Ana SayfaManşetTÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMU

TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMU

TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMU

İlim, irfan, fikir, düşünce, din ve tasavvuf adamlarından bazıları Türk Milletinin ve Türkçenin oluşumunu, devamlılığını ve sürekliliğini, insanlığın başlangıcıyla başlatırlar ve kıyamete kadar vardırırlar.

İnsanların dillerini farklı kılmasını kendi gücünün, kudretinin, varlığının, birliğinin delillerinden sayan Yüce Allah şöyle buyuruyor: O’nun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır (Rum Suresi, Ayet: 22).

Her dilin kendine has yasaları, özellikleri, üstünlükleri ve güzellikleri vardır. Kimisi edebiyat yapmaya, kimi şiire, kimi başka anlatım ve ifade üstünlüklerine sahiptir. Büyük milletleri ve büyük kültürleri büyük dillerin ortaya çıkardığı bir gerçektir. Bazı ilim, irfan ve fikir adamlarımız, Allah’ın en başından beri Türk milletini önder, yönetici bir millet, Türkçe’yi de tam bir yönetim dili olarak yarattığını, oluşturduğunu ve geliştirdiğini söylerler.

Örneğin, Ruhul Beyân Tefsirinin yazarı İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri (doğumu miladi 1652), İstanbul Kütüphanesi’nde kayıtlı “Hadîs-i Erbaîn“ adlı eserinde Bakara Suresi’nin 31. ayetinin tefsirinde şu rivayetlere yer verir:
Âdem’in cennetten çıkma vakti gelince Allah, cennetten çıkma emrini ona bildirmesi için Cebrail’i gönderir. Cebrail durumu Âdem’e bildirir. Fakat Âdem hiç tınmaz, yani bu emri duymazlıktan gelir. Cebrail durumu Allah’a bildirince Allah (c.c.) Cebrail’e, gidip bu emri ona lisan-ı Türki ile Türkçe söylemesini emreder. Cebrail gelip cennetten çıkma emrini Türkçe tebliğ edince Hazreti Âdem cennette duramaz. Cebrail ona ‘Kalk!’ der demez, hemen yerinden kalkıp cennetten çıkar. Hazreti Adem’e cennetten çıkması Türkçe emredildiği için, ahir zamanda yeryüzünde tasarruf da Türklerin olacaktır (İstanbul Kütüphanesi, 1317, s.26 )

İslam bilginleri ilk insan, ilk peygamber olan Hz. Âdem’e bütün dillerin öğretildiğini, onun ileride kendi soyundan bütün milletlerin dillerini fiilen veya potansiyel olarak bildiğini belirtirler. Cennetten çıkma emrinin ona başka dillerde tebliğ edildiğinde onun bunları duymazlıktan, anlamazlıktan gelebildiği, fakat Türkçe söylendiğinde kendisini hemen bunun gereğini yerine getirmek zorunda hissetmesi, Türkçenin ve Türk Milletinin diğer milletlere ve dillere üstünlüğü olarak gösterilmektedir. Böylece aynı zamanda Türkçe’nin, dolayısıyla Türk milletininin oluşum süreci ilk insan Hazreti Âdem’e kadar ulaştırılmaktadır.

Aynı fikir, düşünce ve inanışın izlerine Türk edebiyatında da rastlanır. Örneğin Kaygusuz Abdal bir şiirinde bunu şöyle anlatır:

Hak buyurdu Cebrail’e ‘Var!’ dedi
Âdem’i cennet içinden ‘Sür’ dedi
Geldi Cebrail Âdem’e söyledi
Hak buyurduğun âyân eyledi
Cebrail dedi ‘Çıkgil!’ uçmak’tan Âdem!
Tanrı’nın buyruğu budur, işbu dem!
Niçe ki söyledi hergiz gitmedi
Cebrail’in sözini işitmedi
Türk dilin Tanrı buyurdı: Cebrail!
Türk dilince söylegil, dur git degil!
Türki dilince Cebrail “Hey dur!” dedi
“Durugel, uçmağın terkin ur!” dedi.


( Gülistan, Ankara Kütüphanesi, Nu: 645, s. 49 ) “Kaygusuz Abdal, Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL, s. 272, Akçağ Yayınları)

Allah’ın kendisine bütün dilleri öğrettiği Hazreti Adem’e işlediği suçtan dolaya cenneti terk etmesi gerektiğinin Türkçe emredilmesi de Türkçenin başka hiçbir dilin anlatamayacağı kadar üstün bir ifade ve yaptırım kabiliyeti olduğuna, dolayısıyla Türkçenin tam bir yönetim dili olduğuna da delil sayılmaktadır.

Çok muhteşem, kesin, keskin, akıcı, akılcı, fonetik, kolay söylenebilen, tam ve doğru anlaşılabilen, matematiksel bir ses düzenine sahip Türkçe, asırlar boyunca türlü merhalelerden de geçerek kendi kendi yasalarının dışındaki hiçbir zorlamayı kabul etmeden çok nefis, çok zengin bir yapıya kavuşarak tam bir yönetim dili haline gelmiştir.

Dil, insanların iletişim aracıdır. Diğer insanlara beyanıdır. Eğer diğer insanlara anlatacak bir şeyiniz varsa bunu en iyi dille anlatırsınız. Dil, hem etkili bir iletişim, hem de verimli bir eğitim aracıdır. İnsan zihninin duygu, düşünce ve hayalleri ile dış gerçek dil ile temsil edildiği gibi, zihnin kazanımları da dil ile muhafaza edilir. Dil ile insan kendini, düşüncelerini, hayallerini vb karşısındakine anlatmak istemekte, bir anlamıyla var oluşunu ifade etmektedir. Var olmanın söz konusu olmadığı bir yerde, konuşmanın, bunu sağlayan dilin de bir anlamı yoktur.

İnsanın mensup olduğu milletin dilini yeterli bir anlama ve anlatma yeteneği kazanabilmesi, o dildeki bütün kelimeleri doğru telaffuz ederek, imlasına ve kurallarına uygun bir şekilde dilin bütün imkanlarını kullanarak yazılı ve sözlü anlatabilmesidir. Her milletin dili farklı olsa da, dillerin varlığı ilahi bir hediye ve atalardan bir bağıştır. Bunu gelecek nesillere, daha da güçlenmiş bir şekilde ve yaygın bir anlayış birliği sağlayarak devretmek herkesin toplumsal bir görevidir. Farklı düşüncelerin varlığı, aynı zamanda dilin ifade gücünün zenginleşmesi ve güçlenmesidir. Farklı düşüncelere ifade yasağı getirilmesi, insanın ağzının kapatılması gibidir. Dil, bir anlamda milletlerin bilinçaltıdır. Dil binlerce yılda tarihi derinlik, bir duyuş, anlama ve ifade gücü kazanır. O millete mensup herkes kelimelerin ruhunu içinde hisseder ve anlamını kavrar.

Dil kendini ifade eden milletin karakterini gösterir. Toplumun en alttan en üst hiyerarşisine kadar dilin kullanımı önemli bir ifade tarzıdır. Kurum ve kuruluşlara verilen adlara varıncaya kadar kendini ele veren bir işaret vardır. Acem mübalağası, kendini en iyi Farsça’da gösterirken, Türk tevazuunu, alçak gönüllüğünü de bir sevgi ve küçültme eki olan ‘cik’ takısını sultanları için bile kullanabilmelerinden, Koskoca Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’i bile Osmancık anabilmelerinden anlamak mümkündür.

Dilin iktidarı ve iktidarın dili o toplum ve devlet için çok önemli göstergelerden biridir. İktidarlar, dili hakim olmanın aracı olarak görürler, istilaya uğrayan yerler aynı zaman hakim milletlerin dillerinin istilasına da uğrar. Buna istilaya uğrayanlar en büyük katkıyı yapar. Dilden sonra zihniyetler de hakim milletlere meyleden bir akış içine girer. Dil fakirleşmeye başlar. Dildeki bu fakirleşme ile zihniyetler değişir, ufuklar daralır, dünyalar küçülür.

Başkalarının kavram ve terimleriyle konuşulmaya, başka değerler egemen olmaya başlar. Çoğu kavram ve terimlerin kendi dillerinde karşılığı bile bulunmaz, kendi dillerine tercüme edilemez olur. Doğuda batıdaki anlamda bir demokrasinin yerleşememesini tercüme ve zihniyet sorununa bağlayanlar vardır. Doğu medeninin tarih içindeki kendi tecrübelerinden hareketle, ideal bir yönetim sistemi çıkaramamasının sebebi, tabi olmayı içine sindirebilmesinden dolayı, bütünüyle batıya benzemek ve onun kurumları ile güçlenmek istemesindendir. Sonuçta batı terimleriyle konuşan, doğulu despot yönetici tipleri ortaya çıkmıştır.

Batının egemenlik yollarından biri mahalli dillere özgürlük vermektir. Ortak duyuşları ifade güçlüğü yanında etnik diller, etnik zihniyetlere vücut vererek düşüncelerin ve dünyaların daralmasına yol açar. Mücadeleye dayalı iktidar ilişkileri dilin fakirleşmesine neden olur. Bütün terimler, çatışma ve gerilim dilinin anlamlarına sıkışır kalır. Artık laiklik, egemenlik, anayasa, anayasal vatandaşlık, bölücülük, irtica, köktendincilik, ulusal güvenlik gibi terimler, milletçe ortak kabul bulan anlamları yerine, iktidar diline ait kelimeler olarak parçalayan, parçalanan bir düşünce tarzının ürünlerine dönüşmüştür. Siyasi bağlamda tartışılan Kürtçe, Kürtlere ait bir dil, bir durum olmaktan çıkmış, çatışmanın bir aracı, parçalanmanın bir yolu, batı egemenliğinin bir aleti haline getirilmiştir. Yeni bir çatışmaya, çözümlenemez sorunlara yol açan bir dil arayışının, asırlardır sahip olduğu dayanıklılığa ve gücüne rağmen Türkçenin baş edemediği sorunlarla Kürtçe’yi karşı karşıya bırakır. Bu nedenle Kürtçe, kendine doğal bir zemin oluşturma yerine çatışmanın bir unsuru haline dönüşmüş bir dile ulaşma arayışı olmaktadır. Bu çaba, o dile bir darbe ve dil mensuplarına bir zulüm olduğu gözden kaçırılmak istenmiş ve sadece bir temel hak ve hürriyet sorununa indirgenmiş olmaktadır.

Dil ilmi ile uğraşanlarca kabul edilmiş bir gerçektir ki, ‘her dil, sadeliğe ve kolaylaşmaya doğru gitmektedir. Bu gidiş genel kültürün ilerlemesinden doğar. Düşünce durulaştıkça ve bulanıklıktan kurtuldukça karışık ve kapalı tasavvurlardan da kurtulur. Dil de perişan ve dağınık kuralları atarak durulaşır ve maddilikten maneviliğe doğru gider. Ancak sadeliği ve kolaylığı, dilin fakirleşmesi olarak anlamamak gerekir. Bu dile ilişkin kuralların herkes tarafından bilinen ve uygulanan bir güce dönüşmesi anlamında anlaşılmalıdır. Yoksa başlangıçta zor ve kompleks bir dil üretildiği anlaşılabilir. Oysa belki elitlerle halkın dilinin birbirine yakınlaşması kastedilmelidir. Tabii burada istenen, halkın aydınların diline yaklaşmasıdır, yoksa aydınların kullandığı kelime sayısının ve dil gücünün azaltılarak halka inmesi değildir.

Türkçe bilim dili olabilir mi, edebiyat ve hitabet için yeterli mi, İngilizce karşısında gerilemekte midir, insanımız 300-500 kelime ile konuşarak bir fakirleşmenin, duyuş ve düşünce fukaralığının içine mi itilmektedir tartışmaları sürüp giderken, Türkiye tabi bir ülke haline mi geliyor, bütünüyle bağımsızlığını kaybetme tehlike altında mıdır tartışmaları gözden kaçmaktadır. Siyasi, ekonomik bağımsızlığı zedelenen bir ülkenin dili de zedelenecektir. Ancak egemen bir güç sahibi olanların dili yetkin ve güçlü olacaktır. Sürekli krizler içinde boğuşan ve insanları daraltılmış bir geçim endişesi içinde boğulan bir ülkenin dil iklimi de böyle bir yetkinliğe ulaşma çabalarından çok, kısır siyasi çekişmelerin daralttığı kavram ve terimler çerçevesinde tartışılan bir girdaba ve kaosa teslim olacaktır.

Türkiye bir yanda dilini ve sesini kaybetmiş, siyasi, ekonomik, kültürel bir kuşatma içinde iken, diğer yanda Las Vegas şartlarında pırıltılı, ancak kof bir hayatı yaşayanların ve bu hayat tarzını sürekli topluma kakan bir medya anlayışının makasına alınmıştır. Aydınlar, toplumun duygu ve düşüncelerini edebi bir seslendirmeye yönelmemiş, çağdaş hayatın yeni kavram ve terimlerini toplumun anlayacağı bir dile tercüme edememiş ve Türkiye herkesin kendi içine kapandığı bir çıkmaza varıp dayanmıştır. (s. 187)

Kendi duygu ve düşüncelerini ifade edemeyen, içinden çıkan aydınlar tarafından ifade edilmediğini gören toplum, dilinin imkanları ile konuşmayı bir yana bırakmış ve tepkilerini kaba, saldırgan ve beden dili ile ifade eden bir dilsizliğe dönüş başlamıştır.

Çocuklarına Vural, Hıncal, Öcal …. Gibi iç dünyalara ait hisleri ad olarak, Melisa, Selin, Suzan, Aylin ….gibi kendi olmaktan çıkmaya teşne bir açılım yaşayarak pervasız ve fütursuz bir hayat yaşayanlar ile herkesin çocuklarına Fatih adı koyduğu bir çıkış arayanların ortak bir dili olması mümkün değildir.

Hem İngilizce hem İbranice Laila, Eskidji, Pahsa, Reina adındaki işyerleri ile batı hayat tarzının egemenliğini ve sosyal patlamanın adresini gösterirken, pazarlarda meyve-sebze atıklarını toplayarak ayakta kalmaya çalışanların aynı Türkçe ile anlaşmaları mümkün değildir.

Sorun sadece Türkçe kelimeler yerine yabancı kelimelerin kullanılması da değildir. Sorun zihniyet değişimidir. Zihniyet değişimi ile Türkçe olan kelimelerin içeriği boşalmakta, kelimelerde anlam kaymaları meydana gelmektedir. Zaman ve mekanla ilgili olarak anlam değişmelerinin olması normaldir. Bir dilin yaşaması ve gelişmesi için bu gerekli de olabilir. Tehlikeli olan zihniyet değişikliğine paralel bir şekilde dilin, kelimelerin anlam kaymalarına uğramasıdır. Artık insanlarımız ortak bir dünyanın kelimeleri ile konuşmamakta, konuşulan kelimeler herkeste aynı anlamları çağrıştırmamaktadır.

Artık kazalara biz değil ‘trafik canavarları’ sebep oluyor, ekonomiyi biz berbat etmiyoruz ‘enflasyon canavarı’ ediyor. Milletimiz, fail olmaktan çıkmış, edilgen bir kitleye dönüşmüştür.

Egemen irade, kendi dilini oluşturur, artık eylemcilerin ağzı kapatılır ve sesleri çıkmaz kılınır. Bunların ağzını kapatmanın en kolay yolu dillerini bozmaktır. Türkiyenin temel sorunu, aydınların, edebiyatçıların, siyasilerin bütün yakıcılığı ile bu gerçeği dillendirememesidir. Dillendirememenin sonucu bir çıkış yolu için umut da kalmaması demektir. Mensup olduğu topluma bir umut, bir çıkış yolu ve kapısı gösteremeyenlere, egemen iradeyi reddedemeyenlere, insani değerlerden ve derinlikten yoksun olanlara aydın demek nasıl mümkün olabilir?

(s. 181-189)

Etrafındakilerin telkinleriyle Atatürk’ün içine sokulduğu, yanlışlığını bizzat görüp yaşayarak anladığı, düzeltilmesini emrettiği yanlış devrimlerden biri de dil devrimiydi.

Türkçe’ye başka dillerden girmiş bütün yabancı kökenli kelimelerin, sözlerin ayıklanıp atılmasını ifade eden, büyük bir hızla girişilen dilde tasfiyecilik ve sadeleştirme hareketi, yani dil devrimi çok kısa bir zamanda korkunç bir kültür yıkımı faciasına dönüşmüştü. Basında ve resmi yazışmalarda o zamana kadar bilinen, kullanılan Türkçe kelimelerin kullanılması yasaklanmış, onların yerine, yeni uydurulan kelimelerin kullanılması zorunluluğu getirilmişti. Mantıksızlık faciası o kadar büyümüştü ki, yeni uydurulan kelimelerle ne söylenenler, ne yazılanlar anlaşılabiliyordu. Bu devrimi Atatürk’e telkin edenlerden biri olan Ahmet Cevat Emre bile olup bitenlerden şaşkına dönmüştü. Olup bitenleri Atatürk’ün İnkılap Hedefi ve Tarih Tezi adlı kitabında (s. 35-42) şöyle anlatıyor:

‘Dilin kendiliğinden atmadığı kelimeleri atmak, bunların yerine yeni uydurulan karşılıklarını kullanmak çok güçtü. Örneğin, ‘fedakar anne baba’ yerine, ‘özveren anne baba’, nifak soktu yerine ‘ayırga soktu’, ‘aciz kaldım’ yerine, ‘eksin kaldım’, ‘Rüşvet alan memura acımak halka zulümdür’ yerine ‘Alımsak işyarlara acımak buduna kıyıştır’ ‘Büyük memur adaletli olmalıdır’ yerine, ‘Buyurman tüzemen olmalıdır’ deyince kimse bir şey anlamıyordu.

Öyle ki rahmetli Kazım Dirik, bir akşam Ata’nın sofrasında çatır çatır bu yeni dili konuşuyordu. Fakat Gazi onun söylediklerinden hiçbir şey anlamamış, yüzüme bakıp gülümsedikten sonra şöyle buyurmuştu: ‘Birbirimizi anlamaz olduk!’

Baştan iyi niyetle Atatürk’e dil devrimini önerenlerden ve onu bu işe teşvik edenlerden birisi olmasına rağmen, Ahmet Cevat Emre çok geçmeden bunun yanlışlığını anlamıştı. Fakat Atatürk yine de her şeye rağmen bu devrimi sürdürmek istiyordu. Dil devriminden caydığını öğrendiği Ahmet Cevat Emre’yi Çankaya’da toplanan ‘Dil Heyeti’nde’ sert bir şekilde paylamış, haşlamış aralarında şu konuşma geçmişti:

  • Lisanda inkılap olmaz diyorsun. Seni Fransızlar aldattılar.

Daha evvelki kitabında lisan inkılabından uzun uzun bahsediyorsun, şimdi aksini söylüyorsun.

Çekine çekine izaha çalıştım:

  • Efendim! Halk dilinde ve yazı dilinde inkılap olmaz. Yani

milyonların kullandığı kelimeler ve deyişler attırılıp yerlerine başka kelimeler kullandırılamaz. Böyle bir girişimle ancak birkaç kişi arasında bir argo yaratılabilir. Halk yine eski dilini kullanır. Halk için roman, hikaye, piyes, şiir yazanlar da halkın anladığı dille yazarlar.

Genelde bu tip açıklamalarımdan sonra bana ‘Ukala!’ diyerek işi şakaya vurmaktan zevk alırdı. Fakat bu defa öyle yapmadı. Bu olaydan sonra dil konusunda daha yeni, doğru, mutedil, deha ile mezcedilmiş bir sevk ve idare yolu izledi. Nitekim çok geçmeden: ‘İki şeyde inkılap olmaz: Dilde ve mûsikide’ diyerek daha doğru bir anlayışa ulaşmış oldu. Mûsikimizi de Avrupalılaştırmak istediği, sonra vazgeçtiği malumdur (Ahmet Cevat Emre, Atatürk’ün İnkılap Hedefi ve Tarih Tezi, s. 42).

Bu işin saçmalığını, mantıksızlığını, böyle sürüp gidemeyeceğini, yürümeyeceğini anlayan Atatürk, Falih Rıfkı’ya da: ‘Bir açmaza girmişizdir, çocuk. Bunu düzeltelim!’ demiştir.

Bir açmaza giren dilde tasfiyecilik, uydurmacılık, sadeleştirme Atatürk devrinde, Güneş Dil Teorisine göre zaten bütün dillerin Türkçe’den çıktığı görüşü benimsendiği için böylece önlenmişti. Ancak İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde yeni bir tasfiye dönemi başlatıldı. Atatürk’ün vazgeçmiş olmasına, ilmin reddetmesine rağmen hala ısrarla sürüp gitmektedir.

Bunun da asıl nedeni, bizde Cumhuriyet döneminde de Osmanlı bürokrasisinin yönetimi, iktidarı, egemenliği türlü yollarla ele geçirmesi, yine kendine has kimsenin anlamadığı, milletten ayrı bir iktidar dili oluşturma gayretidir. Nitekim aynı şeyin Osmanlı yönetiminde de olduğu, hacegan diye anılan bürokratların, kalemiye sınıfının kendilerine has, başka kimsenin anlayamadığı bir iktidar dili oluşturduklarını görürüz.

Osmanlı devlet yönetiminde yönetici bürokrat sınıf tarafından, resmi yazışmalarda kitabet-i resmiye diye bilinen, halkın hatta padişahların bile doğru dürüst anlayamadıkları ayrı bir dil üretilmişti. Arapça ve Farsça kelimelerin fazlaca ve zorlamalı bir şekilde kullanıldığı, kulağa hoş gelen secili kafiyeli, tumturaklı bu güya Türkçe (Osmanlıca) resmi yazışma dilinde, dolambaçlı ifadeler uğruna mana ikinci plana atılıyordu. Bu yeni resmi üslubun güçlüğü nedeniyle genel olarak resmi çevrelerde şöyle bir tutum ve davranış hâkim olmuştu: Artık ne kadar eğitimli, yetenekli, akıllı ve zeki olursa olsun, bu kendine has resmi yazışma üslubu, yani kitabet-i resmiye becerisi olmayan hiçbir genç katibin, memurun parlak bir gelecek bekleyebilmesi mümkün değildi. Öte yandan bu özel resmi ve edebi yazışma türünde kabiliyeti ve becerisi olan genç bir katibin ise başka hiç bir eğitime, bilgiye, tecrübeye, beceri ve yeteneğe sahip olmasına gerek kalmadan en üst ve en önemli mevkilere gelebilmesi mümkündü. Aslında bu resmi yazışmalarda kullanılan Arapça ve Farsça kelimelerin sayıları sınırlıydı. Yazarlar, kendi hayal gücünün ürünü belli kalıplar, ifadeler ve sözler üretiyorlar, bunların anlamları da çoğu zaman kullanılan kelimelerin gerçek anlamlarından da farklı ve yanlış oluyordu. Bu kelimeler Türkçeye kendi gerçek anlamlarıyla değil, ‘galatı meşhur’ tabir edilen bu yanlış anlamlarıyla giriyordu. Hatta bunlarla ilgili olarak ‘Galat-ı meşhur, lugat-i fasihten evladır’ deyimi üretilmişti.

Yüksek Osmanlı edebiyatının (divan edebiyatı ve kitabet-i resmiye) temel ögelerinden biri de ezoterik (Batıni/gizil/sır) unsurlarla süslenmesi, bundan anlayan uzmanlarınca analiz edilmedikçe hemen ve kolay anlaşılamamasıydı. Kendilerini çok zeki, akıllı, geniş bilgili bulan ve öyle göstermeye çalışan katipler; kendilerine sade, açık, basit ifadelerle yazılmış bir yazı, dilekçe, mektup verilmesini şahıslarına, mevkilerine ve zekalarına hakaret sayacak kadar bu hususa dikkat ederlerdi. Bu anlaşılmaz, zorlama dil ve üslup II. Mahmut’u bile çileden çıkarmıştı.

Nitekim 1829’da Rus orduları Edirne şehrini tehdit ederken, alınması gereken tedbirleri Sultan’a bildirmek için çok ağır, ağdalı ve titiz bir üslup tasarlamakla vakit geçiren devlet görevlilerini onlara yazdığı İrade-i Seniyye’de sertçe paylarken şunları söylüyordu:

‘Bu surette katibane elfaz ile şöyle tedbir olundu, böyle olunacak denilip de vakit geçecek olursa, maazallah işlerin pek çirkin suretlere varacağı aşikârdır.’

Ziya Paşa, zamanla iyice anlaşılmaz ve gülünç hale gelen bu Türkçe resmi yazışma üslubunu, avamın yani normal halkın dönemin kanunlarını okuyup anlayamamaları için özellikle icat edildiğini öne sürerek eleştirmektedir.

17. yüzyıl İngiliz diplomatı Rycaut, matbaanın Osmanlı İmparatorluğuna getirilmesine üst yönetimin karşı çıkmasının nedenini de, halkın eğitim düzeyinin yükselmesinden ve bilinçlenmesinden korkmalarına bağlamaktadır.

‘Basım sanatı… onlar arasında kesinlikle yasaktır. Çünkü bu onların …. Hükümetleri için aykırı olduğu kadar tehlikeli de olan ilim öğrenmenin inceliklerini elde etmede bir başlangıç olabilir. (Sir Paul Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire (London, 1686), s. 32)

Gerçekten de ilk Türk matbaası kurulduğu zaman karşılaştığı önemli muhalefet gerekçelerinden biri de kitap dolaşımındaki artışa ulemanın itirazları olmuştu. (Gerçek, Türk Matbaacılığı, Servet İskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri (İstanbul, 1939), s. 7)

19. yüzyılın başında, ünlü hattat Mustafa Rakım Efendi, Divan-ı Hümayun’da kariyer yapmak isteyen gençleri eğitmek için, basitleştirilmiş yeni bir metot geliştirdiği zaman bu yenilik büyük bir skandal yaratmış, diğer hattatlar kendisine karşı ayaklanmışlardı. Şans eseri, kendisi de bir hattat olan ve sadeleştirmeden ve basitleştirmeden yana olan II. Mahmut, yazınını güzelliğinden de büyülenerek Rakım Efendi’ye arka çıkmıştı. Geçimlerini bozduğu ve bencil çıkarlarına aykırı olduğu için bazıları sadeleştirmeye şiddetle karşı çıkıyorlar, dışarıdakileri yazının entelektüel dünyasına sokmamak için sıkı bir kararlılıkla buna muhalefet ediyorlardı. Dolayısıyla Kitabet-i Resmiyenin kabuğunu kırmak, ilmi iletişim akışını daha da serbest kılmak için yapılan her girişim kendiliğinden radikal, modernist bir adım sayılıyordu.

İbrahim Müteferrika’ya matbaayı kurduran Damat İbrahim Paşa’nın yaptığı diğer önemli işler arasında, zamanın vakanüvislerine süslü bir üslup kullanmaktan kaçınmaları talimatını vermesi ve o zamana kadar Türkçeye çevrilmemiş İslam klasiklerinin alimlerden oluşturulan bir tercüme komisyonu tarafından Türkçe’ye kazandırılmasını sağlamasıydı. Dili sadeleştirme hareketi, İslam klasiklerini daha yaygın kılma teşebbüsleri ve artan sayıda insana edebi beceri kazandırma hamlesi ondan sonra da devam etmiştir. Özellikle 19. yüzyılın ilk on yılları boyunca, İslam klasiklerinden edebiyat ve felsefe alanındaki tercümelerde bir çiçeklenme ve canlanma dönemi oldu.

(Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 143-165)

Tek parti kıyıcılığının, yıkıcığının, ilim adına cehalet hamlelerinin ülkeyi, milletin tarihini, kültürünü, dilini, musikisini, dinini nasıl mahvettiğini Türk milleti acı tecrübelerle yaşayarak öğrenmiştir. Dünyada pek az milletin aydınları, bizim yabancı hayranı, taklitçisi, kendi öz kültürüne, tarihine, milletinin inançlarına, duygu ve düşüncelerine, törelerine, örf ve adetlerine yabancı, düşman, onu katletmek, yok etmek isteyen kimliksiz kişiliksiz aydınlarımız kadar kendi milletine kötülük etmemiştir. Yabancı Türkologlar, oryantalistler, şarkiyatçılar bile…

Ter parti dönemi, toplumumuzu, kültürümüzü, eğitimimizi, inançlarımızı, yabancı işgaline uğramış olmaktan daha fazla sarsmış, korkunç bir zelzeleler, yıkımlar, altüst oluşlar, hercümerçler koleksiyonu olarak milleti ezip geçmiştir.

Tek parti iktidarı döneminde ilme önem veriliyormuş görüntüsü verilmesine, durmadan ‘ilim, ilim’ sözleri dilde sakız gibi çiğnense de ilme gerçek anlamda değer verilmemiş, gerçek anlamda hiçbir ilmi gelişme olmamış, istenmemiştir. CHP ileri gelenlerinden Avni Başman, hatıralarında ilme bakışını şöyle açıklıyor:

‘Son zamanlarda matbuatımızda ilim ve inkılap münasebeti konusunda bazı fikirlere rastlanıyor. Mesela deniyor ki, inkılap ilme karşı saygılıdır. Lakin ilim de inkılap karşısında vaziyetini tayin etmelidir. İnkılapçılar ilmin kaidelerine, düsturlarına uymak mecburiyetinde değildir. İlim inkılabın arkasından yürümelidir. Sadece bir gözlemci ve kayıtçı gibi hareket etmelidir. İnkılap seyrinde devam ederken ilme düşen görev, suskun ve sessiz bir şekilde yalnız olayları tespit etmekten ibaret kalmalıdır.’ (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 329-330).

Cumhuriyet aydınlarının Milli Mücadelede başarı sağlamak için millete karşı başka türlü göründükleri yüzlü, riyakar tutum ve tavırlarının ardından iktidar gücünü ellerine geçirir geçirmez kültürün ve mazinin tasfiyesine girişen yıkıcılık kültürünü Ahmet Hamdi Tanpınar sembolik bir anlatımla şöyle tahlil ediyor:

‘Fakat yakmak aruzu bana da geçmişti. Ben de etrafımda ne varsa hepsini bu ateşe, onun doymak bilmeyen ağzına, etrafımda ritmi yükselip alçalan raksa teslim etmek istiyordum.

  • Hayır, yakalım!
  • Yakalım!

Ve yakıyorduk. Senelerin biriktirdiği her şeyi muntazam hareketlerle

yakıyordu. Ben bulduğumu ona uzatıyordum. O şöyle bir baktıktan sonra ateşe atıyordu. O andaki ruh halimizi anlatmak için, sadece bu mazi ocağının başında tamtamlarla sıçramadığımız kalmıştı diyebilirim…

  • Yakalım Paşam!

Bakmak neye yarardı? Yakmak varken… Ve yakıyorduk. Elimize ne

geçerse yakıyorduk. Uykusuzluktan bunalan, dumanın yarı boğduğu, yaş içinde bıraktığı gözlerimizde yaktığımız şeylerin alevleri, yavaş yavaş kan rengini almaya başlamıştı. Ve biz, durmadan, MAZİ dediğimiz o acayip şeyi yakıyorduk.

Fakat yakmak da bir işe yaramıyordu. Yaktığımız her şey, zihnimize acayip bir şekilde takılıyor, isimler birbirini çağırıyor, hayatlar ayrılıyor, hatıralar birbirine ekleniyordu. Boşluk ağzını açmış, biraz evvel aldığını, sanki birkaç misliyle üzerimize kusuyordu. Yokluk, aldığını birkaç misliyle geriye vermesini, çoğalmasını biliyordu. Oyun, bizim içimizde geçiyordu. Dışarıda her şey devam ediyordu (Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s. 28).

Milli Mücadelenin o büyük uyanış, silkiniş, özümüze ve kendimize dönüş hamlelerinden sonra, İslam’dan, kendi kültür ve medeniyetimizden nefret eden bir güruh tek parti döneminde güç ve iktidarı eline geçirmiş, kendi kişisel çıkarları uğruna, Batıya kayıtsız, şartsız bağlılık ve hayranlık yolunu tutmuşlardır. ‘Bize Batı’nın ilmi, kafası, bilimsel zihniyeti, sanayisi ve teknolojisi değil, yaşayış tarzı lazım!’ dercesine toplumumuzu iflasa, israfa, yıkıma, kendi kimlik ve kişiliğinden kopmaya götüren uygulamalara yönelmişlerdir.

Milletin bilgisi ve rızası dışında girilen bu çıkmaz sokakta inatla ve ısrarla yürünmekte, Türk milletini hiçe sayan aydın ve yönetici saltanatı demokrasiye rağmen sürdürülebilmektedir. Taklitçi, kökünden ve özünden koparılmış mutlu bir azınlığın diktası milleti esir alıp canından bezdirmiş, özellikle manevi alanda ardı arkası kesilmeyen bir terör dalgalarına dönüşmüştür. Dinde, sanatta, kültürde, dünyaya ve hayata bakışta, zevkte, milleti millet yapan değerler yerine, milletin özüne ve ruhuna ters Batının değer hükümleri korkunç bir taassupla, inatla ve baskıyla millete dayatılmaya devam etmektedirler. Özellikle dış siyasette, milletimizin geleceğini ilgilendiren, gelecek yılları değil asırları bile ipotek altına koyan hayati nitelikteki önemli ve büyük kararlar, milli iradenin, kamuoyunun bilgisi dışında ve onun gerçek eğilimlerine aykırı olarak alınabilmekte ve yürütülebilmektedir.

İşin daha da vahimi, tek parti sultası bittiği çok partili siyasi hayata geçildiği halde uygulamada fazla bir şeyin değişmemiş olmasıdır. Her seçimde millete büyük vaatlerle, şahsiyetli, milli çıkarlarımıza uygun politikalar yürütme sözü vererek iş başına gelen iktidarlar tarafından alınan kararların, yapılan uygulamaların öncekilerden çok farklı olamamasıdır. Bu durum ister istemez milletteki, gerçek gücün ve iktidarın başka ellerde olduğu, iktidara gelen bütün partilerin Batı’ya karşı verilmiş milletin bilmediği taahhütlere uymaya zorlandıkları, milletin oy verdiklerinin ancak perde arkası gizli görüşmeler, anlaşmalar, sözleşmelerle hükümet olabildikleri, bunlara uymayanların ABD ve Avrupa’nın kendilerine has planları, yol ve yöntemleriyle alaşağı edildikleri inancını kuvvetlendirmektedir.

Başlangıçta kabul edilemez ve şaşılacak bir şey gibi görünen bu husus, biraz daha derinlemesine düşünülüp, olaylar değişik yönleriyle değerlendirildiğinde olağanlaşmaya başlamaktadır. Bütün olaylar ve olup bitenler, daha Mustafa Reşit Paşa’lar döneminden, yani Tanzimat’tan beri akdedilmiş gizli bazı anlaşmalar, sözleşmeler, uzlaşmalar, mutabakatlarla Devletimizin ve milletimizin Batının ipoteği altına alındığını göstermektedir.

İstiklal Savaşıyla kazandığımız kutlu zafer bile, Lozan’da türlü hileler, pazarlıklarla etkisiz hale getirilmiş, milletin uğruna savaştığı, özlemle beklediği sonuçların çoğu elde edilememiştir. Ordumuzun büyük zaferine rağmen Lozan’da Misakı milli sınırlarından kolayca vazgeçilmiş, Hilafet ansızın ve sürpriz bir şekilde kaldırılmış, sadece şeklen Avrupalılaşmayı, görünüşte Avrupalılara benzemeyi hedef alan, başka bir anlamı olmayan züğürt inkılaplarının oturtulabilmesi için anlamsız türlü bahanelerle İslamiyet’e ve Müslümanlara karşı, vatandaşın en masum dini taleplerine ve uygulamalarına, adet, töre, gelenek ve göreneklerine, iman, inanç ve değerlerine, kültürüne karşı durduk yerde hasmane bir tavır takınılmıştır. Milletin gereksiz yere bu kadar büyük baskı ve zulümlere uğratılmasının ardında bazı gizli anlaşmaların bulunduğuna dair öteden beri dillendirilen iddiaların doğru olabileceği akla yakın görünmektedir.

Maneviyatı çoktan bir tarafa atmış olan maddeci, pozitivist, hedonist Batı’da insaf, adalet, ahlak, erdem, fazilet ve hele bize karşı dostluk aramak şaşkınlık, şaşırmışlık, aptallıktan başka bir şey olamaz. Batı’nın hiç kimseye dostluğu ve insafı olmadığı gibi, bize hiç yoktur. Aksine bize karşı asırların hıncı ve kini ile doludur. Batı iyilik, güzellik numunesi değil, dünyanın dört bir köşesinde yapıp ettikleriyle zulüm, haksızlık ve kötülük örneğidir.

Batı Türkiye’yi kendine bağlı ve bağımlı, büyük bir Pazar ve bir yarı sömürge olarak gördüğünü, hep böyle tutmak istediğini hiçbir zaman saklayıp gizlememiştir. Bütün bunlara rağmen, ekonomik veya başka çıkarlar sağlamak bahanesiyle mutlak batıcılığın ağına düşmemiz, bizim için inanılmaz bir gaflettir. Kendi dünyamızın, kültür ve medeniyet çevremizin öncüsü ve önderi olmaya çalışmak yerine, gidip Batının kuyruğuna takılmamız, Batı kuyruğunda sinek olmayı canımıza minnet bilmemiz, milli onur, kimlik, kişilik ve haysiyetten ne kadar uzaklaştığımızın hazin bir görüntüsüdür.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR