Ana SayfaManşetTÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA DİLİN ÖNEMİ

TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA DİLİN ÖNEMİ

TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA DİLİN ÖNEMİ

İlim, irfan, fikir, düşünce, din ve tasavvuf adamlarından bazıları Türk Milletinin ve Türkçenin oluşumunu, devamlılığını ve sürekliliğini, insanlığın başlangıcıyla başlatırlar ve kıyamete kadar vardırırlar.

İnsanların dillerini farklı kılmasını kendi gücünün, kudretinin, varlığının, birliğinin delillerinden sayan Yüce Allah şöyle buyuruyor: O’nun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır (Rum Suresi, Ayet: 22).

Her dilin kendine has yasaları, özellikleri, üstünlükleri ve güzellikleri vardır. Kimisi edebiyat yapmaya, kimi şiire, kimi başka anlatım ve ifade üstünlüklerine sahiptir. Büyük milletleri ve büyük kültürleri büyük dillerin ortaya çıkardığı bir gerçektir. Bazı ilim, irfan ve fikir adamlarımız, Allah’ın en başından beri Türk milletini önder, yönetici bir millet, Türkçe’yi de tam bir yönetim dili olarak yarattığını, oluşturduğunu ve geliştirdiğini söylerler.

Örneğin, Ruhul Beyân Tefsirinin yazarı İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri (doğumu miladi 1652), İstanbul Kütüphanesi’nde kayıtlı “Hadîs-i Erbaîn“ adlı eserinde Bakara Suresi’nin 31. ayetinin tefsirinde şu rivayetlere yer verir:
Âdem’in cennetten çıkma vakti gelince Allah, cennetten çıkma emrini ona bildirmesi için Cebrail’i gönderir. Cebrail durumu Âdem’e bildirir. Fakat Âdem hiç tınmaz, yani bu emri duymazlıktan gelir. Cebrail durumu Allah’a bildirince Allah (c.c.) Cebrail’e, gidip bu emri ona lisan-ı Türki ile Türkçe söylemesini emreder. Cebrail gelip cennetten çıkma emrini Türkçe tebliğ edince Hazreti Âdem cennette duramaz. Cebrail ona ‘Kalk!’ der demez, hemen yerinden kalkıp cennetten çıkar. Hazreti Adem’e cennetten çıkması Türkçe emredildiği için, ahir zamanda yeryüzünde tasarruf da Türklerin olacaktır (İstanbul Kütüphanesi, 1317, s.26 )

İslam bilginleri ilk insan, ilk peygamber olan Hz. Âdem’e bütün dillerin öğretildiğini, onun ileride kendi soyundan bütün milletlerin dillerini fiilen veya potansiyel olarak bildiğini belirtirler. Cennetten çıkma emrinin ona başka dillerde tebliğ edildiğinde onun bunları duymazlıktan, anlamazlıktan gelebildiği, fakat Türkçe söylendiğinde kendisini hemen bunun gereğini yerine getirmek zorunda hissetmesi, Türkçenin ve Türk Milletinin diğer milletlere ve dillere üstünlüğü olarak gösterilmektedir. Böylece aynı zamanda Türkçe’nin, dolayısıyla Türk milletininin oluşum süreci ilk insan Hazreti Âdem’e kadar ulaştırılmaktadır.

Aynı fikir, düşünce ve inanışın izlerine Türk edebiyatında da rastlanır. Örneğin Kaygusuz Abdal bir şiirinde bunu şöyle anlatır:

Hak buyurdu Cebrail’e ‘Var!’ dedi
Âdem’i cennet içinden ‘Sür’ dedi
Geldi Cebrail Âdem’e söyledi
Hak buyurduğun âyân eyledi
Cebrail dedi ‘Çıkgil!’ uçmak’tan Âdem!
Tanrı’nın buyruğu budur, işbu dem!
Niçe ki söyledi hergiz gitmedi
Cebrail’in sözini işitmedi
Türk dilin Tanrı buyurdı: Cebrail!
Türk dilince söylegil, dur git degil!
Türki dilince Cebrail “Hey dur!” dedi
“Durugel, uçmağın terkin ur!” dedi.


( Gülistan, Ankara Kütüphanesi, Nu: 645, s. 49 ) “Kaygusuz Abdal, Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL, s. 272, Akçağ Yayınları)

YÖNETİM DİLİ TÜRKÇE

Allah’ın kendisine bütün dilleri öğrettiği Hazreti Adem’e işlediği suçtan dolaya cenneti terk etmesi gerektiğinin Türkçe emredilmesi de Türkçenin başka hiçbir dilin anlatamayacağı kadar üstün bir ifade ve yaptırım kabiliyeti olduğuna, dolayısıyla Türkçenin tam bir yönetim dili olduğuna da delil sayılmaktadır.

Çok muhteşem, kesin, keskin, akıcı, akılcı, fonetik, kolay söylenebilen, tam ve doğru anlaşılabilen, matematiksel bir ses düzenine sahip Türkçe, asırlar boyunca türlü merhalelerden de geçerek kendi kendi yasalarının dışındaki hiçbir zorlamayı kabul etmeden çok nefis, çok zengin bir yapıya kavuşarak tam bir yönetim dili haline gelmiştir.

Dil, insanların iletişim aracıdır. Diğer insanlara beyanıdır. Eğer diğer insanlara anlatacak bir şeyiniz varsa bunu en iyi dille anlatırsınız. Dil, hem etkili bir iletişim, hem de verimli bir eğitim aracıdır. İnsan zihninin duygu, düşünce ve hayalleri ile dış gerçek dil ile temsil edildiği gibi, zihnin kazanımları da dil ile muhafaza edilir. Dil ile insan kendini, düşüncelerini, hayallerini vb karşısındakine anlatmak istemekte, bir anlamıyla var oluşunu ifade etmektedir. Var olmanın söz konusu olmadığı bir yerde, konuşmanın, bunu sağlayan dilin de bir anlamı yoktur.

İnsanın mensup olduğu milletin dilini yeterli bir anlama ve anlatma yeteneği kazanabilmesi, o dildeki bütün kelimeleri doğru telaffuz ederek, imlasına ve kurallarına uygun bir şekilde dilin bütün imkanlarını kullanarak yazılı ve sözlü anlatabilmesidir. Her milletin dili farklı olsa da, dillerin varlığı ilahi bir hediye ve atalardan bir bağıştır. Bunu gelecek nesillere, daha da güçlenmiş bir şekilde ve yaygın bir anlayış birliği sağlayarak devretmek herkesin toplumsal bir görevidir. Farklı düşüncelerin varlığı, aynı zamanda dilin ifade gücünün zenginleşmesi ve güçlenmesidir. Farklı düşüncelere ifade yasağı getirilmesi, insanın ağzının kapatılması gibidir. Dil, bir anlamda milletlerin bilinçaltıdır. Dil binlerce yılda tarihi derinlik, bir duyuş, anlama ve ifade gücü kazanır. O millete mensup herkes kelimelerin ruhunu içinde hisseder ve anlamını kavrar.

Dil kendini ifade eden milletin karakterini gösterir. Toplumun en alttan en üst hiyerarşisine kadar dilin kullanımı önemli bir ifade tarzıdır. Kurum ve kuruluşlara verilen adlara varıncaya kadar kendini ele veren bir işaret vardır. Acem mübalağası, kendini en iyi Farsça’da gösterirken, Türk tevazuunu, alçak gönüllüğünü de bir sevgi ve küçültme eki olan ‘cik’ takısını sultanları için bile kullanabilmelerinden, Koskoca Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’i bile Osmancık anabilmelerinden anlamak mümkündür.

DİLİN İKTİDARI VE İKTİDARIN DİLİ

Dilin iktidarı ve iktidarın dili o toplum ve devlet için çok önemli göstergelerden biridir. İktidarlar, dili hakim olmanın aracı olarak görürler, istilaya uğrayan yerler aynı zaman hakim milletlerin dillerinin istilasına da uğrar. Buna istilaya uğrayanlar en büyük katkıyı yapar. Dilden sonra zihniyetler de hakim milletlere meyleden bir akış içine girer. Dil fakirleşmeye başlar. Dildeki bu fakirleşme ile zihniyetler değişir, ufuklar daralır, dünyalar küçülür.

Başkalarının kavram ve terimleriyle konuşulmaya, başka değerler egemen olmaya başlar. Çoğu kavram ve terimlerin kendi dillerinde karşılığı bile bulunmaz, kendi dillerine tercüme edilemez olur. Doğuda batıdaki anlamda bir demokrasinin yerleşememesini tercüme ve zihniyet sorununa bağlayanlar vardır. Doğu medeninin tarih içindeki kendi tecrübelerinden hareketle, ideal bir yönetim sistemi çıkaramamasının sebebi, tabi olmayı içine sindirebilmesinden dolayı, bütünüyle batıya benzemek ve onun kurumları ile güçlenmek istemesindendir. Sonuçta batı terimleriyle konuşan, doğulu despot yönetici tipleri ortaya çıkmıştır.

Batının egemenlik yollarından biri mahalli dillere özgürlük vermektir. Ortak duyuşları ifade güçlüğü yanında etnik diller, etnik zihniyetlere vücut vererek düşüncelerin ve dünyaların daralmasına yol açar. Mücadeleye dayalı iktidar ilişkileri dilin fakirleşmesine neden olur. Bütün terimler, çatışma ve gerilim dilinin anlamlarına sıkışır kalır. Artık laiklik, egemenlik, anayasa, anayasal vatandaşlık, bölücülük, irtica, köktendincilik, ulusal güvenlik gibi terimler, milletçe ortak kabul bulan anlamları yerine, iktidar diline ait kelimeler olarak parçalayan, parçalanan bir düşünce tarzının ürünlerine dönüşmüştür. Siyasi bağlamda tartışılan Kürtçe, Kürtlere ait bir dil, bir durum olmaktan çıkmış, çatışmanın bir aracı, parçalanmanın bir yolu, batı egemenliğinin bir aleti haline getirilmiştir. Yeni bir çatışmaya, çözümlenemez sorunlara yol açan bir dil arayışının, asırlardır sahip olduğu dayanıklılığa ve gücüne rağmen Türkçenin baş edemediği sorunlarla Kürtçe’yi karşı karşıya bırakır. Bu nedenle Kürtçe, kendine doğal bir zemin oluşturma yerine çatışmanın bir unsuru haline dönüşmüş bir dile ulaşma arayışı olmaktadır. Bu çaba, o dile bir darbe ve dil mensuplarına bir zulüm olduğu gözden kaçırılmak istenmiş ve sadece bir temel hak ve hürriyet sorununa indirgenmiş olmaktadır.

Dil ilmi ile uğraşanlarca kabul edilmiş bir gerçektir ki, ‘her dil, sadeliğe ve kolaylaşmaya doğru gitmektedir. Bu gidiş genel kültürün ilerlemesinden doğar. Düşünce durulaştıkça ve bulanıklıktan kurtuldukça karışık ve kapalı tasavvurlardan da kurtulur. Dil de perişan ve dağınık kuralları atarak durulaşır ve maddilikten maneviliğe doğru gider. Ancak sadeliği ve kolaylığı, dilin fakirleşmesi olarak anlamamak gerekir. Bu dile ilişkin kuralların herkes tarafından bilinen ve uygulanan bir güce dönüşmesi anlamında anlaşılmalıdır. Yoksa başlangıçta zor ve kompleks bir dil üretildiği anlaşılabilir. Oysa belki elitlerle halkın dilinin birbirine yakınlaşması kastedilmelidir. Tabii burada istenen, halkın aydınların diline yaklaşmasıdır, yoksa aydınların kullandığı kelime sayısının ve dil gücünün azaltılarak halka inmesi değildir.

Türkçe bilim dili olabilir mi, edebiyat ve hitabet için yeterli mi, İngilizce karşısında gerilemekte midir, insanımız 300-500 kelime ile konuşarak bir fakirleşmenin, duyuş ve düşünce fukaralığının içine mi itilmektedir tartışmaları sürüp giderken, Türkiye tabi bir ülke haline mi geliyor, bütünüyle bağımsızlığını kaybetme tehlike altında mıdır tartışmaları gözden kaçmaktadır. Siyasi, ekonomik bağımsızlığı zedelenen bir ülkenin dili de zedelenecektir. Ancak egemen bir güç sahibi olanların dili yetkin ve güçlü olacaktır. Sürekli krizler içinde boğuşan ve insanları daraltılmış bir geçim endişesi içinde boğulan bir ülkenin dil iklimi de böyle bir yetkinliğe ulaşma çabalarından çok, kısır siyasi çekişmelerin daralttığı kavram ve terimler çerçevesinde tartışılan bir girdaba ve kaosa teslim olacaktır.

Türkiye bir yanda dilini ve sesini kaybetmiş, siyasi, ekonomik, kültürel bir kuşatma içinde iken, diğer yanda Las Vegas şartlarında pırıltılı, ancak kof bir hayatı yaşayanların ve bu hayat tarzını sürekli topluma kakan bir medya anlayışının makasına alınmıştır. Aydınlar, toplumun duygu ve düşüncelerini edebi bir seslendirmeye yönelmemiş, çağdaş hayatın yeni kavram ve terimlerini toplumun anlayacağı bir dile tercüme edememiş ve Türkiye herkesin kendi içine kapandığı bir çıkmaza varıp dayanmıştır.

Kendi duygu ve düşüncelerini ifade edemeyen, içinden çıkan aydınlar tarafından ifade edilmediğini gören toplum, dilinin imkanları ile konuşmayı bir yana bırakmış ve tepkilerini kaba, saldırgan ve beden dili ile ifade eden bir dilsizliğe dönüş başlamıştır.

Çocuklarına Vural, Hıncal, Öcal …. Gibi iç dünyalara ait hisleri ad olarak, Melisa, Selin, Suzan, Aylin ….gibi kendi olmaktan çıkmaya teşne bir açılım yaşayarak pervasız ve fütursuz bir hayat yaşayanlar ile herkesin çocuklarına Fatih adı koyduğu bir çıkış arayanların ortak bir dili olması mümkün değildir.

Hem İngilizce hem İbranice Laila, Eskidji, Pahsa, Reina adındaki işyerleri ile batı hayat tarzının egemenliğini ve sosyal patlamanın adresini gösterirken, pazarlarda meyve-sebze atıklarını toplayarak ayakta kalmaya çalışanların aynı Türkçe ile anlaşmaları mümkün değildir.

Sorun sadece Türkçe kelimeler yerine yabancı kelimelerin kullanılması da değildir. Sorun zihniyet değişimidir. Zihniyet değişimi ile Türkçe olan kelimelerin içeriği boşalmakta, kelimelerde anlam kaymaları meydana gelmektedir. Zaman ve mekanla ilgili olarak anlam değişmelerinin olması normaldir. Bir dilin yaşaması ve gelişmesi için bu gerekli de olabilir. Tehlikeli olan zihniyet değişikliğine paralel bir şekilde dilin, kelimelerin anlam kaymalarına uğramasıdır. Artık insanlarımız ortak bir dünyanın kelimeleri ile konuşmamakta, konuşulan kelimeler herkeste aynı anlamları çağrıştırmamaktadır.

Artık kazalara biz değil ‘trafik canavarları’ sebep oluyor, ekonomiyi biz berbat etmiyoruz ‘enflasyon canavarı’ ediyor. Milletimiz, fail olmaktan çıkmış, edilgen bir kitleye dönüşmüştür.

Egemen irade, kendi dilini oluşturur, artık eylemcilerin ağzı kapatılır ve sesleri çıkmaz kılınır. Bunların ağzını kapatmanın en kolay yolu dillerini bozmaktır. Türkiyenin temel sorunu, aydınların, edebiyatçıların, siyasilerin bütün yakıcılığı ile bu gerçeği dillendirememesidir. Dillendirememenin sonucu bir çıkış yolu için umut da kalmaması demektir. Mensup olduğu topluma bir umut, bir çıkış yolu ve kapısı gösteremeyenlere, egemen iradeyi reddedemeyenlere, insani değerlerden ve derinlikten yoksun olanlara aydın demek nasıl mümkün olabilir?

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR