Ana SayfaManşetTÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA DİN FAKTÖRÜ

TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA DİN FAKTÖRÜ

TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA DİN FAKTÖRÜ

Mustafa ATALAR

Dinlerin hatta mezheplerin bile milletlerin oluşumunda az veya çok bir rolünün bulunduğu bilinen bir gerçektir. Hangi milletlerin oluşumunda hangi din veya mezhebin ne kadar rolü olduğu pek çok somut örnekle örneklendirilebilir. Fakat millet oluşturma, ümmet oluşturma, farklı etnik kimlikleri ve milliyetleri eritmeden, yok etmeden bunlardan çok güçlü milletler ve ümmetler meydana getirme yeteneği konusunda hiçbir din İslamiyet’le yarışamaz. İslam’ın bu birleştirici, bütünleştirici gücü ve özelliği Kur’an’da da açıkça vurgulanır. Bütün inananların tek bir ümmet ve millet olduğu (İbrahim Milleti) hatırlatılır. Bu birlik ve beraberlik, tek millet ve tek ümmet şuurundan asla ayrılmamaları, bu konuda hiç gevşeklik göstermemeleri istenir. Hep birden, toptan ve sımsıkı Allah’ın ipine, dinine, milletine sarılmaları, asla ayrılıp parçalanmamaları, bölünmemeleri, niza, çekişme, tartışma ve çatışma içine girmemeleri önemle ve ısrarla öğütlenmektedir:

Şüphe yok ki bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir (Aynı fikirler, inançlar değerler etrafında birleşmiş, artık arada hiç bir ayrılık, gayrılık, farklılık kalmamış tek bir millettir, topluluktur). Ben de sizin Rabbinizim! O halde yalnızca Bana kulluk edin! (Enbiya Suresi, Ayet: 92).

Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın! Parçalanıp, ayrılmayın! Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalplerinizi (İslam’a ısındırıp) birleştirmişti. İşte Onun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşleri olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor. Tâ ki doğru yola eresiniz (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 103).

Bunun tersi tutum ve davranışların bedelinin ve sonuçlarının çok ağır olacağı da yine Kur’an’da açıkça belirtilmektedir.

Ey imân edenler! Hep birden (Allah’a itaat ve O’na kul olmanın derin anlam ve hikmetini anlayarak, birbirinizle çekişmeyi, çatışmayı bırakıp) sulh ve selâmete (barışa, güvenliğe, İslam’a) girin! Şeytanın (ve benzerlerinin) izinden gitmeyin! Çünkü o, size apaçık bir düşmandır (Bakara Suresi, Ayet: 208).

Allah, Müslümanları her türlü, yıkıcı, bölücü, parçalayıcı yönelimlerden, ayrılıklardan gayrılıklardan şiddetle sakındırmakta, gereksiz çekişme ve çatışmaların sonunun nereye varacağı konusunda da açıkça uyarmaktadır:

Allah’a ve Rasulüne itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin! Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider! Bir de sabredin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46). İlginçtir ki bu ayette geçen “rîh” (rüzgar) kelimesi, mecazen güç, kuvvet, yardım ve devlet gibi anlamlara gelmektedir. Türk kelimesinin de aynı anlamlara gelmesi çok ilginç ve dikkat çekici bir durumdur.

İslamiyet, Müslümanlardan tek bir millet ve tek bir ümmet olmalarını isterken, onların başka aidiyetlerini yok saymaz. Aksine onları da kabul eder, tanır, korur ama bunların asla gurur, kibir, başkalarına üstünlük taslama aracı olamayacağını da temel bir kaide olarak ortaya koyar:

Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışıp kaynaşasınız diye sizi kavim ve kabilelere (milletlere ve boylara) ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en değerli olanınızı (en seçkininiz), sakınılması gereken şeylerden en çok sakınanınız, (görev ve sorumluluklarının en çok bilincinde olanınız)dır. Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır (Hucurat Suresi, Ayet:13).

Eğer bugün yeryüzünde bir Arap Milletinden, bir Türk Milletinden veya İslam toplumunu oluşturan diğer uluslardan, etnik gruplardan bahsedebiliyorsak, bunların var olmalarında ve varlıklarını sürdürmelerinde İslamın çok önemli rolü vardır. Fakat İslam’la özdeş hale gelmiş, aynı anlamları kazanmış Türklüğün ve Türk Milletinin oluşumundaki, gelişip güçlenmesindeki İslam faktörü başka hiçbir din ve millet için bu kadar önemli ve belirleyici olmamıştır.

İnsanlık tarihinin gelişme yolundaki en büyük ve en önemli hamlelerinden biri olan İslam Medeniyeti, Araplar, İranlılar ve Türklerin ortak eseri kabul edilir.  Fakat Türklük ile Müslümanlık, Türk adı ile İslam adı arasında, inceleyenleri hayretlere düşürecek çok ilginç, çok yakın ilişkiler ve bağlantılar vardır. Öyle ki birbiriyle bu kadar ilintili ve bağlantılı başka iki isim veya kavram gösterebilmek imkânsız sayılabilecek kadar zordur.

İslam ve Türk adları, tarihte ilk defa neredeyse aynı dönemde denebilecek kadar birbirlerine çok yakın bir dönemde duyulmaya ve etkili olmaya başlamıştır. İslam inancına göre bütün peygamberler insanlara aynı dini tebliğ etmişler, hepsi insanları aynı inanç esaslarına inanmaya ve aynı Allah’a kulluk etmeye çağırmışlardır. Peygamberlerin hepsi Müslüman’dı. Ancak İslam adı, bütün dünyada Hazreti Peygamberin 610 yılında peygamberlik göreviyle görevlendirilmesinden sonra meşhur olmuş, yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Öte yandan Türkler de dünyanın en eski milletlerinden biri olmalarına rağmen Türk adı da tarihte ilk defa altıncı yüzyılın ikinci yarısından sonra Göktürklerle beraber duyulmaya başlamıştır. Önce siyasi bir terim olarak bu devleti, onu kuran ve bu devlete bağlı milleti ifade etmek için kullanılmaya başlamış, sonradan da bütün Türk milletinin adı olmuştur. Dolayısıyla Türlüğün ve Müslümanlığın kendi adlarıyla sanlarıyla dünya sahnesine çıkmalarının, bu isimleri almalarının tarihin hemen hemen aynı dönemlerine rastlaması da ilginç ve dikkat çekici bir husustur. İlk önce farklı coğrafyalarda varlıklarını hissettiren bu iki güç, kendi adlarıyla ortaya çıkışlarının üzerinden 3-4 asır geçtikten sonra, üstelik her ikisinde de önemli zaaf belirtileri görülmeye başlandığı bir dönemde tam anlamıyla bir araya gelebilmişler, birleşebilmişler ve kaynaşabilmişlerdir.

Türk Milletinin Müslüman olması, bir milletin din değiştirmesi, bir dini bırakıp başka bir dine girmesi gibi basit bir olay değildir. O kadar ki bazı ilim ve fikir adamları, Türk Milletinin oluşum sürecindeki en önemli olayın Türklerin Müslüman olması olduğu görüşündedirler. Gerçekten de, Türklerin o zamana kadar girmiş oldukları başka dinlerden yüz çevirerek, neredeyse bütün bir millet halinde gönüllerinin İslama açılması, topluca Müslüman olmaları, hem gerçekleşmesi, hem de doğurduğu sonuçlar bakımından olağanüstü nitelikler taşıyan, Türk, İslam ve dünya tarihinin en önemli ve üzerinde en çok durulması gereken olaylarından biridir.

Olağanüstü nitelikte çok büyük olayların ardından gerçekleşen, pek çok tarihi olayın başlangıcı ve başlatıcısı olan bu büyük olayı, bazı bilim adamları Türk ve dünya tarihinin en büyük ve en önemli olaylarından biri sayarlar. Nitekim Avusturya’lı bilim adamı von Karabacek de, dünya tarihinde dışarıdan bakıldığında bu kadar basit ve normal bir olay gibi görünüp de, bu kadar büyük ve önemli sonuçlar doğuran, bu kadar büyük tesirler icra eden başka bir olay ve tezahürün yok denecek kadar az olduğu değerlendirmesinde bulunur.

İslamiyet Türkleri birleştirip, kaynaştıran, tek bir millet haline getiren, Türk Milletini oluşturan, Türk varlığını ve birliğini sağlayan ve garanti altına alan en önemli unsur olmuştur. Hazreti Mevlana’nın: ‘Hakka ve hakikate gerçekten inananlar kolay kolay bölünemezler, bölünseler bile uzun süre bölük pörçük kalamazlar, önünde sonunda birleşirler. Hakta hakikatte birleşemeyenler, anlaşamayanlar, zıt görüşte olanlar ise; ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar aralarında sağlam ve sürekli birlik ve beraberlik oluşturamazlar. Bu yöndeki bütün emekleri boşa gider. Geçici olarak birleşmiş görünseler de bu birlik sürüp gidemez, er geç yine bozuşurlar.’ dediği gibi İslam unsuru olmasaydı dünyada gerçek anlamda bir Türk birliği gerçekleşemezdi.

TÜRKLERİN İSLAMA ÖNEMLİ HİZMETLERİ

İslam dini ile Türklerin birbirlerine karşı faydaları karşılıklı olmuştur. Müslümanlık Türklere manevi birlik, beraberlik bahşettiği gibi, Türkler de bin yıldan beri Sünni Müslümanlığın usanmak bilmez savunucusu olmuşlardır. Türklerin Müslüman olduğu dönem, İslam dini, dünyası, hele Sünnilik için çok kritik bir dönemdi. İslam dünyası bitmek tükenmek bilmeyen iç karışıklıklardan, kargaşalardan, en büyük otorite kabul edilen Hilafetin içine düştüğü zaaflardan bıkıp usanmıştı. Türklerin getireceği asayiş, düzen, nizam, sistem ve müsamahayı herkes can ve gönülden bekliyordu. Bu umut, eğilim ve beklentileri, çoğunluğu büyük birer teşkilatçı ve derin siyasi görüş sahibi olan Türk hükümdarlarının görememesi ve sezememesi de mümkün değildi. Bu sıralarda Şiiler, İslam dünyasında, Irak’ta, Horasan’da her yerde Sünni Müslümanlığın ve Halife’nin otoritesini geniş ölçüde yıpratmışlardı. Şii mezheplerin bugünkü dar sınırlarına itilmesi, Sünni mezheplerin, özellikle Hanefi mezhebinin kesin zaferi, Türklerin sayesinde olmuştur (Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, s. 138-141).

Türklerin İslamiyete çok büyük hizmetlerinin olduğu bir gerçektir. Öte yandan Türk Milletinin, Türklüğün ve Türk insan tipinin oluşumunda, kıvamını bulmasında, olgunlaşmasında ise İslam’ın çok büyük payı ve önemi vardır. Türklük, ancak İslam mayasıyla mayalandıktan sonra gerçek hüviyetini, kimliğini, kişiliğini, şahsiyetini, kemalini bulabilmiş, olgunlaşmış ve kıvamına ermiştir. Türkler Müslüman olmak suretiyle Türklüklerini de kemale erdirmişler, adeta tamamlamışlardır (Öztuna, Yılmaz, Türk Tarihinden Yapraklar, MEB, Milli Klasikler, İstanbul 1999, sayfa 48).

Rus tarihçisi Barthold da Türklerdeki fetih ve cihangirlik fikrinin İslam tarafından da desteklenmesiyle, onlar için tarih boyunca ve özellikle de güçsüz duruma düştükleri zamanlarda çok büyük bir manevi destek olduğunu şu sözlerle ifade eder: ‘Türk kavimlerinin özellikle X. asırda başlayan fetihleri, onlarda milli bir gurur uyandırdı. Bu gurur, XX. Asırda bile Türklerin işine yaramıştır (Barthold, V., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul, 1927, s. 7).  

Türkler İslamiyet’le beraber yeni, gerçek ve güçlü bir kimlik ve kişilik kazanmışlardır. Türk milleti, gerçek anlamda oluşumunu Müslüman olmakla tamamlamış, İslamiyet’i kabul etmek, Türk milletine eşsiz bir dinamizm kazandırdığı gibi, başka milletleri ve toplumları da onlara yönelterek birbirleri içinde eriyip yok olmadan bir ve beraber olmalarını, karışıp kaynaşmalarını sağlamış, onlara ve onlarla beraber olanlara cihan hâkimiyetinin yollarını açmıştır.

Türk Milleti gerçek anlamda İslam’la var olmuş, Türklük ve Müslümanlık etle tırnaktan da öte, bedenle ruh gibi birbirinin vazgeçilmezi haline gelmişlerdir. Türkler Müslüman olduktan sonra, Türklükle Müslümanlık birbirinin eş anlamlısı, ayrılmaz parçası, olmazsa olmazı oldular. Birbirleriyle kan ve can, beden ve ruh gibi uzlaşıp, kaynaşan Türklük ve Müslümanlık, her ikisi de aynı anlamı ifade eden, birbirinin eş anlamlısı iki kavram haline geldiler.

İslam’la özdeşleştikten sonra Türklüğün kan bağıyla, soy, sopla, akrabalık, kabile bağlarıyla ilişkisi daha da zayıfladı. Tarih boyunca nice anası babası Türk olanların Türklükle alakaları kalmayabildiği gibi, Türklüğü sonradan kazanmış nice yabancılar, herkesten daha fazla Türk olabilmişlerdir.

İslamiyet ve Türklük arasında, başka hiçbir din ve millet arasında olmamış ve olamayacak kadar sıkı ve sağlam bir ilişki oluşmuştur. Öyle ki bunlar artık rahatlıkla birbirinin yerine kullanılabilir hale gelmiştir. Örneğin, Avrupalıların gözünde Türk ve Müslüman olmak aynı şeydi. Balkanlarda bir gayrimüslim, İslam dinine girince, kökeni Arnavut, Sırp, Hırvat, Rum, Makedon ne olursa olsun ona artık: ‘Türk oldu!’ denirdi. Müslüman olan kişinin artık bir daha eski etnik kökenine bakılmaz, kazanılan yeni kimlik ve hidayet nimeti: “Elhamdülillah Türküz, Allah bizi Türk yarattı, bize Türklüğü nasip etti, Bizi Türklükten ayırmasın!” diye şükürle ifade edilirdi. Sıbyan mekteplerinde, İslamın şartları, “Türklüğün şartı beş!” diye öğretilirdi. Kısacası Türklük ile Müslümanlık aynı şey görülür, aynı şey kabul edilirdi. İslam’la şereflendikten sonra Türklük, bir etnik kimlik, bir kavim, kabile, ulus adı olmaktan öte, Müslümanların siyasi, sosyal, iktisadi, hukuki velhasıl her bakımdan birlik ve beraberliğini, gücünü, kuvvetini ve kudretini temsil ve ifade eden bir kavram haline gelmiştir.

Türkler asırlar boyuna İslam’ın bayraktarlığını ve korumalığını yaptıkları gibi İslamiyet de Türklüğü koruyan, muhafaza eden bir zırh haline gelmiştir. Türklerin bu dine yaptıkları büyük hizmetlere mukabil, bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını engellemiştir. İlk defa Müslümanlık, bazı istisnalar hariç bütün Türkleri birleştirip içine alacak gücü, kuvveti, kudreti göstermiş ve Türkler içine düştükleri ayrılık gayrılıklardan ve dağınıklıklardan ancak Müslüman olduktan sonra ve İslam sayesinde kuvvetli birlikler teşkil ederek kurtulabilmişlerdir.

Türklerin Müslüman oldukları dönemde İslam dünyası da Türk dünyası da çok çeşitli ayrılıkların, gayrılıkların, farklılıkların, bölünmelerin, iç çekişmelerin, kin ve düşmanlıkların girdabına sürüklenmişti. Her ikisi de dağılma ve yok olma tehlikesi altındaydılar. Eğer bir araya gelmemiş olsalardı, belki her ikisi de yeryüzünden silinmiş olacaktı.

İslamiyet Türkleri hem motive edip harekete geçiren büyük bir güç, ideal ve gaye olmuş, hem de onların manevi dünyalarının zenginleşmesinde, estetik duygularının, bedii zevklerinin, güzel sanatlar, edebiyat, bilim, kültür ve sanat alanlarındaki kabiliyetlerinin gelişmesinde çok önemli roller oynamıştır. Böylece medeniyet yolunda geçmiş tarihleriyle kıyaslanamayacak büyük bir sıçrama yapabilmelerine imkân, zemin ve ortam hazırlamıştır.  Türkler, bütün dünyayı hayran bırakan büyük eserler vücuda getirebilme, büyük bir medeniyet kurabilme ve bugün yaşayabildikleri yerleri kendi vatanları haline getirebilme gücünü ve bunun için muhtaç oldukları her şeyi ancak İslam’la bulabilmişlerdir.

Türklerin İslam’la ve İslam sayesinde düşten de güzel ve üstün bir geçmişleri olmuştur. Kendisini var eden büyük iman ve idealle varlığını kıyamete kadar sürdürebilme azim ve kararlılığında olan bu millet, geçmişinden aldığı güç ve destek, başarılarından ve başarısızlıklarından çıkarabileceği derslerle gelecekte de çok daha büyük işler yapabilecek, hayaller üstü başarılar kazanabileceğini, dost, düşman herkese ispatlayacaktır. Bunlar bazılarına hayali, rast gele söylenmiş, boş sözler gibi gelebilir. Fakat gerçek hiç de öyle değildir. Bu ümit ve temenni, bu iman, inanç ve ideal de İslam’dan kaynaklanmaktadır. Bunu daha iyi anlayabilmek için de konuya tarihin ve olayların ışığında bakmak, Türklük ve Müslümanlık ilişkilerini ileri bir tarih şuuru ışığında değerlendirmek gerekir.

Son derece büyük bir dinamizm ve canlılıkla tarih sahnesine çıkan İslam Medeniyeti, inanılmaz bir hızla eski dünyanın en önemli topraklarını ve medeniyet merkezlerini hâkimiyeti altına almıştı. Hazreti Muhammed’in vefatının (632) üzerinden daha yarım asır geçmeden Müslümanlar,  Sasani İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silmişler, Bizans İmparatorluğu’nun topraklarının büyük bölümünü ele geçirerek Kafkasya’nın ötesine ve İstanbul kapılarına dayanmışlardı. Bütün Kuzey Afrika’yı fethedip 711 yılında İspanya’ya  geçen Müslümanlar, Pirene Dağlarını da aşarak Fransa içlerine kadar ilerlemişler, bu ilerleyiş ancak 732 yılındaki Puvatya Savaşıyla durdurulabilmişti.

Müslümanların en önemli gayelerinden biri İstanbul’u da alıp bir cihan hâkimiyeti kurmaktı. Bunun için büyük bir donanma kurdular. Kıbrıs fethedildi.  Bizans donanması 655’te Doğu Akdeniz kıyılarında yok edilerek İslam ordusu 668 yılında, yani Hazreti Peygamberin ölümünden sadece 36 yıl sonra, ilk defa olarak İstanbul’u kuşattı. 669 yılı baharına kadar süren bu ilk kuşatmaya, Hz. Peygamberin Medine’ye hicretinde evinde misafir kaldığı ve sancaktarlığını da yapan Halid ibn-i Zeyd (Ebu Eyyub el-Ensari) de katılmış, bazı sahabelerle beraber  İstanbul önlerinde şehit düşmüştü.  İstanbul, 781 yılına kadar Müslümanlarca dört defa muhasara edildi. Fakat bir türlü alınamadı. İstanbul’un fethi, ancak Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453 yılında gerçekleştirilebildi.

Türklerin İslâmiyet’e hizmetleri sadece siyasî ve askerî alanla sınırlı kalmamıştır. İslamiyetle tanıştıkları yedinci yüzyıl ortalarından bütün bir millet halinde toptan İslama girişlerin büyük ölçüde tamamlandığı onbirinci yüzyıla kadar da belli yerlerde kitleler halinde İslamiyeti kabul eden Türkler arasından, İslama taze güç katan, farklı alanlarda üstün hizmetlerde bulunan pek çok asker, ilim adamı vs yetişti. İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Fahreddin Razi, İmam-ı Buhari, İmam-ı Azam, Farabi, Birunî, El-Harezmî, Şehristânî, İmam-ı Gazalî, Abdurrezzak et-Türkî, Abdullah el-Baranî, Ömer Hayam vb gibi ilim ve fikir adamları Türk kökenli tanınmış simalardan sadece birkaçıdır. Özellikle Abbasi Devleti içinde askeri, siyasi ve idari alanlarda sivrilmiş pek çok Müslüman Türk vardı. Türkler topluca İslam’ı kabul ettikten sonra, eski dinamizm ve canlılığını yitirmiş olan İslam Medeniyetine, çok büyük bir canlılık, dinamizm ve yeni unsurlar kattılar, onu daha evrensel hale getirdiler.  Devlet idaresi ve askerî yapılanmada bütün İslâm dünyasını etkileyen Türkler, İslâm Medeniyetinin gelişmesinde de inkâr edilemez hizmetlerde bulundular. Bilim, sanat ve edebiyat alanında İslâm rönesansı, Türklerin katkıları ve sağladıkları huzur ve emniyet sayesinde gerçekleşti.

VII. yüzyıldan itibaren İslam Medeniyeti tartışmasız olarak dünyanın en ileri medeniyeti durumuna geldi. O zamanlar Bizans’la temsil edilen Hıristiyan Medeniyeti ile  Çin ve Hint medeniyetleri İslam Medeniyeti ile mukayese edilebilecek durumda değillerdi. Roma Medeniyetinin adı bile unutulmuştu. Orta ve Batı Avrupa fakirlik, yoksulluk ve iptidai bir gerilik içindeydi.  Fakat İslam’ın, Müslüman Arapların önderliğindeki parlak dönemleri fazla uzun sürmedi. Her kemalin bir zevali olduğu gibi, Türklerin toptan Müslüman oldukları X. yüzyılın başlarında da İslâm dünyası çok büyük siyasi ve fikri karışıklıklar, istikrarsızlıklar içerisinde kıvranıyor, büyük sorunlar, sıkıntılar, felaketler içinde kâbus dolu günler, geceler yaşıyordu. Müslümanlar sayısız parçalara bölünmüş, herkes kendi başı derdine düşmüş, geleceğe ümitle bakabilme imkânı kalmamıştı. İlk Müslümanlardaki halis ve gerçek iman, idealizm, aşk, şevk ve vecd çoktan kaybolmuş,  bunların yerini aşırı zenginliğin yol açtığı şımarıklık, lüks ve israf  düşkünlüğü almıştı. İslam’ın ruhunu ve dinamizmini çoktan kaybetmiş o devrin Müslümanlarında, artık bu kaos ortamından çıkabilme, en azından olumlu bir rol oynayabilme yeteneği, hatta niyeti bile görünmüyordu. Kur’an’ın ilk muhatabı olan Araplar, peygamber terbiyesinden geçmiş sahabe neslinin ardından, İslam toplumunda yavaş yavaş İslam’ın reddettiği, üstü küllenmiş eski cahiliye dönemlerinin kabilecilik, ırkçılık, etnik milliyetçilik anlayışları yeniden hortlamaya, fert, toplum, devlet ve millet hayatında İslami değerler yerine kabile, aşiret, aile temeline dayalı anlayışlar ve örgütlenmeler revaç bulmaya başlamıştı. Bunun sonucunda da çok geçmeden İslam ümmeti ve toplumu bir daha toparlanamayacak şekilde ayrışmaların, dağılmaların, bölünmelerin, iç çekişmelerin ve çatışmaların içine yuvarlanıyor, türlü felaketlerin ve yıkımların ardı arkası kesilmiyordu.

Hazreti Peygamber’in (SAV) vefatının üzerinden daha yarım asır bile geçmeden, Araplar Allah yolunda cihadı ikinci plana atmışlar, dünya hırsına, mal, mülk, mevki, makam, saltanat sevdasına ve tamahına kapılmışlar, geçici zevkler ve hevesler uğruna birbirlerine düşmüşlerdi. İslam’a ve İslam’ın değerlerine gerektiği gibi sahip çıkılmıyor, çok basit sebepler yüzünden hiç tereddüt edilmeden sayısız Müslümanın kanı sular seller gibi akıtılıyor, nice canlar boş yere heder ediliyordu. Hazreti Peygamber ve onun Raşit halifeleri, seçkin sahabeleri döneminin en bariz vasfı, fert ve toplum hayatında İslam’ın özüne, ruhuna, emir ve yasaklarına son derece uygun davranılması idi. Bu Asrı Saadetten uzaklaştıkça, özellikle de Müslümanların idaresini zorla eline geçirip Hilafeti saltanata dönüştüren Emevi Hanedanlığı döneminde, artık İslam ve İslam’ın esasları, emir ve yasakları hiç umursanmamaya başlamıştı. İslam’a tamamen zıt ve ters uygulamalar, İslam öncesi ırkçı, kabileci şuubiyye politikaları almış yürümüştü.

Hazreti İbrahim’in neslinden gelen İsrailoğulları, onun duası bereketiyle bir zamanlar Allah tarafından bütün insanlara üstün kılınmış, kendilerine çok büyük nimetler verilmişti. Ancak işledikleri kötülükler yüzünden sonradan Allah’ın lanetine uğradılar. Hazreti İbrahim’in soyundan gelen diğer bir kol olan Araplar da Hazreti Peygamberin saadet devrinden uzaklaştıkça İslam’a ve Allah’ın rızasına ters uygulamalarıyla bu büyük emaneti yüklenebilme yeterliliğini kaybettiler. Böylece insanlara önderlik ve liderlik gibi nimetlerden yararlanabilme özelliklerinden gittikçe daha fazla uzaklaştılar. Halbuki Allah onlara da vaadini gerçekleştirmiş, dinini, o dinin önderi Hazreti Peygamberi, onun seçkin ashabını ve onların yolunda gidenleri her türlü imkânsızlıklara rağmen çok kısa sürede inanılmaz başarılara ulaştırmış, yeryüzüne hâkim kılmıştı. Kendi dillerinde indirilmiş olan Kur’an, bu nimetlerin kadrini kıymetini iyi bilmeleri, yeniden eski azgınlıklarına ve sapıklıklarına dönmemeleri, aksi takdirde bu nimetlerin kendilerinden çekilip alınacağı konusunda uyarılarla doluydu:

‘Peygamberini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Müşrikler istemeseler de onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere üstün kılacaktır. (Saff Suresi, Ayet: 9).”

‘Andolsun ki, peygamber kullarıma söz vermişizdir; onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir (Saffat Suresi, Ayet: 171-173).’

‘Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz (Muhammed Suresi, Ayet: 7).’

Allah size yardım ederse, hiç kimse sizinle baş edemez; ama ya O sizi terk ederse, kim size yardım edebilir? O halde müminler Allah’a güvensinler! (Ali İmran Suresi, Ayet: 160).

‘Allah, onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen, yer yüzünde olan (her) şeyi toptan harcamış olsaydın bile yine de onların gönüllerini (böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O mutlak galibdir, tam hüküm ve hikmet sahibidir (Enfal Suresi, Ayet: 63).’

‘Allah mü’minleri, (şu) üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, temizi pisten ayıracaktır. Ve Allah sizi gaybe vakıf kılacak değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (onu gaybe vakıf kılar). O halde Allah’a ve elçilerine inanın; eğer inanır ve (günahlardan) korunursanız sizin için büyük mükafat vardır (Âl-i İmran Suresi, Ayet:179).

‘Allah, sizlerden iman edip, iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri nasıl sahip ve hakim kıldıysa, onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını (onları güç ve iktidar sahibi yapacağını), onlar için beğenip seçtiği dini (İslamı), onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) bu korku döneminden sonra, onları güvenliğe çıkaracağını vaat etmiştir. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar asıl büyük günahkarlardır (Nur Suresi, Ayet: 55).’

‘Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye de kapılmayın! Eğer (gerçekten) inanmışsanız, üstün gelecek olan sizlersiniz (Al-i İmran Suresi, Ayet: 139).

‘Ey insanlar! Eğer O dilerse, sizi giderir yok eder de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna da kadirdir. Kim dünya mükafatını isterse (bilsin ki) dünyanın da ahiretin de bütün mükafatı Allah’ın katındadır. Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, (hakim)ler ve Allah için şahitlik eden (insan)lar olun. (O hükmünüz veya şahitliğiniz) velev ki kendinizin, veya ana ve babalar(ınız)ın ve yakın hısımlar(ınız)ın aleyhinde olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, ikisine de (sizden daha) yakındır (ve hallerini sizden iyi bilicidir). Artık siz, (haktan) dönerek (keyf ü) hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır. Ey iman edenler, Allah’a Onun peygamberine ve gerek o peygamberine ayet ayet indirdiği kitaba, gerek daha evvel indirdiği kitaba iman (da sebat) edin! (Nisa Suresi, Ayet: 133–136).’

Bundan (bu nimetimden) sonra her kim nankörlük edip kâfir olursa, onu bir benzerine dünyalarda (daha) hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım! (Maide Suresi, Ayet:115).

‘Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir (İbrahim Suresi, Ayet: 19).’

Şimdi şu insanlar da bütün bunları tanımayıp inkâr ederlerse biz, onların yerine bunları inkâr etmeyecek bir milleti getiriveririz! (En’âm Suresi, Ayet:87-89).

Allah, kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar (Hac Suresi, Ayet: 18).

Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine (nefislerinin arzularına) uydular. İşte bunlar da ileride sapıklıklarının cezasını çekeceklerdir (Meryem Suresi, Ayet: 59).

Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi (Duhan Suresi, Ayet: 29).

Ayetlerden de açıkça anlaşılabileceği gibi, hiç kimsenin kendisini Allah için, Allah’ın dini ve davası için vazgeçilmez görmeye hakkı ve yetkisi yoktur. Böyle bir tutum ve davranış içine girmek eskiden beri işlenen en büyük hatalardandı. Ama aynı hataları şimdi Araplar da işliyorlar, doğal olarak Allah’ın herkes için geçerli olan kanun ve kuralları onlar için de işlemeye başlıyordu.

Müslümanlar, İslam’a ters uygulamalar içine girdikçe, İslamın aslından, özünden ve ruhundan uzaklaştıkça kendi içlerinden ve dışlarından üstesinden gelemedikleri türlü sorunlarla yüzyüze gelmeye başladılar. İlk zamanlar İslam’ın gücü ve önlenemez hızlı yayılışı karşısında açıktan tavır ve cephe alamayan, gerçekten İslamı kabul etmedikleri halde Müslüman olmuş görünen bazı eski din ve medeniyet kalıntıları, mevcut durumdan cesaretlenerek ve yararlanarak İslam’a, Müslümanlara, İslam inancına, toplumuna, devletine ve halkına karşı yürüttükleri çok sinsi, gizli, örgütlü ve sistemli mücadelelerini daha da hızlandırmışlardı. Emevilerin aşırı ırkçı politikalarından sonra, Abbasi hükümdarlarının Devletin en üst görevlerine getirmekte sakınca görmedikleri bazı eski inanç ve medeniyet mensupları, eski dinlerinin ritüellerini ve inanç unsurlarını İslam’a dâhil etme ve bunu Devlet gücüyle yapma gayretleri içerisine bile girebiliyorlardı.  Örneğin, Abbasiler döneminde, halifeden sonra en üst yöneticilik durumundaki vezirliği  elinde bulunduran eski Budist Bermekiler, eski din ve inançlarından kopmadıklarını mescidlerde buhur yakmakla ortaya koyabiliyorlar ve işi  Halife Harun Reşid’e Kâbe’nin ortasına, büyük bir kaide üzerinde, içinde ebedi olarak öd ağacı yakılacak süslü  bir buhurdanlık koymasını önermeye kadar vardırabiliyorlardı.

Müslümanların kendi aralarındaki iç çekişmeler, rekabetler ve zaaflarla beraber bu unsurların giriştikleri mücadeleler sonunda toplumda iç huzursuzluklar, kamplaşmalar, düşmanlıklar, karışıklıklar, kin ve nefret, İslami kayıtsızlıklar, özensizlikler almış yürümüştü. İslam’ı özünden saptırmaya yönelik gayretler, anarşi, terör, suikast olayları, Emevi ve Abbasilerin izledikleri yanlış devlet politikaları ve daha  pek çok iç ve dış sebepler yüzünden İslam Âlemi  iyice zaafa uğramış, tamamen içine kapanmış,  gücü kuvveti kalmamış, çok tehlikeli ve hayati bir döneme girilmişti. Yunan, Hint, İran din ve felsefelerinin de etkisiyle ortaya çıkan, İslam dinini özünden saptırmaya yönelik bir sürü sapık mezhep, görüş, tarikat ve inanışlar yüzünden de akıllar, fikirler, gönüller, inanç ve düşünceler bulanmıştı. İslam’ın özüne aykırı aşırı fikirler, batıl inanç ve düşünceler İslam dünyasında iyice yaygınlık kazanmıştı. Batınilik, Hurufilik, aşırı Mutezililik, kaynağını Hint ve Yunan felsefelerinden alan, İslamın temel inanç ve düşünce sistemiyle bağdaşmayan  mezhep, tarikat, görüş ve anlayışlar toplumda inanç bakımından da ayrılıklara, bölünmelere, kamplaşmalara ve düşmanlıklara sebep oluyordu.  Başlangıçta hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkan ve bazı Abbasi halifelerince himaye gören Mu’tezile mezhebi, bir müddet sonra tam aksi bir tutuma bürünmüş, kendi düşüncelerini paylaşmayanlara karşı “mihne” diye adlandırılan engizisyon benzeri uygulamalara girişmişti. Bir yandan her şeyi akılla çözmeye çalışan aşırı Mutezileciler, diğer yandan Batıniler, Hurufiler, Haşhaşiler gibi aklı bir tarafa atanlar, öte yandan Budizm, Hinduizm, Manizm, Zerdüştlük gibi eski din ve inanç unsurlarını İslama katmak isteyenler, sayısız kollara bölünmüş Şiiler ve ehlisünnet mezhepleri arasında kapanmaz uçurumlar oluşmuş, toplumda birlik beraberlik kalmamıştı.

Anadolu’nun büyük bölümü ve Bizans İmparatorluğunun üçte ikisi asırlar boyunca Müslümanların elinde kaldıktan sonra burada da her şey tersine dönmüş, Bizanslılar Anadolu’nun tamamından Müslümanları çıkardıkları gibi Akdeniz’in doğusuna ve Suriye içlerine kadar da inmişlerdi.

Türkler, yapı olarak aşırı fikirlerden, anarşi ve kargaşadan, boş çekişmelerden, taassuptan hoşlanmazlardı. Bu yüzden, bu farklı düşünce ve anlayışlardan hiç birine itibar etmeyerek İslam’ın özüne yöneldiler. İslam’a, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar veren aşırı, aykırı fikir ve düşüncelerle, fitne ve fesat odaklarıyla mücadeleye giriştiler.            

Gazneli Mahmud’un Hindistan’a kadar  yaptığı seferler neticesinde İslâmiyet bu ülkeye de ulaştırıldı.  Böylece yakın dönemlerde kurulan Pakistan ve  Bangladeş’in temelleri atılmış oldu. Osmanlı döneminde ise Türkler, Balkanlara yerleşip, İslam’ı dünya üzerindeki pek çok millete tanıttılar. Arnavutlar, Bosna-Hersekliler (Boşnaklar) bu dönemde Müslüman oldular.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’da hüküm süren Memlüklerin yönetimine son vermesi ve Halifeliğin Osmanlılara geçmesiyle İslâm Dünyasının manevi önderliğini de Türkler üstlendiler. Batıya doğru sürekli ilerleyen Türkler, gittikleri bölgelerin tarihinin değişmesinde etkili oldular. Her gittikleri yerde dönemlerinin en güzel mimari ve sanat eserlerini meydana getirdiler.

Türklerin Müslümanlarla ilk defa yüzyüze ve karşı karşıya geldikleri dönemde İslam dünyası da Türk dünyası da çok çeşitli ayrılıkların, gayrılıkların, farklılıkların, bölünmelerin, iç çekişmelerin, kin ve düşmanlıkların girdabına sürüklenmişti. İslam dünyası da Türk dünyası da dağılma ve yok olma tehlikesi altındaydılar. Eğer bir araya gelmemiş olsalardı, belki Türklük te Müslümanlık ta yeryüzünden silinmiş olacaktı.

Türkler İslam’la şereflendikten ve İslamın bayraktarlığını üstlendikten sonra ise Türklük, İslam’ın siyasi, sosyal, iktisadi, askeri, dini, hukuki velhasıl her bakımdan birlik ve beraberliğini, gücünü, kuvvetini ve kudretini temsil ve ifade eden bir anlam kazandı. Türk Milleti İslam’ı öyle sevdi ve benimsedi ki, onu kıymeti ve şükrü en çok bilinmesi gereken en büyük nimet olarak gördü. Gerçekten de bu nimet sayesinde çok büyük ve erişilmez nimetlere, şeref ve üstünlüklere kavuştu. İslam’dan aldığı güçle çok büyük tehlikeleri ve badireleri atlatabildi, varlığını, birliğini, dirliğini bugüne kadar sürdürdüğü gibi, bundan sonra bu nimet sayesinde olduğundan daha fazla olabileceğine, çok daha büyük ve eşsiz nimetlere ererek varlığını sürdüreceğine olan kesin imanını hiç kaybetmedi. Zaman zaman kendi içinden de çıkabilen, İslam’ın bu millet için ne anlam ifade ettiğinin, ne kadar büyük bir nimet ve  kazanım olduğunun farkına varamayanlara, onların buna aykırı söz, eylem, fikir ve görüşlerine hiçbir zaman iltifat etmedi, değer vermedi. Yine içinden çıkardığı İslam’ın değerini, önemini, anlamını çok iyi bilen, bunun farkında ve bilincinde olan aydınları,  ilim ve fikir adamlarıyla diğerlerine karşı en güzel ve en özel cevapları vermekten geri kalmamıştır. Bunlar toplansa ayrı bir kitap olur ama ruh ve gönül dünyamızın abide şahsiyetlerinden, çığlığı sınırları aşmış Hazreti Mevlana’nın İslami bilinçten, sevgi ve bağlılıktan yoksun olanlara karşı Mesnevi’sinde dile getirdiği şu sözler ciltler dolusu kitapla anlatılamayacak şeyleri anlatmaya yeter:

“Sen bu dinin kıymetini ne bilirsin? Sen bu dini, anandan babandan bedava miras buldun da onun için başını şükretmekten çevirdin! Mirasyedi mal kadrini ne bilir? Hazreti Muhammed’in ve onun ashabının milletler üzerindeki hakkını iyi bil ve iyi tanı! Eğer onların gayret ve çalışmaları olmasaydı, sen de şimdi ataların gibi puta tapar olacaktın! Başın puta secde etmekten bunun şükrünü bilesin diye kurtuldu!”

İslam’ın en önemli iki kavramı, şehitlik ve gaziliği Türkler kadar yücelten, canından çok sevdiği ciğer pâresine ‘Güle güle git yavrum! Ya şehit ol, ya gazi!’ öğüdünü vererek peygamber ocağı dediği askere uğurlayan, onu peygamberinin adıyla, ama derin sevgi ve saygısından ötürü biraz değiştirerek ‘Mehmetçik’ diye isimlendiren, üstelik uğurlarken de kurbanlık koçlar gibi kınalayıp süsleyen başka bir millet yoktur.

Bu milletin halen de geçerli olan ‘İslamın gazisi olmayan bir kimse, Türk’ün kahramanı da sayılamaz!’ şeklinde bir düsturu vardır. Bu düstur gereğince, TBMM tarafından Mustafa Kemal’e gazilik gibi İslami-milli yüce ve yüksek bir unvan verilmiş, o da Milli Mücadele süresince bu unvana layık olmak için çalışmıştır. O sadece Türkiye’de değil, bütün İslam dünyasında ‘İslamın kılıcı, Müslümanların kurtarıcısı, Allah için savaşan büyük bir mücahit, önder ve teşkilatçı olarak şöhret bulmuştu. Bütün söz ve davranışlarıyla bunu ispat etmiş, TBMM’nin binlerce resmi evrak ve belgelerinde onun bu görüş ve düşünceleri ilan edilmiştir.

Müslümanlıkla ve İslama hizmetle şereflenen Türk’ün bu dine hizmeti ölçüsünde adının, sanının, namının, nişanının, kimlik ve kişiliğinin zirvelere çıktığı, daha önce kan, soy, sop, dil, renk olarak Türklükle maddi ve manevi hiçbir bağı, ilgisi, alakası olmayan ırkların, kavimlerin, kabilelerin ve milletlerin bile büyük bir memnuniyetle ve şerefle Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsedikleri, hatta bazılarının herkesten daha fazla Türk oldukları, Müslüman olmayan Türklerin ise çok kısa bir süre içerisinde Türklüklerini de kaybettikleri, hatta herkesten daha fazla Türk düşmanı oldukları inkâr edilemez bir gerçektir.

Türklük ve Müslümanlık her ikisi de kazanılabilen ve kaybedilebilen bir bilinç ve şuur olayıdır. Bir su damlasının denizin içinde artık deniz sayılması gibi, Türklük şuuruna eren herkes de geçmişine, evveliyatına bakılmadan öz be öz Türk sayılmıştır. Denizden kopup ayrılmış damlanın artık denizle bir ilgisi ve deniz özelliği kalmıyorsa, Türklük şuurunu yitiren herkes de artık Türklüğünü ve Türklük özelliklerini kaybetmiştir. Türklük ve Müslümanlığın birleşmesinden oluşan o eşsiz ve güzel yapı içinde çirkinler ve çirkinlikler güzelleşmiş, biçimsizler biçimlenmiş, şekilsizler şekillenmiş, değersizler değerlenmiştir. Bu büyük birlikten kopanlar, ayrılanlar, ayrı baş çekenler ise her zaman kendilerini kaybetmişler, kızgın çöllerde yolunu izini kaybetmiş küçük dereler, deniz olmaya yanaşmayan küçücük damlalar gibi yitip kaybolmuşlardır. Türklük İslamiyetle ve İslamiyet sayesinde hiç eksilmeyen hep artan, hiç azalmayan hep çoğalan, hiç küçülmeyen hep büyüyen, hiç kirlenip pislenmeyen hep temizleyen ve temiz kalan engin bir deniz olmuştur. Dede Korkut’un “Dereler, çaylar, nehirler, seller ne kadar çok çağlayıp coşsa da denizi doldurup taşıramaz!’ dediği gibi Türklük de ne kadar çok dolarsa dolsun, nerelerden kimler ona akın edip gelirse gelsin, asla taşıp dökülmeyen, hep artan ama hiç eksilmeyen, hep çoğalan ama hiç azalmayan, hep büyüyen ama hiç küçülmeyen engin bir deniz olmuştu. Ona karışan, küçülmüyor daha da büyüyor, eksilmiyor daha da artıyor, azalmıyor, daha da çoğalıyor, yitip kaybolup gitmiyor, o büyük birlik içinde kendi varlığını da garantiye alıyordu. Ona katılmakla hiç kimsenin en ufak bir kaybı ve zararı olmuyor, herkes olduğundan binlerce kat daha fazla oluyordu. Coşkun akan sular seller gibi ona koşanlar, onun bağrında mutlaka kendilerine de güzel bir yer buluyorlardı. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Türklük şuuruna eren herkes de geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılıyordu. Denizden kopup ayrılan damla nasıl deniz özelliğini yitiriyorsa, Müslümanlık ve Türklük şuurunu yitiren herkes de bu özelliklerini yitiriveriyordu.

Türkler ve Türklük hiçbir zaman başka milletleri, unsurları kendi bünyesinde eriten, yok edip bitiren bir yapı olmamıştır, ama çok eskiden beri Türkler için en büyük tehlike, Türklük bilincini ve şuurunu kaybederek başka milletlerin içinde eriyip kaybolma tehlikesi olmuştur. Çünkü Türkler oldum olası başka milletlerle çok kolay karışıp kaynaşabilen bir millet olmuştur. Bu yüzden Göktürk İmparatoru Bilge Kağan’ın milletini en çok uyardığı dikkat çektiği tehlikelerin başında bu tehlike gelmektedir. Bu tehlikelerden Türk Milletini koruyan en büyük kalkan ve zırh ise İslamiyet olmuştur.

Bu özellikleri yüzünden Türklük, içlerinden bazılarının kusurları ve hataları yüzünden zaman zaman büyük felaketlere, sıkıntılara, zaaflara uğrasa, pek çok acılar, dertler, çileler yaşansa da, başa gelenlerden yeni dersler çıkarılarak eskisinden daha iyi, daha ileri, daha yüksek, Türklüğe yakışır hale gelinebilmiştir. Bazı gönül erleri, özünü ve cevherini muhafaza edebildiği müddetçe Allah’ın bu millete ileride de çok büyük lütuflarının ve ihsanlarının olacağına, İbrahim Milleti hüviyetini kazanmış Türk Milletinin dünya durdukça varlığını hep sürdüreceğine, hatta yeryüzünde son tasarrufun da yine Türklere verileceğine inanmaktadırlar. Türk adı etrafında oluşan kutlu, adil ve güçlü birlikler beraber, Türk’ün adı, sanı, şanı, şerefi, namı, nişanı, gücü, kuvveti, devleti ve kudreti de kıyamete kadar sürüp gidecektir.

Türklük ve Türk Milleti için İslam o kadar önemlidir ki, Türk milletini İslam’dan uzaklaştırmaya, onun İslam’la bağlarını koparmaya çalışmak, ruhu ait olduğu bedenden ayırmaya çalışmaktan çok daha büyük bir cinayettir. Bu yüzden de tarih boyunca Türk Milletin dinini ihya etmek, Milleti ihya etmek, dinini yıkmaya ve bozmaya çalışmak milleti yıkmaya ve bozmaya çalışmakla eş anlamlı sayılmıştır. İslam’ı yaymaya, milletin dinini ihyaya çalışan hizmet erleri ve alp erenler Türk milleti tarafından en büyük ve en ulvi hizmet erbabı olarak kabul edilmişlerdir.

Türklük ve Müslümanlık arasındaki ilişkilere bakıp da bir Türk’ün: ‘İmanınla var ol, aziz milletim!’ dememesi mümkün değildir.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR