Ana SayfaDosyalarKültür ve SanatımızTÜRKİYE’DE TÜRK OLAMAYIP DIŞARIDA TÜRK OLMAK

TÜRKİYE’DE TÜRK OLAMAYIP DIŞARIDA TÜRK OLMAK

TÜRKİYE’DE TÜRK OLAMAYIP

DIŞARIDA TÜRK OLMAK

Müslüman Türk Milletinin bir ferdi ve mensubu olmak elbette çok büyük bir şereftir. Bu mensubiyet insana çok büyük bir itibar sağladığı gibi, çok ağır görev ve sorumluluklar da yükler. Fakat Şairin:

“Ol mâhîler (balıklar) ki derya içredir, deryayı bilmezler!” dediği gibi maalesef çoğumuz bunun farkında ve ayırdında değiliz. Bu büyük nimeti, anadan babadan bedava miras bulduğumuz için, çoğumuz değerini, kıymetini, önemini hatta ne olduğunu, ne anlama geldiğini bile doğru dürüst bilemiyoruz.

1993-1997 yılları arasında Kuveyt’e Tanıtma Müşavir Yardımcısı olarak atanmıştım. O zamanlar daha dörtbuçuk yaşlarında olan oğlumu Pakistan Okulu’nun ana sınıfına kaydettirdim. Çocuğu sınıf öğretmenine teslim edip, okuldan ayrıldım. Çocuğun birden bire 50-60 kişilik kalabalık sınıfta Pakistanlısından Afganlısına, Sudanlısından Hintlisine, Uzak Doğulusundan Kuzey Afrikalısına kadar pek çok Müslüman ülkeden bir sürü arkadaşı olmuştu. Bizim oğlan, sınıfının ilk ve tek Türk öğrencisiydi. Eğitim ve öğretim yılının ortalarına doğru okula başlayabilmişti. Okulun ana sınıfına yeni bir Türk öğrenci geldiğini duyan, okuldaki öğretmeninden öğrencisine, yöneticisinden hizmetlisine kadar neredeyse herkes, bizim oğlanı görmeye, tanımaya, ziyarete geliyorlarmış. Birden bire kendince makul hiçbir sebebi olmadan sınıftaki, hatta okuldaki neredeyse herkesin ilgi odağı haline gelmek, daha küçük yaştaki çocuğun kafasını karıştırmış. Anlaşılan çocuk, bu olup bitenlere bir anlam veremiyor, bu olağanüstü ilginin sebebini anlamaya çalışıyor fakat bir türlü de işin içinden çıkamıyormuş. Diğer çocuklar hep kendi isimleriyle çağırılırken, bizim oğlana herkes büyük bir saygıyla ‘Türk! Türk!’ diye hitap ediyormuş. Ama bizim oğlana o zamana kadar hiç kimse Türk demediği gibi, çocuk o zamana kadar bu kelimenin ne anlama geldiği, ne olduğu konusunda da hiçbir fikre sahip değilmiş. Akşam eve geldiğinde, çok durgun ve düşünceli bir hali vardı. Mutfak bölümünde otururken, yemek hazırlama telaşındaki annesine çekinerek bir soru sordu:

– Anne! Biz Türk’üz değil mi? Annesi hiç tereddütsüz:

– Evet, oğlum, tabii Türk’üz! diye cevap verdi. Çocuk, bu cevap üzerinde biraz düşündükten sonra, yeni bir soru daha sorma gereği duymuş olacak ki:

– Anne! Biz Türkiye’de iken Türk değildik, buraya geldik, Türk olduk değil mi? deyiverdi.

Çocuk kendince hiç de haksız sayılmazdı. Çünkü Türkiye’de iken ona hiç Türk diye hitap eden, Türk olmanın ne demek olduğunu ve Türklüğün ne anlama geldiğini ve nasıl bir şey olduğunu anlatan olmamıştı. Belki de asırlardan beridir Türk’üne, gerçek anlamda Türk diyebilmenin, Türklük sıfat ve özelliklerine, niteliklerine, vasıflarına sahip adam bulmanın neredeyse imkânsız olduğu, sağda solda, ortalıkta Türklük iddiasıyla hindi gibi kabararak dolaşanların hiçbirinin gerçek anlamda Türk olmanın ve Türklüğün ne olduğu konusunde en ufak bir fikrinin ve bilgisinin olmadığı bir ülkede küçücük bir çocuğun Türklük hakkında ne bilgisi ve algısı olabilirdi.

Bizim küçük oğlan, okulda bedavadan, ecdadından, atalarından dedelerinden miras kalmış, olağanüstü bir itibar ve saygınlık kazanmıştı. Fakat bu itibar ve saygınlık denen şey eğer gerçek anlamda hak edilmemişse, büyük umutları ve beklentileri karşılayamazsa, insanın başına umulmadık, dertler, sorunlar, sıkıntılar, işler açabilir. Bizim oğlan için de biraz böyle olmuştu.

Sınıfta Ahmet ve Haydar adında, eşkıya kılıklı, hatta düpedüz eşkıyalık yapan, sürekli terör estiren Sudan’lı ikiz iki kardeş varmış. Biraz yaşları büyük, biraz da iri yarı, oldukça cüsseli bu iki kardeş, bütün sınıfı haraca bağlamışlar, öğrencilerin beslenme çantalarını açıp, beğendikleri yiyecekleri zorla ellerinden alıyorlar, karşı koyanları dövüyorlarmış. Fakat bunlar bile Türk olduğu için bizim oğlana çok büyük sevgi ve saygı duyuyorlar, itibar ediyorlarmış. Ona ve beslenmesine hiç dokunmadıkları gibi diğer çocukların çantalarından zorla aldıkları yiyecekleri, ganimetleri, ne varsa hepsini getirip, bizim oğlanın sırasının üstüne yığıyorlar, beraber yemeyi ve paylaşmayı teklif ediyorlarmış. Bizim oğlan bu işi doğru bulmadığı, bunların diğer çocuklardan zorla, rızaları olmadan alındığını gördüğü için yemek ve almak istemiyormuş. Fakat Sudan’lı ikizler yemesi için ısrarlarını artırmaya, hatta işi bağırıp çağırmalara tehditlere kadar vardırmışlar. Çocuğu epey sıkıntılı bir halde görünce nedenini ve derdini sordum, o da anlattı. Ya Sudan’lı çocukların topladığı ganimetlerden payını almak, onlarla beraber yemek ya da onlarla kavga etmek, daha doğrusu onlara güç yetiremeyeceği için dayak yemek zorundaymış.

Sudan’lı çocuklar şimdiye kadar isteseler bizimkini yüz defa evire çevire dövebilecekleri halde, Türklüğüne hürmeten bunu yapamıyor, ona dokunamıyor, el süremiyorlarmış. Fakat durum gün geçtikçe daha vahim bir hal alıyormuş. Çocuk ne yapacağını, nasıl davranacağını iyice şaşırmış. Çocuğa nasıl yardımcı olabileceğimi düşünmeye başladım. Öğretmene veya okul yönetimine şikâyet etsem, şimdiye kadar diğer veliler bir sonuç alamadıkları gibi ben de alamayacaktım. Belki çocuğun sıkıntı daha büyüyecek, işler daha kötüye gidecekti. Aklıma atalarımızın ülüş sistemi geldi. Bizim oğlana da bunu önerdim. Tekrar ganimetleri toplayıp onun sırasının üzerine döktüklerinde, bir sıra daha yanaştırıp, kendisinin de beslenmesini bunun üzerine dökmesini, diğer arkadaşlarından da aynı şeyi istemesini, sınıftaki bütün öğrencilerin beslenmelerini bütün öğrenciler olarak hep beraber yemelerini söyledim. Bunu yapıp yapamayacağını sordum. Biraz zor olmakla beraber yapmayı deneyeceğini söyledi. Çünkü öncelikle dil ve anlaşma sorunu vardı. Tarzanca, işaret diliyle ve öğrenebildiği bir iki İngilizce kelimeyle, kendisini ifade edebilmesi gerekiyordu. Sınıfın eşkıya çocuklarına kendi yaptıklarının hem yanlış, hem de karlı bir iş olmadığını, bunun böyle sürüp gidemeyeceğini, çünkü eğer başka çocukların beslenmelerini zorla ellerinden almaya devam ederlerse, annelerin çocuklarının beslenme çantasına hiçbir şey koymayacağını, dolayısıyla sonuçta kendilerinin de aç kalacaklarını anlatması ve onları da bu ülüş sistemini kabule ikna etmesi gerekiyordu. Tabi bu ülüş sistemi sözünü bizim oğlan anlayamadığı gibi diğer çocukların anlayabilmesi hiç mümkün değildi. Onun için ben buna Türkish style (Türk tipi, Alaturka bölüşüm) adını verdim. Bu iş bizim oğlanın da aklına yattı. Aynı şeyi ertesi gün sınıfta denemiş. Sudanlı çocuklar ilk anda durumu anlamakta ve kavramakta zorlanmışlar, hatta sinirlenmişler. Fakat sonra işin aslını ve mantığını kavrayınca onlar da bunun iyi ve herkesin lehine bir çözüm olabileceği kanaatine varmışlar. Bundan sonra sınıfın bütün öğrencileri, beslenmelerini berberce yemeyi genel uygulama haline getirmişler. Öğretmenleri de öğrenciler de rahat etmişler, beslenmelerin kalitesi ve miktarı da eskiye göre daha da artmış. Bu çözüm ve uygulama bizim oğlanın sınıftaki hatta okuldaki itibarını daha da artırmış. Çocuk bu Türkish style uygulaması ile hem Türklüğünü ispat ederek itibarını korumuş, hem de onlara Türklüğün gerçekten de farklı ve faydalı bir şey olduğunu düşündürmüş.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR