FİLİSTİN VE KUDÜS BİZİM NEYİMİZ OLUR?
İsrail, yıllarca insanlık dışı bir ambargo ve abluka uyguladığı, aç ve bîilaç ölüme mahkûm ettiği, kitle imha silahlarıyla tepelerinden ölüm yağdırdığı iki buçuk milyonluk Gazze halkına karşı, şimdi de bütün dünyanın gözleri önünde, en insafsız, merhametsiz ve akıl almaz kitle imha, etnik temizlik ve soykırımlarından bilini uyguluyor. Bu, bir terör devleti olan İsrail’in yeni ve ilk suçu da değil. İsrail, abluka altında tutulan Gazze’ye insani yardım götürmek için, ‘Rotamız Filistin, Yükümüz Özgürlük’ sloganıyla yola çıkan Mavi Marmara gemisine 31 Mayıs 2010’da, askeri saldırı düzenlemiş ve 10 Türk vatandaşının da ölümüne sebep olmuştu. İsrail’in, insani yardım gemilerindeki silahsız gönüllülere karşı giriştiği hukuk dışı korsanlık olayı ülkemizde ve dünyada Filistin meselesini yeniden gündemin birinci sırasına oturtmuştu. Ülkemizin her tarafında, her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu.
Bu konuda fikir beyan etmeye kalkanlardan bazıları, Kudüs ve Filistin davasına bizim de taraf olmamızı, hatta orada zulüm gören kardeşlerimize yönelik her türlü yardım ve destek girişimini alabildiğine ve kıyasıya eleştiriyorlar, gerekçe olarak da türlü iddialar ve argümanlar öne sürüyorlardı. İsterseniz bunların neler söylediklerinden bazılarını hatırlayalım:
“Bize ne canım Filistin’den, Kudüs’ten ve Filistinlilerden? Zaten Araplar bizi arkadan vurmadı mı? Üstelik Filistin halkı, çoktan beri gözden çıkarılmış bir halk! Onları artık Araplar bile defterden silmişler. Orada işlenen cinayetleri, terör ve vahşeti, baskı ve zulümleri herkesten önce Araplar görmezden geliyorlar. Kıllarını bile kıpırdatmıyorlar, hatta bazıları İsrail’e destek bile oluyor. Zamana zaman Türkiye’nin hemen her ilinde, hatta Batı ülkelerinde bile, İsrail zulmünü protesto etmek için binlerce, onbinlerce, hatta milyonlarca insan sokaklara dökülebiliyor. Ama Arap ülkelerinin çoğunda Filistin Meselesini ve Kudüs’ü ağıza almak, dillendirmek, bu konuda yazıp çizmek kesinlikle yasak! Bugün Araplar bile İsrail’le, Yahudi ile dost olmanın, onlarla işbirliği yapmanın çarelerini arıyorlar. Böyle bir ortamda bize ne oluyor da, on milyonlarca vatandaşımız İsrail’i protesto etmek için sokaklara dökülüyor! Bunun ne gereği var? Kudüs’ün, Filistin’in ve Filistinlilerin avukatlığına ve hamiliğine biz niye soyunuyoruz? Bizim çıkar ve menfaatlerimiz Filistinlilerle ve Araplarla bir ve beraber olmakta değildir. Tam tersine başta İsrail olmak üzere Batıyla ve Amerika ile berber ve dost olmaktadır. Birkaç sene önce, Birinci Dünya Savaşı sırasında bize ihanet etmiş, bizi arkadan vurmuş Araplara yardım götüreceğiz diye, Mavi Marmara gemisinde dokuz vatandaşımız öldü, kaç tanesi de yaralandı. Peki, buna değer miydi? Hele bir de birbuçuk yaşında bir bebeğin, ondokuz yaşında gencecik delikanlının o gemide ne işi vardı? Aslında bizdeki bu İsrail karşıtı eylem ve söylemler, dünyanın pek çok ülkesinde antisemitizm suçu sayılarak ceza davasına bile konu oluyor. Bunun ülkemizde “Yahudi düşmanlığı”nı körükleme tehlikesi de var. Unutmayalım ki ülkemizde de Musevi kökenli vatandaşlarımız Türkiye’de yaşıyor. Onlar da bundan huzursuzluk duyabilirler ve tedirgin olabilirler!”
Bunlara karşı, aklıselimin, insaf ve merhametin sesi ise şunları söylüyordu:
“Mavi Marmara gemisinde şehit olanlar, asla boş yere ölmediler. Onlar hem İslami, hem de insani, açıdan çok büyük, çok önemli, çok değerli ve uğrunda ölünmeye değebilecek çok kutsal bir amaç için şehit oldular. Bütün dünyaya da insanlığın ölmediğini gösterdiler. Orada ölenlerin de, yaralananların da eza cefa görenlerin de bu fedakârlıkları asla boşa gitmeyecektir. Onların yaptıkları iş, asla kınanması, eleştirilmesi gereken bir iş değil, tam tersine çok önemsenmesi ve baştan sona bütünüyle desteklenmesi gereken bir işti. Ah keşke o gemide ben de olabilseydim! İsrail’in yaptığı insanlık dışı zülüm ve işkenceler bir devlet terörüdür. Son derece haksız, hukuksuz, korsanca bir gasp saldırısıdır ve bu dünyada işlenebilecek er ağır suçtur. Asla cezasız kalmamalıdır ve kalmayacaktır. İsrail orada sadece masum insanları, kadın ve çocukları, kundaktaki emzikli bebeleri değil insanlığı da öldürdü. Aman İsrail’in bu insanlık dışı baskı ve zulümleri ilânihaye böyle sürdürüp gidemeyecektir. Bu zalimler, er veya geç akıttıkları kanda boğulacaklardır. Artık sadece yabancılar değil, aklı başında, insaf ve vicdan sahibi Yahudiler bile bu zulüm ve vahşete karşı çıkıyorlar. İsrail’den ve yaptıklarından nefretlerini haykırıyorlar, bunları kınıyorlar, telin ediyorlar. Filistin bizim dini, milli ve tarihi davamızdır. Türkiye, Mavi Marmara olayında dokuz insanını kaybetti ama, mazlumun ve mağdurun, hakkın ve haklının yanında yer aldığını gösterdi. Böylece bütün dünyada büyük bir prestij de kazandı. Uygar ve demokratik bir hukuk devleti olmanın da gereği budur.
Öte yandan, Mavi Marmara gemisiyle bu yolculuğa katılanlardan ne ölenler, ne yaralananlar, ne eza cefa görenler, ne de sağ salim geri dönenler hiçbir şikâyet ve pişmanlık belirtisi göstermemişlerdir. Eşi kucağında can veren gencecik kadın da, İsrail askerlerinin kurşunlarına, bombalarına, dipçiklerine, eza ve cefalarına, işkencelerine hedef olanlar da asla: ‘Keşke buraya hiç gelmeseydik! Bu olaya hiç karışmasaydık, uzaktan seyirci kalsaydık!’ dememişlerdir. Tam tersine: “Şimdi oraya ben gitmesem kim gidecekti? Ben orada olmasam kim olacaktı? Bu herkesten çok benim kendi işimdi. Benim başka işim, gücüm, sorunlarım var diye acı çeken bu zavallı insanlarla, din kardeşlerimle yardımlaşma ve dayanışma içinde olmaktan daha önemli bir şey ne olabilir? Ben oraya gitmeseydim çok büyük bir utanç duyardım? Tekrar bir daha yardım filosu hazırlansa, ilk gidenlerden biri yine ben olmak isterim!” diyerek duygu ve düşüncelerini ifade ediyorlardı.
Bu elim olayın ardından şehit ailelerinin gösterdikleri sabır, metanet, vakar da gerçekten çok takdire şayandı. Onlar, şehitlerinin arkasından ağlamak, feryad ü figan etmek yerine onlarla iftihar ettiklerini ilan ediyorlardı.
Filistin ve Kudüs’te olup bitenler, bu davanın bizimle ilgisi konusundaki soruların, tartışmaların haddi ve hesabı, önü ve arkası yok gibidir. Fakat ne yazık ki bütün bu tartışmaların büyük çoğunluğu somut ve doğru bilgilere ve değerlendirmelere dayanmıyor. Bu önemli konuda da genel bir bilgisizlik, ya da üretilmiş, maksatlı, yalan, yanlış, çarpıtılmış bilgiler üzerine ahkâm kesmeler almış yürümüş durumdadır.
Filistin sorunu, bu sorunun kökeni ve kaynağı, bizim için önemi ve anlamı nedir? Bilindiği gibi biz, Kudüs’ü ve Filistin’i, daha düne kadar, 1517-1917 yılları arasında kesintisiz olarak tam 400 yıl yönettik. Burası bizim daha yeni kaybettiğimiz eski coğrafyamız. Biz, bu toprakları niçin ve nasıl kaybettik? Özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesinde, sırasında ve sonrasında Filistin’de ve Kudüs’te yaşanan olaylar konusunda maalesef bizim insanımızın zihninde, hafızasında yeterli, sağlıklı ve doğru bilgiler neredeyse, kalmamış, olanlar da silinip süpürülmeye çalışılıyor. Tam tersine insanlarımızın kafaları ve gönülleri, Arap isyanı, Arapların bizi arkadan vurması gibi maksatlı söylemlerle, bulanık sularda balık avlamak isteyenlerce iyice ve sürekli karıştırılıp, bulandırılıyor. Bu konu ve olaylar silsilesi bizim en çok kulaktan zehirlenme operasyonlarına maruz kaldığımız konuların başında gelmektedir.
Bu konuların ve yaşanan olayların aynen gerçekleştiği gibi, objektif bir şekilde, sağlam, doğru ve somut belgelere dayanılarak ortaya konulması, tarihi gelişim seyri içinde sentez ve analizlerinin, objektif yorumlarının yapılması, yanlış anlamaların ve değerlendirmelerin düzeltilerek yerli yerine oturtulması çok büyük önem arz etmektedir. Aksi takdirde yanılgılardan ve yenilgilerden kurtulabilmemiz mümkün olamayacaktır. Ama bizim gibi, tarihçilerimizin ve araştırmacılarımızın da aşırı tembelliği ile mustaribiz. Bunların çoğu olayları kendi gözleriyle, kendi ölçü ve değerleriyle, ciddi bir şekilde enine boyuna araştırıp, ortaya çıkarma ve kendi akıllarıyla yorumlama becerisine sahip değiller. Bu yüzden de başkalarının maksatlı olarak ürettikleri ve piyasaya sürdükleri yalan, yanlış bilgi ve yorumları kendi toplumlarına aktarmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Böylece daha fazla kafa karışıklığına, düşünce, değerlendirme ve fikir bulanıklığına sebep oluyorlar. Bunların vardıkları sonuçlar da, tarihi gerçeklerle, halkımızın maşeri vicdanıyla, çıkar ve menfaatleriyle hiç bağdaşmıyor, uzlaşmıyor.
Her ne kadar tamamen aksi söylense, yazılsa, çizilse de Anadolu’nun ve bütün Arap dünyasının, özellikle de Filistin ve Kudüs’ün Müslüman halkları arasında, kökü bin yılı aşkın derinliklere ulaşan bir iman, inanç, fikir, ideal, mefkûre, kültür, gönül birliği ve beraberliği, çok sağlam dostluk, kardeşlik ve bağlılık hisleri vardır. Bu hep olagelmiştir, kıyamete kadar da var olmaya devam edecektir. Elbette, türlü sebeplerle zaman zaman buna aykırı tatsız ve acı olaylar yaşanmıştır, bundan sonra da yaşanabilir. Ama bunların hiç biri Türküyle, Arabıyla, Kürdüyle, Malay’ı ve Endonezyalısıyla dünyanın bütün Müslüman halkları arasındaki ortak duygu ve düşünceleri, sevgi ve bağlılığı, birlik ve beraberliği, güzel hisleri, olaylara bakış ve değerlendirmedeki benzerliği tamamen ortadan kaldırmaya, silip süpürmeye yetmemiştir, bundan sonra da Allah’ın lütfu ve keremiyle buna güç yetiremeyeceklerdir. Bu güzellikler pek fazla, anlatılmasa, söylenmese, tarih kitaplarında yazılmasa, hatta maksatlı olarak tam tersi anlatılsa, arada yaşanmış bazı olumsuz, tatsız ve kötü olaylarla zihinler ve bilinçler kirletilmeye çalışılsa da, her iki halkın bilinçaltına yerleşmiş olan kin, nefret, düşmanlık duyguları değil, dostluk, kardeşlik, birlik ve beraberlik duygularıdır.
İslam dünyasının her tarafında yönetici kesim ve Batıcı sözde aydınlar, içinden çıktıkları halktan çok başka duygu, düşünce, inanç ve ideallere sahiptirler. Fakat her şeye rağmen, örneğin Müslüman Arapların büyük ve sessiz çoğunluğu, hala Osmanlıların ve Türklerin bu topraklardan ayrılmasını, kutlanması gereken mutlu bir olay olarak görmezler. Tam tersine çok büyük bir felaket, musibet ve acı bir gün olarak görürler. Bizde de İslam, Müslüman ve millet düşmanları, Batı tarafından devşirilmiş hainler, milletimizin gönlünde suni bir Arap ve Müslüman düşmanlığı yaratmak için canla başla çalıyorlar, uğraşıp didiniyorlar. Gerçek ve derindeki sebepleri hiç araştırmadan, soruşturmadan, tek yönlü, yalan yanlış, münferit olaylardan yola çıkarak yüzeysel bilgilerle, aralarına uzlaşılması imkânsız düşmanlık, kin ve nefret tohumları ekiyorlar. Fakat bütün bu gayret ve çabalarına rağmen, yine de ferasetli ve basiretli Müslüman Türk halkının gönlünde ve gözünde Araplara ve diğer Müslümanlara karşı istedikleri kadar büyük bir düşmanlık, kin ve nefret oluşturamamaları çok önemli ve dikkat çekicidir. Başta Türkler olmak üzere bütün dünya Müslümanları, Müslümanlar arasında da özellikle dış güçlerin etkisiyle bazı münferit yanlış, olumsuz ve tatsız olayların yaşanmış olduğunu da inkâr etmezler; bunu bir yere kadar da tabii bulurlar. Basiretli ve ferasetli Müslümanlar bunların yanlışlığını hemen görürler, ama bunlar üzerinden türlü yalanlar üretilmesine, bunların yeni düşmanlıklara sebep ve kaynak yapılmasına izin vermezler. Bunun yerine, bunlardan da ibret alınarak daha bilinçli, akıllı ve sağlam dostluklar kurulmasının yollarını ve yöntemlerini bulup uygularlar. Yaşanan acı ve felaketlerin, milletimizin engin irfanına, basiret ve ferasetine, fark ve temyiz kabiliyetine her geçen yeni şeyler kattığını görebilmek de geleceğimiz açısından son derece ümit vericidir. Bizim derin milletimiz, uzun tarihi geçmişi içerisinde, üstü örtülmeye, kapatılmaya gizlenmeye çalışılsa, hiç anlatılmasa, söylenmese, dillendirilmese, hatta araya türlü yalanlar sokuşturularak çarpıtılmış olsa bile bütün Müslümanlarla aramızda olumsuzluklara kıyasla kat kat fazla, sayılamayacak kadar çok güzel olayların da yaşandığını da bilir ve hiç unutmaz. Bu örnek alınmaya değer güzel hatıralar, derin milletin gönlünde ve hafızasında hala canlılığını ve sıcaklığını korumaktadır. Bir zamanlar yaşanmış, olmuş bitmiş, unutulmuş olaylar, ister olumlu, ister olumsuz, ister iyi, güzel, hoş, ister kötü, acı, tatsız şeyler olsun, geniş kesimlerin vicdanına bir şekilde akseder, bir daha silinmeyecek kalıcı izler bırakır. Millet, bunları zaman zaman eleyip harmanlar, yeniden değerlendirir. Bunlar, hiç umulmadık bir zamanda, türlü şekillerde milletçe alınacak kararlara, fikir ve davranışlara yansır, hatta zamanla onlara kimlik ve kişilik kazandıran bir kültür haline gelir.
Bizim, Batı aşığı ve uşağı yazarlarımız, çizerlerimiz, sözde aydınlarımız hep Arapların bizi arkadan vurduğu, bize ihanet ettikleri gibi konuları işlerler ve bu bağlamda bitmez, tükenmez, çoğu yalan veya yanlış sayısız olayları ve hikâyeleri dillendirirler. Bunları okuyan, dinleyen herkesin, bütün Arapların ne kadar hain ve alçak mahlûklar olduğuna inanması ve Araplara karşı çok büyük bir kin, nefret ve düşmanlık duyması kaçınılmaz gibi görünür. Ama işin gerçeği pek de öyle olmamıştır. Elbette bu tip söylemlerin belli kesimler üzerinde önemli etkileri olmuştur. Fakat her şeye rağmen, ilim sahibi olmasa da irfan sahibi geniş halk kesimlerinin fikir ve düşünceleri, inanç ve kanaatleri hiç de bunların arzu ettikleri doğrultuda oluşmamıştır. Bunun nedenleri üzerinde önemle ve dikkatle durmaya değer. Doğru veya yanlış bu uğursuz söylemlerin, yaşanmış olumsuz olayların, geniş halk kesimleri üzerinde olumsuz etkilerinin olması doğaldır. Fakat yaşanan ortak güzelliklerin, mutlu olayların ve hatıraların milletimizin ruhunda ve vicdanında, yalan, yanlış, uydurma olumsuz olaylardan çok daha fazla ve derin izler bırakması, çok daha geniş yankılar uyandırması, anlatılmaya, konuşulmaya, dinlenmeye devam edilmesi çok daha fazla dikkat çekici, ibret ve ümit vericidir. Üstelik bunların çoğu, yazılı, çizili şeyler olarak değil, daha çok sözlü kültür ürünlerimiz olarak hayatiyetlerini devam ettirmektedirler.
Türk insanı, âlim olmasa bile ariftir. Yani hiç okuma yazma bilmese de çok sağlam bir irfana sahiptir. Tarih boyunca, bizim milletimiz kadar ihanete uğrayan başka bir millet yoktur. Türk’ün Türk’e ettiğini hiç kimse bu millete yapamamıştır. Bu millet, self oryantalizme kurban olmuş kendi öz evlatlarının, aydınlarının ve yöneticilerinin ihanetlerini, basiretsizliklerini, aptallıklarını, ahmaklıklarını göre göre ve bunların çok ağır bedellerini ödeye ödeye akıllanmış, ama daha fazla akıllanmak zorunda olan bir millettir. Bu durum milletimizi, olup biten olayları, kendi aydınlarından, entelektüellerinden çok daha iyi ve doğru bir şekilde analiz edebilecek, onlardan çok daha sağlam, doğru ve yararlı sonuçlar çıkarabilecek hale getirmiştir. Nitekim hemen her konuda olduğu gibi, Araplara, Filistin halkına, Filistin ve Kudüs davasına karşı bakış ve değerlendirme konusunda da, Türkiye’de yaşayan geniş Müslüman halk çoğunluğu ile kendi sözde aydınları arasında çok ciddi ve büyük farklılıklar, hatta uçurumlar vardır. Aydınlarımızın çalıp söylediği havalar ile halkımızın çalıp söylediği havalar, bu konuda da birbirini hiç okşamaz, birbirine hiç benzemez, çok büyük zıtlıklar gösterir.
Neyse, oturup da karanlıklardan şikayet etmenin kimseye faydası yoktur. Bunun yerine herkesin oturduğu yerden kalkıp bir mum veya ışık yakma çabası içerisine girmesi daha hayırlı bir iş ve davranış olacaktır. Bu yüzden ben de, elimdeki yeni ve farklı bilgi ve belgeleri başkalarıyla da paylaşmanın daha yararlı olabileceğini düşündüm. Bunlar, hepimizin tarihle, gerçeklerle, milletimizin bilinçaltındaki kabulleriyle yeniden yüz yüze gelmemize imkân sağlayacak, bu arada milletimizin iman ve idealleriyle bağdaşmayan görüş, düşünce ve değerlendirmelere sahip olan gafilleri de uyarabilecek, bunlara yanlış ezberlerini yeniden test edip düzeltebilme fırsatı verebilecek, kabiliyetli gençlerimize yeni ufuklar ve pencereler açabilecek türden şeylerdir. Bu ümitle bu mütevazı çalışma, siz değerli okuyucularımızın dikkatlerine sunulmuştur. İsteyenler, arayanlar, araştıranlar elbette bu konuda çok daha yeni, çok daha geniş başka bilgilere, belgelere, kanıtlara, delillere de ulaşabilirler, çok daha farklı ve isabetli değerlendirmelerde de bulunabilirler. Bunları da bizimle paylaşanların, bizim yazdıklarımızda da yanlışlıklar, eksiklikler bulanların, bunları düzeltmek ve tamamlamak için bize başvuranların, bu tutum ve davranışları da bizim tarafımızdan minnet ve şükranla karşılanacaktır.
Burada ilk defa ilginize, bilginize ve dikkatlerinize sunulacağını sandığım somut belgelerin başında bir kaç ilginç fotoğraf geliyor. Bunlar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Osmanlı Devletini desteklemek üzere Kudüs’te yapılmış olan büyük mitingin, yürüyüşün ve sonrasında, Osmanlı Ordusuna katılmış, her yaştan gönüllüleri gösterin fotoğraf kareleridir. Gerçek bir tarihi olayı ve olguyu belgesel bir fotoroman netliği içinde gözlerimizin önüne seriyor. Bu fotoğraflarda, bakabilen, görebilen, anlayabilen, okuyabilen herkes için çok şeyler anlatılmaktadır. Bunlarda yukarıda yazımızın girişinde sorulan veya sorulamayan, yerli yersiz, anlamlı anlamsız pek çok sorunun en doğru, en anlamlı, en güzel cevapları da saklıdır. Bu sıra dışı fotoğraflar, bilgi ve belgeler, kanaatimizce Filistin’in, Kudüs’ün, Filistin davasının bizim için ne anlama geldiği, ne ifade ettiği gibi konularda anlama güçlüğü çekenlere yeni ve bambaşka ufaklar açabilecek, yepyeni bir bakış açısı kazandırabilecek niteliktedir.
Ben bu fotoğraflarla, ilk defa 2009 yılı Aralık ayında İsrail’e bir görev seyahati sırasında tanıştım. Filistin’li bir Arap gazeteci, bizim Kültür ve Tanıtma Müşavirliğimizin de katkısıyla elindeki Osmanlı Dönemi Kudüs’ünü ve Filistin’ini anlatan çok ilginç fotoğraf sergisi yapmıştı. Sergide çok ilginç ve dikkat çekici başka fotoğraflar da var. Ama özellikle bu fotoğraflar benim çok ilgimi çekti. Özellikle bizim ülkemizdeki aydın bakışı ile halk bakışı arasındaki farkların ve uçurumların ne kadar büyük olduğunu göstermesi bakımından çok önemliydi. Bu fotoğraflar bana, Müslüman halkımızın bakışının, Batı çıkar ve menfaatlerine göre formatlanmış aydın bakışından çok daha doğru ve isabetli olduğunu, çünkü halkımızın bakışının onun iman ve ideallerine, gerçek olaylara ve olgulara dayandığını, aydınların bakışının ise işbirlikçisi olduğu din, millet ve devletimizin düşmanlarının yönlendirmelerine dayandığını bir kere daha göstermişti. Aydınlarımızın aykırı fikir ve düşüncelerine, yorumlarına rağmen Türk halkının Filistin ve Kudüs davasıyla neden bu kadar çok ilgilendiğini, Kudüs’e ve Filistin’e neden bu kadar sahip çıktığını böylece daha iyi anlayabildim.
Sözü fazla uzatmadan, bu fotoğraflara bırakalım. Varsın, söylenmesi gerekenleri onlar söylesin, anlatılması gerekenleri onlar anlatsın; dinlenmesi gerekenleri onlardan dinleyelim. En iyisi de herhalde budur!
BELGE FOTOĞRAFLAR
Yer: Kudüs. Bölge: Mescid-i Aksa’nın bulunduğu tepenin tam karşısındaki Zeytindağı… Osmanlı ordusunun onlarca cephede savaşmak zorunda kaldığı, Birinci Dünya Savaşı yılları… Milletimizin, dini, imanı, varlığı, birliği, dirliği, vatanı, bayrağı her şeyi büyük ve yakın bir tehlike altında. Bu tehlikelere karşı ölüm kalım savaşlarının verildiği, dünyanın en büyük ordularının yenilmez armadalarla Çanakkale’de boğazımıza kadar gelip ümüğümüze çöktükleri yıllar. Tam günü ve tarihi belli olmasa da fotoğrafın tespit ettiği bu karedeki Filistinli kalabalıklar, burada Mescid-i Aksa’nın tam karşısındaki Zeytindağı’nda toplanmışlar. Çünkü Osmanlı Sultanı ve Müslümanların Halifesi’nin 11 Şubat 1914’te yaptığı cihad çağrısına icabet edip meydanı doldurmuşlar. Binlerce el, hep birden semaya açılmış, en içten yakarışlarla, kurtuluş ve zafer için Allah’a yalvarıyorlar. Aralarında köylüsü de var, şehirlise de, avamdan, normal, sıradan halktan olanlar da var, yöneticilerden, askerlerden, ulemadan yani elit kesimden olanlar da var. Asker elbiseli, sırmalı üniformalılar, cübbeliler, sarıklılar da var, sivil kıyafetli olanlar da var. Feslisi, sarıklısı, kefiyelisi de var, fötr şapkalısı da var. Aksakallı, pîr-i fani ihtiyarlar da var, daha sakalları bitmemiş küçücük çocukları da var. Çoğunun Müslüman olduğu zaten kılık kıyafetlerinden belli ama dikkatle bakıldığında içlerinde Müslüman olmayanlar da kolayca seçilebiliyor.
Bunlar: ‘Bize ne Osmanlılardan, bize ne Türklerden, ne halleri varsa görsünler!’ dememişler. Ellerine sancak-ı şerifleri, Türk bayraklarını, flamalarını, dövizlerini almışlar, gelip burada toplanmışlar. Hem dua ediyorlar, hem de müşterek vatanlarının, milletlerinin, dinlerinin, imanlarının, bağımsızlıklarının, varlıklarının imdadına, yardımına koşabilme çarelerini arıyorlar. Hemen hemen hepsi, Osmanlı Ordusu içinde savaşa katılmaya, canını, malını, her şeyini Allah, vatan, din ve millet yolunda feda etmeye çoktan kararlı görünüyorlar. Dünyanın en gelişmiş silahlarına, en büyük ordularına karşı koyabilecek imkânlarının ve silahlarının olmadığını hiç umursamıyorlar. Çoğu eline birer sopa almış mitinge gelmiş. Buradan da gönüllü yazıldığı Osmanlı Ordusunun savaştığı cephelerden herhangi birinde yerlerini almaya kesinkes kararlı… Bunlar gemileri çoktan yakmışlar. Onlar için bu yoldan geri dönüş söz konusu bile değil! Gayeleri ‘Ya şehit, ya gazi olmak!’. Şimdilik buradalar, yapılan konuşmaları dinliyorlar. Biraz sonra ilk hedefleri olan ve en büyük miting yapmayı planladıkları karşı tepenin üzerindeki Mescid-i Aksâ’nın önündeki 12 bin şamdanlı meydana doğru yürüyüşe geçecekler.
Kudüs, birkaç günden beri bu büyük mitinge hazırlanıyor. Sokaklar, surlar, meydanlar, caddeler Türk bayraklarıyla ve çiçeklerle donatılmış, süslenmiş. Büyük bir heyecanla, cihada ve şehadete iştiyakla yanıp tutuşan bu mitinge katılacakları bekliyor, onları kucaklanmaya can atııyor.
Zeytindağı ile Mescid-i Aksa arasında epeyce uzunca bir yol vardır. Ama bu mitinge katılanlara ve onları karşılamaya gelenlere bu yol hiç de uzun gelmiyor. Binlerce katılımcıdan oluşan heyecanlı kalabalığın öncü grupları tekbirler, tehliller, sloganlarla kısa bir süre içerisinde iki tepe arasındaki vadiye akıyorlar. Ardından da Mescid-i Aksa’yı kuşatan büyük sur kapısının önüne varıyorlar.
Zeytindağı’ndan yola çıkan kalabalığın kat kat fazlası da yolları doldurmuş, katılımcıları bekliyorlar. Caddeler, sokaklar, kortejin geçeceği yol kenarları, duvarların surların üzerleri hıncahınç insan kalabalıklarıyla dolu. Herkes katılımcıları alkışlıyor, destekliyor, yol boyunca katılanlarla kalabalık gittikçe daha da büyüyor.
Sayıları bu kadar hızla artmasına, yollara, caddelere, sokaklara sığmaz hale gelmelerine rağmen yine de mitinge katılanlar, hiçbir tatsızlığa ve taşkınlığa mahal vermiyorlar. Çok tertipli, düzenli ve vakarlı bir şekilde en son mitingin yapılacağı alana doğru akıyorlar.
Mescid-i Aksa’nın önündeki miting meydanı katılımcılarla kucaklaşmış. İnsanlar bu koca meydanı, ellerinde Türk bayraklarıyla doldurmuşlar. Ama hala meydana doğru akanların gelip yerlerini almalarını, yapılacak konuşmalara kulak vermeyi bekliyorlar.
Bu fotoğraf, o büyük mitingin bir final fotoğrafı sayılabilir. Yediden yetmişe denebilecek kadar farklı yaşlardan binlerce gönüllü Osmanlı Ordusuna asker yazılmış. Hangi cepheye gideceklerini, kime karşı savaşacaklarını kendileri de henüz bilmiyorlar. Ama kimin yanında, niçin ve kimlere savaşacaklarını çok iyi biliyorlar. Hepsi: ‘Ya şehit, ya gazi’ olmayı akıllarına iyice koymuşlar. Osmanlı zabitleri, askeri araç üzerinden savaş gönüllülerini denetliyor ve selamlıyorlar. Gönüllülerin sayıları çok fazla ve sıra çok uzun olduğu için fotoğraf karesi onların hepsini içine alamamış. İlginç olan, görüntüye takılanların büyük çoğunluğunun daha çocuk yaşta olmaları! O kadar küçükler ki, tüfekleri bile onlardan çok büyük! Çoğunun eline bir tüfek bile verilememiş! Ellerindeki sopaları tüfek gibi tutmuşlar, selam durmuşlar. Bunlar oyuna, eğlenceye veya düğüne gitmediklerinin farkındalar. Çok büyük bir savaşa, hem de sonunun ölüm olabileceği açıkça belli olan, bazılarına çok ümitsiz görünen bir savaşa gidiyorlar. Kimse onları bu savaşa zorla götürmüyor. Hepsi gönüllü… Ne onlarda, ne de onları arka tepelerden büyük bir sevgi, iftihar ve muhabbetle izleyen anne babalarında, kardeşlerinde, dedelerinde, ninelerinde en ufak bir kararsızlık ve pişmanlık emaresi görünmüyor. Aksine hepsi çok gururlular.
BU TARİHİ FOTOĞRAFLARIN KANITLADIĞI BAZI GERÇEKLER
Bu fotoğraflar, tek başına: ‘Daha ondokuz yaşında gencecik bir çocuğun Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisinde ne işi vardı?’ sorusunun en kesin, en net ve en güzel cevabıdır! Bu çocukların yaşları, bizim gencecik şehidimiz, Furkan Doğan’dan çok daha küçüktür. Bu çocukların, gönüllü olarak katıldıkları Osmanlı Ordusu ile Çanakkale’de ne işleri varsa, Furkan Doğan kardeşimizin de o gemide öyle bir işi vardı. Tabii arada bazı ufak tefek farklar da var. Furkan Doğan, kardeşimiz Gazze’ye savaşmaya gitmiyordu. Elinde silahı ve teçhizatı da yoktu. O sadece, Gazze’deki mazlum ve mağdur kardeşine insani yardım götürüyordu. Buna rağmen insanlıktan nasibi olmayan, gözü dönmüş caniler, onu dördü kafasına olmak üzere bir karış mesafeden sıktıkları altı kurşunla şehit ettiler. Aslında onlar o kahpe kurşunları ona değil, insanlığa, hem de bir gün herkesten daha çok yine kendilerinin ihtiyaç duyacakları insanlığa sıktılar. Fotoğraftaki çocuklar ise, göz göre göre savaşa ve ölüme gidiyorlar. Tüfekleri bile kendilerinden büyük. Kefen giyemeyecek kadar küçükler. Fakat dikkatinizi çekiyor mu, yaşları çok küçük olmasına rağmen, şehadete talip olabilmek onları ne kadar da büyütmüş, ne kadar da yüceltmiş!
KUDÜS’TEN ÇANAKKALE’YE VE ŞEHADETE UZANAN YOL!
Zeytindağı’ndan Mescid-i Aksaya yapılan bu büyük yürüyüş, Mescid-i Aksa’daki büyük mitingle şahlanmış, her yaştan gönüllülerin Osmanlı Ordusuna katılmasıyla devam etmiş, pek çoğu için bu yol Çanakkale’de veya başka cephelerde şahadetle tamamlanmıştır. Bu gönüllülerden kaçının sağ salim geri dönebildiğini, kaçının hangi cephelerde şehit düştüğünü bilemiyoruz. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Burhan Sayılır’ın geçenlerde basın yayın organlarına da yansıyan bir çalışmasının sonuçlarına göre, Çanakkale Savaşlarına katılan bu Filistinli gönüllülerden beş yüzü, uğruna savaştıkları ve şehit düştükleri davaları için bizim topraklarımızda, Çanakkale’de, bütün İslam dünyasından buraya akın eden kardeşleriyle beraber koyun koyuna huzur içinde yatıyorlarmış. Allah, bunlara ölü demeyi yasaklıyor: Allah yolunda öldürülenlere, sakın ‘ölüler’ demeyin! Aksine onlar diridirler, fakat siz bunu bilmezsiniz! (Bakara Suresi, Ayet: 154).
DEĞER MİYDİ?
Bilemiyorum, buraya kadar anlatılanlar bazı kafalarındaki ‘Değer Miydi? veya ‘Filistin davası bizi ne ilgilendirir?’ gibi sorulara yeterli ölçüde açık ve net bir cevap olmuş mudur?
Unutulmamalıdır ki, İsrail’in yıllardır Gazze’de yapmaya çalıştığı, insanlığı ve Müslümanlığı yok etmeye, imha etmeye, öldürmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Arkasındaki medya ve süper güçlerin desteğiyle de bunu dünya kamuoyunun gözleri önünde ve istedikleri gibi pervasızca yapabiliyorlar. İsrail, Mavi Marmara yardım filosu olayını da kendisinin Filistin’de, Kudüs’te özellikle de Gazze’de uyguladığı insanlık dışı ve vahşice politikalarına ve eylemlerine ciddi bir tehdit olarak algılamıştı. Yıllardan beri öldürmeye çalıştıkları insaniyetin, başka ideolojilerin ve fikirlerin peşine takarak hepsine yollarını kaybettiklerini sandıkları Müslümanlığın, yok ettiklerini, tarih sahnesinden sildiklerini, başkalaştırdıklarını sandıkları Türklüğün, hala koca bir yardım filosu olup Gazze’ye doğru yönelebildiğini görmek onları şaşkına çevirmiş, adeta çıldırtmış ve kudurtmuştu. Çok büyük bir panik havası içine girdiler. Onlar yeryüzünde artık Gazze’de abluka, zulüm, baskı ve işkence altında tutulan insanlığın yardımına ve imdadına koşmaya cesaret edebilecek kimsenin kalmadığını düşünüyorlardı. Türkiye’nin de artık kim olursa olsun zulme ve zalime her zaman karşı çıkan, mazluma ve mağdura, dinini ve kim olduğunu sormadan el uzatan, yardım eden Türklerin vatanı değil, Turkey’lerin (yani orada burada kabararak, çalım satarak dolaşan, kendine tapan, dünya yıkılsa umurunda olmayan hindilerin) vatanı olduğunu sanıyorlardı.
Hele bir de bu işe cesaret eden ve yola çıkan yardım gönüllülerinin onların her türlü tehditlerine ve engelleme çabalarına aldırmadan yollarına devam edebilmeleri, anlaşıldığı kadarıyla onlarda, öldü sandıkları insanlığın, Müslümanlığın, Türklüğün ve Türk milletinin yeniden asli hüviyeti ve gerçek anlamıyla yeniden kalkıp dirildiği ve karşılarına çıktığı zannını doğurdu. O panik ve korku havası içinde, gemidekilerin her birini bir Alparslan, bir Selahaddin-i Eyyubi sandılar. Bu durum onları o kadar çıldırttı ve kudurttu ki, uluslararası karasuları içinde bu kadar büyük cinayetler, bu kadar büyük suçlar işlemekten çekinmediler. İsrail’in tepkisinin bu kadar büyük olmasının, ondokuz yaşındaki Furkan Doğan’ın kafasına yakın mesafeden dört kurşun sıkabilecek kadar çıldırmasının, gözünün dönmesinin, bu alçakça saldırıya ve cinayete katılanları şeref madalyalarıyla ödüllendirmesinin altında yatan gerçek sebepler bunlardır. Hepsi birer terörist olan devlet adamları bile bu insanlık dışı suçun büyüklüğünü görebilmek yerine, masum ve silahsız insanlara kurşun sıkıp öldürmeyi kahramanlık saymayı, bu suçun faillerini övünç madalyalarıyla ödüllendirmeyi tercih ettiler.
Demek ki, Mavi Marmara yardım gönüllüleri gerçekten çok büyük ve çok önemli bir iş yapmışlar. Şehitlerimizin acısı, başta yakınları olmak üzere gönlünde insanlık, Müslümanlık ve Türklük kırıntısı taşıyan herkesin gönlünü dağladı. Ama ne olursa olsun, hangi bedel ödenirse ödensin buna değerdi ve değdi… O gemidekiler bize, İsrail’e ve bütün dünyaya, hala insanlığın, Müslümanlığın ve Türklüğün ölmediğini ispat ettiler. Onun için de onlar ölmediler, madalyaların ve nişanların en büyüğü olarak şehadeti, yani ölümsüzlüğü hak ettiler.
SİYON KATIRCI BÖLÜĞÜ
Filistin’li gönüllüler her cephede Osmanlı Ordusundaki diğer Türk ve Müslüman kardeşleriyle birlikte cihada koşarlarken, şehadete can atarlarken, Mısır’da da başka bir hareketlilik yaşanıyordu. 1915’de Mısır’daki İngiliz Ordusu içinde, İrlandalı Yarbay John Henry Patterson komutasında, Yahudi gönüllülerden oluşan bir birlik oluşturuldu. Bu birlik, iki bin yıldan beri hiçbir savaşa katılmamış olan Yahudilerden oluşturulmuş ilk askeri birlikti. Siyon Katırcı Kuvveti (Zion Mule Corps) adını alan bu gönüllü birlik, Çanakkale’ye geldi ve İngilizlerin yanında, Osmanlı Devletine karşı savaştı. Çanakkale Savaşları, böylece bir Yahudi askeri birliğinin 2000 yıl sonra katıldığı ilk savaş olma özelliğini de kazanmış oldu. Tabii buradan bütün Yahudilerin Osmanlılara ve Türklere düşman olduğu, onlara karşı savaştığı sonucu da çıkarılmamalıdır. Bu birlik, adından da anlaşılacağı üzere Siyonist Yahudilerden oluşuyordu. Öte yandan Osmanlı Devletine ve Türklere karşı düşmanlık beslemeyen, hatta savaşta Türklerin safında savaşan Yahudiler de vardı. Ama esas etkinlik ve çoğunluk öbürlerindeydi.
Yahudilerin, çok rahat ve müreffeh bir hayat sürdükleri Endülüs Emevi Devletinin yıkımında da Yahudilerin hatırı sayılır etkileri olmuştur. Ama bu ihanetlerinin bedelini, İspanya’da engizisyon mahkemelerinde Müslümanlardan sonra, en fazla katledilenler, zulüm ve işkenceye uğrayanlar da Yahudiler olmuştur. Yahudiler, kendilerini çok büyük bir soykırımdan kurtaran Osmanlı Devletinin bu büyük iyiliğine de ihanet ederek karşılık verdiler. Yahudilerin her iki Müslüman devletin yıkılmasına oynadıkları önemli roller, üstlendikleri görevler üzerine çok şeyler söylenmiş, yazılmış ve çizilmiştir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, tarih boyunca sadece fitne ve fesat çıkararak, türlü oyunlarla, hile ve desiselerle dünyayı kana bulayarak var olabilmiş, varlığını sürdürebilmiş hiçbir millet yoktur, bundan sonra da olamayacaktır. Kendi tarihleri de bunun şahidi ve delilidir. Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi çok ağır bir suç ve cürüm olduğu kendi kitaplarının da açık hükmüdür. Binlerce masum ve günahsız insanı, emzikli bebekleri acımasızca katleder, bunlarla beraber insanlığı da öldürdüklerinin farkında ve ayırdında olmayan bu zalimlerin sonlarından çok korkmak ve endişe etmek gerekir. Masum insanlarla beraber öldürdükleri insanlığın bir gün kendilerine de lazım olabileceğini unutmasalar iyi ederler. Nitekim bugün aklı başında Yahudiler de, Siyonistlerin bu yaptıklarının bir gün kurbanlarından çok kendilerine zarar vermeye başlayacağının çok iyi farkındadırlar.
MİLLLETİMİZİN OLAĞANÜSTÜ BİLİNÇALTI
Bunlara ne yazık ki ülkemizde, bir zamanlar yaşanmış, olmuş bitmiş, artık bizimle hiç ilgisi kalmamış olaylar gözüyle bakılıyor. Üstelik bunların çoğundan milletimizin şimdiye kadar doğru dürüst haberi bile olamamıştır. Çünkü bunlar onlara doğru dürüst anlatılmamış, bazen gizlenmiş, saklanmış, unutturulmaya çalışılmış, bazen de tamamen tersyüz edilip, çarpıtılarak milletimizin gönlünü ve kafasını bulandıracak yalan, yanlış, hikâyelere ve rivayetlere dönüştürülerek anlatılmıştır. Ama her şeye rağmen işin aslı, özü ve gerçeği, yine de milletimizin derin bilinçaltında sağlam ve doğru bir biçimde bilinmiş ve yer etmiştir. Milletimiz başta Kudüs ve Filistin olmak üzere dünyanın her yerindeki, kardeşlerinin kendileri için katlandıkları fedakârlıkları, nedeni, nasılı, niçini pek bilinemeyecek, açıklanamayacak olağanüstü bir bilinçle hep bilmiştir. Bu olağanüstü bilinç, hiç umulmadık ve beklenmedik durumlarda ve zamanlarda, hiç umulmadık şekillerde kendini ortaya koymaktan da geri kalmamıştır. Bazıları, istihfafla bana: ‘Yahu bnu da nereden çıkarıyorsun? diye sorabilirler. Ben de onlara, Kudüs ve Filistin’le ilgili olarak düzenlenen mitinglere, yürüyüşlere, konferanslara, sempozyumlara, yardım kampanyalarına ve daha başka pek çok etkinliklere nasıl oluyor da hala bu kadar büyük ilgi ve katılım olabildiğini sorarım. Şahsen ben, kendimi bildim bileli, kim düzenlerse düzenlesin, nerede, ne zaman düzenlenirse düzenlesin, bizim insanımızın Filistin’le ve Kudüs’le ilgili her etkinliğe, her çağrıya olağanüstü bir ilgi gösterdiğine, meydanları, salonları neredeyse başka hiçbir şey için olamayacak kadar büyük kalabalıklarla doldurduğuna şahit olmuşumdur. Elbette sizler de şahit olmuşsunuzdur. Bu millet, kim tertip ederse etsin, kim çağırırsa çağırsın Filistin’le ve Kudüs’le ilgili her mitinge, her toplantıya, her etkinliğe, her yardım ve destek çağrısına olağanüstü bir ilgi gösterir. Bunun temelinde ise, işte bu ve buna benzer duygusal faktörlerin yattığında, bu yaşanmış güzel anıların önemli izlerinin, yerinin ve rolünün bulunduğunda hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Türk milleti hainleri, kendisine, dinine ve milletine yapılan hainlikleri asla unutmaz. Ama bunun yanında fedakârları, fedakârlıkları ve iyilikleri de unutmaz. Dolayısıyla kendisiyle aynı kaderi paylaşmış, asırlarca kederde, kıvançta, tasada ortak olmuş, aynı düşmanlara karşı sayısız cephede omuz omuza savaşmış kardeşlerini asla unutmaz. Onların aziz varlıklarını görmezden gelmez. Bu fedakârları ve yaptıkları fedakârlıkları unutarak, hiçi sayarak içlerinden çıkan hainler yüzünden onların hepsini de hain ve düşman görmez. Böyle bir tavır, tutum ve davranış Türk milletinin özüne, cevherine, ruhuna, ferasetine asla uymaz ve yakışmaz. Bu yüzdendir ki Türk milleti, ne zaman Filistin’le Kudüs’le, Gazze ile ilgili bir olay olsa hemen dikkatini o yöne çevirir, gerekli tepkiyi gösterir, iki taraftaki ortak bilinç ve maşeri vicdan da hemen harekete geçer.
Filistin davası, herkesten çok bizim davamızdır. Filistin’in ve Kudüs’ün kaybı bizim tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu davanın, dünkü Çanakkale Savaşlarından tutun da, canımızı bugün her şeyden çok acıtan terör olaylarına kadar her şeyle de çok yakından ilgisi vardır. Her yönüyle mutlaka çok iyi bilmemiz ve dersler çıkarmamız gereken bu dava, günlük yaşantımızın her anında varlığını hissettirir. Milletimiz o olağanüstü ferasetiyle, daha sağlam ve iyi bir gelecek için bu davadan ne gibi dersler ve ibretler çıkarması gerektiğinin de çok iyi farkındadır.
KUDÜS’Ü TERK ETTİĞİMİZ O ACI GÜN!
Mukaddes Kudüs’ümüzü terk ettiğimiz, 9 Aralık 1917 günü acaba buralarda neler yaşandı, bu terk edişimizi kimler, nasıl karşıladı? Aslında o gün, bizim çoğumuzun bu hiç haberdar bile olmadığı çok büyük ve çok acı olaylar yaşandı. Bu olaylar, Milletimizin Kudüs’e ve Filistin’e bakışını ve Kudüs’ün bizim için taşıdığı anlam ve önemi göstermesi bakımından çok önemlidir. Bu olayların bir başka özelliği de, Müslüman Filistin halkının büyük çoğunluğunun, Osmanlı Devletine ve Türklere karşı duydukları kardeşliği, sevgi ve bağlılığı en güzel şekilde anlatan olaylar olmasıdır. Bu olayları, bizzat yaşamış büyüklerimiz yıllarca kendilerinden sonra gelen nesillere gözyaşları içinde anlattılar. Dinleyenler de bunları büyük bir ilgi ve duygusallık içinde dinlediler.
Bu gibi olaylar, anılar ve hatıralar, bizdeki basın yayın organlarında ve kitaplarda çok fazla ve doğru dürüst anlatılmaz, dillendirilmez, yazılmaz, çizilmez, bilinmez ve yorumlanmaz. Buna rağmen, gün orada bulunmuş ve bu büyük olayı bizzat yaşamış binlerce Anadolu Türk’ünün sözlü anlatımları, hala vicdanlarda uyandırdığı geniş akislerle etkisini sürdürüyor.
İşin gerçeği, aslında biz, bazılarının bize yutturmaya çalıştığı gibi, asırlarca yönettiğimiz o topraklardan Araplar tarafından ve onlarla savaşarak çıkarılmadık. Aksine bölgedeki yerli ve Müslüman Arap halkın bize çok büyük yardım ve desteği vardı. Onlar bizi, biz onları ayrı gayrı görmez, kardeş bilirdik. Peki, arada hainler yok muydu? Olmaz olur mu, elbette vardı. Ama halkın çoğunluğu her şeyiyle bizden yanaydı ve bizimle beraberdi. Fakat biz, çoğu bizden kaynaklı değişik sebepler yüzünden, hem Birinci Dünya Savaşını hem de o toprakları ve mukaddes Kudüs’ümüzü hiç beklenmedik bir şekilde kaybediverdik.
Bu büyük kayba ve yenilgiye ne biz inanabilmiştik, ne de kaderlerini bizimkine bağlamış olan Müslüman Filistinliler inanabilmişti. Bu yüzden de Kudüs’ü boşaltmamız ve İngilizlere terk etmemiz, hem bize, hem de buranın yerli halkı Müslüman Filistinlilere ve Kudüslülere çok zor ve ağır gelmişti.
Türk ordusu, mukaddes Kudüs’ü boşaltırken çok acı, çok çarpıcı, çok gönül yakıcı ve yaralayıcı olaylar yaşanmıştı. Bu olağanüstü olaylar, o günü bizzat yaşayanlarca dilden dile, gönülden gönüle yıllarca aktarıldı, günümüze kadar da ulaştı. O gün yaşananlar, her şeye rağmen Milletimizin bilinçaltında ve vicdanında derin izler bırakmış, asla unutulmamıştır. Her iki halkın maşeri vicdanını oluşturan da aslında bu ortak hatıralardır. Bu olayları ve hatıraları anlatanlardan, ben de zaman zaman büyük bir ilgi, heves ve merakla dinlemeye can atardım. Fakat arada sırada, okumuş yazmış biri olarak, ben de bu anlatılanları somut belgelere dayanmaması, daha çok halk efsanelerine benzemesi, popüler söylemlere ve resmi tarihe pek uymaması, hatta ters düşmesi gibi düşüncelerle başkalarına anlatmakta ve nakletmekte oldukça çekingen davranır, kendi dağarcığında tutmakla yetinirdim. Fakat yukarıda paylaştığım fotoğrafları görünce aslında anlatılanların, söylenenlerin, olup bitenlere göre çok az ve yetersiz kaldığını da düşünmeden edemedim.
O acı günü yaşayan büyüklerimizin anlattıklarına göre, o gün hiç birinin hafızalarından ve gönüllerinden çıkaramadıkları çok kara ve kötü bir gündü. Manzara, adeta bir kıyamet sahnesini andırıyordu. Gözyaşları sel olmuş akıyordu. Yalnız biz değil, asırlarca bir ve beraber yaşadığımız onbinler de bizimle beraber ağlıyordu. Hatta onlar, bizden daha çok acı çekiyorlar, daha fazla gözyaşı döküyorlardı. Müslüman Arapların çoğu, Kudüs’ü niçin terk ettiğimize, niçin hem de Hıristiyanlara teslim etmek üzere boşalttığımıza, kendilerini niye böyle yüzüstü bırakıp gittiğimize bir anlam veremiyorlardı. Her tarafta büyük bir şaşkınlık ve çaresizlik duygusu hâkimdi. Askerlerimizi uğurlamaya gelen genç kızlar ve kadınlar, hazırladıkları yol azıklarını Mehmetçiğe getirip verirlerken, yeri göğü inleten feryatları da yürekleri parçalıyordu. İçlerinden bazıları askerlerimize, komutanlarımıza şöyle yalvarıyorlardı:
- Bizleri, burada kimlere bırakıp da gidiyorsunuz? Ne olur bizi böyle sizsiz, çaresiz,
kimsiz, kimsesiz, savunmasız, bırakıp da gitmeyin! Bizi düşman eline terk etmeyin! İçimizdeki hainleri ve zalimleri sevindirmeyin! İllâ gitmeniz gerekiyorsa bari önce bizi öldürün de öyle gidin! Kanımız size helal, canımız yolunuza kurban olsun!
- Eyvahlar olsun! Bu günleri de mi görecektik!
- Aman Allahım! Bu ne kadar kara bir gün! Keşke bu kara günleri hiç görmeseydim! Ya
anam beni hiç doğurmasaydı, ya da Allah canımı bu günü görmeden, bu acıyı yaşamadan almış olsaydı!
- Eyvah ki eyvah! Gidiyor, dinimizin, imanımızın bekçileri! Gidiyor, ırzımızın
namusumuzun bekçileri! Gidiyor, canımızın malımızın bekçileri! Gidiyor, vatanımızın, kutsal beldemizin, haremimizin, harimimizin bekçileri!
- Allahım sen bize acı! Vay başımıza gelenlere vay! gibi ve daha nice feryatlar ve
figanlar birbirine karışıyor, yeri göğü inletip, göklere yükseliyordu.
Elbette bu arada ortalıkta milletimizin, memleketimizin, vatanımızın, dinimizin, imanımızın uğradığı felaketleri hiç umursamayan, hatta bunun fırsatçılığı peşinde koşan hainler ve işbirlikçiler de yok değildi. Üstelik bunlardan çoğu o zamana kadar gizledikleri çirkin yüzlerini ve hainliklerini artık gizlemeye de gerek görmüyorlardı. Bunlar da diğerlerine:
– Ne olmuş? Amma da Türk meraklısıymışsınız ha! Bize ne onlardan?
– Size ne oluyor, canım? Bırakın, varsınlar, gitsinler!
– Gitsinler de kurtulalım şunlardan! Herkesin var, bizim de artık ayrı bir milletimiz, ayrı bir devletimiz olsun! Fena mı olur?
– Yetmedi mi Türklerin bizi şimdiye kadar sömürdükleri? şeklinde laflar atıyorlardı. Bu başlangıcın başlarına getireceği büyük felaketlerden habersiz sevinç gösterilerinde bulunanlar da eksik değildi. Ama berikiler hemen:
– Yazıklar olsun size! Sizin yüzünüzden varlığımız, birliğimiz, dirliğimiz dağıldı! Bunun vebalinden yakanızı nasıl kurtaracaksınız?
– Türkler gidince, onların arkasından kimlerin geleceğini, başımıza ne işler açacaklarını, ne büyük felaketler getirebileceğini hiç mi düşünmezsiniz?
– Ayrılıktan, bölünmekten ne zaman bir birlik, ne zaman bir fayda gelmiş ki, şimdi gelecek? Bundan sonra, bizim için hiç bir şey eskisinden daha iyi olmayacak, hep daha kötü olacak!
– Bu felaket, kötü günlerin sonu değil, başlangıcı olacak! Bu yangın yerinde artık hiçbir güzellik yeşermeyecek!
– Allahım! Çaresiziz! Sen içimizdeki hainler, ahmaklar, alçaklar yüzünden bizleri helak eyleme! Bize hayır kapıları aç!’ diyerek bir yandan bu büyük dertlerine yanıyorlar, bir yandan da bu gafillere ve ahmaklara laf yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bu gafilleri büyük yanlışlarının farkına varmaya, uyanmaya, akıl ve iz’an yoluna çağırmaya uğraşıyorlardı.
MENSUP OLMAK VE MESUL OLMAK DEMEKTİR
Mensubiyet, mesuliyeti doğurur. Her dine, her millete mensup olmanın, ya da mensubiyet iddia etmenin kişiye yüklediği az veya çok mesuliyetler, görev ve sorumluluklar vardır. Müslümanın, Türküm demenin, Müslüman veya Türk olduğunu iddia etmenin insana yüklediği görev ve sorumluluklar ise her babayiğitin altından kalkabileceği türden değildir. Nitekim Peygamber Efendimizin de zaman zaman ashabına: ‘Müslümanlık da iddialardan bir iddiadır. İspatı gerekir. Senin Müslümanlığının delili, göstergesi nedir?’ şeklinde sorular sorduğunu hadis kitaplarından öğreniyoruz.
Allah bütün insanları bir ana ve bir babadan yaratmış, sonra onları kavimlere, kabilelere, boylara, soylara, milletlere ayırmıştır. Her milletin, hatta her insan topluluğunun, onu diğerlerinden ayıran, farklı ve değişik kılan, kendine has belli özellikleri, tutum ve davranışları, kültür yapısı ve dokusu vardır. Her millet diğerlerinden bunlarla ayrılır ve ayrı bir millet olarak tanınır. Her kültür, tipik bir bireysel kişilik, özel bir psikolojik yapı, özel fikirler, özel bir davranış ve özel bir düşünce biçimi geliştirir. Milletler ve toplumlar, asırların birikimiyle kazandıkları kültürel kimlik ve kişilikleriyle tanınırlar ve birbirlerinden ayrılırlar. Bu yüzden bir milletin tarih içindeki maddi ve manevi kazanımlarının tümü anlamına gelen kültür, o milleti oluşturan en önemli unsurlardan biri kabul edilir. Örneğin, bir Alman kültürünü, bir İngiliz kültürünü, bir Fransız kültürünü tanımadan, bu ülkeleri ve bu ülkelerin insanlarını tanımak ve tanımlamak, onlara Alman, İngiliz, Fransız diyebilmek mümkün değildir.
Kişisel, psikolojik, kültürel, milli, dini anlayış ve yapıların davranışları belirlemedeki ve yönlendirmedeki rolüne ve etkisine Kur’an’da da açıkça işaret edilir. Allah buyuruyor ki:
Herkes, kendi yapısına, (tıynetine, cibilliyetine) uygun işler görür (amel ve davranışlarda bulunur). Rabbiniz en doğru yolda olanı daha iyi bilir (İsra Suresi, Ayet: 84).
Kültürün ve neslin korunmasının ve geliştirilmesinin ne kadar önemli bir iş olduğuna, bunlarda meydana gelebilecek tahribatın ve yıkımın ne kadar tehlikeli, hatta ölümcül sonuçlar doğurabileceğine Kur’an’da işaret edilen sıkı uyarılar vardır:
İnsanlardan öyleleri vardır ki, bu dünya hayatına dair sözleri hoşuna gider. Hatta böylesi sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit tutar. Halbuki gerçekte o, düşmanların en yamanıdır. Bir iş başına geçince, yeryüzünde fesat çıkarmak, harsı (yani maddi ve manevi kazanımlarınızın tümü, geçmişiniz demek olan kültürü) ve (geleceğiniz demek olan) nesli yok etmek için çalışıp çabalamaya başlar. Allah bozgunculuğu sevmez. Böylesine “Allah’tan kork!” denilince benlik ve gurur kendisini günaha sevk eder. (Kur’an, Bakara Suresi, Ayet:204-206)
55 YILLIK MESCİD-İ AKSA NÖBETİ !
Mustafa ATALAR
Milletimiz, asırlardan beri artık kendi ruhunu ve özünü tam anlamıyla temsil edecek nesiller, bu yüce millete mensup olmanın mesuliyetini, görev ve sorumluluklarını layıkıyla yerine getirebilecek nitelikli aydınlar ve yöneticiler yetiştiremiyor. Başımıza gelen her türlü mahrumiyetin, yoksulluğun, yoksunluğun, acıların, çilelerin, felaketlerin, ihanetlerin temelinde yatan en büyük sebep adam kıtlığıdır. Fakat her şeye rağmen, bu milletin özünde, cevherinde bütün bunların üstesinden gelmesini sağlayan, her şeye rağmen onu ayakta tutan, varlığını devam ettirmesini sağlayan tarifi ve tanımı imkânsız manevi bir güç vardır. Bazen, bu toprağın hiç umulmadık kişilerinden, örneğin herkesin cahil ve bir şeyden anlamaz diye baktığı okuyup yazmamış, mektep medrese görmemiş, sıradan insanlarından, hem de hiç olmadık ve umulmadık zamanlarda, bu millete mensup olmanın onurunu, şerefini, mesuliyetini vücudunun her zerresinde yaşayıp hissettiğini gösteren öyle olağanüstü olaylarla karşılaşılanır ki, bunu hakkıyla, layıkıyla anlayabilmek ve anlatabilmek herkese nasip olmaz. Bazıları bunu ‘Oğuz saflığı veya Türkmen saflığı!’ diye tanımlayarak gülüp geçerler. Bunu Türklerin ahmaklığına, saflığına bağlayan anlayışsız, basiretsiz, utanmazlar da az değildir. Türkleri, ‘Etrâk-ı bîidrak’ diye tanımlayanlar, asıl akılsızlığın, idraksizliğin, anlayışsızlığın ve ruhsuzluğun hiç tanıyıp bilmedikleri Türklerde değil de, kendilerinde olduğunu anlayabilseler, bu insanları kendi asli özü ve cevheri ile biraz daha yakından tanımaya çalışabilseler çok daha doğru ve isabetli bir iş yapmış olurlardı. Türk milletine mensup olmanın nasıl bir mesuliyet duygusu gerektirdiği ciltler dolusu kitaplar yazılsa anlatılamaz ama aşağıda anlatılacak şu yaşanmış olayın çok daha açıklayıcı olacağını sanıyorum.
İlhan Bardakçı, 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa’nın merdivenlerinde, tam 55 yıldır nöbetinin başında duran bir Osmanlı askerini görür ve bu inanılmaz olayı yıllar sonra kaleme alır. Osmanlı Ordusu Kudüs’ten çekilirken Mescid-i Aksa’da nöbetçi bırakılan fakat nöbetini aradan 55 yıl geçtiği halde hala terk edemeyen Iğdır’lı Onbaşı Hasan’ın yürek titreten hikâyesi, Türk milletine mensup olmanın nasıl bir mesuliyet gerektirdiğini, Anadolu insanının Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya bakışını en güzel şekilde anlatan gerçek olaylardan biridir. Şimdi sözü merhum tarihçimiz İlhan Bardakçı’ya bırakalım ve onun kaleminden bu olayı okuyalım:
O’na Mescid Ül-Aksa’da rastladım.
Mevki: Kudüs.
Mekân: Mescid ül-Aksa.
Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma.
Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa’nın önüne kavuşturur. Mir’ac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani…
Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
O’nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto?.. Hayır, kaput, pardesü veya kaftan? Değil. Öyle bir şey, işte! Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüzbinlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbul’lu. “Kim bu adam?” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem!” diye cevap verdi. “Bir meczub işte! Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”
Kan mı çekti nedir?
Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba” dedim. Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
– Aleykümüsselâm oğul…
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm, öptüm…
– Kimsin sen, Baba? dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor. Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki; kenti zabteden gâlip, âsâyiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
– Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:
– Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makinalı Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım…
Yarabbi! Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi…
Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
– Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?
– Elbette, dedim, buyur hele…
Konuştu:
– Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (Öp). O’na de ki…
Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi:
– O’na de ki, gönül komasın! O’na de ki, “11. makinalı takım Komutanı Iğdır’lı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım” dedi dersin…
Öleyazdım.
Sonra yine dineldi (doğruldu). Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı
gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nâdanlığımıza rağmen devletine küsmemişti…
Yıllar sonra:
Bu hatıramı, TV’deki uzun dizimin birisinde anlattığım vakit, zamanın Genelkurmay Başkanı beni aramıştı. “Bu aziz askeri bulmak için” aracı olmamı istiyordu. Hasan Onbaşı bizdendi… O halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım. Bulunamazdı zaten. O ki, göklere başvermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk…
ZULME KARŞI OLMANIN İNSANİ, İSLAMİ VE MİLLİ SEBEPLERİ
Günümüz basın yayın organlarında en çok sorulan sorulardan birinin de Filistin davasının bizi niçin ve hangi yönlerden ilgilendirdiği sorusu olduğunu görüyoruz. Anlayışı kolaylaştırmak için konunun en çok bizi ilgilendiren insani, islami ve milli boyutları üzerinde biraz daha durmak gerekiyor.
Kim olursa olsun zalimin karşısında olmak, onun zulmünü engellemeye çalışmak ve yine kim olursa olsun mazlumun yanında olmak, hem insanlığın, adam ve insan sayılabilmenin, hem de Müslümanlığın en temel şartlarındandır. Mazlumun, mağdurun, kadının, çocuğun dini, ırkı ve milliyeti sorulmaz, ona yardım edilir, el uzatılır, zulümden, haksızlıktan, baskıdan kurtarılmaya çalışılır. Kim olursa olsun, ne kadar güçlü, kuvvetli ve kudretli olursa olsun, kimimiz ve neyimiz olursa olsun, bize ne kadar yakın olursa olsun, zalime yardımcı olmak, destek olmak bir yana, ona en ufak bir meyil ve sempati bile beslenemez, zulmüne göz yumulamaz. Zulüm gibi zulme seyirci kalmak da en büyük insanlık suçudur. Zalimin hasmı, düşmanı bizzat Allah olduğu için zulüm hiçbir zaman devamlı olmamıştır ve olamayacaktır. Allah küfre ve inkâra mühlet verir, onun devamına bir yere kadar izin verir ama zulme ve zalime asla mühlet ve izin vermez.
Zalimler, hangi devrimle alaşağı olup devrileceklerini pek yakında bilecekler! (Şuara Suresi, Ayet: 227).
Allah, zulüm ve haksızlık yapanlara herhangi bir şekilde destek vermek, yakınlık gösterip yaltaklanmak şöyle dursun, meyil, ilgi ve eğilim göstermeyi, yüz vermeyi, yakınlık duymayı bile ateşe atılmayı hak edecek kadar ağır bir suç olarak niteliyor. Müslümanlara da onların yeryüzünde Allah’dan başka dostları bulunmadığını, böyle bir suç işleyecek olurlarsa Allah’ın yardımından, nusretinden, zafer ve başarılardan mahrum kalacakları, kendilerine hiçbir kurtarıcı ve yardımcı bulamayacakları konusunda onları uyarıyor.
Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz (Hud Suresi, Ayet: 113).
Zulme ve zalime yardımcı olanlar, seyirci kalanlar da çok geçmeden kendileri de o zulmün ve zalimin mağduru durumuna düşerler.
Zulme seyirci kalınırsa sadece insanlar ölmez, onlarla beraber insanlık da ölür ki, insanlık herkesin, hatta gün gelip zalimlerin bile ihtiyaç duyabileceği bir değerdir. Zalimin zulmüne engel olmak, mazlumu onun zulmünden kurtarmak, aslında zalime bile kötülük değil, iyiliktir. Onun için fıtratı bozulmamış her insanda zalime karşı koyma ve mazlumun yanında olma duygusu ve düşüncesi olur. Dünyanın her tarafında neredeyse her dinden, her inançtan, her fikir ve düşünceden insan hakları savunucuları, aktivistleri vardır. Nitekim o gemide olan yardım gönüllülerinin hepsi de Müslüman değildi. İçlerinde Hıristiyanlar, hatta dinsizler bire vardı. İsrail’in orada uyguladığı zulüm, baskı ve vahşetin kabul edilemez olduğunu, bunun en büyük zararının yine dönüp dolaşıp Yahudilere olacağını görebilen, buna karşı canla başla mücadele eden, bu yöndeki bütün eylemleri destekleyen dindar Yahudilerin sayıları hiç de azımsanacak kadar az değil.
Müslüman ve Türk olduğunu iddia edenlere düşen görev ve sorumluluklar diğer insanlarla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Çünkü Müslümanlık da Türklük de kuru bir iddiadan ibaret değildir. Her ikisinin yeri geldiğinde boş ve yalan bir iddiadan ibaret olmadığının, gerçekliğinin ve doğruluğunun ispat edilmesi, ortaya konması gerekir.
Bu tür olaylar karşısında Müslümana düşen görev ve sorumlulukların neler olduğunu belirten ayetlerin sadece meallerini bile buraya almaya kalkışsak sayfalar tutar. Ama biz burada konumuzla en yakın gördüğümüz birkaç tanesini zikretmekle yetinelim. Allah Müminlere hitaben buyuruyor ki:
İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder. Allah da kullarına pek merhametlidir (Bakara Suresi, Ayet: 207).
Dünya hayatını, ahiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar! Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükafat vereceğiz. (Nisa Suresi, Ayet:74)
Size ne oluyor da, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar! Kendi katından bize dost ve yardımcı ver!’ diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, Ayet:75)
Ey iman edenler! Sakın siz de, uzak bir yolculuğa çıktıktan ya da bir savaşa katıldıktan sonra ölen kardeşleri hakkında ‘Eğer bizim yanımızda kalmış olsalardı, onlar da ölmezler veya öldürülmezlerdi.’ diyen hakikati inkâra şartlanmış kimselere benzemeyin! Allah onların bu asılsız söz ve inançlarını, saplantılarını kalplerine çöreklenmiş bir kedere, pişmanlığa, acı bir hasrete ve hayıflanmaya dönüştürür. Oysa can verip hayat bağışlayan da, öldüren de yalnız Allah’tır! Hiç kuşkusuz Allah yaptığınız her şeyi görüp bilendir (Âl-i İmrân Suresi, Ayet: 156).
Şanıma yemin olsun ki, eğer siz Allah yolunda ölür yahut öldürülürseniz, Allah’ın bağışlamasına ve rahmetine kavuşmuş olursunuz ki, bu da onların dünyada kalıp da toplayıp biriktirecekleri şeylerden çok daha hayırlıdır (Âl-i İmrân Suresi, Ayet: 157).
Dolayısıyla böyle güzel ve büyük bir amaç için fedakârlıklar, yolculuklar yapmak, gerekiyorsa canını ve malını tehlikeye atmak bizim dinimize göre en büyük bahtiyarlıklardan ve Allah’ın rızasına en uygun işlerden biridir. Bu yolda gerekiyorsa ölebilmek de ölümlerin en güzelidir. Onun için bu yolda ölüme gidenler de onları bile bile gönderen en yakınları, aileleri de yaptıklarından asla pişmanlık ve üzüntü duymazlar.