Ana SayfaDosyalarKültür ve SanatımızNE TÜRK’ÜMÜZ TÜRK, NE YAHUDİMİZ YAHUDİ!

NE TÜRK’ÜMÜZ TÜRK, NE YAHUDİMİZ YAHUDİ!

NE TÜRK’ÜMÜZ TÜRK, NE YAHUDİMİZ YAHUDİ!

Biz çok şanslı, çok talihli, çok bahtiyar insanlarız. Allah bize, Müslümanlığı ve Türklüğü nasip etmiş. Adların ve sıfatların en güzeli, en muhteşemi, en anlamlısı ve hoşu olarak bize bu ismi seçmiştir:

“(İnsanları) Allaha da’vet ve (kendisi de) iyi amel (ve hareket) eden ve ‘Ben Müslümanım!’ diyen kimseden daha güzel sözlü, kim olabilir? (Fussilet Suresi, Ayet: 33).”

Türklük de öyle! Ecdadımız bize çok güzel, çok şerefli, çok namlı ve çok itibarlı bir bırakmış. Dünyanın en ücra köşelerindeki Müslümanlar bile, Türk olduğumuzu duyunca bize hala sevgiyle, saygıyla, gıptayla, hayranlıkla, muhabbetle, ümitle ve büyük beklentilerle bakıyorlar. İsim, unvan, nam, nişan, vasıf, sıfat hepsi iyi, hoş ve güzel şeylerdir. Amma bu adlara ve sıfatlara layık olmak, yani o isimle müsemma, o sıfatla muttasıf olmak, o adın ve o mensubiyetin adamı olmak, bu mensubiyetin gerektirdiği mesuliyetleri, görev ve sorumlulukları yerine getirebilmek çok daha önemli ve gereklidir. Yoksa adımızın ve inancımızın adamı olmadıktan sonra, bunu sadece bir isim olarak taşımak bir anlam ifade etmez, hatta bazen yarardan çok zarar da getirebilir.

Türklük ve Müslümanlık, basit, içi boş bir iddiadan ibaret değildir, bunların her tavır ve davranışımızla ispatı gerekir. Bilindiği gibi Türk’ün ve Müslümanın taşıması gereken neredeyse sayılamayacak kadar çok, sıfatlar, nitelikler, özellikler vardır. Bunların hepsini en mükemmel şekilde kendi şahsında toplayabilmek herkese nasip olabilecek bir bahtiyarlık da değildir. Ama bu vasıfların ve niteliklerin çoğunu taşımadığımız halde, iddiasını gütmek, kendimiz dâhil, hiç kimseyi inandıramayacağımız boş bir iddia olur. Hele adı var, kendi yok bir Türklüğün ve Müslümanlığın hiçbir anlamı, önemi ve değeri olamaz. Günümüz İslam dünyası, Müslümanlığın hiç bir şartını, özelliğini, niteliğini taşımadığı, İslam’dan tamamen uzaklaşmış olduğu halde, yine de Müslümanlığı kimselere bırakmayan garip tiplerle doludur. Ortalık Mehmet Akif’in dediği gibi insana: ‘Müslümanlık bilmem amma galiba göklerdedir! dedirtecek sözde İslamcılarla, sahte ve çakma Müslümanlarla doludur.

Öte yandan gerçek Türklüğün ne anlama geldiğini hiç bilmeyen, gerçek Türklüğün hiçbir sıfatını, şartını niteliğini taşımayan, ortalıkta hindi gibi kubararak dolaşan bazı garip ‘Turkey’ler (hindiler) ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ diyerek Türklüğü hiç kimselere bırakmıyorlar. Her taraf, Türkçülüğü etnik milliyetçiliğe indirerek güya Türkçülük yaptığını, Türklüğe hizmet ettiğini sanan sözde ve çakma Türklerle dolup taşmış vaziyettedir. Kısacası bugünün Müslümanları ve Türkleri: ‘Kaç, bugünkü Müslümanlardan sığın gerçek Müslümanlığa; kaç bugünkü Türklerden, sığın gerçek Türklüğe!’ dedirecek bir hale düşürülmüştür.

Öte yandan kıymetli ve değerli olan her şeyin sahtesi ve çakması, gerçeği, hakikisi ve yalanı olduğu gibi Müslümanlığın ve Türklüğün de vardır. Önemli olan sahteyi, kalpı ve çakmayı, gerçeğinden ve hakikisinden ayırabilmektir.

Ali Yakub Cenkçiler Hoca, bütün sıfat ve özellikleriyle gerçek bir Türk ve gerçek bir Müslüman’dı. Ben onu tanıyınca, gerçek Müslümanlığın ve Türklüğün bir ütopya veya gerçekleşmesi imkânsız bir hayal olmadığını anladım. O, her şeyiyle tam, örnek ve ideal Müslüman ve Türk olduğu gibi, ömrünü böyle insanlar yetiştirmeye adamış idealist bir hizmet ve dava adamıydı. Her yaştan, her toplumsal kesimden, her etnik kökenden, her eğitim seviyesinden büyük bir hoşnutluk, rıza, sevgi ve iştiyakla gecesini gündüzüne katarak ilgilenmeye, hepsine bir şeyler vermeye, herkesin mutlaka bilmesi gereken şeylerden bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Ben, onun gibi güzel, ideal, idealist örnekleri tanıyıp görmemiş olsaydım, bu olup bitenler karşısında herhalde dünyanın en karamsar ve en ümitsiz insanı olurdum. Ama onu tanıdıktan sonra, onun gibilerin örnekliğinde ve yol göstericiliğinde bu karanlıkların da Allah’ın nuruyla aydınlanabileceğine, gafletteki milyonların gafletten uyarılabileceğine, öylelerinin yollarımızı aydınlatmalarıyla, insanımızın salih seleflerinden çok daha iyi ve mükemmel Türkler ve Müslüman haline gelebileceğine, cehenneme dönmüş bu dünyanın yeniden cennete çevirebileceğine dair inancım ve umudum kat kat arttı. Ali Yakup Hoca gibi değerler, kıymetleri yaşadıkları dönemde pek bilinmese de, bizim dinimizin ve dünyamızın direği, geleceğe yönelik umutlarımızı aydınlatan ışık kaynağı olmuşlardır.

Asırlardan beri yaşadığımız olumsuz gelişmeler, kötü yönde gidişat, değişim ve dönüşümler yüzünden Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın içler acısı hali, sadece bizim değil, herkesin farkına varabildiği bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu acı gerçeğin farkında, ayırdında, bilincinde olabilen şuurlu Türk ve Müslümanların buna üzülmesinde, hayıflanmasında şaşılacak ve garipsenecek bir durum yoktur. Fakat ben şimdi kalkıp, size bizim değişe dönüşe geldiğimiz bu içler acısı durumdan gayrimüslimlerin bile hoşnut ve razı olmadıklarını, bu bozulmaların onları bile artık isyan noktasına getirdiğini söylesem, eminim ki tereddütle karşılar, inanmakta zorluk çekersiniz. Ama ben yine de başından geçmemiş olsa bile, çok sevdiğim, inandığım, güvendiğim birinden duyduğum somut bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum.

1980’li yılların başında, henüz daha genç bir müfettiş yardımcısı iken, kalabalık bir müfettiş grubuyla teftiş ve soruşturma göreviyle İstanbul’a gitmiştik. Bir pazartesi günü görev yaptığımız yerde toplandık, çalışma programımızı gözden geçiriyoruz. Bu arada başmüfettişlerden biri, bir gün önce Beyoğlu’nun arka sokaklarında yaşadığı çok ilginç bir olayı anlattı.

Bu Başmüfettiş üstadımız, Pazar günü Beyoğlu’nun arka sokaklarında dolaşıyormuş. Bir ara önüne geldiği büyükçe bir binanın demirden yapılmış, muhteşem cümle kapısı dikkatini çekmiş. Burasının ne binası olduğunu anlamaya çalışırken gözüne Neve Şalom Sinagogu tabelası ilişmiş. Sinagogun, Yahudi havrası yani ibadethanesi demek olduğunu biliyormuş. Fakat o zamana kadar hayatında hiçbir Sinagog’un kapısından içeri girip görmemiş. Kendi kendine içinden: ‘Acaba bu sinagog dedikleri şey nasıl bir yerdir, içerisi nasıldır?’ diye geçirmiş.

Bu düşünce ve merakın içinde kapıyı hafifçe itivermiş. Ardından kapı ağır ağır ve hafif bir gıcırtıyla içeriye doğru açılmaya başlamış. Üstat, birdenbire kendisini çiçeklerle süslü genişçe bir avluda bulmuş. Çekinerek sağa sola bakınırken, avluya açılan kapılardan birisinden bir adam başını uzatıp ona:

– Buyur gözüm, bir şey mi istedin? diye sormuş. O da hatalı bir iş yapmış olmanın tedirginliğiyle kekeleyerek;

– Hayır, af edersiniz! Dışarıda Sinagog yazısını gördüm. Kapıya dokununca da kapı hemen açılıverdi. Ben de merakımı yenemeyip içeri girmiş bulundum. Bilmiyorum içeri girmek yasak mıydı ve bir mahzuru var mı? diye açıklamada bulunmaya çalışmış. Muhatabını eğitimli ve kültürlü birine benzeten adam gayet nazik bir şekilde;

– Yok be gözüm! Ne mahzuru olacak? Yasak filan da değil! Eğer gezmek istiyorsan, buyur ben seni gezdireyim, diyerek kendisini içeri davet etmiş. Kısa bir tanışma faslından sonra, binanın içine doğru yönelip sinagogu gezmeye başlamışlar. Adam bu arada gayet nazik bir ifadeyle kendisinin buranın Haham’ı olduğunu da belirtmiş. O zamanlar terör saldırıları da gündemde olmadığından Haham Efendi, en ufak bir çekingenlik göstermeden ziyaretçisine Sinagogun her tarafını köşe bucak dolaştırmaya ve çok güzel de bir rehberlik yapmaya başlamış. Haham çok konuşkan biriymiş. Sinagogun her yeri, her şeyi hakkında kendisine detaylı bilgiler veriyormuş. Bu arada hep suskun kalan misafirine, eğer kendisinin de sormak istediği bir şeyler olursa hiç çekinmeden sorabileceği yolunda açık çek de veriyormuş. Tek taraflı sohbetin ve muhabbetin fazla bir tadı olmamasına rağmen, hahamın öyle açık seçik ve güzel bir anlatımı varmış ki, bizimkinin aklına soracak bir şey gelmiyormuş. Bu kadar açık çekten sonra bizim üstat, artık kendisinin de lafa söze girmesi, bir şeyler sorması gerektiğini düşünmüş. Nihayet biraz da ‘Laf olsun padişaha!’ kabilinden Hahama;

– Haham Efendi! Cemaat nasıl, cemaatten memnun musunuz? Cemaatiniz epeyce kalabalık mı? diye bir soru yöneltmiş. Bizimki, bu sorusuyla hiç farkında olamadan Hahamın bam teline ve nasırına bastığını çok geç anlayabilmiş. Meğer haham cemaatten yana çok dertliymiş ve hiç memnun değilmiş. O zamana kadar gayet neşeli ve esprili bir şekilde sohbetini sürdüren Haham, birden bire ciddileşmiş, kaşlarını çatarak memnuniyetsizliğini belli eden mimiklerle bizimkine şu sözleri söylemiş:

– Yok be iki gözüm! Ne memnun olacağım, cemaatten! Hani, memnun olunacak cemaat nerede? Bizimkilerin de sizinkilerden bir farkı yok! Bizimkilerin çoğunu da peşinden kovalasan havraya sokamazsın. Gelenler de bir işe yaramaz ihtiyarlar. Bizimkiler de Yahudi geçiniyorlar ama koşer tanıyorlar, ne şabat! Ne duaya geliyorlar, ne ibadete! Yahudi demeye bin şahit ister! Yani senin anlayacağın bizimkiler de aynı sizinkiler gibi! Bu kadar Müslümanın yaşadığı şu şehirde sizinkilerden kaç kişi düzenli olarak camiye gidiyor? Nasıl bir memlekette yaşıyoruz, ben bir türlü anlayamadım, birader?! Bilmiyorum niye böyle? Maalesef bu memleket iyice bozulmuş! Öyle bir hale gelmiş ki, artık ne Türk’ü Türk, ne Müslümanı Müslüman, ne de Yahudisi Yahudi!

Üstadın anlattığı o hikâye bizi epey güldürmüş ve eğlendirmişti. Ama insan, millet olarak taşıdığımız üstün nitelik ve kalitede ne kadar irtifa kaybettiğimizi; yaşanan çürümüşlük, kokuşmuşluk ve yozlaşmanın, olumsuz değişim ve dönüşümün hangi boyutlara ulaştığını düşününce, ister istemez Yahudi Hahama hak vermek zorunda kalıyor. Gerçekten de adamcağızın dediği gibi artık memleketimizin Yahudisi bile doğru dürüst Yahudi olmadığı gibi, maalesef Müslümanı da doğru dürüst Müslüman, Türk’ü de doğru dürüst Türk değildir. Böyle olduğu için de sözü istediğiniz yere kadar açabilir, çekip uzatabilirsiniz. Türk’ü doğru dürüst Türk olamayan bir memleketin, Kürdü nasıl doğru dürüst Kürt, Lazı nasıl doğru dürüst Laz, Çerkezi nasıl doğru dürüst Çerkez, Arnavudu nasıl doğru dürüst Arnavut, Boşnağı nasıl doğru dürüst Boşnak olacak? Hiç birisinin iler tutar, tanınacak, bilinecek, tanımlanabilecek hali, durumu, tarafı kalmadığını, hiç birisinin olması gerektiği gibi olamadığını maalesef hep birlikte görüyoruz.

Hangi etnik kökenden, hangi bölgeden, hangi inanç ve düşünceden, hangi mezhepten gelmiş olurlarsa olsunlar bütün Türklerin ve Müslümanların yapıp ettikleriyle aidiyet iddiaları arasında çok büyük uyumsuzluklar var. Hepimizin bu kadar kolay ve hiç düşünmeden yaptığımız hataların, sarf ettikleri yanlış sözlerin, aidiyet ve mensubiyet iddia ettikleri grupların da hayrına, yararına, iyiliğine, genel menfaat ve çıkarlarına uygun şeyler olmadığı herkesin, hatta en saf ve masum çocukların bile anlayabileceği gerçeklerdendir.

Nicelerinin koskocaman, büyük büyük mensubiyet iddiaların gerçeği, boy ve anlamsız olduğu çok çirkin bir şekilde sırıtmaktadır. Hani devenin birine sormuşlar:

  • Hayrola! Nereden geliyorsun böyle? Deve:
  • Hamamdan geliyorum! demiş. O hamamdan geldiğini söylüyormuş ama

bu iddiasının gerçekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı, devenin her halinden, her şeyinden, özellikle de nasırlarından çok belli imiş. Soruyu soran müstehzi bir ifadeyle:

  • Hımmm, nasırlarından belli! diyerek iddiasının yalan olduğunu yüzüne

vurmuş.

Bir şekilde bize arız olmuş, yapışıp kalmış bu olumsuzlukların hiçbirisi bizim gerçek halimiz, durumumuz, vasfımız, özelliğimiz, niteliğimiz değildir. Bunlar bizim bir an önce temizlenmemiz, arınmamız gereken, kusurlar, yanlışlar, eksikler ve hatalardır. Bunların giderilmesi hem mümkündür hem de acil önem arz etmektedir.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR