Ana SayfaManşetTÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA SOY FAKTÖRÜ

TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA SOY FAKTÖRÜ

TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA SOY FAKTÖRÜ

SOYUN ANLAM VE ÖNEMİ

Bazı devletlerin ve milletlerin oluşumunda belli soyların, hanedanların önemli rolleri olmuştur. Örneğin Avrupa’daki Marovenj ve Karovenj hanedanları bunlardandır. Peki, Türklerde de başka milletlerde olduğu gibi asalet, soyluluk ve belli hanedanlar var mıdır? Daha da önemlisi bu soyların ve hanedanların Türklüğün ve Türk milletinin oluşumunda herhangi bir rolleri ve katkıları olmuş mudur?

Eski Türklerde başka milletlerdekine pek benzemeyen bir asalet ve soyluluk anlayışı vardı. Türklerdeki asalet ve soyluluk anlayışı, başka toplumlardaki ve milletlerdeki gibi feodal veya aristokratik temelli bir soyluluk değildi. Eski Türkler, asalet ve soyluluğun at için, it için bile önemli ve gerekli olduğu gibi, hatta daha da fazla insan için de önemli ve gerekli olduğuna inanırlardı. İyi, üstün, şerefli insanların soyundan gelmiş olma, Türklerin bilhassa yönetim gücünü ve siyasi iktidarı teslim edecekleri üst yöneticiler için her zaman en önemli ve en başta aranan şartlardan olmuştur.

Türkler kendilerinin de yeryüzünde yaşayan insanların en soylusu, en asili, en kutsal soydan geleni, en yüksek, en benzersiz ahlaklara, erdemlere, hünerlere, değer yargılarına sahip, en seçkin milleti olduklarına inanırlar, fakat bunu asla gurur, kibir vesilesi yapmazlardı. Türkler temiz bir asalete ve soya sahip olmalarının kendilerine tüm insanlık camiası içinde dünyanın en erdemli ve hünerli, en hür, en özgür, en bağımsız, en egemen, en üstün, en seçkin ve en hâkim unsuru olma, dünyaya yön ve nizam verme zorunluluğunu, yükümlülüğünü, görev ve sorumluluğunu yüklediğine inanırlardı. Ancak yine de gerçek soyluluğu, asaleti insanın damarlarında dolaşan kandan, kan bağından ve nesepten ziyade; kişinin huy, karakter, ahlak ve fazilet, hüner ve erdemlerinde, tutum ve davranışlarında ararlardı.

Türkler, kimsenin soyuna sopuna da dil uzatmazlar, hiçbir iyi özellikleri ve nitelikleri bulunmadığı halde sırf atalarıyla öğünenlerden hoşlanmazlar, böylelerine haddini bildirmekten de geri durmazlardı.

Türklerde Aşina, Açena, Asena, Açina veya Aşina gibi adlarla anılan, kanları kutsal sayılan soylu bir sınıf vardı. En başından beri Türkler, daha doğrusu Türklük bilinç ve şuuruna sahip olanlar, kendilerine kök, ecdat, ata, dede kabul ettikleri Açina soyunun (Hazreti İbrahim soyu) Tanrı’nın seçtiği, kutsadığı, yücelttiği kutsal bir soy ve nesil olduğuna, kendilerinin de bu soydan geldiklerine, dolayısıyla üstünlüğün, seçilmişliğin onlara göklerden indiğine, Tanrı tarafından verildiğine inanıyorlardı. Bilinen en eski çağlardan Osmanlılara kadarki Türk toplumlarında önemli yönetim kademelerinin, hanlık, kağanlık, yabguluk, beylik, kumandanlık gibi üst yönetim görevlerinin asil ve kutlu sayılan bu soylu sınıftan olanların hakkı olduğuna, bu görev ve yetkinin onlara Tanrı tarafından verildiğine inanılıyordu. Bunların kanları kutsal kabul edilir, kanlarının yere dökülmesi felaket sebebi sayılırdı. Bu inanç, daha sonraları, han sülalesinden olup da, idam edilmesi gerekenlerin kılıçla değil de yay kirişi ile boğularak öldürülmesi âdetinin doğmasına neden olmuştur. Bu adet Göktürklerde, Selçuklularda ve Osmanlıda da aynen devam etmiştir.

Bu anlayışın doğal sonucu olarak, eski Türkler, asalet ve soyluluk bakımından “Ak kemik budunu”, “Kara kemik budunu” olmak üzere iki gruba ayrılmışlardı. Ak kemik budunu bey soylu olanları, kara kemik budunu ise normal halk kesimlerini ifade ederdi. Dağınık ve yoksul halk topluluklarının, yani ‘karakemik kara budunu’nun ancak ak kemik budununa mensup Tanrı’dan kut almış bir kağanın etrafında toplanarak, onların liderliği ve önderliği altında sağlam ve güçlü bir birlik ve güç oluşturabileceklerine, yoksa bölünüp, parçalanıp, dağılmanın, aç, çıplak, yoksul ve perişan duruma düşmenin, yok olmanın, bey olmaya layık oğulların başkalarına köle, prenses olmaya layık kızların cariye olmasının kaçınılmaz olduğuna inanılırdı. Başta Kağan olmak üzere bütün yöneticilerin yani ak kemik budununun en önemli görevleri, “kara kemik budunu”nu derleyip toparlamak, dirlik düzenlik, güvenlik içinde idare etmek, savaşta onları yönetmek, barışta da açları yedirip içirmek, çıplakları giydirmekti. Bunları yapamayan ve gerçekleştirmeyen kağanın kut’u olmadığına, kut’unun söndüğüne, kut’unu kaybettiğine inanılırdı. Onun yerine hemen yine Açena soyundan daha ehil, daha liyakatli, dirayetli, kut sahibi başka bir kağan arayışına girilirdi (Türk Edebiyatı Tarihi, Türkler: Kökenleri ve Yayılma Alanları, Peter B. Golden, C.I, s.40-41).

Yönetim kademelerine getirilecek kişilerin hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde belirlenebilmesi, bu yönetici neslin asaletinin korunması açısından da büyük önem arz ediyordu. Bütün yöneticiliklerde olduğu gibi, subayların çoğu da bu soydandı. Üst düzey görevler, generallikler de sadece Aşina soyuna, yani han ve hakan ailesi mensuplarına, çok defa sadece hakanlık prenslerine verilir ve bunlara “tegin” veya “şad” denirdi. Prenslerin başka mesleklere intisapları hoş karşılanmazdı. Fakat devlet yönetimi dışındaki diğer haklar bakımından, halkla soylular arasında fazla bir ayrılık ve aykırılık yoktu.

İyi ve güzel bir nesebe sahip olmak Türkler için hep önemli olmuştur. Türklerde soyluluğa, asalete bu kadar çok önem verilmesinin ve aranmasının nedenlerinin kökeninde, Allah’ın bu nesle, bu hanedana çok büyük lutuf ve yardımlarının, desteklerinin olduğu, dolayısıyla bu nesli koruyarak onlar vasıtasıyla kendilerinin de ilahi lütuflara, yardım ve desteklere ulaşabilecekleri inancı yatıyordu. Bu İslam’a da çok yabancı olmayan bir inançtı.

Kur’an’ın değişik ayetlerinde, bazı kişilere, gruplara, milletlere, bu arada Hazreti İbrahim’e, onun soyundan gelenlere ve özellikle İsrailoğulları’na (Yakup oğullarına) Yüce Allah tarafından seçilmişlik, üstünlük, önderlik, liderlik gibi büyük nimetler, lütuf ve imtiyazlar verildiğine, vaad edildiğine dikkat çekilir ve elbette yollarından da gitmek kaydıyla, Hazreti Adem, Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim gibi Allah’ın seçilmiş kullarının soyundan gelmenin, çok büyük bir önemi olduğuna dikkat çekilir:

Gerçek şu ki, Allah, Adem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelen soylar halinde insanlar arasından seçip âlemlere üstün kılmıştır. Allah her şeyi hakkıyla işiten, mükemmel tarzda bilendir (Âl-i İmran Suresi, Ayet:33-34).

İşte bunlar, Allah’ın kutlu, onurlandırıcı bağışlarda bulunduğu peygamberlerden, Âdem’in soyundan, Nûh’la birlikte (gemide) taşıdığımızın soyundan, İbrahim ve İsrailin (Yakub’un) soyundan gelen ve (hepsi de) doğru yolu gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerden bazılarıdır. Ne zaman kendilerine O sınırsız rahmet sahibinin mesajları okunsa, onlar ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Ama) kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı boşlayıp terk ettiler, yalnızca şehvetlerinin, dünyevî tutkuların peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklar, yaptıklarına karşılık tam bir düş kırıklığına uğrayacaklardır. Ancak tövbe eden, iman edip makbul ve güzel işler yapanlar cennete girecekler ve asla haksızlığa uğramayacaklardır (Meryem Suresi, Ayet:58-60).

Onların babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden kimilerini de, aynı şekilde seçtik ve etraflarındaki insanlara üstün kıldık. Onları dosdoğru bir yola kılavuzladık. İşte bu yol Allah yoludur. Kullarından dilediğini bununla iyiye ve güzele iletir. Eğer onlar da şirke bulaşıp Allah’a ortak koşsalardı, onların da bütün yaptıkları boşa gider, yararsız hale gelirdi. Biz onlara kitap, hikmet (sağlam bir muhakeme ve hükmetme gücü) ve peygamberlik bahşettik. Şimdi şu insanlar da bütün bunları tanımayıp inkâr ederlerse biz, onların yerine bunları inkâr etmeyecek bir milleti getiriveririz! (En’âm Suresi, Ayet:87-89).

Fakat bundan (bu nimetimden) sonra her kim nankörlük edip kâfir olursa, onu bir benzerine dünyalarda (daha) hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım! (Maide Suresi, Ayet:115)

Andolsun ki, Biz Nuh’u ve İbrahim’i (elçi olarak) gönderdik. Peygamberliği ve Kitab’ı da onların soylarında kıldık. Onlardan kimi doğru yoldadır, içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır (Hadid Suresi, Ayet: 26).

Kur’an’da Hazreti İbrahim’in ve neslinin Allah tarafından kutlu ve mübarek kılındığına dair ayetler de vardır:

“(Biz) hem onu (İbrahim’i), hem de İshak’ı mübarek (kutlu, bereketli, feyizli) kıldık. Ama onların soyundan gelecekler arasından iyi işler yapanlar da, kendisine açıkça zulmedenler de çıkacak! (Saffat Suresi, Ayet: 113).

Allah’ın da insanlara zaman zaman atalarının dedelerinin adıyla seslenmesi, iyi bir soya sahip olmanın ve onlara layık evlatlar olmanın önemine işaret sayılmalıdır:

Ey Nûh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin nesli! (Babanıza layık evlatlar olun da yalnız Allah’a güvenip dayanın ve O’na çok şükredin!) Çünkü (babanız) Nûh çok şükreden bir kuldu (İsra Suresi, Ayet:3).

Türk Milletinin ilk defa oluşmaya başladığı bölgenin halkı boylara, soylara, oymaklara, kavim ve kabilelere ayrılmıştı. Bunların hepsinin kendi reisleri de vardı. Fakat kabileler federasyonuna, hele konfederasyonuna hükmedebilmek, böyle bir birliğin başı olabilmek için Aşina soyundan gelmiş olmak, ayrıca Gök Tanrı’dan “Kut almış olmak” gerekiyordu. Orhun Yazıtlarında da Aşina hanedanının kutsal kökenlerine ve yöneticilerin yönetimini yasal ve meşru kılan ‘kut’a, ‘göksel talih’e vurgu yapılmaktadır. Bu Hanedan ailesi dışından hiçbir fert, hakan olmayı aklından bile geçirmezdi. Zaten bu soydan, bu hanedanın dışından birisi, hiçbir Türk tarafından hakan olarak tanınmaz ve ona itaat edilmezdi. Bütün boyların, soyların, aşiretlerin, kavim ve kabilelerin, milletlerin en üst yöneticilikleri, hanlıkları, hakanlıkları, kağanlıkları, beylikleri, kumandanlıkları Ak Kemik Karabudunu olarak olarak nitelenen bu çocuklara ve onların soyundan gelenlere verilmesi töre haline geldi. İşin daha da ilginci, erken dönem Aşina Türk kağanları arasında, etimolojisi açısından Türk diline –ya da bölgedeki başka bir dile- dayanan hiçbir ad da bulunmaz (Golden 2002b: 98-99; Rabatzki 2000:2006-221). Bazı tarihçiler eski Türk hakanlarından hiç birinin adının ve hanedan ailesinin adı olan Aşina kelimesinin Türkçe olmamasını, Ortadoğu kökenli olmasını, Türklerin kendi öz alfabeleri olan Orhun Abidelerinin yazıldığı Göktürk alfabesinin de İbrani alfabesine çok benzemesini bu neslin buraya Ortadoğu’dan gelmiş olmalarının delili saymaktadırlar.

Bu konuda değişik bilim adamlarının da çok ilginç ve bu görüşleri doğrulayan tespitleri vardır. Bazı bilim adamları, Türkçe ses uyumuna da uymayan Aşina adının Türkçe olmadığı, büyük olasılıkla batı kökenli olduğu, bu kelimenin Doğu İranca ya da Toharca’dan gelmiş olabileceği görüşündedirler. Eski İranca’daki ahşaina, Hotan ve Saka dillerindeki âşşeina/âşşena kelimelerinin “mavi gök” demek olduğu, Orta Asya’da kullanılmış eski bir Hint-Avrupa dili olan Toharcadaki ‘âsna’ kelimesinin de ‘mavi’ ve ‘gök’ anlamlarına geldiği belirtilir (Klyaştornıy 1994: 445-447; Rastorguena, Edelman 200: I/284-286). İşin daha da ilginci, erken dönem Aşina Türk kağanları arasında, etimolojisi açısından Türk diline –ya da bölgedeki başka bir dile- dayanan hiçbir ad da bulunmaz (Golden 2002b: 98-99; Rabatzki 2000:2006-221).

Türkler’deki bu Açena soyunun, Han soyunun asil ve kutlu sayılmasının, onlara yöneticiliğin, önderliğin, liderliğin Tanrı tarafından verildiğine inanılmasının temelinde, buralarda yaşayan insanların kendisini hiç görmedikleri, tanımadıkları Hazreti İbrahim’e ve onun soyuna duydukları sevgi, saygı ve bağlılık yatıyordu. Açena soyu dedikleri şey, Hazreti İbrahim soyu demenin bir başka ifadesinden başka bir şey değildi. Türkleri yönetenlerde belli bir soydan gelmiş olma şartının aranmasının temelinde de bu anlayış yatıyordu.

Türkler, eskiden beri babaerkil bir aile yapısına sahipti. Türk ailesi baba, ana ve çocuklardan oluşurdu. Her şeyin temeli bu aileydi. Boşanma söz konusu değildi. Zina cezası en ağır suçlardandı. Baba ölürse oğullar, kardeş ölürse diğer kardeşler ölenin çocuklarını sahiplenmek, onları, bakıp, büyütüp, yetiştirmek ve eğitmek zorundaydı. Türk devletlerinin çekirdek ve mayası bu birleşen ve büyüyen tecrübeli Türk ailelerine dayanıyordu. Kınık, Kayı, Bayındır, Selçuklu, Osmanlı gibi boylar, devletler ve imparatorluklar da aileler etrafında şekillenmiş ve büyümüş oluşumlardı. Devletler, insanların inançlarına ve ailedeki töreye göre şekilleniyordu. Ailelerin bağlı kaldıkları bir töre olduğu gibi, devletin de bir töresi vardı. Türk hakanları devleti bu töre üzerine idare ederlerdi. Zaten sağlam aile geleneklerine sahip olmayan kavimlerin ne tarih yapma, ne de uzun yaşama hakları ve kabiliyetleri olamaz.

Türklerde, çocukların iyi, sağlam, temiz bir soya, sopa, asalete sahip olması kadar, hatta ondan da daha önemlisi, üstün nitelikli, hünerli, erdemli, hayırlı, devletli, dürüst, düzgün nesiller olarak yetiştirilmeleriydi. Çocukların yol oğlu olması, yani istikamet sahibi ecdadının yolundan giden bir oğul olması, bel oğlu olmasından, yani sadece onların soyundan gelmesinden çok da önemliydi. Eski Türk destanlarında, hikâyelerinde, atasözlerinde, deyişlerinde en çok kullanılan kelimelerden biri olan oğul kelimesinin çok zengin ve değişik bir kullanım alanı vardır. Değişik vesilelerle, farklı bağlamlarda er oğlu, bel oğlu, yol oğlu, eloğlu vb gibi ilginç terkiplere ve deyişlere rastlanır. Özellikle Müslüman olduktan sonra Türklerin kendi neslinden, kanından, canından bile gelse, Allah’ın yolunda olmayan, peygamberin izinden gitmeyen evladı, kendinden saymayan bir anlayışı benimsedikleri görülür. Babaların iyi, erdemli, hünerli, üstün nitelikli evlatlar yetiştirmeleri, oğulların da sadece ecdadının başarılarıyla övünen bel oğlu olmaması, ecdadının dosdoğru yolunda giden, onlardan aldığı iyi mirası daha da ilerilere götürebilen, erdemli, hünerli er oğlu er olmaları, ecdadının iyi adını kötüye çıkarmamaları, iyi adına leke sürmemeleri, aksine daha da iyi anlamlar katmaları, ecdadına ve milletine yatlaşıp yabancılaşmamaları, eloğlu olmamaları gereği üzerinde önemle durulur. Bu yolda yapılması gerekenler vurgulanır. Bu anlayışı en güzel şekilde anlatanlardan biri de Dede Korkut’tur. Dede Korkut, iyi, nesiller yetiştirmenin önemini şöyle anlatır:

İnsana, atalarının şanını şöhretini yücelten, soyuna iyi örnek olan evlattan daha büyük bir armağan olamaz.

Atasının adına leke düşüren hoyrat, hayırsız evlat; baba belinden inince… İnmese daha iyi!

Öyle hayırsız evlat, ana rahmine düşünce… Doğmasa daha iyi!

Oğul ile kız insanın iki çiçeği, gözünün akı ile karasıdır.

Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir.

Devletli oğul olursa ocağının korudur.

Oğul da neylesin babadan bir şey kalmazsa!

Baba malından ne fayda, başta devlet olmazsa!

Devletsiz şerrinden Allah saklasın canlar sizi!

Kız anadan görmedikçe, öğüt almaz.

Oğul babadan görmedikçe, sofra salmaz

Anadan örnek almamış kız, babadan talim görmemiş oğul, nasıl kötü olmaz?!

Eloğlunu beslemekle oğul olmaz!

Büyüyünce bırakır gider, gördüm demez!

İyi ad kazanandan, iyi ad kalır!

Kötülerden, sıkıntı ve dert kalır!

İnsanoğlu, fıtraten atalarına, geçmişlerine karşı büyük bir sevgi, yakınlık ve bağlılık hisseder. Antropoloji biliminin yaptığı araştırmalar da, insanoğlunun ilk kültünün, ilk kutsal saydığı şeyin ‘atalar kültü’ olduğunu göstermektedir. Kur’an’da da işaret edildiği gibi, insanları zaman zaman içine düştükleri zulüm, küfür, inkâr bataklıklarından, sapıklıklardan kurtarmak için Allah tarafından gönderilen peygamberlerin önlerindeki en büyük engel, her zaman insanların atalarının dinlerini, inançlarını üzerinde sürdürmekte inatçı ve ısrarlı olmaları, onlara ters düşmeyi, hele onları bırakmayı, terk etmeyi ise bir türlü içlerine sindirememeleriydi. Atalarının inancını bırakmayı, onların gittikleri yoldan başka bir yola yönelmeyi, atalarına en büyük saygısızlık ve ihanet olarak görüyorlardı. Atalarının dinlerinin, inançlarının, fikir ve düşüncelerinin doğruluğunu veya yanlışlığını kendileri sorgulamadıkları gibi, bu konuda en ufak bir eleştiriye bile tahammülleri yoktu. Ne kadar, yanlış, saçma, aptalca veya sapıkça olursa olsun; onların tercihleri yine de eskiden beri alıştıkları, bildikleri atalarının izinden gitmekten yanaydı. Kendilerine türlü delillerle ve apaçık mucizelerle gelen, çok iyi tanıyıp bildikleri her bakımdan da güvendikleri peygamberlerinin onlara Allah’tan getirdikleri mesajlar üzerinde düşünmek bir tarafa, atalarına ve atalar dinine saygısızlık saydıkları bu sözleri, açıklamaları, tebliğleri dinlemek bile istemiyorlar, onları susturmak için her çareye başvuruyorlardı. Peygamberlerin davetine muhatap olan insanların her devirde, onları doğru yola çağıran peygamberlerine söyledikleri söz hemen hemen değişmiyor, hep birbirine benziyordu:

Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde: “Hayır! Biz, (yalnızca) atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (onların dinine, inancına, adet, gelenek ve göreneklerine) uyarız.” derler. Peki, ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasib almamış (doğruya ve güzele ulaşamamış kimseler) idiyseler! (Bakara Suresi, Ayet:170).

Atalara saygı ve bunun inanç sistemlerine de yansıması, hemen hemen bütün ataerkil toplumlarda olduğu gibi, Türklerde de geçerliydi. Tarihi kaynaklardan öğrendiğimize göre; Türkler de büyüklerine tazim eden, atalarına saygı duyan, atalarına ait hatıraları kutsal sayan bir ulustu. Örneğin, Asya Hunları her yıl mayıs ayının 18’inde atalarının ruhlarına kurbanlar sunarlar, öteki dünyada rahat yaşamaları için ölülerini silahları ve değerli eşyaları ile beraber gömerler, atalarının mezarlarına yapılan tecavüzleri ve saygısızlıkları en ağır şekilde cezalandırırlardı. Ancak Türklerdeki bu atalara saygı, atalar kültüne sahip diğer kavimlerdeki (örneğin eski Mısır, eski Yunan) gibi, ölen bazı nüfuzlu ve kudretli kimselerin yarı tanrı sayılması, bunlar için insan kurban edilmesi gibi ileri boyutlara varmamıştı. (İbrahim Kafesoğlu, Türk Dünyası El Kitabı, Türk Tarihi, Kültür ve Teşkilat, Cilt I, İkinci Baskı, Ankara 1992, sayfa 212).

Aslında insanların atalarına, onlardan kalan hatıralara saygı göstermesi, yaratılıştan gelen fıtri bir duygudur. Zaten fıtrat dini olan İslamiyet de insanların atalarına sevgi ve saygı duymasını yasaklayan ve onlardan miras kalan din, inanç, fikir ve düşüncelerin hepsini ve her türlüsünü peşinen ret ve mahkûm eden bir din değildir. İslam, bu din ve inançlardan sadece doğru olmayanları, yanlış, akıl dışı, insanın dünyaya geliş ve yaratılış amacına ters, sapık, bozuk ve zulüm olanlarını yasaklar. Eğer insanların ataları doğru yoldaysa onların da o yolu izlemelerinden daha doğal, doğru ve güzel bir şey olamaz. Nitekim doğru yolda giden ecdadının izinde gitmek Kur’an’da da tavsiye edilmekte, bu gibiler açıkça övülmektedir:

(Ey İsrailoğulları!) siz de şahitsiniz ki son nefesini vermeye yaklaşırken Yakup oğullarına şöyle demişti: “Ben gittikten sonra siz kime kulluk edeceksiniz?” Onlar da: “Senin ilahına, ataların İbrahim, İsmail ve İshâk’ın tanrısına, o Tek Tanrı’ya kulluk edeceğiz ve O’na teslim olacağız!” diye cevap verdiler (Bakara Suresi, Ayet: 133).

Yarattığı kulundaki atalarına ve onların inançlarına saygı duygusunu çok iyi bilen Allah, insanları bir yandan atalarının hepsinin doğru yolda olamayabilecekleri, bunlar arasında doğru, düzgün, dürüst inanç ve yaşayış sahipleri olabileceği gibi, yanlış, sapık, bozuk inanç ve din sahiplerinin de bulunabileceği konusunda uyarmakta, öbür yandan da illa atalarını örnek almak ve onların dinine bağlanmak, onların yolunca gitmek istiyorlarsa, ataları Hazreti İbrahim’in milletine, dinine, inanç sistemine uymalarını, onu kendilerine örnek almalarını ve onun onun gibi olmalarını öğütlemektedir.

ÖNDER, LİDER, ATA OLARAK HAZRETİ İBRAHİM

VE İBRAHİM MİLLETİ

“İbrahim” kelimesi, “yüce baba”, “yüceltilmişlerin babası” “halkın babası”, “cemaat babası”, “milletlerin babası’ “merhametin veya merhametlilerin babası” gibi anlamlara gelir. Va’dinden asla dönmeyen Yüce Allah, pek çok başarılı sınamalardan ve denemelerden geçirdiği Hazreti İbrahim’e ve onun soyundan gelip, izinden gidenlere, başta milletlere, önderlik, liderlik ve imamlık gibi pek çok nimetler ve ayrıcalıklar vaat etmiştir. Nitekim daha sonra gelen peygamberlerin büyük çoğunluğu Hz. İbrahim’in neslinden gelmiştir.

Hazreti İbrahim dönemine kadar yeryüzünde millet kavramına ve millet isimlerine pek rastlanmaz. O zamana kadar toplumlar ve devletler (örneğin Mısırlılar, Elamlılar, Asurlular, Finikeliler, Lidyalılar, Frigyalıllar, Likyalılar, Kayralılar, Romalılar vb gibi) daha çok üzerinde yaşadıkları veya kuruldukları coğrafi bölgelerin, toprakların adıyla anılıyorlardı.

Hazreti İbrahim’ in yaşadığı MÖ 2000’li yıllar, dünya tarihinin en önemli kavşak ve dönüm noktalarından biridir. Dünya nüfusu bu dönemden sonra çok daha büyük bir hızla artmış, bazı eski kavimler, topluluklar tarih sahnesinden silinirlerken, bunların yerine çok daha farklı inançlara, kültürlere, dinlere, toplumsal, ekonomik ve siyasi yapılara sahip yeni yeni milletler ve toplumlar tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Ulus, budun, kavim, kabile, boy, soy, klan, uruk, turuk gibi kavramlar genelde dini yapıları ne olursa olsun aile, kan, dil, töre, kültür, tarih gibi unsurların psikolojik olarak birbirlerine bağladığı insan topluluklarını ifade ederken, millet kavramı daha çok din ve inanç birliğini ön planda tutan bir birliği ve beraberliği ifade eder. Millet kelimesi Kur’an’da çok yerde kullanılmakta ve genelde bu manayı ifade etmektedir:

“De ki: Rabbim Beni doğru yola, İbrahim’in sapasağlam, devamlı, dosdoğru, Allah’ı birleyen milletine (dinine) iletti. O Allah’a ortak koşanlardan değildi (En’am Suresi, Ayet: 161).”

Hazreti İbrahim’in milletlerin babası olması sadece manevi babalıkla da sınırlı değildir. Hazreti İbrahim, bu manevi babalığın, inanç önderliğinin yanı sıra aynı zamanda pek çok peygamberin ve milletin de gerçek ve biyolojik babasıdır. Gerçekten de dini ve tarihi metinler incelendiğinde, Hazreti İbrahim’in soyunun üç ana koldan çoğaldığı, onun adıyla anılan ona izafe edilen hak dinin, davanın önderleri olan peygamberlerin büyük çoğunluğunun onun soyundan geldiği, onun bütün inananlar tarafından sevgi ve saygı gördüğü, adı sanı hep anıldığı, onun milletinden olmanın önemsendiği, yeryüzünde hükümran olmuş, dünya siyasetine yön vermiş büyük milletlerin de onun soyundan geldiği veya bir şekilde onunla ilişkili oldukları görülmektedir. O, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed gibi pek çok önemli peygamberin soyca da atasıdır. Ayrıca dünya üzerinde üstünlük sağlamış nice milletler (Yahudiler, Araplar, Türkler, hatta Romalılar) onun soyundan gelmişlerdir. Hazreti İbrahim’in neslinin, üç ana koldan, üç veya dört ayrı millet halinde dünya sahnesine çıktıkları ve dünya siyasetine yön verdikleri anlaşılmaktadır. Dini ve tarihi kaynaklar, Hazreti İbrahim’in soyunun, Hazreti İshak, Hazreti İsmail ve en son evlendiği Keturah veya Kantura adlı eşlerinden çoğalıp, dağıldığını ifade etmektedirler. Hazreti İshak’ın soyundan İsrailoğulları veya Yahudiler, Hazreti İsmail’in soyundan Arap yarımadasındaki diğer yerli kabilelerle de karışarak Araplar ve Kantura soyundan da Türkler meydana gelmiştir.

Hem Tevrat ve diğer Yahudi kaynaklarında, hem de Arap ve İslam kaynaklarında Arapların, Yahudilerin ve Türkler’in aynı kökten geldikleri, akraba ve amca çocukları oldukları yolunda değişik rivayetler vardır. Tevrat’ta ve diğer Yahudi kaynaklarında verilen bilgilere göre, yüz yetmiş veya ikiyüz yıl yaşamış olan Hazreti İbrahim, Sare ve Hacer’den sonra, ileri yaşlarında Keturah adlı üçüncü bir hanımla daha evlenmiştir. Hz. İbrahim’in bu hanımından da Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak ve Şuah adlarında altı çocuğu daha olmuş, Hazreti İbrahim bu eşinden doğan oğullarını değişik hediyelerle şark diyarına göndermiştir (Tevrat, Tekvin, 25).

Değişik kaynaklarda, Hazreti İbrahim’in Keturah adlı hanımının Hazreti Nuh’un soyundan geldiği, Türk hakanının, hatta Oğuz Kağan’ın kızı olduğu, adının da Türkçe’den geldiği, (örneğin, Han Turan vb gibi) Prototürkçe bir kelime olan bu ismin farklı söyleyiş tarzı nedeniyle biraz değişerek İbranice’ye Keturah, Arapça’ya da Kantura olarak geçtiği, Arap kaynaklarında ve bazı hadis-i şeriflerde Türklerden Kantura oğulları olarak söz edilmesinin de bunu gösterdiği, Kur’an’da kıssası anlatılan Zülkarneyn’in de Oğuz Kağan olabileceği, Hazreti İbrahim’le Oğuz Kağan’ın aynı çağda yaşadıkları, birbirleriyle görüşüp konuştukları, hısım oldukları yönünde değişik rivayetlere rastlanmaktadır. Ancak bu rivayetlerdeki doğruluk ve gerçeklik payının ciddi çalışmalarla ortaya konulması gerekmektedir.

Bazı yorumcular, Allah’ın Hazreti İbrahim’e oğlu İsmail’i Kabe’nin bulunduğu Mekke’ye götürüp yerleştirmeyi emretmesinde de, eşi Kantura’dan olan oğullarını o zamanki dünyanın çok tenha, çok uzak ve kurak bir bölgesi olan Ortaasya’ya, Horasan’a, yani Türklerin anavatanı olan bölgeye göndermesinde de çok önemli sebepler ve hikmetler olduğu kanatindedirler. Allah, onları pek çok bozuk din ve itikadın, sapıklıkların, ahlaksızlıkların kaynaştığı Ortadoğu coğrafyasından uzaklaştırarak, dünyanın oldukça uzak ve tenha ama havasıyla, suyuyla, iklimiyle çok sağlıklı bir bölgesine yerleştirmiş, onları orada pek çok bozucu etkilerden koruyarak daha saf, sağlıklı, sağlam ve temiz bir şekilde çoğalmalarını sağlamış, böylece onları ileride kendileri için takdir ettiği büyük görevlere hazırlamış, ileride onlardan büyük bir İbrahimi millet oluşturmayı murat etmiştir. Nitekim sonuçta dünya tarihi birbirinin eş anlamlısı olan Türklük, Müslümanlık ve Allah’ın herkese uymayı emrettiği İbrahim Milleti oluşmuş ve Allah bunu dünyaya egemen kılmıştır.

Öte yandan, yine Hazreti İbrahim’in soyundan gelen ve eski dünyanın en kalabalık bölgelerinden biri olan Filistin’de ve Ortadoğu’da kalan İsrailoğullarının başlarına gelenler de ortadadır. Başta Kur’an olmak üzere güvenilir kaynaklar bize, Allah’ın İsrailoğullarını önce seçip alemlere üstün kıldığını, fakat daha sonra başka milletler, dinler ve kültürlerle yoğun temasları sonucunda dejenere olduklarını, bozulduklarını, kendilerini seçkin, farklı ve üstün kılan özelliklerden, Allah’ın dininden, davasından, ahdinden döndüklerini, inançlarını, benliklerini, kimlik ve kişiliklerini kaybettiklerini, bunun sonucunda Allah’ın nusret ve yardımından yoksun kalarak özgürlüklerini kaybettiklerini, çok büyük acılar, ızdıraplar, felaketler, yıkımlar, yoksunluklar, işkenceler, esaretler gördüklerini, içine düştükleri büyük bozulma yüzünden hem Allah, hem de peygamberler tarafından lanetlenecek kadar kötü durumlara düştüklerini çeşitli örnekleriyle anlatmaktadır. İsrailoğulları, zaman zaman civardaki dinlerin ve inançların etkisine kapılarak peygamberlerinden kendilerine put yapmasını isteyecek, hatta altından buzağı heykeli yapıp tapacak kadar yoldan çıkmışlar, Allah’ın dinini bozup tahrif etmişler, Allah’a ve peygamberlerine verdikleri sözleri tutmamışlar, peygamberlerini öldürecek kadar azgınlaşmışlar, fitneci ve fesatçı bir topluluk haline dönüşerek Allah’ın lanetine ve gazabına uğramışlar, daha sonra da Allah onların başına başka zalimleri musallat etmiş, uğradıkları saldırılar ve savaşlar karşısında darmadağın olarak dünyanın dört bir yanına dağılmışlar, çok büyük felaketlere uğramışlardır. Yahudilerin başına gelenleri ve kıyamete kadar gelecekleri Allah, Kitabında şöyle haber veriyor:

Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara (Yahudilere) en kötü eziyeti yapacak kimseler göndereceğini ilan etti. Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir. Ve O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (A’raf Suresi, Ayet:167)

Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlıklarını, kibirli küstahlıklarını, hakikati inkârda inatçılıklarını daha da artıracaktır. Biz, onların aralarına kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık, kin ve nefret soktuk. Onlar ne zaman bir savaş ateşi yaksalar (fitne uyandırsalar), Allah onu söndürür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar (Yozlaşmayı ve çürümeyi arttırmak için ellerinden geleni yaparlar). Allah ise bozguncuları (yozlaşmaya ve çürümeye yol açanları) sevmez (Maide Suresi, Ayet: 64).

Hazreti İbrahim’in diğer zürriyetinden gelen ve Türk milletini oluşturan çocukları ise; nispeten boş, ıssız ama başka milletlerin ve bozuk inançların fazlaca etkin olamadığı, bu çok uzak, çok geniş, yüksek, sağlıklı ve bozulmamış coğrafyada Allah’ın lutfuyla korunup saklanabilmişler, nispeten daha güvenli bir hayat sürebilmişler, varlıklarını, babalarından öğrendikleri dinlerini, inançlarını (Tek Tanrı’ya yönelen Hanif Dini İnancı) ve babalarının karakteristik özelliklerini çok fazla bozulmaya uğramadan asırlar boyunca koruyabilmişler, hızla çoğalarak, sağlıklı ve güçlü nesiller yetiştirebilmişlerdir. Böylece hem başka milletler ve dinler arasında kaybolup gitmekten kurtulmuşlar, hem buranın çetin coğrafi şartları içinde daha dayanıklı, güçlü, kuvvetli, gürbüz, sağlıklı, güzel nesiller yetiştirerek çoğalıp güçlenebilmişlerdir. Kafaları ve gönülleri başka bozuk inanç ve fikirlerle çok fazla dolu olmadığı için, Allah’ın yeryüzüne hâkim kılmak için gönderdiği İslam dinini, hem de bu dine mensup olanlarda ortaya çıkan zaaf belirtilerinin yaşandığı bir dönemde Türklerin ihlas ve samimiyetle kabul etmeleri ve içlerine sindirmeleri daha kolay olmuş, Allah’ın dinine ve emanetine sahip çıkmakta gevşekliğe düşen Araplar’dan islamın bayraktarlığını teslim alarak dünyaya yön ve nizam verebilecek duruma gelmişlerdir. İlk bakışta özellikle kendilerini uzak bir diyara sürülmüş, terk edilmiş gibi hisseden Hazreti İbrahim’in Kantura adlı eşinden doğan çocukları açısından oldukça üzücü ve olumsuz gibi görünen, gerçek sebeplerini ve hikmetlerini ancak bunu kulu İbrahim’e emreden Allah’ın bilebileceği bu olay, gerçekte Türk, dünya ve insanlık tarihi açısından olağanüstü önemde, nitelikte, büyüklükte, hayırlı ve uğurlu sonuçlar doğurmuştur. Eğer Hazreti İbrahim’in Türklerin ataları olan çocukları da diğer kardeşleriyle beraber Ortadoğu’da kalsalar, belki onlar da aynı akıbetlere uğrayabileceklerdi.

Millet kavramının, gerçek anlamıyla Hazreti İbrahim’le ve onun döneminden sonra ortaya çıktığını ve yeni anlamlar kazanarak geliştiğini söylemek mümkündür. Yeryüzü macerası bir erkek ve bir kadınla (Adem ile Havva) başlayan insanoğlunun nüfusu çoğaldıkça dil, renk, ırk, inanç farklılaşmaları görülmeye başlamış, zamanla bu farklılaşmalar daha da belirginleşip artarak önce aile, klan, boy, soy, aşiret ve kabileler, daha sonra da bunların birleşmesiyle farklı kavim, ulus ve millet gibi daha üst topluluklar oluşmuştur. Daha alt gruplaşma aşamalarından millet ve ümmet gibi daha büyük toplumlar haline geçilebilmesi için, en gerekli unsurların başında doğal olarak diğer alt gruplardan çok daha büyük bir nüfusa sahip olunması gelmektedir. Çok büyük insan topluluklarının bir millet ve ümmet oluşturabilmeleri için de belli ortak değerlerde, asgari müştereklerde (kültür birliği gibi) birleşebilmesi şarttır. Sosyolojik açıdan böyle olmakla beraber, Allah katında sayısal çoğunluğun hiçbir önemi yoktur. Önemli olan iman ve İslam temeline dayanan bir değerler sistemine sahip olabilmektir. Böyle olduğu takdirde tek bir kişinin bile millet sayılması mümkündür. Nitekim Allah bize Kitabında, Hazreti İbrahim’in tek başına bir millet ve ümmet olduğunu bildirmekte, herkese ve hepimize de İbrahim Milleti’nden olmayı emretmektedir:

Şüphe yok ki İbrâhim, tek başına bir ümmetti. Allah’a itaat ederdi ve bir Hanif idi. Hiç bir zaman müşriklerden olmamıştır (Nahl Suresi, Ayet: 120).

De ki: “Allah doğruyu söylemiştir. O halde İbrahim’in doğru olan (Allah’ı bir bilen) milletine (dinine) uyun! O, müşriklerden değildi (Al-i İmran Suresi, Ayet: 95).

Hazreti İbrahim, “bütün sahte ve yalancı tanrı tanınanlardan uzaklaşarak, kendini bilinçli ve gönüllü olarak Allah’a teslim etmek” demek olan Hanif Müslümanlığın da bir öncüsü, prototipi, en tanınmış, en güzel temsilcilerinden, en samimi, en önemli simalarından ve şahsiyetlerinden ve biridir. Bu özelliği nedeniyle Allah, Hazreti İbrahim’i bütün insanlığa örnek, önder ve imam olarak seçmiş, onun hakkında Kur’an’da “Atanız İbrahim” tabirini kullanarak kendisini sonradan gelen bütün muvahhidlerin, tevhid inancını benimseyen bütün Müminlerin manevi babaları sayarak onurlandırmıştır. Allah’ın bütün dinlere üstün kılmak ve kıyamete kadar devam ettirmek üzere gönderdiği bu Hak din, bu dava, bu ümmet ve bu millet, yani Müslümanlık da ona nispet edilerek, onunla özdeş sayılmış, ‘Babanız İbrahim’in milleti, inanç sistemi, dini’ diye nitelendirilerek, herkesin onun gibi inanması, yaşaması, düşünmesi ve davranması istenmiştir.

Yüce Allah, Hazreti İbrahim’i bütün insanlara örnek, önder, lider, baba olarak seçip takdim etmekte, onun temsil ettiği inanç sistemini de uyulması gereken tek yol olarak göstermektedir. Onun yolundan ve izden gidenlerin tek bir millet olduğu, bu milletin kıyamete kadar varlığını sürdüreceği, bu inanç sisteminin onun adıyla “İbrahim milleti (dini, inanç sistemi)” olarak anılacağı Allah tarafından ilan edilmektedir:

Nihayet sana da: İbrahim’in hanîf (Yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden sakınan ve hiçbir şekilde Allah’tan başkalarına tanrılık yakıştırmayan) milletine (dinine) uy! O müşriklerden değildi diye vahyettik (Nahl Suresi, Ayet: 123).

Düşünme melekeleri dumura uğramış kendini bilmezlerden başka kim, İbrahim’in milletinden (dininden) yüz çevirir? Doğrusu Biz onu bu dünyada seçip yücelttik. Şüphesiz o ahirette de salihler, dürüst ve erdemliler arasında yer alacaktır. Çünkü Rabbi o’na: “Müslüman ol! (Bana teslim ol!)” demişti de; o da hemen: “Bütün âlemlerin Rabbine teslim oldum, boyun eğdim! (Müslüman oldum!)” diye cevap vermişti (Bakara Suresi, Ayet: 129-130).

“Gerçek şu ki, İbrahim hanîf (yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden yüz çevirerek yalnız Allah’a yönelmiş, gönülden O’na itaat eden), kânit (insana yakışan bütün erdemleri kendinde toplamasını bilmiş, tek başına) bir ümmet (bir önder) idi. Asla Allah’a ortak koşanlardan, (Allah’tan başkasına tanrılık yakıştıranlardan) değildi. Allah’ın nimetlerine çok şükrediciydi. Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti. Biz ona dünyada iyilikler, güzellikler verdik. Muhakkak ki o, ahirette de salihlerdendir (Nahl Suresi, Ayet: 120-122)”.

“Daima iyilik yapan, her türlü bâtıldan yüz çevirerek tam bir doğruluk ve samimiyetle bütün benliğini Allah’a teslim eden ve İbrahim’in milletine (inanç sistemine, Allah’ı bir tanıyan hanif dinine) uymuş olandan daha güzel din (ve iman) sahibi kim vardır? Allah, İbrahim’i (sevgisiyle yüceltmiş ve onu kendisine) dost edinmiştir (Nisa Suresi, Ayet: 125)”.

Ona (İbrahim’e, önce İsmail’i sonra da) ayrıca İshâk’ı ve (İshâk’ın oğlu) Yakub’u armağan ettik. Onların hepsini dürüst, erdemli ve iyi kimseler kıldık. Onları, buyruklarımız doğrultusunda, insanları doğru yola götüren önderler yaptık. Onlara iyi ve yararlı işler yapmayı, namaz hususunda duyarlı ve devamlı olmayı, zekâtlarını vererek (arınmayı) vahyettik. Onlar yalnız Bize kulluk eden kimselerdi (Enbiya Suresi, Ayet: 72-73).

Haydin öyleyse, babanız İbrahim’in milletine (dinine, yoluna) uyun! Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da “Müslümanlar/Allah’a teslim olanlar” diye adlandırdı ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de diğer insanlara şahitler (ve örnekler) olasınız. Artık namazınızı dosdoğru, devamlı ve duyarlı olarak hakkıyla kılın, zekâtı verin (ki hem kendinizi hem de mallarınızı arındırasınız) ve Allah’a sımsıkı bağlanın! O sizin gerçek Mevlanızdır (Efendinizdir, Sahibinizdir). O, ne güzel, ne üstün, ne yüce Mevlâ (Sahip, Efendi) ve ne güzel, ne üstün, ne yüce Yardımcı’dır! (Hac Suresi, Ayet: 77- 78)

Yahudiler ve Hıristiyanlar Müslümanlara:) “Ya Yahudi ya da Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız” dediler. Onlara de ki: “Hayır! Biz, hanîf olan (her türlü batıldan uzak durup, yalnızca hak dine yönelen) İbrahim’in dinine uyarız. O, Allah’a eş ve ortak koşanlardan değildi (Bakara Suresi, Ayet: 135).

Millet-i İbrahim, yani İbrahim Milleti kavramı Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde geçer. Allah, bütün insanlardan en güzel örneği ve uygulaması Hazreti İbrahim’de somutlaşan kendi inanç sistemini benimsemelerini, İbrahim’i kendilerine örnek almalarını, onun gibi olmalarını, onun gibi inanmalarını, onun gibi düşünüp davranmalarını istemektedir. Hazreti İbrahim Allah tarafından kendi dininin örnek prototipi, rol modeli olarak gösterilmiş, bu din ve dava onun adıyla adlandırılarak herkes o milletten olmaya çağırılmıştır. Böylece insanlar arasındaki millet ve milliyet farklılıkların temelinde yatan esas etkenin din ve inanç farklılıkları olduğuna dikkat çekilerek, insanlar yanlış ve sapık başka inançlara yönelmekten sakındırılmakta, kültür ve medeniyetlerini, uygarlıklarını yalnızca bu inanç sistemi üzerine bina etmeleri öğütlenmektedir. İnsanın ve dünyanın yaratılış amacı ve gayesi de budur. Bu inanç sisteminden kopan insanların, toplumların ve milletlerin yalnızca ölüp gittikten sonra değil, bu dünyada da huzur, güven, barış ve mutluluk bulabilmeleri mümkün olamayacak, böyleleri türlü yollardan ve değişik şekillerde yavaş yavaş felaketlere ve helake sürükleneceklerdir.

Bu arada Allah yolunda gidenler bizzat Allah tarafından ‘Müslüman’ adıyla adlandırıldıkları halde, öte yandan yine Allah tarafından ‘Babanız İbrahim’in milletine (dinine, inanç sistemine) uyun!’ buyurulması, Hazreti İbrahim’in ‘ata, baba’ olarak nitelendirilmesi, Allah’ın kendi dinini ve inanç sistemini Hazreti İbrahim’e nispet ederek İbrahim’in milleti, dini tabirlerinin kullanılması akıllara arada herhangi bir çelişme olup olmadığı yolunda bazı sorular getirebilir. Bu tür soruların doğru cevabını, insanoğlunun fıtri yapısında, yaratılıştan gelen özelliklerinde, Hazreti İbrahim’in inancının ve inanç sisteminin özelliklerinde aramak gerekir.

Bu inanç sistemi, kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü dünya bunun üzerine kurulmuştur. İnsanın ve dünyanın yaratılış amacı, gayesi de budur. Bu inanç sisteminden kopmuş insanlarda, toplumlarda, milletlerde ve dünyada huzur, güven ve mutluluk olamayacağına, bunların yavaş yavaş felaketlere ve helake sürükleneceğine Kur’an’ın pek çok yerinde işaret edilmektedir.

Hazreti İbrahim, bütün sahte ve yalancı tanrı tanınanlardan uzaklaşarak, kendisini bilinçli ve gönüllü olarak Allah’a teslim etmiş, Allah’ın dininin ve inanç sisteminin öncüsü ve prototipi olmuştur. ‘Hanif Müslümanlık’ diye isimlendirilen bu inanç sistemine bütün insanların da uyması, herkesin onun gibi inanması, düşünmesi, davranması istenmiş, Hazreti İbrahim, kendinden sonra gelen bütün muvahhidlerin, tevhid inancını benimseyen herkesin manevî “atası” olmakla onurlandırılmış, Kur’an’da onun hakkında “Atanız İbrahim” tabiri kullanılmış, o bütün insanlığa önder ve örnek gösterilmiştir. Bu inanç sisteminin ‘Babanız İbrahim’in milleti, inanç sistemi, dini’ denilerek Hazreti İbrahim’e nispet edilmesinde, onunla özdeşleşmesinde, bütün insanlığın uymakla yükümlü olduğu bu inanç sisteminin onun adıyla anılmasında, kendisinden sonra gelen bütün Müslümanlara örnek ve önder gösterilmesinde, onun bu din ve davanın en samimi, en önemli, en tanınmış şahsiyeti ve en güzel temsilcisi olmasının, dolayısıyla bu yolun yolcularının manevi babaları sayılmasının önemli rolü vardır. Ancak onun milletlerin babası olması sadece manevi bir babalıkla da sınırlı değildir. Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed gibi pek çok önemli peygamberin soyca da atasıdır. Ayrıca dünya üzerinde üstünlük sağlamış nice milletler onun soyundan gelmişlerdir. Bu nedenle Hazreti İbrahim aynı zamanda pek çok milletin de gerçek ve biyolojik babaları durumundadır.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR