Ana SayfaDosyalarBalkanlarBALKANLAR VE GÖÇ

BALKANLAR VE GÖÇ

BALKANLAR VE GÖÇ

Mustafa ATALAR

BALKANLARA VE BALKANLARDAN GÖÇ

Balkanlar ve Türkler deyince ilk akla gelenlerden biri de herhalde ‘göç’tür. Tarih boyunca Türkler dünyanın en çok göçen milleti, Balkanlar da dünyanın en çok göç alan, göç veren ve göçe maruz kalan bölgesi olması nedeniyle her ikisinin kaderlerlerinin belirlenmesinde bu göçlerin çok önemli bir yeri ve fonksiyonu olmuştur.

İslamla şereflendikten sonra yepyeni bir kimlik ve kişiliğe sahip olan Türkler, 1071’deki Malazgirt Zaferi’yle Anadolu’nun kapılarının kendilerine açılmasıyla, İslamı ve onunla eş anlamlı hale gelmiş olan Türklüğü bütün dünyaya yaymak için Anadolu’yu bir üs ve gerektiğinde bir sığınak haline getirmeyi de başardılar. Anadolu artık Türkler için yeni göçlerin merkezi durumuna geldi. Anadolu’nun en çok göç verip aldığı yerlerin başında da Balkanlar gelir. Önce Anadolu’dan Balkanlara, sonra da Balkanlardan Anadolu’ya olmak üzere herhalde Balkanlarda Osmanlı döneminde de göçün yaşanmadığı hiçbir dönem olmamıştır. Bu göçlerin en acılı ve en çilelileri de kuşkusuz Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş dönemlerinde yaşanan göçler olmuştur. Bu göçlerle ilgili olarak çok şeyler yazılmış ve söylenmiştir ama yazılanlar ve söylenenler yaşananların yanında hiç mesabesindedir. İki yüzyıldan daha uzun bir süreden beri başta Kırım, Balkanlar, Kafkasya üzere dünyanın pek çok yöresinden Anadolu’ya doğru gerçekleşen göçleri tanımlamaya, ‘göç trajedisi’ ifadesi bile yetmez. Tarihimizin pek çok olayı gibi hala karanlıkta kalan Balkanlara ve Balkanlardan göçlerimizin acı, tatlı ama çok öğretici ve ibretlik olayları hepimizin çok iyi bilmesi, gereken ibret ve dersleri çıkarması gereken olayların başında gelmektedir.

Anadolu’ya doğru yönelen tersine göçün başlıca nedenleri arasında; savaşları, katliamları, yağmaları, tecavüzleri, baskı ve ayrımcılıkları, tecritleri, sürgünleri ve zorla asimilasyonları, cana, mala, ırza, namusa, dini ve/veya milli kimliğe açıkça saldırıları veya ağır saldırı tehditlerini sayabiliriz. Osmanlı toprakları üzerinde, bu gibi nedenler yüzünden yaşanan ilk göç hareketi, 1771’de Kırım’ın Ruslar tarafından işgaliyle başlayan göçlerdir. Kırım’da yaşayan Müslüman nüfusun Ruslar’ın silahlı saldırısına uğramasıyla bu insanlar Osmanlı yönetimi altındaki topraklara göç etmek zorunda kalmışlar böylece Osmanlı Devleti ilk defa göç olgusuyla yüzyüze gelmiş, bundan sonra da göç trajedilerimizin önü bir daha alınamamıştır. Bu ilk göç hareketi genelde Osmanlı Devletinin yönetimindeki yakın bölgelere, Balkanlara doğru olmuş, göç dalgalarının yoğun bir biçimde Anadolu’ya ulaşması uzunca bir süre almıştır. Osmanlı Devleti’nin çözülmeye başlamasıyla birlikte, 1785’den itibaren Kafkasya ve Kırım’ın yanısıra Balkanlar’dan Anadolu’ya göçler başlamış ve 1912’ye kadar devam etmiştir. Osmanlı-Rus-Avusturya savaşları (1788-1792) öncesinde, sırasında ve sonrasında (1780-1800 arasında) sadece Kırım, Kazan, Kafkasya ve Özi bölgelerinden Türkiye’ye göç edenlerin sayısı 300 bin-500 bin arasındadır.

Anadolu topraklarına yönelik ilkgöç hareketi, 1785-1800 döneminde Balkanlar, Kafkasya ve Kırım’dan, songöç hareketi ise 1989’da Bulgaristan’dan olmuştur. 17. ve 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da her toprak kaybedişinde, Türkler ve Müslümanlar göçe zorlanmışlar, bölge asırlar boyunca sürekli göç dalgalarıyla çalkalanmıştır. Rumeli’deki Türkler ile diğer Müslümanlar 19. yüzyıl itibariyle Karadağ’dan Bosna-Hersek’e, Sancak’a, Arnavutluk’a, Yugoslavya-Makedonya’nın diğer kesimlerine ve Anadolu’ya yönelmişlerdir. Sadece 1877-78 savaşı sırasında 350 binden fazla Türk katledilmiş, 1 milyondan fazlası da göç etmek zorunda bırakılmıştır.

Balkanlar’daki Sırp İsyanı (1804-1816), Yunan İsyanı (1821), Romen Prenslikleri’nin İsyanı (1857), Girit Ayaklanmaları (1866-1869), Bosna-Hersek ve Karadağ’daki Ayaklanmalar (1858-1869), Bulgar Ayaklanması (1870’li yıllar) gibi tüm bağımsızlık hareketlerinin hepsinde bunların bağımsızlıklarını haklı çıkarmak ve daha önce azınlıkta olan “Hristiyan”ları çoğunluk durumuna getirmek için korkunç bir katliam ve soykırım gerçekleştirilmiş, milyonlarca Türk ve Müslüman geride öldürülmüş ana-babalarını, çocuklarını, akrabalarını, mallarını mülklerini bırakarak Osmanlı Devleti’nin sürekli daralan sınırlarına doğru kaçmak zorunda kalmıştır. Bu zavallı “göçmenler”in büyük çoğunluğu da yollarda Hıristiyan çetelerinin saldırıları, açlık, perişanlık, sefalet ve çeşitli salgın hastalıklar yüzünden hayatlarını kaybetmişlerdir.

Hristiyanlar’ın baskı ve katliamlarından kurtulmak için Osmanlı topraklarına göç eden binlerce “Müslüman” göçmen hiçbir şeyleri olmadan geliyorlardı. Çoğunluğu İstanbul’a gelen ve kentin sokaklarını dolduran bu zavallı insanların beslenmeleri, giydirilmeleri ve barındırılmaları da çok büyük bir sorun oluşturuyor, bir süre camilerde ve okullarda barındırıldıktan sonra kırsal yörelere gönderiliyorlar, nerede boş toprak varsa oraya yerleştiriliyorlardı.

Göçler Osmanlılar döneminden sonra Cumhuriyet döneminde de devam etti. Geray, 1923-1960 döneminde Türkiye’ye “göçmen” ve “mübadil” ve “sığınanlar” olarak gelenlerin sayısını 1.204.205 olarak vermektedir. Bunlar arasında (384 bini “mübadil” olan) Yunanistan göçmenlerinin sayısı 407 bin 788 (%33.9), Bulgaristan göçmenlerinin 374 bin 478 (%31.1), Yugoslavya-Makedonya göçmenlerinin 269 bin 101 (%22.4), Romanya göçmenlerinin ise 121 bin 351 (%10)’dir. (Geray, Cevat, (1962), Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler,Türk İktisadi Gelişmesi Araştırma Projesi, (Teksir), sayfa: 7-9, 11-13, Ankara: SBF Maliye Enstitüsü). Doğanay ise Cumhuriyetin kuruluşundan 1997 yılına kadar büyük bölümü Balkan ülkelerinden olmak üzere Türkiye’ye gelen göçmen sayısının yaklaşık 1 milyon 600 bin olduğunu söylüyor (Doğanay, Filiz, (1997), “Türkiye’ye Göçmen Olarak Gelenlerin Yerleşimi” Toplum ve Göç, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi, Mersin 20-22 Kasım 1996, Ankara: DİE SosyolojiDerneği Yayını, ss: 196-200).

İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte Türkiye’nin göçmen kabul etme politikalarında bazı değişikliklere gidildi. Kuruluş aşamasındaki Türkiye Cumhuriyetinde, kültürler, dinler, diller, etnik kökenler mozayiği olan koca bir imparatorluktan, ulus devlete geçişin sancıları, sıkıntıları ve sorunları yaşanıyor, bu arada ‘Millet’ ve ‘Türklük’ gibi kavramların yeniden tanımlanmasına da çalışılıyordu. Osmanlılar döneminde göçmen kabul etmede “Müslüman” yani dindaş olmak tek ölçüt olarak kabul edilirken, Cumhuriyet döneminde bu sadece “dolaylı ve bağımlı bir ölçüt”olarak dikkate alınmaya başladı. Bunun yerine genelikle “Soydaş” olma ölçütü esas alındı. “Ümmet”ten “millet”e dönüşmenin bir gereği olarak göçmen kabul etmede de “Dindaş” ölçütü yerine “Soydaş” ölçütünün esas alınması gerektiği düşünülüyor, bu durum, “din birliğine”dayanan “ümmet” yapısından kurtulma ve “kültür birliğine” dayanan bir “millet” yapısına kavuşma politikasının bir parçası ve gereği olarak açıklanmaya çalışılıyordu (ÇAVUŞOĞLU,Halim, (Bahar 2007),“Yugoslavya-Makedonya” Topraklarından Türkiye’ye Göçler ve Nedenleri, Bilig, sayı 41: 123-154).

Daha ilk mübadeleler sırasında kimin Türk kabul edilip kimin edilmeyeceği, kimin Türkiye’ye göç etmesine izin verilip, kimin verilmeyeceği, kimin Türkiye’den başka ülkelere gönderilip kimin gönderilmeyeceği konusunun kolay halledilebilecek bir sorun olmadığı anlaşıldı. Örneğin, Türkçe konuşan, etnik olarak da Türk soylu kabul edilen Gagavuzlar Türkiye’ye kabul edilecekler miydi? Ayrıca Anadolu’da, Anadolunun Türkler tarafından fethinden çok önce, Bizanslılar tarafından İslam akınlarını önlemek amacıyla buraya getirilip yerleştirilmiş, bu arada Hıristiyanlaştırılmış Türk boylarına mensup Ortodoks Türkler de vardı. Bunların büyük çoğunluğu Anadolu’nun Türkler tarafından fethinden sonra İslamiyeti kabul etmişler, Anadolu’nun hızla Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında bunun da çok önemli bir rolü olmuştu. Fakat Anadolu’da hala eski dinlerinde kalmaya devam eden Türk soylu, Türkçe konuşan ama Hıristiyan Ortodoks Türkler de vardı. Örneğin, Yunanistan’da yıllarca iktidarı ellerinde bulunduran Karamanlis ailesi de bunlardandı ve bunlar Anadolu Türk Beyliklerinden Karamanoğullarıyla aynı soydan geliyorlardı. Bunların Hıristiyan olması bizim yöneticiler için hiç bir sakınca oluşturmuyordu ama bunlar kendilerini Türk saymıyorlar, din bağı nedeniyle Ortodoks Rum hissediyorlardı. Bunların durumları ne olacaktı? Nitekim mübadelede sırasında bunların Türkiye’de bırakılmaları, ya da Yunanistan’a gönderilmeleri konusunda bir hayli tereddüt yaşandı. Bir başka tereddüt konusu da kaybedilen Osmanlı topraklarında kalan, etnik kökenleri ve dilleri farklı olsa da kendilerini asırlardan beri Türk ve Müslüman sayan, öz yurtlarında da kendilerine Türk ve Müslüman gözüyle bakılan, bu yüzden zulme, baskıya ve soykırıma uğrayan, daha önce yakınları Türkiye’ye göç etmiş çok büyük bir kitlenin mevcudiyetiydi. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’ya göç etmiş bulunan milyonlarca Balkan Türkü ve Müslümanı haklı olarak yakınlarının da kabul edilmelerini istiyorlardı. Bunların başında da Boşnak, Arnavut, Torbeş, Pomak gibi Müslüman gruplar geliyordu.

1934’te çıkarılan 2510 sayılı Göçmen Kanunu’nun 3. maddesiyle Türkiye’ye kabul edilecek göçmenler için “Türk soyundan olma veya Türk kültürüne bağlı bulunma (Türk bilinci taşıma)” ölçütü ve şartı getirildi. Belirlenen yeni ölçütlere göre, Türkiye’ye göçmen olarak gelebilmek artık hiç de kolay bir iş değildi. Bir göçmen adayının bölgedeki Türk temsilciliklerinden Türkiye’ye “serbest göçmen vizesi”alabilmesi çok zor, uzun, yorucu, bıktırıcı bir süreci gerektiriyordu. Türkiye’ye göç etmek isteyen bir göçmen adayının önce yerel makamlardan “milli” (etnik) kökeninin Türk olduğunu belirten bir belge alması şarttı. Eğer aday, yerel makamlardan “milli” (etnik) kökeninin Türk olduğunu gösteren bir belge alabilirse, o belgeyle bölgedeki Türk temsilciliğine başvuracaktı. Burada da uzman memurlar tarafından (elindeki belgeye dayanarak, ancak belgeye rağmen) Türkçe bilip bilmediğinin, Türk kültürüne bağlı olup olmadığının, dolayısıyla Türk bilinci taşıyıp taşımadığının da sınanması gerekiyordu. Başvuru sırasında adaydan, (varsa) Türkiye’de akrabaları ile ilgili (yakınlık derecesi, nerede ikamet ettikleri gibi) ayrıntılı bilgiler isteniyordu. Bölgedeki Türk temsilcilikleri ile Türkiye’deki makamlar arasında yapılan bilgi alışverişine dayanılarak yürütülen araştırma sonucunda, başvurunun uygun bulunması halinde adaya “serbest göçmen vizesi”veriliyor, aksi takdirde verilmiyordu.

Bu mevzuatı ve işlemleri uygulamak durumunda olan bazı görevlililerin zaman zaman ortaya koyabildikleri haksız, yersiz, gereksiz, yanlış ve keyfi tutum ve uygulamalar, konuyu daha da tatsız, üzücü, travmatik ve içinden çıkılmaz hallere sokabiliyordu. Aslında Türkiye’ye göç etmek isteyen Balkan Müslümanlarından pek çoğunun akrabaları zaten daha önceden Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdi. Daha önceden Türkiye’ye göçmüş olanlar doğal olarak kendi akrabalarını da yanlarına almak istiyorlardı. Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’nun kapıları bütün Müslüman unsurlara sonuna kadar açılmışken, şimdi yeni Türkiye’de bazı Balkan Türklerinin ve Müslümanlarının göç taleplerinin etnik kökenleri gerekçe gösterilerek reddedilmesi, üstelik bunların en çok değer verdikleri Türklüklerinin de tartışma konusu yapılması çok çeşitli sorunlara, sıkıntılara ve huzursuzluklara sebep oluyordu. Müslümanlığı benimsemekle kendilerini eski Slav kimliklerinden çıkmış ve tam bir Türk olmuş sayan, kimliklerini böyle tanımlayan Müslüman halkın bu tür bir tartışmayı anlayabilmesi ve kaldırabilmesi kolay bir şey değildi. Ortaya çıkan bu yeni durum hem Türklüklerini ve Müslümanlıklarını koruyabilmek için Türkiye’ye göçmekten başka çare göremeyen göçmen adaylarını, hem de onların Türkiye’deki yakınlarını ve akrabalarını çok üzüyor, şaşırtıyor, kırıyor, rencide ediyor, küstürüyor, ruhlarda da derin izler, yaralar açılmasına, travmalar yaşanmasına ve tepkiler doğmasına neden oluyordu.


Ölçütler ve uygulamalar konusunda yaşanan sorunlar ve sıkıntılar kısa zamanda içinden çıkılmaz hale geldi. Bu işlemler sırasında en büyük sorun “dil” konusunda çıkmıştı.Çünkü adayların çoğunun Türk bilincine sahip oldukları anlaşılmasına rağmen Türkçe bilmiyorlardı. Bir zamanlar Anadolu’dan Balkanlara göç etmiş Türklerin bile önemli bir kısmı gittikleri yerlerde zamanla Türkçe’yi unutmuşlar veya çok zor konuşur hale gelmişler, bulundukları bölgenin dilleri onlar için anadil olmuştu. Ayrıca en önemli ölçüt kabul edilen “Türk bilinci”, Hıristiyanlaşmış olan Türklerde hiç bulunmadığı halde, Arnavut, Boşnak, Torbeş, Pomak gibi Balkan Müslümanlarında bu bilinç çok üst düzeydeydi. Bunlar Türkçe bilmemelerine rağmen kendilerini Türk sayıyorlar, Türk olarak tanımlıyorlardı. Balkan Müslümanları en başından beri hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler Türklükle Müslümanlığı ve Osmanlılığı özdeş sayan bir anlayışa sahiptiler. Kendilerini “Türk” olaraktanımladıkları, “Türk” kimliğini benimsedikleri gibi yüksek bir Türklük bilincine de sahiptiler. Oran bu gerçeği şöyle ifade ediyor: “Bu ülkede [Makedonya’da] en azından orta yaşlı Arnavutlar arasında Müslümanlık ile Osmanlılık özdeş kavramlardır. Buna örnek olarak da, birçok Arnavut’un yemin ederken, hala, ‘’Türklük dinimin hakkı için’ demesini gösterebiliriz.” (Bakınız:ORAN, Baskın, (1993a), “Balkan Müslümanlarında Dinsel ve Ulusal Kimlik” (Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya ve Kosova Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme) A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 48, No:1-4, Ocak-Aralık, Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayını, 109-120, (1993b) “Balkan Türkleri Üzerine İncelemeler” (Bulgaristan, Makedonya, Kosova), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,Cilt: 48, No: 1-4, Ocak-Aralık, Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayını, 121-147).

Gittikçe büyüyen baskılar ve ortaya çıkan çeşitli sorunlar yüzünden bu ‘soydaş’ ölçütünün yumuşatılması gereği vazgeçilemez ve ertelenemez hale geldi. Yavaş yavaş aslen Türk olanların yanısıra, ‘etnik’ bilincin eşlik etmesi şartıyla “Türk” kültürüne bağlı olanların ve “Türk” bilinci taşıyan grupların da “göçmen” olarak kabul edilmeleri gereği kabul görmeye başladı. Sonuçta, kendi kimliğini “Türk”olarak tanımlayan ve “Türk bilinci”taşıyan adaylar için anadil ve Türkiye’deki akrabalar gibi, başlangıçta öngörülen kuralların zamanla yumuşatılması yoluna gidildi. Bu gelişmede Türkiye’nin dış temsilciliklerden gelen raporların da önemli etkileri ve katkıları oldu. Örneğin Belgrad Büyükelçiliği’nden Türk Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen 6 Temmuz 1963 tarihli resmi yazıda Arnavut kökenliler hakkında şu bilgilere yer verilmektedir: “Gerek Kosmet’te (Kosova ve Metohiya), gerek Makedonya’da yaşayan Müslüman Arnavutlar’ın münevveri ve köylüsü arasında temayül ve hissiyat bakımından büyük fark vardır. Köylü Arnavut için, tıpkı köylü Bosnalılar için olduğu gibi, Müslüman ve Türk kelimeleri birbirinin müradifidir ve aynı manayı ifade eder. Köylü Arnavutlar’da dini hisler kuvvetli olduğu için, bunlar dinsiz bir devlet olarak tanıdıkları Arnavutluk’tan ziyade dinin serbest olduğu Türkiye’ye bağlıdırlar ve … kendilerini Türk hissederler. … Kosmet ve Makedonya’daki Arnavut münevverlerine gelince, bunlar koyu Şoven ve Arnavutluğa derin milli hislerle bağlıdırlar”(Dışişleri Bakanlığı, (1969), Dış Türkler (Belgeler), sayfa : 644). Ankara, T.C. Dışişleri Bakanlığı AZEM Dairesi.

Türkiye’ye göç etmek isteyip de kabul edilmedikleri için gelemeyen ancak Balkanlarda da varlıklarını ve kimliklerini koruyamayacak duruma gelen Balkan Müslümanlarının önemli bir kesimi çaresiz bir şekilde Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere, ABD, Avustralya, Arjantin ve Arap ülkeleri gibi başka ülkelere göç etmek zorunda kaldılar. Bu şekilde önemli sayıda Balkan Müslümanı dünyanın değişik bölgelerine dağıldı. Buna özellikle 1975’lerden sonra iş aramak gibi ekonomik sebeplerle Batı ülkelerine göç eden Balkan Müslümanları da eklenince sonuçta dünyanın çok geniş bölgelerine yayılmış bir ‘Balkan Müslümanları diasporası’ ortaya çıktı.

II. Dünya Savaşından sonra özellikle Yugoslavya’da meydana gelen rejim değişikliği de Balkan Türklerinin ve Müslümanların sorunlarını hafifletmedi, aksine daha da artırdı. Örneğin Yugoslavya’da kurulan Komünist Tito rejimi burada yaşayan Müslümanlara ve Türklere karşı o zamana kadar uygulanan baskı ve zulümleri azaltmak yerine daha da artırarak devam ettirdi. Nitekim 1923-1960 döneminde Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç eden 269 bin 101 kişiden % 56.4’ü, bu baskılar yüzünden l953-1960 döneminde göç etmek zorunda kalmıştır ( Geray, Cevat, (1962), Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler, Türk İktisadi Gelişmesi Araştırma Projesi, (Teksir), Ankara: SBF Maliye Enstitüsü). Artan baskılar yüzünden Türkiye’ye yönelik göçler, 1960’dan sonra da sürmüş, 1952-1975 arasında 296 bin kişi olan Yugoslavya’dan Türkiye’ye göçenlerin sayısı 1996 yılı itibariyle 350 bini bulmuştur (Hamza, Yusuf.//XAMZA, Jucuf, “Makedonya’da Türk Sorunu”, Birlikgazetesi, 1 Ağustos 1996 Perşembe, Üsküp: “Nova Makedoniya” R.E. Marketing).

Göçmen Kanunu’nun 3. maddesi göçmen gönderen ülkeye kendi

yurttaşları olan göçmen adaylarına yardımcı olma yükümlülüğünü de veriyordu. Türkiye’ye göçmek zorunda kalan Türk ve Müslümanlar her şeylerini Yugoslav’yada bırakarak gelmek zorunda kalıyorlardı. Bu sorunun hafifletilmesi için yapılan görüşmeler ve varılan anlaşmalar da pek bir işe yaramamıştı. Örneğin Türkiye ile Yugoslavya arasında göçmenlerin Yugoslavya’da kalan arazi, çiftlik ve emlakının tasfiyesi konusunda yapılan uzun müzakeler sonucunda 27 Kasım 1933’te Belgrad’da “Dostluk, Ademi Tecavüz, Adli Tesviye, Hakem ve Uzlaşma Muahedesi”, bunun ardından da 28 Kasım 1933’te Ankara’da “Türkiye Cumhuriyeti ile Yugoslavya Krallığı Arasında Mütekabil Mutalebatın Tesviyesine Müteallik İtilafname” imzalanmış, bu çerçevede iki taraf uyruklarının diğer ülke sınırları içinde bulunan malvarlıkları karşılaştırılarak, Türk tarafı lehine ortaya çıkan 476.520 TL’lik fark, Yugoslavya tarafından Türk makamlarına ödenmiştir. Fakat mal varlıklarının sahipleri olarak Yugoslavya tarafından teslim edilen listelerden mal varlığı sahiplerinin tespit edilemediği gerekçesiyle, bu para da asıl sahiplerine verilmemiş, Kızılay’a bağışlanmıştır (Dışişleri Bakanlığı, (1969), Dış Türkler (Belgeler), Ankara: T.C. Dışişleri Bakanlığı AZEM Dairesi, s: 641-642, 622, 667; Ökçün, A. Gündüz ve Ahmet R., (1974), Türk Antlaşmaları Rehberi (1920-1973), Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Yayınları, s: 22, 468).

BALKANLARDAN GÖÇ HİKAYELERİ

GÖÇMEK Mİ ZOR, KALMAK MI ZOR?

Osmanlı Devleti’nin her toprak kaybedişinde, işgal bölgesinde kalan Türklerin ve Müslümanların önünde her biri diğerinden daha zor üç seçenek vardı: Ya Türklüklerinden ve Müslümanlıklarından vaz geçmek, ya ölüm dâhil her şeyi göze alarak öz yurtlarında varlık ve beka mücadelesi vermek, ya da anavatan Türkiye’ye göç etmek… Ecdat yadigârı olan, binlerce şehidin kefensiz yattığı ana baba ocaklarını, öz yurtlarını, öz vatanlarını terk etmek herkese çok zor, kabul edilemez, onur kırıcı geliyor, bunu bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Öte yandan onlara Türk ve Müslüman olarak bu topraklarda hayat hakkı tanınmayacağı her gün yaşanan zulümler, baskılar, tecavüzler, saldırılar ve ayırımcı uygulamalar ortaya konuyordu. Balkan Müslümanlarının çok az bir bölümü bu dayanılmaz baskı ve zulümlerden biraz olsun kurtulabilmek ümidiyle dinlerinden vaz geçmeden etnik kökenlerine göre Müslüman Sırp veya Müslüman Hırvat gibi kimliği benimsemekten yanaydı. Ama bunu Balkan Türklerinden ve Müslümanlarından çoğuna kabul ettirebilmek mümkün değildi. Örneğin ne eski Yugoslavya dönemi hükümetleri, ne de yeni Makedonya hükümeti bütün baskılarına rağmen Makedonya’daki Müslüman Torbeşlere bir türlü Makedon olduklarını kabul ettirememişlerdi. Bunlar her şeye rağmen inatla “Biz Türk’üz!” demekten, hatta hükümetten kendilerine Türkçe eğitim verecek okullar açmasını istemekten vazgeçmiyorlardı.

Komünist hükümetler de Torbeşlere kendilerinin aslen Türk değil Makedon olduklarını kabul ettiremeye çok uğraşmışlar, fakat bir türlü kabul ettirememişlerdi. Basın yayın organlarına da yansıdığı üzere, komünist dönemde üst düzey bir yetkili ile kendisine aslen Makedon olduğunu anlatmaya çalıştığı ihtiyar bir Müslüman Torbeş arasında şöyle bir konuşma geçmiş:
– Sen necisin? Yani hangi millettensin? İhtiyar hiç tereddütsüz:

– Ben Türk’üm! diye cevap veriyor.

– Senin esas vatanın neresi?

– Türkiye!

– İyi ama bak, sen tek kelime bile Türkçe bilmiyorsun! Eğer aslen Türk

olsaydın, ana dilin de Türkçe olurdu. Dolayısıyla sen nasıl Türk olabilirsin?

  • Olsun, ben yine de Türk’üm!

Komünist yetkili ne demişse ihtiyar Torbeş’e aslen Türk değil, Makedon

olduğunu kabul ettirememiş, onu ‘Ben Türk’üm!’ demekten vaz geçirememiştir. Müslüman halkın büyük çoğunluğu bu anlayıştaydı. Çünkü hem Makedonya’da hem de bütün Balkanlarda, Türk olmak demek, Türk olduğunu söylemek, her zaman Müslüman olmakla ve Müslüman olduğunu söylemekle aynı anlama geliyordu. Türk eşittir Müslüman demek olunca da ister istemez, Arnavut da olsa, Torbeş de olsa, Boşnak da olsa bütün Müslümanlar kendilerini Türk görüyorlar, kendilerini tanıtırken, milliyetlerini ifade ederken de bunu “Elhamdülillah Türküm!” diye ifade ediyorlar.

Özellikle baskı ve zulümlerin arttığı dönemlerde bazı Balkan Türkleri ve Müslümanları Türklüklerini ve Müslümanlıklarını daha iyi yaşayabilmek için Türkiye’ye göç etmekten başka çarelerinin olmadığını öne sürüyorlardı. Her şeye bütün olup bitenlere rağmen Balkan Müslümanlarının büyük çoğunluğu, İslamla ve İslam sayesinde kazandıkları ve asırlardır iftiharla taşıdıkları Türk kimliklerinden, kişiliklerinden, milliyetlerinden vazgeçmeye de Sırp veya Hırvat kimliğini kabul etmeye de, göçe de şiddetle karşı çıkıyorlar, göç edenlere de pek iyi gözle bakmıyorlardı. Göç edenler, bunu severek, isteyerek değil çaresizlikten yapmak zorunda kaldıklarını belirterek kendilerini savunmaya çalışıyorlardı. Yine de yaptıkları bu işten dolayı son derece mahcup, başları öne eğik, öz yurtlarında kalma cesaretini gösterebilenlerin gözlerine bile bakamadan, utançlarını gizlemeye çalışıyorlar, geride kalanlara hiç de yerine getiremeyecekleri halde:

  • Sizi hiç unutmayacağız!
  • Hep aklımızda, fikrimizde kalbimizin en değerli yerinde olacaksınız!
  • Kalbimiz hep sizin için atacak!’ gibi sözler veriyorlardı.

Gözyaşları içindeki vedalaşmaların ardından gidenler, trenlere binip uzaklaşıyorlardı. Kalanlar gidenleri:

  • Bir gün mutlaka gelecekler!’ diye umutla bekleseler de ne gelen

oluyordu, ne de dönen! Kalanlar zamanla artık gidenlerin kendilerini tamamen unuttuklarını, onları ölmeden mezara koyup gittiklerini düşünmeye başlıyorlar, gözlerinden uzak eski dostlarını gönüllerinden çıkarıyorlar, kalplerinin artık bir daha onlar için atmasına gerek olmadığına inanıyorlardı. Gidip de bir daha geri dönmeyenler kalanlar için artık sadece:

  • Bindim treni, unuttum seni! şeklinde meşhur olmuş bir özdeyişle

hatırlanıyordu.

Göç edenlerin çoğu da geride bıraktıklarını çok çabuk unutuyorlar, bazıları gittikleri yerlerde geldikleri yerlerin adıyla çeşitli dernekler kurarak geride bıraktıklarını unutmadıklarını göstermeye, böylece vicdanlarını rahatlatmaya çalışıyorlardı.

PROF. KEMAL KARPAT ANLATIYOR



Balkan Türkleri ve Müslümanları için artık Türk ve Müslüman olarak Balkanlarda kalabilmek gittikçe daha da zorlaşıyordu. Ama Türkiye göçebilmek de hiç de kolay bir iş değildi. Bunun için önce bütün mallarını mülklerini, kazanımlarını gavurlara terk etmeye razı olmak, ondan sonra da çok uzun, çok üzücü ve çok can sıkıcı bir göçmenlik vizesi prosedürünü tamamlayarak Türk makamlarından göçmen vizesi alabilmek, göç sonrasında da maddi ve manevi pek çok sıkıntılara katlanmayı göze alabilmek gerekiyordu. Göçmen vizesi almakla ve Türkiye’ye göç etmekle dertler çileler bitmiyor, beklenen sıkıntıların yanında hiç hesapta olmayan, hiç tahmin edilmeyen problemlerle de karşılaşma, bunlarla mücadele etme gereği doğuyordu.

Balkan göçmeni olarak Türkiye’ye göç etmenin ne gibi zorlukları, sıkıntıları, meşakkatleri olduğunu bizzat yaşayanlardan, en iyi bilenlerden ve anılarında anlatanlardan biri de dünyaca ünlü Balkan kökenli ilim adamımız Prof. Dr. Kemal Karpat’tır.

1923 yılında Romanya’nın Dobruca bölgesinde doğan, 1946’da Türkiye’ye gelerek T.C. vatandaşlığına geçen, TBMM Onur Ödülü sahibi, Wisconsin Üniversitesi emekli öğretim üyesi, Türkiye’de sosyal bilimler denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Prof. Dr. Kemal Karpat, Türkiye’de Haydarpaşa Lisesi’ni, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra ABD’ye gidip New York Üniversitesi’nde doktora yapmış, ABD’nin en önde gelen üniversitelerinde dersler vermiş, kürsü başkanlıkları ve ODTÜ’de hocalık yapmış çok değerli bir tarihçimizdir. Eserlerine bütün dünyada en çok atıfta bulunulan sosyal bilimcimizdir. Ömrünün kahir ekseriyeti doğduğu yerlerin ve vatandaşı olduğu Türkiye’nin dışında geçmesine rağmen kalbi hep Türkiye için atmıştır.

Emin Tanrıyar’la yaptığı anı söyleşi 2008 yılında Dağı Delen Irmak adıyla kitaplaştırılmıştır. Söz konusu kitapta Balkanların önemi ve Türkiye’de Balkan göçmeni olmanın nasıl bir şey olduğuna dair de çok önemli, ilgi ve dikkat çekici tespitler vardır.

Kemal Karpat’ın ilginç yaşam öyküsünün anlatıldığı 622 sayfalık kitabın ilk bölümünde, Türklerin Balkanlardan 200 yıllık ricatlarının acı öyküsü kendi aile ekseninden anlatılır. Memleketi Babadağ’ın önceleri Türkler lehine olan nüfus kompozisyonun nasıl Türkler aleyhine değiştirildiğini, dedesinin zaman zaman Türkiye’ye gidiş gelişlerini, hatta yerleşmek amacıyla Bandırma’dan arazi satın almasını, babasının da Türkiye’ye 7 kez gidip geldiğini, Türkiye’ye göç etmeyi çok istemesine rağmen buna ömrünün yetmediğini ifade eder. Daha sonraki yıllarda Romanya’nın Komünist rejime geçmesiyle daha da mağdur olan Türkler’in Türkiye’ye göçmekten başka çare bulamadıklarını, kendilerinin de 1946’da Türkiye’ye göçtüklerini, Babadağ’da şimdi birkaç evin dışında hiçbir Türk’ün kalmadığını belirtir.

      Kemal Karpat’ın henüz Romanya’da ve 12-13 yaşlarında iken yaşadığı, hafızasından silinmeyen bir göç olayı, muhacirliğin, göçmenliğin, hele de Balkan göçmeni olmanın ne hazin bir trajedi olduğunu gözler önüne serer. Kemal Karpat, 8–10 arabayla Anavatana göç etmek için hazırlanan akraba ve köylülerinin köyden ayrılma sahnesini şöyle tasvir ediyor:

“Nihayet diğer köylerden arabalar da geldi. Yol kenarına dizildiler. Tanımadığım insanlar, çocuklar, hatta köpekler, kediler arabadan indiler. ‘Hadi hazır mısınız? Vatana göçüyoruz, gidelim!’ dediler. Babadağ’da oturan ve imamlık yapan uzaktan akrabamız Salim Hoca, tam hareket edilecekken, ‘Durun!’ dedi. O zaman ilk defa tarihle göçün, acının kaynaştığını gördüm. Salim Hoca’nın geçmişinin ne olduğunu, bilgisinin nereden geldiğini bilmiyorum, fakat orada çok etkileyici bir nutuk çekti: ‘Biz bu topraklara gelmişiz, burada herkesle kardeş gibi yaşamışız. Dedelerimiz, büyük dedelerimiz yüzlerce yıl burada yaşamış, hepsi burada gömülü! Bu topraklar bizim kanımıza işlemiş ve şimdi biz kurbanız! Gidiyoruz, vatanımıza dönüyoruz. Bir zamanlar bir rüya varmış, şimdi o rüya bitti, dönüyoruz vatana! Buraları terk ediyoruz. Mağlup olarak dönüyoruz!’ Heyecanlanarak devam etti: ‘Gerçi yenildik ama yok olmadık! Şimdi yeni bir geleceğe doğru gidiyorsunuz. Ve siz geleceğin kahramanları, hadi çıkarın kalpaklarınızı!’ Rumenler, Bulgarlar toplanmış seyrediyorlar… ‘Hadi kalpaklarınızı çıkarıp bu adamlara selam verin’ diye bitirdi. Kalpak çıkarmak orada hürmet ifadesidir, herkes kalpağını çıkardı ve sonra tekrar taktı. Salim Hoca, ‘Hadi yürüyün artık!’ dedi ve arabalar yavaş yavaş yola koyuldu. Yola koyuldular ama yavaş yavaş, yol da biraz bayır yukarı ya, atlar sanki gitmek istemiyorlarmış, sanki o toprakları terk etmek niyetinde değillermiş gibi adımlar ağır ağır, gönülsüzce atılıyor. Ve kafile yavaş yavaş köyümüzden çıkmaya başladı; köpekler havlıyor, gitmek istemiyorlardı…Yurdundan ayrılmak ne kadar acıymış!… Kim olursa olsun, Allah korusun! Zorla kopar gibi, arabalar gıcırdayarak, atlar istemeyerek, kadınlar ağlayarak, çocuklar sızlayarak, erkekler başı öne eğik arkaya bakmamaya gayret ederek Köstence’nin yolunu tuttular. Ormana giden yol, mezarlığın yanından geçiyordu. Sanki emir verilmişçesine bütün arabalar mezarlıkta durdu. Herkes arabadan indi, çoluk çocuk mezarlığa doğru avuçlarını açarak dua ettiler. O manzara hiçbir zaman gözümün önünden silinmez. Yurduna, her şeyine veda edip giden bir sürü insan durmuş, dua ediyor… Sonra kervan tekrar yola koyuldu ve yavaş yavaş tozlar içerisinde eridi gitti. Nereye? Anadolu’ya… Sonra akşam hayat dolu o evler kapkaranlık, bomboş kaldı. Baykuşlar geldi hemen, sanki oradan ölü çıkmış gibi acı acı bağırdılar. Bir süre göçmenleri takip eden köpekler bir yerde durup, sılaya, terk ettikleri yere dönüp havlayarak sahiplerini aradılar. Sahipleri ise çoktan Anadolu yolunu tutmuşlardı. Havladılar, havladılar… Kimse onlara kapı açmadı, yemek vermedi. Etraf bomboştu. Ondan sonra geldikleri yola dönerek, giden arabalara ulaşmaya çalıştılar. Bazıları ulaştı, bazıları yolda ölüp kaldı. Yani köpek dahi doğduğu yeri terk etmek istemiyordu (s.44).”

Kemal Karpat’ın hatıra Kitabının önemli bölümlerinden biri de “Evlad-ı Fâtihân, Evlâd-ı Perîşân Oldu!” başlığını taşıyor. Aslında tek başına bu başlık bile Balkanlarda Türklerin ve Türk ortak kimliğinde ve kategorisinde değerlendirilen bütün Müslümanların 1800’lü yılların başından bugüne kadar yaşadıkları acıları, felaketleri, musibetleri, kıyımları, hak gasplarını, soykırımları, tecavüzleri özetlemeye yeter.

ROMANYA’DA TÜRK AMA TÜRKİYE’DE DEĞİL!

Göçmenlik trajedisi Türkiye’e göçmekle de bitmiyordu. Türklüğü ve Müslümanlığı için, daha doğrusu Türklüğünü ve Müslümanlığını daha iyi yaşayabilmek için anavatan bildikleri Türkiye’ye gelen Balkan Müslümanlarının burada gördükleri muameleler, yaşadıkları hayal kırıklıkları ve travmalar üzerine anlatılabilecek çok şey vardır. Ülkemizin en tanınmış Balkan göçmenlerinden biri olan Prof. Kemal Karpat’ın Dağı Delen Irmak adlı kitabında bu konuda da çok ilginç bilgiler ve tespitler vardır.

Kemal Karpat; 23 yaşında iken ailesiyle birlikte ata toprağı Romanya’dan kalkıp, anavatan bildiği Anadolu’ya göç edişlerinin nedenlerini de şöyle anlatıyor: “…Türk olduğum için aşağılık, istenmeyen bir yabancı durumuna düşürülmüştüm. Okullarda Türkler aleyhine kitaplar okutuluyor, bize “işgalci, yağmacı” diyorlar ve biz bunlara cevap veremiyoruz… Türk “kötü, kana susamış” bir insan olarak tasvir ediliyor, damgalanıyor. Halbuki ben bunun böyle olmadığını kendi gözlerimle görüyorum. Göz göre göre kötüleme, tarihi iğfal etme ve kendi milletini en yücelere çıkarmak için diğerini aşağılama var.”

Anavatana göç etmek, her Balkan göçmeni gibi, Kemal Karpat için de ne yazık ki de bütün acıların, sıkıntıların sonu anlamına gelmiyor. Her Rumeli, Balkan göçmeninin karşılaştığı sorunlarla, sıkıntılarla, olumsuzluklarla o da karşılaşıyor. Tabii anavatanında karşılaştığı hoş olmayan olaylar, her Balkan göçmeni gibi ona da gâvurlardan gördükleri muameleden çok daha ağır ve acı verici geliyor. Kemal Karpat, anavatanda karşılaştıkları olumsuzlukları da şöyle özetliyor:

“Biz nereye gitsek yabancı muamelesi gördük. Romanya’da bizi “Türk” diye aşağıladılar, buraya geldik. “Romanyalısın, sen hakiki Türk değilsin, olamazsın!” dediler. Sadece okulda değil, günlük hayatta da bu tür aşağılamalara ve benzeri birçok şeye maruz kaldık. Siz dışarıdan gelmişler, hakiki Türk değilsiniz! Sizin kanınıza gavur kanı karışmış, hakiki Türk olamazsınız!” gibi lafları çok işittim!” Halbuki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu sırada 11 – 12 milyon olan nüfusumuzun 7 – 8 milyonu Balkanlardan ve Kafkaslardan göçlerle anavatana gelmiş insanlarımızdan oluşuyordu.

BOSNA’DA TÜRK, TÜRKİYE’DE BOŞNAK!

Türklükleri ve Müslümanlıkları için öz yurtlarını terk ederek Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan bu insanlara, Türkiye’de bazı kendini bilmezlerin başka gözle bakmaları, onları gerçek anlamda Türk saymamaları gerçekten acı ve talihsiz olaylardan olmakla beraber ne yazık ki hiç de nadir değildi. Dışarıda, yani gâvur içinde, yaban ülkede Türk sayılıp da, Türklüğün anavatanı olan ülkede bazı kendini bilmezler tarafından da olsa ötekileştirilmek, yabancı sayılmak, başka değerlendirilmek gerçekten kolay katlanılabilecek bir şey değildir. Bunun doğuracağı üzüntüye, kedere, acıya ve travmaya katlanabilmek de herkesin harcı değildir. Bu tür tutum ve davranışların muhataplarını ne kadar çok üzdüğünü, sinirlendirdiğini, öfkelendirdiğini, çileden çıkardığını tahmin etmek zor olmasa gerekir. Ben de böyle tutum ve davranışlara maruz kalan kişilerin gösterdikleri olağanüstü tepkilerle ilgili pek çok olay dinledim. İşte Bursa’lı Sayın Nusret Uluca’dan dinlediğim benzer olaylardan biri:

Bir zamanlar Bursa Sanayi ve Ticaret Odası’nda Ali Erhan Selimbegoviç (Selimbeyoğlu) adında yedi yabancı dil bilen, Boşnak asıllı, eski gazeteci bir tercüman çalışıyormuş. İri yapılı, boylu, boslu, yaşlıca bir zat olan Ali Erhan Bey, alkolik denebilecek kadar içki mübtelasıymış. Buna rağmen Türklük ve Müslümanlık konusunda çok hassasmış. Her türlü şakayı, hatta küfür ve hakareti bile bir yere kadar hoş görürmüş ama sıra Türklüğüne ve Müslümanlığına gelince çok tahammülsüz olur, Türklüğüne ve Müslümanlığına hiç laf söyletmez, bu konularda şakayı da hiç kaldıramazmış.

Ali Erhan Bey, yine bir sabah akşamdan kalmanın derin mahmurluğu ve uyuşukluğu ile evinden işine gidiyormuş. Yolunun üzerindeki Koza Han’ın avlusundan geçerken, kendisini yakından tanıyanlardan biri ona takılmak istemiş. Uzaktan el sallayarak:

-Hey Koca Boşnak! Ne haber? Nedir bu halin? diye seslenmiş.

Aralarındaki samimiyete güvenerek şakayla söylenen, bu ‘Koca Boşnak!’ lafı Ali Erhan Bey’i çok sinirlendirmiş. Öfkeden deliye, çılgına dönen Ali Erhan Bey, yaşından ve cüssesinden beklenemeyecek bir çeviklikle hızla koşup kendisine seslenen adamın yakasına ve boğazına yapışmış:

  • Ulan Bana bak! Sen kime ‘Koca Boşnak!’ diyorsun? Diye sıkmaya

başlamış. Bir yandan da:

– Ulan, ben Türk’üm ve Müslüman’ım anladın mı? Üstelik ben gelip burada Türk ve Müslüman olmadım. Ben geldiğim, doğduğum, büyüdüğüm memlekette de Türk’tüm. Orada gâvurlar bile beni Türk bilirler, Türk tanırlardı. Bana onlar bile ‘Boşnak’ demezler, ‘Türk!’ derlerdi. Bana sövdükleri zaman bile önce Türklüğüme söverlerdi. Sonra da Türk anama, Türk babama, Türk dinime söverlerdi. Ulan ben buraya, Türklüğümü, Müslümanlığımı daha iyi yaşayayım, göğsümü gere gere, hiç kimseden çekinmeden, sıkılmadan Türklüğümle, Müslümanlığımla iftihar edebileyim diye geldim. Sırf Türklüğüm için onca çilelere, fedakârlıklara katlandım. Türk yurdu, ana vatanım bildiğim buraya hicret ettim, muhacir oldum. Şimdi sen bana nasıl ‘Koca Boşnak!’ dersin? Ulan ben oralarda, gâvur içinde Türk idim de, şimdi buraya Türkiye’ye gelince ‘Boşnak’ mı oldum?

Ali Erhan Bey o kadar sinirlenmiş ve gözü dönmüş ki etraftan yetişip adamı elinden almasalar nefessiz bırakıp boğacakmış. Beş altı kişi araya girip aralarını ayırmışlar, Ali Erhan Bey’i zor teskin etmişler. Biraz yatıştırdıktan sonra anlamışlar ki, Ali Erhan Bey’in esas tepkisi kendisine Boşnak denmesine değil, bazılarınca Türk ve Müslüman sayılmamasınaymış. Onun Boşnaklığından hiçbir şikâyeti ve memnuniyetsizliği yokmuş ama kendisi için her şeyden daha önemli olan ve önde gelen Türklüğünün ve Müslümanlığının bazılarınca tanınmaması onu çileden çıkarıyor, böyle aşırı tepkiler vermesine neden oluyormuş. Bu da bütün Boşnak Türk ve Müslümanların ortak derdi, tasası, düşüncesidir.

DÜNYADA HİÇ TÜRK KALMASA BİLE TÜRK OLMAK

Gerçek Balkan Türklerinin ve Müslümanların en temel ilkelerinden biri dünyada başka hiç Türk ve Müslüman kalmasa yine Türk ve Müslüman olma azminde, kararlılığında ve gayretinde olmaktır. Zaten onların dünyanın en güzel beldelerinden biri olan Balkanları terk etmelerinin, kendilerine yeni vatan aramalarının tek sebebi de budur. Ben bunun en güzel örneğini, yine bir Balkan göçmeni olan son devirde yetiştirdiğimiz, daha doğrusu kendi kendisini yetiştirmiş Ali Yakub Cenkçiler Hocam’da görmüşümdür. Aşağıda anlatacağım olay da bunun en bariz delilidir.

İstanbul’un eski mahallelerini en ara en sapa sokaklarına kadar gezip dolaşmayı çok seven Ali Yakup Hoca, günlerden bir gün, karışık, dolaşık, daracık sokaklı eski bir İstanbul mahallesinde dolaşırken, boylu, boslu, açık kumral, Avrupai görünümlü, mini etekli, oldukça serbest kılık kıyafetli iki genç kızla karşılaşır. Sıkıntılı, tereddütlü, telaşlı hallerinden mahallenin yabancısı oldukları anlaşılan kızlar, biraz mahcup, fakat son derece nazik, saygılı ve ölçülü bir tavırla Hoca’ya yaklaşırlar. İçlerinden daha cesur görünen yeşil gözlüsü hemen özür dileyerek söze girer:

– Af edersiniz amca, sizi rahatsız ediyoruz! Ama biz buranın yabancısıyız. Otobüs durağına gideceğiz ama yolumuzu kaybettik. Epey zamandır aynı yerde dolanıp duruyoruz, bir türlü ana yola çıkamadık. Bize en yakın otobüs durağını gösterebilir misiniz?

Hoca:

– Estağfirullah, ne rahatsızlığı kızım! Ben de o tarafa doğru gidiyorum. İsterseniz durağa kadar birlikte yürüyebiliriz, deyince kızlar yaşlı adamın bu teklifini memnuniyetle kabul ederler.

Oldukça konuşkan olan kızlar, kendilerine yol arkadaşlığı yapan Hoca’ya, bir çırpıda Sağmalcılar taraflarında oturduklarını, bir yakınlarının arabasıyla bu civarda oturan bir akrabalarını ziyarete geldiklerini, dönüşte kendi başlarına otobüs durağını bulabileceklerini zannettiklerini ama bu karışık sokaklarda yollarını kaybettiklerini, epeyce dolandıkları, bir iki kişiye de sordukları halde, bir türlü otobüs durağını bulamadıklarını, ona rastlamalarının kendileri için büyük bir şans olduğunu anlatıverirler. Kızların sözü bitince, sıkıcı bir yol arkadaşı olmamak için, Hoca da onlara birkaç kelam etme gereğini hisseder. Önce isimlerini, sonra da biraz da Balkan göçmeni olduklarını tahmin ettiği için, memleketlerini sorar. Kızlar isimlerini söyledikten sonra, birisi biraz çekingen bir tavırla:

-Amca biz muhaciriz. Ailemiz biz küçükken Yugoslavya’dan İstanbul’a göçmüşler!

Tahmininde yanılmadığını anlayan Hoca’nın gözleri ışıldar ve onlara:

– Yaa, öyle mi kızım? Desenize hemşehriymişiz. Biliyor musunuz, ben de muhacirim?! Hem de Kosova’lıyım, yani sizin gibi Yugoslav göçmeniyim. Peki sizinkiler Yugoslavya’nın neresinden gelmişler?

– Amca benim ailem Saraybosna’dan gelmiş.

– Bizimkiler de Makedonya’dan, Üsküp’ten gelmişler.

– Ne güzel! Ben, Üsküp’ü de Saraybosna’yı da çok iyi bilirim. Gençlik yıllarımda her ikisinde de medresede okudum. Her ikisi de çok güzel yerler. Peki, siz oraları hatırlar, bilir misiniz? Kızlardan biri:

– Yok amca, nereden bilip, hatırlayacağız?! Ailelerimiz, zaten daha biz doğmadan buralara göçmüşler. Şimdiye kadar bizim hiç gidip gelme imkânımız ve fırsatımız olmadı. Sadece arada sırada büyüklerimizin anlattığı kadarıyla bazı şeyler biliyoruz, hepsi o kadar.

– Ne anlatıyor, nasıl anlatıyor, büyükleriniz?

– Ne anlatacaklar amca! Oraların çok güzel yerler olduğunu, ama bırakıp gelmek zorunda kaldıklarını, muhacirliğin çok zor olduğunu, dayanılmaz acılar, çileler, sıkıntılar, yokluklar, yoksulluklar çektiklerini… İşte bunun gibi bir sürü şeyler anlatıyorlar!

– Büyükleriniz doğru söylemişler kızım! Muhacirlik gerçekten de çok zor derttir. Başına gelmeyen, çekmeyen bilmez. Benim ömrüm de hep gurbetlerde, muhaceretlerde geçti. Hele Kosova gibi, Balkanlar gibi bana göre dünyanın en güzel, en verimli, iklimi en mutedil, en yaşanmaya değer, her şeyin bol olduğu, cennet gibi yerleri bırakıp da başka yurtlar aramaya mecbur kalmak, kolay katlanılabilecek dert değildir. Ben de Kosova’yı görmeyeli, göremeyeli çok uzun yıllar oldu. Ama inanır mısınız, ben hala kendimi rüyalarımda hep oralarda, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği yerlerde görürüm?! Peki kızım, o zaman sizinkiler ne diye o kadar güzel yerleri bırakıp da muhacir olmuşlar. Orada çok mu fakirmişler? Buralarda daha rahat, daha iyi bir hayat mı arıyorlarmış?

– Yok amca, olur mu öyle şey? Aksine bizimkiler Yugoslavya’da çok

zengin, çok varlıklıymışlar! Her şeyleri varmış!

– Bizimkiler de öyle! Makedonya’da çiftçilikle, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Çok geniş arazileri, tarlaları, çiftlikleri, hayvanları varmış! Hepsini bırakıp gelmek zorunda kalmışlar.

– Bizimkiler de çok geniş bir aileymiş. Saraybosna’da kimi ticaretle, kimi

sanayiyle uğraşırmış. Fabrikaları, atölyeleri, iş yerleri, dükkânları varmış. Oraların en zenginlerindenmişler.

– İyi ama kızım, bunca mala mülkü ne yapmışlar? İnsan durup dururken onca serveti, zenginliği, malı mülkü, refahı bırakır da her şeyini terk eder yeni maceralar peşine düşer mi? Başına nelerin gelebileceğini, neler yaşayacağını bilemediği başka bir yere göçer mi?

– Durup dururken olur mu amca? Oralar gâvur eline geçmiş. Gâvurlar tutmuşlar, bizimkilere de ya bizim gibi Hıristiyan olacaksınız, ya da buraları terk edeceksiniz demişler.

– Eee, sizinkiler ne demiş?

– Ne desinler amca? Elbette, biz ölürüz, her şeyimizden vazgeçeriz de dinimizden vaz geçmeyiz demişler.

  • Sonra ne olmuş?

-Ne olacak, bizimkiler de her şeylerini orada bırakıp Türkiye’ye

göçmeye razı olmuşlar. Türkiye’ye geldiklerinde yıllarca barınak gibi küçücük evlerde, birkaç aile bir arada, üst üste yaşamak zorunda kalmışlar. Bu onların o zamana kadar hiç tanımadıkları, alışmadıkları çok zor bir hayatmış.

– Peki ama, madem Yugoslavya’da o kadar varlıklı ve zenginmişler, Türkiye’de niçin bu kadar fakir bir duruma düşmüşler. Mesela, mallarını, mülklerini, servetlerini, paralarını, pullarını alıp niye Türkiye’ye getirmemişler? Oradaki varlıklarını, mallarını, mülklerini satsalar, burada daha rahat bir hayat sürdüremezler miydi? Böylece bu kadar çok çile, fakirlik ve yoksulluk da çekmezlerdi. Öyle değil mi?

– Nasıl getirsinler amca, getirememişler ki?! Gavur bırakmamış! Türkiye’ye göçmek isteyenlerin oradaki her şeylerine, bütün mallarına, mülklerine, varlıklarına el koymuşlar.

– Nasıl yani?

– Amca siz de hem Yugoslav göçmeni olduğunuzu söylüyorsunuz, hem

de nasıl olduğunu, orada olup bitenleri hiç bilmiyormuşsunuz gibi bize soruyorsunuz.

– Haklısın kızım! Bilmez miyim, elbette ben de biliyorum ama hem sohbet olsun diye, hem de sizinkilerin yaşadıklarını da sizin ağzınızdan duymak için soruyorum. Ben Kosovalı’yım, sizler Saraybosnalı ve Makedonya’lıymışsınız. Belki sizin oralarda bizde yaşananlardan farklı şeyler yaşanmış olabilir! Ayrıca olup bitenlerden, yaşanan acı ve sıkıntılardan bu kadar haberdar, her şeyin bu kadar farkında ve bilincinde olmanız da beni çok memnun etti. Onun için soruyorum, kusuruma bakmayın!

– Estağfirullah amca! Sanki olanları hiç bilmiyormuşsunuz gibi sormanız garibimize gitti de onun için biraz şaşırdık.

– Olabilir kızım! Ailelerinizin oradaki malının, mülkünün gavurlar tarafından ellerinden nasıl alındığını anlatıyordunuz. İsterseniz yarım kalmasın?

– Evet amca! Hıristiyan olmak istemeyen, oradaki baskı ve zulümlere

de dayanamayan diğer Müslümanlar gibi bizimkiler de çareyi Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç etmekte görmüşler. Ama gavurlar, bütün mallarından, mülklerinden, servetlerinden, arazilerinden, topraklarından, tarlalarından, dükkanlarından, iş yerlerinden, fabrikalarından, evlerinden, bağlarından, bahçelerinden, yani neleri varsa hepsinden vazgeçmedikçe, hepsini orada bırakıp gitmeye razı olmadıkça onların Türkiye’ye göçmelerine izin vermiyormuşlar. Hatta sonradan kalkıp da hak iddia edemesinler diye hepsinin elinden ‘Yugoslavya’da benim hiçbir malım, mülküm yoktur’ diye yazılı, imzalı kağıtlar, belgeler de alıyorlarmış.

– Sizinkilerin hepsi bunu yapmışlar, o belgeleri imzalamışlar mı?

– Tabii amca, başka ne yapabilirler ki? Eğer yapmasalar, imzalamasalar Türkiye’ye göçmelerine izin verilmiyormuş.

– Yaaa! Ama bu gerçekten çok büyük bir fedakarlık! Bu fedakârlığı acaba

niçin yapmışlar?

– Niçin olacak amca siz niçin yapmışsanız onlar da onun için yapmışlardır.

– Ben sadece ve sadece dinim, Türklüğüm ve Müslümanlığım için yapmıştım.

– Bizimkiler de öyle amca! Başka niçin olabilir ki?

– Haklısınız kızım! Ama kızım, çok eskiden ben Kosova’yı terk etmeden önce

Sırp çeteleri, çetnikler vardı. Köyleri, kasabaları, şehirleri basarlar, insanları kadın erkek, çoluk çocuk demeden vahşice öldürürler, mallarını, mülklerini, arazilerini yağmalarlar, onları öz vatanlarından göçe zorlarlardı. E benden sonra, Yugoslavya’ya komünist rejim geldi. Komünizmin daha insancıl olduğu, din farkı gözetmediği söylenir. Sizinkiler hiç olmazsa komünizm döneminde rahat ve huzur yüzü görememişler mi?

– Nerede rahat yüzü görecekler amca! İdeolojisi, ekonomik, siyasi veya sosyal sistemi, rejimi değişse de gavur yine aynı gavurmuş. Hıristiyanların Müslümanlara karşı tavrı ve düşmanlığı komünist dönemde de değişmemiş, hiç azalmamış. Hatta gavurlar rejim değişikliğinden sonra, Müslümanlara zarar vermek için bu sefer de komünizmi araç olarak kullanmaya başlamışlar. Komünist dönemde de, yine en çok Müslümanların mallarına el konuluyormuş. Göstermelik halk mahkemeleri kuruluyor, malı mülkü olan Müslümanlar, bu sefer de halk düşmanı ilan edilerek, bu mahkemelerin önüne çıkarılıyorlar ve güya yargılanıyorlarmış. Aslında bu mahkemelerin amacı da, sonucu da, verilecek da ceza çok önceden belliymiş. Halk mahkemelerinin üyeleri, başta Sırplar olmak üzere hep Hıristiyanlardan oluyormuş. Zaten daha sözde yargılama başlar başlamaz, gavurlar hep bir ağızdan ‘İdam! İdam!’ diye tempo tutmaya başlıyorlarmış. Kısa ve uydurma bir yargılamadan sonra, mahkemeye çıkarılan hali vakti yerinde Müslümanların hem mallarına el konuluyormuş, hem de bunlar idam sehpalarında can veriyorlarmış. Bizim yakınlarımızdan pek çok kimse de böyle idam sehpalarında can vermişler, mallarına mülklerine el konulmuş.

– Peki bu Sırpların, gavurların dertleri neymiş? Ne istiyorlarmış bu zavallı insanlardan?

– Ne olacak amca, tek dertleri bizimkilerin Müslüman, kendilerinin Hıristiyan olmalarıymış. Buna bir türlü tahammül edemiyorlarmış. Bizimkilerden de illa kendileri gibi Hıristiyan olmalarını istiyorlarmış. Yoksa her şeylerine el koyuyorlar, onları ölümlerden ölüm beğenmeye mecbur ediyorlarmış.

– Demek ki, sizinkiler de benim gibi her şeylerini tek bir şey için, yani sırf Müslümanlıkları için feda etmişler. Müslümanlıkları için, hiç tereddütsüz vatanlarını da, ülkelerini de, yuvalarını da, yuvalarını da, mallarını da, mülklerini de, hatta bazıları canlarını da feda etmekten çekinmemişler. Sırf dinlerini kurtarabilmek ve özgürce yaşayabilmek için buralara can atmışlar, hicret etmişler, muhacir olmuşlar. Gerçekten çok büyük bir fedakarlık! Öyle değil mi, kızım?

– Evet öyle amca, haklısın!

Kızlardan biraz daha uzun boylu olanı, yarasına tuz basılmış gibi acı dolu ve titrek bir ses tonuyla Hoca’nın sözlerine bazı eklemelerde bulunma ihtiyacı duyar:

– Öyle ama amca, göçmekle, muhacirlikle de her şey bitmiş, her iş düzelmiş,

yoluna girmiş olmuyor ki! İnsan muhacirlikte maddi sıkıntılardan başka pek çok manevi sıkıntılarla, psikolojik baskılarla da karşılaşıyor. Bence katlanılması en zor olan da bu!

– Onlar ne gibi sıkıntılar, yavrum?

– Ne bileyim, bunlar saymakla bitmez ki! Ama muhacirlikte bence insana ağır ve en acı gelen şey, sonradan geldiğiniz yerde bazılarının sizi yabancılaması, el görmesi, dışlamaya kalkması!

Bu sözler karşısında şaşıran ve duraklayan Hoca, kızcağıza dönerek:

– Ne o, sizi buralarda dışlayan, yabancı ve el görenler de mi var? diye sordu.

– Var tabii amca, olmaz olur mu? Hem de ne kadar! Bizi Türk kabul etmeyenler mi dersiniz, Müslüman saymayanlar mı dersiniz, nelerle karşılaşıyoruz, hangi birini sayayım size! Hâlbuki örneğin biz, aslında evlad-ı fatihandanmışız. Bizim dedelerimiz çok önceden Anadolu’dan, Konya’dan göçmüşler oralara! Ama adımız yine de Balkan göçmeni! Çoğu insanların bizi Türk ve Müslüman sayası gelmiyor.

Bu sözler karşısında beyninden vurulmuşa dönen Hoca, önce heykel gibi olduğu yerde dikilip kaldı. Sonra hiç farkında olamadan sesini yükseltmeye, neredeyse bağıra çağıra konuşmaya başladı. Yoldan gelip geçenler de, şaşkın ve meraklı bakışlarla bu yaşlı adamın kime, neye ve niçin kızdığını, öfkelendiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ama Hoca’nın hiç umurunda değildi ve aynı minval üzere sayıp söylemeye devam ediyordu:

– Daha da neler! Öyle söyleyenler ve düşünenler halt etmişler! Ah bana böyle bir şey söyleyecekler veya ihsas ettirecekler ki, onların ağızlarının payını bir güzel vereyim. Bir kere burası bizim anavatanımız. Biz Balkan Müslümanları, her zaman Türkiye’yi ana vatanımız olarak gördük. Mesela ben yıllarca Mısır’da yaşadım, orası da Müslüman bir ülke, ama ben orasını hiçbir zaman kendi vatanım olarak benimseyemedim. Türkiye’ye geldiğimde ise, kendimi öz yurduma, anavatanıma gelmiş gibi hissettim. İçimde, sanki ben aslen buralıymışım, burada doğmuşum da başka yerde gurbet hayatı yaşıyormuşum gibi bir his vardı. Yaşım kırkı aştığı halde, Mısır’da evlenmedim bile! Çünkü aklım, fikrim hep Türkiye’ye gelmekte, Türkiye’ye yerleşmekteydi. Türkiye’ye gelince de hiçbir yabancılık çekmedim, kendimi hiçbir zaman yabancı gibi hissetmedim. Bir eziklik, muhacirlik duygusu yaşamadım. Bu konuda gerekirse kendisini en saf kan Türk sayanlarla bile yarışmaktan, tartışmaktan çekinmem. Aslında sizi yabancı ve el görmeye, dışlamaya kalkanların, öyle aptalca ve cahilce düşünceler taşıyanların Türklüğünden ve Müslümanlığından şüphe etmek lazım! Türklük ve Müslümanlığın mührü, Balkanlara Anadolu’daki pek çok yerden daha önce vuruldu. Sizin gibi aslen Anadolu Türkü olup da, Balkanlara hicret eden, oraları asırlar boyunca vatan edinen, daha sonra o topraklar elimizden çıkınca tekrar muhacir olarak Anadolu’ya göçmek zorunda kalan evlad-ı fatihanınki de, benim gibi oraların esas yerlisi iken sonradan Türk ve Müslüman kimliğini kazanan, o kazanımları kaybetmemek için öz vatanlarını terk edenlerinki de denenmiş, sınanmış, ispat edilmiş gerçek ve sağlam bir Türklük ve Müslümanlıktır. Ya o sizin Türklüğünüze ve Müslümanlığınıza laf söyleme cüretinde bulunan densizlerin, ahmakların, aptallarınki nasıl bir şey acaba? Hiç denenmiş, sınanmış mı? Aynı musibet onların başına gelseydi, kim bilir sonları ne olurdu? Türklük de, Müslümanlık da sadece boş birer iddiadan ibaret değildir. Irk ve kan bağıyla babadan evlada geçen başka miraslara da benzemezler. Eğer öyle olsaydı, Türk asıllı oldukları bilinen nice boylar, kabileler bugün Türklüğün ve Müslümanlığın en azılı düşmanları olmazlardı. Mesela Bulgarların ve Macarların da aslen Türk oldukları söylenir, ama onlardaki Türk düşmanlığına çoğu Avrupa milletlerinde bile rastlanmaz. Arada din bağı, inanç bağı, gönül ve fikir bağı, duygu bağı, kaderde, kıvançta, tasada, sevinçte birlik olmadıktan sonra, kan bağı hiç bir işe yaramaz? Ben bunu kendi çevremde de yaşıyorum. Mesela, benim çok saygın, itibarlı, mevki ve makam sahibi çok yakın bazı akrabalarım var. Sağ olsunlar, arada sırada, bayramda seyranda unutmazlar, ziyaretime gelirler, evlenme, cenaze gibi vesilelerle de bir araya gelir, oturur konuşuruz. Ama inanır mısınız, bazen bu kısacık buluşmalar bile, benim için de, onlar için de işkenceye dönüşür. Bazen birbirimizle konuşacak laf bulamayız. Zaman bir türlü geçmek bilmez. Bazen birbirimizin havadan sudan bahsetmelerinden bile hoşlanmaz hale geliriz. Sıkıntı içinde bir müddet öyle kös kös oturur, sonra dağılır gideriz. Güya benim, herkesle görüşüp, konuşmayı ve herkesi dinlemeyi seven bir adam olduğum söylenir. Aslında yine ben, her zaman kendileriyle diyalog kurmaya, değişik konularda onlarla sohbet etmeye çalışırım. Fakat fikirler, düşünceler, gönüller bir olmayınca sohbete girmek de, çıkmak da gerçekten çok zor, sıkıntılı oluyor, yarardan çok zarar getiriyor. Bir konu açıp, karşılıklı konuşmaya başladıktan sonra bakıyorsunuz ki fikirlerdeki ayrılıklar ve aykırılıklar yüzünden konuştukça birbirimizden daha da uzaklaşmış, daha da soğumuşsunuz. Neden? Çünkü fikirler, inançlar, duygular bağdaşmıyor da onun için! Nasıl olmuşsa olmuş, böyle olmuş, birbirimizden iyice uzaklaşmış ve kopmuşuz. E gönüller bir olmadıktan sonra da, aynı dili konuşmak anlaşıp kaynaşmaya değil, daha da uzaklaşmaya, yabancılaşmaya sebep oluyor. Öte yandan ben talebelerimle ve benim gibi düşünen ve inanan insanlarla konuşurken hangi ırktan, hangi ülkeden olurlarsa olsunlar büyük haz alıyorum. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyorum. Onun için, sadece Türk ve Müslüman ana babadan doğmakla, Türk ve Müslüman olunmaz. Türk ve Müslüman olabilmek için, Türk ve Müslüman gibi düşünmek, hissetmek ve inanmak hem şarttır, hem de yeterlidir.

Bu ‘sonradan Türk olma’ sözü kızlardan birisinin aklına takılmıştı. Laf arasında Hoca’dan bunu biraz daha açmasını rica etti:

– Kusura bakmayın, Amca! Lafınızı kesiyorum ama ben bu sonradan Türk olma sözünü pek anlayamadım. İnsan nasıl sonradan Türk olabilir? İnsan doğuştan bir millete mensup değilse, sonradan olabilir mi?

– Şaşırmakta haklısın kızım! İnsan sonradan Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan olamaz ama sonradan Türk olabilir! İslam nimeti sayesinde bu, Allah’ın Türk milletine has kıldığı bir lütuftur. Mesela ben, aslen Arnavut olduğum halde, sonradan Türk olanlardanım. Ama ben kendimi herkesten daha çok Türk görürüm. Çünkü benim gözümde Türklükle Müslümanlık aynı şeydir. Biz böyle gördük, böyle öğrendik. Bizim oralarda Müslümanlar ve farklı etnik kökenlerden gayri Müslimler bir arada yaşarlardı. Hangi etnik kökenden olursa olsun, bir gayri Müslim hidayete erip Müslüman olunca, ona “Türk oldu!” denirdi. Artık bir daha onun eski etnik kökenine bakılmazdı. Herkes, Elhamdülillah Türküz, Allah bizi Türk yarattı, bize Türklüğü nasip etti diye şükrederdi. Sıbyan mektebinde biz, İslamın şartlarını sayarken, “Türklüğün şartı beş!” diye sayardık. Bugün bile pek çok Avrupalının gözünde Türklükle Müslümanlık aynı anlama gelen, birbirinden ayrılamayan kavramlardır. Müslüman denince Avrupalının aklına ilk defa Türk gelir, başka bir millet gelmez. Allah, bu milleti sanki Müslümanlık için, yani İslama hizmet için yaratmıştır. Allah, Türklerin İslam’a hizmet edenlerini hep yükseltmiş, İslam’dan yüz çevirenlerini ise silip süpürmüştür. Tarih boyunca Türkler, varlıklarını ancak ve ancak İslamiyetle beraber koruyup, devam ettirebilmişlerdir. Müslüman olmayan veya Müslümanlıklarını kaybeden bütün Türk boyları, çok geçmeden kimliklerini de, Türklüklerini de kaybetmişler, başkalaşıp, yitip, kaybolup gitmişlerdir. Türklük kavramı, İslam kavramıyla eş anlamlı hale geldiği için, yersiz zorlamalarla ondan koparılmadığı müddetçe her etnik grubu, her ırkı, üstelik hiç bir zıddiyet yaşanmadan rahatlıkla içine alabilir, hepsiyle kaynaşıp bağdaşabilir. Türklük, İslam dışında başka hiç bir din ve inançla böyle bağdaşamaz. Dünyadaki pek çok kimseye ‘Hıristiyan Arap olabilir mi?’ diye sorulsa, ‘Olabilir!’ der, hiç garipsemez. Nitekim vardır da. Ama Hıristiyan Türk olabilir mi diye sorulsa, şöyle bir duraksar ve olabileceğine inanamaz. Yani, Türk’e İslam’dan başka bir dini kimse yakıştıramaz.

– Gerçekten çok ilginç ve şimdiye kadar bizim hiç duymadığımız, düşünmediğimiz şeyler söylüyorsunuz amca! İyi ki bugün size rastlamış ve yol sormuşuz.

– Bu anlatılanları ilgiyle dinlemeniz, benimseyip kabul etmeniz de sizin gönlünüzün

ve ruhunuzun güzelliğinden kızım. Yalnız, bunca konuştuğumuz şeylerin kısa bir özeti olması bakımından, size son bir şey daha söylemek isterim. Yoksa bana konuştuğumuz bunca şey havada kalacak, ayağı yere basmayacak, bazı şeyler eksik ve yarım kalacak gibi geliyor.

– Buyurun amca!

– Gerçekten de sizler ve ben, dünyanın en güzel, terk edilmesi en zor ve imkansız yerlerini terk edip anavatanımız olan bu ülkeye göç etmek, sığınmak zorunda kalmışız. Niçin? Oraları Müslümanların elinden çıktığı, dinimizin, Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın düşmanı olan kâfirler tarafından işgal edildiği için! Onlar bize, dinimizi değiştirmedikçe can, mal, ırz, namus güvenliği tanımadılar. Biz de her şeyden daha kıymetli ve aziz bildiğimiz dinimizi, artık oralarda özgürce yaşayabilme imkânımız kalmayınca, her şeyimizi geride bırakarak anavatanımız bildiğimiz bu ülkeye hicret etmek zorunda kaldık.

– Öyle değil mi çocuklar?

– Evet öyle amca!

– Öyleyse biz, Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı başkalarına hele de öyle olur olmaz akılsızların, cahillerin, kendini de, Türklüğü de, Müslümanlığı da bilmeyen, ahmak, aptal, densiz, geri zekalılara tescil ettirmek, kabul ettirmek zorunda değiliz. Ne yani onlar bizi, Türk ve Müslüman sayarlarsa Türk ve Müslüman olacağız da saymazlarsa olamayacak mıyız? Biz bu gibilere sorarak veya onlara bakarak Türk ve Müslüman olmadık ki! Onlar bizi de, bizim Türklüğümüzü Müslümanlığımızı da tanımak, tanımlamak, ölçmek, biçmek, tarif ve tescil etmek hakkına sahip değildir. Biz başkalarına değil, kendimize bakacağız! O artık gerçek Türklükle, Müslümanlıkla hiçbir ilgisi kalmamış, Turkey (hindi) olmuş aptallar, cahiller ne derlerse desinler, ne düşünürlerse düşünsünler biz aldırmayacağız, bu gibilerin hiçbir değer ifade etmeyen sözlerine hiç bakmayacağız, kanmacağız, aldanmayacağız, en ufak bir şekilde etkilenmeyeceğiz. Ayrıca onların hiç birisi bizim gibi dini için, Müslümanlığı için, Türklüğü için vatanını, doğup büyüdüğü yerleri terk etmek zorunda kalmadı, böyle bir imtihanla denenmedi, sınanmadı. Dolayısıyla onlar bunların kıymetini de bizim kadar bilemezler. Kim ne derse desin biz, bizim Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı sorgulamaya kalkan o aptallardan, o ahmaklardan çok daha fazla Türk ve Müslümanız ve öyle de olmak zorundayız. Çünkü biz, öz yurdumuzu, atalarımızın, dedelerimizin doğup büyüdüğü, asırlarca Türk ve İslam yurdu olmuş o toprakları, yine Türklüğümüz ve Müslümanlığımız terk edip, buralara hicret ettik! Ayrıca bizim için, dünyada buradan başka gidilebilecek hiç bir yer yok! Allah muhafaza bu memlekette veya dünyada olağanüstü bir değişim ve başkalaşım yaşansa da, bir tane bile Türk ve Müslüman kalmasa, biz yine de hem de öyle lafta, sözde değil gerçek manada Türk ve Müslüman olmak, Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı savunmak, korumak, öyle yaşayıp öyle ölmek azim ve kararlılığında olmalıyız. Tamam mı kızım?

– Doğru söylüyorsunuz amca! Gerçekten de bize öyle güzel ve doğru şeyler anlattınız ki, bunları biz şimdiye kadar hiç kimseden duymadık, size rastlamasaydık yine de duyamazdık. Size çok teşekkür ederiz!

– Bana teşekkür etmenizi gerektirecek bir şey yok kızım! Sizinle tanışıp, konuştuğuma ben de çok memnun oldum. Allah yar ve yardımcınız olsun!

Hoca, söylemeyi boynuna borç bildiği şeyleri, bu kısa ayaküstü sokak muhabbetinde kısaca özetledikten sonra, tekrar kızlarla beraber durağa doğru yollandılar. Çok geçmeden otobüs durağı da göründü. Ama genç kızlar bu hoşsohbet ve sevimli ihtiyarın şimdiye kadar bir benzerini hiç kimseden duyamadıkları sözüne, sohbetine ve muhabbetine doyamamışlardı. Yolun daha da uzun olmasını, sohbetin böyle sürüp gitmesini çok istedikleri her hallerinden belliydi. Durağa vardıklarında da otobüse binmekte acele etmediler, ardı ardına durağa girip çıkan otobüslerin nereden gelip nereye gittiğine bile bakmıyorlardı. Gidecekleri yöne doğru daha çok otobüs gelip geçebileceğini, ama böyle bir sohbeti her zaman bulamayacaklarını düşünüyorlardı. Akıllarına takılan başka konularda da ona birkaç soru sordular ve hepsine de gönüllerini yatıştıracak güzel cevaplar aldılar.

Hoca’nın anlattıklarından çok etkilenen kızlar, kılık kıyafet üstüne hiç konuşulmadığı halde, kıyafetlerinin aşırı serbestliğinden ve etek boylarının kısalığından rahatsızlık duymaya da başlamışlardı. Bir yandan can kulağıyla onu dinlerken, diğer yandan da ona çaktırmadan eteklerini çekiştirerek olabildiğince uzatmaya, kıyafetlerine çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. O mahcubiyet içerisinde kızlardan yeşil gözlü ve daha kısa boylu olanı:

– Amca ne kadar güzel ve doğru şeyler anlatıyorsunuz. Biz, üniversite öğrencisiyiz. İkimiz de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okuyoruz. Ama şimdiye kadar hiç kimse bize bu gibi konuları, sizin gibi böyle bizim anlayabileceğimiz şekilde, açık, net ve berrak bir ifadeyle anlatmamıştı. Sizi dinlerken ve sizin sayenizde en hayati konularda bile bilgi ve bilinç düzeyimizin ne kadar yetersiz olduğunu yeni yeni anlamaya ve farkına varmaya başladık.

– Hiç de geç kalmış sayılmazsınız kızım! İnanın, bugün başlasanız çok geçmez benden daha bilgili ve şuurlu olursunuz. Bizim insanımızın özü ve cevheri çok sağlam, çok temizdir. Bana bazen kendi kendini yetiştirmiş öyle gençler geliyorlar ki, inanın hayret ediyorum. Bakıyorum da benden çok daha şuurlular.

– Sizin mesleğiniz ne amca? Ne iş yapıyorsunuz? Cami hocası mısınız, yoksa öğretmen mi?

– Ben bir fabrikanın muhasebe bölümünde çalışıyorum. Hoca veya öğretmen değilim ama hayatım boyunca bilmediklerimi öğrenmeyi, bildiklerimi de başkalarına öğretmeyi kendime esas iş ve meslek edindim. İnşallah yakında emekli olacağım. Allah nasip ederse, ondan sonra bütün zamanımı öğrenmeye ve öğretmeye hasredebileceğimi umuyorum. Benim her seviyeden, her yerden, hatta sizin fakülteden de talebelerim var. Üniversitelerden bana umumiyetle araştırmacılar, doktora ve mastır öğrencileri gelirler, ben de elimden geldiğince onlara yardımcı olmaya çalışırım.

– Amca okulumuzun bitmesine az kaldı. Biz de mastır ve doktora yapmak istiyoruz. Tez seçiminde ve hazırlanmasında bize de yol gösterir, yardımcı olur musunuz? Yoksa siz sırf erkeklere mi ders verirsiniz?

– Memnuniyetle kızım! Benim sadece erkeklerden değil, sizin gibi kızlardan da talebelerim var. Ben cinsiyete bakmam, öğrenme arzusuna, isteğine ve kabiliyete bakarım. Bizim inancımızda eğitim, sadece erkeklere değil, kadınlara da farzdır. Hem ne yani, erkek aslan, aslan da, dişisi değil mi? Bana sorarsanız, kadınların eğitimi erkeklerin eğitiminden bile önemlidir. Çünkü kadınlara iyi bir eğitim verilmedikçe, ne aile, ne toplumun, ne de millet eğitilebilir, kalkınabilir, yükselebilir, gelişip, güçlenebilir.

Ayrılma vakti geldiğinde kızlardan birisi çantasından küçük bir not defteri ve kalem çıkardı. Hocanın adresini ve telefon numarasını kaydetti. En kısa zamanda tekrar görüşmek umut ve temennisiyle kızlar, durağa yanaşan otobüslerden birine binip uzaklaştılar. Hoca da her zamanki gibi, yürüyerek evinin yolunu tuttu. Pek çok kimse gibi bu genç kızlar da, kısa zamanda Hoca’dan çok şeyler öğrenmişler, yeni ve daha büyük bir dünyaya doğmuş gibi ufukları ve bakış açıları genişlemiş olarak yanından ayrılmışlardı.

KAHREDEN BEYİN GÖÇÜ

Ali Yakup Hoca’yı en çok üzen ve kahreden şeylerin başında İslam dünyasının asırlardan beri sorularına cevap, sorunlarına da çözüm ve çare üretebilecek nitelikte cins beyinler yetiştirememesi, olanlardan da gerektiği gibi yararlanamamasıydı. Aynı adam kıtlığı sorunu her yerde olduğu gibi Balkanlarda da bütün şiddetiyle yaşanıyordu. Özellikle içinde yaşanılan olağanüstü dönemlerde Müslümanların her gün bir yenisi eklenen devasa boyutlardaki sorunlarına sağlıklı çözümler üretebilecek, toplumun önünü açabilecek, ona doğru bir yön ve yol gösterebilecek, doğru istikamette atılan her adımın önünü sonu iyi hesap edebilecek, geriye doğru olup bitenleri iyi bilip değerlendirebilecek ve bunlardan yararlı dersler çıkarabilecek, ileriye doğru olabilecekleri de keskin bakışları, basiretleri, isabetli görüşleriyle tam bir kesinlikle görüp değerlendirebilecek, yapılması gerekenler konusunda halkı aydınlatıp, inandırıp harekete geçirebilecek, topluma alması gereken şekli, biçim ve formu verilebilecek entelektüel birikime sahip, güvenilir, inanılır, nitelikli aydınlara, münevverlere, düşünürlere, ilim, eylem ve fikir adamlarına, özellikle de Müslümanların varlık ve beka mücadelelerini doğru ve etkili bir biçimde yönlendirebilecek önder ve lider kadrolara çok büyük ihtiyaç vardı. Fakat böyle nitelikli kadroları yetiştirebilmek için Balkan Müslümanlarının yeterli sayıda ve nitelikte eğitim kurumları yoktu, açmalarına da izin verilmiyordu. İhtiyaç duydukları nitelikli insanları ve kadroları yabancı düşman boyunduruğu altında, kendi can ve din düşmanlarının okullarında yetiştiremeyeceklerini çok iyi bilen Balkan Müslümanları çareyi her fedakârlığı göze alarak gençlerini başta Türkiye ve İslam ülkeleri olmak üzere yurt dışında eğitime ve öğretime göndermekte gördüler. Fakat bu sefer de okullarını bitirip yetişen ‘beyin kadroları’, hizmet için dört gözle yollarını gözleyen memleketlerine geri dönmek yerine, burada başlarına geleceklerden de korktukları için, gittikleri yerlerde kalmayı veya başka ülkelerde iş, güç ve meslek sahibi olmayı, daha rahat yaşam koşullarında yaşamayı tercih ediyorlardı. Bunlardan ülkesine geri dönme cesaretini gösterebilen, özellikle de topluma liderlik ve önderlik edebilecek özellikte ve nitelikteki iyi yetişmiş eğitimli ve bilinçli Müslümanlara Sırplar tarafından hayat hakkı tanımıyordu. Milli ve dini bilinç sahibi, topluma liderlik ve önderlik edebilecek seviyedeki Müslümanlar, Sırplar tarafından çok tehlikeli ve zararlı unsurlar olarak görüldüklerinden, sürekli izleniyorlar, eften püften bahanelerle yakalanıp gözaltına alınıyorlar, kaçırılıyorlar, işkencelere, hapis ve ölüm cezalarına çarptırılıyorlar, faili meçhul cinayetlere ve suikastlara kurban gidiyorlardı. Bu gibi sindirme faaliyetleriyle bunların tekrar ülke dışına kaçırılması, bu da mümkün olmazsa yok edilmeleri temel politika haline gelmişti.

Kendileri başka ülkelerde iş bulup geri dönmeyenlerin bir kısmı da oradaki yakınlarına: ‘Ben burada doktor oldum, hakim oldum, avukat oldum, bankacı oldum, tüccar oldum, mal-mülk, mevki, makam sahibi oldum. O memlekette artık ne yapacağım? Orası bana dar gelir. Zaten o memlekette yaşanacak hal da kalmadı. En iyisi siz de o toprakları bırakın da buraya, benim yanıma gelin!’ diye haber göndererek analarını, babalarını, kardeşlerini ve diğer yakınlarını da yanlarına çağırıyorlar ve alıyorlardı. Söylediklerinde haklılık payı yok değildi ama yetişmiş adam ve kadro eksikliğini tamamlamak, onların önderliğinde yeni mücadelelere başlamak için büyük umutlarla onların dönmesini bekleyen, yollarını gözleyenler bir kere daha hayal kırıklığına uğruyorlar, bu sefer de ‘beyin kadrolarının’ kendilerine ihanet ettiği inancıyla kendilerini ölmeden mezara gömülmüş hissediyorlardı. İşin garibi Batılılar da yurt dışında iyi eğitim görmüş Balkan kökenli gençlere ve ailelerine, çok iyi şartlarla iş vermekte, onlara ve ailelerine kapılarını açmakta çok cömert davranıyorlar, her türlü kolaylığı sağlıyorlardı. Böylece hem iyi yetişmiş insan gücü, beyin gücü ihtiyaçlarını karşılamış, hem Balkanlarda asırlardan beri devam eden Müslümanlık-Hıristiyanlık mücadelesinde Hıristiyanlığa, yani Müslümanlığın ve Müslümanların Balkanlardan temizlenmesi politikalarına destek vermiş, Müslüman nüfusun seyrekleştirilmesine ve etkisizleştirilmesine katkı sağlamış oluyorlardı. Bu politikaların yürütülmesinde Balkanlardaki Hıristiyan yönetimlerle Batılılar tam bir uyum ve işbirliği içinde çalışıyorlardı

Ali Yakup Cenkçiler Hoca’nın kendisi gibi talebe olarak Mısır’a gelmiş Balkan kökenli gençlerle çok yakın ve sıkı bir teması vardı. Onlarla sık sık görüşür, konuşur, dertleşir, sorunlarına çözümler, dertlerine çareler bulmaya çalışır, kendilerine her türlü maddi ve manevi yardımda bulunurdu. Yine günlerden bir gün Mısır’daki eğitimini tamamlamış Yugoslavya kökenli dört arkadaşı ona veda ziyaretine gelmişlerdi.

Ali Yakup Efendi, dördü de İslami ilimler alanında çok iyi yetişmiş bu gençlerle akşama kadar uzun uzadıya oturup, konuştu, sohbet etti, dertleşti. Saatler sonra misafirlerini uğurlayıp, doğruca talebe arkadaşlarından Ali Ulvi Kurucu’nun odasına gitti. Kendisini o ana kadar çok tutmuş olmalı ki odadaki sandalyeye oturur oturmaz, başını sandalyenin arkalığına dayayıp hıçkıra hıçkıra, katıla katıla, hüngür hüngür ağlamaya başladı. O zamana kadar onu hiç bu kadar üzüntülü görmemiş olan Ali Ulvi Bey, ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırdı. Durumu, başına büyük bir felaket geldiğini veya çok acı bir haber aldığını düşündürüyordu. Ali Ulvi Bey, çok kötü bir haber olabilme ihtimalinin korkusu, çekingenliği ve endişesiyle Ali Yakub Ağabeyine yaklaşarak onu teselli etmeye hazırlandı. Kısık bir sesle kendisine:

– Ne oldu Ağabey? Ne bu halin? Yoksa başına kötü bir şey mi geldi? Kötü bir haber mi aldın? Niçin böyle ağlıyorsun? diye sordu. Ali Yakup Hoca:

– Nasıl ağlamam, nasıl üzülmem azizim! Bu gördüğün dört genç var ya!

– Eeee?

– İşte bunlar Amerika’da iş bulmuşlar, oraya gidiyorlar. Oraya yerleşeceklermiş. Ona üzüldüm de ağlıyorum.

– Hay Allah iyiliğini versin Ağabey? Bunun için mi ağlıyorsun? Ben

de çok kötü bir şey olduğunu sanmıştım. Ne var bunda? Bence bu üzülünecek değil, sevinilecek bir şey! Ne güzel bak, fırsatlar ülkesi diye bilinen Amerika’da iş bulmuşlar, oraya gidecekler. Herkes böyle bir fırsat yakalamaya can atıyor. Sen niye bu kadar üzülüyorsun?

– Azizim! Sen ne diyorsun? Nasıl üzülmem! Ben bu gençleri de,

ailelerini de ta Yugoslavya’dan tanırım. Bunların dördü de çok iyi yetişmiş gençlerdir. Zaten orada da medreselerde okumuşlar, bayağı iyi hoca olmuşlardı. Aileleri onları kendilerini biraz daha iyi yetiştirsinler, geliştirsinler, Arapçalarını daha da ilerletsinler, sonra da memlekete geri dönüp orada daha iyi hizmet etsinler diye Mısır’a gönderdi. Onları gönderirken de Allah’tan sonra bana emanet ettiler. Hepsi pırıl pırıl, çok gayretli ve çalışkan çocuklar. Buradaki eğitimlerini başarıyla tamamladılar. Fakat gel gör ki şimdi, memleketin dönülebilecek, hizmet edilebilecek hali kalmadı. Oradaki arkadaşlarından, akrabalarından sürekli ‘Sakın buraya dönmeyin! Durumlar çok kritik!’ diye haberler geliyor. Zaten şimdiden aranmaya başlanmışlar. Varır varmaz hemen takibata uğrayacakları, hapse atılacakları veya öldürülecekleri kesin! Onlar da memlekete dönemeyince, Amerika’da iş bulmuşlar, oraya gidecekler. Yazık değil mi? Bunlar Amerika için mi okudular? Bunlardan ikisi, şu isimleri Hüseyin ve Osman olanlar, Saraybosna’nın en ileri gelenlerinden Merhum Hacı Muy Ağa’nın oğullarıdır. Babalarını da çok iyi tanırım. Hacı Muy Ağa, Şair Mehmet Akif Ersoy’un da yakın dostu ve arkadaşıydı. Mehmet Akif’i pek severdi ve evinde hep Safahat okunurdu. Oğullarını Mısır’da ilimlerini ilerletsinler ve dönüp Bosna’da hizmet etsinler diye ne büyük zorluklara ve fedakârlıklara katlanarak buralara gönderdiğini ben gayet iyi biliyorum. Hacı Muy Ağa yakınlarda ölmüş. Eğer oğullarının Bosna’ya dönemediğini, Amerika’ya gittiğini duysa, eminim ki mezarında bile huzursuz ve rahatsız olur. Kemikleri sızlar, ruhu muazzeb olur. Belki de şimdi Hacı Muy Ağa’nın ruhu çoktan: ‘Benim iyi bir âlim olsunlar da gelip ülkemde Allah’ın dinine hizmet etsinler diye gönderdiğim, büyük umutlar besleyerek yetiştirdiğim çocuklarım şimdi Amerika’ya mı gidecekler? Amerikalılalara mı hizmet edecekler? Oralarda mı harcanıp, bitip, tükenecekler? Ziyan olup, kaybolup gidecekler?’ diye sessiz çığlıklarla ağlamaya başlamıştır. Böyle bir durumda ben nasıl ağlamam, nasıl üzülmem? Üstelik sadece bunlar da değil ki! Buraya Bosna Hersek’ten, Kosova’dan, Makedonya’dan, Arnavutluk’tan ilim tahsili için gelip de bir daha geri dönemeyen, ümitsizlik, bitkinlik ve perişanlık içinde buralarda yaşlanıp ölen daha niceleri var. Kimisi Kahire ve İskenderiye’deki yabancı şirketlerde görev alıyorlar, kimisi tercümanlık, muhasebecilik, ticaret gibi işlerle uğraşıyorlar, kimisi Avrupa ve Amerika gibi ülkelere gidip oralarda eriyip, kaybolup gidiyorlar. Yazık değil mi bunlara? Ne olacak bu ümmetin hali? Ne olacak bizim halimiz, durumumuz? Allah sonumuzu hayır etsin!

Ali Yakup Hoca, bu kederinde, üzüntüsünde, derdinde, ağlayıp sızlamasında son derece haklıydı. Kimse İslam alemindeki başta beyin göçü olmak üzere türlü felaketinin farkında olamadığı için derdini, tasasını, kederini, üzüntüsünü de çekmiyor. Buna üzülebilmek de bir seviye meselesi! Maalesef aynı şey Ali Yakub Hoca’nın da başına gelmiş, tahsil için çıktığı, hizmet edebilmek için can attığı memleketine o da bir daha dönememişti. Çok büyük ideallerle ve hizmet aşkıyla geldiği Türkiye’de de kadri, kıymeti, değeri hiç bilinmedi, gerektiği gibi hizmet edebilme imkanı bulamadı. Fakat bütün bunlara rağmen o hiçbir zaman Türkiye’ye geldiği veya başka bir ülkeye gitmediği için pişmanlık duymadı. Dünyanın başka yerlerinden gelen iş tekliflerini her zaman hiç düşünmeden reddetmiş, Türkiye’den başka yerde hizmet etmeyi asla kabul etmemişti.

TÜRKİYE’DEKİ DEĞİŞİM SANCILARI

O dönemde büyük bir yeniden var oluş ve diriliş mücadelesinin ardından Türkiye’de de çok büyük değişimler yaşanıyordu. Türk milletinin şimdiye kadar kurabildiği imparatorlukların en büyüğü, en uzun ömürlüsü ve en güçlüsü artık tarih sahnesinden silinmişti. Uzun asırlar boyunca dünyadaki değişime ve gelişime ayak uyduramayan, hatta çoğundan doğru dürüst haberi bile olamayan, değişen şartlara ve zamanın ihtiyaçlarına uygun siyasi, sosyal, ekonomik, askeri yapılar oluşturamayan, bunun felsefi, düşünsel alt yapılarını oluşturamayan, böylece çağları ıskalamanın bedelini tarih sahnesinden silinmekle ödeyen Osmanlı İmparatorluğuyla beraber onun modern çağların ihtiyaçlarına cevap veremeyen eski kültürü, anlayışı, kurumları, düşünce sistemi de yıkıntının altından kalmaktan kurtulamamıştı. Zamanın şartlarına uyum sağlayamayan eski yapıların, anlayışların, düşüncelerin, kurumların değiştirilmesi ve yenilenmesi gerektiği hususunda oldukça geniş bir mutabakat vardı ama sıra tasfiye edilmesi, değiştirilmesi veya düzeltilmesi gerekenlerin neler olduğu ve bunların yerine nelerin konulacağı sorusuna gelince bunun tek ve herkesin uzlaşabileceği cevabı bir türlü bulunamıyordu. Soru ve sorun az çok belliydi ama ortaya atılan çözüm önerileri ve cevaplar konusunda fikir birliği yoktu. Tam aksine inanılmaz boyutlarda görüş ayrılıkları vardı. Yeni Türkiye kendisine yeni bir yön, yeni bir yapı, yeni bir düzen, yeni bir sistem arıyor, büyük değişimlerin büyük sancılarıyla kıvranıyordu. İmparatorluktan ulus devlete geçişin sıkıntıları da her alanda kendini hissettiriyordu. Her değişim zordur. Böyle büyük ve ani değişimlerin zorlukları ve sıkıntıları ona göre çok daha büyük olabilmektedir. Bütün kurumsal yapıların, sistem ve düzenlerin, anlayışların, değerlerin, düşüncelerin yeniden ele alınması, sorgulanması, gözden geçirilmesi, değiştirilmesi, bu arada vatan, millet gibi kavramların bile yeniden tanımlanması, anlamlandırılması, içlerin yeniden doldurulması söz konusuydu. Fakat bunu kim ve nasıl yapacaktı? Kafalar son derece karışık ve bulanıktı. Özellikle böyle olağanüstü dönemlerde, bir milletin en çok ihtiyaç duyduğu şey, bu soru ve sorunlara sağlıklı cevaplar ve çözümler üretilebilecek, milletin önünü açabilecek, ona doğru bir yön ve yol gösterebilecek, atılan her adımın önünü sonu iyi hesap edebilecek, geriye doğru olup bitenleri iyi bilip değerlendirebilecek ve bunlardan yararlı dersler çıkarabilecek, basiretleri keskin bakışları, isabetli görüşleriyle ileriye doğru olabilecekleri tam bir kesinlikle görebilecek, yapılması gerekenler konusunda halkı aydınlatıp, inandırabilecek, topluma, millete, devlete olması gerektiği gibi şekil ve biçim verilebilecek entelektüel birikime sahip, güvenilir, inanılır, nitelikli aydınlar, münevverler, düşünürler, ilim ve fikir adamlarıdır. Halbuki ülkede bu düzeyde yetişmiş insan varlığı, yok denecek kadar azdı.

Zaten sayı ve kalite olarak yetersiz olan okumuş, yazmış, eğitimli, münevverlerin ve genç nüfusun büyük çoğunluğu sonu gelmez savaşlarda, cephelerde kaybedilmişti. İmparatorluktan devr alınan miras onu ayakta tutmaya yetmemiş, yirmimilyon kilometrekare genişliğindeki topraklarından elde sadece yediyüzyetmişdokuzbin kilometrekaresi kalmıştı.

Milli Mücadeleden ve Osmanlı Devletinin tarihe karışıp Türkiye Cumhuriyetin kurulmasından sonra Anadolu’da yaşanan bazı olaylara, gelişmelere milli ve dini bilinç ve şuur düzeyleri yüksek çoğu Anadolu Türkü ve Müslümanı gibi Balkan Türkleri ve Müslümanları da bir anlam veremiyorlar, bunları anlayamıyorlar, inanamıyorlar ve kabul edemiyorlardı. Görünen manzara hiç de iç açıcı değildi. Ortada milletin kanı, canı, bütün varlığı pahasına Haçlı emperyalizmine karşı verdiği olağanüstü mücadele sonunda kazandığı çok büyük ve inanılmaz zafer yine o Osmanlının mahut, her kalıba giren bürokrat, elit ve sözde aydın kesimi tarafından ne yapıldıysa yapılmış, çalınarak ellerinden alınmış gibi bir görüntü vardı. Osmanlı bürokratlarının entrika ve dolap çevirmekte, üçkâğıtçılıkta, dalaverecilikte, sureti haktan görünüp her iyi ve güzel şeyi bile istismar edip çıkarlarına alet etmekte, sulandırıp çığırından çıkarmakta üstlerine yoktu. Bu ustalıklarını ve maharetlerini hemen etrafını sardıkları Mustafa Kemal Paşa’yı Milli Mücadele’de beraber yola çıktıkları en yakın dört arkadaşından, Milli Mücadelenin en önde gelen dört paşasından (Kazım Karabekir, Ali Fuad, Kazım Orbay ve Refet Paşalar) ayırmakta, aralarına fitne ve fesat sokmakta da gösterdiler. Esas amaçları kendi çıkarlarına göre oluşturacakları yeni düzenlerine engel olabilecek Mustafa Kemal Paşa’nın etrafındaki kişilik sahibi, ehliyetli ve liyakatli kadroları tasfiye ettirerek, onu kendilerine mecbur ve mahkûm etmekti. Bunda da çok büyük başarılar elde ettiler. Bir zamanlar Milli Mücadelenin en ön saflarında yer alan ve çok büyük yararlıklar gösteren bu paşalar idamla yargılandılar, Mustafa Kemal Paşa’nın tavassutuyla idam edilmekten son anda o da güç bela kurtulabildiler.

Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünceleri, inançları, idealleri, fikirleri ve davaları olmayan bu her devrin adamı menfaat şebekelerinin bir ara işi nerelere kadar götürdüklerini Milli Mücadelenin önder kadrosundan Kazım Karabekir Paşa 13-16 Kasım 1970 tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde yayınlanan hatıralarında açıkça ortaya koymaktadır. Kazım Karabekir Paşa’nın anlattığına göre, devletin dininin Hıristiyanlık yapılması yolunda bazı milletvekilleri tarafından Anayasa değişikliği teklifi verilebiliyor, bu teklif komisyonlarda görüşülüp tartışılabiliyordu. Mustafa Kemal Paşa İslam dini üzerindeki bu tür tartışmalardan, hezeyanlardan, saçmalıklardan, hoşlanmamış, bu gibi densizliklere bir dereceye kadar engel olabilmişti ama ona rağmen yapılan millete, milletin dinine, kültürüne, özüne karşı işlenen suçların, yapılan kötülüklerin haddi hesabı yoktu.

Daha dün denebilecek kadar kısa bir süre önce Haçlı zihniyetine karşı büyük bir ölüm kalım savaşı vermiş, bu savaşı büyük acılar ve fedakarlıklar sonucunda, kesin bir zaferle sonuçlandırmayı başarabilmiş, artık yüzde doksandokuzu da Müslüman olan Müslüman Türk Milletinin Anayasasına hem de bu kadar nazik bir hengamede, ‘Türk Milletinin dini hıristiyanlıktır’ şeklinde bir maddenin konulmasını teklif etmekten daha hainane bir cüret ve cesaret düşünülemezdi. Fakat ne yazık ki yöneticiler arasında ölçüyü endazeyi iyice kaçırmış, İslamiyete, Milletin en kutsal değerlerine karşı gizli veya aşikar düşmanlıklarda, saldırılarda ve saygısızlıklarda bulunabilecek cüret ve cesaretteki kimseler hiç de az değildi. Saldırılar kutsal mabetlere kadar uzanmıştı. Bazı camilerin, mescitlerin, mabedlerin kapılarına kilit vuruluyor, bazıları kapatılıyor, bazıları yıkılıyor, bazıları satılıyor, kiraya veriliyor, bunlardan bazıları da bir kısım nüfuzlu kişilerin çıkarları için depo, meyhane gibi süfli işlerde kullanılıyor, bu durum Müslüman halkta çok korkunç bir hayal kırıklığına ve devlete yabancılaşmaya sebep oluyordu.

Mütarekenin kara günlerinde bir İstanbul gezintisi yapan Yahya Kemal, bir yazısında Yavuz Sultan Selim’den beri Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesinde bir an bile susmamış olan Kur’an sesi ile ‘Ayasofya’da hala susturulamayan ezan sesini’ Türk’ün varlığının ve istiklalinin teminatı olarak göstermişti (Yahya Kemal, Aziz İstanbul, Topkapı Sarayı’nda, s. 113-118). Ama ne garip tecellidir ki, Topkapı Sarayı’nda 450 yıldan beri sürekli okunan ve karanlık işgal günlerinde işgalci düşmanların bile susturamadığı Kur’an sesi tek parti döneminde sinsice susturulmuş, Ayasofya’dan ezan sesi silinmiş, camiin duvarları kazınarak eski Bizans freskleri ortaya çıkarılmış, önündeki medrese temelinden yıkılmış, minareler de yıkılmaya kalkışılmıştı. Minarelerin yıkılması ancak uzman mimarların: ‘Bu minareler binaya destek görevi de görüyor, yapılırken o amaç da gözetilmiş. Minareler yıkılırsa kubbe ayakta duramaz’ şeklindeki raporları üzerine önlenebilmişti. Millet, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesini, Hıristiyanlara ‘Bir gün kilise de olabilir’ ümidinin ve mesajının verilmesi gibi onur kırıcı bir tutum, İslamiyete inananları horlamanın, küçük düşürmenin, buna karşın Hıristiyan haçlı alemini memnun etmek arzu ve pervasızlığının bir ifadesi olarak görüyordu (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 135-137).

Bütün bu olup bitenler yalnız Anadolu Müslümanlarını değil, en az onlar kadar, belki de ondan daha fazla her türlü iletişim sorununa rağmen bu durumlardan bir şekilde haberdar olan Balkan Türklerini ve Müslümanlarını üzüyor ve kahrediyordu. O zamanki durumu yine en tanınmış Balkan göçmenlerimizden Prof. Kemal Karpat’tan dinleyelim:

“Türkiye’ye geldiğimde, 1940’larda (Türkiye’de) uygulanan laiklikle, daha doğrusu kapalı bir şekilde ilim adına yürütülen yarı materyalist devlet politikası ile karşılaşınca buna tepki duydum… ‘Laiklik’ adı altında söze ve dine dayanan gelenekleri batıl sayma, İslam’la ilgili her düşünceye ‘geri’ olarak bakma, tarihi kasıtlı olarak saptırarak yorumlama ve ırka dayanan bir milli kimlik yaratma çabaları benim vicdan ve inanç hürriyetine saygımla asla bağdaşmamaktaydı (s. 281).”

“Türkiye’de laikliği doğru dürüst anlayıp uygulamak isteyenlerin yanı sıra laikliği tamamen politik bir silah olarak kullanan, mevkilerini korumak, ondan çıkar sağlamak için ideoloji haline sokanlar da vardır (s. 353 – 354).”

“Cumhuriyet’in kabul ettiği laiklik birçok İslam ülkesinde din aleyhtarlığı olarak gösterilmiştir. Şüphesiz ki, Türkiye’de laikliğin bir ideoloji olarak kullanılması ve zamanla ‘modernist’ geçinen bir elitin mevkii ve çıkarını sağlayan araç haline gelmesi, İslam dünyasında Atatürk devrimlerinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır (s. 448 – 449).”

“Laikliğin hiçbir zaman bir dogma, körü körüne uygulanan bir değer olmaması gerektiğini anlamalıyız. Toplumun gelenekleriyle, ruhuyla çatışmayacak bir laiklik anlayışının gerektiği ortadadır. Bir toplumun kimliğini, ruhunu da mutlaka koruması gerekmektedir (s. 517).”

“Resmi tarih, bilhassa devletin siyasi amaçlarını gerçekleştirecek bir tarih, tarih olamaz… Bizde de yapılan bir yerde tüm tarihi Cumhuriyet’le başlatmak, önceki geçmişi yok saymaktır “Tarih yalnız bir insanın iradesiyle meydana gelmez… Ben hiçbir zaman tarihte kişinin rolünü inkar etmem, küçümsemem… Ama her şeyi şahsiyete bağlamak da şahsiyeti inkar etmek kadar hatalıdır.” (s. 154 – 159).

“Atatürk’ten sonra, Batılılaşmış, modernleşmiş olduğunu söyleyen ve devleti elinde tutan elit, modernleşmeyi en ileri noktaya götürmek için her şeyi yapma serbestîsine sahip olduğunu, kimseye hesap vermeyeceğini düşünüyordu. Bunu görmek beni son derece rahatsız etmiştir. Halkına bu kadar eziyet çektiren bir devlet! (s. 169) “

SOĞUK YÜZLÜ DİPLOMATLAR

Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesinden sonra, Bosnalı Müslümanlar da yönlerini doğal olarak Osmanlı’nın devamı olarak gördükleri yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne çevirmişler ve kendi devletleri gördükleri yeni devletle bağlarını güçlendirme ve geliştirme yollarını aramaya başlamışlardı. Maruz kaldıkları haksızlıklara, zulüm ve baskılara karşı, anavatanın hayati önemde gördükleri desteğini arıyorlardı. Destek arama faaliyetlerine önce Türkiye’nin Balkanlardaki dış temsilciliklerinden başladılar. Fakat buralarda Türkiye’yi temsil eden görevliler, diplomatlar, kendilerine hiç anlayamadıkları ve anlam veremedikleri bir şekilde ilgisiz, alakasız davranıyorlar, soğuk yüz gösteriyorlardı. Onlara sahip çıkmak, üzerlerindeki baskı ve zulümlerin ortadan kaldırılmasına çalışmak yerine, gayri Müslimlerin onların kılık kıyafetleriyle, sakallarıyla, sarıklarıyla, kadınlarının örtüleriyle, islami ve dini eğitimleriyle uğraşmalarını neredeyse doğru ve haklı bulan bir tavır ve tutum içinde görünüyorlardı. Hatta neredeyse ‘Bu sizin mesele ettiğiniz şeylerden biz bile çoktan vaz geçtik! Siz de bırakın artık bunları, vaz geçin! Keyfinize rahatınıza bakın!’ demeye getirmeleri ise onları adeta şoke ediyor, çok gücendiriyor, çok büyük üzüntülere sürüklüyordu. Bu tavır onların acılarını daha da artırıyor, gayri Müslimlerden gördükleri zulüm ve baskılardan onlara daha ağır geliyordu. Ama onlar yine de, bu düşüncesizce, yersiz tutum ve davranışları, olumsuz tavırları buradaki kendini bilmez birkaç diplomatın şahsi kusuru ve ayıbı olarak görmek istiyorlardı. Türk diplomatlardan arzu ettikleri yakın ilgi ve alakayı görememelerine, arada Yunanistan ve Bulgaristan gibi engeller de olmasına rağmen, Yugoslavya Müslümanları yine Türkiye’ye olan bağlılıklarını ve ümitlerini yitirmiyorlar, ne olursa olsun Türkiye’ye toz kondurmak istemiyorlardı.

GAZİ HÜSREV BEY CAMİİ ÖNÜNDE BİR TÜRK BAŞBAKANI

Balkan Türkleri ve Müslümanları soğuk yüzlü diplomatlara anlatamadıkları dertlerini, sıkıntılarını Türkiye’den gelecek Türk devlet adamlarına anlatmayı düşündüler ve dört gözle onların yollarını beklemeye başladılar. Seyrek de olsa, bu tür fırsatları da yakaladılar Fakat ne yazık ki bunlardan da umduklarını bulamadılır. Bu resmi ziyaretlerin en önemlilerinden biri, 1937 yılı başlarında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı İsmet İnönü ile Dışişleri Bakanının yanlarındaki kalabalık bir heyetle Yugoslavya’yı ve bu arada Saraybosna’yı da ziyaret etmesiydi.

Türk heyetinin, Belgrat’taki resmi görüşmelerden sonra Saraybosna’yı da ziyaret edeceği haberi, şehirdeki ve çevredeki bütün Müslümanları çok sevindirmiş ve heyecanlandırmıştı. Türk heyetini karşılama ve hasret giderme arzusuyla yanıp tutuşan Saraybosna’nın, çevre il ve ilçelerin Müslüman halkı, ellerinde Türk ve Yugoslav bayraklarıyla sokaklara döküldüler. Meydanlar, caddeler, sokaklar kadın erkek, çoluk çocuk o zamana kadar kimsenin görmediği büyük bir insan seliyle dolup taştı. Mahşeri bir kalabalık her tarafı tıklım tıklım doldurmuş, büyük bir izdiham yaşanıyordu. Türkiye ve Türk heyeti lehine tezahüratlar, sloganlar yeri göğü inletiyor, gözyaşları sel olmuş akıyordu.

Yüzyıllardır Müslüman, Katolik, Ortodoks ve Musevî gibi pek çok halkın huzur ve barış içinde bir arada yaşadıkları Saraybosna, dinî çeşitliliğiyle tanınan, hatta bu yüzden bazılarınca Avrupa‘nın Kudüs‘ü olarak nitelenen bir şehirdi. Nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturduğu için, şehri ziyaret eden yabancı heyetin önce Gazi Hüsrev Bey Camiindeki Müslüman Reisülulemalığını, ardından da sırasıyla Katolik Başpsikoposluğunu, Ortodoks Patrikliğini ve Yahudi dini liderliğini ziyaret etmesi adettendi. Bu adet, o zamana kadar bütün yabancı heyetlerin titizlikle uydukları, uyguladıkları ve resmi bir protokol kuralı haline gelmişti. İnönü ve beraberindeki heyetin de aynı şeyi yapacağı, bu kurala onların da uyacağı bekleniyordu. Bu yüzden de kalabalığın en büyüğü Gazi Hüsrev Bey Camii önündeki meydanda toplanmıştı. Meydanda kimsenin kimseye dönüp bakamadığı bir izdiham yaşanıyordu. Heyet, uzaktan görünür görünmez, kalabalıktaki heyecan, coşku, dalgalanma daha da arttı. Sevgi gösterileri, sloganlar, tezahüratlar yeri göğü inletiyordu. Başbakan İnönü, beraberindeki heyetle camiin önüne kadar geldi. Fakat o da ne? İnönü, birden bire olduğu yerde çakılıp kaldı. O durunca ister istemez beraberindeki heyet ve onlara refakat edenler de durdular. Kalabalığın içinden açılmış yolun, camiin avlusuna doğru kıvrılması İnönü’nün hiç hoşuna gitmemişti. Halbuki halk, heyetin hem camiyi, hemde diğer ziyaretlerinden önce Müslümanların Reisülulemalığını ziyaret etmesini bekliyordu.

Kısa bir süre duraklayan İnönü, hemen yaverini yanına çağırdı ve ona bir şeyler söyledi. Yaver de derhal heyete eşlik eden, yetkili Sırp generalin yanına giderek, ona bir şeyler anlattı. Bunun üzerine Sırp general, güvenlikten sorumlu yetkilileri yanına çağırarak, onlara bazı talimatlar verdi. Hızlı ve kısa bir mesaj trafiğinin ardından, askerler gruplar halinde toparlanırlar ve heyete kalabalığın içinden yeni bir yol açmak için koşuşturmaya ve gerekli tertibatı almaya başlarlar. Olan biteni şaşkınlıkla izleyen Müslüman halk durumu anlamakta gecikmedi. Kendilerini ziyarete, dertlerine ortak olmaya, çareler bulmaya geldiğini düşündükleri Türk Başbakanı ve beraberindeki heyet, camiye girmek ve Müslüman Reisülulemalığını ziyaret etmek bile istemiyordu. Bu durum onların üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştı. Heyete kalabalığın içinden yeni bir yol açıldı. İnönü başkanlığındaki heyet, Müslüman Reisülulemalığını ziyaret etmeden, Sırp askerleri tarafından Müslüman halktan oluşan kalabalık topluluk yarılarak açılan yoldan geçip gitmeye yönelmesi, bütün tezahüratları, sevgi gösterilerini, bağırış, çağırışları bir anda bıçak gibi kesmişti. O zamana kadar daha bir benzerini oradakilerin yaşamadıkları o büyük heyecan yerini teselli kabul etmez bir hüzne, yeşeren umutlar hayal kırıklığına, sevinçler üzüntüye bırakmış, kalabalağın içinden yükselen garip bir uğultu ve kısa bir dalgalanma yerini çok geçmeden ölüm sessizliğine dönüşmüştü. Sabahın erken saatlerinden beri akın akın meydanları dolduran ve saatlerce Türk heyetinin yolunu hasretle bekleyen halktaki kırgınlık, kızgınlık ve üzüntü tarif edilebilir cinsten değildi. Türk heyetinin kendilerine çok garip ve anlaşılmaz gelen davranışını protesto için halk, sessiz ve başları önlerine eğilmiş bir şekilde dağılmaya ve meydanı terk etmeye başlar. Saatler geçmeden boşalması imkânsız sanılan meydan, aradan on dakika bile geçmeden tamamen boşalmıştı.

TÜRKİYE’YE GÖNDERİLEN HEYET

Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra anavatanda kurulan Türkiye Cumhuriyetinin dış temsilciliklerinde görev yapan bazı yetkililerin ‘Türk Milleti’, ‘Türklük’ ve ‘Müslümanlık’ anlayışları ve tanımlamalarıyla Balkan Müslümanlarınki arasında taban tabana zıtlıklar ve dünyalar kadar farklar olduğu görülüyordu. Balkan Müslümanları Türklüğü, bir ırk, dil, etnik köken meselesi olarak görmüyorlar, Türklükle, Müslümanlığı birbirinin eş anlamlısı, ayrılmaz parçası sayıyorlar, dilleri Türkçe olmasa, etnik kökenleri farklı da olsa Müslüman olan herkes gibi kendilerinin de en az Türkiye’deki herkes kadar Türk olduklarına inanıyorlardı. Onlara göre Türklük, bir bilinç ve şuur meselesiydi. Hele Türkiye gibi nüfusunun yarısından fazlası son elli yılda başta Balkanlar olmak üzere mevcut sınırların dışından buraya göç etmiş bir ülkeye, üstelik kendi yakın akrabalarının büyük çoğunluğu da burada yaşadıkları halde kendilerine göçmen izni verilmemesi onlara göre anlaşılabilir bir durum değildi. En çok ağırlarına ve zorlarına giden de göçmen vizesi verilmeme gerekçesi olarak Türk kabul edilmediklerinin gösterilmesiydi. Kafalarında biriken sorulara cevap, sorunlarına çare arayan, ortada mutlaka düzeltilmesi gereken bazı yanlışlıklar olduğunu düşünen Balkan özellikle de Yugoslavya Türk ve Müslümanları Türkiye’ye heyetler göndermeyi denediler.

Yaklaşan Cihan Harbi öncesince Sırp ve Hırvat milliyetçilerle Stalin destekli Titocular arasında başlayan mücadelenin galibi kim olursa olsun, en sonunda esas kaybedenin yine Müslümanlar olacağı açıkça görünüyordu. Kendilerini ileride bekleyen tehlikelerin ve sıkıntıların Türk hükümetine anlatılması, şimdiye kadar yaşadıkları, bundan sonra da yaşamaları kuvvetle muhtemel zorlukların ilk ağızdan anavatandaki yetkililere aktarılması, onlardan yardım ve destek istemesi gerekiyordu. Hem kendilerine iyi davranmayan ve ilgi göstermeyen diplomatları şikâyet etmek, hem de çektikleri acıları, zulüm ve baskıları bütün yönleriyle anavatana duyurmak için en iyi yolun Türkiye’ye heyet göndermek olduğu kanaatine varmışlardı. Saraybosna Belediye Başkanı Muhammet Cevahirci, Zagrep Müftüsü Salih Müftiç, milletvekili ve gazeteci Şemsettin Saraylı, şair Münir Ekrem Şahin ve bölgenin aydınlarından Muyaciç’i Ankara’ya gönderdiler.

Yugoslavya Müslümanlarını temsil eden heyet, yapabildiği kadarıyla Türkiye’de en aşağı memurundan en üst yöneticisine kadar yeni Türk Devletinin her kademesindeki yetkililerle ve sorumlularla görüşmeye, dertlerini bütün detaylarıyla anlatmaya çalıştı. Çankaya Köşkünde zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından da kabul edildiler. Fakat aldıkları cevaplar onları hiç tatmin etmemiş, hatta çok sarsmış ve üzmüştü. İsmet Paşa dâhil bütün devlet erkanından aşağı yukarı: ‘Türkiye size hiçbir yardımda bulunamaz. Çünkü biz Misak-ı Milli hudutları dışında Türk ve Müslüman unsur diye bir şey kabul etmiyoruz. Gidin meselenizi hangi devletin içinde yaşıyorsanız onlara anlatın! Bu onların kendi iç meseselesi. Biz kalkıp da kimsenin iç işlerine karışamayız. Kendi sınırlarımız dışındaki bu gibi meseleler bizi ilgilendirmez. Siz de Türkiye’yi seviyorsanız, bizi böyle sorunlara bulaştırmayın. Türkiye’yi bu işlerle uğraştırmayın, başımızı ağrıtmayın!’ şeklinde cevaplar aldılar. Bu soğuk, ilgisiz, kayıtsız, yabancı ve bigane tavır onlarda soğuk duş etkisi uyandırmıştı. Duyduklarına, kulaklarına inanamıyorlardı. Dertlerini iyi anlatamadıklarını düşünüyorlardı. Dönüp en başından itibaren; sırf Türk ve Müslüman oldukları için yok edilmek, dünya haritasından silinmek istendiklerini, Türkiye’nin himaye elinin kendilerine uzanmasını beklediklerini, bunun kendileri için hayati önem taşıdığını, savundukları değerler, yani Türklük, Müslümanlık, din, iman, şeriat, vatan, millet uğruna şimdiye kadar çok büyük mücadeleler verdiklerini, bundan sonra da daha büyük bir azim ve kararlılıkla bu mücadeleye devam etmek istediklerini, Hilafete, şeriata ve Osmanlıya bağlı olduklarını, Osmanlılar Balkanlardan çekildikten sonra Balkan Müslümanları olarak yetim kalmış sabilere döndüklerini, kimsiz, kimsesiz, sahipsiz, himayesiz kaldıklarını, öz yurtlarında, öz vatanlarında parya durumuna düştüklerini, zalim düşmanlar tarafından ezim ezim ezildiklerini, tarifsiz acılara, işkencelere, haksızlıklara uğradıklarını, Hilafetin maddi bir gücü kalmadığı zamanlarda bile kendileri için manevi bir güç, bir dayanak oluşturduğunu, bu manevi gücün onları canlı ve diri tuttuğunu, onlara direnme gücü verdiğini, devletin ve milletin başına sarılan türlü gailelerden dolayı kendilerine sahip çıkılamadığının çok iyi farkında ve bilincinde olduklarını, bunun için kimseyi suçlamadıklarını, zalim ve insafsız düşmanlarına karşı varlıklarını ve değerlerini savunma ve koruma cesaretini de evvel Allah sonra Türklerden, Türk Milletinden ve Türk devletinden aldıklarını, ne olursa anavatanın onları hiçbir zaman unutmadığına, her zaman düşündüğüne ve kendileri için çırpındığına inandıklarını tekrar tekrar ve döne döne anlatmaya çalıştılar. Fakat onlar konuştukça dinleyen yöneticilerle aralarındaki uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar daha da büyüyor, hatta gittikçe daha sert ve katı tepkiler alıyorlardı. Onlara önce nazikçe, sonra da oldukça sert ifadelerle Türkiye’nin artık eski Osmanlı Devletiyle bir ilgisinin kalmadığı, üstelik yeni Türkiye’nin laik bir ülke olduğu, devletin dinle diyanetle ilgisinin ve ilişkisinin kalmadığı, hele şeriat, hilafet, Osmanlı gibi lafları duymak bile istemedikleri, bunları ağızlarına almamaları gerektiği ihtar edildi. Hayal kırıklıkları daha da artmış, güvendikleri dağlara kar yağmıştı. En çok güvendikleri kimselerin kendilerine hiç sahip çıkmadıklarını düşünüyorlar, hatta onların eliyle de ölmeden mezara konduklarını hissediyorlardı. Fakat milletin kendisiyle, geniş halk kesimleriyle görüşüp konuşmaya başladıkça yüreklerine su serpilmeye başladı. Milletin hemen hemen tamamının kendileri gibi inandığını, düşündüğünü, konuştuğunu, hissettiğini, onların dertlerini, sıkıntılarını, üzüntülerini de can ve gönülden paylaştıklarını gördüler ve bu durum onları çok sevindirdi. Aklı başında ve yöneticileri iyi tanıyan, onlarla nasıl konuşulacağını, nasıl diyalog kurulacağını iyi bilen bazıları onlara ön ayak oldular, araya girdiler de yönetim kademelerindeki görüşmeleri biraz olsun yoluna girmeye, hiç olmazsa bazı konularda görüşüp, konuşma ve anlaşma zemini oluşmaya başladı. Yugoslavya Müslümanlarının önde gelen liderleri, yapılabilecek çok şeyler olmasına rağmen, tek ve son umut kapısı olarak gördükleri Türkiye’den de güvendikleri dağlara kar yağmış, büyük umutlar besledikleri kapılar yüzlerine kapanmış, esas aradıklarını ve arzu ettiklerini bulamamış bir ruh hali, çok büyük gönül kırıklığı ve çok karışık duygular içerisinde tekrar memleketlerine geri döndüler.

KUR’AN’I HEDİYE OLARAK BİLE KABUL EDEMEYEN YÖNETİCİLERİMİZ

Balkan Türklerinde, Müslümanlarında, özellikle de onların Aliya İzzetbegoviç gibi aydın, yönetici ve önder kesiminde çok güçlü bir Türklük ve Müslümanlık bilinci, Allah, iman, İslam ve Kur’an sevgisi ve saygısı vardır. Aynısını, hatta daha da fazlasını kendilerine İslamı ve Türklüğü getiren bu Milletin aydın, elit ve yönetici kesiminde görememek, hatta tam tersine bunlardaki kendi değerlerine ve kökenlerine karşı sezinledikleri muhalefet ve düşmanlık Balkan Türklerini ve Müslamanlarını da her zaman üzmüş ve kahretmiştir. Özellikle Türk yöneticilerinden bazılarında gördükleri olumsuz tavır ve davranışlar, onlar için asla anlaşılabilir ve kabul edilebilir değildir. Yakın zamanlara kadar çok daha belirgin ve ileri düzeylerde olan bu olumsuz tutum ve davranışlara, Saraybosna asıllı Bursa’lı Tercüman Nusret Uluca’dan dinlediğim şu örnek olay acı ama bir o kadar da dikkat çekicidir:

Bursa ile kardeş şehir ilan edilen Saraybosna’nın (Sarajevo) Boşnak asıllı, Katolik ve Komünist Belediye Başkanı Ante Susiç, 1970’li yılların sonuna doğru, kalabalık bir heyetle Bursa’yı ziyaret ederler. Heyet, ziyaret edilecek üst düzey önemli kişilere verilmek üzere, Saraybosna’dan bazı hediyeler getirir. Hediyeler arasında, çok eski, yaklaşık beşyüz yıllık, Boşnakça mealli (tercümeli), elyazması bir Kur’an-ı Kerim de vardır. Saraybosna heyeti, bu Kur’an-ı Kerim’i getirdikleri hediyelerin en anlamlısı olarak kabul etmekte, buna çok büyük önem vermekte, adeta üzerine titremektedirler. Amaçları, bu hediye ile Türk-İslam Kültürünün Bosna Hersek’teki yerinin ve öneminin ne kadar eski, sağlam, köklü olduğunu, kendilerinin de buna çok büyük önem verdiklerini, saygı duyduklarını ve sahip çıktıklarını göstermek ve vurgulamaktır. Bu yüzden, heyetin tercümanlığını Nusret Uluca’ya, takdimler sırasında diğer hediyelerden ziyade bu el yazması Kur’an-ı Kerim üzerinde durulmasını, takdim edilecek kişilere bu anlamlı hediye ile ilgili geniş ve uzun açıklamalar yapılmasını özellikle rica ederler. Gerekli bütün detaylı ve etraflı bilgileri de kendisine verirler. Heyet, önce Vali’yi ziyaret eder. Kısa bir tanışma faslından ve hal hatır sormalardan sonra, sıra hediyelerin takdimine gelir. Tercüman Nusret Uluca, takdim edilen hediyeler hakkında Vali’ye kısa bilgiler verir. Heyetin ricası üzerine, el yazması Kur’an-ı Kerim’in takdimi ve önemi hakkındaki açıklamalar en sona bırakılmıştır. Fakat diğer hediyeler takdim edilip, sıra çok değerli kılıflara sarılmış el yazması Kur’an-ı Kerim’e gelince Vali’nin tavrı birden bire değişir. Anlatılanları dinlemek bile istemez. Tercümanın sözünü kesip: ‘Tamam, tamam! Diğer hediyeleri kabul ediyorum, ama bunu kabul edemem, bunu alıp geri götürsünler!’ diyerek el yazması, Boşnakça mealli Kur’an-ı Kerim’i almayı reddeder. Sert bir ifadeyle susturulan Tercüman Nusret Uluca, ne yapacağını şaşırır. Olup biteni, Vali’nin tavrını heyete nasıl izah edeceğini bilemez. Çaresiz, eveleyip geveleyerek, Kur’an-ı Kerim’in kabul edilmeme gerekçesi olarak heyettekilere bir şeyler söylemeye çalışır. Zaten her şey heyettekilerin gözleri önünde cereyan etmiştir ama, yine de heyet üyeleri bu kadar önem ve değer verdikleri bir hediyenin, böyle hiç de şık sayılmayacak bir şekilde reddedilmesinin nedenini anlamakta güçlük çekerler, Vali’nin tavrına da bir anlam veremezler. Büyük bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğu ile Vali’nin yanından ayrılan heyet, ikinci önemli randevuları olan Belediye Başkanını ziyarete gider. Heyet üyeleri ve Tercüman Nusret Uluca, arka arkaya ikinci büyük şoku ve tatsız sürprizi burada yaşarlar. Belediye Başkanı da aşağı yukarı Vali’yle aynı tavrı sergiler. O da diğer hediyeleri kabul eder, ama Boşnakça mealli, el yazması Kur’anı Kerimi kabul etmez. Heyettekilerin şaşkınlıkları daha da artmıştır. Daha sonra, Bursa’nın en büyük din adamı olarak gördükleri Müftü’yü ziyaret etmek isterler. Kur’an-ı Kerimleri alıp geri götürmektense, hepsini Bursa Müftüsüne vermeyi de planlarlar. Bu arada Vali’nin ve Belediye Başkanının tavırlarından, tutum ve davranışlarından haberdar ve dolayısıyla tedirgin olan Müftü, heyeti makamında kabul etmeye bile çekinmeye, korkmaya, tereddüt etmeye başlar. Sonunda Ulu Cami’de bir görüşme ayarlanır. El yazması, Boşnakça mealli Kur’an-ı Kerim’leri Müftü de kabul etmeye cesaret edemez. Ulu Camiin imamını kastederek ‘İmama verin!’ der. Neticede üç el yazması Kur’an-ı Kerim’den biri Ulu Cami imamına verilir, biri tercüman Nusret Uluca’da kalır, diğeri de verilecek kimse bulunamadığı için Bosna’ya geri götürülür.

BAYRAK O BAYRAK AMA MİLLET O MİLLET DEĞİL!

Dış temsilciliklerde görev yapan diplomatlara ve Yugoslavya’yı ziyaret eden bazı üst düzey devlet adamlarına dertlerini anlatamayan, onlarla yaptıkları temaslardan olumlu bir sonuç elde edemeyen Balkan Türklerinden ve Müslümanlarından durumu müsait olan bazıları bu sefer de bizzat Türkiye’ye Türkiye’ye gelip Türkiye’de neler olup bittiğini daha yakından anlamayı, öğrenmeyi, gözleriyle görüp ona göre bir tavır ve tutum takınmayı daha sağlıklı bir yol olarak gördüler. Bu tür ziyaretlerle ilgili anılar, yaşanmış olaylar, gerçek hayat hikayeleri de önemli bir yekun oluşturur. Duygu ve düşüncelerde yaşanan depremlerden doğan sarsıntıyı, acıyı, trajediyi, ruhsal bunalım ve çatışmaları anlamamıza yardımcı olabilecek bu olaylardan birini aslen Makedonya muhaciri olan Bursa’lı iş adamı Ahmet Vardar’dan dinlemiştim.

Türkiye’yi daha yakından tanımak, burada olup bitenleri yerinde ve kendi gözleriyle görmek, anlamak amacıyla Makedonya’dan da Türkiye’ye gidiş geliş trafiğinin epeyce yoğunlaştığı bir dönemde, Üsküp’te herkesin itibar edip saygı ve sevgi gösterdiği, oldukça yaşlı, güngörmüş, akıllı uslu ve çok dindar bir Balkan Müslümanı da Türkiye’ye gidip gelmiş. Bu yaşlı ihtiyar Türkiye’ye gitmeden önce duydukları olumsuz hikayeleri hep kötü niyetlilerin yalan, iftira ve tezvirleri olarak niteliyormuş. Bu yüzden, o zamana kadar Balkan Müslümanları arasında oluşmuş bazı olumsuz kanaatlerin yanlışlığını yerinde görmek, milletinin son halini yakından ve kendi gözleriyle görmek, kulaklarıyla işitmek, vatan, millet, bayrak hasretlerini gidermek, daha önceden Türkiye’ye göçmüş yakınlarını ziyaret edip hasret gidermek, bu arada Türkiye’ye göç için de önceden bazı araştırmalar ve hazırlıklar yapmak için ilerlemiş yaşına rağmen kendisi için oldukça zor olacak bu yolculuğa çıkmaktan başka çare görememiş. O zamanlar anavatan kabul edilen Türkiye’yi görmek çok büyük bahtiyarlık sayılır, bu bahtiyarlığa erebilmiş insanlar dönüşlerinde kutsal ve mübarek kişiler gibi saygıyla karşılanırlar, geride kalanlar, onların yollarını, hacı yolu gözler gibi gözlerlermiş. Türkiye’ye gidip gelenlerin evleri, barkları meraklı kalabalıklarla dolar taşar, çevrelerinde kalabalik halkalar oluşur, Türkiye hakkında daha fazla şeyler öğrenmek, daha detaylı haberler almak isteyenler nefes bile aldırmadan bunları aralıksız soru bombardımanına tabi tutarlarmış:

  • Hadi, yediğin içtiğin senin olsun da, bize gördüklerini anlat!
  • Türkiye nasıldı?
  • Türkiye’de neler gördün, neler yaşadın?
  • Oralar nasıl?
  • Oralarda ne var, ne yok?

Türkiye’ye gidip gelenler ardı arkası kesilmeyen soru bombardımanı karşısında iyice bunalırlar, Türkiye’de bazı olumsuz şeyler, kendilerine yanlış ve kötü gelen olaylar yaşamış olsalar da bunlara pek değinmek istemezler, genelde iyi ve güzel taraflarını anlatmaya çalışırlarmış. Türkiye’de özellikle yönetim kademelerinde görev yapan bazı kimselerin kendilerini çok üzen, vatan, millet, Türklük ve Müslümanlık anlayışlarıyla bağdışmayan ayrılıkları, aykırılıkları anlatmayı pek arzu etmezlermiş. Gördükleri, duydukları, yaşadıkları bazı olumsuzluklara bir türlü akıl sır erdiremedikleri, ne yapacaklarını, dönüşte kendilerinden haber bekleyenlere ne diyeceklerini bilemedikleri için, genelde bunlardan hiç söz etmemeyi, bunların yerine genellikle özgürce ve serbestçe dalgalanan ay yıldızlı al bayrağımızdan uzun uzun söz etmeye tercih ederlermiş. Etraflarına toplanan büyük kalabalıklar da onların anlatıklarını, olağanüstü bir duygu yoğunluğu içerisinde kendilerinden geçmiş, mest ve hayran bir şekilde, bıkmadan usanmadan ilgiyle dinlerlermiş.

Bu Türkiye ve Türklük sevdalısı, yaşlı, dindar, hatırı sayılır, sözü dinlenir, yaşlı Balkan Müslümanı da diğerleri gibi gibi Türkiye’ye gidip dönmüş. Onun da etrafı meraklı kalabalıklarla dolmuş. Fakat yaşlı adamın hali hiç de iyi görünmüyormuş. Giderkenki sevincinden, neşesinden, mutluluğundan eser yokmuş. Önce bunu yol yorgunluğuna, hava değişikliğine yormak istemişler. Fakat sohbet ilerledikçe, adamcağızın üzüntülerinin, sıkıntılarının Türkiye’de görüp yaşadıklarından kaynaklandığı anlaşılmış. O da diğerleri gibi olumsuzluklar yerine olumlu, iyi ve güzel şeylerden bahsetmek istemiş ama hem bunların kendisine göre azlığı, hem memnun kalmadığı, hoşnuş olmadığı, üzüntü ve kaygı duyduğu, anlamakta güçlük çektiği şeylerin fazlalılığı, hem de Türkiye’yi umduğu ve arzu ettiği şekilde bulamamanın üzüntüsü ve yıpranmışlığıyla bunu pek becerememiş. Ne diyeceğini, neyi nasıl anlatacağını bilememenin garipliği, şaşkınlığı ve tereddüdünü soranlarda daha da büyük bir merak uyandırıyormuş. Türkiye’de şahit olduğu ve hiç hoşlanmadığı bazı gelişmeler ve değişmeler hakkındaki sorulara sadra şifa olacak cevaplar vermekte bir hayli zorlandıktan, bunaldıktan, bu yüzden de sözleri ağzında epeyce eveleyip geveledikten sonra, nihayet şu mealde bir cevapla işin içinden sıyrılmaya çalışmış:

  • Yahu beni ne sıkıştırıp duruyorsunuz? Ben de gördüklerime, yaşadıklarıma

bir türlü inanamadım. Baktım bayrak yine bizim aynı bayrak, ama Millet bizim aynı millet değil. Bayrak, yine bizim o anlı, şanlı, ay yıldızlı, al renkli Türk Bayrağımızdı. Görür görmez hemen tanıdım. İnanır mısınız, sanki o da beni tanıdı?! Beni o güzel al renkli, ay yıldızlı, rengini şehitlerimizin kanından, kırmızı güllerden almış güleryüzlü çehresiyle, o hoş simasıyla, sanki sevinçle karşıladı. Ben ona baktım, o bana baktı, uzun uzun bakıştık. Ben ona güldüm, o bana güldü beraberce güldük konuştuk. O beni sevdi, ben onu sevdim, hep beraber sevgiyle dolup taştık. Türkiye’ye vardığım sıcak yaz günü hafif rüzgarda nazlı nazlı salınırken gölgesi bana en serin gölgelerden daha hoş bir serinlik verdi. Onun, gönderde alabildiğine hür, bağımsız, serbest ve nazlı nazlı salınışı öyle güzeldi, gölgesinde bulunmak da beni öylesine mutlu etti, öyle sevindirdi, öyle göğsümü kabarttı ki anlatamam! Zaten böyle duygular anlatılmaz, ancak yaşanır! Kısacası bayrak o bayraktı ama maalesef millet için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Millete bir şeyler olmuş ama ne olduğunu ben bir türlü anlayamadım. Memlekette rastladığım bazı insanların laflarından, sözlerinden, tutum ve davranışlarından çok incindim, hallerinden, durumlarından, yapıp ettilerinden irkildim. Bizzat gördüğüm, duyduğum, yaşadığım bazı şeyler beni öylesine şaşırttı ki, başkasından duysam inanmazdım. Gördüklerimin bizim millet, bu insanların da bizim milletimizden olduğundan şüpheye düştüm. Görüşüp konuştuklarımın çoğunu bizim bildiğimiz, tanıdığımız Türk’e ve Müslümana hiç benzetemedim. Biliyor musunuz onlar da beni Türk’e benzetemediler. Bazıları bana benim Türk olmadığımı, hatta Türk olamayacağımı söylediler. Tövbe tövbe! Yani ne ben onları tanıyabildim, Türk’e benzetebildim ne de onlar beni! Bana bunlara bir şey olmuş gibi geldi, ama ne olduğunu, neye benzediklerini sorarsanız, ben anlayamadım ki size de anlatabileyim. Bir anlayan varsa bana da söylesin! Gerisini artık ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim! Çok şükür ki, bu değişme ve değiştirme çılgınlığı içinde bir bayrağımız bizim bayrak kalmış. Artık onu değiştirmeyi unuttukları için mi, akıllarına gelmediği için mi, yoksa henüz sıra ona gelmediği için mi ona dokunmamışlar. Bana Türkiye’nin anavatanımız olduğunu bir tek bayrağımız söyledi. Allah korusun bir de onu değiştirirlerse bilmem ne olur?

Bu olay da Balkan Müslümanlarının Türklük, Müslümanlık, Millet, Devlet, Bayrak, Din gibi ortak değerler anlayışını, sevgi ve bağlılığı bunlar için göç ve ölüm dahil her şeyi göze alabilme iman ve kararlılığını net bir biçimde anlatması ve bunlara karşı en ufak bir saygısızlığa da ne kadar tahammülsüz olduklarını göstermesi açısından son derece önemlidir.

Mustafa ATALAR

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR