Ana SayfaDosyalarKültür ve SanatımızARNAVUT İSYANI VE SONUÇLARI

ARNAVUT İSYANI VE SONUÇLARI

ARNAVUT İSYANI VE SONUÇLARI

Mustafa ATALAR

Türlü ırk, dil, din ve kültürlere mensup sayısız toplumları altı asırdan fazla huzur ve barış içerisinde bir arada tutan, koca bir çınar gibi gölgesi üç kıtaya yayılan, dalları Umman Denizinden Tuna boylarına, Kafkasya’dan Cezayir’e uzanan Osmanlı Devleti içinde ilk ayrılıkçı propagandalar, öncelikle Osmanlı Devletinin gayrimüslim unsurları arasında yoğunlaştırılmıştı. Özellikle on dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren büyük ivme kazanan yabancı propagandalarda: “Siz ayrısınız, ayrı olmalısınız!” şeklindeki sloganlar ön plana çıkıyor, Devletin içine düştüğü zaaf nedeniyle bu tür propagandalar gayri Müslim tebaa üzerinde çok etkili oluyordu. Fakat daha sonra bu tür kulaktan zehirleme faaliyetleri yalnızca gayri Müslim unsurlarla sınırlı kalmadı. Milliyetçilik, bölücülük, ırkçılık, ayrılıkçılık faaliyetleri ve propagandaları, bir müddet sonra, asırlar boyunca birbiriyle iyice karışıp kaynaşmış, artık aynı bedenin uzuvları gibi birbirlerinin eli ayağı, gözü kulağı olmuş, birbirlerine etle tırnak gibi yapışmış, aralarında hiçbir ayrılık gayrılık bulunmayan Müslüman unsurlar arasında da etkili olmaya başladı. Müslümanları birbirinden soğutmak, uzaklaştırmak, düşman etmek, koparmak, bölüp parçalamak, nihayet bir kenarda teker teker hepsinin başını yemek, işini bitirmek amacıyla akıl almaz oyunlar oynanıyordu.

Kötü yönetimlerin ve yöneticilerin de etkisiyle Müslüman unsurlar arasında da zaten eskiden beri sürüp gelen bazı hoşnutsuzluklar, kıpırdanmalar, ihtilaflar eksik değildi. Bunlar büyütülerek, kaşınarak ve istismar edilerek yaraya dönüştürülüyor, Müslüman unsurların gönüllerinde de bağımsızlık ve özgürlük sevdaları ateşlenmeye çalışılıyordu. Ülkenin her yanında, ırkçılığı ve etnik milliyetçiliği körükleyen birlikler, ocaklar, cemiyetler, kulüpler pıtırak gibi çoğalıyor, akıllar bulandırılıyor, kalpler birbirinden soğutuluyor, gönüllere ayrılık tohumları ekiliyordu. Devletin ve milletin bünyesinde ve bağışıklık sisteminde baş gösteren zaaflar, bu tür ölümcül hastalıkların veba salgını gibi yayılmasına çok elverişli bir ortam hazırlıyordu. Ayrılıkçı ve bölücü fikirler, sağlam bir beton gibi birbirine iyice karışıp, kaynaşmış milli bünyeyi bir kezzap, bir asit gibi yavaş yavaş eritip çözüyor, bozup dağıtıyordu.

Gerçi millet çoğunluğu bunlara itibar etmiyor, bunların yanlış yolda olduklarını biliyorsa da, yine de tehlikenin gittikçe büyümesinin ve yaygınlaşmasının önüne geçilemiyordu. Her tarafta genel bir çılgınlık havası almış yürümüştü. Bu çılgınlıkların ve deliliklerin ne pahasına olursa olsun önünün alınması şarttı. Fakat ne yazık ki, sorumluluk mevkilerinde bulunan yöneticiler ve aydınlar, milletin ve memleketin içine sürüklendiği büyük tehlikeleri görebilecek, bunlara uygun tedbirler ve çareler bulup uygulayabilecek nitelikte değildi. Hatta bazıları, bu kötü gidişata karşı koymayı boş ve gereksiz bir çaba ve ayrı bir çılgınlık olarak görüyorlardı. İçlerinde milletin, memleketin dertlerinden, felaketlerinden kendilerine çıkar ve menfaat sağlamaya çalışan alçalanların sayısı hiç de az değildi. Milletin maddi, manevi bütün varlıkları, servetleri, insanları sonu hep bozgunla neticelenen savaşlarda heder olup giderken, bir yandan da orada burada bir sürü savaş zenginleri türüyordu. Bu çılgınlıklara kendilerini kaptıranların çoğu, içine karıştıkları bu uğursuz tertiplerin önünde sonunda kendilerinin de kanlarına, canlarına, ırzlarına, namuslarına, dinlerine, imanlarına, ırklarına ve vatanlarına mal olacağını hiç düşünmüyorlardı.

Balkanlardaki en önemli Müslüman unsurlardan biri Arnavutlardı. Bütün Müslüman unsurların her zamankinden daha çok birbirlerine kenetlenmeleri gereken en tehlikeli dönemeçlerden biri olan Balkan Savaşları arifesinde, bazı Arnavutlar da ayrılık gayrılık davası güden, ‘Başkımcı’ liderlerin peşine takılıp bölücülük girdabına sürüklendiler. Başkımcılar, 1910 yılının kışında çeşitli haklar ve özerklik talebiyle Osmanlı Devletine karşı isyana kalkıştılar. İsyana katılanların sayısının gittikçe artmasıyla Arnavutlar, Osmanlı Devletine karşı isyan eden ilk Müslüman unsur olarak tarihteki yerlerini aldılar. Bu hem Arnavutlar, hem Boşnaklar, hem de bütün Müslümanlar için çok büyük felaketlerin en başta gelen bir nedeni ve başlangıcı oldu. Değişik iç ve dış sorunlarla ve gailelerle boğuşan Osmanlı Devleti, Arnavut isyanıyla uğraşacak durumda değildi. Bu nedenle istediklerini kolayca elde edebilen Arnavutlar, iki yıl sonra, 4 Eylül 1912 tarihinde amaçlarına ulaşarak isyanı bitirdiler, 28 Kasım 1912’de de bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Balkan Savaşı faciası devam ederken Arnavutlardan bazılarının başlarındaki Başkımcı liderlere uyup ayrılık, gayrılık davasına kalkışmaları, devletlerine isyan ederek bağımsızlık ilan etmeleri başta Mehmet Akif olmak üzere pek çok Müslüman Arnavut’u çok üzmüş ve derinden sarsmıştı. Çünkü onlar bu ayrılığın onlara felaketten başka bir şey getirmeyeceğini en başından beri çok iyi biliyorlar ve görüyorlardı. Fakat gözünü hırs bürümüş bölücülerin ve ayrılıkçıların bu gerçekleri görebilmeleri mümkün değildi. Nitekim bölünmenin ne kadar yanlış bir iş olduğu, çok kısa bir süre sonra bütün çıplaklığıyla herkes tarafından görülmeye başladı. Balkan Savaşları ve ardından gelen Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan dayanılmaz acılar ve felaketler bu gerçeği istisnasız bütün Arnavutlara kabul ettirmiş, herkes yaptığından bin defa pişman olmuştu ama iş işten çoktan geçmişti.

‘Başkım’ Arnavutça ‘birlik’ anlamına geliyordu ama bu sloganın peşine takılanlar, ne bütün Arnavutları bir araya getirebildiler, ne de çok kolay elde ettikleri bağımsızlıklarını koruyabildiler. Kurdukları sözde bağımsız Arnavutluk devletinin çatısı altında Arnavutların yarısını bile bir araya getiremediler. Bağımsızlık ilan ettikleri topraklar, daha iki yıl geçmeden, Birinci Dünya Savaşı sırasında önce komşu devletlerce, daha sonra da yedi ayrı ülkenin ordularınca çiğnendi, işgal ve yağma edildi. Özellikle Müslüman Arnavutların çektiği acı ve işkenceler tarif edilemez boyutlardaydı. Ortaya çıkan zayıf Arnavutluk devleti, burnunun dibindeki en önemli Arnavut toprağı olan Kosova’nın bile Sırbistan ve Karadağ arasında paylaşılmasına engel olamadı.

Kendisi de Arnavut asıllı olan ve ayrılıkçı Arnavutları bu sevdadan vaz geçirmek, akıllarını başlarına devşirmelerini sağlamak için çok uğraşan Mehmet Akif, bunu başaramayınca çığlık çığlığa bütün Müslümanlara seslenerek, herkesin bu acı olaylardan dersler çıkarmasını istemeye başladı. Karısının, kızının adını yabancı bir erkeğe söylememek için nüfus sayımına bile karşı çıkacak kadar kıskanç ve mutaassıp bir halk olan Arnavutların ve Balkan Müslümanlarının ayrılık, gayrılık ve bölücülük fitnesi yüzünden başlarına ne büyük felaketler, acılar ve ibretlik olaylar geldiğini bütün teferruatıyla ve herkesin anlayabileceği bir dille anlatmaya çalıştı. Durumun vahametini ve herkesi bekleyen çok yakın ve çok büyük ortak felaketleri haykıran samimi, içten ve gür sesini arzu ettiği ölçüde dirilere duyuramayıp kimseyi yerinden kıpırdatamayınca, ayağa kaldıramayınca, bu sefer de büyük bir çaresizlik, acı ve ıstırap içinde Arnavutluk’ta doğmuş ve yıllar önce ölmüş olan mezardaki babasına seslenmeyi denedi. Vatanı kurtarmanın ölülerin değil, dirilerin görevi olduğunu pek âlâ bilmesine rağmen, yine de dirilere yeterince duyuramadığı sesini ölülere duyurmaya çalışması, dirilerin büyük bir umarsızlıkla yerlerinden kıpırdamadıkları bir hengâmede ölüleri kıyama çağırması acısının ve çaresizliğinin ne kadar büyük ve dayanılmaz olduğunu göstermektedir:

Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!
Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş…
Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müdhiş!

Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:
Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.
O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği!
O ne tûfan ki: Yakıp yıktı bütün vâdîyi!

Âşinâ çehre arandım… O, meğer hiç yokmuş…
Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hâmûş!
Âşinâ çehre de yok hiçbirinin yâdı da yok;
Yakılan bunca hayâtın, hani, ecsâdı da yok!
Yoklasan külleri, altından, emînim, ancak
Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!

Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın
Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın?
Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti…
Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedî!
Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
“Meşhed”in beynine haç saplanacak mıydı baba!
Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvat´ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri…
Yer yarılmış, yere geçmiş, şühedâ türbeleri!
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova…
Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!

Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın?
Hani sînende yarıp geçtiği yol Yıldırım’ın?
Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd?
Ah o kurbân-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd?
Söyle, Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;
Yok mudur sende Murâd’ın iki üç damla kanı?
Âh Meşhed! O ne? Sâhandaki meyhâne midir?
Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne midir?
Ya harîminde yatan, şapkalı sarhoşlar kim?
Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim… Bildim!
Basacak mıydı, fakat göğsüne Sırb’ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehîdin sarığı,
Silecek miydi en alçak neferin çizmesini?
Dürtecek miydi geçen, leş gibi her lîmesini?
Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene,
Niye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?

Hani, milletlere meydan okuyan kavm-i necîb?
Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda… Garîb!
Hani, haysiyyetinin gölgesi çiğnense eğer;
-Olmadan üç kişinin, beş kişinin hûnu heder-
Kahraman, gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrâd?
İşte haysiyet-i kavmiyye muhakkar, berbad!
Hani: ‘Nâ-mahreme ben söyleyemem kızlarımın.
Karımın ismini… Hem öldürürüm, sorma sakın!’
Diye, tahrir-i nüfus istemeyen er kişiler!
Hani, göstermediler eski celâdetten eser;
Fuhşu i’lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden.
Ne selâmlık, ne harem dinlemeyip çiğnerken!

Hani, ey kavm-i esâret-zede, muhtâriyyet?
Korkarım, şimdi nasibin mütemadi haybet!
Hani, ey unsur-u bîrâbıta, istiklâlin?
Ebediyyen, sanırım, söndü bütün amalin!
Hani ‘Başkım’cıların kurduğu yüksek hülya?
Seni yıllarca avutmuş da o mel’un rüya,
Uyumuşum… Ya uyansaydın eder miydi tebâh,
Mülkü, birdenbire âfâkâ çöken kanlı sabah?

Karadaş haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı…
Tarumar eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun, elimizden alarak yurdumuzu…
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa;
Kimi bin türlü fecaatle çekilsin kucağa…
Birinin ırzı heder, diğerinin hûnu helâl…
İşte, ey unsur-u isyan, bu elim izmihlal,
Seni tahrik eden üç beş alığın ma’rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti?

Hani, milliyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
‘Arnavutluk’ ne demek? Var mı ki dinde yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yahut Kürde;
Acemin Çinliye rüçhânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta ‘anâsır’ mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-ı Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!
Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel.
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

Artık ey millet-i merhûme, sabah oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i zîşânın ilâhî sözünü!
Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ‘yaşar’ der, delidir.
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz baş başa; zira sonu hüsran-ı mübîn
Ne hükümet kalıyor ortada, billahi ne din!
’Medeniyyet!’ size çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ.
Ne bu şûrîde (bulanık) siyâset, ne bu fâsid (bozuk) dâva?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz…
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz
Bunu benden duyunuz, ben ki evet, Arnavudum…
Başka bir şey diyemem… İşte perişan yurdum!

(Hâmûş:sessiz, suskun / ecsâd:cesedler, cisimler, vücudlar / kaltaban: namusuz, hileci / Meşhed: Şehitlik / mesâcid:mescidler / hora: Ayaklarını vurarak gürültü etmek, oynamak / şühedâ: şehidler / mefâhir: övünülecek şeyler / Şâh-ı Şehîd: Şehidin Şahı / iyd:bayram / peymâne:büyük kadeh, şarap bardağı / harîm: herkesin giremeyeceği, dokunamayacağı şey, haram dairesi / lîme:parça parça / kavm-i necîb:üstün kavim (Osmanlıların Araplar için kullandığı bir tamlama. Peygamberin mensup olduğu kavim olmalarından dolayı bu sıfat uygun görülmüştü) / hûn:kan / heder:ziyan olma / gayz:öfke, hınç / efrâd: fertler / muhakkar: hor, hakir görülmüş / tahrir-i nüfus: nüfus sayımı / celâdet: yiğitlik, bahadırlık / i’lâ: yüceltmek / muhtâriyyet:bağımsızlık / mütemadî: devamlı / haybet: Ümîdi boş çıkma, hayal kırgınlığına uğrayıp me’yus olma bîrâbıta:bağlantısız, bir yere mensubiyeti olmayan / âmâl: emeller, arzular / Başkım: birlik, ittihad / tebâh: mahvolmuş, yıkılmış / âfâk: ufuklar / fecaat: çok acıklı olay / elîm: acı verici / izmihlâl: yıkılma, yok oluş / rüçhân:üstünlük / anâsır: unsurlar / tel’in: lanetlemek / cedel: kavga, nizâ, tartışma / millet-i merhûme:rahmet edilmiş millet, İslam milleti / zîşân: şan, yücelik sahibi / hüsrân-ı mübîn: apaçık zarar, ziyan / şûrîde: bulanık / fâsid: bozuk).

Mehmet Akif’in de işaret ettiği gibi, etnik milliyetçilik, bölücülük, ayırımcılık sevdasına kapılarak Osmanlı Devletinden ayrılan ilk Müslüman unsur olan Arnavutlar, boş vaatlere aldanarak asırlarca bir ve beraber yaşadıkları devletlerine, milletlerine ihanet etmenin, onlardan kopmanın bedelini çok ağır ödediler. Bu altın fırsatı ganimet bilen zalim düşmanları, her taraftan onların üstüne çullandılar. Ortak düşmanlarımız, artık zulm ederken ve kıyım yaparken hiçbir etnik köken, inanç, mezhep ayırımı yapmıyor, bu Arnavutmuş, bu Boşnakmış, bu Türkmüş, bu Sünni imiş, bu Alevi imiş, bu Bektaşi imiş diye bir ayırım gözetmiyor, hepsine karşı aynı acımasız ve vahşi katliamları uyguluyor, önlerine gelen her şeyi yakıp yıkıyor, yağmalıyorlardı.

Ali Yakup Hoca, ırkçılığın, etnik milliyetçiliğin, bölücülüğün, ayırımcılığın, İslam’ın kesinlikle reddettiği, İslam’a son derece aykırı, her felaketin sebebi, çok iğrenç, kötü, berbat, merdut bir fikir, düşünce ve ideoloji olduğunu söylerdi. Bunun pratik hayattaki sayılamayacak kadar çok zararlarını, anlamsızlığını anlatırken de kendi etnik kökeni olan Arnavutların başına ırkçılık belası yüzünden gelen felaketleri örnek gösterir, bu olup bitenlerden herkesin ders ve ibret alması gerektiğini söylerdi. Derdi ki:

Azizim! Arnavut Müslümanların güya bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra İkinci Dünya Savaşının ardından bir de komünist rejimin pençesine düşmelerinden en büyük zararı yine Müslümanlar ve İslam gördü, görmeye de devam ediyor. Komünizm bütün dinlere karşı bir ideoloji olduğu için Arnavutluk’ta bütün dinlerin eğitimi, öğretimi, uygulanması tamamen yasaklandı. Şimdi Arnavutluk’ta komünizm bitse (O zamanlar Arnavutluk’ta komünist rejim hüküm sürüyordu), Hıristiyanlık hiç kesintiye uğramamış gibi yeniden başlayabilir ama aynı şeyi İslamiyet için söyleyebilmek mümkün değildir. Hıristiyanlık, İslamiyet gibi değil ki! Son derece kolay ve basit! Çünkü Hıristiyanlık’ta İslamiyet’te olduğu kadar bilinmesi, öğrenilmesi, inanılması, uygulanması gereken fazla bir şey yoktur. Hıristiyanlık çok basit ritüelleri olan son derece sığ, yüzeysel, daha kolay bir dindir. Bir iki çan, bir iki ikon, Meryem Ana, İsa, havari resim ve heykelleri, istavroz çıkarma, şarap çanağı, ekmek, bir kürsü, insanların oturacağı sıralar, masalar, sandalyeler, ilahiler, şarkılar tamam artık her şey hazır! Başka bir şeye ihtiyaç yok! Kaldıkları yerden aynen devam ederler. Peki ya Müslümanların durumu nasıl olacak? Onların bir daha Müslümanlığa dönebilmeleri, Müslümanlığı gerektiği gibi öğrenip yaşayabilmeleri hiç kolay olmayacak. Çünkü Müslümanlık sadece laftan, sözden, isimden, iddiadan, basit ritüellerden ibaret bir din değildir. Kendine has özel ve köklü bir eğitim gerektiren bir öğretisi, inanç, ibadet, ahlak, muamelat sistemi, belli ibadet biçimleri, usulü, erkanı ve şekilleri vardır. Bunlardan uzak ve habersiz yetişmiş nesiller, bir daha bunlara nasıl dönecek, bunları nasıl öğrenecek? Onun için komünizm gibi din düşmanı rejimlerin İslam’a verdikleri zararlar, Müslüman toplumlarda yaptıkları tahribatlar başka dinlerle kıyaslanamayacak kadar fazladır.”

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR