TÜRK MİLLETİNİ SEVMEK ALLAH’IN EMRİ MİDİR?
Mustafa ATALAR
Ali Yakub Hoca, Türklük ve Müslümanlık üzerine konuşurken, özellikle etnik milliyetçi damarları kabarık olanlar, bazan bundan rahatsız olurlar, bundan pek hoşlanmazlar, doğru bulmazlar, doğrudan doğruya itiraz edemeseler bile; ‘Ne yani Hoca? Türklük, Türk olmak, Türkleri sevmek, Allah’ın emri mi? Türkleri, Türk Milletini sevsek ne olacak, sevmesek ne olacak? Irçılık dinimizde merdut ve lanetlenmiş değil mi? Türk olmaya mecbur muyuz? Boynumuzun borcu mu?’ türünden sorular soran bir tavır ve tutum takınanlar da olurdu.
İslamiyet gibi ırkçılığın her türlüsünü yasaklamış, lanetlemiş, merdut ilan etmiş bir dinin hükümleri ortadayken; bir kavmi, bir milleti, yani Türklüğü sevmeyi, bunu İslam’ın bir emri gibi görmeyi içlerine sindiremiyenler de vardı. Hâlbuki Hoca, Türklüğü hiç de Kürtlük, Lazlık, Çerkeslik, Oğuzluk, Kırgızlık, Kazaklık gibi bir etnisite ve etnik bir aidiyet olarak görmezdi. Elbette ırkçılık, kavmiyetçilik yapmak, etnik aidiyetlere, etnik kökenlere ve ırklara bir üstünlük, bir fazilet atfetmek, İslam’a aykırı bir davranıştır. Ama Türklük, bir etnik kimlik, bir ırk, kavim, kabile adı değildir, hiçbir zaman da olmamıştır.
Hoca’daki Türklük sevgisi ve anlayışı, hiçbir zaman başka unsurlara, ırklara, kavim ve kabilelere karşı, belli bir ırkın, kavim ve kabilenin üstünlüğünü savunan, diğerlerini yok sayan, yok etmeyi, yakıp yıkmayı, kırıp, geçirmeyi, sadece kendi ırkının hâkimiyetini hedefleyen bir kavim, kabile, ırk, ulus sevgisi ve anlayışı değildi. Hoca, Türklüğü temeli İslam’ın inanç ve idealleri olan, yeryüzünde Allah’ın rızasına en uygun, en ideal, en iyi ve en güzel nizamı ve düzeni kurmayı, dünyayı yaşanmaya değer, barış, huzur, mutluluk, esenlik, adalet ve güven yurdu, adeta bir yeryüzü cennetine çevirmeyi amaçlayan, Müslümanların her türlü birlik ve beraberliklerini, bütünlüklerini, dirlik ve düzenliklerini temsil eden, kimseyi ötekileştirmeyen bir yapı olarak görürdü. Allah, Müslümanların parça parça, orada burada, dağınık halde olmalarını değil, tek bir millet ve ümmet yani İbrahim Milleti çatısı altında toplanmalarını istemektedir. Bu hususlarda da Müslümanım diyen herkesi açık ve kesin bir şekilde memur ve görevli kılmıştır:
“Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim! Öyle ise Bana kulluk edin! Ama insanlar, kendi aralarında (din, ümmet, millet ve devlet) işlerinin birliğini paramparça edip, ayrılığa düştüler. Hâlbuki hepsi sonunda topluca Bize döneceklerdir. (Enbiya Suresi, Ayet: 92-93).”
“Ey imân edenler! Hep birden silm’e (Birbirinizle çekişmeyi, çatışmayı bırakıp Allah’a itaate, O’na kul olmanın derin anlam ve hikmetini kavrayarak sulh ve selâmete, barış ve esenliğe, huzur ve güvenliğe, İslam’a) girin (de ülkenizi ve dünyayı, huzur, barış, esenlik, güvenlik, mutluluk yurdu, yeryüzü cenneti haline getirin!). Şeytanın (ve benzerlerinin) izinden gitmeyin! Çünkü o, size apaçık bir düşmandır (Bakara Suresi, Ayet: 208).”
“Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın! Parçalanıp, ayrılmayın! Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün! Hani siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalplerinizi (islama ısındırıp) birleştirmişti. İşte Onun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşleri olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor. Ta ki doğru yola eresiniz (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 103).”
“Gerçek şu ki Allah (yalnızca) kendi davası uğrunda, sağlam ve yekpâre bir bina gibi, kenetlenmiş saflar halinde savaşanları sever (Saff Suresi, Ayet:4) (Yani, birlik ve beraberlik içinde, fiilleriyle inançları uyumlu olarak).”
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. Kurtuluşa erenler de işte onlardır (Tevbe Suresi, Ayet:20).”
“Rableri, onları kendinden bir rahmet, rıdvân (= ebedî hoşnutluk) ve kendilerini, içinde sonsuz ve devamlı nîmet bulunan Cennetlerle müjdeler. Doğrusu büyük ecir Allah katındadır (Tevbe Suresi, Ayet:21-22).”
Hoca, Türklüğü, İbrahim Milleti’nin, Türklük adı altında şekillenmiş özel hali ve son yapısı olarak görürdü. Bu millete uymak, bu milletten olmak da Allah’ın açık ve kesin emirlerindendir:
“Haydin öyleyse, babanız İbrahim’in milletine (dinine, yoluna) uyun! (Hac Suresi, Ayet: 78)”
“Düşünme melekeleri dumura uğramış kendini bilmezlerden başka kim, İbrahim’in milletinden (dininden) yüz çevirir? (Bakara Suresi, Ayet: 129).”
Ali Yakup Hoca, Türklükle Müslümanlığı asla birbirinden ayırmaz, bunları birbirinin ayrılmazı kabul ederdi. Türklüğü İbrahim Milleti’nin en son ve somutlaşmış hali, ‘i’lâ-yi kelimetullah’ (yani Allah’ın ismini, dinini, davasını yüceltmek) davası, ideali ve gayesi uğrunda birbirine kenetlenmiş Müslümanların dini, siyasi, idari, askeri, hukuki, sosyal, ekonomik vb gibi kısaca her bakımdan birliklerini, beraberliklerini, bütünlüklerini temsil eden ortak bir bağ ve sağlam bir yapı olarak görür ve algılardı. Asırlar boyunca bütün Müslümanlar da bunu böyle görüp algılamışlar, bu durum uygulamalara da böyle yansımış, bu yüzden de başka ırklardan, soylardan, milletlerden, kavim ve kabilelerden Müslümanlar da rahatlıkla, hiçbir zorlama ve zıddiyet olmadan bu bünyeye dahil olabilmişler ve kendilerini Türk milletinden, hatta ırkından sayabilmişlerdir.
Allah da Resulü de Müslümanlara her zaman bir ve beraber olmalarını, hep daha güçlü, daha kuvvetli ve daha kudretli olmalarını, ayrılıp parçalanmamalarını, her türlü birlik ve beraberlik çaresine sarılmalarını, her türlü bölücülükten, ayrılıktan, fitne ve fesattan kaçınmalarını kesin bir şekilde emretmektedir. Bu konudaki şu ayeti kerime çok dikkat çekicidir:
“Allah’a ve Rasulüne itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin! Sonra korkuya kapılırsınız da rıhınız (=kuvvetiniz) gider. Bir de sabredin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet:46).”
Bu ve benzeri ayetlerden, hadislerden her Müslüman’ın aynı zamanda Türklük bilincine sahip olması, ırkçılığın, etnik milliyetçiliğin de her türlüsünden, şiddetle kaçınması gerektiğini anlamak hiç de yanlış bir çıkarım olmayacaktır. Nitekim bu ayette geçen rîh =rüzgar kelimesi, mecazen güç, kuvvet, kudret, yardım ve devlet gibi anlamlara gelir. Türk kelimesinin Divan-ı Lügati’t-Türk’teki anlamlarına baktığımızda da aşağı yukarı aynı anlamlara (güçlü, kuvvetli, kudretli, olgunluk, mükemmellik, üstünlük, birlik, beraberlik, bütünlük, güzellik, muhteşem, önder, lider vb gibi) geldiği görülür. Yani Müslümanlıkla eşit ve özdeş hale gelmiş Türklüğün ortadan kalkmasıyla, onların liderliğini üstlendikleri İslam’ın ve Müslümanların da her türlü birlik ve beraberlikleri dağılıp parçalanacak, İslamda ve Müslümanlarda artık hiçbir güç, kuvvet, kudret, birlik, beraberlik kalmayacaktır. Bizim irfan, feraset ve basiret sahibi, imanlı Anadolu insanımız, ‘Rügarımız esmez oldu, kılıcımız kesmez oldu!’ özdeyişiyle Türklüğün zaafa uğramasının sonuçlarına tepkisini, üzüntüsünü, hasretini ve hayıflanmasını güzel bir şekilde dile getirmiştir.
Arapçada, rüzgâr, anlamına gelen ‘rîh’ kelimesi, ‘ruh’ kelimesiyle de aynı köktendir. Asıl mesele bizi biz yapan ruh kökümüzün ve bunun esintileriyle oluşmuş tarihimizin acı tatlı olaylarının rüzgârından beslenerek, çiçeklerini aşılayıp meyveye durmasının sağlanmasıdır. Bu toplumun, bu milletin yeniden kendine gelmesini, kendini bulmasını, kendisini aşmasını ve geçmesini sağlayabilecek, şekilsiz kayaları işleyip yapı taşlarına dönüştürmektir. Önce dalga kıranlar oluşturabilmek, sonra da yeni dalgalar kurabilecek yolculuklara çıkabilmektir. Bundan sonraki süreçte insanların bir şekilde bir ruh atılımına dönüştürülecek yol haritasının çıkarılması lazım. Bunun için de gerçekleştirdiğimiz mücadele biçimini, yani bu toplumun yeniden Müslümanlaşması yolculuğunu ciddi bir muhasebeye tabi tutmamız lazım. Tarihi 1000 yıldan beri biz yaptığımız halde, sonrdan her şeyini yitirmiş bir millet ve toplum haline geldik. Fakat her şeye rağmen yine de üstünde yaşadığımız bu son toprak parçasını elde tutmayı, düşmana çiğnetmemeyi başardık. Bu yüzden de 100 sene sonra yeniden, dünyanın ve insanlığın umudu haline gelebildik. Çünkü Türk Milleti ve toplumu, sömürgeleştirmeye maruz kalarak, genetik kodları bozulmamış bir toplumdur.
Türkler Allah’ı, Peygamberini ve bütün Müslümanları seven, onlar tarafından da sevilen, Müslümanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeyip hepsini kendinden bilen, hiçbirini ayırmayan, ötekileştirmeyen, büyük bir deniz ve okyanus gibi hepsini kucaklayan çok büyük bir millettir. İbrahim Milleti’dir. Dahası hem Allah, hem de Peygamber Efendimiz tarafından Müslümanların liderliğini ve önderliğini üstlenecekleri müjdelenmiş, Kur’an’da üstün vasıfları ve özellikleriyle övülmüş bir millettir:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, Kendisinin (çok) sevdiği ve Kendisini (çok) seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), inkârcılara karşı güçlü, onurlu ve zorlu, Allah yolunda cihad eden, (bu yolda hiçbir) kınayıcının kınamasından korkmayan (çekinmeyen, aldırmayan) bir kavim, bir millet getirecektir. Bu Allah’ın dilediğine lütfettiği bir nimettir. Allah’ın lutfu ve ilmi çok geniştir (Maide Suresi, Ayet:54).”
Türklük, İslamla birleştikten sonra Müslümanların dini, siyasi, sosyal, ekonomik kısacası her alandaki birlik ve beraberliklerinin, bütünlüklerinin, güçlerinin, kuvvetlerinin ve kudretlerinin, en büyük ve en kapsamlı vahdetlerinin ortak adı ve temsilcisi olmuşlardır.
Hoca’nın bakış açısıyla bakıldığında ve onun Türklük anlayışı çerçevesinde düşünüldüğünde, Türk olmak, Türklük çatısı altında toplanmak, Türklüğü ve Türk Milletini sevmek, hem Allah’ın, hem Peygamberin, hem salim akıl, mantık ve düşüncenin emrettiği, hem de bütün Müslümanların ve insanlığın maslahatı, yararı icabı olan bir şeydir. İslam’ın ve Müslümanların hayrına ve lehine olan, varlıklarının sigortası durumundaki böyle bir Türklüğü, Allah’ın, Peygamberin ve bütün Müslümanların sevdiği, Kur’an’ın övdüğü bu milleti, yani Türkleri sevmek, buna mensubiyet tesis etmeye çalışmak İslam’a ters değil, aksine son derece uygun bir gerekliliktir.
Öte yandan gerçek bir Müslüman himmeti, gayreti, ideali âlî/yüksek olan kimsedir. Gâvurlar, Batılılar bile kendi aralarında sürekli daha büyük aidiyetler peşinde koşarken, daha fazla birleşme, bütünleşme çareleri ararken, gerçek bir Müslüman asla Türklükten inhiraf edip, daha dar ve daha küçük aidiyetlere razı olamaz ve böyle şeyler peşinde koşmaz. Ali Yakub Hoca da hak yolda himmeti, gayreti ve idealleri çok yüksek bir kimseydi. O, daha büyük aidiyetler yerine daha dar ve daha küçük aidiyetler aramayı, onlar peşinde koşmayı her bakımdan çok yanlış ve sakıncalı bulurdu. Bugün hala yeryüzünde bütün Müslümanları bir arada tutacak, derleyip toparlayacak Türklükten daha kapsayıcı bir çatı, daha büyük aidiyet olmadığını düşünürdü. Dolayısıyla dış şartların da bütün Müslümanları Türlerle beraber olmaya, onların kolları ve kanatları altına girmeye, hatta onlarla ve onlardan olmaya zorladığına dikkat çekerdi.
Hoca, bu dünyada bir insan için en büyük mutluluğun, yol oğlu olmak, yolda olmak, yolu ve yolda olanları tanımak, yoldan sapmamak, yolda olanlarla bir ve beraber olmak ve onlardan ayrılmamak olduğuna inananlardandı. Peki, hangi yol? Elbette Allah’ın yolu!.. Tek doğru yol vardır, o da Allah’ın yoludur (sırât-ı müstekîm). Ondan uzaklaştıran sayılamayacak kadar çok sapık, eğri, batıl yollar vardır.
“Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi (Nahl Suresi, Ayet:9).”
Öte yandan Allah âlemleri de bizi de boşu boşuna, anlamsız yere yaratmamış, pek çok görev ve sorumluluklarla mükellef kılmış, insan kendi arzusuyla, dağların, göklerin ve yerin üstlenmekten çekindikleri çok ağır bir emateneti de yüklenmiştir.
“Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız!” Müminun Suresi, Ayet:115.”
“Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlimdir; çok câhildir (Ahzab Suresi, Ayet: 72).
Allah, dünyayı hak ile batılın, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin mücadele sahası kılmıştır. Bu mücadele sahasına düşmüş kimseler olarak bize düşen yolumuzu, safımızı, yerimizi, yönümüzü ve yoldaşlarımızı iyi seçmektir. Allah’a sonsuz hamd ü senalar olsun ki, bizi bu yolda, yani kendi yolunda kimsiz, kimsesiz, çaresiz, delilsiz, yardımsız, rehbersiz, öndersiz, lidersiz de bırakmamıştır. Bize kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi, niçin bu imtihan, deneme, sınama ve mücadele meydanına atıldığımızı, bu yolda karşılaşacağımız tehlikelere karşı nasıl ve kimlerle beraber olup mücadele edeğimizi, kısacası bize gerekli olan her şeyi bildirmiş, öğretmiştir. Eğer biz Allah’la yaptığımız anlaşmaya ve sözleşmeye sadık kalırsak, bize hesapsız ödül ve nimetler, ebedi, sonsuz ve sınırsız bir hayat, yardım, zafer ve başarı da vaat etmiştir.
Allah, yeryüzünde dinini, davasını hâkim ve üstün kılma işini O’na, dinine, davasına Kitabına inanan ve sahip çıkacak inançlı müminler vasıtasıyla gerçekleştirir. Öte yandan ne olursa olsun, hiç kimsenin kendisini Allah için, Allah’ın dini ve davası için vazgeçilmez görmeye ve saymaya hakkı ve yetkisi yoktur. Böyle bir tutum ve davranış, ne yazık ki en eski devirlerden beri insanların işleyegeldikleri en büyük hatalardan olmuş, Allah da onları her zaman hak ettikleri en ağır cezalarla cezalandırmıştır. Nitekim önce İsrailoğulları, onların ardından da Araplar bu büyük hataları işlemişler, doğal olarak Allah’ın herkes için geçerli olan kanun ve kuralları onlar için de geçerli olmuştur.
Allah, bize kendisinin yerlerde ve göklerde orduları olduğunu, kendi dinini, davasını, yolunu, diğer bütün dinler, yollar, inançlar, fikirler, düşünceler, idealler üzerine muzaffer, hâkim ve üstün kılacağını da açıkça vaat etmektedir:
“Peygamberini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Müşrikler istemeseler de onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere üstün kılacaktır. (Saff Suresi, Ayet: 9).”
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz, sizi mülkünüzde payidar kılar (Muhammed Suresi, Ayet:7).”
“Allah müminleri, (şu) üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, temizi pisten ayıracaktır. Ve Allah, sizi gaybe vakıf kılacak değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (onu bazı sırlarından haberdar kılar). O halde Allah’a ve elçilerine inanın; eğer inanır ve (günahlardan) korunursanız sizin için büyük mükâfat vardır (Âl-i İmran Suresi, Ayet:179).”
“Yarattıklarımızdan, Hakka sarılıp ona rehberlik eden ve onunla adaleti gerçekleştiren bir millet daima bulunur. Ayetlerimizi yalanlayanları ise hiç bilmeyecekleri yerden (farkına varamayacakları şekilde, ne olup bittiğini anlayamadan) yavaş yavaş helâke (çöküşe, felakete) götüreceğiz. Ben onlara mühlet versem (bir süre onları kendi hallerine bıraksam) bile, vakti gelince Benim onlara hazırladığım ince tertibim (kahrım, cezalandırmam) pek yamandır (A’raf Suresi, Ayet: 181-183).
“Allah size yardım ederse, hiç kimse sizinle baş edemez; ama ya O sizi terk ederse, kim size yardım edebilir? O halde müminler Allah’a güvensinler! (Ali İmran, 160).”
Bu Peygamber, henüz kendilerine katılmamış bulunan diğer insanlara da gönderilmiştir. O’nun her şeye gücü yeter; her işinde hikmet vardır (Cuma Suresi, Ayet:3).
“Allah, sizlerden iman edip, iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri nasıl sahip ve hâkim kıldıysa, onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını (onları güç ve iktidar sahibi yapacağını), onlar için beğenip seçtiği dini (İslam’ı), onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) bu korku döneminden sonra, onları güvenliğe çıkaracağını vaat etmiştir. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır (Nur Suresi, Ayet: 55).”
Bir insan ve millet için en büyük nimet, şeref, lütuf ve üstünlük, Allah’ın dini, davası, yolu üzere olmak, buna hizmet etmek ve bunun mücadelesini vermektir. Ancak ne yazık ki bazıları bunun kadrini, kıymetini ve değerini yeterince bilmezler. O zaman Allah, bunların elinden bunu ve bu yüzden sahip oldukları üstünlükleri ve nimetleri çekip alır. Böyle bir durumda Allah dinini davasını yine sahipsiz bırakmaz, bu nankörleri giderip onların yerine daha hayırlı, daha üstün niteliklere ve özelliklere sahip yeni ve başka milletler getirir. Allah bize, hem eski nankörlerin, hem de onların yerine getirilecek yeni milletlerin temel karakterlerini ve özelliklerini de açıkça haber vermektedir:
Onlardan (İbrahim’in neslinden gelenlerden ve kendilerini O’na nispet edenlerden) bir kısmı, ona (ve dolayısıyla ona her bakımdan daha lâyık olan bu en büyük Nebî’ye ve Kur’ân’a) gerçekten inanıp (onun yolundan gitti); kimi de (tarihte olduğu gibi şimdi de, daha önce kendilerine Kitap verilmiş olanların pek çoğu gibi) sırt çevirdi (halkı ondan engelledi). (Böylelerine) cehennemin alevlenmiş ateşi yeter! (Nisa Suresi, Ayet:55).
Andolsun, Nuh’u ve İbrahim’i elçi gönderdik, peygamberliği ve kitabı bunların zürriyetleri arasına koyduk. Onlardan yola gelen de vardı, ama onlardan çoğu yoldan çıkmışlardı (Hadid Suresi, Ayet: 26).
‘Ey insanlar! Eğer O dilerse, sizi giderir yok eder de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna da kadirdir. Kim dünya mükâfatını isterse (bilsin ki) dünyanın da ahiretin de bütün mükâfatı Allah’ın katındadır. Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, (hâkim)ler ve Allah için şahitlik eden (insan)lar olun. (O hükmünüz veya şahitliğiniz) velev ki kendinizin veya ana ve babalar(ınız)ın ve yakın hısımlar(ınız)ın aleyhinde olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, ikisine de (sizden daha) yakındır (ve hallerini sizden daha iyi biliendir). Artık siz, (Haktan) dönerek (keyf ü) hevanıza uymayın! Eğer dilinizi eğip büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır. Ey iman edenler, Allah’a Onun peygamberine ve gerek o peygamberine ayet ayet indirdiği Kitaba, gerek daha evvel indirdiği kitaba iman (da sebat) edin! (Nisa Suresi, Ayet: 133–136).’
“Bundan (bu nimetimden) sonra her kim nankörlük edip kâfir olursa, onu bir benzerine dünyalarda (daha) hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım! (Maide Suresi, Ayet:115).”
“Şimdi şu insanlar (yani Araplar) da nankörlük eder, bütün bunları tanımayıp inkâr ederlerse Biz, onların yerine kâfir olmayacak, bunları inkâr etmeyecek bir milleti getiriveririz! (Onların yerine bunlara hiç benzemeyecek başka bir milleti geçirir, memur ve vekil ederiz, müvekkel kılarız!) (En’âm Suresi, Ayet: 89).”
Allah’ın, öteden beri süregelen sünneti (kanunu, yasası, uygulaması) budur. Allah’ın sünnetinde (kanununda, yasasında, uygulamasında) asla bir değişiklik bulamazsın (Fetih Suresi, Ayet:23).
“Hayır! Doğuların ve Batıların Rabbine yemin olsun ki, şüphesiz onların (yani Arapların) yerine daha iyilerini getirmeye Bizim gücümüz yeter ve kimse Bizim önümüze geçemez! (Meâric Suresi, Ayet: 40-41).”
Yoksa onların mülkten, dünya hükümranlığından bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı, onlar insanlara (cimrilikleri, hasislikleri ve bencillikleri sebebiyle) bir çekirdek kırıntısı bile vermezlerdi! (Nisa Suresi, Ayet:53).
Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Oysa Biz, İbrahim soyuna Kitab’ı ve hikmeti (kitap, peygamberlik, ilim, sağlıklı ve ahlâklı yaşama bilgisi) verdik. Onlara büyük bir mülk, (devlet, saltanat, hâkimiyet, hükümranlık) bahşettik (Nisa Suresi, Ayet:54).
Allah’ın, kiminizi kiminize üstün kılmaya vesile yaptığı şeylere (haset edip) imrenmeyin! (Nisa Suresi, Ayet: 32).
İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir (Hadid Suresi, Ayet: 16).
Andolsun Biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın dinine ve peygamberlerine görmeden yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür (Hadid Suresi, Ayet: 25).
Hep iyiliği şiar edinmiş olarak, yüzünü ve özünü Allah’a teslim eden ve İbrahim’in milletine (tevhid dinine) dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından daha güzel kim olabilir? Bundandır ki Allah, İbrahim’i Halil (yakın dost) edinmişti (Nisa Suresi, Ayet:125).
Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını getirir. Allah’ın kudreti bunu yapmaya elbette yeter (Nisa Suresi, Ayet:133).
Kim bu dünyanın sevabını (mükafatını, nimetini, bereketini, bolluğunu, mutluluğunu, hayrını, iyiliğini) istiyorsa, bilsin ki, dünyanın da ahiretin de sevabı Allah’ın yanındadır. Allah hakkıyla işitendir, görendir (Nisa Suresi, Ayet:134).
İman edip iyi işler yapanlara (Allah) ecirlerini tam olarak verecek ve onlara lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. Allah’a kulluk etmekten çekinenlere ve büyüklük taslayanlara gelince; (Allah) onları elem dolu bir azaba uğratacaktır ve onlar kendilerine Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da bulamayacaklardır (Nisa Suresi, Ayet: 173).
Ey insanlar! İşte size Rabbinizden kesin bir delil geldi, size apaçık bir nûr indirdik (Nisa Suresi, Ayet: 174).
Allah’a iman edip ona sımsıkı sarılanlara gelince; Allah onları, kendisinden bir rahmet ve lütuf içine daldıracak ve onları kendisine ulaştıran dosdoğru bir yola iletecektir (Nisa Suresi, Ayet: 175).
Allah’a ve peygamberlerine iman edenler ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara gelince, işte onlara Allah mükâfatlarını verecektir. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir (Nisa Suresi, Ayet:152).
Ey iman edenler! Akitlerin (Sözleşmelerin, ahitlerin) gerek-
lerini titizlikle yerine getirin (Maide Suresi, Ayet:1).
Ey îman edenler, Allahın şeâirine (Allahın koyduğu sembollere, işaretlere, nişanelere, dîninin alâmetlerine, İslam’ın sembollerine) karşı saygısızlıkta bulunmayın! (Maide Suresi, Ayet:2).
De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahın her çeşidini, haksız yere isyan ve saldırıyı, Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır (A’raf Suresi, Ayet:33).
Her ümmetin belli bir eceli (her millet için takdir edilmiş belli bir süre) vardır. Bu sürenin sonu geldiğinde, onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler (A’raf Suresi, Ayet:34).
Ey Âdemoğulları! İçinizden size benim âyetlerimi anlatan Peygamberler gelir de her kim Allah’a karşı gelmekten sakınır ve hâlini düzeltirse, artık onlara korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir (A’raf Suresi, Ayet:35).
Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara uymayı kibirlerine yediremeyenlere gelince, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır (A’raf Suresi, Ayet:36).
Ey müşrikler! Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Harâm’ı onarmayı, Allah’a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanıyla bir mi tutuyorsunuz? Halbuki bunlar Allah katında eşit değillerdir. Allah, zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez (Tevbe Suresi, Ayet:19).