Ana SayfaDinimizPEYGAMBERİMİZİN DİLİNDEN TÜRKLER

PEYGAMBERİMİZİN DİLİNDEN TÜRKLER

PEYGAMBERİMİZİN DİLİNDEN TÜRKLER

Mustafa ATALAR

PEYGAMBERİMİZİN ‘KARDEŞLERİM’ DEDİĞİ MİLLET

Türklerle Hazreti Peygamber arasındaki sevgi, muhabbet, iştiyak ve hasret karşılıklıdır. Türkler, Hazreti Peygamberi çok sevdikleri gibi, Hazreti Peygamberin de Türkleri çok yakından tanıdığına, kardeşlerim diyecek kadar onları çok sevdiğine, hatta onlara kavuşmak için aşk, iştiyak ve hasret duyduğuna dair pek çok hadis rivayet edilmiştir.

Ebû Hüreyre (RA) anlatıyor:

“Bir gün Peygamber Efendimiz (SAV) şöyle buyurdular:
– Kardeşlerimizi görmeyi çok arzu ediyorum. Ona dediler ki;

– Ey Allah’ın Resulü, biz senin kardeşlerin değil miyiz?

Peygamber Efendimiz (SAV);

  • Siz benim ashabımsınız, arkadaşlarımsınız. Kardeşlerimiz

ise, henüz gelmemiş olanlardır, buyurdular. Bunun üzerine;

  • Ey Allah’ın Resulü! Siz, ümmetinizden henüz gelmemiş olan

kimseleri nasıl bilir ve tanırsınız? diye sordular. Peygamber Efendimiz (SAV);

– Yüzleri ve ayakları beyaz olan bir atın sahibi, hiç siyah atlar arasında kendi atını bilmez, tanımaz mı? buyurdular.

– Evet, ey Allah’ın Resulü, elbette tanır; dediler. Peygamber Efendimiz (SAV);

– Onlar da bana kıyamet günü, abdest sebebiyle yüzleri, el ve ayakları, yani abdest âzâları bembeyaz ve nur gibi parlayarak geleceklerdir. Ben de onları Havzımın kenarında beklerim. Dikkat edin ve haberiniz olsun ki; bazı kimseler ise benim Havzıma yaklaştırılmayacaklardır. Ben onları, ‘Haydi siz de gelin!’ diye çağıracağım. Fakat bana;

– Hayır, onlar senden sonra kendilerini değiştirdiler (değiştiler, Müslüman’dan şeye dönüştüler), denilecektir. O zaman ben de;

  • Öyleyse yazıklar olsun onlara! Diyeceğim (Müslim, Neseî).

Bu hadis-i şeriften, anlaşılacağı üzere; ahirette Peygamber Efendimize yakınlık veya uzaklıkta; soy, sop, akrabalık gibi yakınlıklar değil; onun yolundan ve izinden gidip gitmeme, Allah’ın rızasına uygun ibadet ve taatlerde bulunup bulunmama, salih ameller, hayırlı ve güzel işler işleyip işlememe yönünden ne durumda oldukları esas ölçü ve kriter olacaktır. Nitekim Türklerde; ‘Allah’ın sevmediğini, Peygamber sopayla kovalar!’ şeklinde bir darb-ı mesel vardır.

Resulullah (SAV) bir gün ashabına şöyle buyurdular:

Ah keşke (kıyamet günü) bana doğru, Havzıma gelen kardeşlerimi bir görsem de içlerinde şerbetler olan kâselerle onları karşılasam! Cennete girmeden önce, onlara (Kevser) havuzumdan içirsem! buyurdular.

Bu sözleri üzerine ona denildi ki: 

  • Ey Allah’ın Resulü, biz senin kardeşlerin değil miyiz?” O, şöyle

cevap verdi:

  • Sizler benim ashabımsınız (arkadaşlarımsınız). Benim kar-

deşlerim ise beni görmedikleri halde bana inananlardır. Ben Rabbimden sizinle ve beni görmeden bana iman edenlerle gözlerimi aydınlatmasını istedim. (Ramûzu’l-Ehadis s. 361, 4460 hadis, Ebu Nuaym, Kitab’ül Fiten, İbn-i Ömer’den).

Hazreti Peygamber, iştiyak derecesinde sevdiği, onlara kavuşmak için Kevser Havzının başında toplanılacak günü iple çektiği bu kardeşlerini ashabına da tanıtmaya ve sevdirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır.

“ Yine bir gün Peygamber Efendimiz (SAV) şöyle buyurdular:

– Ben, kardeşlerime kavuşmayı çok arzuladım! Bunun üzerine, kendisini dinleyenler şöyle dediler:

  • Biz senin kardeşlerin değil miyiz? O şöyle cevap verdi:
  • Sizler benim ashabım ve kardeşlerimsiniz. Benden sonra beni

görmedikleri hâlde bana inanan (çok hayırlı) bir topluluk gelecektir.” Bir süre geçtikten sonra, Peygamber Efendimiz (SAV), Ebû Bekir’e şöyle buyurdular:

“Ey Ebû Bekir! Senin beni sevdiğini duyduklarından dolayı seni de çok seven bir kavmi sen de sevmek istemez misin? Allah’ın kendilerini sevdiği kimseleri, sen de sev!” buyurdular. (Ramûzu’l-Ehadis, s. 461. 5719 hadis, İbn-i Asakir Bera b. Azib’den).

Peygamber Efendimiz’in (SAV), bu hadis-i şeriflerinde, ahir zamanda, yani ümmetinin fesadı zamanında, ‘kardeşlerim’ diye nitelendirdiği çok hayırlı bir toplumun geleceğini haber vermektedir. Bu kimseleri çok sevdiğini, onlara iştiyak duyduğunu, kıyamet günü Kevser Havuzunun başında onları özlemle bekleyeceğini, Havuzuna doğru gelecek bu sağlam imanlı kardeşlerini görmeyi ve onlara Kevser Havuzundaki o güzel içecekten ikram etmeyi çok arzuladığını ifade etmektedir. Resulullah (SAV), kendi zamanında yaşayan altın nesle, ‘ashabım, arkadaşlarım’ unvanını verirken, onu görmeden ona ve getirdiklerine kuvvetli bir imanla inanan bahtiyarları ise “kardeşlerim” diyerek şereflendirmiş ve onurlandırmıştır.

Aslında Türk olmak demek, Peygamber Efendimizin: ‘Ben onları çok özledim, çok seviyorum, onlara hasretim, müştakım, sizler de sevin!’ hitabının işaret ettiği millet olduğunun bilincinde olmak demektir. Onun ashabına tanıttığı ahir zaman kardeşlerinden olabilmektir. Ona, ahir zamandan: ‘Lebbeyk! Buyur, emret ya Resulallah! Anamız, babamız, varımız yoğumuz, her şeyimiz sana, senin yoluna feda olsun! Biz de seni çok seviyoruz; biz de sana aşıkız, müştakız, hasretiz. Bizim de Rabbimizden duamız niyazımız, Rabbimizin bizi senin bu hitabına layık kılmasıdır! ’ diyebilmektir.

Peygamber Efendimizin (SAV) anlattıklarından etkilenen sahabede, Peygamber Efendimizin onlara kavuşmak için büyük bir özlem, sevgi, aşk, şevk, iştiyak, hasret ve muhabbet duyduğu, görmeden kendisine kuvvetli bir imanla bağlanmış, İslam için, Allah’ın dini ve davası için büyük bir çaba, gayret, feragat, fedakârlık, sadakat ve metanetle kendilerini her şeyleriyle ortaya koyabilmiş bu kimselere karşı büyük bir ilgi, merak ve sevgi uyanmıştı. İlerde gelecek ve hidayet nurunun aydınlığından sapmadan yürüyecek olan ve bu yolda karşılaşacakları bütün sıkıntılara, çilelere, düşmanlıklara, itilme ve kakılmalara, horlanmalara ve kınanmalara karşı yılmadan, bıkmadan, usanmadan, aldırmadan Allah’ın, Resulullah’ın ve ashabının yolundan ve izinden gidecek olan, gerçek mümin, fedakâr, cefakâr, sadık, metin bir kavim ve topluluk geleceğini bizzat Peygamber Efendimizin (SAV) dilinden öğrenmek onları çok sevindirmişti. Kıyamet günü cennete girmeden önce Peygamber Efendimiz’in, Kevser Havuzu’nun başında hasretle ve iştiyakla bekleyebileceği kadar değerli, kıymetli, şan, şeref, onur, mevki, makam, derece ve üstünlük sahibi kimseleri hangi mümin ve Müslüman merak etmez, sevmez ve bu dünyaya bir gün böyle kimselerin de geleceğinden dolayı sevinmez ki? Peygamberimiz bir yandan da bu arada, bunların çok zor ve tehlikeli devirlerden dönemlerden geçeceklerini, buna rağmen çok büyük bir iman, mücedele ve mücahede örneği sergileceklerini, düşmanlarına üstün geleceklerini, Allah’ın hoşnutluğunu kazanarak ahirete göçeceklerini, kabre imanla gireceklerini, Allah’ın cennetine hak kazanacaklarını da haber vermiş olmaktadır (Benzer hadisler için bk. el-Metalibu’l-Aliye, 4241, 8424, Müslim, Taharet, 395 Kenu’l-Ummal, 345, 84).

Bu milletin hangi millet, bu toplumun hangi toplum olduğunu elbette herkes merak eder. Bunun geniş kapsamlı cevabını bulmak isteyenler, herhalde bu vasıf ve özellikleri kim daha fazla taşıyorsa bu kapsama rahatlıkla girebileceğini düşünebilirler. Ama yaklaşık binbeşyüz yıllık İslam tarihi içinde bu vasıfları en çok taşıyanların da Türklerden ve Türk Milletinden çıktığını görmek ve kabul etmek de bir hakkın teslimi ve tarihi bir gerçeğin kabulü olacaktır.

Peygamber Efendimiz (SAV), kardeşlerim dediği bu bahtiyarların dikkat çekici ve önemli bazı özellikleri arasında, Resulullahı çok sevdiği için Hazreti Ebû Bekir’i (RA) ve Rasulullah’ı seven diğer ashabı çok sevmelerini de saymaktadır. Bu da, bu bahtiyarları tanımakta çok önemli bir özellik ve kriterdir. Çünkü maalesef Peygamber Efendimiz’den sonra, iman ve İslam iddiasında bulunanlar arasından; sahabenin kendi aralarındaki bazı siyasi uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar yüzünden onlardan bazılarına ta’n eden, kin ve düşmanlık besleyen, küfür ve hakaret eden bedbahtlar da çıkabilmiştir. Bu hadis-i şerif böylelerinin, Peygamber Efendimiz (SAV)’in ‘kardeşlerim’ diye nitelendirdiği gruba giremeyeceklerini açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Örneğin, Şii İranlılar, başta Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman olmak üzere Peygamber Efendimizin (SAV) çoğu ashabına buğz ederler, hatta hakaret ve küfrederler. Dolayısıyla başta Hazreti Ebûbekir olmak üzere, Peygamberimizin ashabını sevmeyenler, onlara buğz edenlerin, örneğin Şîî İranlıların, Peygamber Efendimizin ‘kardeşlerim’ diyerek kavuşmaya iştiyak duyduğu kimseler kapsamına girebilmeleri mümkün değildir. Türk Milleti, her şeyde aşırılıklardan uzak, orta, dengeli ve mutedil bir millet olduğu gibi, Müslümanlar arasında sahabe ve Ehlibeyt sevgisi de en yüksek olan millettir.

Zübdet’ül-Hakâik adlı eserde de Peygamber Efendimizin kendinden sonra gelecek ümmeti içinde kendilerinden kardeşlerim diye söz ettiği garip, çilekeş, cefakâr ama üstün vasıflı, güzel ahlaklı, Allah katında kadirleri, kıymetleri, değerleri yüksek bazı kişileri anlatan uzunca bir hadisi şerif nakledilir.

Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ebû Zerr-i Gıfarî’ye (r.a.) buyurdular ki:

  • Yâ Ebâ Zer! Allah güzeldir, güzeli sever. Peki, sen şim

di benim niçin gamlandığımı, ne düşündüğümü ve neye müştak olduğumu biliyor musun? Eba Zer:

  • Bilmiyorum yâ Rasûlallah; ne olur, gam ve düşünceni

bize haber ver!

Resûlullah (s.a.v.) derin bir ‘Aaah!’ çekti. Sonra devam etti:

  • Benim iştiyakım benden sonra gelecek kardeşlerime

kavuşmak içindir. Onların durumları, peygamberlerin durumları gibidir. Onlar şehitler menzilesindedirler. Babalarından, analarından, eşlerinden, çocuklarından ve kardeşlerinden sadece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için ayrı düşerler. Mal mülk peşinde koşmayı Allah için terk ederler. Nefislerini tevâzu ile hor ve hakîr ederler. Şehvet peşinde koşmaya, boş ve anlamsız işlerle uğraşmaya rağbet etmezler. Allah’ın evlerinden bir evde sırf Allah sevgisi ve aşkı ile gamlı ve üzüntülü olarak toplanırlar, kalplerini Allah’a verirler. Ruhları gönülden Allah’a bağlıdır. Onları bilmek Allah’a aittir. Onlardan birinin basit bir hastalığa yakalanması bile, bir yıl (nâfile) ibâdetten daha faziletlidir. Eğer istersen, onların üstünlüklerini daha da anlatırım yâ Ebâ Zer?

  • İsterim, yâ Rasûlallah!
  • Onlardan birisi öldüğü zaman Allah katındaki

şereflerinden dolayı, semâda ölenler gibidirler. Eğer istersen daha anlatayım, yâ Ebâ Zer?

  • İsterim yâ Rasûlallah!
  • Onlardan birisi elbisesindeki bir şeyden dolayı bir ezi

yete ve sıkıntıya uğrasa, ona Allah katında yetmiş hac ve gaza yapmış gibi ecir; İsmail zürriyetinden her biri on iki bin kişiye bedel sayılabilecek üstünlükte kırk köleyi azat etmiş gibi sevap verilir. Eğer istersen daha fazlasını da anlatayım, yâ Ebâ Zer?

– Evet, yâ Rasûlallah!

– Onlardan birisi, Allah rızasını kazanma yolunda uzak düşüp, ayrı kaldığı çoluk çocuğunu hatırlayıp da gamlandığı zaman, her bir nefesine bin derece yazılır. Eğer istersen daha anlatayım, yâ Ebâ Zer?

– Anlatın, yâ Rasûlallah!

– Onlardan birisinin arkadaşları arasında iki rekat namaz kılması, bir adamın bin yıl boyunca Nûh (a.s.)’un Cebel-i Lübnan’da ibâdet ettiği gibi ibâdet etmesinden daha faziletlidir. İstersen daha da anlatırım yâ Ebâ Zer?

– İsterim yâ Rasûlallah!

– Onlardan birisinin Allah’ı bir kere tesbih etmesi (Sübhânellah demesi), kıyamet gününde, bütün dünya dağları kadar altın sadaka verip de gelmiş bir kimsenin ecrinden, mükâfatından daha fazladır. İstersen daha sayayım, yâ Ebâ Zer?

– Evet, yâ Rasûlellah! dedim. Bütün kainatın kendisiyle iftihar ettiği Efendimiz (s.a.v.) saymağa devam ettiler:

– Onlardan birine bir kez dostlukla bakman, Allah katında Kabe’ye bakmandan daha sevimlidir. Ona bakan sanki Allah’a bakmış gibi olur. Onun sevdiği ve sevindirdiği kimse, Allah’ın sevdiği ve sevindirdiği kimse gibidir. Onu yedirip içiren, Allah’ı yedirip içirmiş gibi olur. Eğer istersen daha fazlasını da anlatırım, yâ Ebâ Zer?

– Evet, yâ Rasûlellah!

– Onların yanına, günahlarda ısrar ede ede iyice hantallaşmış bir topluluk gelip otursa, onlara sevgisinden dolayı Allah bunlara da rahmet nazarıyla bakar da, günahlarını onların hürmetine affetmeden yanlarından kalkmazlar. Yâ Ebâ Zer, Allah, onların gülmelerini bile ibâdet, şakalaşmalarını bile tesbih, uykularını bile sadaka sayar. Allah onları o kadar sever ki, her gün yetmiş kere onlara nazar eder. İşte ben bunlara müştâkım yâ Ebâ Zer!

Resûlullah (s.a.v.) bitkin ve perişan bir şekilde saçlarını düzeltti. Sonra başını kaldırdı. Ağlıyordu, gözyaşları gözlerinden inci taneleri gibi dökülüyordu. Bir kere daha derin bir ‘Aaah!’ çekti:

– Onlara müştâkım, onlara kavuşmak istiyorum, buyurdu. Sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.);

  • Allah’ım, onları muhafaza et, muhaliflerine karşı onlara

yardım et! Kıyamette gözümü onlarla nurlandır! diye onlara dua ettiler ve şu âyet-i kerîmeyi okudular: “Dikkat edin, Allah’ın o dostları ki, onlara hiçbir korku yoktur. Onlar hiç mahzun da olmayacaklardır! (Yunus Sûresi, 62) (Ramazanoğlu Mahmut Sami, Ashab-ı Kiram Menakıbı, 2. Cilt, sayfa 216, 219, Erkam Yayınlar, İstanbul, 1984).

Rivayette Türk adı geçmiyor ama birbirine çok benzeyen sayısız haber ve rivayetlerden, hadislerden yola çıkarak, Kur’an ayetlerinin de işaretleriyle burada anlatılanların en çok Türklere uygun düştüğünü, Peygamber Efendimizin büyük bir ihtimalle burada Türkleri kastetmiş olabileceğini söylemek yanlış bir yorum sayılmaz. Çünkü bu hadis ve rivayetlerde söz konusu edilen vasıflar, genel olarak Türk özellikleridir. En çok Türk’e yakışan, yaraşan, Türk’te ve Türklükte kemal bulmuş özelliklerdir. Tarih boyunca bu özelliklere ve niteliklere en çok uyanlar da Türkler arasından çıkmıştır.

NEBİLERİN VE ŞEHİDLERİN GIBTA ETTİKLERİ

Peygamber Efendimiz, bir gün ashabına şöyle buyurdular:

“- Allah’ın kullarından öyle insanlar vardır ki; onlar ne Peygamber, ne de şehiddirler. Fakat kıyamet gününde, Allah katındaki makamlarından dolayı nebiler ve şehidler bile onlara gıpta edeceklerdir.”

Sahabe dediler ki:

  • Ey Allah’ın Rasulü, bize haber verin; onlar kimlerdir? Rasûlül-

lah:

  • Onlar öyle bir topluluktur ki, aralarında herhangi bir akrabalık

soy, sop, alış-veriş, alacak-verecek, mal-mülk ilişkisi olmadığı halde; sırf Allah’ın rızasını gözeterek birbirlerini severler. Vallahi onların yüzleri şüphesiz pırıl pırıl nurdur. Hiç şüphesiz onlar nur üzerindedirler (işleri nurdur). İnsanlar korktukları zaman onlar korkmazlar. Halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar.’ buyurdular ve şu ayeti okudular: ‘İyi bil ki, Allah’ın velilerine, sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir (Yunus Suresi, 62) (Mecma‘ût-Tefâsîr (Lubâbu’t-Te’vîl) III, 267; Hak Dini IV, 2731; Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm, II, 422-423; III, 291).

Gıbta bir kimsenin başkasında gördüğü bir nimetin onda devam etmesini istemekle beraber, kendisinde de bulunmasını istemesidir (el-Mu’cemu’l-Vasît s. 643; Mecmaut-Tefâsîr (Lübâbu’t-Te’vîl) III, 267).

Şehidlik ve nebilik, Allah katındaki derecelerin en üstünüdür. Bunu çok iyi bilen ashab-ı kiram, Peygamber Efendimiz’in ağzından, şehid ve nebi olmadıkları halde, kıyamet günü makamlarına, derecelerine nebilerin ve şehitlerin bile gıbta edeceği kimseler olacağını duyunca doğal olarak çok şaşırmışlar; hayretler içinde kalmışlardı. Ashab, Peygamber Efendimizin anlattıklarından; bunların, nebi ve resul olmadıkları halde nebilerin ve resullerin tebliğ ve irşat, yani nübüvvet varisliği görevini en güzel şekilde halleriyle ve sözleriyle üstlenip yerine getirmeye çalışan, Allah’ın dinine, davasına, imana ve İslam’a canla başla hizmet eden, Allah yolunda cihad için canlarını, mallarını ve her şeylerini ortaya koymuş, böylece Allah’ın sevgisini ve dostluğunu hak etmiş kimseler oldukları yönünde az çok bir fikir sahibi olmuşlardı. Fakat Allah’ın bu kutlu ve hayırlı kullarının kimler olduğunu ilk anda tam olarak anlayamamışlar, bunlar hakkında kendilerinde çok daha büyük bir ilgi ve merak uyanmıştı. Tam bir açıklıkla bilemedikleri bu kimselerin hallerini, durumlarını, vasıflarını Peygamber Efendimizden sormak, ondan tariflerini almak, böylece onları daha çok, yani layık oldukları şekilde sevmek istiyorlardı. Çünkü Allah’ın, nebilerinin, şehitlerinin sevdiği ve beğendiği, Allah yanındaki makamları, dereceleri akılların alamayacağı kadar çok yüksek ve yüce olacak, nebi ve şehit olmadıkları halde, kıyamet günü nebilerin ve şehidlerin bile gıbta edecekleri, bu Allah dostlarını tanımak, sevmek, beğenmek her Müslüman için bir görev ve sorumluluktur. Bu yüzden onlar da bunları en temel özellikleriyle ve daha yakından tanımak, bilmek ve daha çok sevmek için Peygamber Efendimizin açıklamalarına dikkat kesilmişlerdi.

Peygamber Efendimiz (SAV) de, bunları onlara en önemli vasıf ve özellikleriyle tanıttı. Bunlar, aralarında hiçbir hasep, nesep (soy, sop, hısım, akrabalık) bağı; mal, mülk, maddi çıkar ilişkisi bulunmadığı halde, birbirlerini ve bütün Müslümanları Allah için çok seven kimselerdir. Yani bunlar, Allah için, hak yol ve hak dava ve ‘î’lâ-yi kelimetullah’ davası uğrunda dimdik ayakta duran, İslam’ın kıvamı her hallerinde görülen, İslam’ın galabesi ve üstünlüğü için canla başla cihad edip çalışan, imanlarında ve İslam’da demir gibi sağlam ve sarsılmaz, devamlı İslami istikamet üzere olan, ayakları hak yolda sabit, sabırlı, sebatkâr, ifrat ve tefritten uzak, mutedil, imanlarını ve İslam’ı amelleri ve sözleriyle ile ortaya koyan, azim ve sadakat sahibi kimselerdir. Bütün hayatları boyunca aynı minval üzere ve kararlılıkla, Allah yolunda tam bir tevekkülle hizmet eden, inkar, küfür ve bidatlar karşısında sapıtmadan dimdik duran, iman ve İslam davasında kınayanların kınamalarına aldırmadan, yılmadan, yalpalamadan, inhiraf etmeden, zikzaklar çizmeden, taviz vermeden devam eden, büyük bir azim ve kararlılıkla sebat eden kimselerdir. Bunlar tam bir birlik, bütünlük, dirlik, düzenlik, topluluk ve cemaat şuuru içinde hareket eden, yani kelimenin tam anlamıyla Türklük özellikleri taşıyan kimselerdir.

Bunların en önemli şiârları, ‘el-hubbu fillâh’ (yani Allah için sevmek)’tir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Bunlar yalnız Allah için severler, Allah için sevilirler. Birbirlerini yalnız Allah için sevdikleri gibi, bütün Müslümanları da aralarında hiçbir fark gözetmeden, ayırım yapmadan sırf Allah için severler ve hepsine kol kanat gererler. Onların birbirlerini ve diğer Müslümanları sevmeleri, ticari bir kazanç, menfaat ilişkisi yüzünden değildir. Sevgileri Allah’ta, Allah için, aynı dinden olmaları yüzündendir. İnsanlara ırklarından, neseplerinden, servet ve zenginliklerinden, paralarından, ticari ilişkilerinden dolayı değil, Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmak için muhabbet duyarlar. Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü hoş görürler.

Peygamberimiz ayrıca, bunların simalarının da pek nurlu olduklarını söyleyerek, herkes tarafından kolayca farkedilebilecek bir başka özelliklerine de dikkat çekmektedir. Peygamber Efendimiz, yeminle ve tekitle onların yüzlerinin çehrelerinin pırıl pırıl olduğunu, onların bir nûr üzerine olduklarını haber vermekte ve vurgulamaktadır.

Nur kelimesi Kurân-ı Kerim’de kırktan fazla yerde geçer (el-Mu’cemu’l-Müfehres s. 725). Kuran-ı Kerim’in 53 adından birisi Nûr olduğu gibi, 24. Suresi’nin adı da Nûr Suresi’dir. İnsanın gözünün görebilmesi için ışığa ihtiyaç vardır. Manevi ve uhrevi yönden, akıl gözünün de gerçekleri tam ve doğru olarak görebilmesi için, Kuran’a, yani vahyin aydınlığına ihtiyaç vardır (el-Mufredât s. 509). Nisa Suresi’nin 184. ayetinde ve diğer bazı ayetlerde bu hususa açıkça değinilmektedir. Nur kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de hidayet, Kur’ân, hak din gibi anlamlarda kullanılmaktadır.

“(Kafirler Allah’ın Nurunu ağızları ile söndürmek isterler (Tevbe Suresi, 32).”

“Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan (çeşit çeşit dalaletlerden, sapıklıklardan), nûra (aydınlığa, doğru yola, hidayete) çıkarır (Bakara Suresi, 257).”

“Allah, kimin göğsünü İslam’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nûr üzerindedir; (öyle) değil mi? (Zümer Suresi, Ayet, 22).”

Hazreti Peygamber, bu nurani insanların, Rablerinden bir nur, hidayet üzerinde olduklarını, onların sözlerinin de, işlerinin de nur, nurani ve aydınlık olduğunu, karanlık dolaplarla, kirli tezgahlarla işlerinin olmadığını, hep nurla ve nurani olanla meşgul olduklarını haber vermektedir. Küpün içinde bulunanın dışına da vurması gibi, insanın iç, ruh, iman, İslam ve amel-i salih güzelliği de dış yüzüne ve simasına net bir biçimde yansır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimizin ashabı tanıtılırken, onların yüzlerinde secde izlerinin, eserlerinin açıkça görüldüğü haber verilmektedir (Fetih Suresi, 29). Kişilerin yüzlerinin, işledikleri iyiliklere, güzelliklere, kötülüklere ve günahlara göre şekil alacağına, güzelleşeceğine veya çirkinleşeceğine, aydınlanacağına veya kararacağına dair pek çok ayet ve hadis vardır. Yine Kur’an’dan, kişinin kendisini Allah’a daha çok vermesiyle, takvaya daha çok dikkat etmesiyle, namaz, niyaz, secde gibi dini ibadetlere devam edip artırmasıyla yüzünün de ‘Allah’ın boyası’ ile daha fazla boyanacağı, daha nurlu ve nuranî bir hal alacağı anlaşılmaktadır (Bakara Suresi, 138).

Bazı müfessirler, Nur Sûresi’nin 35. ayetinin tefsirinde, nur üzerinde olan bu kimseler hakkında, onların yüzlerinin nurlanacağını, nurdan minberler üzerinde olacaklarını, onların Allah’ın evliyası, yani gerçek müminler oldukları ifade edilmektedir (Yunus, 64, Hak Dini Cilt, IV, 2730, Tefsiru’l-Kurâni’l-Azim Cilt, II, 423, III, 291). O Allah dostlarının, “kelamları nurdur, cemalleri nurdur, amelleri nurdur, medhalleri (girecekleri yer) nurdur, mahreçleri (çıkacakları yer) nurdur; kıyamet gününde dönüşleri de nura, yani cennete olacaktır.’ Her müttaki ve gerçek mümin Allah’ın evliyası olduğu için, yüzleri nur olan bu kimselerin de bunlardan oldukları anlaşılmaktadır.

Peygamber Efendimiz (SAV) övdüğü, bu nur üzere olan; şehitlerin ve peygamberlerin bile makamlarına gıpta edip, imreneceği kimselerin bir başka özellikleri de; herkesin, yani toplumun büyük çoğunluğunun başlarına bir kötülük, bela ve musibet gelebileceği, zarara, ziyana uğrayabilecekleri gibi türlü endişeler ve korkular yüzünden korkuya kapıldıkları, ürktükleri, yılgınlığa, bezginliğe düştükleri, kendilerini çaresiz ve güçsüz hissettikleri en zor zamanlarda bile, bunların korkmadan, ürkmeden, yılmadan, hak yolda kaybettiklerine üzülmeden, bunları zarar ziyan sarmadan yollarına ve mücadelelerine devam edebilecek kadar cesur, yiğit, korkusuz olmalarıdır. Onlar gerçek iman sahipleri oldukları için, tek Allah’a tam bir iman, teslimiyet ve tevekkül içindedirler. Onlar, hak yolda oldukları ve Allah’ın rızasına uygun işler yaptıkları müddetçe, Allah’tan gelene, gül de, diken de olsa, hilat de kefen de olsa, zarar da kar da olsa, kayıp da kazanç da olsa, zafer de yenilgi de olsa, nimet de külfet de olsa, bela, dert, musibet, hastalık veya başarı, mutluluk, deva, şifa ve üstünlük de olsa hoşnut ve razıdırlar. Kendi üstlerine düşeni en iyi şekilde yapıp, gerisini hiç dert etmede Allah’a havale ederler. Herkesi gamlandıran, üzen, hüzünlendiren şeyler, onları üzmez, hüzünlendirmez, kederlendirmez. Etraflarındaki olumsuzluklar, kötülükler, onların bu yoldaki aşklarını, şevklerini, gayretlerini, sürûrlarını, başkaları gibi etkilemez. Başkaları üzüldüğü, hüzünlendiği, dertlendiği, kederlendiği, ümitsizliğe, kötünserliğe, yılgınlığa ve bezginliğe düştüğü zamanlarda bile onlar, ümitlerini, iyimserliklerini, mücadele azim ve kararlılıklarını kaybetmezler, ileride Allah’ın has kullarına vaad ettiği güzel, mutlu ve müreffeh günlerin hayali ile teselli bulmasını bilirler. Onlar bu güçlü imanları sayesinde, her yerde ve her işte Allah’ın Müminlere sonsuz ve sınırsız rahmetinin, nusret ve yardımının, desteğinin, hikmetinin izlerini, işaretlerini görebilirler. Bu yüzden de hiç üzülmeden, ümitsizliğe kapılmadan, her şeyde bir hayır yönü bulabilirler. Güzel bakıp güzel görmeye, güzel düşünmeye, her şeyin güzel taraflarını görmeye çalışırlar. Onlar, başarı ve üstünlükleri, zafer ve galibiyetleri yüzünden de asla şımarmazlar, gurura, kibre kapılıp ipten kazıktan boşanmış gibi yoldan çıkmazlar. Allah’ın verdiği nimetlerin şükrünü en güzel şekilde eda etmeye çalışırlar. Bidatların revaç bulduğu, sapıklıkların, fitne ve fesadın, anarşi, kaos ve kargaşanın en çok yaygınlaştığı ve azgınlaştığı zamanlarda ve devirlerde yaşamalarına rağmen, imanla, ihlasla ve takva ile donanmış bir şekilde en güzel ve en özel mücadeleleri verirler. Bunun sonucunda da Allah kendilerini nebilerin ve şehidlerin bile gıpta edecekleri üstünlüklerle ödüllendirecektir.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR