Ana SayfaDinimizHZ. MUHAMMED VE ÜMMETİNİN ÜSTÜNLÜKLERİ

HZ. MUHAMMED VE ÜMMETİNİN ÜSTÜNLÜKLERİ

HZ. MUHAMMED VE ÜMMETİNİN ÜSTÜNLÜKLERİ

Her peygamber iki şeyi yapmakla yükümlüdür. Birincisi kendisinden öncekini tasdik etmek, diğeri de kendisinden sonrakini müjdelemek, tasdik ve tebşir etmek. Bu yüzden de son peygamber Hz. Muhammed ve onun ümmeti, Tevrat’ta ve İncilde’de de müjdelenmişler, vasıfları, özellikleri hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlatılmıştır. Yani aslında Yahudi ve Hristiyanların hasretle yollarını bekledikleri, Peygamber Efendimiz ve onun ümmetiydi. Bu husus Kur’an’da da açıkça belirtilir:

Allah, (elçilik görevini verirken bütün) nebilerden (hem kendileri, hem de ümmetleri adına onlardan şu) kesin sözü, ahit ve misakı aldı: “And olsun ki Ben, size Kitap, hikmet verdim. Bundan sonra da elinizdekini (size verilen kitabı ve gönderilen elçiyi) doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardımcı olacaksınız! Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi? Onlar da: “Kabul ettik!” demişlerdi. Allah ise, “Öyleyse şahid olun, Ben de sizinle beraber şahit olanlardanım” buyurdu (Âl-i İmrân Suresi, Ayet: 81).

Hz. İsa da bu tebliğ ve tebşir görevini kavmine ve ümmetine şöyle açıklamıştır: ‘Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size gönderdiği bir elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı tasdik ediyorum, doğruluyorum. Benden sonra gelecek adı Ahmed olan peygamberi de size müjdeliyorum (Saf Suresi, Ayet. 6).’

Dünya kurulduğundan bu yana bütün devirler dönemler boyunca Peygamberimiz, onun peygamberlik dönemi ve ona uyanlar hep hasretle ve umutla beklenmiş, aranmış, özlenmiş ve gözlenmiştir. Kur’anda yalnız Peygamberimiz değil, onun ashabı ve ümmeti övülmekte, özlemle ve hasretle beklendikleri da açıklanmaktadır. Bütün devirleri, dönemleri, zamanları, mekanları ve varlıkları yaratan Yüce Allah (c.c.), Kendi hitabına muhatap kıldığı meleklerine, insanlığa hidayet rehberi olarak gönderdiği peygamberlerine onu, onun saadet devrini, onunla beraber olanları, o bağın güllerini, bülbüllerini anlatmış ve övmüştür. Bu husus Kur’an’da şöyle anlatılır;

“Muhammed (SAV) Allah’ın Elçisi’dir. (Sadakatle) onun yanında olanlar, bütün hakikat inkarcılarına karşı kararlı ve tavizsiz ama birbirlerine karşı da merhamet doludurlar. Onların rükua vararak, secdeye yere kapanarak Allah’ın lütuf ve rızasını (hoşnutluğunu) aradıklarını görürsün. Onların nişanları (işaretleri, alametleri) yüzlerindeki secde izleridir(Onların imanlarının belirlediği kimlik ve kişilikleri hayat tarzlarına, hatta dış görünüşlerine bile yansır. Dışarıdan bakanlar insan kişiliğinin en anlamlı parçası olan yüzlerinden de onları kolayca tanıyabilirler.) Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkmış bir tohum gibidir. Sonra Allah o (filizi) gittikçe güçlendirir, kuvvetlendirir, kalınlaştırır da kökü ve gövdesi üzerinde dimdik durabilen ve üreticilerini sevindiren bir hale getirir. Allah onlar (ı böyle çoğaltıp kuvvetlendirmekle, sağlam ve dayanıklı, dirençli kılmak)la kâfirleri öfkelendirir (kızdırır, yerindirir). Allah, onlardan iman eden, iyi, doğru, dürüst, güzel işler yapanlara mağfiret ve büyük ödüller vaat etmiştir (Fetih Suresi, Ayet: 29).

Allah’ın diğer peygamberlerine indirdiği kitaplarında, Tevrat’ta ve İncil’de (Örneğin Kitab-ı Mukaddes Vahiy 14,1; Matta 13, 31-32; Markos 4, 26-27; Luka 13, 18) Peygamberimizi bütün vasıf ve özellikleriyle hiçbir şüpheye bırakmayacak şekilde Yahudi ve Hristiyanlara tanıttığına Kur’an’da da açıkça değinilmektedir:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Yine de içlerinden bir grup bile bile gerçeği saklıyorlar (Bakara Suresi, Ayet: 146).”

Bu ayette, Hz. Muhammed (sav)’in İncil ve Tevrat’ta bulunan vasıfları sebebiyle, Yahudi ve Hristiyanların kendi öz çocuklarını diğer insanlardan ayırıp tanıdıkları gibi, onu da tanıdıkları vurgulanmaktadır. Rivayete göre, Hz. Ömer, Yahudi âlimlerinden İslâm’la şereflenen Abdullah bin Selâm’a bu âyeti sorduğunda ondan şu cevabı almıştı:”Ya Ömer! Ben, Hz. Peygamber (sav)’i gördüğüm zaman, onun Allah’ın elçisi olduğunu kendi öz oğlumu tanıdığımdan daha iyi tanımıştım. Çünkü oğlum hakkında, belki anası beni başka biriyle aldatmıştır, diye şüphe ve tereddüt edebilirim. Ama Resulullah (sav) hakkında zerre kadar bile şüphe etmedim. Çünkü O nun vasıfları, Tevrat’ta yazılı olanların aynısı ve tamamıdır.” (İbn-i Kesir, c.1/ 140). Asr-ı Saadette, daha birçok Yahudi ve Hıristiyan âlimi ve tanınmış simaları Peygamberimizi Tevrat’ta ve İncil’de yazılı özellik ve vasıflarına göre, Peygamberimizi arıyorlar, soruyorlardı. Peygamber olarak çıktığını ve peygamberliğini ilan ettiğini duyup, kendi kitaplarındaki vasıfları ve özellikleri taşıdığını görünce de Müslüman olmuşlardır. Selman-ı Fârisî, Habeş reisi Necâşî, bazı Habeş Hıristiyanları ve Necrân papazları, bu vasıfları İcil’de görüp iman edenlerdendir.

Ayette belirtildiği gibi bütün Yahudî  ve Hıristiyan âlimleri, Peygamber Efendimizin beklenen ve müjdelenmiş hak peygamber olduğunu kesin bir bilgiyle biliyorlardı. Fakat bunlardan çoğu, bu peygamber ‘Kendilerinden gönderilmediği, Araplardan gönderildiği’ için, hasetlerinden ve kıskançlıklarından dolayı inkar etmişler, bu yüzden de Allah’ın lanetine uğramışlardır. Çünkü onlar, ırkçı ve bağnaz bir zihniyetle, onun kendi kavimlerinden çıkması gerektiğini istiyor ve beklyorlardı. Araplar arasından, üstelik de mütevazı bir aileden yetişip, yetim bir çocuk olarak büyüyen Peygamberimizin, Allah tarafından peygamberliğe seçilmesini hazmedemediler. Böylece onun peygamberliğini, çağrısını, tebliğlerini inkar ve reddederken, aslında kendi kutsal kitapları vasıtasıyla ve kesin bir bilgiyle bildikleri bir gerçeği de gizlemiş ve yalanlamış oldular.

Peygamber Efendimizin gül devrine erişebilmek, onun gül alıp gül satan ümmetinden olabilmek çok büyük, hayaller üstü bir üstünlük, bir şans, kader, talih, kısmet, onur ve şereftir. Bize bu büyük şeref ve üstünlüğü nasip eden lütfu, keremi, ihsanı sonsuz Allah’a ne kadar çok şükretsek yine de azdır. Bu öyle büyük, öyle yüce bir şereftir ki, bizim bu büyük bahtımıza, talihimize, şansımıza, kaderimize, kısmetimize, Allah’ın bize büyük lütuflarına geçmiş ümmetler, milletler, hatta Peygamberler bile hayran ve aşık olmuşlar, gıpta etmişlerdir. Peygamber Efendimizin ümmeti, acınmış, rahmet ve merhamet olunmuş, çok şerefli ve çok üstün bir ümmettir. Bazı rivayetlere göre, büyük peygamberler bile bizim Peygamberimize ümmmet olmayı can ü gönülden arzu etmişler, bu yönde Allah’tan niyazda bulunmuşlardır.

Bir rivayete göre; Hazreti Musa, Hazreti Muhammed’in gül devrinin ve onun ümmetinin üstünlüğünü, parlaklığını, o devre özgü Allah’ın özel tecellilerini, lütuflarını, keremlerini, nimetlerini, ihsanlarını Tevrat’tan öğrenince, o gül devrine, o eşsiz gülistanın bülbüllerine, O gül Peygamberin ümmetine öyle gıpta etmiş, öyle hayran kalmıştı ki, kendinden geçip Yüce Allah’tan kendisini de o ümmetten kılmasını niyaz etmiş; ancak Allah, onun bu duasını kabul etmemişti.

İmâm Abdürrahmân Cevzî’nin “Kitâb-ül-Vefâ fî-Fezâil’il-Mustafâ” adlı eserinde bu konuyla ilgili şöyle bir rivayet vardır:

Ebû Nuaym’ın, Sa’d bin Abdurrahmân Muğâfirîn’den rivâyet ettiğine göre, bir gün Ka’b’ül-Ahbâr (RA), bir Yahudi âlimin ağladığını görmüş ve ona niçin ağladığını sormuş. O da:

  • Yok bir şey! Aklıma bazı şeyler geldi, bazı şeyleri hatırladım da

o yüzden ağlıyorum, diye cevap vermiş. Müslüman olmadan önce Yahudilerin en ileri gelen ve en saygın âlimlerinden biri olan Ka’b (RA), onu ağlatan şeylerin neler olabileceğini tahmin etmiş. Kendisine şöyle demiş:

  • İstersen seni ağlatan şeyleri ben sana söyleyeyim. Eğer bir yanlı-

şım varsa düzeltir, doğru söylüyorsam tasdik edersin! Yahudi âlim:

  • Peki söyle bakalım! deyince Ka’b anlatmaya başlamış:
  • Hazreti Mûsâ (AS), Allah ile söyleşilerinde, Tevrât’ta okuyup

öğrendiklerinden yola çıkarak şöyle demişti: Yâ Rabbî! Ben Tevrat’ta öyle bir ümmet gördüm ki, onlar ümmetlerin en hayırlısıdır. Onların insanları vaazla, güzel misallerle, öğütle ve nasihatle Allah’ın doğru yoluna çağırmak, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker (iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak) gibi özellikleri var. Onlar bütün kitaplara ve son Kitâba inanırlar. Dalâlet ehline, sapıklara, kâfirlere karşı savaşırlar. Bir gözü kör olan Deccal’ı da onlar öldürürler. Senden bunları benim ümmetim kılmanı niyaz ediyorum! Allah:

– Ey Mûsâ! Onlar Benim ismi Ahmed olan (SAV) en sevgili peygamberimin ümmetidir, buyurdu. Yahudi âlimi;

  • Doğru söylüyorsun, ey Ka’b! Diyerek; Ka’b’ı tasdik etmiş. Ka’b

(RA) sözlerine şöyle devam etmiş:

  • Musa (AS) devamla, Yâ Rabbî! Ben Tevrât’ta öyle bir ümmet

buldum ki, onlar çok hamd ederler, Allah’ın ahkamıyla hükmederler, hikmet sahibidirler. Bir iş yapmak istediklerinde, onu Allah’ın dilemesine bağlayıp, inşâallah derler. Onları bana ümmet eyle! dedi. Allahu Teâlâ:

  • Yâ Mûsâ! Onlar da Benim ismi Ahmed olan (SAV) en sevgili

peygamberimin ümmetidir, buyurdu. Yahudi âlimi:

  • Doğru söyledin, yâ Ka’b! demiş. Sonra Ka’b (RA) şöyle dedi:
  • Mûsâ (AS) yine: Yâ Rabbî, ben Tevrât’ta öyle bir ümmet görü

yorum ki, onlar yüksek bir yere çıktıklarında Sana tekbîr getirirler, alçak bir yere indiklerinde Sana hamd ederler. Onlar için yeryüzü toprağı temiz kılınmış. Onlar suyla temizlendikleri gibi toprakla da necâsetden (pisliklerden), hadesden (abdestsizlikten) ve cünüblükten temizlenebiliyorlar. Yeryüzü onlara mescid kılınmış. Yani, nerede isterlerse orada Sana ibâdet edebiliyorlarmış. Onları bana ümmet eyle! dedi. Allahu Teâlâ:

-Yâ Mûsâ! Onlar da Benim ismi Ahmed olan (SAV) en sevgili Peygamberimin ümmetidir, buyurdu. Yahudi âlimi:

– Doğru söylüyorsun ey Ka’b! demiş. Ka’b (RA) anlatmaya devam etmiş:

– Mûsâ (AS) daha sonra: Yâ Rabbî, ben Tevrât’ta öyle bir ümmete rastladım ki, onlar bedence zayıf olsalar da, merhamet edilmiş kimselermiş. Allah’ın Kitabı’na mirasçı, seçilmiş kimselermiş. Onlar hakkında; “(Onlardan kimi kendisine zulm edicidir, kimi (iyiliği ve kötülüğü birbirine eşit) ortadadır. Kimisi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek, ileri gitmek için yarışırlar. İşte en büyük fazilet budur! (Fâtır Sûresi, Ayet: 32)” buyurulmuş. Ben, onlardan merhamet edilmemiş hiç kimseyi görmedim. Onları bana ümmet eyle! dedi. Allahu Teâlâ:

– Onlar da Benim ismi Ahmed olan (SAV) en sevgili Peygamberimin ümmetidir, buyurdu. Yahudi âlimi:

– Doğru söyledin! demiş. Ka’b (RA), sözlerini şöyle sürdürmüş:

– Mûsâ (AS) yine: Yâ Rabbî ben Tevrât’ta öyle bir ümmet buldum ki, onlar Kitaplarını ezberlemişler, Mushafları hafızalarında ve kalplerinde saklanmış ve korunmuştur. Onlar namazlarında melekler gibi saflar bağlayarak, mescitlerinde arılar gibi vızıldaşarak Senin ayetlerini okurlar, Seni zikir ve tesbih ederlermiş. Sen, onların yaptıkları iyiliklere bire on, bire yedi yüz ve hatta kat kat daha fazla, hesapsız, sınırsız mükâfatlar verecekmişsin! Yaptıkları kötülükleri ise yalnız kendi karşılığı ile cezalandıracakmışsın! Onlardan pek azı cehenneme gidecekmiş. Onları bana ümmet eyle! dedi. Allahu Teâlâ:

  • Yâ Mûsâ! Onlar da Benim ismi Ahmed olan (SAV) en sevgili

Peygamberimin ümmetidir, buyurdu. Yahudî âlimi:

  • Doğru söylüyorsun ey Ka’b! diyerek onu doğrulamış.

Musa (AS), Hazreti Muhammed’e (SAV) ve onun ümmetine verilen hayırları, iyilikleri, nimetleri ve üstünlükleri öğrenmiş, ancak onların kendi ümmeti olmadığını anlamış, çok üzülmüştü. Bu sefer de bu üstünlüklere olan hevesinden ve hayranlığından Allah’tan kendisini de o ümmetten, yani Muhammed ümmetinden kılmasını diledi:

  • Ya Rabbi! Hiç olmazsa beni de ona ümmet eyle! dedi. Allahu

Teâlâ, Hazreti Musa’yı (AS) şöyle teselli etti:

– Ey Musa! Ben, seni aziz kıldım. Seni kendime peygamber yaptım. Seninle konuştum. Bütün öğütlerimi sana açıkladım. Sen, Benim sana verdiklerimi ve kendi kudret elimle yazdığım Tevrat’ı al ve şükredenlerden ol! Kavmine de söyle, salihlerden olsunlar! Onlar da Benim yardımımla hidayet bulmuşlardır, buyurdu.

Bazı müfessirler aşağıdaki ayetlerin de bu hususa işaret ettiğini belirtirler:

“Ey Musa! Ben (seni) peygamber göndermekle ve (seninle vasıtasız) olarak konuşmakla seni (asrının) insanlarının başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol! Biz, nasihatlere ve her şeyin açıklanmasına dair ne varsa, hepsini Mûsâ için levhalarda yazdık. (Ve dedik ki:) ‘Bunları kuvvetle tut! Kavmine de onun en güzelini almalarını emret! Yakında size yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim.’ Musa’nın kavminden (de) Hakk ile doğru yolu bulan ve onun sayesinde adil davranan bir topluluk vardır (A’râf Sûresi, 144-145, 159).”

Musa (AS), bunları dinleyince rahatladı, gönlü hoş oldu. Ama Hazreti Muhammed’in ve onun ümmetinin parlaklığı, üstünlüğü, Allah’ın onlara ve o devre özgü özel tecellileri, lütufları, nimetleri, ihsanları karşısında gıpta etmekten, hayran kalıp kendinden geçmekten de kendini alamadı. Bu sefer de Allah’a:

– Ya Rabbi! O ne büyük rahmet devri! O devir, rahmetten de ileri! Meğer Senin o devirde ne büyük tecellilerin varmış! Ya Rabbi! Senin her şeye gücün yeter. Ne olur, bu Musa kulunu da herhangi bir şekilde bu devirde gizle de Ahmed’in o parlak devrinde yeniden ortaya çıkar, tekrar dünyaya gönder! Beni de ona ümmet kıl! diye tekrar yalvardı. Allah (C.C.) ona buyurdu ki:

– Ey Musa! Ben, o devri sana keremimin, cömertliğimin büyüklüğünü, yüceliğini göresin, bilesin diye gösterdim. Sen o devirden uzaksın. Onun için ayağını o yoldan çek! Çünkü iklim uzundur. Gerçek kerem, lütuf ve ihsan sahibi yalnız Ben’im! Kullarıma, nimetlerimi tanıyıp istesinler, o nimetlere heveslensinler diye nimetlerimi böyle gösteririm. Nitekim daha önce de candan ve gönülden dileyip istediğin bütün keremleri, ihsanları da önce Ben sana gösterdim de sen ancak ondan sonra bunları isteyebildin. Ben, gizli bir rahmet hazinesiyim. Ben, hidayet nasip ettiğim Muhammed ümmetini, ‘İnsanların iyiliği için, iyiliği teşvik eden, kötülüğe engel olan, Allah’a inanan, en hayırlı ümmet olarak ortaya çıkardım (Âl-i İmrân Suresi, Ayet:110), buyurdu. Nihayet Musa (AS):

  • Ben bu peygamberi ve ümmetini görmeyi çok isterdim, dedi. Allah

Teala:

  • Sen o zamana kadar yaşayamazsın! Ama istersen sana onun

ümmetinin seslerini duyurabilirim, buyurdu. Hz. Musa’nın arzu etmesi üzerine de Allah Teala:

  • Ey Muhammed Ümmeti! diye seslendi. Onlar:
  • LEBBEYK ALLAHÜMME LEBBEYK! LEBBEYKE LÂ ŞE-

RÎKE LEKE LEBBEYK! İNNELHAMDE VE’NNİ’METE LEKE VELMÜLK. LÂ ŞERÎKE LEK!” diye cevap verdiler. Allah Teala da onlara:

– Ey Muhammed Ümmeti! Benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Siz benden istemeden, ben size veririm ve günahlarınızı bağışlarım, buyurdu.

(İmâm Abdürrahmân Cevzî’nin “Kitâb-ül-Vefâ fî-Fezâil’il-Mustafâ” adlı eserinden, Mevlana’nın Mesnevi’sinden, Envarü’l Aşıkin ve Şevahid-ün Nübüvve adlı eserlerden yararlanılmıştır.)

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR