Ana SayfaDinimizPEYGAMBERİMİZ VE GÜL

PEYGAMBERİMİZ VE GÜL

PEYGAMBERİMİZ VE GÜL

Mustafa ATALAR

Türk milleti, peygamber aşkını ve sevgisini, değişik remzlerle, sembollerle anlatmaya, tanıtmaya ve övmeye çalışmıştır. Türk edebiyatında bizim şairlerimizin ve ediplerimizin dilinde Peygamber Efendimizin remzi genellikle ‘gül’ olmuştur. Fatih Sultan Mehmed’in portresinde gül koklarken görüntülenmesi de Peygamber sevgisinin göstergelerindendir.

Onun kadrini ve kıymetini gerektiği gibi bilebilmenin, onu layık olduğunca sevebilmenin, anlayabilmenin, anlatabilmenin, tarif edebilmenin, tanıyıp tanıtabilmenin mümkün olamayacağını düşünen milletimiz, onun için herkesin bilip, tanıdığı gül motifini kullanmayı tercih etmiştir. Şairin:

Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz!

dediği gibi gülün tanıma, tarife ihtiyacı olmadığından, ediplerimiz ve şairlerimiz Peygamberimizi de gülle tanıtma, güle benzetme kolaycılığına kaçmışlardır.

Şairlerimizin de belirttiği gibi, Hazreti Peygamberle başlayan devir, devirlerin en üstünü, bir gül devri sayılmıştır. Onunla başlayıp kıyamete kadar sürecek olan bu gül devrinde onun ıtırları, eşsiz kokuları bütün dünyayı tutmuş, dünya onunla gül kokulu bir gülistana dönmüştür. Zevk-i selim sahibi olanlar, doğruyu, hakkı güzeli görebilenler, duyabilenler, anlayabilenler bu gülistanın bülbülü olma şerefine ve mutluluğuna erebilmişler, ebedi alemin ölümsüz gülistanında da onunla bir araya gelebilmenin aşkını, şevkini, özlemini sürekli terennüm etmişlerdir.

Farsça’da bütün çiçeklere gül, bildiğimiz güle de gül-i Muhammedi denir. ‘Gül-i bâdâm’ (badem çiçeği), ‘gül-i yâsemen’ (yasemin çiçeği) demektir. Rengi, şekli ve kokusu ile çeşitli benzetmelere konu olan gül, tasavvufî sembolizmde ilâhî güzelliği ve Allah’ın sevgilisi Hz. Muhammed’i temsil eder ve her yönüyle ona benzetilir. Asırlardan beri edebiyatımızda Peygamberimizin canı gül, teni gül, teri gül, aslı gül, nesli gül diye tarif edilmiştir. Kırmızı gülün o güzel rengini, onu görüp utanmanın mahcubiyetinden ve humarından aldığı söylenir. Peygamberimizin kendisine benzetilmesi, gülü öyle utandırmıştır ki, humarından, utancından kızardıkça kızarmış, kırmızı renginin o meşhur güzelliğini de bundan almıştır. Yûnus Emre’nin,

“Çiçek eydür derviş baba,

Gül Muhammed teridir!”

dediği gibi gülün o güzel kokusunu Resûl-i Ekrem’in terinden aldığına inanılır. En güzel kokulu güllerin onun teri damlamış gül goncasından aşılandığı söylenir. Halk arasında, gül koklamanın sevap olduğu inancı da bu çiçeğin Hz. Peygamber’in sembolü olmasından kaynaklanmaktadır. Gül koklandığında, gül yağı veya gül suyu ikram edildiğinde Müslüman Türk insanı hemen Peygamber Efendimizi hatırlar ve ona salât ve selâm getirir. Bu inanış, milletimizin geleneğinde köklü bir yere sahiptir.

Aralarında ilk bakışta çok fazla benzerlik bulunmayan şeylerin birbirine benzetilmesi, karşılaştırılması ve yakıştırmalar yapılmasıyla Peygamberimizin yüceltildiğini sanmak büyük bir yanılgı olur. Çünkü Peygamberimiz, o kadar yüce, üstün ve şereflidir ki güle benzetilmek onun üstünlüğüne ve güzelliğine bir şey katmaz. Tam tersine bu övgülerle yüceltilen aslında Peygamberimiz değil, güldür. Teşbihlerde, benzetmelerde genellikle benzeyenin benzetilenden daha üstün olması gerekir. Burada da üstünlük gülde değil, Peygamberimizdedir. O nebiler nebisinin üstünlüğü, hiçbir yaratılmışın üstünlüğüyle kıyaslanamaz. Aslında Peygamberizimzle ilgili her benzetme eksik bir benzetmedir. Gül, o güzeller güzeline benzetilmekten öyle memnundur ki, dünya çiçeklerine karşı bu benzetmeyle iftihar eder. Bununla kendisini bütün dünya çiçeklerinin en üstünü, en şereflisi, efendisi, şahı, sultanı görür. Bunda da yerden göğe kadar haklıdır.

Bu benzerlik yüzünden asırlar boyunca eller nakış nakış, desen desen gül dokumuş, kağıtlar renk renk, deste deste gül okumuş, bülbüller onun aşkından mecnuna dönüp en güzel şarkılarını güllere söylemiş, onun renginin şulesine kendini kaptıran sayısız aşıklar pervaneler gibi gözlerini kırpmadan kendilerini onun aşkının ateşine atmış, o gülün her değdiği yer ıtır ıtır güzel kokularla dolmuştur.

Aşıklar Sultanı Mevlana o Gül’ü kastederek: “Eğer şimdi burada ben, o Gül’ün vasıflarını şerh etmeye kalksam ve bunu hiç susmadan devamlı anlatsam, yüzlerce kıyamet geçer de benim anlatacaklarım yine bitmez!” sözleriyle onu sözle veya yazıyla anlatmanın ve vasfetmenin ne kadar imkansız olduğunu çok güzel bir şekilde ifade etmektedir. Dolayısıyla en iyisi haddimizi bilip, sözü kısa kesmektir. Ama yine de ondan söz etmenin, onu anmanın şerefinden mahrum kalmamak için onun Saadet Asrı’ndan beri, onun aşıkları, gönül ehli, aşk ehli edipler ve şairler o Gül’ü hadsiz, hesapsız, ciltler ve kütüphaneler dolduran manzum ve mensur eserlerle, na’tlarla, şiirlerle, güzellemelerle anlatmaktan geri kalmamışlar, o Gül hakkında şiiri olmayan şairi şairden saymamışlardır. Şairler şairliklerini ancak beşeriyetin o en hayırlısına, varlığın en şereflisine, evrenin o en güzel Gül’üne karşı sevgilerini, saygılarını ve bağlılıklarını ifade etmek için yazdıkları şiirlerle, na’tlarla, mevlidlerle ispat edebilmişlerdir. En büyük şairler o Gül’ü vasfeden, o Gül’ün sevgisini gönüllere eken, gönüllerde çoğaltan ve yaygınlaştıran kelimelerin, cümlelerin, sözlerini ve ifadelerini nasıl güzelleştirdiğini, dillerini nasıl coşturduğunu, yollarını nasıl aydınlattığını, o Gül’ü anmanın ve sevmenin onları ve sanatlarını nasıl da olduklarından kat kat daha fazla ve değerli hale getirdiğini hayretle fark etmişlerdir.

Onun gül demi ve gül devri boyunca gönüller hep onu özlemiş, gözler her çevrildikleri yerde o Gül’den bir iz aramış, eşyanın ve varlığın o Gül’ün aşkı için yaratıldığına, varlığını da o Gül’e borçlu olduğuna inanılmıştır. O Gül’ü sevenler, aşkı ve sevgiyi o Gül’den öğrenmişler, en büyük şairler ve en güzel şiirler ilhamını o Gül’den almışlardır. O Gül’ün sevgisini kalbine ekip gönüllerini gülistana döndürenler, iki cihanda da güller gibi gülmeyi hak etmişler, niceleri o Gül uğruna malını, mülkünü, varını yoğunu feda etmeyi canına minnet bilmiş, hiçbir şeyi olmayanlar da ‘Malım yok, canım kurban!’ diyerek ileri fırlamışlardır. Ümmi Sinan, onun ümmetini de gül alanlar, gül satanlar, gülü gül ile tartanlar, çarşı pazarı gül olanlar olarak tanıtmaktadır;

Gül alırlar gül satarlar;

Gülden terazi tutarlar;

Gülü gül ile tartarlar;

Çarşı pazarı güldür gül! 

GÜL DÜŞMANLARI

Onun Gül devrinde yaşayıp da onu bilememekten, tanıyamamaktan, anlayamamaktan, sevememekten, onun hayat veren davetine ve çağrılarına uymamaktan daha büyük bir bahtsızlık, mahrumiyet, felaket, acı ve ızdırap olamaz. Fakat insanlar, türlü türlüdür. İçlerinde çiçekten, gülden, güzelden ve güzellikten hoşlanmayanlar olduğu gibi; iyiden, doğrudan, haktan, hakikatten hoşlanmayanlar, hatta düşman olanlar da vardır. Külhanda, pislikte, gübrelikte doğup büyümüş, ömrü boyunca hiç temiz bir şey ve temizlik görmemiş, her gün sırtıyla küfe küfe pislik taşımış bir kişi; güzel kokulardan hoşlanmaz, hatta güzel kokular böylelerine zevk ve mutluluk vermek yerine, bunları incitir, eza ve cefa verir, hatta hasta eder. Asırlar boyunca insanları hakka, hakikata, iyiye, güzele, doğruya çağırmış kurtuluş yolunun önderleri ve rehberleri olan Peygamberlerin, iyi niyetli öğütçülerin çabaları da, her zaman küfür, inkar ve dalalet ortamı içerisinde doğup büyümüş, yetişmiş, gelişmiş, her bakımdan küfür ve dalalet pisliklerine bulanmış kişilere fayda vermemiştir. Bunlar, temizle, temizlikle, güzelle, güzellikle, güzel kokularla hiç uzlaşıp barışamamışlardır. Nitekim Yüce Allah da: “Müşrikler necistir, pistir (Tevbe Suresi, 28)” ayetiyle müşrikleri inkârcıları, sapıkları pis, necis ve murdar olarak nitelemiştir. Allah, müminlerle müşriklerin asla uzlaşamayacakları gerçeğini de: “Pis, murdar, kötü kadınlar, kötü erkekler için, pis, murdar, kötü erkekler de kötü kadınlar içindir, onlara uygundur, onlara yaraşır, onlarla uzlaşır barışırlar. Aynı şekilde temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır, onlara layıktır. O temizler (bu iftiracıların) söylediklerinden çok uzaktırlar. Bunlar (bu temizler) için (Rablerinden) bağışlanma ve güzel rızıklar vardır (Nur Suresi, Ayet: 26)” ayetiyle net bir biçimde açıklamaktadır.

Rahmeti ve merhameti sonsuz olan Rabbimiz, insanların küfür, inkar, sapıklık, dalalet bataklıklarında kalmalarına razı olmaz. Bu zavallılar, küfür ve dalalet bataklıklarında kalıp helak olmasınlar, onların önlerine de ebedi mutluluk ve saadet kapıları açılsın diye, onları içine düştükleri pisliklerden arındırmaları, güzel öğütlerle, nasihatlerle Allah’a, hakka, hakikate, iyiye, güzele, doğruya çağırmaları için onlara kendi içlerinden tertemiz peygamberler göndermiştir. Fakat insanların çoğu, bu davetleri ve davetçileri kabul etmemiştir. Bu çağrılar, onların azgınlığını, sapıklığını, necisliğini, murdarlığını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Pisliklere karışıp bulanmış, pislikle bir olmuş birisi artık nasıl güzel şeylerden, güzelliklerden ve güzel kokulardan hoşlanmaz; hatta hasta ve rahatsız olursa, küfrün ve şirkin kötü ve pis kokularına alışmış müşriklere, inkârcılara da o tertemiz peygamberlerin öğütleri ve nasihatleri fayda vermez. Bu gibiler, her zaman vahyin güzel kokusunu duydukça nasıl daha fazla eğrilmiş, azıtıp, sapıtmıştır. Bunların bu güzellikleri kendilerine tebliğ edenlere karşı kendilerini kaybedip: “Biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık! Bu sözleri kesmez, devam ederseniz, sizi taşlar, memleketimizden çıkarırız. Size her türlü kötülüğü yaparız! (Yasin Suresi, 18)” gibi tehditler savurmuşlar; bağırıp çağırarak hakaretler etmişlerdir. Bunlar, peygamberlerine: “Sizin öğütleriniz bize eziyet veriyor, bizi hasta ediyor. Siz verdiğiniz ilaçlar bizim hastalığımızı, dertlerimizi yüzlerce kat artırıyor!” diyorlardı.

Nice dermanlar vardır ki, derdi artırır.

Nice devletler vardır ki, yüzü sarartır.

Allah korkusu odur ki, ondan sana gayret gelir.

Korku o değildir ki, gayret ve hararetini soğutur.

Çünkü, onların gıdası, yalanlardan, boş lâflardan, asılsız oyun ve eğlencelerden, olmayacak şeylerden ibaretti. Mayaları bunlarla karılmış, bunlarla semirip gelişmişlerdi. Güzel öğütler, nasihatler onların asabını bozuyor, onları çılgına çeviriyordu. Onların Allah’ın nur serpintisinden, hidayetinden nasipleri olamazdı. Onlar özsüz kabuklar gibi gönülden, ruhtan mahrum, tamamen bedenden ibarettiler. Sırf bedenleri için yaşıyorlar, sadece onu semirtmeye uğraşıyorlardı.

Kimin Allah’ın nur serpintisinden ve hidayetinden nasibi varsa, onun nerede büyüyüp yetiştiğinin, meydana geldiğinin bir önemi yoktur. Hatta böyleleri pislik içinde ortaya çıkmış, pislikler içerisine gömülmüş olsalar bile yine de kurtulup, temizlenebilir, yücelebilirler. Nitekim bazı sıcak iklim ülkelerinde, yumurtaları kuluçkaya yatmış tavukların altına koymak yerine, hayvan gübresi içine gömerlermiş. Zamanı gelince, pislik içinde gömülü olan o yumurtalardan bile tertemiz civcivler çıkarmış.

TEMİZLİK KAÇKINLARI

Bütün peygamberler ve Allah dostları gibi Hazreti Muhammed’in canı da berrak ve tertemiz bir su gibi hem tertemizdi, hem de insanları manevi kirlerden, pisliklerden yıkayıcı, arıtıcı, tertemiz ve temizleyiciydi. Yüceler yücesi Allah, ona çok büyük ve eşsiz bir temizlik, temizleyicilik, yıkayıp arıtıcılık bağışlamıştı. Onu yeryüzündeki hainliklerin, kötülüklerin, pislerin kirlerinden ve kirleticiliklerinden de korumuştu. O zamana kadar haktan hakikatten, hidayetten, Allah’tan iyice uzaklaşmış olan kabiliyetli insanlara Allah’ın doğru yolunu ve manevi kirlerden arınmanın yollarını insanlara gösteriyor, onları iyice yıkayıp arıtıyor, tertemiz bir hale getiriyordu. Ama insanların büyük çoğunluğu değişik sebeplerden dolayı, özellikle de onun peygamberlik görevine başladığı ilk dönemlerde, o temizlik denizi Mustafa’ya yaklaşmak, ona inanmak, itaat etmek, getirdiği gerçekleri kabul etmek, onun vasıtasıyla yunmak, yıkanmak, arınmak, temizlenmek istemiyorlardı. Kimisi iyiden iyiye pisliğe bulaştığı, tam anlamıyla pislik kesildiği için, kimisi ondan, onun temizliğinden utandığı için, kimisi ona haset edip kıskançlık duyduğu için, kimisi de daha başka sebeplerden dolayı ona kin güdüyor, diş biliyor, düşmanlık ediyorlardı.

Derler ki, çok pis bir adam günün birinde tertemiz bir suyun yanına varmış. Su adamın haline bakmış da ona çok acımış ve:
– Gel seni arıtıp, temizleyeyim! Böyle pis kalma! demiş. Fakat o pis adam:

– Gelemem! Ben bu pisliğimle, tertemiz sudan utanırım! demiş.  Bunun üzerine su adama:

– İyi ama, eğer sen benden, benim temizliğimden utanırsan, bu utancın seni benden daha da uzaklaştırır. O zaman sen, başka türlü nasıl temizleneceksin? Sana arız olmuş bu pisliği benden başka da temizleyebilecek hiçbir şey yok! demiş.

Bazıları işte böyle utancından o temiz ve temizleyici Peygambere yaklaşmak istemiyor ama o yine de gece demeden, gündüz demeden, küsmeden, gücenmeden, yılmadan, bıkıp, usanmadan onlardaki bu yersiz, gereksiz, zararlı utangaçlığı, çekingenliği gidermeye uğraşıyordu.

EBU BEKİR’İN VE EBU CEHİL’İN BAKIŞI

Ebu Cehil gibi küfrün elebaşları, sırf haset ve kıskançlıkları yüzünden o Gül yüzlü, tatlı sözlü Peygambere düşman olmuşlardı. Şeytan da Hz. Adem’den daha aşağı sayılmaktan utanıp arlanmış, bunu bir ayıp telakki etmiş, bu yüzden de Adem’e haset etmişti. Şeytan hasediyle yücelmek istemişti ama bu haset onu yüceltmek bir yana, hepten felaketlere, kanlara, çamurlara, pisliklere bulayıp batırmış, daha binlerce kötülüğe düşürmüştü.

Ebu Cehil, hasedinden, kıskançlığından Hazreti Muhammed’e uymaya utandı. Kendisini ondan daha yüce, daha ulu görmeye, göstermeye, ondan daha yüksek olmaya çalıştı. Ama sonunda ne oldu? Onun adı önceden Ebülhakem (bilgi ve hikmetin babası) iken, sonradan Ebûcehil (bilgisizliğin, cehaletin babası) oldu. Nice ehliyetli, liyakatli kişiler vardır ki haset yüzünden ehliyetsiz, liyakatsiz olup çıkmışlardır.

Peygamber Efendimiz bir gün bir mecliste otururlarken, oraya İslâm düşmanı Ebû Cehil geldi. Hiçbir şey söylemeden Hazreti Peygamberin yüzüne bir müddet dikkatlice baktı. Sonra şöyle dedi:
– Şu Haşimoğullarından çok çirkin bir adam çıkmış! Ey Muhammed! Sen ne çirkin, ne itici, ne kötü, ne acayip bir adamsın! Ben hayatımda senden çirkin birini görmedim, dedi. Peygamber Efendimiz bu çirkin sözlere ve yakıştırmalara hiç kızmadı, öfkelenmedi, olumsuz tepki göstermedi. Son derece sakin bir ifadeyle ona şu cevabı verdi:

  • Bu sözlerinle haddini, hududunu çok aştın ey Ebû Cehil!

Ama doğru söyledin! dedi.

Bunu duyanlar çok şaşırdılar. Biraz sonra daha da şaşırtıcı bir şey oldu. Çok geçmeden aynı meclise Hazreti Ebûbekir geldi. O da bir müddet Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin mübarek yüzlerine baktıktan sonra:

  • Ey Allah’ın Rasûlü! Anam, babam, canım, her şeyim sana

feda olsun! Sen ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne tatlı sözlü, güzel yüzlü, güzel görünüşlü bir insansın! Ben hayatımda senden güzel birini görmedim! Senin güzelliğin doğusu hiç batmayan parlak bir güneş gibi, bütün dünyayı aydınlatıyor!’ dedi. Hazreti Peygamber ona da:

  • Doğru söyledin, aziz dostum! dedi.

Orada bulunanların hayret ve şaşkınlıkları daha da arttı. Zira Peygamber Efendimiz birbirine taban tabana zıt olan iki söze de aynı şekilde mukabele etmiş, her ikisini tasdik etmişti. Merakla sordular:

  • Sana iki kişi geldi. Her ikisi de birbirine tamamen zıt şeyler

söyledi. Birisi ‘Çirkinsin!’ dedi onu tasdik ettin, diğeri ‘Güzelsin!’ dedi onu da tasdik ettin. Sonra tutup her ikisine de ‘Doğru söyledin!’ diye karşılık verdin. Bu nasıl oluyor?

Hazreti Peygamber onlara şu cevabı verdi:

  • Ben Allah’ın cilalanmış, berrak bir aynasıyım. Bana bakan

herkes bende kendi yansımasını görür. Kendisi nasılsa beni de öyle görür! Ebû Cehil bana baktı, kendi çirkinliğini gördü, “Çirkinsin!” dedi. Ebû Bekir ise, bende kendi güzelliğini gördü, kendi yüzündeki ilâhi nuru seyretti: “Ne güzelsin!” dedi. Her ikisi de kendi samimi görüşlerini yansıttıkları için ben de onları tasdik ettim.

HANİ SENDE AŞK, HANİ GÖZYAŞI?

Türklerdeki Peygamber sevgisini, saygısını en iyi bilen, tanıyan ve hayran olanlardan biri de Ali Yakub Hoca’ydı. Hoca, onca ilmine, irfanına, kültürüne, ömrünü Allah’ın dinine davasına adamış, bu yolda çok çileler, sıkıntılar çekmiş cihad ruhuyla dolu büyük bir âlim olmasına rağmen, yine de özellikle Müslüman Türk halkının, Allah ve peygamber sevgisine, aşkına, Hak ve hakikat sevgisine, îlâi Kelimetullah idealine ve davasına bağlılığına, yumuşak kalpliliğine, Allah ve Resülü için ağlayabilen bir göze, titreyebilen bir kalbe sahip olmasına hayrandı. Alim olmasa bile arif olan bu insanlara çok büyük sevgi ve muhabbet duyardı. Aslında onun, bu konularda hiç de başkalarına gıpta etmesini, hasret ve hayranlık duymasını gerektirecek bir eksikliği yoktu. Bu güzel hallerin çok daha fazlası onda da vardı. Hatta onun bu güzel halleri ve duyguları, çok daha yüce, ince, rafine, şuurlu, bilinçli ve üst düzey duygulardı. Allah için, İslam için, Müslümanlar için, hatta bütün insanlık için şuurlu, bilinçli, sarsılmaz ve doğru bilgilerle düşünür, taşınır, zaman zaman ağlar ve gözyaşı dökerdi. Fakat her şeye rağmen o, bu tür konularda kendisini olması gerekenden daha az bulur, daha fazla olamadığı ve daha fazlasını yapamadığı için zaman zaman kendisine çok kızdığı ve acımasızca da eleştirdiği de olurdu.

Ali Yakup Hoca, Anadolu Müslüman Türk insanının özellik ve niteliklerini, güzel huy, karakter, hal ve tavırlarını, duygularını, düşüncelerini, aslının ve cevherinin temizliğini sevgi ve muhabbetle anlatır; onlardan kendisinin de öğrenilebileceği, öğrenmesi gereken çok şeyler olduğunu söylerdi. Tabii bu arada tamamlanması gereken eksiklerine, noksanlıklarına, hatalarına da işaret etmekten, çok iyi ve nitelikli bir eğitim ve öğretime ihtiyaçları olduğunu söylemekten de geri kalmazdı. Mısır’da eğitimini tamamladıktan sonra, kendisine çok büyük imkânlar sunan başka yerlere gitmek yerine; kadrinin, kıymetinin, değerinin bilinmediği, takdir edilmediği Türkiye’ye gelip yerleşmesinin temelinde de; onun Anadolu Türk insanına çok inanıp güvenmesinin, onlarda gördüğü samimi, hâlis, garazsız, ivazsız Allah, Peygamber, İslam, Hakk, hakikat aşkının, sevdasının, sevgisinin, teslimiyetinin, imanının ve bağlılığının çok büyük rolü ve önemi vardı. Onun Anadolu’nun Müslüman Türk insanından öğrenecek neyi olduğunu, neden onları bu kadar çok sevdiğini merak edip sorduğumda bana Medine-i Münevvere’de başından geçen bir olayı anlatmıştı.

Ali Yakup Hoca, bir hac veya umre ziyareti sırasında Medine-i Münevvere’de, Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret ettikten sonra, Mescid-i Nebevi’de Peygamber Efendimizin Kabr-i Serifine de görebileceği bir yere geçmiş oturmuş; nefsini murakabeye ve derin düşüncelere dalmış. Şöyle bir kendini, kalbini, içini, gönlünü yoklamış ama halinden ve durumundan pek memnun kalmamış. Kendi nefsine iyice kızgın ve üzgün bir halde otururken bir yandan da Peygamber Efendimizin kabrini ve kabri ziyaret edenleri izliyormuş.

Bir ara gözü, kalabalığın arasında, çok içten ve samimi duygularla hüngür hüngür ağlayan, yaşlı bir Anadolu köylüsüne takılmış. Adamın hâli, tavrı, samimiyeti hemen dikkatini çekmiş. Doğrusu dikkat çekmeyecek gibi de değilmiş. Yaşlı adam büyük bir aşk ve sevgiyle Peygamber Efendimize salât ve selamlar getiriyor, bir yandan da hüngür hüngür ağlıyor, gözyaşları sel olmuş akıyormuş. Adamın bu hâli Ali Yakup Hoca’yı derinden etkilemiş. Bu manzara karşısında kendisine olan öfkesi ve kızgınlığı daha da artmış. Kendi kendisini yine acımasızca eleştirmeye, verip veriştirmeye, veryansın etmeye başlamış:

  • Yazıklar olsun sana, Ali Yakup! İnsanlar seni, ömrünü

ilim ve irfan yolunda harcamış, onca kitap okumuş, pek çok üstatlar önünde diz çökmüş, ilim, irfan, yol yordam öğrenmiş bir adam olarak tanırlar. Dışarıdan bakanlar seni samimi, gerçek bir Müslüman sanırlar! Yaaa, öyle mi!? Hani nerde? Bildiklerinin, öğrendiklerinin ne hayrını, ne faydasını gördün? Hani sende aşk, hani gözyaşı? Hani sende samimiyet, hani sende yüksek his ve duygular? Bir kendine bak, bir de şu Anadolu köylüsüne bak! Bak da, kendinden utan? Burada Allah’ın sevgilisinin, âlemlere rahmet olarak gönderdiği sevgili peygamberinin huzurundasın! Burası gözyaşı dökülecek yer değil mi? Sen, bugün burada bile şu adamcaığız gibi içinden gelerek, coşarak, doya doya ağlayamayacaksan, peki hangi gün, nerede, ne zaman, nasıl ağlayacaksın? Yahu sen, ne katı kalpli adamsın! Vah, yazıklar olsun sana! Keşke şu yaşlı Anadolu köylüsündeki aşktan, muhabbetten, sevdadan, histen, duygudan birazcık da sende olsaydı! Acaba bu adamcağızdan bunun sırrını öğrenebilir miyim? Doğrusu karşılığında ne isterse verirdim!..

Bu arada bir de bakmış ki, Kabr-i Şerif’in önünde bekleyen bekçilerden biri, kendinden geçercesine ağlayan bu Anadolu köylüsüne elindeki bez parçasıyla vuruyor, bir yandan da;

– Yallah, ya Haci! Haram, haram! Şirk, şirk! gibi sözler söyleyerek onu Kabr-i Şerif’in önünden uzaklaştırmaya çalışıyor.

Hâlbuki adamcağızın ne sözlerinde, ne davranışlarında hiçbir günah, şirk, hatta bunu çağrıştıracak en ufak bir belirti bile yokmuş. Bekçi, anlaşılan her zamanki alışkanlığı ve vurdumduymazlığıyla, hem de kabrin önündeki yığılmaları engellemek için, adamın dilini ve ne söylediğini doğru dürüst anlayamadığından diğerleriyle beraber onu da buradan uzaklaştırmaya çalışıyormuş. Durumu uzaktan izleyen Hoca, daha fazla dayanamamış, ok gibi yerinden fırlamış. Kendisine, öz nefsine olan kızgınlığının ve öfkesinin acısını muhafızdan çıkarmak istermişçesine, onun üzerine yürümüş, çok fasih bir Arapçayla;

  • Bırak şu adamın yakasını! Ne istiyorsun bu Müslüman

dan? Ne şirki, ne haramıymış? Bu adam şirk sayılabilecek, haram sayılabilecek hiçbir şey söylemiyor ve yapmıyor? Ne bu sizin haliniz ve yaptığınız? Peygamberi sevmek, ona salat ve selam getirmek, onun manevî huzurunda gözyaşı dökmek ne zaman şirk ve haram olmuş? Bu saçmalıkları size kim öğretti? Ben bu işleri, neyin şirk olup, neyin olmadığını, sizden de, sizin en büyük âlimlerinizden de çok daha iyi bilirim. Bu adamın yaptığına şirk veya haram diyen gelsin bana söylesin, benimle tartışsın da ağzının payını vereyim! diye çıkışmış.

Hoca’nın bu çıkışı, cesareti, çok yüksek, fasih ve beliğ Arapçası karşısında muhafızın dili dolaşmış, ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilememiş;

  • Üstaz; ben bu adamın dilini, ne söylediğini bilemiyorum.

Ama onun böyle kendinden geçer bir şekilde ağlayıp sızlaması, bende söylediklerinde şirk ve haram olabileceği kanaatini uyandırdı, demiş. Hoca;

  • Hayır, ben onun dilini de biliyorum, söylediklerini de an

lıyorum. Onun söylediklerinde ve yaptıklarında şirk veya haram sayılacak hiçbir şey yoktur! Şu adamcağızı bırak da ziyaretini rahatça yapabilsin! demiş. Bunun üzerine muhafız da;

– Peki üstaz! Madem siz öyle diyorsunuz, öyle olsun! demiş.

Hoca’nın talihi yaver gitmiş, muhafız belki de onun etkili ve nüfuzlu birisi olduğunu düşünerek alttan almış, olay da fazla büyümeden önlenmiş. Ali Yakub Hoca, Allah’ı ve Resulünü çok sevdiği gibi, kim olursa olsun onları sevenleri de çok severdi.

İLGİLİ MAKALELER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN POPÜLER

SON YORUMLAR