Ana SayfaDosyalarKültür ve SanatımızİSYANCI ARAPLAR VE ÖDEDİKLERİ BEDELLER

İSYANCI ARAPLAR VE ÖDEDİKLERİ BEDELLER

İSYANCI ARAPLAR VE ÖDEDİKLERİ BEDELLER

Mustafa ATALAR

Arnavutlardan sonra Müslüman unsurlar arasındaki etnik milliyetçi, ırkçı, yıkıcı akımlar ve propagandalar bölücü, parçalayıcı etkisini Araplar arasında, özellikle de bazı şehir merkezlerindeki eğitimli Arap gençler üzerinde göstermeye başladı. Arnavutların ardından aynı hatayı işleyen bazı Araplar da Osmanlı Devletine isyan edip ayrıldılar ama hiçbir zaman gerçek anlamda bağımsız bir devlet ve millet olamadılar. Yabancı eller tarafından kendi çıkarları doğrultusunda cetvelle çizilmiş suni sınırlar içinde tekrar tekrar bölünerek birbirlerine rakip ve düşman uyduruk devletlere ayrıldılar ve başkalarınca güdülüp yönetilen, kimliksiz, kişiliksiz kuklalara dönüştürüldüler. Osmanlı Devleti bünyesi içindeyken tek bir Arap milleti vardı. Basra Körfezi kıyısından çıkan bir Arap Atlas Okyanusu’na kadar hiçbir engelle karşılaşmadan, hiçbir sınırda beklemeden, kimse kendisine pasapot ve kimlik sormadan elini kolunu sallayarak gidebiliyordu. Her taraf Arap vatanı ve toprağıydı. Osmanlıdan kopunca o birlik ve bütünlük parçalandı. O topraklar üzerinde hepsi birbiriyle kavgalı, siyasi rejimleri birbirinden farklı yirmi dört sözde Arap devleti kuruldu. Emperyalist Batı şimdi daha kolay sömürebilmek için daha fazla bölüp parçalamaya, başka yeni devletler çıkarmaya da çalışıyor. Kısacası bu isyandan ve ayrılık hareketinden, isyana katılsın katılmasın bütün Araplar çok büyük zararlar gördüler.

Ben, hayatım boyunca bu isyan ve ihanetlerin Araplara ne büyük bedeller ödettiğini hem sıradan, sokaktaki vatandaş konumundaki, hem de az çok okuyup yazmış kültürlü Araplardan çok duymuş ve dinlemişimdir.

ŞERİF HÜSEYİN’İN ÖDEDİĞİ BEDELLER

Arap İsyanı denen olayları başlatanların, öncülük edenlerin başına gelenler ve onların akıbeti de gerçekten ibretliktir.

İngiliz vaatlerine inanıp, oyunlarına kanarak Osmanlı Devletine ihanet eden ve Arap İsyanını başlatan Şerif Hüseyin, aslında hiç bir yerde ve hiçbir zaman Arapların büyük çoğunluğunun desteğini alamamıştı. Arap Müslümanların çoğunluğu ona, İngiliz uşağı bir hain gözüyle bakıyorlardı. Tek destekçileri İngiliz altınlarıyla yanına çekebildiği çapulcu ve fukara bedevilerdi. Bunlar da kim onlara daha fazla para ve altın verirse onun yanında yer almaya ve onunla beraber hareket etmeye hazır, güvenilmez kimselerdi. Mekke, Medine, Cidde ve Taif’in yanı sıra Maan, Amman, Kerek, Salt ve Derâ’da da halkın çoğu onun isyanına katılmamış, doğru dürüst destek de vermemişti. Şam’daki bütün isyancılar 30-40 kişiyi geçmiyordu. Bağdat’tan da bağımsızlık yanlısı doğru dürüst hiç bir ses gelmiyordu.

Şerif Hüseyin, 1916’da Hicaz Emiri, 1918’de Arabistan Melik’i oldu. 11 Mart 1924’te Amman’da halifeliğini de ilan etti fakat onun bu sözde hilafeti, hiçbir İslam ülkesi tarafından tanınmadı. Kısacası şansı hiç de yaver gitmemiş, ihanetinin bedelini hem kendisi, hem ailesi, hem de bütün Araplar çok ağır bir şekilde ödemişti. Alacağını almış, yapmak istediğini yapmış olan ve bu arada onu da piyon olarak kullanmış olan İngilizler de artık ona eski efendisine ihanet etmiş bir hain, güvenilmez birisi olarak bakıyorlar ve hiç güvenmiyorlardı. Bu hengâmede Necid bölgesinden Suudiler sadece kabile içi bir birlik ve dayanışmayla ve yine İngilizlerin desteğini alarak ve onların silah ve mühimmatını kullanarak Şerif Hüseyin’e karşı ayaklandılar.

Şerif Hüseyin, İngiliz destekli isyancılara karşı mücadeleyi kaybetti. Abdülaziz b. Suud idaresindeki isyancılar, çok geçmeden onun Hicaz’daki saltanatına son verdiler. Şerif Hüseyin ve ailesini mukaddes topraklardan çıkarıp buralara hakim oldular. Osmanlı Devletine ihanet ederek oturduğu tahtı, 1924’te Suudi Arabistan’ın şimdiki hâkimi olan Suudi hanedanına bırakıp, Hicaz’dan kaçmak zorunda kaldı. Şerif Hüseyin, İngilizlere sağınarak canını zor kurtarabildi. Önce Kıbrıs’a oradan, Amman’a geçti. İngilizlerin güvenini tekrar kazanmak için çok uğraştı. Bu arada kendisinin, ailesinin ve bütün Arapların başına gelmedik kalmadı.

İngilizler, Ürdün Krallığı’nı kurarak oğlu Abdullah’ı buraya kral yaptılar. Fakat onun da birazcık kendilerinden bağımsız hareket etmeye başladığını görünce onu öldürtüp yerine oğlu Tallâl’ı geçirdiler. O da çok geçmeden aklî dengesini kaybetti. Istanbul’a tedaviye gönderildi, yerine onun oğlu Hüseyin’i kral yaptılar. Onun ölümünden sonra da oğlu Abdullah kral oldu.  

Serif Hüseyin’in diğer oğlu Faysal, Suriye Emiri olmak emelindeydi. Fakat Fransızlar buna engel oldular. İngilizler de onu alıp Bağdat’a götürdüler ve Irak’ın başına kral yaptılar. Fakat sık sık hükümet darbeleri olan Irak’ta kendisi de, diğer aile fertleri de yataklarında ölemediler, hepsinin akıbetleri çok feci ve ibret verici oldu.

Serif Hüseyin’in hayal kuleleri birbiri ardına yıkıldı. Kafasında kurduğu islâm İmparatorluğu yerine, ondan torunlarına kala kala, çok kötü bir şöhret ve minicik bir Ürdün Krallığı kaldı. Bizzat kendisi de, liderliğini yaptığı isyanın kendisine ve bütün ailesine çok büyük bir lanet getirdiğine inanıyor, ölürken bile bunun pişmanlığını, korkusunu ve endişesini taşıyordu. 1931’de Amman’da can verirken oğlu Abdullah’a şunları söylemişti: ‘Osmanlı’ya ihanet etmemeli, kılıç çekmemeliydim! Şimdiye kadar başımıza gelen ve bundan sonra da gelecek olan kötülükler, belalar ve musibetler hep bu yüzdendir!’

Gerçekten de soyundan gelen pek çok kişinin, yataklarında can verememiş olması, bu endişelerinin ne kadar haklı olduğunu düşündürecek niteliktedir. Şerif Hüseyin’in Ürdün tahtına oturan oğlu Abdullah 1951 yılında Kudüs’te bir suikasta kurban gitti. Abdullah’ın yerine tahta geçen oğlu Tallal ise, bir yıl sonra akli dengesini kaybettiği gerekçesiyle tahtından indirildi ve İstanbul’a sürgüne gönderildi. 1972 yılında ölümüne kadar 19 yıl boyunca İstanbul Ortaköy’deki Şifa Yurdu’na kapatıldı. Irak kralı olan oğlu Faysal ise, 1933’de İsviçre’de basit bir apandisit ameliyatı için yattığı ameliyat masasından kalkamadı. Faysal’dan sonra Irak tahtına oturan oğlu Gazi, 1939 yılında bir otomobil kazasında can verdi. Gazi’nin oğlu II. Faysal ise, 1958 yılındaki Irak ihtilalinde bütün yakın akrabalarıyla birlikte öldürüldüğünde daha 23 yaşındaydı… (Murat Bardakçı, Şahbaba, İnkılap Yayınları, 2006, sayfa: 652).

Aslında Arabistan’da şehir merkezlerinde İngiltere ve Fransa’nın boş vaatlerine aldanmış, onlardan sağladıkları kirli menfaatlerle sarhoş olmuş çıkarcı siyasetçiler, ruhları ve beyinleri yabancılar tarafından esir alınmış sözde aydınların dışındaki büyük kitle, devlete ve millete tam anlamıyla sadıktı. Arapların içinden geniş halk kitleleri, Osmanlı’ya Türk Devletine ve Türk Milletine sadakatlerini Trablusgarp’ta, Çanakkale’de, Yemen’de daha pek çok cephede, bu cephelere gönüllü olarak katılarak, kanlarını, canlarını, mallarını seve seve feda ederek gösterdiler. Ama ne yazık ki, misyonunu, vizyonunu kaybetmiş Milletimize bir daha eski haline gelemesin diye hep ihanetler anlatılır da bunların sebepleri üzerinde hiç durulmaz, sadakatler, bağlılıklar, fedakârlıklar hiç akla gelmez, bunları anlatanlar da pek dinleyici bulamaz.

Teşkilatı Mahsusanın efsanevi Başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in bu konudaki itirafları ilginçtir: “Trablusgarp Harbi, bizim hangi kuvvetlere istinad edebileceğimizi tereddüde mahal bırakmayacak şekilde isbat etmişti. Biz Trablusgarp’ta yerlilerden gördüğümüz alaka ve sadakati her tarafta göreceğimizi düşünüp ona göre tedbirler alsaydık, ne Şerif Hüseyin ihaneti olurdu, ne Filistin’i, ne Suriye’yi, ne de Irak’ı kaybederdik. Bu kadar zor şartlar altında, bu hazin dekorlar ve tablolar da yaşanmazdı. Bizim en büyük hatamız, aklımızın iş işten geçtikten sonra – maalesef o da hatalı şekilde- başımıza gelmiş olmasıdır. Trablusgarp’ta Mısır bize en cömert şekilde el uzattı. Halkın kalbi bizimleydi. Sunusiler bize inanarak kanlarını döktüler. Yemenliler bize ikram ettiler. Bizi gadre uğramış büyük bir milletin çocukları olarak, kara günlerimizde kendi topraklarının şerefli müdafileri saydılar.

Osmanlı coğrafyasında kurulmuş Arap devletlerinin birbirinden farklı yönetimlerinin, rejimlerinin, sistemlerinin yöneticileri Osmanlılara ve Türklere ne kadar büyük düşman olsalar, medya, basın yayın organları, kitaplar, gazeteler, dergiler, Türk ve Osmanlı düşmanlığını ne kadar çok körükleseler de yine de geniş halk kitlelerinde Osmanlı’ya ve Türklere karşı olumlu bir bakışın yaşamaya devam edebilmesi, bazılarına inanılmaz ve anlaşılmaz gelebilmektedir. Örneğin, hepsi Osmanlı Devleti’nden koparılarak, ayrılarak kuruldukları halde, Arap devletlerinin hemen hemen hiç birinde Osmanlı Devletinden kurtuluş ve bağımsızlık bayramları yoktur. Kuşkusuz bunun tek nedeni, böyle bir bayramı coşkuyla kutlayacak yeterli halk ve millet desteğinin olmamasıdır. Müslüman Arapların büyük ve sessiz çoğunluğu, Osmanlı’nın o topraklardan ayrılmasını, kutlanması gereken mutlu bir olay olarak değil, bir felaket ve acı bir gün olarak görürler.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR