelen, yazılı olmayan ama binlerce yıldan beri Türk Milletince benimsenmiş, genel kabul görmüş, herkesin çok iyi bildiği, tanıdığı, içselleştirdiği ve uyguladığı, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen ‘töre’nin Türk milletinin oluşumunda ve devlet geleneğinde çok önemli bir yeri vardır.

Türk Milleti kadar eski olan, İslam öncesi dönemlerden beri süre gelen ve sürekli gelişim halinde olan, yazılı olmayan ama herkesin çok iyi bildiği bu Türk töresi, toplum hayatının ekonomik, siyasi, sosyal vb gibi her alanını kapsayan ve düzenleyen bir sosyal sözleşme niteliğindeydi. Dolayısıyla Türk milletinin devlet geleneğinde, yani yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerde de bu sosyal sözleşmenin çok büyük bir yeri ve önemi vardı. Yönetimler ancak bu töreye, yani sosyal sözleşmeye uydukları sürece ve bunun gereğini yerine getirdikleri ölçüde milletin gözünde meşruiyet kazanıyordu.

Her sahada düzeni, nizamı ve intizamı çok seven Türkler, onu korumak için de hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. Yazılı yasa dönemine geçinceye kadar Türkler arasındaki hukuki ortamı Türk Töresi oluşturuyordu. Bu yüzden de Türk kimlik ve kişiliğini şekillendiren en temel unsurlardan biri Türk Kültürü ile birlikte Türk Töresi olmuştur. Türklerin karakteristik özellikleri en iyi bir biçimde Türk Töresinde somutlaşır. Türk Milleti, varlığını ve birliğini sürdürebilmeyi ve başarılarını büyük ölçüde Türk töresine borçludur. Adetler, gelenekler, görenekler şeklinde de varlığını binlerce yıldan beri sürdüren, hala da sürdürmeye devam eden bu töreler, tarih boyunca bütün yazılı yasalara, kanunnamelere ve anayasalara da kaynaklık etmiş, yasal boşluklar bu törelerle doldurulmuştur. Türkler, her yönü ile üstünlüğüne inandıkları törelerini, insanlığın iyiliği için dünyaya yaymaya, evrensel egemenliğe ulaştırmaya da çalışmışlar ve gerektiğinde bunun için savaşmışlardır (Turan, 1969).

Türk kelimesinin eski şekli olan ‘Törük’ kelimesinin bile Türk dillerinde toru, törü ve törö şeklinde de söylenen töre kelimesinden türetildiği, bunun töreli millet anlamına geldiği bazı önemli bilim adamlarınca ve ciddi bilimsel çalışmalarla ortaya konmuştur. Alman asıllı, ünlü Rus tarihçisi William Barthold da; Türk adının Orhun Abidelerinde değişik şekilleriyle kullanılmış ‘Toru’ kelimesiyle ilgili olduğuna dikkat çeker. Ona göre, Türk demek, ‘kanun, kural, adet, töre, gelenek, görenek, düzen, nizam, sistem sahibi, kuralları, kanunları olan, bunlarla dirlik düzenlik, birlik ve beraberlik kazanmış halk demektir. (Türk Kültürü ve Medeniyeti, Prof. Dr. Cemal Anadol – Fazile Abbasova – Dr. Nazile Abbaslı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2007, s. 58). (Anadol vd. 2007:58).

Türk Milleti, töre sözcüğünde ifadesini bulan zimni bir toplumsal sözleşme, anlaşma ve kanuni meşruiyet üzerinde var olmuş, bu esaslar üzerine siyasi birlikler kurmuş, ‘töre’nin bozulması ve adil uygulanmaması durumunda düzenin nasıl bozulduğunu, ne büyük perişanlıklar ve dağınıklıklar içine düşüldüğünü çok görmüş ve yaşamış bir millettir. İyi ‘töre’nin, düzenin, nizamın, sistemin, hakkın, hukukun, adaletin, ne olduğunu ve kıymetini çok iyi bilen Türk Milleti, bunun gereğini ve önemini de ‘Rahmet düzene, lanet bozana!’ sözüyle veciz bir şekilde ortaya koymuş, bunların hep en iyisini ve en idealini aramış, yöneticilerinden, liderlerinden, önderlerinden ve aydınlarından istemiş ve beklemiştir.

Ülkelerine, vatanlarına çok bağlı olan Türkler, törelerini ülkeleri kadar, hatta belki daha da fazla önemserlerdi. ‘İl (ülke) gider, töre kalır!’ sözü bu anlayışın en somut ifadesidir. Türklerde yazılı olmayan ama herkesin bildiği teamüli hukukun temelini oluşturan törenin ne kadar önemli ve etkin olduğunu herhalde şu atasözü en iyi şekilde ortaya koymaya yeter: ‘Töre konuşunca, han susar!’(İlhan, 2009:120).

Dünyanın geri kalan ülkelerinde ve bölgelerinde hakkın, hukukun, törenin, kuralın, normun, nizamın, sistemin, düzenin bilinmediği, hele yöneticilerin kendi iktidarlarını sınırlandıracak hiçbir kayıt ve sınırlamaya tahammül edemedikleri, ‘Kanun benim!’, ‘Devlet benim!’ dedikleri zamanlarda bile bu milletin töreli, hak, hukuk, kanun, nizam, sistem, düzen, kural sahibi bir millet olarak doğması, en sade vatandaşından en üst hakanına kadar herkesin kendisini bunlara uymak zorunda görmesi çok ilginç ve üzerinde durulmaya değer bir konudur.

Türk Töresinin sözlü, teamüli hukuk anlamında kullanılması, Türklerin İslamiyet öncesi yazılı hukuklarının olmadığı anlamına da gelmez. Türk Milletinin anayasası ve sosyal sözleşmesi sayılabilecek nitelikteki bu töreler, bu Kanun-ı Kadim, bu temel kurallar ve kaideler, bu anlayış ve değerler, yazılı bir hukuki metin halinde biraraya getirilmemiş olsalar da bunları Türk Milletinin diğer yazılı ve sözlü kaynaklarından çıkarabilmek son derece mümkündür. Dikildikleri tarihler çok eski çağlara kadar inen abideler, dikili taşlara yazılan kitabeler, aynı zamanda birer hukuk belgeleridir. Türk yaşam tarzı, ilkeler, siyasi ve toplumsal ilişkiler (kamu hukuku), kişi hak ve özgürlükleri, görev ve sorumlulukları (özel hukuk), hem anıtlarda, kitabelerde hem de daha sonraki dönemlere ait sözlü ve yazılı metinlerde, örneğin Dede Korkut hikmet ve hikâyelerinde, ‘Divanü Lügat-it Türk’, Kutadgu Bilig’ gibi kaynak eserlerde yazılı hale gelmiş, destanlarda, masallarda, mesellerde, gelenek ve göreneklerde, atasözlerinde, ozanların dilinde yaşamaya devam etmiştir. Birbiri ardına kurulan ve yıkılan Türk devletlerinde de hep aynı töre (hukuk) benzerliği ve devamlılığı korunmuştur. Bütün Türk boy ve illerinde birbirinin tıpatıp aynı töreler geçerli olmasa, zaman içerisinde ve çeşitli coğrafi düzlemlerdeki birimler arasında töreler arasında bazı farklılıklar bulunsa da Türk töresinin genel ve temel karakterinin değişmediği, benzerliklerin farklılıklardan çok daha fazla olduğu, bir devamlılığın ve sürekliliğin mevcut olduğu da rahatlıkla söylenebilir.

İster atasözleri, yazıtlar, kitabeler, anıtlar, destanlar, türküler, halk hikâyeleri gibi anonim eserlerde, ister belli kişilerin, bazı liderlerin, önderlerin, bilgelerin, ozanların, devlet adamlarının ferdi eserlerinde, kitaplarında ifade edilmiş, ortaya konulmuş, üretilmiş olsunlar, eski Türk törelerinin dile getirildiği bu kaynak eserler genelde ferdi değil toplumsal, sosyal, milli birer eser ve olay niteliğine sahiptirler. Çünkü Türk Milleti kadar eski olan, zamana ve zemine gere sürekli bir değişim ve gelişim gösteren, ‘Kanun-ı Kadim’ adıyla da anılan bu Türk töresi, bu sosyal sözleşme tepeden inme buyruklar şeklinde değil, halkın da en geniş katılımıyla, müzakere ve tartışmalar sonucunda oluşuyor, toplum hayatının ekonomik, siyasi, hukuki, idari, sosyal vb her alanını kapsıyordu. Bu töre kavramının içerisine günümüz anlayışına göre, anayasa ve yasalardan, tüzük ve yönetmeliklere, genelgelere kadar bütün hukuki düzenlemeler, adet, gelenek ve görenekler de giriyordu. Töreyi ve töreye uygun olarak oluşturulan kural ve kaideleri, kanunları, hukuki düzenlemeleri başta yönetim görev ve sorumluluğunu omuzlarında taşıyanlar olmak üzere herkes çok iyi bilir ve titizlikle uygulardı. Çünkü yönetimler ancak bu töreye, sosyal sözleşmeye, toplumsal mutabakata uydukları ve bunun gereğini yerine getirdikleri ölçüde milletin gözünde meşruiyet kazanıyorlardı.

Osmanlı Devleti dâhil bütün Türk devletlerinde hazırlanan tüm hukuki düzenlemelerin, kanun ve nizamların, Kanun-i Kadim’e, yani eski Türk törelerine de uygun olmaları, en azından aykırı olmamaları temel şarttı. Aksi bir tutum ve davranış milletin maşeri vicdanında ‘Türk töresini bozmak!’ olarak mahkûm edilebilirdi ki, bu da halkın gözünde yöneticilerin meşruiyetlerinin, yani milleti yönetebilme hak ve yetkilerinin sorgulanmasına neden olabilir, hatta iktidarı kaybetmelerine kadar uzanabilecek çok ciddi ve ağır sonuçlar doğurabilirdi. Böyle bir riski hiç bir Türk yöneticisi göze alamazdı. Gücünün, kudretinin, iktidarının, popülaritesinin zirvesinde olan Fatih Sultan Mehmet bile bunu göze alamamış, hazırladığı Kanunnamenin en başında: “Bu Kanunname atam ve dedem kanunudur, benim dahi kanununumdur, evlad-i kiramım neslen ba’de neslin bununla âmil olalar.” (İnalcık, Halil Devlet-i Aliyye (Klasik Dönem, s. 230) diyerek, Kanunnamesinin, koyduğu kuralların temelsiz, dayanaksız, gerekçesiz bir hukuki metin olmadığını, ‘Kanun-ı Kadim’e, Türk Töresi’ne, Türk adet, gelenek ve göreneklerine, değerlerine uygun ve onun devamı niteliğinde olduğunu açıkça ifade ve ilan etmek zorunda kalmıştır.

Günümüz anlayışıyla Türk Milleti’nin en eski anayasası sayılabilecek Türk töresinin, Kanun-i Kadim’inin, yani yazılı olmayan, fakat herkesin bildiği, tanıdığı, içselleştirdiği ve uyguladığı bu kuralların, bu sosyal sözleşmenin ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, bunun temel ilkelerini, ölçütlerini, değerlerini en iyi ve en açık bir şekilde Türk Milletinin sözlü ve yazılı kaynaklarında aramak gerekir. Türk tarihinin en eski, en ünlü ve en önemli yazılı kaynaklarının başında da şüphesiz bundan yaklaşık 1300 yıl önce, yani Türkler daha Müslüman olmadan önce dikilmiş olan Orhun Yazıtları gelir. Özellikle Göktürk Hakanı Bilge Kağan tarafından kardeşi Kültigin adına 732 yılında yazdırılan ve Göktürklerin Ulu Veziri Bilge Tonyukuk adına 720-725 yılları arasında dikilen kitabeler, Türk töresinin, millet ve devlet, hakan ve fertler arasındaki sosyal sözleşmenin, taşa kazınmış şeklinden başka bir şey değildir. Bu kitabelerde en üst yönetici durumundaki Hakan, bir yandan halkına ve milletine hesap verirken, diğer yandan da Türk töresinin önemine, bu törelerin güncelleştirilerek geliştirilmesinin gereğine işaret etmekte, bütün olup bitenleri tüm gerçekliğiyle ortaya koymaya çalışırken, özeleştiri yapmaktan da geri kalmamakta, elde edilen başarı ve başarısızlıkları görünen ve görünmeyen nedenleriyle ortaya koymaya çalışmaktadır.

Orhun Abidelerinde taşa kazınarak ebedileştirilen en eski Türk töresinin milletin maşeri vicdanında yer etmiş, herkes tarafından benimsenip paylaşılan bu kolektif ve evrensel değerleri, standartları ve ilkeleri, İslami inanç, değer ve anlayışla da çok büyük bir uyum ve paralellik göstermektedir. Bunlar bugün bile Türk milletinin candan ve gönülden benimseyebileceği, hasretini ve özlemini çektiği şeylerdir. Nitekim Orhun Anıtlarındaki Göktürk alfabesini ilk çözen ve okuyan Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen, Türk töresini ve Türk milletini oluşturan fertlerde bulunup ta başkalarında bulunmayan, asırlar ve devletler değişse de değişmeyen meziyetleri anlatırken şöyle diyor:

Orhun Anıtları üzerinde çalışırken, çevredeki göçebe Türkler gelirler, büyük bir dikkat ve alaka ile beni, tetkik ve çalışmalarımı takip ederlerdi. Sanki neyi, niçin aradığımı biliyorlardı. Çoğu okuma-yazma bile bilmeyen bu insanlardaki hakikat şuuruna hayran kalmışımdır. Nihayet, cetlerinin Han’ı olan Bilge Kağan’ın dedelerinin dedeleri için söylediklerini Orhun yazıtlarından çıkarıp, kendilerine anlattığım zaman hiç hayret etmediler. Hatta benim Ortaasya’da geçirdiğim yılları bu yolda harcamamı garipsediler. Çünkü Bilge Kağan’ın binlerce yıl evvel Kül Tigin Abidesinde milletine söyledikleri, onların zaten benliğinde yaşıyordu (Türk Kültürü ve Medeniyeti, Prof. Dr. Cemal Anadol – Fazile Abbasova – Dr. Nazile Abbaslı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2007, s. 72).

Bu hatıra, Türk töresinin üzerinden uzun asırlar geçmesine rağmen hala temel niteliklerini koruyabildiğini, standartlarının ne kadar yüksek ve günümüzde bile milletin özlem duyabileceği kadar değerli ve geçerli olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Türk Milletinin Türk Töresinde ifadesini bulan bu çok yüksek ve evrensel standartları, değerleri ve beklentileri Türkler Müslüman olduktan sonra da öneminden ve değerinden bir şey kaybetmemiş, aksine İslamiyet bu standartları ve beklentileri daha da ileri götürmüş, genişletmiş ve geliştirmiştir.

Orhun Abideleri bize binlerce yıllık bilgi ve tecrübe birikimi, feraset ve basiretiyle Türk Milletinin hakkın, hukukun, normun, anayasanın, yasanın, düzenin, nizamın, sistemin, standardın, yönetim şeklinin ve yöneticilerin iyisiyle kötüsünü, doğrusuyla eğrisini çok iyi ayırt edebilen, bir millet olduğunu göstermektedir. Yeni anayasa hazırlıkları sırasında da önemle dikkate alınması gereken bu standartların, başta bizim şimdiye kadarki anayasalarımız olmak üzere dünyadaki pek çok anayasadan daha yüksek standartlara sahip olduğunu belirtmek gerekir. Pek çok konuda, özellikle de töre, hukuk, düzen, nizam, yasa, anayasa konusunda standartları çok yüksek bir millet olan Türk Milletine içine sinmeyen hiçbir fikri, düşünceyi, inancı, ideali, adet ve töreyi, yasa ve anayasayı, sistem ve nizamı, devlet adamı ve yöneticiyi beğendirmek veya zorla kabul ettirmek imkânsızdır. Özellikle de çağdaş gelişmelerden sonra Türk Milletine ana hatları ve temel standartları başta Orhun Yazıtları olmak üzere değişik kaynaklarda karşımıza çıkan Türk töresince belirlenmiş standartların altında bir anayasayı yasayı, devleti, sistemi, nizamı, yönetim şeklini ve yöneticiyi beğendirmek, benimsetmek, onu gördüğünden, bildiğinden, umut ve beklentilerinden daha azına razı edebilmek her halde mümkün olamayacaktır.

Kısacası dünyanın en eski milletlerinden biri olan Türk Milleti’nin yasa ve anayasa hazırlama ve uygulama geleneği çok eskilere dayanır. Bu çok ilginç ve üzerinde durulmaya değer bir konu olmakla beraber, belki bundan daha ilginci, ibret verici ve üzerinde durulmaya değer olanı ise, aynı milletin asırlar sonra artık sistem, düzen, kurum, nizam, kuramaz, norm oluşturamaz, hak, hukuk, adalet, töre tanımaz, doğru dürüst anayasa, hatta yasa bile yapamaz hale gelmesi, binlerce yıllık düşmanlarının kurumlarını, törelerini, normlarını, sistemlerini, kanun ve nizamlarını, anayasalarını kopyalayarak, taklit ederek içinden çıkılmaz gibi görünen sorunlarına çözüm, bitmez tükenmez dertlerine çare aramak zorunda kalması, kendi kimlik ve kişiliğinden sıyrılarak onlara yamanmaya ve yaranmaya can atmasıdır.

Fakat her şeye rağmen Türk Milletinin olağanüstü bir doğruları anlayabilme ve algılayabilme yeteneği, yetkinliği, feraseti ve tecrübesi vardır. Bunu da yeri ve zamanı geldiğinde, kendisine sunulan seçenekler arasından en doğrusunu tercih ederek her zaman ispatlayabilmiştir. Türk halkı ve Türk milleti sadece kendisine söylenenleri değil, söylenmek istenip de söylenemeyenleri bile her zaman tam ve doğru olarak anlayabilen ve algılayabilen engin bir ferasete sahiptir. Bu yüzdendir ki, asırlardan beri esas saldırılar, genelde milletimizin bu tür yeteneklerini köreltmeye, ona şahsiyet, kimlik ve kişilik kazandıran değerlerini sıfırlanmaya, onu köleleştirmeye, kullaştırmaya yönelik olmuştur.

Türk Milleti için yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarının yapıldığı içinde bulunduğumuz şu dönemde de öncelikle binlerce yıllık geçmişi olan Türk Töresinin özellikle dikkate alınması, gözden uzak tutulmaması, hatta anayasanın ruhunu, özünü bu törelerin teşkil etmesi büyük önem arz etmektedir. Türk Milletinin İslamiyet’ten önce geliştirmeye başladığı, İslamiyet’le de yeni şeklini, kemalini, kıvamını, tadını, mayasını bulmuş olan bu törelerin görmezden gelinmesi anayasasının meşruiyeti ve milletin maşeri vicdanında yer etmesi bakımından büyük bir eksiklik olacaktır. Türk Milleti gibi orijinal bir millete, kendi özüne, ruhuna ters ve yabancı bir metni anayasa diye dayatmak, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da kimseye bir yarar sağlamayacaktır.

Öte yandan Asrı Saadet döneminden sonra Müslümanlar ve İslamla şereflendikten sonra Türkler, Allah’a karşı sorumlu, insanlığa karşı borçlu oldukları ideal sistemler, düzenler, nizamlar kurma görev ve sorumluluğunu hala yerine getirememişlerdir. Bu borç, görev ve sorumluluk onların üzerinden düşmüş değildir. Yeni anayasa hazırlık çalışmalarının, sadece kendi halkımıza değil, bütün insanlığa karşı yerine getirilememiş bir borcun ve yükümlülüğün hiç olmazsa bugün yerine getirilmesi anlayışı, çaba ve gayretiyle yürütülmesinde sayısız faydalar bulunduğu değerlendirilmektedir.

Türk Milleti’ne yakışan, başkalarından çalakalem yasa, anayasa, sistem, nizam, düzen, norm aşırmak, kopyalamak, taklit etmek değil, bunların bütün dünyaya örnek olacak en iyilerini, en ideallerini, en üstünleri yapmak ve insanlığın hizmetine sunmaktır. Çünkü mensubiyet mesuliyet gerektirir. İnsan olmak, Müslüman olmak ve Türk olmak bize çok büyük, çok şerefli, bir o kadar da ağır görevler ve sorumluluklar yüklemektedir. Bunların başında da dünyayı daha yaşanabilir, daha mutlu, huzurlu, müreffeh, güvenli, barışçıl hale getirmektir. Bu da ancak buna ortam hazırlacak, insan hayatına, ömrüne, dünyaya daha güzel anlamlar, değerler katacak, dünyayı hak, hukuk, özgürlük ve adaletle dolduracak, zamanın ihtiyaç ve gereklerine uygun adil, barışçıl, iyi, güzel, dengeli yasalarla, anayasalarla, iyi işleyen sağlıklı nizamlar, sistemler, düzenler kurmakla, normlar oluşturmakla mümkün olabilir:

Allah, ölümü ve hayatı, hanginizin daha iyi çalışacağını, daha güzel, daha değerli, daha yararlı işler yapacağını ortaya koymak ve bunlarla sizi denemek, sınamak için yarattı. O kudretlidir, hükümrandır, salih amel işleyenleri koruma kalkanına alır, çok bağışlayıcıdır (Mülk Suresi, Ayet: 2).

Allah, Müslümanlardan ve özellikle de bin yıldan fazla İslamın bayraktarlığını, Müslümünların liderliğini yapmış olan Türklerden yeryüzünü yaşanmaya değer, mutlu, huzurlu, güvenli, barış ve esenlik yurdu, adeta bir yeryüzü cenneti haline getirmeye çalışmalarını istemektedir:

Ey imân edenler! Hep birden silm’e (Birbirinizle çekişmeyi, çatışmayı bırakıp Allah’a itaate, O’na kul olmanın derin anlam ve hikmetini kavrayarak sulh ve selâmete, barış ve esenliğe, huzur ve güvenliğe, İslam’a) girin (de ülkenizi ve dünyayı, huzur, barış, esenlik, güvenlik, mutluluk yurdu, yeryüzü cenneti haline getirin!). Şeytanın (ve benzerlerinin) izinden gitmeyin! Çünkü o, size apaçık bir düşmandır (Bakara Suresi, Ayet: 208).

Biz insanlara doğru yolu gösterdiğimiz gibi, Kur’ân’ı bilen, yaşayan ve başkalarına da tebliğ eden kimseler olarak sizi de, bütün insanlık için birer örnek, şahit, rol model kıldık. Adalet, hak, hukuk numunesi, hep hakkı ve doğruları konuşan, bütün sorunlara çözüm, dertlere ve sıkıntılara çareler üreten güvenilir önderler yaptık. İlâhî hükümleri icraya, adil, iyi, güzel, sağlam, sağlıklı, iyi nizamlar, düzenler, sistemler kurup işleterek dünyayı mamur, huzur, barış, esenlik ve mutluluk yurdu haline getirmeye memur ve yetkili kıldık. Dosdoğru bir yolun tam ortasından yürüyen, orta yolu tutmuş âdil, hayırlı, dengeli, ölçülü, makul, mûtedil, açık fikirli, hakkı, hukuku, adaleti, hüneri, erdemi, ilmi, ehliyeti, liyakati, üstün değerleri belirleyici güç olarak kabul eden açık bir toplum, orta bir ümmet, seçkin, şerefli ve üstün bir millet haline getirdik. Peygamber de aynı şekilde size şahit ve örnektir (Bakara Suresi, Ayet: 143).

Müslümanların ve Türklerin şimdiye kadar bu ayetlerde kendilerinden istenen görev ve sorumlulukları tam olarak yerine getirip getiremedikleri veya ne ölçüde bunu başarabildikleri tartışılabilir. Yeryüzünde günümüz şartlarında onlardan başka da bunu yapabilecek ve başarabilecek başka bir millet ve toplum da bulunmamaktadır. Özellikle imanı, inancı, tarihi birikimiyle yeryüzünde bunu yapabilecek, başarabilecek kabiliyette belki de tek millet, Müslüman Türk Milleti gibi görünmektedir. Bu da onlara bütün insanlığa karşı yerine getirmekten asla kaçınamayacakları çok büyük bir yük, borç, görev ve sorumluluk getirmektedir:

Siz, insanların iyiliği (hayrı, faydası için seçilip, çıkarılmış) en hayırlı ümmetsiniz (milletsiniz, kadrolarsınız, bir hayır toplumusunuz!) Marufu emreder (akılla, mantıkla, ilmî verilerle, İslâmî kurallarla örtüşen, Allah’ın emrettiği, müminlerin tasvip ettiği iyiliği, güzelliği, hayrı, adâleti, icrasında hayır ve yarar olan plan ve programları, hukuki kuralları, örfü, töreyi uygulayarak kamu düzenini sağlar), kötülükden vaz geçirmeye çalışırsınız. (Allah’ın, İslamın, sağlıklı aklın suç saydığı, haram kıldığı, kamu vicdanının tasvip etmediği, icrasında hayır, yarar ve iyilik olmayan kötü, çirkin, fena, yanlış ve bozuk şeyleri, bunların savunuculuğunu, sözcülüğünü yapmaz, yaptırmaz, bunları önleyici tedbirleri alır, kamu düzenini, barış ve güvenliği sağlarsınız). (Çünkü siz) Allah’a inanıyorsunuz. Ehl-i kitap (Yahudîler ve Hristiyanlar) da inansaydı, elbette bu, kendileri için çok daha iyi, daha hayırlı olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) onların çoğu, doğru yoldan çıkmışlardır (Onların çoğu akıllı, mantıklı, doğru, Hakka, hakikate, hakkaniyete, Allah’ın dinine ve rızasına uygun düşünebilme ve davranabilme özelliğini kaybetmiş, fâsık, âsi, bozguncular gürûhudur) (Al-i İmran Suresi, Ayet: 110).

(Ruhen) ölü iken (imanla) hayata kavuşturduğumuz ve insanlar arasında yolunu bulması (hayat tarzını çok güzel ve sağlıklı bir şekilde düzenleyebilmesi, iyi nizamlar, sistemler kurabilmesi) için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, hiç içinden çıkamayacağı derin bir karanlığın içine (gömülüp kalmış) biri gibi olur mu? (Ama) hakikati inkâr edenlere kendi yaptıkları güzel görünür (Enam Suresi, Ayet: 122).

Şimdiye kadar başarılamamış olsa bile, hem kendi toplumumuza, hem de tüm insanlığa karşı yerine getirilmesi gereken bu önemli görev ve sorumluluk, asla üzerimizden kalkmayacak ve kaçınılamayacak bir borç ve yükümlülük olarak üzerimizde kalmaya devam edecektir. Bakalım bu sefer olsun, amayasaların, paşayasaların yerine gerçek bir anayasa yapabilecek miyiz?

TÜRK TÖRESİNİN ANA İLKELERİ

Türk Töresinin nasıl bir şey olduğunu ve temel ilkelerini Orhun Abidelerinde ana hatlarıyla net bir şekilde görebiliyoruz. Türk kelimesinin ve Türk Milletinin adının geçtiği bu ilk Türkçe metinler, yazılı Türk edebiyatının, Türk yazı dilinin ilk, fakat olağanüstü işlek örneği, Türk hitabet sanatının ilk şaheseri, vatan sevgisinin, millet olma, devlet kurma bilincinin ve milliyet fikrinin en güzel bir şekilde işlendiği en eski tarihi belgeler niteliğindedir. En eski yazılı Türk tarihi olarak da kabul edilmeleri gereken Orhun Yazıtları, Türk uygarlık tarihi açısından başka hiçbir eserle kıyaslanamayacak derecede önemli ve öncelikli bir kaynak, paha biçilmez eserler durumundadır. Bu yazıtlar, Türk tarihinin en eski, en sağlam, en güvenilir tarihi belgeleri, maddî ve manevi bakımdan Türk tarihinin en değerli anıtlarıdır. Devlet adamının milletine hesap vermesinin, milletiyle hesaplaşmasının, ona doğru yolu, doğru tutum ve davranışları göstermesinin, milletine ve ülkesine duyduğu sınırsız aşk ve sevgisini ifadesinin, milletini ebediyen yaşatabilme arzusunun benzersiz ve somut birer örneğidir.

Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın kardeşi Kültigin adına diktiği, ölümünün ardından kendisi adına dikilen ve Göktürklerin Ulu Veziri Bilge Tonyukuk adına dikilen bu Orhun Yazıtları, aslında millet ve devlet, hakan ve fertler arasındaki bir sosyal sözleşmenin taşa kazınmış şeklinden başka bir şey değildir. Bu sosyal sözleşme, ekonomik, siyasi, sosyal vb gibi pek çok alanı içeriyordu. Yönetimler ancak daha önceleri yazılı olmayan bu sözleşmelere uydukları ölçüde ve burada sayılan görevlerini yerine getirebildikleri ölçüde milletin gözünde meşruiyet kazanıyorlardı. Bunlarda hem millete hesap verilmekte, hem başarı ve başarısızlıkların nedenleri ortaya konmakta, hem özeleştiri yapılmakta, hem de olup bitenler bütün gerçekliğiyle ortaya konmaktadır.

Bilge Kağan’ın ve Bilge Tonyukuk tarafından dikilen yazıtlarda, eski Türklerin, her sahada düzeni ve nizamı çok sevdikleri, iç ve dış güvenliğin sağlamasını, nizam-ı âlemin korunmasını devletin en başta gelen ve en önemli görevlerinden saydıkları, bunun için her şeyi göze aldıkları ve yaptıkları gayet açık bir biçimde anlaşılmaktadır. Eski Türklerin gözünde devlet olmak demek, milletin can, mal, ırz, namus güvenliğini tam olarak sağlayabilmek, buna zarar verecek bütün unsurları, silahlı eşkiyayı, düşmanı milletin içinde koşturmamak demekti.

Bilge Kağan’ın, büyük dehasını, bilgi ve kültür birikimini, yiğitliğini ve yurtseverliğini yansıtan kitabelerde, “Türk milletinin, Türk devletinin adının, sanının yok olmaması” için önceki nesiller tarafından yapılanlar ve gelecek nesiller tarafından yapılması gerekenler çok kolay anlaşılır bir açıklıkla ve sevgi dolu bir vasiyetname diliyle ortaya konmuştur.

Kitabelerde, Türk tarihinin belli dönemleri en yalın, en uyarıcı ve en gerçekçi bir şekilde anlatılır. Türk milletinin genel karakterlerine, yüksek kültür ve medeniyetine, erdem ve kusurlarına, yenilgilere neden olan yanılgılarına, adet, gelenek görenek ve törelerine, olayların sebep sonuç ilişkilerine ve bunlardan çıkarılması gereken derslere kadar pek çok konuya yerli yerinde ve olması gerektiği kadarıyla değinilir.

Bilge Kağan, yazdırdığı Kitabede milletine hiç boş vaatlerde bulunmaz, asla yalan söylemez. Hayali ve afakî şeyler yerine yönetimde olduğu süre içerisinde yapabildiklerini, başarabildiklerini açık yüreklilikle anlatır. ‘Bilenler söylesin, var mı bu sözümde bir yalan?’ sözleriyle söylediklerinin doğruluğuna yine milletini şahit tutar. Türk tarihinin acı tatlı olaylarını, Türk kültürünü, adet ve törelerini, Türk yaşam biçimini, değerler sistemini, toplumsal olayları, tarihi zafer ve yenilgileri, yapılan doğru ve yanlışları, kazanılan başarı ve başarısızları, iniş ve çıkışları sebep ve sonuç ilişkileriyle, kişisel görüş, öneri ve değerlendimelerini ve öğütlerini de katarak çok veciz ve çarpıcı ifadelerle anlatır. Türk tarihinin sonraki nesillerin üzerinde önemle durmaları ve dersler çıkarmaları gereken büyük olaylarını bütün yönleriyle ve eleştirel bir bakış açısıyla nakleder. Halkına, milletine, devleti yönetenlere ve gelecek nesillere olup bitenlerden, yaşananlardan dersler çıkarmalarını, ibretler almalarını öğütler. Bunların büyük çoğunluğu sadece o çağda, o devirde değil, her çağda, her devir ve dönemde, günümüzde, hatta gelecekte bile geçerliliği olan, herkese ışık tutabilecek öğütler, fikir ve düşüncelerdir.

Tek bir dikili taşın üzerine Türk tarihinin önemli olaylarını, kendi yönetimi döneminde gerçekleştirdiği üstün başarıları, sebep ve sonuç ilişkileriyle, bu kadar geniş, güzel, veciz, eşsiz, anlaşılır bir üslup, lirik, akıcı, işlek ve şiirsel bir anlatımla yazdırabilmek hiç de kolay bir şey değildir. Bilge Kağan, yazdırdığı kitabede, pek çok önemli olaya ve konuya değinirken, Türkçenin ne kadar köklü, ifade gücü yüksek, etkileyici ve muhteşem bir yönetim dili olduğunu da herkese ispat edebilmiş, bu kitabeyi Türk tarihine ışık tutan, millete, yol ve yön gösteren eşsiz ve önemli tarihi bir belge durumuna getirebilmiştir. Bilge Kağan, anlatımda, ‘Lafın tamamı deliye, ahmağa söylenir’ anlayışını benimseyerek, milletinin üstün zekâsına ve kavrayışına, az laftan çok şey anlayabilme kabiliyetine güvenmiş, az sözle çok şey anlatmaya çalışmış, bunu da herkesin altından kalkamayacağı olağanüstü bir beceriyle başarabilmiştir.

Orhun Âbidelerinde millete ve yöneticilere, devlet yönetimi, yönetenlerin ve yönetilenlerin görev ve sorumlulukları hakkında yapılan uyarılar son derecede isabetli, dikkat çekici, eğitici ve öğreticidir. Bu yapılırken, bir yandan da toplumu ve toplumun bütün fertlerini ilgilendiren ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki vb alanlarda en ideal, en iyi, en doğru ve en sağlam düzenin, nizamın, sistemin kurulmasının önemine de işaret edilmiş, ortak sorunların çözümü için eskilerin gayret ve mücadelelerine, başarılarına, başarısızlıklarına değinilmiş, daha da iyisinin yapılabileceğine ve yapılması gerektiğine dikkat çekilmiş, her zaman ve her yerde geçerli sayılabilecek nitelikte ve mükemmellikte önerilerde, tavsiyelerde, öğütlerde bulunulmuştur. Bu yönüyle kitabeler, yönetenler ve yönetilenler arasında bir sosyal sözleşme, bir anayasa, herkese ışık tutan bir siyaset belgesi, siyasetname, politika, ekonomi, hukuk, ve siyaset öğretisi olarak da kabul edilebilir.

Kitabelerde, dağınıklıktan başıboşluktan kurtulmanın, bir araya gelmenin, bir ve beraber olmanın, millet haline gelmenin, devlet kurmanın önemi ve gereği vurgulanırken, ideal bir devletin oluşumunun, yapısının, kurum ve kuruluşlarının, hukuki, siyasi, sosyal ve ekonomik düzeninin, nizamının, sisteminin, törelerinin, yasalarının nasıl olması, hangi sağlam ve ideal zemine oturtulması gerektiği, yöneticilerde bulunması gereken niteliklerin neler olduğu, devleti yönetenlerin ve halkın üzerine düşen görev ve sorumluluklar üzerinde de ayrıntılı, detaylı, anlaşılır ve etkileyici bir şekilde durulmuştur.

Kitabelere göre devlet adamlığı, keyif çatma, zevk ve safa sürme, millete efendilik etme yeri değil, görev, sorumluluk, çok yüksek bir himmet, gayret, ehliyet, liyakat ve yeterlilikle, gece uyumadan, gündüz oturmadan, kara terini, kızıl kanını millete hizmet yolunda akıtarak çalışma yeridir. Çok üstün özellikler ve nitelikler gerektiren bu görevler, herkesin üstlenebileceği ve kolaylıkla üstesinden gelebileceği işlerden değildir. Kara taşlardan, kalın ağaçlardan daha ağır olan bu yükü, ancak ülkesini, vatanını milletini çok seven, iyi niyetli, üstün nitelikli, bilgili, ahlaklı, hünerli, erdemli, ehliyetli, liyakatli, dirayetli, alınması gereken kararları zamanında alıp uygulayabilen, bilge ve yiğit kimseler üstlenmelidirler. Devleti yönetenler, asla kişisel menfaat ve çıkar peşinde koşmamalıdırlar. Yalnızca millet için çalışıp çabalamalı, millet için başarıp kazanmalıdırlar. Devletin ve milletin yüce menfaatlerini, kamu yararını her şeyin üstünde tutmalıdırlar. Yöneticilerin en başta gelen görevleri, ili, ülkeyi, devleti, milleti, zengin, müreffeh, mutlu, huzurlu, sağlam töreli, düzgün yasalı kılmaktır. Başarılı ve büyük devlet adamı, milletini, başka milletlere imrendirmeyen, yerindirmeyen, başka milletlerin hepsinden ve her bakımdan daha iyi ve üstün hale getirebilen devlet adamıdır.

Devlet adamı, Milletini daha mutlu, daha müreffeh, daha huzurlu, başka milletlerden daha üstün, daha güçlü, daha değerli ve daha önemli kılacak, siyasi, sosyal ve ekonomik sağlam bir düzen kurabilecek donanıma, beceriye ve vizyona sahip olmalıdır. Devlet adamı, milletini bölmemeli, bütünlemeli, parçalamamalı birleştirmeli, milletini ateş ve su gibi birbirine düşman etmemelidir. Milletinden dağılanları toplamasını, ayrılanları birlemesini de bilmelidir. Milletini derleyip toparlayacak, eğitip öğretecek, yetiştirip kalkındıracak, birleyip bütünleyecek, güçlendirip kuvvetlendirecek, karnı tok, sırtı pek, aklı, fikri, görüş ve düşünceleri, dini, imanı, inancı sağlam hale getirebilecek bütün tedbirleri almalıdır. Ülke içinde huzur ve güveni, emniyet ve asayişi, iç ve dış güvenliği, barış ve istikrarı tam anlamıyla sağlamalı, milletin içinde silahlı düşmanı asla koşturmamalıdır.

Devleti yönetenler, kaynakların, servet ve zenginliklerin ülkeden dışarıya değil, dışarıdan ülkeye akmasını sağlayacak tedbirleri almalıdır. Devlet adamı, bir benzerini gözlerin görmediği kulakların işitmediği bu büyük milleti bütün içtenliğiyle candan ve gönülden sevmeli, onu hor ve küçük görmemeli, ona yukarıdan bakmamalıdır. Milletiyle çok iyi ve yakından ilgilenmelidir. Milleti maddi ve manevi bakımdan, sosyo-ekonomik, kültürel, sanatsal, siyasi vb yönlerden yüceltip yükseltecek, büyütüp geliştirecek, en iyi şekilde eğitip, yetiştirecek, geleceğe hazırlayacak, başta beslenme, barınma, giyim-kuşam ve sağlık gibi temel sorunları olmak üzere milletin bütün sorunlarını çözecek, öngörülen ve öngürülemeyen bütün dert ve sıkıntılar için gerekli çare ve tedbirleri zamanında bulup üretecek, en iyi ve en doğru şekilde uygulayabilecek ehliyet, liyakat ve dirayette olmalıdırlar. Yöneticiler, milleti ezmemeli, üzmemeli, incitmemeli, gereksiz yere sıkmamalı, sıkıştırmamalı, zora koşmamalı, millete sıkıntı vermemeli, eza, cefa etmemeli, acı çektirmemeli, yük olmamalı, kullaştırmamalı, köleleştirmemeli, aksine milletin üzerinden ağır yükleri kaldırmalı ve özgürleştirmelidir. Devlet ve millet düşmanlarıyla ilişkilerinde akıllı, tedbirli, azimli ve kararlı olmalı, tavizkar davranmamalı ama düşmanların düşmanlık nedenlerini ortadan kaldırabilecek, düşmanlıktan vaz geçirecek, milleti düşmansız kılabilecek beceri ve hüneri de gösterebilmelidir. Devleti yönetenlerin en başta gelen görevleri ve başarı kriterleri milleti dertsiz, kedersiz, tasasız, sorunsuz kılmak, millete ve memlekete zarar veren bütün kötülükleri düzeltmek, bütün sorunları çözmektir. İyi bir devlet adamı, kötülere, kötülüklere, kötülerin birleşmesine, kötülüğün yerleşmesine göz yummamalı, fırsat tanımamalı, aman vermemeli, yol açmamalıdır.

En yukarıdaki yöneticinin ehliyetli, liyakatli, dirayetli, bilgili, cesur olması şart olduğu gibi, devlet kademelerinde istihdam edilen diğer yöneticilerin ve danışmanların da en üstün niteliklere, hünerlere ve erdemlere sahip olmaları da şarttır. Yapılan işler müşavereyle yapılmalı, yetki, görev ve sorumluluk sahipleriyle ve gerektiğinde milletle de bir araya gelinerek, elele, gönül gönüle, omuz omuza, kafa kafaya verilmek suretiyle sorunlar görüşülüp konuşulmalı, danışılıp tartışılmalı, en iyi ve en doğru kararlar alınarak gerektiği gibi uygulanmalıdır. Devlet adamı, devletin ve milletin işini, gücünü bilgiyle, hünerle, cesaretle yoluna koymak, tertipleyip düzene sokmak, teşkilatlandırmak, ülkeye, devlete iyi bir düzen ve nizam vermek için gece uyumadan, gündüz oturmadan, kızıl kanını akıtıp, kara terini dökerek ölesiye, yitesiye çalışılıp, çabalamalı, emek ve güç harcamalıdır. Milleti her bakımdan mutlu ve müreffeh kılacak, onu huzur ve barış içinde yaşatacak, her milletten onurlu ve üstün kılacak, geliştirip, kalkındıracak, iyi ve sağlam bir düzen ve sistem kurmaya çalışmalıdır. Gelir dağılımının, ekonomik dengelerin düzgünlüğü, halkın hepsinin hoşnut kılınması, servet ve zenginliklerin adil ve yaygın dağılımı için her tedbiri almalı, iktidar, servet ve zenginliğin belli ellerde toplanmasına, halkın büyük çoğunluğunun ezilmesine fırsat vermemelidir. Haktan, hukuktan, adaletten asla ayrılınmamalı, kurulan düzen herkes için kurulmalı, koyulan kurallara koyanlar da dâhil herkes uymalı, kimseye ayrıcalık tanınmamalıdır.

Milletine gönül vermiş olan tüm varlığıyla, gönlünden taşanı güvenilmez kâğıda dökmek yerine ebedi taşa kazdırmayı yeğlemiş, Türk adını bilerek, severek, her anışında yüreğini çatlatacak kadar coşkun bir sevgiyle haykırmıştır. Bilge Kağan, bizzat kendi ağzından ve asla yalana tahammülü olmayan, aldatmaya yabancı o gür sesiyle, Türk Milletinin 1300 yıl önceki ortak duygu ve düşüncelerini, sevinçlerini, üzüntülerini, umutlarını, beklentilerini, zaman zaman da kuşkularını, yazıklamalarını, öfkelerini, insanda hayranlıktan daha üstün ve güzel bir duygu uyandırarak aksettirmektedir. Küçük kardeşi Kül Tigin’le beraber neyi, niçin, neden, nasıl yaptıklarını anlatırken, amacı sadece belli olayları sıralamaktan, kendi yaptıklarını anlatmaktan, acılarını, üzüntülerini, sevinçlerini, mutluluklarını, umutlarını, zaferlerini, yenilgilerini, başarılarını, başarısızlıklarını başkalarıyla paylaşmaktan ve tarihlemekten ibaret değildi. Bundan daha çok, kendinden sonra gelen kendi soyunun yöneticilerine, yönettikleri milletin psikolojisini, değişmez karakterlerini, ülke yönetiminde dikkat edilmesi gereken hususları, kurulup geliştirilmesi gereken sistemi, örnek olaylar ve kıstaslarla göstermeyi amaçlamıştı. Bilge Kağan, sadece bu niyetiyle bile, Türk Milletinin gözünde Türk tarihinin en büyüklerinden biri sayılmayı hak etmektedir. Bilge Kağan’ın anlattıkları sadece niyet aşamasında kalmamış, o bütün niyetlerini harekete dönüştürebilme, gerçekleştirebilme ve bunun hep yüz güldürücü, sevindirici, yüceltici, olumlu semerelerini de görebilme ve gösterebilme başarısını da yakalayabilmiştir. Bunun nedenlerini onun yetişme tarzında, kimlik ve kişiliğinde aramak gerekmekir. Çocukluğunu Çin’e tutsak bir milletin, kullaşmış, köleleşmiş bir milletin evladı olarak geçirmesi, babasının on yedi yiğitle özgürlük mücadelesine girişip başarılı olması, onun uyanıklığında, tedbir ve ferasetinde, olayları sebep ve sonuçlarıyla kavrayıp algılayabilmesinde, tesbit ve teşhislerinin isabetinde, yapılması gerekeni bilip cesaretle uygulayabilmesinde çok önemli roller oynamıştı. O sadece soy ve ırk üstünlüğünü öne çıkaran şoven bir milliyetçilik iddiasıyla ortaya atılıp, dünyayı cehenneme çevirmek için değil, milletini ve soyunu korumak, geliştirmek, yüceltmek ve yükseltmek için var gücüyle çalışmıştır.

Bu taşların değerini ve önemini gereğince anlatabilmek için, herhalde bilim adamlığından çok şair coşkunluğuna ihtiyaç vardır. Çünkü bu heyecan verici değer zenginliğini ve önemi yansıtabilecek tarif ve tanım zenginliği, becerisi, yeteneği daha çok şairlerde bulunur.

Kağan olabilecek bir soyluluğa ve kültür birikimine sahip olmasına ve Açena soyundan gelmesine rağmen Bilge Tonyukuk ise, kağan olma davası gütmek yerine kağanlara akıl hocası ve vezir olmayı kabul etmiş, milleti için çok büyük ve güzel bir özveri örneği sergilemiştir. Çin’de doğmuş, Çin’de büyümüş, Çin’de okumuş, Çin kültürüyle yoğrulmuş fakat hiçbir zaman Çin yanlısı, Çin uşağı ve Çin işbirlikçisi olmamış, milletinin tutsaklığına karşı yürütülen özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin en ön saflarında yer almış, ömrü boyunca da milletine hizmet için kara terini, kızıl kanını dökerek canla başla çalışmış, böylece çok sağlam bir karaktere, kimlik ve kişiliğe sahip olduğunu dosta düşmana ispat edebilmiştir.

Orhun Yazıtlarında ortaya konan ölçüler, değerler, kriterler bugün bile Türk milletinin özlemini çektiği şeylerdir. Türk Milleti, asırlardır, ona gerçek anlamda değer veren, onu eğitimli, onurlu, karnı tok, sırtı pek, her milletten daha mutlu, huzurlu, üstün, hiç kimseye imrendirmeyecek yerindirmeyecek yöneticilerin hasretini çekmiş, fakat maalesef başına geçen yöneticilerin büyük çoğunluğu bu nitelikte olamamıştır.

Türk Töresinde daha İslam öncesi dönemlerden beri vatandaşa, milletin fertlerine değer vermek, onların maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak, değişik yeniden bölüşüm yol ve yöntemleriyle yurttaşlar arasındaki gelir adaletsizliklerini ve eşitsizlikleri gidermek, toplumda birlik ve beraberliği, huzuru, güveni, barışı sağlamak, onları onurlu bir yaşam seviyesine ulaştırmak devletin ve başta hakan olmak üzere devleti yönetenlerin en başta gelen birincil görevleri, yükümlülük ve sorumlulukları arasında görülmüştür. Orhun Abidelerinde taşa kazınan bu töreler, Türklerin Müslüman olmalarından önceki döneme ait olmalarına rağmen, büyük çoğunluğu İslami inanç ve anlayışla da çok büyük bir uyum ve paralellik sergilemekte, hatta kitabelerdeki bazı cümleler bazı Kur’an ayetleriyle neredeyse birebir aynı denebilecek kadar benzerlik göstermektedir. Dolayısıyla Türklerin Müslüman olmasıyla bu standartlar ve beklentiler değerinden bir şey kaybetmemiş, aksine İslamiyet bu standartları ve beklentileri daha da ileri götürmüş, genişletmiş ve geliştirmiştir. Yönetimin ve yöneticilerin iyisiyle kötüsünü asırların bilgi ve tecrübe birikimiyle çok iyi ayırt edebilen bu millete, hele bu yöndeki çağdaş gelişmelerden ve ihtiyaçlardan sonra, bu standartların altında bir devleti, yönetim ve yöneticileri beğendirmek, bu milleti gördüğünden, bildiğinden, umduğundan ve beklediğinden daha azına razı edebilmek elbette mümkün olamayacaktır.

Eski Türk Töresinin pek çok unsurunu içeren Orhun Abidelerinde dile getirilen hususların tamamına yakını, bugün bile Türk Milletinin maşeri vicdanı, karabudunu tarafından paylaşılan kolektif ve evrensel ilkelerdir. Bunun böyle olduğu, Orhun Anıtlarının yazıldığı Göktürk alfabesini ilk defa çözen ve bu kitabeleri okuyan Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen’in da dikkatini çekmiş, hayranlığını kazanmıştır. Şöyle diyor ünlü Türkolog:

Orhun Anıtları üzerinde çalışırken, çevredeki göçebe Türkler gelirler, beni büyük bir dikkat ve alaka ile tetkik ve çalışmalarımı takip ederlerdi. Sanki neyi niçin aradığımı biliyorlardı. Çoğu okuma-yazma bile bilmeyen bu insanlardaki hakikat şuuruna hayran kalmışımdır. Nihayet, cetlerinin Han’ı olan Bilge Kağan’ın dedelerinin dedeleri için söylediklerini Orhun yazıtlarından çıkarıp, kendilerine anlattığım zaman hiç hayret etmediler. Hatta benim Ortaasya’da geçirdiğim yılları bu yolda harcamamı garipsediler. Çünkü Bilge Kağan’ın binlerce yıl evvel Kül Tigin Abidesinde milletine söyledikleri, onların zaten benliğinde yaşıyordu. (Türk Kültürü ve Medeniyeti, Prof. Dr. Cemal Anadol – Fazile Abbasova – Dr. Nazile Abbaslı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2007, s. 72)

Aradan asırlar geçmesine, başka bir kültür boyutuna, yani İslam öncesi bir döneme ait olmasına rağmen, kitabelerde dile getirilen hakikatlerin Türk milletinin bütün ferleri tarafından paylaşılan, bugün bile geçerliliğini koruyabilen evrensel değerler içermesi Türk Milletinin başka milletlerde pek bulunmayan, asırlar ve devletler değişse de değişmeyen meziyetleri arasındadır. Wilhelm Thomsen’in oradaki göçebe Türklerden beklediği tepkiyi, heyecanı görememesinin en büyük nedeni belki de kitabelerde dile getirilenler onların da katıldıkları, benimsedikleri, doğru buldukları şeyler olmakla beraber yeterli sayılamayacağı, zamanın ihtiyaçlarına, gereklerine, sorunlarına, dertlerine, sıkıntılarına göre artık yeni şeyler söylenmesi ve yapılması gerektiği inancından ve irfanından kaynaklanmaktadır.

Orhun Abideleri bize Türk Milletinin pek çok konuda, özellikle töre, hukuk, düzen, nizam, yasa, anayasa konusunda standartları çok yüksek bir olduğunu, dolayısıyla Türk Milletine sosyal eser, adet, töre, kanun, nizam, devlet adamı, yönetici beğendirmenin hiç de kolay bir iş olmadığını, bu milletin ana hatları bu kitabelerde belirtilen standartların altında bir anayasayı asla kabul etmeyeceğini, Milleti bundan daha azına razı etmenin mümkün olamayacağını, bu standartların başta bizim anayasalarımız olmak üzere dünyadaki çoğu anayasalardan bile daha yüksek olduğunu da göstermektedir.

Türk Milleti, içine sinmeyen hiç bir fikri, düşünceyi, inancı, ideali, kanun ve töreyi asla kabul etmez. Defalarca süper devletler kurarak dünyaya hâkim olabilmiş, içinden zaman zaman çok büyük önderler, yöneticiler, liderler çıkarabilmiş, çok yüksek standartlarda, adil, eşitlikçi, özgürlükçü, katılımcı, herkesin yararına ve iyi işleyen nizamlar, sistemler kurabildiği, kanunlar, nizamlar, düzenler geliştirebilmiş, bunun nimetlerinden, meyvelerinden de alabildiğine tadabilmiş bir millete onun seveceği, beğeneceği, razı olacağı anayasa, kanun, töre yapmak da, yönetici, önder, lider olmak da elbette herkesin karı değildir. ‘Allah kimseyi gördüğünden geri koymasın!’ duasının bizim neredeyse milli dualarımızdan biri olması boşuna değildir.

TÜRK TÖRESİNDE DEVLET ve DEVLET ADAMLIĞI

Türk Milletinin örfünde, âdetinde, töresinde devletin çok önemli bir yeri vardır. Devletin gerekliliği ‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!’ gibi atasözleriyle çok güzel ifade edilmiştir. Türk Milleti devletsizliğin, devletsiz kalmanın ne büyük bir felaket olduğunu yaşadığı acı tecrübelerle sık sık yaşayıp görmek zorunda kalmıştır. Nitekim 630 yılında Göktürk Devletinin yıkılmasıyla Türk Milletinin devletsiz kalması, bunun nedenleri, 50 yıllık esaret dönemi ve milletin karabudununun (büyük bütün) devletsizliğin acılarını ve sıkıntılarını nasıl dile getirdiği Bilge Kağan tarafından Orkun Abidelerinde çok çarpıcı bir şekilde dile getirilmiştir.

Eski Türklerdeki devlet-millet, yöneten-yönetilen, hakan-halk, hükümdar-teba ilişkileri başka devletlerdeki ve milletlerdekilere pek benzemezdi. Başka devletlerde ve milletlerde hükümdar halkın kendisine hizmet etmesi, hatta tapması gereken bir efendi veya tanrı durumundayken, Türklerde hakan halkına hizmet etmesi gereken, iktidarı ancak bu şekilde meşruluk kazanabilen yöneticisi durumundaydı.

Türk hakanı kendisini tanrılaştıramazdı. Hakan da dâhil, hiçbir devlet adamı, halkına üstünlük, efendilik, tanrılık taslayamaz, halkını kullaştıramaz, köleleştiremez, uşaklaştıramazdı. Halkına hizmet etmek, onu özgürleştirmek, onun yoksulunu bay, fakirini zengin, açını tok, çıplağını giyimli hale getirmek, onu eğitmek, geliştirmek, yüceltmek, yükseltmek hakanın, yönetme gücü ve iktidarı kendilerine emanet edilmiş bütün yöneticilerin en başta gelen görevlerindendi. Yöneticilerin başarısı, beyliği, hükümdarlığı ancak bu görevleri layıkıyla yerine getirmeleriyle belli olur, ancak böyle meşruiyet kazanırdı. Dolayısıyla Türk milletine kağan olmak, hakan olmak, yönetici olmak başka milletlerle kıyaslanamayacak kadar zor bir işti.

Eski Türklerde hakan ve devleti yönetenler asla sorumsuz değil, Tanrı’ya ve milletine karşı sorumluydu. Bu sorumlulukları en iyi şekilde yerine getirmek, gerektiğinde milletine de yaptıklarının veya yapamadıklarının hesabını vermek zorundaydı. Bundan yaklaşık 1300 yıl önce dikilmiş Orhun Yazıtlarında Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın ve Göktürklerin Ulu Veziri Bilge Tonyukuk’un diktirdikleri kitabelerde, devlet ve millet, hakan ve halk arasındaki karşılıklı hakların, görev ve sorumlulukların ne olduğuna dair törenin, devletin ve devlet adamlarının milletine hesap vermesinin, başarı ve başarısızlıkların nedenleriyle beraber açık bir şekilde ortaya konmasının, kişisel ve milli özeleştirinin en güzel örneklerini görürüz.

Hakana yönetme gücünün ve iktidarının halkına hizmet etmesi, halkını yüceltmesi, yükseltmesi, mutlu etmesi, dünyayı da huzur, barış ve güvenle doldurması, dünyaya iyi bir nizam ve düzen vermesi için bizzat Tanrı tarafından kut bahşedilerek verildiğine inanılıyordu. Böyle davranmayan, böyle olamayan birisi Türk milletine hakan olamaz, eğer herhangi bir şekilde başa geçmişse hakanlığı meşruluğunu ve haklılığını yitirirdi.

Türklerde millet, hükümdar, sultan, devlet ve töre için değil, tam aksine hükümdar da, devlet de, töre de millet için, yani halkın, hatta bütün dünyanın iyiliği, mutluluğu için vardı. Çok eski devirlerden kalma yazılı ve sözlü metinlerde buna işaret eden sayısız örnekler vardır.

Kutadgu-Bilig’de, milletin devletten, devleti yönetenlerden ve hükümdardan başlıca istekleri ve beklentileri, ekonomik istikrar, adil kanunlar, asayiş ve güvenlik şeklinde sınıflandırılır ve hükümdarlara, yöneticilere şöyle seslenilir: ‘Ey hükümdar! Sen halkın bu haklarını öde ki, sonra kendi haklarını isteyebilesin! (Beyit: 2983, 5578). Bey iyi kanun yapmalı, Kanuna önce kendisi riayet etmeli ki halk da itaat etsin (Beyit: 1458, 2111). Halka aç mısın, tok musun? diye sor! Elini açık tut! Bir hükümdar halkından fakir adını kaldıramazsa nasıl hükümdar olur? (Kutadgu-Bilig, Bab 38, 54-55).

Eski Türk devletlerinde sofrasını, kapısını halka açık tutmak iyi hükümdarlığın sembolik göstergelerindendi. Hatta Dede Korkut destanlarından birinde (İç Oğuza Dış Oğuz’un Asi Olup Beyrek’in Öldüğü Destan) İç Oğuzun ve Dış Oğuz’un Beylerbeyi Salur Kazan’ın, yılda bir defa evini halkına yağmalattığı anlatılır. Bu yağma sırasında kendisi her şeyini, bütün malını ve mülkünü evde bırakarak, yalnızca karısını ve çocuklarını alıp dışarı çıkar. Halk da, hiçbir engelle karşılaşmadan, neye ihtiyacı varsa onu alarak evi istediği gibi yağma eder. Buradaki temel düşünce, halktan ihtiyacını arz edemeyenlerin hiçbir kısıtlamaya, ayıplamaya maruz kalmadan, her neye ihtiyaçları varsa, onu hiç çekinmeden, sıkılmadan gelip yöneticinin evinden alabilmelerini, ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini sağlamaktı. Ayrıca böylece halk aç ve sefil bir durumdayken devlet yöneticilerinin mal, mülk biriktirip, zevk ve sefa içinde saltanat sürmelerinin de önüne geçilmesi amaçlanıyordu. Bu uygulama Osmanlı Devleti döneminde, devlet görevlerinden azledilen veya görev sırasında ölen devlet görevlilerinin çoluk çocuklarının ihtiyaçlarından fazla mallarının müsadere edilerek, devlet hazinesine gelir kaydedilmesi şeklinde devam etmiştir. Çünkü devlet hizmetinde çalışanlar, eğer aşırı bir şekilde zenginleşmişlerse, bunun devlet ve millet sırtından kazanıldığına, dolayısıyla devlete ve millete geri iade edilmesi gerektiğine inanılıyordu. Bizde Batılılaşmanın en önemli sonuçlarından biri de müsaderenin kaldırılması, ardından da devlet memuriyetinde bulunanların rüşvet, irtikâp, görevi suiistimal gibi haksız yol ve yöntemlerle devletin ve milletin sırtından haksız kazançlar elde edebilmelerinin ve servetler biriktirebilmelerinin yollarının sonuna kadar açılması olmuştur.

Türk töresinde millete efendilik yoktur, hizmetkârlık vardır. Hiç kimse milletten daha büyük ve değerli değildir. Türk töresinde yöneticilik, devlet adamlığı bir keyif çatma yeri, bir meslek değil, gücü yeten herkesin asla kaçınamayacağı, bedelsiz, karşılıksız bir görev ve bir hizmettir. Türk milletinin sevgisini, saygısını ve güvenini kazanmanın yolu böyle bir görev ve sorumluluk bilincine sahip olmaktan ve bunu en iyi şekilde yerine getirmekten geçer. Sorumluluk, insanın yaptıklarının ve yapması gerektiği halde yapmadıklarının hesabını verebilecek durumda olması demektir. Bu nedenle sorumsuz insan yoktur, sorumluluklarının bilincinde olmayan insan vardır.

Türk Töresinde devlet adamlığı, geçim aracı yapılamaz, kamu görevi ve gücü alet edilerek çıkar ve menfaat sağlanamaz. Türk töresinde devletin ve milletin sırtından geçinmek, çıkar sağlamak kadar iğrenç, çirkin ve ayıp bir şey yoktur. Dede Korkut, böylelerini şu ezgilerle kınıyor ve kamu vicdanında mahkûm ediyor:

İnsanoğlu türlü türlü

Kimi iyi, kimi kötü

Bazıları çok yalancı

Bazıları çok doğrucu

Bazıları hanlık eder

Nicesini kuma karar

Bazıları bey oldular

En sonunda vay oldular

Bazıları ‘Ben, ben!’ dedi

Ulus sırtından geçindi

İnsan eder büyük hizmet

Başından savar bin bir dert

Kimdir dersen iyi yiğit

Bilge olur iyi yiğit

Türk töresinde devletin, ilin, ülkenin gerçek sahibi devlet ve devleti yönetenler değil, millettir. Millet devlet için değil, devlet millet için vardır. Devleti yönetenler milletin efendisi değil, hizmetkârıdır. Devletin ve devletlûların milleti kullaştırmaya, kendilerine kul, köle etmeye kalkışmaları Türk Töresine terstir. Türk Töresinde millet devlet için veya devletlûlara hizmet değil, devlet ve devlet adamları millete hizmet için vardırlar. Yöneticilerden beklenen kendi çıkar ve menfaatlerini değil milletin çıkarlarını görüp gözetmek, milletini candan ve gönülden sevmektir. Milleti sevmek de lafla sözle değil, millete hizmetle olur.

Türk Milli iradesi, kamusal alanda ahlakı, erdemi ve hüneri temel alan bir yapılanmayı öngörür. Buna göre törede, bütün kanunlarda, hukuki düzenlemelerde ve uygulamalarda ahlak, erdem ve hüner belirleyici olmalıdır. Türk Milletinde, çok eskiden beri en büyük meşruiyet ölçüsü iktidarların ili, ülkeyi, devleti ve milleti adaletle ve milletin çıkarlarını gözeterek yönetip yönetmedikleri kriteri olmuştur. İktidar sahiplerinin karar ve uygulamaları, milletin onayına mazhar olabilecek, millet tarafından benimsenebilecek, içselleştirilebilecek nitelikte olduktan sonra iktidara hangi yol ve yöntemleri kullanarak geldikleri çok fazla sorgulanmamış, sorun teşkil etmemiştir. Egemen iradeler, kendi siyasi tercih ve önceliklerini devletin ve milletin menfaatlerinden üstün tutmadıkları, adaletten ayrılmadıkları müddetçe iktidara nasıl gelmiş olurlarsa olsunlar genelde meşru kabul edilmişlerdir. Fakat egemen iradeler, iktidar sahipleri, üst yöneticiler, bürokrasi veya bürokratlar, kendilerini devletin gerçek sahibi ve milletin efendisi gibi görmeye ve göstermeye başladıkları, millete yabancılaşıp ayrı bir sınıf oluşturmaya kalktıkları takdirde, yönetime gelme tarzları çok meşru bile olsa, sırf Türk töresine aykırı bu uygulamaları nedeniyle bile meşruiyetlerini kaybederler. Egemen iradelerin millete ve milletin çıkarlarına karşı ve ters olan uygulamaları Türk Milletinin olağanüstü sezgisiyle hemen fark edilerek mahkûm edilir, böylelerinin başına milletin sillesi er veya geç iner. Unutulmamalıdır ki:

“Milletin sillesinin sedası yoktur.

Bir de vurdu mu, devası yoktur!”

Milletin hesabı her zaman mutlaka tutmayabilir, fakat ahı mutlaka tutar. Millet, adını bile tam olarak koyamadığı oldubittilere karşı her zaman fiili bir tepki gösteremeyebilir. Güçle, zorbalıkla karşılaşan Türk halkı, bu zorbalara ve zorbalığa karşı doğrudan cephe açmak yerine genelde çevresinden dolanmayı, uzun vadeli bir hesaplaşmayı tercih eder. Zamana sığınır ve zorba gücün aşınmasını bekler. Millet, aynı fikir, inanç ve idealleri benimsemediği yönetimlerden desteğini çektiğini açıkça meydan okuyarak veya karşı koyarak göstermez. Onlara karşı gerçek tavır ve tutumunu, tepkisini onlara soğuk bakarak, onlardan uzak durarak, onlara karşı suskun, pasif ve ilgisiz bir tavır ve tutum takınarak, gerçek duygu ve düşüncelerini gizleyerek dolaylı yollardan gösterir. O zorba güce karşı kendi dışında ve üstünde başka rakip çıkmasını, bunlar arasındaki mücadele üzerinden dolaylı bir direnişi daha emniyetli görür. Zaten kendi hayat mücadelesi ve asli ihtiyaçlarını karşılama çabası içinde kıvranan milletten, devlet gücü gibi örgütlü büyük güçlere karşı ideolojik bir mücadeleye girişmeyi göze almasını beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Çünkü kitle irfanıyla ve tecrübesiyle bilir ki, rekabet ve yarış eşit şartlarda yürümeyecektir. Kitle, egemen iradenin gücünün neye yetip neye yetmediğini olağanüstü sezgi ve derin bir içgüdüyle sezer ve anlar. Her şeyi anlamasına, hissetmesine rağmen kitle, derin bir içgüdüyle susar. Susması onay değildir. Protestodur, başkaldırıdır ve isyandır. İtirazını, isyanını konuşarak, yazarak ifade edemese, düşünce silsilesi içinde ortaya seremese de başka siyasi muhalefet yollarına örneğin, adi suçlara yönelerek ortaya koyar.

Eski Türkler, en sevdikleri liderleri, önderleri, kağanları tarafından bile önerilse uygun görmedikleri, beğenmedikleri töre, yasa veya tekliflerini reddetmekten çekinmezlerdi. Özellikle Çin kaynaklarında bunların değişik örneklerini görüyoruz. Örneğin ünlü Göktürk Hükümdarı Bilge Kağan, Türkleri göçebelikten kurtarmak için oturduğu kenti surlarla çevirmeyi, artık zamanın ihtiyaçlarına cevap veremediğini gördüğü kendilerine has Gök Tanrı dini yerine evrensel dinlerden Budizm’i seçmeyi ve bunu millet arasında yaygınlaştırmayı, yeni kuracağı şehirde Budha ve Lao-tseu için tapınaklar yaptırmayı düşündü. Bütün karizmatik görüntülere rağmen, Türklerde töreye, kanuna, hukuka dayanan, meşruiyetçi bir yönetim anlayışı ve uygulaması vardı. Ne kadar güçlü olsalar, ne kadar sevilseler, sayılsalar da hükümdarlar her istediklerini, her kafalarına eseni, kendi keyiflerine, akıl ve mantıklarına göre her iyi ve doğru buldukları şeyi yapamazlar, yürürlüğe koyamazlar, millete dayatamazlardı. Hükümdarların alacakları kararların ve yapacakları icraatların törelere, kanunlara, milli iradeye ve milli menfaatlere uygun olması, dahası halk veya bu işle görevli meclisler tarafından da onaylanması gerekiyordu. Bunun için bazı kaynaklarda kurultay, daimi meclis, millet meclisi, danışma kurulu, devlet meclisi, seçkinler ve seçilmişler meclisi gibi isimlerle adlandırılan daimi kurullar, milletin mümkün mertebe geniş bir kesiminin veya temsilcilerinin katıldığı büyük toplantılar yapılıyordu. Bazı konular daimi meclislerde karara bağlanırken bazıları yaz kurultayı, güz kurultayı gibi yılın belli dönemlerinde toplanan umumi halk toplantılara getiriliyor, burada enine boyuna müzakere ediliyor, sonuçta ancak halkın onayını alan kararlar uygulamaya konulabiliyordu. Asya Hun Devletinde bu büyük ve umumi halk tolantıları yılın 9. ayında güney sınırı kenarındaki Ma-yi sahrasında yapılırdı. Bu meclisler ve toplantılar sadece askeri ve siyasi konularda değil, sosyal, dini, hukuki, kültürel vb gibi konularda da söz, karar ve yetki sahibiydi.

Bilge Kağan tarafından büyük kurultaya getirilen bu iki mesele de sosyal ve dini meselelerdendi. Kağan’ın önerileri ile ilgili olarak Kurultay’da herkes fikrini söyledi. Konu enine boyuna tartışıldı. Kağanın önerilerine en sert muhalefet de Göktürk devletinin ünlü veziri ve danışmanı Bilge Tonyukuk’tan geldi. Bilge Tonyukuk şöyle diyordu: Türkler, Çinlilere karşı kaleler içinde savaşamaz. Sayıları Çinlilerin ancak yüzde birini bulan savaşabilecek durumdaki insanlarımız sulak ve otlak arazi arar, ava çıkar, savaş talimleri yaparlar, yerleşik konutları yoktur. Kendilerini güçlü hissettikleri zaman ileriye yönelir, zayıf hissedince de kaçıp saklanırlar. Böyle olunca da Çinlilere karşı kalabalık birliklere gerek kalmaz. Eğer surlarla çevrili bir kente yerleşir, bir de onlara yenilirseniz, esir olmaktan kendinizi kurtaramazsınız. Budha ve Lao-tseu’ya gelince: Onlar insanlara pasifliği, yumuşak ve alçak gönüllü olmayı öğretirler. Bu ise harp sanatçılarının işi değildir. (Journal asiatque, 6e serie cilt IV, sayfa 459-467, Paris 1864; VİSDELOU, Supplement a la Bibliotheque Orientale d’Herbelot (Maestricht 1776), s. 47; Mem. sur les Chin. XVI, s. 11,12,14 (Orhon ve Yenisey Yazıtlarının Çözümü İLK BİLDİRİ, ÇÖZÜLMÜŞ ORHON YAZITLARI, Vilhelm THOMSEN, Çeviren: Vedat KÖKEN, Ankara, 1993, sayfa: 73, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları:595). Neticede, Bilge Kağan’ın önerisi, Tonyukuk’un görüşleri doğrultusunda kurultay tarafından reddedildi. Tonyukuk’un açıklamalarındaki ve uyarılarındaki haklılığı anlayan Bilge Kağan’da Türk milletini kaleler içinde yerleşik hayata geçirme ve Budizm dinini benimseyerek Türkler arasında yayma düşüncelerinden vazgeçti.

Üst yöneticilerin seçiminde, özellikle de Hakanlık tahtına çıkışta töre hükümleri çok belirleyiciydi. 581 yılında ölen Gök-Türk Hakanı Ta-po kendi yerine Ta-lo-Pien’in hakan olmasını istiyordu. Fakat onun bu önerisi, töreye uymadığı gerekçesiyle devlet meclisi tarafından reddedildi.

Türk tarihi, bazılarının görmek ve göstermek istedikleri gibi sadece savaşlar, zaferler, yahut yenilgiler, hain padişahlar veya zevk u safa, Binbir Gece Eğlenceleri’nden ibaret bir tarih değildir. Türk Tarihi’nin aslında hiçbir milletin tarihinde görülemeyecek kadar derin bir ‘sosyal içerik’i vardır. Başka hiç bir millette ve düşünce sisteminde olmayan bir gerçek toplum ruhu Türk tarihini üstün kılan temel özelliklerin başında gelir (Sonsuza Uyanan Taşlar, Mustafa Necati Sepetçioğlu, İrfan Yayınevi, s. 123).

Her milletin kahramanları olduğu gibi Türk Milletinin de kahramanları vardır. Her milletin kahramanları gibi Türk Milletinin kahramanları da kendi karakterlerine uygun kahramanlardır. Milletleri kahramanlar yaratmazlar, ancak milletler ve nesiller kendi kahramanlarını yaratırlar. Hiçbir kahraman milletinden daha büyük değildir ve olamaz. Bazen bir millet, bir kişiyi, aleyhindeki bütün ters reklamlara, propagandalara rağmen bağrına basar, kahramanlaştırır. Bunun sebebi onu kendisine uygun ve yakın bulmasıdır. Bazen de bir millet, ne kadar reklamı yapılsa, ne kadar kahramanlaştırılmaya çalışılsa da bir kimseyi sevmedi ve benimsemedi mi, onu kendi kahramanı olarak kabul etmez. Bu da onu kendi ruh ve karakter yapısına uygun görmemesindendir. (Sonsuza Uyanan Taşlar, Mustafa Necati Sepetçioğlu, İrfan Yayınevi, s. 125).

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR