Ana SayfaDosyalarBalkanlarBALKANLARIN ÖNEMİ

BALKANLARIN ÖNEMİ

BALKANLARIN ÖNEMİ

Mustafa ATALAR

DÜNYA YIKILSA RUMELİ’NE SIĞAR;

ACEP RUMELİ YIKILSA NE OLUR?!

BALKANLAR’IN ÖZELLİKLERİ

Balkanlar’ı ve burada olup biten olayları anlayabilmek için bölgenin stratejik, coğrafi, etnik vb önemini ve özelliklerini iyi kavramak gerekir.

Balkanlar veya Güneydoğu Avrupa, Avrupa kıtasının güneydoğu kesiminde, İtalya Yarımadası‘nın doğusu, Anadolu‘nun batısı ve kuzeybatısında yer alan, toplam yüzölçümü 524,701 km2 olan, günümüzde yaklaşık 55.000.000 civarında insanın yaşadığı coğrafi ve kültürel bölgedir.

Balkanlar, güneybatıda Adriyatik Denizi ve İyon Denizi; güneyde Akdeniz; güneydoğuda Ege Denizi, Marmara Denizi; doğuda Karadeniz ile çevrili bir yarımadadır. Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa nehirleri oluşturur. (Barbara Jelavich, History of the Balkans: Eighteenth and Nineteenth Centuries, Cambridge University Press, Melbourne, 1983, s.1, ISBN 978-0-521-27458-6). (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5, s. 25).

Türklerden önce, Slav ve Germen kültürlerinin dönem dönem hakimiyet mücadelelerine sahne olan Balkan yarımadası, Türk kültürüne beşik olmuş, adını bile Türkçeden almış bir bölgedir. Sözlüklerde ‘dağ, dağlık alan, ormanlı dağ, sarp ve ormanlık sıradağ; sık ormanla kaplı dağ, yığın, küme, sazlık, bataklık’ gibi anlamlar verilen ‘Balkan’ kelimesinin Türkçe  bir  kelime olduğu Türk Dil Kurumu’nun Büyük Türkçe Sözlüğünde de belirtilmektedir. Balkan kelimesi Türkçede: ‘Evimizin arkası hep balkandı. (=Evimizin  arkasında   ormanlı dağ vardı.) cümlesinde olduğu gibi günlük dilde de kullanılan bir kelimedir. Balkan kelimesi Bulgarcada da benzer anlamlarda kullanılmakta, Bulgarlar dağa “balkan”, dağlara “balkani”, dağlıya da “balkandjiya” demektedirler. Türkmenistan’da  da ‘Balkan’  adını taşıyan   bir  bölgenin bulunması, sonradan Hıristiyanlaşıp, Slavlaşarak Türkçeyi de, asli kimliklerini unutmalarına, hatta en azılı Türk ve Türklük düşmanlarının başında gelmelerine rağmen, Bulgarların da Orta Asya’dan göçüp Tuna Boylarına gelmiş aslen Türk soylu bir kavim olmaları, balkan kelimesinin Türkçe olduğunun diğer delillerinden sayılabilir.

Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türkî’sinde de Balkan sözü, “Sarp ve müsellem veya ormanla mestur dağ, silsile-i cibal” şeklinde açıklanmış, ayrıca “Rumeli kıtasını garbdan şarka şakk eden silsile-i cibal ki buna izafetle kıta-i mezkûreye Balkan şib’i ceziresi deniyor” şeklinde de kelimenin gelişimi belirtilmiştir (Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Dersaadet, 1317, s. 275, Yeniden basımı: Eylül 1998, İstanbul).

Balkan kelimesinin Osmanlı Türkçesinde; Golyak Balkanı, Bor Balkanı, Baba Balkanı gibi yaygın bir kullanımı olmakla beraber (Binbaşı M. Nasrullah; Kolağası M. Rüşdi; Mülazım M.Eşref, Osmanlı Atlası – XX. Yüzyıl Başları, OSAV, İstanbul, 2003), Osmanlılar, fethedilen Avrupa topraklarını genel olarak Rumeli olarak adlandırıyorlardı.

Türk Dil Kurumu Sözlüğünde de belirtildiği üzere, Türk dilinde ‘Romalıların ülkesi’ anlamına gelen Rumeli, eskiden çok geniş bir bölgenin adıydı. Avrupa’ya geçmezden önce Türkler, Anadolu topraklarına Diyar-ı Rum, İklim-i Rum derlerdi. Büyük Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra Anadolu’da kurulan yeni devlete de Selçuki-i Rum Devleti (Anadolu Selçukluları Devleti) denildi. Eski Türkler, Roma İmparatorluğu halkını ‘Rum’, bu imparatorluğa bağlı toprakları da Roma diyarı manasına ‘Diyar-ı Rum’ veya ‘Rumeli’ olarak isimlendirirlerdi. Bu birleşik kelimedeki “Rum” kelimesi “Roma” sözcüğünün Osmanlı Türkçesindeki söyleniş biçimini, Rumeli sözü de bir zamanlar Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde kalan toprakları ve halkları ifade ediyordu. Mevlâna Celaleddin-i Rumi, Eşrefoğlu Rumi gibi isimlerdeki Rumi nispeti de hep Anadolulu anlamında kullanılmıştır. Kısacası Rumeli’nin bugün oldukça dar anlamda kullanılan Rum kelimesiyle, Yunanistan ve Yunanlılarla ilgisi yoktur.

Bu durum yalnız Türklerde değil, Araplarda ve İranlılarda da böyleydi. Selçuklular döneminde Rumeli adı Batı Roma için değil, Doğu Roma yani Bizans ülkesi için kullanılıyor, Anadolu’ya da ‘Rum ili’ deniyordu. Bizanslıların (Anatolia = Doğu) dedikleri topraklar Osmanlılar döneminde Türklerin Anadolu’su olmuş, Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda Doğu Roma İmparatorluğu’ndan fethettiği topraklara da Rumeli denmiştir. Osmanlılarda ise daha sonraları Rumeli kelimesinin, Balkanlar adlandırmasına denk bir kullanımı olmuştur.

Türkler, tarih boyunca genelde batıya doğru fetih ve vatan edinmek için yürümüş, bunu gaye ve ideal olarak benimsemiş bir millettir. Bu ideali ve yürüyüşü de güneşin batarken aldığı şekli kızıl bir elmaya benzetmelerinden ötürü kısaca ‘Kızılelma’ sözcüğüyle ifade etmişlerdir. Nitekim tarih boyunca Türklerin kızılelması İstanbul, Budapeşte, Viyana, Roma gibi hep batıda olmuştur.
Balkanlar, dünyaya hâkim olmak, düzen ve nizam vermek iddiasında olan her millet ve devlet gibi cihangir bir millet olan Türkler, ebed müddet yaşamak isteyen Osmanlılar için de çok önemli olmuştur. Nitekim Osmanlı Devleti kurulduğu tarihten itibaren 150 yıl boyunca yönünü batıya, Balkan topraklarına çevirmiş ve hep batıya, kızılelmaya doğru ilerlemiştir.

Balkan kelimesi bugün aşağı yukarı dünyanın bütün dillerine girmiş, coğrafya, tarihi coğrafya, siyasi ve kültürel coğrafya deyimi olarakyaygın bir biçimde kullanılmaktadır.Balkan ismi daha çok Avrupalı tarihçiler tarafından özellikle de Fransız İhtilali sonrasında biraz da buraları Osmanlı Devletinden koparıp parçalamak, bu coğrafyadaki etnik milliyetçiliği, bölücülüğü, ayrılmayı, ayrışmayı, parçalamayı körüklemek amacına yönelik olarak kullanılmıştır. Nitekim siyasi literatürdeki balkanizasyon tabiri de bunu ifade etmektedir.

Balkanlar her zaman dünya barışı için de son derece önemli, adını oluşturan iki heceden de anlaşılabileceği üzere, bal gibi tatlı ama çoğu zaman da çok kanlı bir bölge olmuştur. Osmanlı Devleti, dünyaya nizam ve düzen verebilmek için buna Balkanlardan başlanması gerektiğini, Osmanlı Devletinin ve başkent İstanbul’un savunmasının Tuna’nın ve Balkanların ötelerinden başladığını çok iyi tespit edebilmiş, asırlar boyunca buna uygun politikalar ve stratejiler geliştirebilmiş ve uygulayabilmiştir. Bu anlayışın doğruluğu da asırların tecrübeleriyle test edilip doğrulanmıştır. Çünkü Balkanlarda huzur, barış, güven ve istikrar sağlanmadan dünyada da sağlanamayacağı tarihi tecrübelerle sabittir. Nitekim dünyanın gördüğü en büyük iki savaştan Birinci Dünya savaşı Balkanlardan çıkmış, bu bölge İkinci Dünya Savaşının da en önemli cephelerinden, savaş alanlarından olmuştur.

Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesinden silmek isteyen emperyalist devletler, Balkanları daha da bölmek, parçalamak, birbirine düşman etmek için en başından beri Balkanizasyon (Balkanlaştırma, bölme, parçalama) politikaları izlemişler, hem Balkanları hem de bütün dünyayı sık sık savaş hattı ve ateş çemberi içine atmışlardır. Fakat şurası da bir gerçektir ki, onların bu politikaları ve uygulamaları Balkan halkları dâhil, şimdiye kadar hiç kimseye, hiçbir millete bir yarar sağlamamıştır, bundan sonra da sağlamayacaktır.

BALKANLARIN ÖNEMİ

Muhteşem ve mucizevî Türk irfanı, Türk Milletinin Rumeli’ye bakışını, Rumeli’nin onun gözündeki ve gönlündeki yerini, asırların tecrübesiyle, Balkanların ve Balkan Müslümanlığının, Türk Milleti, Türklük ve Müslümanlık için taşıdığı önemi, asırlardan beri dilden dile dolaşan bu özdeyişle çok güzel ifade etmiştir. Bu güzel özdeyişle Balkanların önemini çok iyi vurgulan Türk Milleti, elbette Rumeli yıkımının ve kaybının nelere mal olabileceğini de çok iyi biliyordu. Ama ‘Lafın tamamı ahmağa söylenir!’ anlayışındaki Türk irfanı bu sözün de tamamını açık olarak belirtmemiş, gerisini anlamayı bunu çok iyi anlaması ve gerekli dersleri çıkarması gerekenlerin aklına, fikrine, izanına, anlayışına bırakmıştır.

Balkanlar ve Rumeli üzerine yazılmış çizilmiş pek çok kitaplar, söylenmiş sayısız sözler vardır. Fakat herhalde Rumeli’nin bizim için taşıdığı değeri, dini, siyasi, sosyal, kültürel, tarihi, iktisadi, stratejik vb gibi açılardan olağanüstü önemi, bu kadar kısa ve veciz bir sözle, bu kadar iyi, güzel, doğru bir biçimde ve tam olarak ifade edebilmek başka kimseye ve başka bir millete nasip olmamıştır. Türk Milleti, o olağanüstü feraseti ve basiretiyle Rumeli’nin değerini ve önemini asırlar öncesinden bu kadar iyi anlayabilmiş, keşfedebilmiş, tespit edebilmiş, Rumeli’yi kaybetmenin dünyayı kaybetmekten daha büyük bir felaket olacağını, Rumeli’yi kaybedenin Anadolu’da da barınmasının kolay olamayacağını bu tek cümlelik vecizesine sığdırabilme başarısını da gösterebilmiştir. Türk Milleti, aslında başka bir Milletin yazılı ve sözlü kültüründe bulunamayacak değerdeki sözleri, özdeyişleri, vecizeleri ve atasözleriyle de büyük bir Millettir.

Konuya biraz daha yakından bakılır ve incelenirse Anadolu ile Rumeli’nin kaderlerinin birbirine çok yakından ve sıkı sıkıya bağlı olduğu çok iyi anlaşılır. Bu yüzden Türklerin Ata yurdu Orta Asya’dan beri söyleyegeldikleri: ‘Dünya yıkılsa Rumeli’ne sığar; acep Rumeli yıkılırsa ne olur?!’ özdeyişi, sadece duygusal, romantik bir duygunun, düşüncenin ve gönül bağının ifadesi değil, aynı zamanda çok önemli bir gerçeğin de ifadesidir. Türk Milletini, Türkçeyi, Türk mantalitesini, Türk ifade ve anlatım tarzını doğru dürüst anlayamayanların bu sözle ifade edilmek istenenleri anlayabilmeleri de mümkün değildir. Allah Türk milletini yönetici, idareci bir millet olarak yarattığı gibi Türkçe’yi de bir yönetim dili olarak geliştirmiştir. Mesela dünyadaki bazı diller sıfat ağırlıklı diller oldukları halde Türkçe fiil ağırlıklı bir dildir. Bu kısacık cümle içinde bile dört tane fiil kullanılmıştır. Türk milleti, yağcılık, yalakalık, mübalağa yapmaktan, palavra atmaktan hoşlanmadığı gibi Türkçe de çoğu başka diller gibi yalakalığa, mübalağaya, palavraya müsaittir değildir. Türkçe’de her şey son derece net, açık, kesindir. Az sözle çok şey ifade edilir. Türkçe’de lafın tamamı ahmağa söylenir. Burada söz de Türkçe’nin ifade kabiliyetinin ve az sözle çok şey ifade edebilme özelliğinin en güzel örneklerindendir. Daha Rumeli bizim olmadan söylenmeye başlanan bu sözde Rumelinin öneminden, Rumeli hakimiyeti ile dünyaya hakimiyeti arasındaki ilişkilere, Rumeli’ye ve dünyaya hakim olmanın, cihangir, töreli, dünyaya nizam verebilecek bir millet olmanın şartlarına kadar pek çok arka plan bilgisi bu sözün arkasında gizlidir. Bunu ancak Türk imanına, irfanına, mantalitesine, düşünce tarzına sahip olanlar ve sahip oldukları ölçüde anlayabilirler. Burada cihangir bir millet olma iddiasında olan Türk milletine Rumeli’ye (Anadolu ile Balkanlara beraber ve birlikte) sahip olmadıkça bunu gerçekleştiremeyeceği, Rumeli’yi vatan etmenin, elde tutmanın, fethetmekten daha zor olduğu, bunun için çok büyük bir iman, inanç, ideal, ruh, gerektiği, ancak o ruhla ve inançla buraların vatan edinilebileceği, bütün dünyası yıkılsa bile Rumeli elinde oldukça yeniden ayağa kalkabilmesinin, dirilmesinin mümkün olduğu anlatılır. O ruhun ne olduğu, ne kadar hayati bir önemde olduğu da Türk Milletinin ve dünyanın en büyük mimarlarından Mimar Sinan tarafından, en büyük eseri olan Rumeli’nin ortasındaki Edirne Selimiye Camii’nde lafla, sözle değil ama herkesin kolayca göremeyeceği bir yere işlenmiş küçük bir ters lale motifiyle anlatılmıştır. Ters lale hilal kelimesinin tersinden okunuşudur. Aynı zamanda lale, hilal ve Allah kelimeleri Arapça’da aynı harflerle yazılır, ebced hesabıyla her üçünün de sayısal değeri 66 etmektedir. Mimar Sinan demek istemiştir ki: ‘Siz İslamın bayraktarlığını yaptığınız ve kendinizi İlâ-i Kelimetullah yolunda cihada adadığınız için Balkanlara ve dünyaya sahip olduğunuz. Bu hakimiyetinizi, gücünüzü ve üstünlüğünüzü de ancak bu sayede devam ettirebilirsiniz. Eğer bu bayrağı, hilalle temsil edilen Allah inancını terk eder elinizden bırakırsanız, batarsınız!’

Büyük İskenderden Sezar’a, Eski Yunan’dan Perslere, Romalılara, Bizanslılara kadar, hatta günümüzün süper devletleri Rusya ve ABD’ye kadar herkes Balkanlarla ilgilenmiştir. Ama bu bölgede Osmanlı’dan daha uzun kalabileni, huzur, barış ve istikrar sağlayabileni olmamıştır. Acaba bunun sebebi nedir?

Rumeli adı, her ne kadar, Osmanlılar döneminden beri daha çok devletin Avrupa kıtasında kalan topraklarını anlatmak için kullanılmış olsa da, bu ad daha önceleri bu kadar dar bir coğrafi alanı değil, çok daha geniş bir bölgeyi kapsıyordu. Bu özdeyişteki ‘Rumeli’ adı o zaman sadece Balkanları değil, Balkanlarla beraber bütün Anadolu’yu da ifade ediyordu. Nitekim ilk Türk yerleşmelerinden itibaren Anadolu’nun tamamı ‘Diyar-ı Rûm’ yani Rumeli olarak adlandırılmaktaydı. Doğu Anadolu’nun en önemli şehirlerinden ve giriş kapılarından birine, Erzurum (Arz-ı Rum = Rum ili) adının verilmiş olması, Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Eşrefoğlu Rumi gibi pek çok manevi fetih önderlerinin ve liderinin de Rûmî (Rumeli’li, Roma’lı, Anadolu’lu) mahlasını ve nisbetini tercih etmeleri hiç de boşuna ve anlamsız bir seçim değildir.

Osmanlı Devleti, daha kurulur kurulmaz gelişme yönünü batıya, Balkanlara doğru çevirmesi, 150 yıl boyunca hep batıya doğru yayılmaya çalışması, Balkanları fethederek, bu toprakları vatanlaştırmayı kendisine birinci öncelikli hedef seçmesi çok dikkat çekici durumdur. Bunda Türk milletinin bu temel felsefenin ve anlayışının çok büyük bir rolü vardır.

Özellikle batı Türklerinin kaderi açısından, Balkanlarla beraber Anadolu toprakları, her zaman birbiriyle çok yakından bağlantılı ve bağımlı olmuşlar, birbirlerinin ayrılmaz parçası olmuşlardır. Osmanlı Devleti, Asya’da Anadolu, Avrupa’da Rumeli ve ortada başkent İstanbul jeopolitik dengesi üzerine kurulmuş ve yaşayabilmişti. Osmanlı Devletinin bu kadar uzun ömürlü olabilmesinde bu jeopolitik dengenin çok önemli bir rolü vardır. Bu yüzdendir ki, Rumeli Fatihi olarak tarihlere geçen Orhan Gazi’nin büyük oğlu Gazi Süleyman Paşa’nın 28 Mayıs 1354 tarihinde ilk defa kalıcı olarak ve bir daha çıkmamak üzere Çanakkale Boğazından karşı kıyıya yani Rumeli’ye geçişi Türk Tarihinin en önemli olaylarından biri sayılır.

Süleyman Paşa’dan önce de birçok kereler karşı kıyıya geçilmesine rağmen bu geçişler gidiş dönüş şeklinde olmuş, kalıcı fetih veya vatanlaştırma amacıyla olmamıştı. Osmanlıların Rumeli’ye kalıcı olarak geçmeleri, tarihi açıdan çok önemli sonuçlar doğurmuş, Bizans’ın karadan ve denizden Avrupa ile ilişkileri kesilmiş, yaklaşık yüz yıl kadar sonra İstanbul’un fethine de zemin hazırlamıştı. Şehzade Süleyman Paşa ve 40 alpereninin öküz derisinden şişirdikleri tulumlardan sal yaparak Çanakkale Boğazı’nın en dar yerinden bu toprakları diyarı İslama katabilmek amacıyla Avrupa yakasına geçişlerinin ne kadar büyük ve önemli bir olay olduğunu en iyi anlayabilen ve ifade edenlerden biri de Mevlid şairi Süleyman Çelebi’nin ana tarafından dedesi Şeyh Mahmud olmuştur. Şeyh Edebali’nin oğlu, Osman Gazi’nin kayınbiraderi, Şehzade Süleymân’ın silah arkadaşı olan Şeyh Mahmud, bu unutulmaz şehidin adını daha sonra Mevlid’i de yazacak olan torununa koymuş, onun Rumeli’yi Osmanlı’ya ve İslama yâr etmek için yaptıklarını ve bu yoldaki olağanüstü başarılarını şahadeti üzerine yazdığı mersiyesinde şöyle tebcil etmişti:

Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın!

Yakasın Rumeli’nin dest-i takva (takva eli) ile almışsın!

Gerçekten de Rumeli kılıç zoruyla değil, takva eliyle, İlâ-i Kelimetullah idealiyle alınmış ve İslam topraklarına katılmıştır. Bu büyük, olağanüstü ve mucizevi başarı ve kazanç, başta Gazi Süleyman Paşa olmak üzere bunu başaranları Türk İslam tarihinin en büyük, en unutulmaz şahsiyetleri arasında katmıştır.

Rumeli’nin İslam’ın ışığıyla aydınlanmasından sonra Anadolu ve Balkanlar, bütün Türk ve İslam dünyasının umudu, kalbi, merkezi, temeli, ana binayı ayakta tutan esas sütunu, direği haline gelmiştir. Bu durum, bütün Müslümanların gözünü ve gönlünü batıya çevirmiş, Kızılelmaya doğru yolculuk Türklerin ortak bakış açısı, düşüncesi, tartışmasız olarak kesin kabulü ve ideali haline gelmiştir. Gerçekten de Osmanlı Devleti Balkanlara doğru genişledikçe güç ve kuvvet kazanmış, Balkanları kaybettikten sonra ise, neredeyse bütün direncini ve savunma gücünü kaybetmiş, dış saldırılara karşı koyamaz, karşı duramaz, kendini koruyamaz, yabancı işgallere de açık hale gelmiştir.

Türk Milletinin bu görüşü, tarihi süreç içerisinde asırlardan beri yaşanan tecrübelerle, türlü olaylarla tarih laboratuarında defalarca test edilmiş, her defasında doğruluğu pek az tarihi yargıya nasip olabilecek bir kesinlikle onaylanmıştır. Bu görüşün, anlayışın, değerlendirmenin, siyasetin, stratejinin ve teorinin ne kadar doğru, sağlam ve yerinde olduğu, buna aykırı her tutum ve davranış karşısında çok ağır bedeller ödenmesinden de bellidir. Örneğin, kurulduğu günden itibaren yüz yılı aşkın bir süre yönünü hep Batıya ve Balkanlara doğru çeviren, o yönde ilerleyen Osmanlı Devleti, Yıldırım Beyazıt’la beraber doğuyla da ilgilenme, hâkimiyetini doğuya doğru da genişletme ihtiyacını duydu. Fakat daha yönünü doğuya çevirir çevirmez büyük bir dirençle karşılaştı, Anadolu’daki Türk beylikleriyle çatışma içerisine girdi. Osmanlı Devleti bu vakitsiz, belki de yersiz strateji hatasının bedelini, doğudan gelen ve Anadolu beylerinin de desteğini alan Timur saldırıları karşısında dağılma ve tarih sahnesinden silinme tehlikesi altına düşmekle ödedi (1402). Timur orduları, Anadolu’daki Osmanlı topraklarını ve şehirlerini işgal, yağma ve talan ettiler, her tarafı yakıp yıktılar, ardından da bu toprakları eski sahipleri olan beyliklere geri verdiler. Anadolu kaybedilmişti ama Balkanlar hala Osmanlı Devleti’nin eldeydi ve Timur Balkanlara geçememişti. Rumeli’nin elde kalması sayesinde, onbir yıllık bir Fetret Devrinin (1402-1413) ardından Osmanlı Devleti, efsanevi Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerinden yeniden daha güçlü ve daha sağlam bir şekilde doğabildi, dirilip ayağa kalkabildi. Yıkılan ve yerle bir olan Osmanlı Devletinin, yani koca bir dünyanın, Rumeli’ne sığabileceği öngörüsü böylece bir kere daha test edilmiş ve tam anlamıyla doğruluğu ispat edilmişti. Elde, yıkılan dünyanın sığabileceği bir Rumeli bulunduğu için, Osmanlı Devleti yeniden, bir kere daha, üstelik eskisinden çok daha güçlü bir şekilde gelişip güçlenebilmiş, koca bir çınar gibi dallarını dünyanın bütün iklimlerine yayabilmiş, asırlar boyunca da dünyanın tek ve en büyük süper gücü olmayı başarabilmiştir. Bu yeniden dirilişte ve ayağa kalkışta, hiç kuşkusuz Balkanlara sahip ve hâkim olabilmenin çok büyük bir yeri ve önemi vardı.

Türk Milleti, yakın tarihte, kendisine Rumeli’nin ne kadar önemli olduğunu çok büyük bedeller ödeterek ispatlayan çok acı olaylar yaşamıştır. Ne yazık ki biz Rumeli’yi ve Balkanları, buraların önemini yeterince takdir edemediğimizden, hem de çok kolay ve basit bir şekilde kaybettik. Bazı tarihçiler, Osmanlı Devletinin gerçek yıkılışının Balkan Savaşını ve Balkanları kaybetmesiyle gerçekleştiğini, ondan sonra yaşananların ise zaten kaybedilmiş bir mücadelede uzatmaları oynamaktan öteye geçmediğini söylerler. Nitekim Balkanların kaybının (1912) üzerinden daha on yıl bile geçmeden, başkent İstanbul dâhil Anadolu’nun büyük bir bölümü düşman işgaline uğramış (1919), yaşanan acı olaylar anlayabilen herkese Balkanların ne kadar büyük bir hayati önemi haiz olduğunu bir kere daha ve çok açık bir şekilde ispat etmiştir. Açıkça ortada olduğu gibi, Balkanlar elden gidince, ne devleti, ne milleti, ne ülkeyi, ne Anadolu’yu, ne de Osmanlı’yı sağlam bir şekilde ayakta tutabilmek mümkün oldu.

Balkanların bizim için tarihi, kültürel, iktisadi, siyasi, sosyal vb önemi üzerinde ne kadar durulsa yine de azdır. Ancak sözü fazla uzatmamak için şimdilik Eski Zağra Müftüsü Raci Efendi’nin Balkanların Türkiye için taşıdığı ikstisadi ve siyasi öneme işaret şu beytiyle yetinelim:

Besledi beşyüz sene İstanbul’u

Devleti teyid eden (destekleyen, güçlendiren) Rumeli!

BALKANLAR VE ANADOLU İLİŞKİSİ


Balkanlarla Anadolu arasında şaşılacak kadar çok benzerlikler, paralellikler, ilişkiler, ilgi ve alakalar, kader birlikleri vardır. Bunların her iki coğrafya ve halkları açısından taşıdığı büyük önem tarih boyunca, özellikle de bizim yakın tarihimizde neredeyse matematiksel bir kesinlikle ispat edilmiştir.

Bu benzerlikleri, paralellikleri, ilgi ve alakaları isim benzerliklerinden coğrafi benzerliklere, muhatap oldukları tehdit ve tehlikelerin benzerliğinden, halklarının huy, karakter, adet, gelenek, görenek, dil, kültür ve tarih benzerliklerine kadar genişletebilmek mümkündür. Örneğin Osmanlı Devletinin batıya, Avrupa’ya çıkış kapısı Balkanlara Rumeli dendiği gibi, onu doğuya, Asya’ya bağlayan, Anadolu’ya giriş kapısı niteliğindeki en büyük şehrine de aşağı yukarı aynı isim verilmiştir. Erzurum ve Rumeli aynı anlama gelmektedir. Anadolu’nun doğusu ile Balkanlar coğrafi açıdan da birbirlerine çok benzedikleri gibi, halklarının kaderleri, karakter yapıları arasında da ilginç benzerlikler vardır. Her iki bölge de Osmanlı Devleti’nin son asrında devletin, milletin müdafaa hattı durumuna gelmişler, mücadelenin en çetinleri bu yörelerde yaşanmıştır. Osmanlı Devleti son iki asrında Ruslar tarafından Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden kıskaca alınmaya çalışılmış, her iki bölge çoğu zaman aynı anda, aynı düşmanlara karşı hem kendisinin hem de bütün devletin ve milletin varlığını, birliğini, dirliğini ve bekasını savunmak zorunda kalmıştır.

Her iki bölgede yaşayan özellikle Müslüman halkların karakter yapıları ve huyları arasında o kadar yakın benzerlikler vardı ki, örneğin Arnavutlara Balkanların Kürtleri deniyordu. Bu benzerlikleri çok iyi görebilmiş ve teşhis edebilmiş büyük bir siyasi deha olan Sultan II. Abdülhamid Han da her iki bölge için benzer politikalar geliştirerek uygulamaya koymuş, yıkılmanın eşiğindeki Osmanlı Devleti’ni bu akıllı politikaları sayesinde 33 yıl daha, hem de güçlendirerek ayakta tutmayı başarabilmişti. Abdülhamid’in uyguladığı politikaların ne kadar doğru ve yerinde olduğu çok başarılı sonuçlarıyla kendini göstermiş, bu politikalardan sapılmasıyla ayrılık, gayrılık davasına kalkışan Arnavutlar ve Balkan Müslümanları büyük bir ateş çemberinin içine düşmüşler, Doğu Anadolu ve Kürtler ise son anda ve çok büyük bir mücadelenin ardından felaketin kıyısından dönebilmişlerdir. Bütün yaşananlar, olup bitenler her iki bölgenin kaderinin birbiriyle ve bütün milletin kaderiyle ne kadar bağlantılı olduğunu ibretle bakabilenlere açık seçik bir şekilde gösteriyor.

BALKANLARIN VE BALKAN MÜSLÜMANLARININ ÖNEMİ

Balkanlar ve Balkan Müslümanlığı, hem Osmanlı Devleti’nin birlik ve bütünlüğü, hem Anadolu’daki, hem de bütün dünyadaki Türk-İslam varlığı için her zaman son derece hayati önemde olmuştur. Balkanlar ve Balkan Müslümanlığı, asırlar boyunca devletin, milletin, vatanın kilidi, kapısı, anahtarı ve bekçisi olmuştur. Balkan Müslümanları, bu serhat bekçiliği görevlerini, gerektiğinde çok büyük bedeller de ödeyerek asırlar boyunca şanla, şerefle ve başarıyla yerine getirdiler. Yakın dönemde önce Osmanlılardan, daha sonra da Türkiye Cumhuriyetinden ve anavatandan arzu ettikleri, umdukları, bekledikleri yardım, destek ve ilgiyi göremeseler de, her zaman candan ve gönülden bağlı oldukları milli ve manevi değerlerine, vatanlarına, milletlerine, dinlerine, diyanetlerine, ecdat yadigârı maddi ve manevi kültür miraslarına samimiyetle bağlı kalmayı, sahip çıkmayı ve bunları canla başla savunmayı hep sürdürdüler. Bunu varlık ve beka sebebi olarak gördüler.

Balkanların ve Balkan Müslümanlarının önemi, tarihin hiçbir döneminde asla azalmamış, tersine hep artarak devam etmiştir. Fakat ne yazık ki, Türklüğün ve Müslümanlığın geleceği için onların bu hayati önemlerini ve gereklerini çok iyi bilmesi, anlaması, takdir edip gereğini yapması gerekenlerin bu feraset ve basireti her zaman gösterebildiklerini söyleyebilmek mümkün değildir. Bu basiret ve ferasetin son medeniyet buhranı dönemimizde iyice dibe vurması, gittikçe daha da gerilemesi geleceğimiz açısından son derece korkutucu ve ürkütücü bir tablo halini almıştır. Son birkaç asırdan beri çektiğimiz sayısız ve sınırsız sıkıntılar yanında Balkanların ve Balkan Müslümanlarının önemini, gereğini ve gerekliğini yeterince anlayıp, algılayabilecek, takdir edilebilecek devlet adamı ve aydın açısından kıtlığı, yokluğu ve yoksunluğu da çekiyoruz. II. Abdülhamit Han gibi yok denebilecek kadar az sayıda şahsiyetler hariç tutulacak olursa, devletin üst yönetim kadrolarına bu nitelikte, çapta, kafada, kıratta, anlayışta ve özellikte devlet adamı, yönetici, aydın, ilim, fikir, düşünce ve eylem adamları yetiştiremediğimiz ortadadır. Zaten devletimizin, milletimizin başına gelen felaketlerin, içine sürüklendiğimiz acınası durumların baş müsebbibi de bu kahturricâl (adam kıtlığı) değil midir? Son dönemlerde yaşanan bazı olumlu gelişmeler ümit verici olsa da olması gerekenden, hele ideal olandan ne kadar uzakta olduğumuz, önümüzde alınması gereken daha çok yol, çözülmesi gereken çok sorun bulunduğu da bir gerçektir. Bunları en iyi ve en doğru şekilde algılayıp anlayabilecek feraset ve basirete sahip olabildiğimiz, kendimizi ve şartları ona göre hazırlayabildiğimiz, olaylar bize değil, biz olaylara yön verebilecek hale gelebildiğimiz ve gereğini de en iyi şekilde yerine getirmeye başladığımız zaman ancak ileriye ümitle bakabiliriz.

Balkanların ve Balkan Müslümanlarının stratejik önemini anlayamamanın acı sonuçlarını millet olarak biz her zaman çok büyük acılarla ve felaketlerle yaşadık. Bugün bile yaşamakta olduğumuz sorunların pek çoğu bu basiret ve feraset eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Balkanlar ve Balkan Müslümanları bizim için o kadar önemliydi ki; bizim Balkan Savaşlarını kaybetmemiz sadece milyonlarca silahsız, savunmasız Balkan Müslümanını zalim ve vahşi düşmanları karşısında zavallı küçük çocuklar gibi, kimsiz, kimsesiz, işlevsiz, yetim ve sahipsiz bırakmadı, bu yenilgiyle bizim acımasız can düşmanlarımız karşısındaki bütün savunma hattımız da çöktü, Balkan Savaşları yenilgisinin üzerinde daha bir yıl bile geçmeden, onların ölümcül ve yok edici tehditlerini ve silahlarını gırtlağımızda ve can evimizde hissettik. Emperyalist devletler, dinimizi, devletimizi ve milletimizi tarih sahnesinden silmek için, kolayca Çanakkale Boğazına gelip dayanıverdiler. Artık Balkanlar ve Balkan Müslümanları yanımızda olamadığı için, Çanakkale Boğazında gösterdiğimiz o olağanüstü direniş, dökülen onca kanlar, ödenen bedeller, verilen şehitler, hatta kazanılan zafer bile kurtuluşumuza yetmedi. Balkanların kaybından beş altı yıl sonra, Birinci Dünya Savaşının ardından, Devletin başkenti İstanbul dâhil, Anadolu’nun pek çok yeri düşman işgaline uğradı, düşman çizmeleri altında çiğnendi. Haritada çarşaf gibi geniş ve kocaman görünen vatan topraklarımızdan, ancak mendil kadarlık bir kısmını, o da inanılmaz fedakârlıklarla kurtarabildik. Anadolu ile Balkanların kaderinin birbirine ne kadar bağlı olduğunu bu olaylar bütün açıklığıyla ortaya koymaya yeter. Burada tarihin ve kaderin bir başka ilginç ve dikkat çekici cilvesinden söz etmek yararlı olabilir. Bilindiği gibi Rumeli’nin kaybının hemen ardından anayurdumuz Anadolu’yu da kaybetme tehlikesiyle yüzyüze kalmış, hiç olmazsa burayı kurtarabilmek için her türlü imkânsızlığa rağmen olağanüstü bir ölüm kalım savaşına girmek zorunda kalmıştık. Peki bu kurtuluş mücadelesini başlattığımız yerin, yani Erzurum’un ne anlama geldiğini acaba kaçımız biliyoruz. Bugün biz coğrafi olarak Erzurum’u Rumeli’den saymayız. ‘Erzurum nire, Rumeli nire?’ deriz. Ama ecdadımız, böyle demiyor, böyle düşünmüyor, Balkanlarla beraber Anadolu’nun tamamını Rumeli kabul ediyordu. Bu yüzdendir ki, Anadolu’nun giriş kapısı niteliğindeki en büyük şehre de Erzurum yani ‘Rumeli’ adını vermişler. Ecdadımızın tarih, coğrafya, kültür ve medeniyet bilincinin ne kadar yüksek, cihan hakimiyeti mefkuresinin de ne kadar ileri boyutlarda olduğunu, çok doğru ve sağlam temellere dayandığını sırf bu örnek ispatlamaya yeter. Ayrıca en son kurtuluş savaşımızın başladığı yerin en azından adının Rumeli, yani Erzurum olması da sadece bir tesadüf esere olmasa, üzerinde iyice ve derinlemesine düşünmemiz gereken çok daha derin anlamları olsa gerektir.

Öte yandan, bizim Balkanlara yönelik ilgimiz, alakamız azalırken, bu coğrafyaya bizden çok daha uzak olan Batılı emperyalist ülkelerin, özellikle de Rusya’nın ilgisinin gittikçe daha da arttığını görüyoruz. Çünkü onların ileri görüşlü ve donanımlı devlet adamları Balkanların öneminin çok iyi farkındaydılar. Başta Rusya olmak üzere bütün Batılı güçler, bu bölgeyle özel olarak ilgilenmeyi, dünyaya kendi çıkarlarına göre yön ve şekil verme politikalarının merkezine bu coğrafyayı oturtmayı, uygulayacakları, geliştirecekleri taktik ve stratejilerde Balkanlara ve Balkanlardaki belli etnik gruplara özel önem vermeyi, özel roller biçmeyi temel politika olarak benimsediler. Bölgede izledikleri Sırp-yanlısı ve anti-Müslüman bir politikaları gizleme gereği duymadılar, bunları politikacılarının ve devlet adamlarının eylem ve söylemleriyle de zaman zaman dışa vurmaktan çekinmediler. İngiliz Başbakanı Lloyd George, 1917 yılında yaptığı bir konuşmada, “Sırplar her zaman Avrupa medeniyetini doğudan (İslam dünyasından) gelen saldırılara karşı korumak için ellerinden geleni yapmışlardır” diyerek, Sırpları asırlar boyu “Doğu”dan gelen “İslami tehdit”e karşı “Kapının Bekçileri” olarak tanımlamış, böylece Sırp yanlısı, Müslüman düşmanı bakış açısını açıkça ortaya koyarak özetlemişti.

Batılı çevrelerin İslamiyeti Batı ve Balkanlar için tehdit unsuru, Sırpları da “kapının bekçileri” olarak gören bu algıları tarih boyunca hiç değişmemiştir. Balkan Müslümanlarına karşı asırlardan beri girişilen başta Sırp saldırganlığı ve kıyımı olmak üzere, bütün insanlık dışı saldırılara ve katliamlara batılılarca her zaman göz yumulmasının, hatta el altından desteklenip, kışkırtılmasının temelinde bu algı yatmaktadır. Bunun en son örneği de 1992-1995 yılları arasındaki Bosna Savaşında yaşanmıştır. Sırpların daha çok Müslüman kanı dökmelerinin, daha fazla toprak kazanmalarının sağlanması için Batının hiçbir müdahalede bulunmadan 3,5 yıl beklemesi, Avrupanın ortasında ve herkesin gözü önünde cereyan eden vahşi Sırp saldırılarına, etnik ve dini temizlik harekâtına sessiz ve seyirci kalması, hatta Müslümanlara karşı silah ambargosu uygulayarak ellerini kollarını iyice bağlaması da bu politikaların uygulanmasından başka bir şey değildir.

Rumeli tarih boyunca bizim için hep önemli, değerli, gerekli olmuştur. En sade vatandaşımızdan en üst düzeydeki devlet, kültür, sanat, ilim ve fikir adamlarımıza kadar Allah, tarih, millet ve insanlık önündeki görev ve sorumluluklarının bilincinde olan Türk Milletinin bütün fertlerinin de her zaman bunun bilincinde ve ayırdında olması gerekir. Zaten Türk olmak da, bir kişinin şu veya bu etnik kökenden gelmesiyle, kafatasının şekliyle değil, ancak bu gibi konularda ne kadar fark ve temyiz sahibi olduğuyla ölçülebilir. Kısacası, bu bilincin, fark ve temyizin asırlar boyunca bizim büyüklerimizin büyük ve anlamlı sözlerinde, şairlerimizin şiirlerinde, ozanlarımızın türkülerinde, musikişinaslarımızın şarkılarında, askerlerimizin marşlarında, halkımızın da atasözlerinde ve deyimlerinde hep yaşaması, yaşatılması ve terennüm edilmesi boşuna değildir.

Mustafa ATALAR

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR