Ana SayfaDinimizTÜRK MİLLETİNİN KUR’AN’DAKİ ÖZELLİKLERİ

TÜRK MİLLETİNİN KUR’AN’DAKİ ÖZELLİKLERİ

TÜRK MİLLETİNİN KUR’AN’DAKİ ÖZELLİKLERİ

Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde geleceğe yönelik pek çok haber vardır. Bu gibi ayetleri, hadisleri, haberleri, nasları, tam ve doğru olarak, en iyi ve en güzel şekilde anlayabilmek için de en iyi, en sağlam, en doğru müfessir ve yorumcu zamandır, tarihtir. Çünkü bu haberlerin, ayetlerin, hadislerin doğruluğu veya haşa yanlışlığı, en iyi zaman ve tarih laboratuvarında test edilebilir. Tarih ve zaman bir haberi kesinkes doğrulamışsa artık başka tefsirlere ve yorumlara bakmaya, başka yorumcular ve müfessirler, âlimler aramaya gerek yoktur. Olay bir haberi doğrulamışsa, zaman ve tarih, yani yaşanan ve gerçekleşen olaylar, haberin tam ve kesin doğruğuna şahitlik ve delalet ediyorsa, başka şahitler, deliller aramaya kalkmak abesle iştigaldir ve iyi niyetli bir yaklaşım olamaz.

Türk milleti ilahi bir görevle görevlendirilmiş bu görevi başarıyla yerine getirmiş, kıyamete kadar da gerçekleştirmeye devam edecek bir millettir. Kur’an’ın pek çok yerinde Arapların, Allah’la yaptıkları sözleşmeye uymayacaklarına, Allah’ın dinini ve davasını ihmal edeceklerine, bu yüzden de Allah’ın onların yerine, onlar gibi olmayacak, başka bir kavim getireceğine, gelecek bu milletin karakteristik özelliklerine dair pek çok işaretler ve geleceğe yönelik haberler vardır. Allah buyuruyor ki:

“İşte sizler, Allah yolunda (mallarınızdan) harcamaya çağrılıyorsunuz. Ama içinizden kiminiz cimrilik yapıyor. O cimrilik yapan bilsin ki, ancak kendi zararına cimrilik yapmış olur. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirecek olursanız, sizi ortadan kaldırır ve sizin yerinize, sizden olmayan ve size benzemeyecek başka bir toplum (millet) getirir (Muhammed Suresi, Ayet: 38).”

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, Kendisinin (çok) sevdiği ve Kendisini (çok) seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), inkârcılara karşı güçlü, onurlu ve zorlu, Allah yolunda cihad eden, (bu yolda hiçbir) kınayıcının kınamasından korkmayan (çekinmeyen, aldırmayan) bir kavim, bir millet getirecektir. Bu Allah’ın dilediğine lütfettiği bir nimettir. Allah’ın lutfu ve ilmi çok geniştir (Maide Suresi, Ayet:54).”

Bu ayetlerde açıkça Arapların ileride bu İslam davasının, bu büyük nimetin ve ‘i’lâ-yi kelimetullah’ görevinin hakkını veremeyecekleri, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihat etmekten yüz çevirecekleri, İslam’ı bir kenara atacakları açıkça haber verilmektedir. Peki böyle bir şey yaşanmış ve gerçekleşmiş midir? Evet, bu haber ayniyle gerçekleşmiştir. Peki, Allah, onların yerine başka bir kavim, millet ve topluluk getirmiş midir? Evet, kesinlikle getirmiştir. Eğer getirmemiş olmasaydı, bu iş daha başladıktan kısa bir süre sonra sona ermiş olurdu. Allah’ın böyle bir şeye izin ve fırsat vereceği, düşünülemez. Hem Arapların yapacakları hata ve yanlışlar, hem de onların yerine getirilecek yeni toplumun ve yeni milletin en bariz vasıfları, sıfatları, özellikleri, detaylı bir şekilde haber verilmektedir.

Yukarıdaki ayetlerde, Allah’ın lütfuna mazhar olacak bu kavmin Araplara hiç benzemeyecek, onlardan tamamen farklı ve yeni bir kavim olacağı bildirilmekte, bu yeni milletin karakteristik özellikleri detaylı bir şekilde sayılmaktadır. Bu özellikler arasında onların, mallarından Allah yolunda hiç cimrilik etmeden bolca harcayan cömert bir kavim, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla en güzel şekilde cihat edecek, mücadele ve mücahede edecek, savaşacaak cihangir bir kavim, asla küfre, isyana, nankörlüğe sapmayacak, Allah’ı seven, Allah’ın sevdiği, Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, hak bildiği yolda karşılaşacağı düşmanlıklara, kınamalara, eleştirilere de asla aldırmayacak sağlam bir millet olacağı haber verilmektedir.

Tarih de şahittir ki; Müslümanların liderliği ve önderliği İslam’ın ve Müslümanların her bakımdan en zor ve en kritik bir döneminde Allah tarafından Türklere verilmiş; bin yılı aşkın bir süreden beri de Türkler bu dine çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu yolda ve bu alanda onları geçebilecek, onlardan daha iyi, daha hayırlı ve daha üstün başka hiçbir millet çıkmamıştır. Türk Milleti kadar canını, malını, servetini, her şeyini, Allah yolunda, hayır, din ve ahlak yolunda harcayan başka bir millet yoktur. Tarihin tanıklık ettiği bu somut gerçeği değiştirmeye hiç kimsenin gücü yetmeyeceği gibi, hiçbir akıl sahibi de bunu inkâr edemez.

Bu ayetten, Allah yolunda gerçek bir cihadla cihad etmekten ve cihad ruhundan uzaklaşmış olanların, Müslümanlara karşı kaba, sert, haşin, katı davrananların, sevgi, muhabbet, şefkat ve merhamet göstermeyenlerin, öte yandan kâfirler karşısında, süt dökmüş kedi gibi tavırlar sergileyenlerin, Müslüman oldukları için kendilerine yöneltilen eleştirileri, suçlamaları, karalamaları sineye çekip çekingenlik gösterenlerin gerçek Müslüman olamayacaklarına,  tavırlarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiğine işaret vardır. Nitekim Arap olmayan, başka milletlerden olan Müslümanlara mevali, yani köle gözüyle bakan, onları küçümseyen, yukarıdan bakan Arapların yerine Allah, bütün Müslümanları kendinden bilen, onlara karşı şefkat ve merhamet gösteren, tevazu kanatlarını indiren Türkleri getirmiştir.

Ayeti kerimedeki ‘Allah’ın başka bir kavim getireceği’ ifadesinden, bu milletin İslam’la şereflenmesinde Arapların veya başkalarının pek fazla bir etkilerinin ve rollerinin olmayacağına, onların savaşla, kılıç ve silah zoruyla veya dışarıdan bir baskıyla, zorla ve zorlamayla değil, Allah’ın bir şekilde gönüllerini İslam’a açmasıyla kendiliklerinden Müslüman olacaklarına işaret vardır. Gerçekte de Türklerin Müslüman Araplarla karşılaştıktan sonra bütün bir millet olarak Müslüman olmaları oldukça uzun, neredeyse üç asır sürmüştür. Örneğin Emevi dönemi Arapları, izledikleri yanlış politikalarla Türklerin İslamiyet’e girmelerine değil, İslam’dan soğumalarına, İslamı yanlış tanımalarına ve algılamalarına, sonuçta da İslam’la şereflenmelerinin asırlarca gecikmesine sebep olmuşlardır.

Türkler, yepyeni ve bambaşka bir ideal ve görev olarak üstlendikleri ‘îlâ-i Kelimetullah ideali’ni, ‘nizam-ı Âlem’ görevini ve o büyük İslam nimetini hiç kimsenin veya başka bir milletin telkin ve zorlamasıyla kabul etmemişlerdir. Zaten böyle bir şey, hiçbir millete zorla kabul ettirilemez. Bu insan aklının, mantığının, hafsalasının alamayacağı bir şeydir. Zaten Müslümanların, Türklerin Müslüman oldukları dönemde onları Müslüman olmaya zorlayabilecek herhangi bir askeri veya siyasi güçleri kalmamıştı. Tam tersine Müslümanlar, askeri, siyasi ve her bakımdan çok büyük zaaflar içinde bulunuyorlardı; İslam’ın varlığı bile büyük tehlikelerle karşı karşıyaydı. Türkler, asırlar boyunca İslamiyeti inceledikten, bu dinin Âlemlerin Rabbi Allah’ın dini ve davası olduğuna kesin kanaat getirip, kalpleri ve gönülleri yatıştıktan sonra, kendi istek ve arzularıyla candan ve gönülden, bütün içtenlikleriyle Müslüman oldular. Bu olay, Türk, dünya ve İslam tarihinde olağanüstü büyük değişim ve dönüşümlere yol açtı. Bu olay, hiç şüphesiz dünya tarihinin en önemli olaylarından ve dönüm noktalarından biridir.

Allah-u Teâlâ Mürselât Sûresi’nin ilk ayetlerinde, yeminle dikkat çekerek belli bir topluluğun beş ayrı özelliğine vurgu yapıyor ve onların kadrini, kıymetini, değerini, yüceliğini, üstünlüğünü öne çıkarıyor:

“Yemin olsun! (Selam olsun!) Maruf için (iyilik için) (o birbiri ardınca) gönderilenlere! (Mürselât Suresi, Ayet: 1).”

Yani Allah’ın emirlerini, mesajlarını yüklenmiş olarak örfle, marufla, töreyle, dine ve akla uygun her türlü hayır ve iyiliklerle birbiri ardınca gönderilen müminlere, meleklere, vahyin bölümlerine, kalplere inen doğuşlara, rüzgârlara! Burada, her hayır ve her iş kendi kudret elinde olan, O’nun emri, takdiri, hükmü, iradesi, yaratması dairesinde cereyan eden Yüce Allah, lütuf ve keremiyle bazen bazılarını yüce ve şerefli görevlerle görevlendirdiğine işaret ediyor. Bunlar zaman içerisinde insanlara peş peşe hayırlarla müjdelerle gönderilen melekler, birbirini izleyen Peygamberler olduğu gibi, en umulmadık zamanlarda gönderilen hayırlı nesiller, ümmetler, topluluklar ve kavimler de olabilir. Kur’an’ın pek çok yerinde de buna dair işaretler vardır. Bunların böyle ardı ardına gönderilmesi kendiliğinden değil, yine Allah-u Teâlâ’nın izniyle, lutuf ve keremiyle olmaktadır.

“Yemin olsun, (Selam olsun!) estikçe esenlere, (zararlıları) savurup atanlara! (Mürselât Suresi, Ayet: 2).”

Yani Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak) şiddetle esip savuran, büküp deviren fırtınalar gibi görevlerine koştukça koşanlara!

“Yemin olsun, (hakikat ve hayırları, rahmet tohumlarını) yaydıkça yayanlara! (Mürselât Suresi, Ayet: 3).”

Yani Allah’ın dinini ve buyruklarını yeryüzünde yaydıkça yayanlara! Diriltip harekete getirenlere! Dîn-i Mübîn-i İslam’a gönül veren bu mücahitler, İslam’ı kabule müsait, temiz ve bozulmamış, verimli gönüller için yararlı rüzgârlar gibidirler. Rahmet bulutlarını taşıyıp verimli topraklar üzerine bereketli yağmurlar bırakırlar ve yeryüzünü cennete çevirirler. Kâfirler için ise onların kökünü söküp kazıyan fırtınalara ve kasırgalara benzerler. Öyle şiddetle eserler ki, yeryüzünü bütün kötülerden ve kötülüklerden temizleyip paklarlar. Onları köklerinden söküp, savurup atarak, kâinatı onların şerlerinden, zararlarından korurlar.

“Yemin olsun, (Hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin, hakikat ile dalâletin, sapıklık ile hidayetin, gerçek ile sahtenin arasını birbirinden tam anlamıyla ve gerektiği gibi, iyice) ayırdıkça ayıranlara! (Mürselât Suresi, Ayet: 4).”

“Yemin olsun, özür veya uyarı için (Özrü, mazereti, suçu, hatayı, günahı, eksikliği ortadan kaldırmak, kötülüğü önlemek veya insanları uyarmak, Allah’a yönelenleri arındırmak, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için öğüt telkin edenlere, kalplerde Allah’ın zikrini uyandıranlara, kötülükleri imhaya, kötüleri azâp ile tehdide çalışanlara, Kur’an’ı) ulaştıranlara! (Mürselât Suresi, Ayet: 5-6).”

Yani bunlar yalnız Hakkı söylerler, Hakkı tebliğ ederler, Hak için çalışırlar. Amaçları Allah’ın dinine davasına hizmettir, imkan ve fırsatları kendi hizmetlerinde kullanmak, istismar etmek değildir. Hakkı hak olarak, batılı batıl olarak görürler ve gösterirler. Hem kendileri ona teslim olurlar hem de halkı hakka dâvet ederler. Bâtılı ve bâtıl yolların iç yüzünü tarif ederler ve bâtıldan sakındırmaya çalışırlar. Her türlü kötülükten, bölücülükten, tefrikadan, fitne ve fesattan uzaktırlar.

“Ki size va’d olunan, uyarıldığınız şey muhakkak gerçekleşecektir (Mürselat Suresi, Ayet:7).”

Bu Ayet-i Kerimelerde işaret edilen özellikler bütün Müslümanlarda bulunan, bulunması gereken özelliklerdir. Fakat her Müslüman’ın bu özelliklerin tamamını, en mükemmel şekilde şahsında toplayabilmesi her zaman kolay ve mümkün olmayabilir. Bu özelliklerin Müslüman özellikleri yanında aynı zamanda Türk özellikleri olduğunu yaşanan tarihi tecrübeler ispatlamaktadır. Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden, Hakkı, hakikati dünyanın her tarafına yaydıkça yayan, götürüp bütün yeryüzü halkına tebliğ etme gayreti içinde olan, bilmeyenlere öğretmeye, duymayanlara duyurmaya, milyonlarca yolunu şaşırmışın hidayetlerine vesile olmaya, ölmüş ruhları bununla diriltmeye, onları her türlü kirden, pislikten temizlemeye çalışan bahtiyarlar, bahtlı, talihli, şanlı, şerefli kimseler arasında en çok Türkler olmuştur.

Nâziât Sûresi’nin ilk ayetleri de Müslüman Türk’ün en temel karakterleri ve özelliklerindendir.

“Andolsun! (Selam olsun!) (Oklarını, yaylarını, silahlarını) çekip çıkaranlara! (Var güçleriyle Hak yolunda mücadele edenlere!) Neşeyle, şevkle, yavaşça, usulca, usulünce (oklarını, yaylarını gerip kuranlara, silah alet ve edevatını hazırlayanlara, sonra da) çekip (düşmana atanlara)! (Düğümleri, sorunları hünerle çözenlere!) Boşlukta yahut su üstünde yüzüp gidenler (gibi karada, denizde ve havada düşmanla savaşıp cihad edenler)e! (İman’da, İslam’da, cihadda, Allah’a kulluk ve teslimiyette birbirleriyle) yarıştıkça yarışanlara! (Bu yarışta herkesi geçip yarışı kazananlara! Yarıştan ve mücadeleden hiç yılmayarak, öncü ve muvaffak olanlara!) Her işi (iyi bir düzen içinde güzelce) çekip çevirenlere! (Tedvir ve tanzim edenlere! Tedbirde kusur etmeyerek düzenleyip yönetenlere! Allah’ın emirlerini O’nun rızasına uygun şekilde uygulayanlara! (Ki kıyamet gerçektir, hepiniz ölümden sonra tekrar diriltileceksiniz! (Nâziât Sûresi, Ayet: 1-5).

İslamiyet, Türk bahadırlarının süngüleri ile yeniden ila edildiği (yükseltildiği) gibi, bütün İslam ilimlerini de Türk zekâları yükseltmiştir. Bu ilmi gerçeği, Türk âlimlerinden Seyyid Şerif Cürcani şöyle tasvir ediyor: “Hakikaten İslam ilimleri Arabistan ufkundan bir güneş gibi doğmuş; fakat o şems-i ilim (ilim güneşi) yürüye yürüye Türk diyarının ortası olan Maveraünnehir’e gelince orada haddi üstuva (zirve, en üst nokta) bulmuştur. (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, Ankara, 1994, s. 277).

İslam’ın taht ve baht şehri olan Bağdat’ın bile, Şii Büveyhoğullarının eline ve yönetimine geçmesinin üzerinden bir asır geçtikten sonra aciz ve çaresiz kalan Abbasi Halifesi Türklerden imdat istemek zorunda kalmıştı. Cihangir Asya ordularının öncüleri durumundaki Selçuklu Türklerinin Bağdat önlerine gelmesiyle İslam dünyasının üzerine çökmüş kara bulutlar dağılmış; çok geçmeden başta Bağdat olmak üzere, öncelikle İmparatorluğun daha ziyade Şiilerin ağırlıklı oldukları şehirlerinde Nizamiye Medreseleri kurulmuş, cehaletin, yanlış ve batıl itikatların, hurafelerin, sapık fikir ve görüşlerin beli kırılarak saf, temiz ve orijinal İslam anlayışı ve inancı ihya edilmiştir.

Türkler, camilerde, oralarda buralarda bölük pörçük sürdürülmeye çalışılan, niyeti, itikadı, ameli bozuk olanlara da İslama ve Müslümanlara zarar vermek için imkân ve fırsat veren eğitim faaliyetlerini düzelterek sistemleştirmek ve kurumsallaştırmak üzere medreseleri kurdular. Bu medreselerin ilk örneği olan Nizamiye Medreselerinin kuruluş amacını Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah şöyle anlatır: “Biz, Nizamiye Medreselerini, bir mezhebi korumak için değil, ilmi yükseltmek maksadı ile kurduk. Mezhepler arası bir tefrik istemiyoruz.” (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, Ankara, 1994, s. 279).

Türkler İslam dünyasının yönetimini ve liderliğini üstlerine aldıktan sonra çok muhteşem medeni eserler de ortaya koymuşlar, üç kıtaya huzur, barış, adalet, fazilet, efendilik, insanlık, medeniyet, kültür ve yüce ülküler götürmüşlerdir. Türkler dinlerinin de gereği olarak ilme, irfana, fazilete, askerliğe, yüksek idareye çok önem vermişlerdir. İlmi bakımdan terakki ve tekâmüle gitmenin ötesinde, taassup, ifrat, tefrit gibi insanları tereddiye götürecek yollara tevessül etmemişlerdir (Türk ve Türklük, Türk Standartları Enstitüsü Yayını, Ankara, 1994, s. 54).

Kahraman Türk Milleti, İslam’ın da fazilet saydığı din, devlet, namus ve vatan için şecaatle savaşmayı en büyük hüner ve erdemlerden saydılar. Bu yolda sabır, sebat, azim ve kararlılık sahibi olma gibi temel unsur ve özelliklerde de zirveleri yakalayabildiler. Türkler, adalete, ahlaka, medeni cesarete, sabra, alicenaplığa, şefkate, merhamete, sevgi ve saygıya, çalışkanlığa, ilme, iradeye, temizliğe, edebe, doğruluğa, hoşgörüye, affa, tevazua, namuskârlığa çok büyük önem vermişlerdir. Bütün bunlar, aynı zamanda İslam ahlak ve faziletleri içinde de yer alırlar. Türkler İslamiyet’i ihlasla, aşkla, şevkle kabul etmişler, ondan asla dönmemişler, onun asırlarca bayraktarlığını yapmışlar, İslamla et ve kemik, beden ve ruh gibi kaynaşmışlardır. Türk’ün ruhu, İslam’ın ruhudur.

Zikredilen âyet-i kerimeden; Araplardan İslamın liderliğini ve önderliğini devr alacak kavmin, hangi etnik kökenden gelirse gelsin bütün Müslümanları kendinden bilecek, kendi toplumundan ve milletinden ayırmayacak, ötelemeyecek, itelemeyecek, Müslümanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeyecek, İslam’la ve Müslümanlarla özdeş ve hemhal olmuş bir millet olacağı da anlaşılmaktadır. Gerçekten de Allah’a, Peygamberine, İslam’a ve tüm Müslümanlara karşı muhabbet, sevgi, saygı ve bağlılık Türk milletinin temel, ana ve en belirleyici vasıflarından ve özelliklerinden olmuştur. Bunu böyle bilmeyenler, görmeyenler, saymayanlar, kabul etmeyenler Türklüğü de, Müslümanlığı da hiç tanımamış, anlamamış, tanıması ve anlaması da mümkün olamayacak kimselerdir.

Türkler, Türklüğü ve Müslümanlığı en başından beri birbiriyle eş ve özdeş, her ikisi de aynı anlama gelen, birbirinden ayırılamayan, İbrahim Milleti’nin başka ve yeni bir adı, ifadesi, Müslümanların dini, siyasi, iktisadi, sosyal, hukuki, askeri kısacası her türlü birlik ve beraberliklerinin temsilcisi olarak görüp algılamışlar, bunu da uygulamalarına en güzel şekilde yansıtmışlardır. Bu yüzden bütün başka ırklardan, soylardan, milletlerden, kavim ve kabilelerden Müslümanlar da kendilerine yaklaşmışlar, rahatlıkla onların çatıları ve yapıları altına, bünyelerine girebilmişler, onlar da kendilerini Türk milletinden, hatta ırkından sayabilmişler, hissedebilmişlerdir. Örneğin İstiklal Marşı’mızın yazarı Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un etnik köken olarak Arnavut olmasına rağmen, Türklük bilincinin herkesten daha yüksek olabilmesi bundandır. İstiklal Marşını ondan başka yazabilecek kimse çıkmamıştır. Sanat gücü ve şairlik kabiliyetinin yanında ve ondan öte çok daha birçok başka özellikler, milli ruh ve heyecan da isteyen bu işte ondan daha üstünü yoktu. Türk Milletini Hakka tapan bir millet olarak tanımlayan Akif, ‘Kahraman ırkıma bir gül’, ‘Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal’ gibi sözlerle bayrağımıza hitap ederken, etnik köken olarak Arnavut olmasına rağmen, kendini ırk olarak da Türk saymaktadır. Çünkü Cahiz’in de belirttiği gibi, Müslüman olmakla İslamiyet Türklerin herşeyi, hatta ırkı olmuş, İslam’la özdeşleşmiş Türklük anlayışında, Türkoğlu olmak, aynı zamanda İslamoğlu olmak anlamına gelmeye başlamıştır. Türk kardeşliği ile İslam kardeşliği aynı şey olmuştur. Dolayısıyla Akif, kendisini ırk olarak da Türk saymakta hiçbir beis, yanlışlık ve sakınca görmemiştir. O biliyordu ki, daha fazla Müslüman olunmadan, daha fazla İslam bilincine sahip olunmadan, daha fazla Türk olunamaz, daha çok Türklük bilincine sahip olunamaz. Bunlar olmadan da, ister Arnavut olsun, isterse Türk Milletini oluşturan unsurlardan herhangi birisi olsun, bunlardan olabilmek de bunu koruyabilmek de mümkün olamayacaktır.

Allah, her zaman dinini yüceltecek ve bu din sayesinde yücelteceği bir kavim ve millet çıkarmaya kadirdir. Gerçek Türkler, eğer Allah onların gönüllerini İslam’a açmamış ve onları İslam’la şereflendirmemiş olsaydı durumlarının ne olacağını, başlarına nelerin gelebileceğini, çok sürmeden tarih sahnesinden silinip gideceklerini çok iyi bilirler. Bu yüzden de her gerçek Türk, Allah’ın üzerlerindeki nimetlerinin büyüklüğünü, şükrünü, önemini, değerini çok iyi bilir; üzerine düşen görev ve sorumlulukların çok iyi farkında ve ayırdındadır; bunları yerine getirebilmek için de canla başla çalışır.

Türkler, İslam’la tanıştıkları dönemde; aralarında kendilerini bir arada ve beraber tutabilecek bütün millet oluşturucu unsurlar zaafa uğramış, pörsümüş, bozulmuş, kaybolup gitmişti. Arka arkaya kurulan ve yıkılan devletlerden ve imparatorluklardan sonra IX. ve X. Yüzyıla gelindiğinde Türkler, hem siyasi birliklerini, hem Asya’nın en büyük imparatorluğu ve cihanşümul bir devlet olma vasıflarını, hem de onları bir ve beraber tutabilecek din, inanç, kültür hatta dil birliklerini de kaybetmişlerdi. En büyükleri Uygur ve Karahanlı Kağanlıkları olan, dünya ve bölge siyasetinde fazla bir ağırlıkları kalmamış, irili ufaklı pek çok devletlere bölünmüşlerdi. Evrensel olmadığını, zamanın ihtiyaçlarını karşılayamadığını gördükleri eski dinlerini bırakıp, dünya üzerindeki dinlerin hepsine girip çıkıyorlar, fakat milli karakterleriyle bağdaşmayan bu dinler onları hem tatmin etmiyor, hem de daha fazla bölüp parçalıyordu. Güçleri ve kuvvetleri dağılmış, birlik ve beraberlikleri, bütünlükleri, dirlik ve düzenlikleri kalmamıştı. Birbirleriyle eskisinden daha kavgalı hale gelmişler, karşıt cephelere ve gruplara ayrılmışlardı.

Türkler, İslam sayesinde adeta pençeleri ve gagası zamanla sertleşip iş görmez hale gelmiş bir kartalın, binbir acı ve çileyle taşlara ağaçlara çarpa çarpa eskilerinden kurtulması ve yenisine kavuşması gibi milli yapısına uymayan eski din ve inançlardan kurtulmuş, Müslümanlığa yönelerek ve Müslümanlıkla yeniden doğmuştur. İslamiyet Türkler için can ve gönülden benimsedikleri, asla vazgeçmeyecekleri, terk etmeyecekleri, reddetmeyecekleri, milli ülkü ve seciye haline gelmiştir.

Türklük ve Türk Milleti için İslam ve Allah yolunda cihad o kadar önemlidir ki, Türk milletini İslam’dan uzaklaştırmaya, onun İslam’la bağlarını koparmaya çalışmak, milletin maşeri vicdanında ruhu ait olduğu bedenden ayırmaya çalışmaktan çok daha büyük bir suça ve cinayete teşebbüs olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden de tarih boyunca Türk Milletin dinini ihya etmek, Milleti ihya etmek, dinini yıkmaya ve bozmaya çalışmak milleti yıkmaya ve bozmaya çalışmakla eş anlamlı sayılmıştır. İslam’ı yaymaya, milletin dinini ihyaya çalışan hizmet erleri ve alp erenler Türk milleti tarafından en büyük ve en ulvi hizmet erbabı olarak kabul edilmişlerdir.

TÜRK MİLLETİ ENSAR BİR MİLLETTİR

Allah müminlerden (Ensârullah=Allah’ın dininin yardımcıları) olmalarını istemektedir:

“Ey iman edenler! Allah’ın (dininin, davasının) yardımcıları olun! Nasıl ki Meryem oğlu İsa da havarilere: “Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?” demişti de havariler: “Biz Allah’ın yardımcılarıyız!” cevabını vermişlerdi. Bunun ardından, İsrailoğullarından bir kesim iman etmiş, bir kesim de küfre sapmıştı. Nihayet biz, iman sahiplerini düşmanlarına karşı destekleyip güçlendirdik de onlar üstün geldiler (Saff Suresi, Ayet: 14).”

Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz, sizi mülkünüzde payidar kılar (Muhammed Suresi, Ayet:7).

Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri de son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile ötekileri kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından, doymazlığından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir (Haşr Suresi, Ayet: 9).

Onlardan sonra gelenler de şöyle derler: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla! Kalplerimizde, inananlara karşı hiçbir kin ve düşmanlık bırakma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok esirgeyicisin, şefkatli, merhametlisin! (Haşr Suresi, Ayet: 10).

Gerçek şu ki Allah (yalnızca) kendi dâvâsı uğrunda, sağlam ve yekpare bir bina gibi, kenetlenmiş saflar halinde savaşanları sever (Saff Suresi, Ayet:4). Yani, birlik ve beraberlik içinde, fiilleriyle inançları uyumlu olarak -her türlü- mücadele edenleri sever.

Türk Milleti, bu ensar millet olma görev ve sorumluluğunu can ve gönülden benimsemiş, bunun gereğini yerine getirmek için canla başla çalışmış, adeta bunun üzerine kurulmuş, ensâr bir millettir. Maide Suresi’nin 54. Ayetinde Allah, vasıflarını saydığı ve övdüğü bu milletin güçlü kuvvetli, kudretli, muktedir, sevecen, şefkatli, merhametli bir millet olacağına, bütün Müslümanları şefkat kanatları altına alacağına, yani Ensar bir millet olacağına işaret etmektedir. Çünkü müminleri şefkat kanatları altına alabilmek, onları koruyup kollayabilmek, gözetebilmek, onlara karşı şefkat ve merhamet gösterebilmek, düşmanlarının şerlerini onlardan def edebilmek için güçlü, kuvvetli, kudretli olmak şarttır. Nitekim ayette onların kâfirlere karşı zorlu ve onurlu olacaklarının belirtilmesi bu anlamı pekiştirmektedir. Kendilerini nizâm-ı âlem (dünyaya düzen verme) için yaratılmış, bununla görevli bilen Türkler, özellikle Avrasya ve Afrika topraklarında, asırlarca tetikte beklemişler, geniş coğrafyalarda nerede bir zulüm, haksızlık, adaletsizlik, huzursuzluk varsa, hiçbir çıkar ve menfaat gözetmeksizin, üstelik ne kadar uzakta olursa olsun, hakkı, hakikati, adaleti, huzur ve barışı tesis edebilmek için insanların en çaresiz zamanlarında varıp onların imdadına yetişebilmişlerdir. Üstelik bu zulümleri, bugünkü gibi uçakların ve diğer motorlu araçların bulunmadığı, en hızlı ulaşım aracının atlar olduğu dönemlerde yetişip bastırmışlardır. Bu dün böyle olmuştur, bu millete has özellikler ve karakter bozulmadıkça bugün de yarın da böyle olacaktır.

Ünlü Arap edibi Cahiz, Türk Milletinin Ensar Millet olma özelliğini şöyle anlatır;

“İslamiyetin başlangıç döneminde Ensarın durumu neyse, daha sonraki dönemlerde de Türklerin durumu odur. Bu dinin başlangıcında Allah nasıl Medine’deki Evs ve Hazrec kabilelerine mensup insanların gönlünü islama açarak dinini ve peygamberini onlarla desteklediyse, daha sonraki dönemlerde de dinini Türkleri İslamla şereflendirerek desteklemiştir. Evs ve Hazreçliler bu ensarlık (yardımcılık) unvanını nasıl hak etmişlerse, Türkler de öyle hak etmişler, bu yüce görevi candan ve gönülden benimsemişlerdir. Allah, Müslümanlara yapılan zulüm ve haksızlıkların öcünü ve acısını, zalimlerden intikamını onlarla alır, zalimlere karşı kalplerde birikmiş öfke fırtınasını onlarla dindirir, gönüllerde tutuşan kin ateşini onlarla söndürür, mazlumların gözyaşlarını onlarla siler. Onlar halka en çok benzeyen, onların tabiatlarına en yakın olan, onlar tarafından en çok itimat edilen, konuşulması en çok arzu edilen, insanlara en çok merhamet eden ve yakınlık gösterenlerdir. Onlar gibi insanlara iyi ve hoş davranan, ikram ve taltifte bulunanlar görülmemiştir. Nice zalimlerin çanlarına ot tıkamışlar, nice mazlumların öcünü almışlar, nice çaresizlere çare ve derman olmuşlar, nice aç ve açıkta kalmışa sığınak ve barınak olmuşlar, nice açları doyurup, çıplakları giydirmişlerdir.”

Böyle Ensar bir milletin düşmanlarının da dostlarının da, sevenlerinin de sevmeyenlerinin de bu kadar çok olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ne mutlu Allah’ın, Peygamberinin ve bütün Müslümanların dostlarına dost, düşmanlarına da düşman olabilenlere!

TÜRK MİLLETİ ALLAH’IN ORDUSUDUR

Allah, yerde ve göklerde ordularının olduğunu, mutlak güç, iktidar, hüküm ve hikmet sahibi olduğunu, kendi dinini ve davasını da sahipsiz bırakmadığını ve bırakmayacağını, geçmişte peygamberlerini destekleyip, üstün kıldığı gibi gerçek müminleri de kıyamete kadar destekleyeceğini ve üstün kılacağını haber vermektedir.

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Mutlak güç, iktidar, hüküm ve hikmet sahibi olan yalnız Allah’tır (Fetih Suresi, Ayet: 7).

“Rabbinin ordularını Kendinden başkası bilmez (Müddessir Suresi, Ayet: 31).”

“Andolsun ki, peygamber kullarıma söz vermişizdir; onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir (Saffat Suresi, Ayet: 171-173).”

“Biz, bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir (Ankebut Suresi, Ayet: 69).”

“Andolsun! Biz, Zikir’den (yani Tevrat’tan) sonra Zebûr’da da, ‘Yeryüzüne muhakkak Benim salih kullarım varis olacaklardır!’ diye yazmıştık (Enbiya Suresi, Ayet: 105 ).”

Türk Milletinin en önemli özelliklerinden biri de, bir ordu millet olmasıdır. Bu özelliğin, Türk Milletinin ve Türk adının ortaya çıkışında da önemli etkileri olmuştur. Bazı Çin yıllıklarında ve Çince sözlüklerde ‘Türkmen’ sözcüğünü çağrıştıran kelimelere ve bunlara ilgili tanımlamalara da rastlanmaktadır. Örneğin Fransızca-Çince sözlükte (Petit Dictionnaire Chinoise-Français, 3.tirage, 1992, Imprime en Rep. ) ‘Askeri ittifak, güç birliği’ anlamına gelen, Tongmengjun veya Tongmen  kelimeleri yer alır. Bu kelimeler ve anlamları ‘Türk ve Türkmen’ kelimelerini çağrıştırmaktadır. Bu sözcüğü, Çinlilerin Türklerden alarak anlam verip kullandıkları kuvvetli bir ihtimaldir. Bu da Türk kavramının, III.  ila  VII. yüzyıl arasında, aynı dili konuşan, çoğunlukla aynı etnik kökene ve ortak kültür değerlerine sahip toplulukların kendi aralarında oluşturdukları güç birliğinin, askeri ittifakın, ortak sosyal ve siyasi yapının adı olarak ve bunu tanımlamak üzere ortaya çıktığını düşündürmektedir.

Türkleri karşılarında her şeyden önce askeri bir ittifak ve güç birliği olarak gören ve tanıyan Çinlilerin, bu birlik, bütünlük ve ittifakın diğer yönlerini (örneğin siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik vb gibi) göz ardı ederek, Türk ve Türkmen kelimelerine daha çok ‘askeri ittifak, güç birliği’ anlamları vermelerini doğal karşılamak gerekir. Çünkü bu budunda (bütünde), birliktelikte, Çinlileri en çok ilgilendiren, endişelendiren, hatta korkutan husus, bu birliğin aynı zamanda bir askeri ittifak ve güç birliği niteliği taşımasıydı. Ayrıca eski Türk devletlerinde eli silah tutan herkes savaşçı durumunda olduğu için askerlik özel bir meslek sayılmazdı ama halkın neredeyse tamamı ücretsiz ve sürekli asker durumundaydı. Dolayısıyla Türk milletinin asker millet, ordu millet olduğu gerçeğinden de hareketle Çinlilerin ‘Türk ve Türkmen’ sözcüklerine ‘askeri ittifak, güç birliği’ anlamı vermeleri anlaşılabilir bir durumdur. Fakat şurası da bir gerçek ki, uzun asırlar sonunda Türk adı altında bir arada toplanan bu birlik, bu ‘Türk budun’ (millet, kavim, ulus), belki başlangıçta öyle bile olsa sadece askeri bir ittifak ve güç birliği olarak kalmadı. Elbette bu ittifakın ve güç birliğinin bir askeri yönü hep olmuştur. Bu birliğin en önemli ve olmazsa olmaz unsurlarından biri de buydu. Ama Türk budun (Türk bütün, Türk Milleti) sadece askeri bir ittifaktan ve güç birliğinden ibaret değildi. Bunun siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik vb yönleri de vardı.

Bu ordu millet, daha sonraları, özellikle Müslüman olduktan sonra Allah’ın yeryüzündeki ordusu olma görevini de şanla ve şerefle üstlenmiş bir millet haline gelmiştir. Peygamber Efendimizin bize kadar ulaşan, Türk Milletinden, Türklerin Allah’ın ordusu ve askeri olduğundan haber veren rivayetlerinin ve haberlerinin doğruluğu tarihin de şahitliğiyle kesinlikle ortaya konmuştur. Rivayet kültürümüz ve hadis külliyatı içerisinde de yer alan ve gerçekliği -büyük ölçüde- tarihen de sabit olmuş olan, Türkler hakkındaki rivayetlerle doludur. Profesör Zekeriya KITAPÇI, bu konudaki rivayetleri kitaplarında toplamış, ‘Hz. Muhammed’in Külli Risalet Davasında Müslüman Türklerin Manevi Yeri Hadislerin Ortaya Koydugu Bazı Gerçekler’ başlıklı makalesinde de özetlemiştir (Türk Dünyası Araştırmaları Say : 141, Aralık 2002). Bunlardan konumuzun aydınlanmasına yararlı olabilecek birkaçını burada zikredelim.

Kaşgarlı Mahmut, Türk milletine, Türk adının bizzat Ulu Tanrı tarafından verildiğine ve onu kendi ordusu olarak vasıflandırmasına dair bir hadisi şerifi rivayet ederken şunları zikremektedir: “Kaşgarlı zahit bir imam olan Şeyh Halef oğlu Hüseyin’in bize, ibn el-Garki’nin de ona bildirdiğine göre; ibn-i Ebiddünya olarak tanınan Şeyh Ebubekir Müfit Cercerâî, ahir zaman ahvali üzerine yazdığı kitabında, Yüce Peygamberimizden şöyle bir hadis rivayet etmiştir: ‘Aziz ve celil olan Allah buyurur ki; Benim bir ordum vardır; adını Türk koydum ve onları doğu ülkelerine yerleştirdim. Herhangi (zalim ve kâfir) bir kavme öfkelenirsem; Türkleri onların başına musallat ederim!’ Bu Türkler için bütün insanlara karşı büyük bir üstünlüktür. Bu hadisi şeriften anlaşıldığı üzere, Yüce Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almış, onları yeryüzünün en yüce, en havadar yerine yerleştirmiş, onlara ‘Kendi ordum!’ diyerek şereflendirmiş; yeryüzünde iyi ve adil bir düzen ve nizam kurma görevini ve yükümlünü de onlara vermiştir (Dîvân-ı Lügat it-Türk, Kilisli Rifat nşr. Matbaat ül-Âmire 1333-1335, I, 293-294).”

Peygamberimiz, Miraç’da Cebrail’e, yeryüzünde dünyanın dört bir yanına dağılmış, beyaz atlıları görünce bunların kimler olduğunu sormuş. Cebrail ise: ‘Bunlar, Allah’ın süvarisi olan Türklerdir’ cevabını vermiştir.

“Allah bu ümmete mevalilerden (sonradan Müslüman olanlardan) bir ordu gönderecektir onlar ata binmede Araplardan çok üstün, silah kullanmada onlardan çok daha mahirdir. İşte Allah bu dini onlarla yeniden ihya edecektir!”
“Ben onların isimlerini, babalarının isimlerini, hatta (harp meydanlarında) binmiş oldukları atların renklerini dahi pekâlâ biliyorum. Onlar, o dehşetli günlerde yeryüzünün en hayırlı süvarileridir (yani akıncılarıdır).”

“Çok yakın bir gelecekte Allah (C.C.) illerinizi (yurt ve yuvalarınızı) bazı yabancılarla (Türklerle) dolduracaktır. Onlar aslanlar gibi cesurdurlar. Harplerde düşmandan yüz geri edip kaçmazlar. İşte bunlar; daha önce sizin harp ettiğiniz kavimlerle harbedecekler ve sizin aldığınız ganimetleri onlar alacaklardır.”

Ah hele ben, şu kan gövdeyi götüren harplere bir ulaşabilsem; ondan önceki (harpler) bana hiç gelir ve ondan sonra olacaklara da hiç aldırış etmezdim. O, kan gövdeyi götüren harp, en büyük harptir ve Deccal’in harbinden daha büyüktür. Zira Deccal’in ordusu bir milletten oluşur. Bu harbi yapanların ordusu ise birçok milletten oluşur (Kitab’ül-Fiten).”

Burada söz konusu edilen savaşın Malazgirt Meydan Savaşı olduğu görüşü hâkimdir. Bu savaşta 25 bin kişilik Türk ordusu, 12 kralın ordularıyla birlikte katıldığı, 12’şer bin kişilik asker gruplarının 80 sancak altında toplandığı, 960 bin kişilik düşman ordusuna karşı savaşmış ve büyük bir zafer kazanmıştır. Aradaki fark 38 kattı.

“O, büyük çarpışma gününde (Haçlı Savaşlarının, Malazgirt Meydan Savaşı’nın kan gövdeyi götürdüğü günlerde) kırmızı çehrelilere (Türklere) müjdeler olsun! Allah’a yemin ederim ki insanlar çatlasa da patlasa da Allah onları hem bu dünya da, hem de öbür dünyada kesinlikle mükâfatlandıracaktır.” (Tubey’ bin Ka’b (RA)’dan, Nuaym b. Hammad, Kitab’ül-Fiten, Tah. M. M. S., eş-Şûri, Beyrut 1997, s. 337).

“Kan gövdeyi götüren asıl o büyük savaşlar başladığında, Şam taraflarından bir ordu çıkar. İşte bunlar Allah’ın gelmiş geçmiş en hayırlı kullarıdır (Sözü edilen ordu, Türklerden oluşturulmuş İslam ordusudur (Kitab’ül-Fiten).” 

“Romalılar A’mak (Antakya) ve Mercidabık’a inmeden önce kıyamet kopmayacaktır. İşte bu sıralarda, onların karşısına şehirdeki bir ordu (Türkler) dikilir ki, bunlar yeryüzünün en hayırlılarıdır. Her iki ordu harbetmek üzere yerlerini aldıklarında Romalılar;  “Bu bizimle bizim karılarımızı ve çocuklarımızı esir alanlar (yani Araplar) arasında bir savaştır. Siz bizim aramızdan çekilin ki biz onlarla çarpışalım, derler. Müslüman (Türk askerler) bunu kabul etmezler ve şöyle derler; ‘Allah’a andolsun ki, sizinle (bu) kardeşlerimizin arasından asla çekilmeyeceğiz. Nihayet iki taraf arasında harp başlar. Müslümanların üçte biri, hiç direnmeden (harbin başlangıcında) mağlup olurlar. Allah onların tövbelerini hiçbir zaman kabul etmesin! Bu arada Müslümanların üçte biri de savaşarak şehit olur. Bunlar da Allah katında en yüce şehitlerdir. Müslüman askerlerin geri kalan üçte biri Romalıları yener ve fetihlerine devam ederler; ayrıca bir fitneye de düşmezler. İşte İstanbul’u da bunlar (Türkler) fethedecektir (Ebu Hüreyre’den)”.

“Amir b. Avr’ın rivayet ettiğine göre, bir gün Hazreti Peygaber, Hazreti Ali’ye;

– Ey Ali! Ey Ali! Ey Ali! diye seslendi. Hz. Ali;

– Anam babam sana feda olsun Ey Allah’ın Elçisi (buyurunuz!), dedi. Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu; ‘Sizler, beni asfarla (Romalılarla) mutlaka savaşacaksınız! Ne var ki, sizden sonra onlarla asıl çarpışacak (bir millet) ‘İSLAM’IN YÜZ AKLARI’, ‘ULULARI’ gelir. Romalılarla, asıl çarpışmaları ve savaşları bunlar yaparlar. Onlar öyle kimselerdir ki; Allah yolunda cihat etmekten; hiç bir kınayanın kınamasından ve dedikoducuların dedikodusundan asla çekinmezler. İşte onlar tesbih ve tekbir sesleri ile İstanbul’u fethederler (İbni Kesir, Kitabü’n Nihâye, Tah. T. M. ez-Zeyni, I., s. 56.).”

“Kostantiyye (İstanbul) mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır ve onun askerleri ne güzel askerlerdir. Buhari (et-Trah-ul Kebir, cilt 1, kısım 2, sayfa: 81)  Ahmed bin Hanbel (Müsned IV/42, kahire 1313) El-Hâkim  (el-Müstedrek IV/42-422, Haydarabat 1335)” 

“Allah, İstanbul’un fethini, Allah’ın evliyaları (dostları) olan bir kavme nasip edecektir. Artık Allah onlara bir daha ölüm, hastalık, bela ve musibet yüzü göstermeyecektir (Kitab’ül-Fiten).” 

“İstanbul’u fetheden zatın adı da benimki gibi Muhammed olacaktır (Kitab’ül-Fiten)” (Bilindiği gibi Mehmet adı Muhammed isminin Türkçe yazılışıdır.) 

“Allah müminlere İstanbul ve Roma’nın fethini tesbih ve tekbir sesleri ile nasip etmedikçe kıyamet kopmayacaktır (Amr b Avf).”

“İstanbuldan önce Amuriye feth edilecek ve İstanbul ise Roma’dan önce mutlaka fethedilecektir (Kitab’ül- Fiten).” 

Ümmetimden bir kavim (Türkler) Hindistan’da gaza ederler ve oraların fethini Allah onlara nasib eder. O kadar ki Hind hükümdarları boyunları demir zincirlerle bağlı (esir) olarak gelirler. İşte Allah onların günahlarını bütünüyle affedecektir (Kitab’ül-Fiten).”

“Ümmetimden iki askeri birlik vardır ki Allah onları cehennem ateşinden mutlaka koruyacaktır. Bu birliklerden biri Hindistan’da gaza edenler (Türkler) ve diğeri ise Hz İsa (a.s) ile birlikte olan (ve ona yardım edenlerdir) (Et-Tac fi Ehâdîs er-Rasul).”

“Allah katında en ulu şehit şüphesiz ki denizlerde yapılan harplerde şehit olanlardır. Daha sonra, Antakya ve civar bölgelerde (Romalılara karşı savaşırken) şehit düşenler, daha sonra ise Deccal’a karşı savaşıp şehit olanlardır (Abdullah b. el-Astan).” 

“Yüce Allah’ın Hz. Âdem’i yaratmasından bu güne kadar, şu sema gölgesinin altında katledilerek öldürülenlerin en hayırlıları şunlardır: Bunlardan birincisi Habil’dir. Onu öldüren kardeşi Kabil lanetlenmiştir. Daha sonra Romalılarla yapılan kanlı savaşlarda öldürülenlerdir. Bunlar Bedir harbinde öldürülen (mümin)ler gibidir (Kitab’ül- Fiten).” 

Türk Milletinin halen geçerli olan ve bu millet var olduğu müddetçe kıyamete kadar da geçerli olacak bir düsturu vardır: ‘İslamın gazisi olmayan, Türk’ün kahramanı olamaz!’ Bu düstur gereğince, Abdülkerim Satuk Buğra Han’dan, Kutalmışoğlu Gazi Süleyman Şah’a, Ertuğrul Gazi’den, Osman Gazi’ye, Orhan Gazi’ye, Gazi Osman Paşa’ya, Battal Gazi’den, Abdurrahman Gazi’ye Mihail Gazi’ye kadar bütün milli kahramanlarımız hep Gazi unvanını almış ve bunun hakkını da vermişlerdir. TBMM tarafından da Mustafa Kemal’e İslami, milli yüce ve yüksek bir paye olan gazilik unvanı verilmiş, o da bunu Milli Mücadele süresince şerefle taşımış ve bu unvana layık olmak için çalışmıştır. Bu sayede sadece Türkiye’de değil, bütün İslam dünyasında ‘İslam’ın kılıcı, Müslümanların kurtarıcısı, Allah için savaşan büyük mücahit, büyük önder ve teşkilatçı’ olarak tanınmış ve şöhret bulmuştur.

MÜSLÜMAN OLMADAN ÖNCE DE HAYIRLI MİLLET!

Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“(Ey Ebu Hüreyre!) İnsanlar arasında, bu dine girmeden önce, ondan en çok nefret edip de girdikten sonra (Allah katında) en hayırlı, en yararlı olan kimseler görürsün. İnsanlar tıpkı (has) madenler gibidirler. Cahiliye devrinde (İslama girmeden önce) hayırlı olan kavimler, İslam dinine girdikten sonra da bu dinin (en) hayırlıları olurlar (Ebû Hüreyre’den, Buhari, IV., s. 165).”

Böyle milletler ve toplumlar var mıdır? Evet vardır ve Türkler de bunlardandır. Bunu Kur’an ayetlerinden yola çıkarak anlayabilmek te mümkündür.

Kuran’da Rum Suresi’nin hemen başında, Bizans İmparatorluğu’nun bir yenilgiye uğradığı ama çok kısa bir zaman sonra tekrar galip geleceğine yönelik bir haber verilir:

“Elif Lâm Mîm. Rumlar (Bizaslılar), yakın bir yerde (dünyanın en alçak yerinde) yenilgiye uğradılar. Ancak onlar bu yenilgilerinin ardından, birkaç yıl içinde (yeniden) galip geleceklerdir. Çünkü emir (ve karar yetkisi) bundan önce de, bundan sonra da Allah’a aittir. İşte o gün Allah’ın yardımına (Allah’ın Rumlara zafer vermesine) müminler sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O, mutlak güç (ve kudret) sahibidir, çok merhametlidir. Bu Allah’ın va’didir. Allah va’dinden asla dönmez. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler. Onlar dünya hayatının yalnızca görünen dış yüzünü bilirler. Ahiret konusunda ise tamamen gaflettedirler (Rum Suresi, Ayet: 1-7).”

Buradaki “önce ve sonra” sözüyle Bizanslılar ile Persliler arasında yüzyıllar boyu sürüp gelen savaşlara, zaferlere, yenilgilere, hatta daha sonra bu her iki imparatorluğa birden İslam’ın ve Müslümanların galebe çalacağına, üstünlük sağlayacağına da işaret vardır. Bütün bu olaylarda ve gelişmelerde Türkler, Allah’ın iradesi doğrultusunda, kendilerine ‘Allah’ın yeryüzündeki ordusu’ denilmesini hak edecek roller ve görevler üstlenmişlerdir.

Tarihte Yunan-İran Pers, Roma-Pers Savaşları, kısacası Yunan-Roma dünyası ile İran Pers imparatorluğu, yani iki rakip güç arasındaki arasındaki savaşlar dizini meşhurdur. Geç dönem Roma Cumhuriyeti  ile İran merkezli Part (Arşak) İmparatorluğu arasında MÖ 92’de başlayan, sonunda Roma İmparatorluğu ile İran Sasani İmparatorluğu üzerinden asırlar boyu devam eden bu çok çetin, uzun, yorucu ve yıpratıcı savaşlar Bizans İmparatorluğu ve Sasani İmparatorluğu arasında MS 627’de yapılan savaşla sona ermiştir. 632 tarihinden itibaren de her iki imparatorluğa karşı Müslüman akınları başlamıştır. Bu iki rakip güç yüzyıllar boyunca bütün enerjilerini Roma-Pers savaşlarında harcadıkları için, her iki imparatorluk ta V. ve VI. yüzyıllar boyunca devam edip gelen savaşların hemen bitiminde başlayan ve çok da güçlü sayılamayacak Müslüman Arap akınlarına karşı koyamayacak kadar yorgun ve bitap düşmüşlerdi. Müslümanlar, daha ilk darbede savaş yorgunu Sasaniler’i yenip tarih sahnesinden sildiler. Doğu Roma İmparatorluğu’nun elindeki toprakların da büyük bölümünü feth ettiler.

Türklerin bu işin neresinde olduğu sorulabilir. Türklerin bütün bu gelişmelerde ilk anda hiç fark edilemeyecek ama aslında çok büyük, çok önemli, hatta olağanüstü sayılabilecek katkıları olmuştur. Çünkü her iki taraf ta birbirlerine üstünlük sağlayabilmek için Türkleri kendi yanına çekmek, onlarla ittifak kurmak, Türklerin yardım ve desteğini almak zorundaydı. Nitekim genellikle Türkler kimi destekliyor, kimin yanında savaşıyorsa onlar rakiplerine üstünlük sağlıyordu. Türkler de ortaya çıkan yeni şartlara ve durumlara göre bazen bu tarafı, bazen de öteki tarafı destekliyordu. Çünkü bu iki rakip güç te kurulan ittifaklarda verdikleri sözlere ve anlaşma hükümlerine sadık kalmıyorlar, bu yüzden ittifak bozularak, diğer tarafla yeni ittifaklar kuruluyordu.

7. yüzyılın başlarındaki Bizans-Sasani savaşlarında Türklerin de desteğini alan Sasaniler, Suriye ve Anadolu’nun büyük bir bölümünü, ‘yakın toprakları’, yani Bizans İmparatorluğu’nun merkezine yakın yerleri bile işgal ettiler. 613’de Şam’ı, 614’de Kudüs’ü aldılar. 615-616’da Mısır teslim oldu. Hatta Sasaniler, İstanbul’u bile kuşattılar. Bu surenin/âyetlerin nazil olduğu dönemde, yani Miladî 615 veya 616 yılında, Hicret’ten yaklaşık yedi yıl önce, Bizans İmparatorluğu’nun parçalanması hatta tamamen yıkılması çok yakın görünüyordu. Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından da kutsal sayılan, sembol mekânlardan biri olan Kudüs’ün elden çıkması Bizans adına çok acı bir kayıp ve ağır bir darbe olmuştu. Hz. Peygamber’in etrafındaki bir avuç mümin, kendileri gibi tek Allah’a inanan Hıristiyan Bizanslıların bu kadar büyük bir hezimete uğramalarından dolayı çok üzülmüşlerdi. Çünkü müşrik Kureyşliler, kendileri gibi putperest olan Sasaniler’e sempati duyuyorlar, onların ehli Kitap Bizans’a üstünlük sağlamasını, putperestliğin, tek Tanrı inancına karşı bir üstünlüğü gibi görüp göstermeye çalışıyorlardı.

Müşrikler, inandıkları Tanrılarının Bizans’a yardım etmediğini, putperestlerin, müşriklerin galip ve üstün geldiğini, çok yakında Bizansın ve Hristiyanların tarih sahnesinden silineceğini, aynı şeyin Müslümanların da başına geleceğini, bu dünyada Müslümanaların hiçbir başarı şanslarının olmadığını iddia ederek Müslümanları sürekli rencide ediyorlar ve aşağılıyorlardı. İşte tam da bu dönemde, 622 yılında, Rum Suresi’nin bu ilk ayetleri nazil oldu. Bu ayetlerde Bizans’ın ‘birkaç yıl içinde’, yani çok yakında galip geleceği haber veriliyordu. Oysa o sıralarda Bizans’ın bunca büyük kayıplardan sonra, değil bir daha galip gelmek, kendine gelebilmesi, tekrar ayağa kalkabilmesi bile mümkün görünmüyordu. Arap müşrikleri de Kuran’da haber verilen bu zaferin asla gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle Kureyşliler, bu ayetleri alay ve eğlence konusu yaptılar. Türkçe ‘birkaç’ diye tercüme edilen ‘bid’ kelimesi, Arapçada üçten dokuza kadar herhangi bir sayıyı ifade eder.

Kur’an’ın bu haberinin üzerinden fazla bir zaman geçmeden, Sasanilerle araları açılan Türkler saf değiştirdiler. Türklerin Bizans’tan yana tavır alması, onlara askeri destek ve yardımda bulunmasıyla her şey birden bire ve tamamen Bizanslıların lehine değişti. İmparator Heraklius, Persler’i Toros dağlarının güneyinde Issus’da yenilgiye uğratarak bütün Küçük Asya’dan attı. 624 yılına kadar savaşlar Pers topraklarında sürdürüldü. Pers ordusu, artık savunma savaşları yapmak zorunda kaldı. 627 yılının Aralık ayında, Bizans ve Pers İmparatorlukları arasında, Bağdat yakınında Dicle Nehri’nin 50 km doğusunda bulunan Ninova harabeleri yakınında büyük bir savaş daha oldu. Türklerin de desteğini alan Bizans ordusu, Persleri burada tam bir bozguna uğrattı. Böylece Allah’ın Kuran’da açıkça bildirdiği ve Peygamberimiz (SAV)’in insanlara tebliğ ettiği, ‘üç ile dokuz yıl içinde’ ‘Rum’un zaferi’ haberi, belirtilen zaman aralığında, mucizevi bir şekilde, tam ve doğru olarak gerçekleşmiş oldu.

İslam kaynaklarının ekseriyetine göre, Rûmların İranlıları/Persleri yendiği gün, Müslümanlar da Bedir’de (624 tarihinde) müşriklere karşı gâlip gelmişlerdir. ( Tirmizî, Tefsiru suret-i 30/31; Hakim, II/410; Taberî, XI/21. cüz /16-18; Mevdûdî, Hz. Peygamber’in Hayatı, 386-388).

Burada, yani Rum Suresi’nin 3. ayetinde yer alan bir başka mucize ise, Rumlar’ın ‘dünyanın en alçak yerinde’ yenildiklerinin belirtilmesidir. ‘Edna’ kelimesi Arapçada ‘alçak’ demek olan ‘deni’ kelimesinden türemiştir ve ‘en alçak’ anlamına gelir. ‘Ard’ ise yeryüzü demektir. Dolayısıyla ‘edna el-ard’ ifadesi, aslında ‘yeryüzünün en alçak yeri’ anlamına gelmektedir. Ayette Kuran’ın indirildiği dönemde bilinmesi mümkün olmayan çok önemli bir jeolojik gerçeğe işaret edilmektedir. Fakat o yenilginin gerçekleştiği dönemde hiç kimse, Lut Gölü’nün dünyanın en alçak bölgesi olduğunu bilmiyordu. Bu yüzden de ‘edna el-ard’ ibaresi meal ve tefsirlerde ‘yakın bir yer’ olarak tercüme ediliyordu. Bu tercüme, orijinal ifadenin tam karşılığı değil, mecazi yorumuydu. Yakın zamanlardaki bilimsel araştırma ve ölçümlerden sonra, Lut Gölü ve çevresinin rakımının, deniz seviyesinden 399 metre daha aşağıda olduğu, yani yeryüzünün ‘en alçak’ bölgesi olduğu tespit edilebilmiştir. Dolayısıyla bu bölgenin Kuran’da ‘yeryüzünün en alçak yeri’ olarak tanımlanması, yani kimsenin o zamana kadar bilmediği bir gerçeğin açık ve net bir biçimde ifade edilmesi, Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunun da bir başka delilini oluşturmaktadır. Kur’ân, Allah’ın Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v.)’e nasip ettiği en büyük mucizedir.

Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Şanı yüce olan Allah, şüphesiz bana (ümmetime, kırmızı çehreliler sayesinde) İran’ı ve Bizans’ı feth etmeyi vaad etti. Bana kırmızı çehrelileri (Türkleri) yardımcı kılmakla beni çok güçlendirdi. (Raşid b. Sa’dan RA, Nuaym b. Hammad, Kitab’ül-Fiten, Tah. M. M. S., eş-Şûri, Beyrut 1997, s. 343).”

Gerçekten de Müslümanların ve İslam’ın İran’a ve Bizans’a galebesinde, onların ellerindeki toprakların İslam beldesi haline gelmesinde, Türklerin Müslüman olmadan önce ve sonra çok önemli rolleri, katkıları ve payları olmuş, hatta bu durum Peygamber Efendimizin işaret ettiği gibi onlar sayesinde gerçekleşmiştir.

ALLAH’IN SEVDİĞİ VE ALLAH’I SEVEN BİR MİLLET

Türk Milleti, sevgi, dostluk, muhabbet, aşk, yüce bir dava, iman, inanç ve ideal gibi esaslar, ortak değerlerle biçimlenmiş; Allah’ın seçtiği, sevdiği, kurtulmuş bir millettir. Bu milleti Allah sever, Peygamberi sever, gönlü iman dolu bütün Müslümanlar sever. Bütün sevgiler gibi bu sevgi de karşılıklı bir sevgidir. Türkler de bunları candan ve gönülden severler. Türklerdeki Allah, İslam ve peygamber aşkı ve sevgisi başka milletlerle kıyaslanamayacak kadar fazladır. Yunus Emre’nin dediği gibi:

Biz sevdik âşık olduk,

Sevildik, maşuk olduk,

Her dem yeni doğarız,

Bizden kim usanası!

Sevgi insanı, yüksek özverilere götüren bir ilgi duygusu (TDK Türkçe Sözlük), gönülden bağlı ve ilgili olma hali, derin dostluk ve sevecenlik hissidir. Gönülleri büyüleyen, kalpleri titretip yerinden oynatan, yüreklerde zapt edilmez heyecanlar uyandıran çok hoş ve güzel bir duygudur. Sevginin pek çok türleri ve çeşitleri vardır ama Türk milletini var eden sevgi, örneğin cinsel temelli sevgiler gibi, insanı azıtıp sapıtan, yoldan çıkaran, çürütüp, heder eden sevgilerden değildir. Tam tersine, insanı manen ve maddeten yücelten, yükselten ruhu olgunlaştıran, dirilten, can veren, insana olağanüstü bir dinamizm, canlılık ve verimlilik kazandıran, en yüksek ufuklara doğru kanatlandırıp uçuran, her biri bir öncekinden daha güzel ve üstün halden hale geçiren, insana huzur, sükûn, güven, sekinet ve istikrar veren, dostluğun, barışın ve gerçek mutluluğun anahtarı olan, birleştiren, bütünleştiren, var eden bir sevgidir.

Sevgi kendi kendine var olmaz. Sevgiyi gönüllerde yaratan, var eden, bizzat Allah’tır. Daha dünyaya gelmeden, İsrailoğullarından bir çocuğun doğup devletini, tacını ve tahtını başına geçireceğini öğrenen Firavun, çareyi bütün yeni doğmuş oğlan çocuklarını katletmekte bulmuştu. O bu işle uğraşırken Allah, onun aradığı bebek Mûsâ’yı sarayının bahçesine gönderdi. Nil Nehri’ne bırakılmış bir sepet içindeki yeni doğmuş bebek Mûsâ’yı alıp onun kucağına verdiler. Allah, Firavun’un gönlünde bebek Mûsâ’ya karşı öyle büyük bir sevgi yarattı ki, öz düşmanını, ona kendi sarayında ve kendi kucağında beslettirip büyüttürdü.

Sevgi, genelde yüksekten aşağıya gelir ve karşılıklıdır. Allah’ın dostlarını ve kulunu sevmesi, onların O’nu sevmesinden önce gelir. Bu Allah’ın çok büyük bir lütfu, keremi ve ihsanıdır. Dolayısıyla bir kulun Allah tarafından sevildiğinin en sağlam ve en güzel delili, onun Allah´ı, diğer insanların da onu sevmesidir. Allah dostlarından birine ‘Acaba Allah bizi seviyor mu? Seviyarsa ne kadar seviyor?’ diye sormuşlar. ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bilin ki O da sizi seviyordur. Siz Allah’ı ne kadar çok seviyorsanız, Allah da sizi o kadar çok seviyordur! Zaten, O sizi sevmeseydi, siz O’nu sevemezdiniz!’ diye cevap vermiş.

Bu durum insanlar arasında bile böyledir. Karı koca, hoca talebe, dost arkadaş arasındaki sevgiler de böyledir. Sevmeyen sevilmez. Dolayısıyla sevgisizlikten ve sevilmemekten kurtulmanın yolu da yine sevgiden geçer. Bizi sevmesini istediklerimizi, beklediklerimizi, önce biz seversek ve ne kadar çok seversek, onlar da bizi o kadar çok seveceklerdir. Bizim onlara karşı sevgimiz, önünde sonunda onların duygularını da değiştirecek, onlar da bizi, bizim onları sevdiğimiz gibi seveceklerdir.

PEYGAMBER SEVGİSİ EN YÜKSEK MİLLET!

Allah’ın Türkleri, Türklerin de Allah’ı sevdikleri Kur’an’la sabit olduğu gibi; Türklerdeki peygamber sevgisini, saygısını, aşkını, sevdasını başka milletlerde görebilmek de mümkün değildir. Türklerdeki Peygamber sevgisinin, Peygamber Efendimiz’in zaman zaman ashabıyla yaptığı sohbetlerde de konu olduğunu görmekteyiz:

“Öyle bir zaman gelecek ki; sizlerden bazı kişilerin beni görme arzusu; bütün malının, mülkünün ve aile fertlerinin kat kat fazlasının kendisine verilmesinden daha sevimli olacaktır. (Türklerden) öyle insanlar gelecek ki; onların Peygamberi sevme ve ona kavuşma sevgisinin önüne mal, mülk ve aile fertleri dâhil, hiçbir şey geçemeyecektir (Ebû Hüreyre’den, Buhari, IV., s. 165).”

Cihad, vatan sevgisi, şehidlik ve gazilik gibi değerler, gerçek anlamlarını Türklerde ve Türklükte bulmuştur. İslam’ın en önemli iki kavramı olan, şehitlik ve gaziliği Türkler kadar yücelten, canından çok sevdiği ciğerpâresini kurbanlık koçlar gibi kınalayıp süsledikten sonra: ‘Oğul! Ya şehit, ya gazi ol!’ öğüdüyle, Peygamber Ocağı adını verdiği asker ocağına gönderen, onu Peygamberinin adıyla ama derin sevgi ve saygısından ötürü biraz değiştirerek ‘Mehmetçik’ diye isimlendiren başka bir millet yoktur. Bütün Müslümanlar, çocuklarına Muhammet, Ahmet, Mahmut, Hamid, Yasin, Taha gibi peygamberimizin isimlerini koymayı çok severler. Ancak Türkler, Peygamber Efendimizin has ismi olan, Muhammed ismini, ona duydukları aşırı hürmet ve edepten dolayı, çocuğun bu isme layık olamayacağı, o mübarek ismin olur olmaz yerlerde ve uygunsuz şekillerde dillendirilebileceği, örneğin küfür ve hakaretleşmelerde, karşılıklı tartışmalarda layık olmadığı şekilde anılabileceği korkusu ve endişesiyle ‘Mehmet’ şeklinde değiştirerek söylemeyi tercih etmişlerdir. Diğer Müslüman milletlerde göremediğimiz bu dikkat ve saygı, yalnızca Müslüman Türklere has bir özelliktir.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR